ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı:2002/1 (Siyasî
Parti Kapatma)
Karar Sayısı:2008/1
Karar Günü:29.1.2008
R.G.
Tarih-Sayı:01.07.2008-26923
DAVACI: Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı
DAVALI: Hak ve
Özgürlükler Partisi
DAVANIN KONUSU:
Tüzük ve Programında yer alan bazı bölümlerin Anayasa'nın Başlangıç'ı ve 2.,
3., 14., 68. maddeleriyle 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 78. maddesinin
(a) ve (b) bentlerine, 80. maddesine, 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine
aykırılığı savıyla Hak ve Özgürlükler Partisi'nin (HAK-PAR) Anayasa'nın 69.
maddesinin beşinci fıkrasıyla 2820 sayılı Kanun'un l00. ve 101. maddesinin (a)
bentleri uyarınca kapatılmasına karar verilmesi istemidir.
I- DAVA
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın kapatılma istemli
kamu davasına ilişkin 14.3.2002 günlü ve SP 115 Hz.2002/3 sayılı İddianamesinde
şöyle denilmektedir:
"II- DAVA KONUSU PARTİ TÜZÜK VE PROGRAMI
Hak ve Özgürlükler Partisi'nin tüzük ve programının dava
ile ilgili bölümleri şöyledir:
A- Tüzük
Madde 3: PARTİNİN AMACI
Dünya birçok evrelerden geçerek; idari, siyasi,
toplumsal ve kültürel olarak yeniden çoğulcu demokratik toplum projesinin
normları içinde yapılanıyor, değişiyor. Etnik, ulusal, kültürel ve toplumsal
topluluklar, çoğulcu bir idari sistem
içinde; kendilerini yönetme hakkı dahil, tüm hak ve özgürlüklere kavuşuyor.
Dünyadaki toplumsal gelişmeler, bilim ve kültürdeki
hızlı evrenselleşme; ulusal devlet modelini ve buna bağlı sistemleri, toplumsal
gelişmelerin ve dünyanın bütünleşmesi önünde ayak bağı haline getirmektedir.
Gelişmiş, çoğulcu demokrasiyi sistemleştiren ülkeler, yaşadıkları sorunları
çözmede hızlı adımlar atmak için kendi aralarında ulus-üstü birlikler yoluna
giderek çok uluslu, çok dilli, çok kültürlü yapılanmalar oluşturmaktadır.
Türkiye'nin aday üye olduğu Avrupa Birliği, bu konuda en gelişkin model
görünümündedir.
Dünyanın önemli bölgelerinden birinde bulunan TÜRKİYE,
dünyayla bütünleşmek ve Avrupa Birliği'ne (AB'ye) üye olmak istediği halde;
çoğulcu demokratik bir devlet yapısını oluşturmamak; toplumsal çoğulculuğu dışlamak için tekçi, otoriter devlet yapısında
ısrar ediyor. Bu konuda imzaladığı ilgili uluslar arası sözleşmeleri
hiçe sayıyor.
Bu yapısından dolayı, Türkiye, temel sorunu olan Kürt
sorununu çözemiyor çoğulcu demokrasiyi yapılandıramıyor; toplumsal, siyasal ve
ekonomik sorunları krizlere sokuyor.
Partimiz, Türkiye'yi idari, siyasi, toplumsal ve
ekonomik olarak; evrensel demokratik
hukukun, dünyanın ve AB ülkelerinin çoğulcu siyasi sistem normları
içinde adem-i merkeziyetçi tarzda yeniden yapılandıracak; Kürt sorununu hak
eşitliği temelinde toplumsal uzlaşma ile çözecek."
B- Program
TÜRKİYE DEĞİŞMEK ZORUNDA
Tüm dünyada bu değişim ve dönüşümler yaşanırken, Türkiye
çağdaş olmayan bir çizgide kalmakta ısrar ediyor; kitlelerin Özgürlük ve
demokrasi taleplerini şiddetle cezalandırıyor.
Türkiye, tüm iddialarına karşın demokrasi yarışında yol
alamamış, söylemde demokrat özde totaliter tutumlar yüzünden inandırıcılığını
yitirmiş, batılı devletler nezdinde güvenilmez bir konuma düşmüştür.
Türkiye'yi yönetenler, insan haklarına saygı; çoğulcu
demokrasi ve hukukun üstünlüğü olmadan; ekonomik kalkınma ve toplumsal barışın sağlanamayacağını, bir ayağın mutlaka eksik
kalacağını artık görmelidirler. Kürt sorunu başta olmak üzere, sorunlar
inkar ve bastırma yoluyla çözmeyi hedefleyen politikaların, çözüm getirmediği,
aksine sorunları ağırlaştırdığı ortaya çıkmıştır. Bu politikalar yüzünden
toplum militarizmin etkisine girmiş; hukukun üstünlüğünü, insan hakları, temel
hak ve özgürlüklerin kullanımı vb. çağdaş değerler konusunda, Türkiye uygar
dünyanın gerisinde kalmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti devleti, taraf olduğu uluslar arası
sözleşmeleri iç hukukuna yansıtmadığı, otoriter devlet anlayışının sonucu olan
yasa ve yönetmelikleri değiştirmediği; etnik, dinsel ve toplumsal farklılıklara
karşı hoşgörülü ve bölgeler arası dengesizliği gidermede gönüllü davranmadığı
için uygar dünyadan her gün biraz daha uzaklaşıyor.
Bugün Kürtlerin haklarını tanımamak uğruna toplumu
çağdışı bir geriliğe mahkum eden; düşünce ve ifade özgürlüğüne olanak
tanımayan; sorunları diyalog ve uzlaşma yerine, toplumsal gerilim ve çatışma
yöntemiyle çözmeye çalışan çağdışı bir anlayış devlette egemen olmuştur.
Hak ve Özgürlükler Partisi, bu anlayışa karşı çıkan
toplum kesimlerinin Türkiye'yi yeniden yapılandırma istek ve ihtiyaçlarının bir
ürünüdür; Kürt sorunu çözülmeden Türkiye'de hiçbir sorunun çözülemeyeceği
inancındadır. Bu nedenle programının merkezinde Kürt sorununun toplumsal uzlaşma yoluyla adil, eşitlikçi ve demokratik bir
çözüm kavuşturulması hedefini koymuştur; Türkiye hükümetlerinin,
Kıbrıs, Bulgaristan, Yunanistan, Kosova ve
benzeri ülkelerde bulunan azınlıklar/topluluklar için savunduğu tezleri,
Türkiye'de yaşayan Kürtler için de istemesi durumunda, sorunun çözüm yoluna
gireceği inancındadır.
Burada asıl sorun çoğulcu demokratik devleti
yapılandırma ve çağdaş çoğulcu demokratik idari sistemleri kabul edip etmeme
sorundur.
Hak ve Özgürlükler Partisi, değişik toplum kesimlerine
mensup farklı görüş ve düşüncedeki aydın ve
politikacıların, Kürt sorununu adil ve kalıcı bir çözüme ulaştırmak;
demokratik hak ve toplumsal özgürlükleri anayasa ve yasaların güvencesi altına
almak amacıyla, siyasal ve toplumsal sistemi yeniden yapılandırmak için kurulan
bir partidir; Kürt sorununun barışçıl, demokratik ve eşitlikçi bir yaklaşımla
diyalog ve toplumsal uzlaşma yoluyla çözümünden yanadır. Bunun gerçekleşmesi
için devleti çoğulculuğa uygun tarzda yeniden yapılandıracaktır. Partimiz bunu
gerçekleştirmek için mücadele edecektir.
YENİDEN YAPILANDIRMA
Yeni bir Toplumsal Sözleşme
Türkiye için uluslararası hukuk normlarına uygun;
çoğulcu, katılımcı, insan haklarını ve hukukun üstünlüğünü esas alan demokratik
bir anayasayı gerekli görüyoruz. Öngördüğümüz anayasa, evrensel hukuk
ilkelerine uygun olacak; toplumsal ve kültürel çoğulculuk esasları üzerende
bireysel, grupsal hak ve özgürlükleri teminat altına alacaktır.
Böyle bir anayasa, en geniş toplum
kesimlerini katılım ve tartışması sonucunda gerçekleştirecek devletin ve
toplumun çok kültürlüğüne, çok dilliliğe, çok
sınırlılığa ve çok dinliliğe göre yeniden yapılandırılarak
demokratikleştirilmesi; sivil toplum ve bireyin öne çıkarılması için çalışacak.
Vatandaşını tebaa gibi gören bir devleti değil, vatandaşına hizmet götüren, bir
devlet yapılanması sağlanacak.
Ademi merkeziyetçi bir anlayışın yerel yönetimler eliyle
hayata geçirilmesini, hem toplumun hem devletin demokratikleşmesi için gerekli
görüyoruz. Yerel yönetimleri düzenlerken katılımcılık ve çoğulculuğun
evrensel ilkeleri esas alınacak. Yerel yönetimler özerk yapıya kavuşturulacak.
Seçilmiş yöneticilerin halkın oyu veya yargı kararı
dışında görevden alınmasını önleyen yasal düzenlemeler getirilecek.
Devletin merkeziyetçi otoriter yapısına son verilecek.
Yerel yönetim yasaları yeniden düzenlenerek, dışişleri ve savunma dışındaki tüm
hizmetleri bölge meclislerin yasal düzenlemeleriyle, özerk yerel yönetimlere
terk edilecek.
Belediye ve İl Genel Meclisleri toplumsal çoğulculuğa ve
renkliliğe uygun aktif temsil kurumları haline getirilecek.
Eğitim, sağlık, iç güvenlik ve yerel vergi gibi konular
özerk yerel yönetimlere terk edilecek.
Belediye ve İl genel Meclisleri temsilcilerinden Yerel
Bölge Meclisleri oluşturulacak.
Valiler, Kaymakamlar, emniyet müdürleri seçimle
saptanacaklar.
Eğitim ve Kültür
Türkiye'de eğitim politikası çok kültürlülük esasına
aykırı, ırkçı ve şovendir. Partimiz, eğitimi bu öğelerden arındıracak; hem
diller ve kültürler hem de bireyler arasında fırsat eşitliğini sağlayacaktır.
Partimiz yüzyılların ihmaline uğramış olan Türkiye
toplumunun eğitim düzeyini yükseltmek için öncelikler Kürtlerden başlayarak bir
eğitim seferberliğinin başlatılmasını zorunlu görüyor.
Partimiz, eğitim konusunu planlarken, evrensel hukuk
ilkelerini ve Türkiye'nin taraf olduğu antlaşmaları temel alacak, Türkiye'nin
çoğulcu ve çok dilli yapısına göre eğitim hakkının sağlanması için gereken
yasal ve idari düzenlemeleri yapacaktır."
III- KONUYLA İLGİLİ YASAL DÜZENLEMELER
Davalı siyasi Parti'nin, kapatılma nedeni olarak
iddianamede dayanılan ve ilgili görülen Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası
kuralları şunlardır:
A- Anayasa Kuralları
Siyasi Partilerin kapatılmalarıyla ilgili düzenlemelerin
kaynağı, Devletin temel öğelerini belirleyerek bunları güvenceye bağlayan ve
toplumsal uzlaşmanın temelini oluşturan Anayasa'nın aşağıdaki maddelerinde yer
alan kurallardır:
Madde 1- "Türkiye
Devleti bir Cumhuriyettir."
Madde 2- "Türkiye Cumhuriyeti toplumun
huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı
içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk
Devletidir."
Madde 3- "Türkiye
Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.
Dili Türkçe'dir.
Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı
al bayraktır.
Milli Marşı "İstiklal Marşı"dır.
Başkenti Ankara'dır."
Madde 4- "Anayasanın
1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2
nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez."
Görüldüğü üzere Anayasa koyucu, bu kurallarla ulusal
birliğimizin değişmezliğiyle ülke bütünlüğünü ve devletin tekil yapısını ortaya
koymuştur. Burada öncelikli olanlar ülke-ulus bütünlüğüyle Atatürk
milliyetçiliğidir.
Vatana ve ulusa bağlılığın, sevgi ve kardeşliğin, içte
ve dışta barışın simgesi sayılan, tüm bireyleri eşitlik ve adaletle kavrayıp
çağdaş evrensel değerlerle birleşen ve bu ilkeler, yaşamın her alanda
çağdaşlaşmasının ve demokratikleşmesinin kaynağı ve dayanağıdır.
Siyasi partilerin tüzük ve programları yönünden
Anayasa'ya aykırılık, yalnızca Anayasa'da sayılan parti yasaklarına ilişkin
hükümlerle sınırlıdır.
Madde 68-
Siyasi partilerin tüzük ve programları (...) Devletin
bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına,
eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet
egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz;
sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez. ..."
Madde 69-
Siyasi partilerin kapatılması, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı'nın açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesi'nce kesin olarak karara bağlanır.
Bir siyasi partinin tüzüğü ve programının 68 inci
maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı verilir."
B- Siyasi Partiler Yasası Kuralları
Anayasamın buyurucu kuralı uyarınca çıkarılan, 2820
sayılı Siyasi Partiler Yasası'ndaki dava konusu ile ilgili,
Madde 78- "Siyasi Partiler:
a) Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini; Anayasanın
Başlangıç Kısmımda ve 2.maddesinde belirtilen esaslarını; Anayasanın
3.maddesinde açıklanan Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne, diline, bayrağına, milli marşına ve başkentine dair hükümlerini;
egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğu ve bunun ancak
Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanabileceği
esasını; Türk milletine ait olan egemenliğin kullanılmasının belli bir kişiye,
zümreye veya sınıfa bırakılmayacağı veya hiçbir kimse veya organın, kaynağını
Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağı hükmünü, seçimler ve halk
oylamalarının serbest, eşit, gizli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına
göre, yargı yönetim ve denetimi altında yapılması esasını değiştirmek;
Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye
düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep
ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan
bir devlet düzeni kurmak;
Amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkanlarını bu yolda tahrik ve
teşvik edemezler.
b) Bölge, ırk, belli kişi aile, zümre veya cemaat, din,
mezhep veya tarikat esaslarına dayanamaz veya adlarını kullanamazlar."
Madde 80- "Siyasi
partiler, Türkiye Cumhuriyetinin dayandığı Devletin tekliği ilkesini
değiştirmek amacını güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette
bulunamazlar."
Madde 81- "Siyasi Partiler:
a) Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde milli veya dini
kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar
bulunduğunu ileri süremezler.
b) Türk
dilinden ve kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya
yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet
bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu yolda faaliyette
bulunamazlar."
hükümleri yer almaktadır.
Yüksek Mahkemenizin siyasi parti kapatılmasıyla ilgili
16.6.1994 (Esas 1993/3, Karar 1994/2) ve 14.2.1997 (Esas 1996/1, Karar 1997/1)
günlü kararlarında da belirtildiği gibi;
2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın bu kurallarında,
devletin tekliği ile ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünden söz
edilmektedir. Bu maddeler, Anayasa'da yazılı soyut "Bölünmez
bütünlük" ve "tekil devlet" kavramlarını açıklayarak
somutlaştırmaktadır. Eş anlatımla, Siyasi Partiler Yasası, devletin tekliği,
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü korumak amacıyla, ayrılıkçı akımların
bir parti durumunda Örgütlenmesini yasaklamakta ve yine siyasi partilerin
federal bir sistemi savunamayacaklarını azınlık yaratamayacaklarını (özendirip
kışkırtmayacaklarını), bölgecilik, ırkçılık yapamayacaklarını ve eşitlik
ilkesini korumak zorunda olduklarını vurgulamaktadır. Böylece anayasal ilkeler
Siyasi Partiler Yasası'yla yaşama geçirilip yaptırımlara bağlanmıştır.
Madde 100- "Bir siyasi partinin, bu
Kanununun dördüncü kısmında yer alan
hükümleri ihlal etmesi sebebiyle Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından partinin
kapatılması davasının açılması:
a) Resen,
b) Bakanlar Kurulu kararı üzerine Adalet Bakanının
istemiyle,
c) Bir siyasi partinin istemi
üzerine Olur..."
Bu maddede, siyasi partilerle ilgili yasaklara aykırılık
halinde, ne şekilde kapatma davası açılacağı düzenlenmektedir. Ayrıca, Siyasi
Partiler Yasası'nın dördüncü kısmında yer alan 78, 80, ve 81.madde hükümlerine aykırılık
durumunda, Cumhuriyet Başsavcılığınca partinin kapatılması istemiyle başka bir
koşula bağlı olmadan resen dava açılabileceği açıkça belirtilmektedir.
Madde 101- (Değişik: 12.8.1999-4445/16 md.)
"Anayasa Mahkemesince bir siyasi parti hakkında kapatma kararı;
a) Bir siyasi partinin tüzük ve programının devletin
bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına,
eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik
cumhuriyet ilkelerine aykırı olması, sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya
herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi
amaçlaması, suç işlenmesini teşvik etmesi,
b)
c)
Hallerinde verilir."
Anayasanın 68.maddesinin dördüncü fıkrasındaki yasaklara
aykırılık halinde partinin kapatılmasının ayrıca bu maddede yer aldığı
görülmektedir. Nitekim maddenin başlığında
da açıkça, Anayasadaki yasaklara aykırılık halinde partilerin
kapatılmasının düzenlendiği belirtilmiştir.
IV- KAPATMA NEDENLERİ VE
DEĞERLENDİRME
Davalı partinin tüzüğü ve programında yer alan, kapatma
isteminin nedenleri olarak belirlenen, iddianamemizin ilgili kısmında yazılı
bölümlerinin, öncelikle Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası'nda kurala bağlanan,
"Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün" bozulması
amacına yönelik olup olmadığının tartışılıp irdelenmesi gerekmektedir.
Davalı parti tüzüğünün 3.maddesi "Partinin
Amacı" başlığını taşımaktadır. Tüzüğün bu 3.maddesinde, "tekçi,
otoriter devlet yapısında ısrar eden" Türkiye'yi "adem-i merkeziyetçi
tarzda yeniden yapılandırma" ve "Kürt sorununu hak eşitliği temelinde
toplumsal uzlaşma ile çözme" hedeflerinin Anayasaya uygunluğu sorunu,
Anayasanın 3.maddesinde belirlenen ve 4.maddesiyle de değiştirilemezlik
güvencesiyle donatılan "devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğü" ilkesinin anayasal düzen içindeki yeri ile yakından ilgilidir.
Türkiye Cumhuriyeti Devletimin ülkesi ve ulusuyla
bölünmez bütünlüğü ve bunu pekiştiren ortak dil, kültür, eğitim ve Türk
Milliyetçiliği kavramları hukuksal ve siyasal olduğu kadar, tarihsel ve sosyal
gerçeklere dayanmaktadır.
Anayasanın en temel ilkesi olan, "Devletin, ülkesi
ve milletiyle bölünmezliği" ilkesi, Anayasamın birçok maddesinde Özellikle
vurgulanmış, Türk Milletimin bağımsızlığı ve bütünlüğüyle, ülkenin
bölünmezliğini korumak devletin temel amaç
ve görevleri arasında gösterilmiştir (Madde 5). Ülke ve ulus bütünlüğünü
korumak için temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanabileceği kabul edilmiş (Madde
14); aynı amaçla basın özgürlüğüne özel sınırlamalar getirilmiş (Madde 28, 30);
gençlerin bu anlayış doğrultusunda yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı önlemler
alınması, devlete özel görev olarak verilmiş (Madde 58); bilimsel araştırma ve
yayında bulunma yetkisinin; Devletin varlığı ve bağımsızlığıyla, ulusun ve
ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliğine karşı, kullanılamayacağı belirtilmiş (Madde
130); birlik ve bütünlüğe karşı işlenecek suçlar için özel mahkemelerin
kurulması öngörülmüş (Madde 143); aynı konu, TBMM üyeleri ve Cumhurbaşkanı
yeminlerinin temel öğelerinden birini oluşturmuştur (Madde 81 ve 103).
Anılan ilke, son Anayasa değişikliğinde de (Değişik:
3.10.2001 - 4709/3), hem Anayasanın temel hak ve özgürlüklerin kötüye
kullanılamayacağına ilişkin 14. maddesinde korunmuş, hem de düşünceyi açıklama
özgürlüğüne ilişkin bir özel sınırlama nedeni olarak Anayasanın 26. maddesinin
2. fıkrasına eklenmiştir (Değişik: 3.10.2001 - 4709/9). Siyasi partilerle
ilgili, Anayasa'nın 68. maddesinin 4. fıkrası, siyasi partilerin tüzük ve
programları ile eylemlerinin belirli anayasal ilke ve değerlere aykırı
olamayacaklarını düzenlemektedir. Bunların arasında "Devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğü" de yer almaktadır. Anayasanın 69.
maddesinin 5. fıkrası 68. maddenin 4. fıkrasına gönderme yaparak, tüzük ve programları "devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne" aykırı bulunan partilerin temelli
kapatılacağını düzenlemektedir.
Anayasada korunan bu ilke, Siyasi Partiler Yasası ile
somutlaştırılmıştır.
Siyasi Partiler Yasasının 78. maddesinin (a) bendinde;
demokratik devlet düzeninin korunmasına ilişkin yasaklar kapsamında
"bölünmez bütünlük" esasının değiştirilmesi yasaklanmaktadır. Aynı
madde çerçevesinde, "dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya
sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayalı bir devlet düzeni
kurmak" da yasaklanmıştır. Görülüyor ki, siyasi
partilerin; devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğü yanında, devlet dilinin
Türkçe olduğuna dair (Anayasanın 3. maddesinin birinci fıkrası, devlet dilinin
Türkçe olduğu hükmünü taşımaktadır.) kuralı da değiştirme amacını
güdemeyecekleri ve bu yolda faaliyette bulunamayacakları, yasada açıkça
belirtilmiştir.
Yüksek Mahkemenizin 26.2.1999 gün (Siyasi parti
kapatma), Esas 1997/2, Karar 1999/1 sayılı kararında da belirtildiği gibi;
Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası'nda "Türk" sözcüğü etnik kökenine
bakılmaksızın, Türkiye Cumhuriyetime yurttaşlık (vatandaşlık) bağı ile bağlı
olan herkesi ifade etmektedir.
Siyasi Partiler Yasasının 78. maddesinin (b) bendinde
ise, siyasi partilerin bölge ve ırk esasına dayandırılamayacakları
belirtilmektedir. Buna göre, siyasi partiler belirli bir ırka, etnik kökene
mensup olanların partisi olduklarını iddia edemezler.
Davalı parti ise, Kürt sorununun çözümüne parti
tüzüğünün amaç maddesinde ve programının merkezinde yer vermiştir. Kürt
sorununun çözümünün parti tarafından acil hedef olarak benimsendiği
belirtilerek, Kürt sorununun
çözümlenmesinin temel amaçlardan biri olduğu, tüzük ve programda özellikle
vurgulanmıştır. Ayrıca, Kürt kökenlilerin varlık ve kültürleri öne
çıkarılmıştır.
Görülüyor ki; parti tüzüğünde ve programında, "Kürt
Sorunu", "Türkiye'nin temel sorunu olarak" tanımlanmıştır. Bu
anlayış, "Türkler ve Kürtler" ayrımını, "ayrı bir Kürt ulusunun
varlığı"nın kabul edilerek vatandaşlık bilinç ve beraberliğini temel alan
ulus kavramının reddini içermektedir.
Açıklanan nedenlerle, davalı parti'nin tüzük ve
programında "Türkler ve Kürtler
biçiminde bir ayrım yapılması; ulus bütünlüğü içinde, etnik kimliği olan sorunları
yadsınan ve baskı altında bulunan bir Kürt ulusunun bulunduğunun ileri
sürülmesi, Siyasi Partiler Yasası'nın 78.maddesinin (a) ve (b) bentlerinde
belirtilen "devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve siyasi
partilerin ırk esasına dayanamayacakları" ilkelerine, ayrıca Siyasi
Partiler Yasasının 101. maddesinin (a) bendindeki, bir siyasi partinin tüzük ve
programının "Devletin (...) ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne" aykırı olamayacağı ilkesine de aykırılık oluşturduğu sonucuna
varılmıştır. Yüksek Mahkemenizin de, 26.2.1999 gün, Esas 1997/2 (Siyasi Parti
Kapatma), Karar 1999/1 sayılı kararında bu görüşte olduğu açıkça
vurgulanmaktadır.
Davalı partinin programında, Türkiye'de, merkezi
hükümetin yerel sorunlara seyirci kaldığından, bu duyarsızlığın çarpık
kentleşme sorununu doğurduğundan söz edilerek, devletin demokratikleşmesi,
politik, yönetsel demokratik katılımın ve çoğulculuğun sağlanabilmesi, hizmetin
hızlandırılması için öncelikle merkezi devletin yerel yönetimler üzerindeki
vesayetinin kaldırılacağı, toplumun
kendisini yönetenleri doğrudan seçebilmesi, yönetimleri ve yönetenleri
denetleyebilmesinin sağlanacağı, merkezi idare küçülürken, yerel yönetimlerin
kendi alanlarında daha çok söz sahibi olacağı, Belediye ve İl Genel meclisleri
temsilcilerinden Yerel Bölge Meclisleri oluşturulacağı, bu anlayışa uygun
olarak, vali, emniyet müdürü, kaymakam gibi yöneticilerin seçimle gelmelerinin
sağlanacağı, eğitim, sağlık, iç güvenlik ve vergi gibi konuların özerk yerel
yönetimlere bırakılacağı belirtilmektedir.
Davalı partinin bu görüş ve hedefleri, Kürt sorununun
çözümü için bir çare olarak öngördüğü ve gerçekleştirmeyi misyon olarak
benimsediği idari ademi merkeziyetçi sistem çerçevesinde, devletin idari
bölgeler şeklinde yapılandırılması biçiminde belirtilen amaç ile birlikte
düşünülmelidir.
Anayasa, özerk bölge, özerk yönetim birimi ya da
federasyon gibi yapılanmalara bilinçli olarak yer vermemiştir. Ulusun tümüne
ait en üstün kudret olan egemenliğin federe devletler veya özerk bölgeler
tarafından paylaşılması, ülke bütünlüğünün sadece siyasal sınırların korunması
biçiminde anlaşılması, merkeziyetçi olmayan idari yapılanmaların ülke
bütünlüğünü bozucu nitelikte görülmemesi kabul edilemez.
Yüksek Mahkemenizin 18.8.1993 gün, Esas 1992/1 (Siyasi
Parti Kapatma), Karar 1993/1 sayılı kararında da değinildiği gibi, ":...
'Devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğü' kuralı, azınlık yaratılmamasını,
bölgecilik ve ırkçılık yapılmamasını ve eşitlik ilkesinin korunmasını
içermektedir. <Egemenlik> ve <Devlet> kavramlarının <Ulus>
kavramıyla bütünleşmesi, devletin herhangi bir kökenden gelenlerle, ya da
herhangi bir toplumsal sınıfla özdeşleştirilmesine engeldir. Bunun nedeni;
ulusun çeşitli toplumsal sınıflardan oluşmasına karşın sınıflar üstü bir kavram
olmasıdır. Bunun için egemenliğin kullanılmasından alıkoyan veya egemenliği
bölen düzenlemeler bölünmez bütünlük ve tekil devlet ilkesine ters düşer..."
Davalı siyasi partinin programında, devletin yeniden
yapılandırılması adı altında önerdiği idari bölgeler ve egemenlik sahibi özerk
bölgeler modelleri ile, Siyasi Partiler Yasasının 78/b ve 80. maddelerine
aykırı olarak Devletin tekliği ilkesinin
değiştirilmesi amacının güdüldüğü anlaşılmaktadır.
Siyasi Partiler Yasasının ulus bütünlüğü ilkesinin
güçlendirilerek tekrarlanması niteliğindeki hükümlerinden biri olan
"azınlıklar yaratılmasının önlenmesi" başlıklı 81. maddesinin (a)
bendinde, siyasi partilerin milli ya da dini, kültür, mezhep, ırk ya da dil
ayrılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyecekleri öngörülmüştür.
Lozan Barış Antlaşması kapsamında bulunan azınlıklar bundan ayrıktır.
Maddenin (b) bendinde ise, Türk dilinden veya
kültüründen başka dil ve kültürleri korumak ve geliştirmek veya yaymak yoluyla
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün
bozulması amacını gütmek siyasi partiler açısından yasaklanmıştır.
Yasayla, ülkedeki etnik grupların dil ve kültürleri
yasaklanmamıştır. Çeşitli kökenlerden gelen yurttaşlar kendi dil ve
kültürlerine sahip bulunmakta, onları geliştirmektedir. Tarihi, dinî, gelenek
ve görenekleri aynı olan, kültürleri güçlü biçimde ulusal kültürde yerini alan
bir topluluğun bireyleri arasında ayrımcılık yaratacak düzeyde kültür ayrılığı
olduğunu ileri sürmek ve ortak ulusal kültürü yadsıyıp dışlamak gerçeklerle
bağdaşmaz.
Parti tüzüğün 3. maddesinde partinin amacı bölümünde
"Kürt sorununu hak eşitliği temelinde toplumsal uzlaşma ile çözmek",
parti programının "Türkiye değişmek zorundadır" başlıklı bölümünde,
"Türkiye hükümetlerinin, Kıbrıs, Bulgaristan, Yunanistan, Kosova ve
benzeri ülkelerde bulunan azınlıklar/topluluklar için savunduğu tezleri,
Türkiye'de yaşayan Kürtler için de istemesi
durumunda, sorunun çözüm yoluna gireceği inancındadır." biçimindeki değerlendirmeler
ile parti programının diğer bölümlerindeki düzenlemeler, farklı ulus ve ulusal
azınlıkların varlıklarının kabul edildiklerinin istendiğini göstermektedir.
Bunlar birlikte ele alındığında, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde milli veya
dini, kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar
bulunduğunun söylendiği, Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri
korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün
bozulması amacının güdüldüğü anlaşılmaktadır.
Bu nedenlerle, davalı partinin tüzük ve programında,
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde kültür, ırk ya da dil farklılığına dayanan
azınlıklar bulunduğunun ileri sürüldüğü,
böylece Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak,
geliştirmek veya yaymak yoluyla azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması amaçlandığından, parti tüzük ve programı,
Siyasi Partiler Yasasının 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırılık
oluşturmaktadır.
Nitekim Yüksek Mahkemenizin de, 30.11.1993 gün, Esas
1993/2 (Siyasi Parti Kapatma), Karar 1993/3; 19.3.1996 gün, Esas 1995/1 (Siyasi
Parti Kapatma) Karar 1996/1; 26.2.1999 gün, Esas 1997/2 (Siyasi Parti Kapatma)
karar 1999/1 sayılı kararlarından aynı görüşte olduğu anlaşılmaktadır.
V- SONUÇ VE İSTEM
Yukarıda
gerekçeleriyle açıklandığı üzere, davalı partinin tüzük ve programının bazı
bölümlerinin Anayasanın Başlangıç kısmı ile 2., 3., 14., 68. maddelerine ve
2820 sayılı Siyasi Partiler Yasasının 78. maddesinin (a) ve (b) bentlerine, 80.
maddesine, 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırı olduğundan, Hak ve
Özgürlükler Partisinin Anayasanın 69. maddesinin 5. fıkrası ve Siyasi Partiler
Yasasının ise, 100. maddesinin (a) bendi ile 101. maddesinin (a) bendi uyarınca
kapatılmasına karar verilmesi arz ve talep olunur."
II- DAVALI SİYASİ PARTİNİN ÖN SAVUNMASI
Hak ve Özgürlükler Partisi'nin tamamı dava dosyasında
bulunan 10.6.2002 günlü ön savunmada, öncelikle Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı'nın kapatma gerekçeleri yorumlanmıştır. Bu çerçevede HAK-PAR'ın
tüzük ve programından başka bir delile iddianamede yer verilmediği
belirtilmiştir. Buna gerekçe olarak da Parti'nin kuruluşundan kısa bir süre
sonra kapatma davasının açıldığı tespiti yapılmıştır. 11 Şubat 2002'de parti
kuruluşu için gerekli belgelerin İçişleri Bakanlığına sunulmasıyla tüzel
kişilik kazanan Parti'nin kapatma davasının kuruluşundan yaklaşık bir ay sonra
(14. 03. 2002 günü) olduğu vurgulandıktan sonra özetle aşağıdaki savunmalara
yer verilmiştir:
İLK İTİRAZLAR
1) ...Anayasanın 69. maddesinin 1995 değişikliğinden
önceki (hali) " siyasi partiler tüzük ve programları dışında faaliyette
bulunamazlar, anayasanın 14. maddesindeki sınırlama dışına çıkamaz, çıkanlar
temeli kapatılır" şeklindedir. Yeni şeklinde ise "....
faaliyetlerini, parti içi düzenlemeler ve çalışmaları demokrasi ilkelerine
uygun olur. Bu ilkelerin uygulanması kanunla düzenlenir." Oysa, tüzük ve
program dışında etkinlikte bulunma yasağı SPK'DA devam ediyor.
Yurtdışında teşkilatlanma, kadın ve gençlik kolu kurma
yasağı, bu değişikliklerle kaldırılmıştır; ancak SPK'DA (m.91) devam ediyor.
Yine Siyasi Partilerin dernek, sendika, vakıf, kooperatif v.b. örgütlenmelerle
ilişki yasağı değişiklikle ortadan kaldırıldı; ama SPK'DA (m.92.de) devam
ediyor. Yüksek öğretim kurumundaki öğretim üyesi ve öğrencilerin siyasi
partilere üyelik yasağı değişiklikle kaldırıldı; ama bu yasak SPK'DA (m.11)
devam ediyor. Anayasanın 69/8 paragrafında temelli kapatılan bir partinin bir
başka ad altında kurulamayacağı hükmü yer almış ise de, SPK'DA bu kurala aykırı
davranış kapatma sebepleri arasında sayılmamıştır. Bu örnekleri çoğaltmak
mümkündür.
SPK'NIN 78, 80 ve 81. maddelerinde yer verilen kapatma
nedenleri Anayasanın 1995 ve 2001 yılında değiştirilen 68 ve 69. maddelerindeki
yeni düzenleme çerçevesinde değerlendirilmesi, Anayasanın üstünlüğü ve
bağlayıcılığı ilkesinin zaruri bir neticesi olmalıdır. Anayasa, siyasi
partileri demokratik siyasal hayatın vazgeçilmez unsurları olarak tanımlamış ve
demokratik rejimin işleyişi bakımından taşıdıkları önemleri nedeniyle anayasal
güvencelerle donatmıştır. Kapatma nedenlerinin anayasada belirtilmesi, kapatma
davasının Anayasa Mahkemesinde görülmesi bu öneme işaret eder.
"Vazgeçilmezlikten" öngörülen temel amaç, partilerin kuruluş ve
faaliyetlerinin "kural" kapatılmalarının ise ancak sayılı nedenlere
dayanılarak "istisna" olduğudur. Bu amaç çerçevesinde
Demokratik Çoğulcu Katılımcı Siyasal Sistemin gereği olarak Anayasa
Mahkemesi'nin yorumu, siyasi partiler (SP) lehine olmalıdır. Oysa SPK'DA,
Anayasada sayılmayan çok sayıda kapatma nedeni vardır ve Anayasa Mahkemesinin
pratiğinde SP'LERİN belirtilen önemi, anayasal güvencelerin düzenleme amaçlarının
çok da ciddiye alınmadığı görülmektedir.
SPK, partilerin oluşturacakları politikaların temel
ilkelerini, hattını (çizgisini), hatta bazen ayrıntılarını egemen "resmi
ideolojinin" kadim felsefesi çerçevesinde olmasını istemiş, aykırı
öneri ve faaliyetleri kapatma nedeni saymıştır. Aynı kulvarda aynı görüş ve
yönetim modeline sahip birden fazla parti sistemi öngörmüştür. "ÇOKLUK'A
evet ÇOĞULCULUK'A hayır" bir sistem tahayyül etmiştir.
2) SPK'NIN 78, 80 ve 81. maddelerinde yer verilen
kapatma nedenleri Anayasanın 1995 ve 2001 yılında değiştirilen 68 ve 69.
maddelerindeki yeni düzenleme çerçevesinde değerlendirilmesi, Anayasanın
üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesinin zaruri bir neticesi olmalıdır. Bugüne
kadar Anayasanın geçici 15. maddesi nedeniyle denetlenemeyen aykırı hükümler,
geçici madde kaldırıldığına göre, Anayasa Mahkemesince denetlenmelidir.
3) İddianamede partimizin kapatılması gerekçesi olarak
ileri sürülen SPK'NIN 78/a-b, 80 ve 81/a-b hükümleri Anayasanın 68/IV
fıkrasındaki yeni düzenleme çerçevesinde değerlendirilmelidir. Anayasa
Mahkemesi, buna göre, SPK'DAKİ bu hükümleri Anayasaya aykırı bulmalıdır.
4) SPK'NIN 78 / a-b: Anayasanın 68/IV fıkrası
" SP'LERİN tüzük ve programları ile eylemleri, devletin bağımsızlığına,
ülkesiyle milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk
devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet
ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve terleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik
edemez"; Anayasanın 69/V hükmü ise "bir SP'NİN tüzüğü ve
programının 68. maddenin 4. fıkrası hükümlerine aykırı bulunması halinde
temelli kapatma kararı verilir" hükmündedir. Oysa, SPK'NIN 78/a-b
hükümleri Anayasada bulunmayan ve öngörülmeyen kapatma sebeplerini
düzenlemektedir.
5) İddianamede yer alan kapatma gerekçesi, bölünmezlik
ilkesiyle bağlantılıdır. İddianamede "Anayasanın 3. maddesinde
belirlenen ve 4. maddesi ile de değiştirilmezlik güvencesiyle donatılan,
devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, ilkesinin anayasal düzen
içerisindeki yeri ile yakından ilgilidir", biçiminde ifade edilmiştir.
İddianamede, Anayasada korunan bu ilkenin, SPK'NIN 78/a ve b bendiyle
somutlaştırılmış olduğu öne sürülmüştür. Oysa, SPK'NIN bu hükümleri, parti
kapatma nedenleri olarak düzenlenen Anayasanın 68/IV maddesinde belirtilen
ilkelerden hiç birinin zorunlu bir sonucu olarak yorumlanamaz. Partimiz 11
Şubat 2002 günü İçişleri Bakanlığına gerekli bilgi ve belgeleri vermesiyle
tüzel kişilik kazanmış; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 14 Mart 2002
tarihinde iddianame ile kapatma istemli davayı açmıştır. Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesine (AİHM) göre, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi(AİHS)'NİN siyasi
partileri de kapsayan "örgütlenme özgürlüğünü" düzenleyen 11.
maddesi, aynı Sözleşmenin 10. maddesinde düzenlenen "ifade
özgürlüğünü" bir kullanma biçimidir. Anayasamızın 13. maddesinde temel
hak ve hürriyetleri sınırlanması düzenlenmiştir. Buna göre; " temel hak
ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili
maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir.
Sınırlamalar, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine
aykırı olamaz." Anayasa Mahkemesi, Anayasanın 13. maddesini ve
uluslararası hukukun genel ilkelerini "dayanak norm" yaparak ve
AİHM'NİN parti kapatma davalarındaki kriterlerine öncelik vererek ve üstünlük
tanıyarak davalı partimiz lehine yorum yapmalıdır. Buna göre; SPK'NIN 78 / a ve
b bentlerindeki düzenlemeleri Anayasamızın 68/IV maddesine ve 13. maddedeki
temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılma ölçütlerine aykırı olduğu tespit
edilecektir.
6) SPK m. 80, devletin tekliği: Bu maddeye göre
siyasi partiler "devletin tekliği ilkesini değiştirme amacını
güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar". Bunun anlamı,
siyasi partilerin federalizm ve bölgesel yönetimin güçlendirilmesi gibi yönetim
modellerini savunmalarının yasak olduğudur. Bizce bu yasak, Anayasanın temel
ilkelerinden biri olan "devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğü" nün bir uzantısı değildir. Çünkü, federalizm, özerklik ve
benzeri yerelleşmeyi savunan bir partinin devletin ve milletin bütünlüğünü
parçalamayı amaçladığını söylemek mümkün değildir. Bu amaç; ancak ilkeye aykırı
bir tutumun açıkça ortaya konulması halinde parti yasağı olarak
değerlendirilebilir. Üniter devlet kavramı, siyasi anlamda idarenin tek
merkezliğine işaret eder. Bu yapı içinde yasama gücü bir mecliste toplanır.
Devlet idaresi ülkenin her yerinde aynı hiyerarşik yapıyı korur. Yargı,
kurumsal olarak tüm ülkede bütündür. Ama Üniter Devlet, yerel ve bölgesel
idarelerin olmadığı anlamına gelmez. Hem belediyelerin hem de il veya
bölgelerin seçimle gelmiş meclisleri, seçimle gelmiş yöneticileri olabilir.
Bunların varlığı üniter devleti zedelemez. Çünkü yetkilerini, yasa yapma erkini
elinde tutan parlamentodan alırlar ve tasarrufları, merkezi idarenin ve ulusal
yargının denetimi altındadır. İleriki bölümlerde, belirli bilim otoritelerinin
görüşleriyle bu konuyu daha derinliğine açmaya çalışcağız. Ama, şunu belirtmek
gerekir ki, Türkiye'deki hakim otoriter/totaliter ve dolayısıyla Başsavcının
"üniter devlet" anlayışlarının ve yapılanmasının dünyadaki
uygulamalarla da yakından bir ilişkisi yoktur.
7) SPK'NUN 81/a-b hükümleri: SPK'NIN 81.
maddesinin 81/a-b-c "........." demek suretiyle bir dizi yasaklama
getirmiştir. SPK'DA yer alan bu yasağın, "azınlık yaratılmasının
önlenmesi" şeklinde ifade edilmesi, azınlıkların dışarıdan bir müdahale ve
bir irade ile yaratıldığı anlamına gelmektedir ki, bunun bilimsel gerçeklerle,
akıl ve mantıkla bağdaşır bir yönü yoktur. İlgili maddenin ilk bendindeki
ifadelerde sonuç; herhangi bir siyasal partinin, Türkiye'de farklı dil, mezhep,
ya da etnik grubun varolduğunu ileri süremeyeceğidir. Oysa, Anayasanın kendisi
10. maddesiyle farklı dil, din, ırk ve mezhebe bağlı vatandaşların varlığını kabul
etmiş, bunlar arasında ayrım yapılmamasını öngören eşitlik getirmiştir.
İkinci bendi ise, daha da ileri giderek siyasal
partilerin, egemen kültürün dışındaki kültürlerin korunması amacını
güdemeyeceklerini ve bu doğrultuda etkinlikte ulunamayacaklarını öngörmektedir.
Üçüncü bende göre de, yasa koyucu herhangi bir dilin
kullanılmasını kanunla yasaklayabilecektir. SPK'NIN bu hükmü her şeyden önce
mevcut anayasaya aykırılık arz etmektedir. Zira, anayasanın çeşitli maddelerinde
yer alan "devletin, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesi" ,
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bir bölümünün devletle olan vatandaşlık
bağını koparmaya yönelik amaç ve faaliyetleri yasaklamaktadır. Oysa SPK'NIN
düzenlemesi, Anayasanın koyduğu ilkenin dışına çıkmış ve ilkeye aykırılığın
ifadesi olmayan yasaklamalar da getirmiştir. Böylece de anayasanın sınırlı
olarak gördüğü kapatma nedenlerine yenileri eklenmiştir.
Kuşkusuz bu düzenleme, ülke bütünlüğünü sağlama amacına
değil, ayrılıkçılığa hizmet etmiş ve hizmeti halen devam etmektedir. Toplumun
doğal yapısından kaynaklanan farklılıkların varlığını reddeden, farklılıkları
zoraki yöntemlerle eriterek yok eden ve bunların çoğulcu bir yapı içinde
siyasete yansımasını engellemeye çalışan bu düzenleme, baskıcı-otoriter
asimilasyoncu bir anlayışın ürünüdür. Sosyolojik gerçekliği tümüyle yadsıyan bu
madde hükmü toplumsal barışı sağlamanın önündeki en önemli yasal engellerden
biridir. Bunun için yapılması gereken, farklı etnik ve dinsel talepleri dile
getiren siyasi partilerin çoğulcu siyasete dahil edilmesini öngören demokratik
anlayışı benimsemek ve bunun gereği olarak da söz konusu hükmü kaldırmaktır.
Anayasanın 1995 ve 2001 yılındaki değişikliklerin amacı budur.
Sonuç olarak 81. madde tümüyle Anayasaya aykırıdır.
Bu ciddi nedenlerle, Mahkemenizin, partimiz hakkında
açılan davayı usul ve esas yönünden görülmezliğine karar vermelidir."
DİĞER SAVUNMALAR
Partimizin kuruluşundan 3 hafta sonra, iddianame bize
tebliğ edilmeden önce, Partimiz hakkında kapatılma davasının açıldığı ya da
açılacağı (7 Mart 2002 günü) basında açıklanmıştır. Bu davranışın, tarafsızlık
ilkesine aykırı ve önyargılı bir davranış olduğunu saptamanın yanlış olmadığını
mahkemenizin kabul etmesini bekliyoruz. Partimiz hakkında bu kadar acele bir
biçimde dava açılmış olması, parti program ve tüzüğümüzün hem belgeler olarak
ve hem siyasal partiler hakkındaki yasal değişikliklerin çok iyi incelenmediği;
geçmişte hakkında kapatılma ile karşı karşıya kalan partilere biçilen giysinin
partimize giydirildiği; AB üyeliği süresinde Türkiye'de yapılan ve gündemde
olan yapısal hukuksal, siyasal, zihniyetsel değişimlerin gözetilmediği gibi bir
sonuca varmakta haksız olmadığımızı göstermektedir.
...Partimiz, programını, Türkiye'de belirli bir
toplumsal kesim, bölge, etnik gurup, sınıf, din mezhep için yapmamıştır.
Partimizin programı, Türkiye'de yaşayan tüm vatandaşların ve toplumsal
kesimlerin sorunlarını çözmek için belirlenmiştir.
Parti programımız, Türkiye'de yeniden, çoğulcu,
katılımcı demokratik bir yapılanmayı öngörmektedir. Bu yeniden yapılanmayı,
değişiklikleri, yeni idari yapılanmayı, yerel yönetimlerin özerkleşmesini ve
bunun gibi tüm temel konuları Türkiye'nin sınırları ve bütünlüğü içinde
öngörmektedir. Programımızın ana felsefesi ve içerdiği ilkeler, projeler ve
önermeleri incelendiği zaman, partimizin Türkiye Cumhuriyeti'nin bütünlüğüyle
bir probleminin olmadığı görülecektir.
Partimiz, demokratik ve kitlesel bir partidir.
Türkiye'nin tüm temel sorunlarını bir-bir saptamakta, bu sorunların nasıl
çözümlenebileceğini, kapsamlı ve bütünlüklü bir "yeniden yapılandırma
toplumsal projesi" içinde ele almaktadır. Bu toplumsal proje, otoriter
olmaması ve iktidarın demokratik paylaşımını öngörmesi anlamında tekçi olmayan
çağdaş, çoğulcu ve katılımcı demokratik bir projedir. Yani partimiz, iktidarın
otoriter ve monolitik olmaması anlamında tekçiliğe karşıdır. Adem-i
merkeziyetçiliği ve yerel yönetim özerkliklerini, Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin iç idari yapılanması olarak projelendirmektedir.
Partimiz, Kürt sorununu da, Türkiye'ye bütünlüklü bakış
ve felsefesiyle temel bir sorun olarak saptamaktadır. Kürt sorununun çözümünü
de, "Türkiye'nin yeniden yapılandırılması toplumsal projesi" içinde
göstermekte ve bir hukuk yapısına kavuşturmaktadır.
Ayrıca, Türkiye'de çözülmesi gereken bir Kürt sorununun
olduğunu söyleyen, saptayan sadece bizim partimiz de değildir. AB üyeliğine
bağlı olarak gündemde olan yapısal değişiklikler itibarıyla iktidar partileri,
muhalefet partileri, sivil ve askeri çevreler, MGK de Kürt sorununun çözümüyle
uğraşmaktadır.
Partimiz, Türkiye Cumhuriyeti Yasalarına göre
kurulmuştur. Ama siyasi bir parti olarak Yüksek mahkemenizin Sayın Başkanı ve
Yargıtay'ın Sayın Başkanı'nın da ifade ettikleri gibi; AB'nin KOB' de dile
getirildiği ve Türkiye'nin ulusal programında da taahhüt edildiği gibi, köklü
hukuki ve yasal, kurumsal değişiklikler önermekteyiz. Daha sonraki bölümlerde
de belirteceğimiz gibi, Siyasi Partiler, yönetmek, hem de iyi yönetmek göreviyle
karşı karşıyadırlar, ayrıca uygun olmayan yasaları da halkın iradesini temsil
eden yasama organı vasıtasıyla değiştirmek görevindedirler.
Demokrasiyi bir ana felsefe ve yaşam tarzı olarak
benimseyen siyasi partilere, Türkiye gibi yarı demokratik ya da demokrasisi
topal ve otoriter olan ülkelerde daha büyük görevler düştüğü de ortada. Bu
partilerin, demokrasiye, çağdaşlığa, insan hak-özgürlüklerine aykırı olan ve
özellikle de AB üyelik sürecinin güncelliğini yaşayan bir ülkede köklü
değişiklikler yapması hem bir görev ve hem de bir kaçınılmazlıktır.
Bu genel saptamalarımız da Partimizin,
"azınlık" diye bir olgu ve topluluk yaratmak istemediği, sadece
herkesin, sivil ve askeri çevrelerin, siyasi partilerin ve sivil toplum
kuruluşlarının özellikle AB üyeliği sürecinde bahsettikleri, dile getirdikleri
Kürt sorunu ve çözümünden bahsettiğidir.
Bu nedenle de, davanın usul ve muhteva açısından
görülmez olduğunu ileri sürüyoruz.
...Bu (AB) sürecin(nin) gelip dayanacağı yer,
Türkiye'nin AB üyesi olmasıdır. O durumda da, AB hukuk sistemi ve anayasal
ilkeleri, Türkiye'nin siyasi parti rejimi için de geçerli olacaktır. Bu durumda
da, AİHS, AİHM İçtihatları ve diğer ilgili hukuk metinleri mutlak bir tarzda
siyasi parti rejimine hükmedecektir.
O zaman da Türkiye, çok kültürlülük, çok dillilik, çok
etniklilik, çok dinlilik, çok sınıflılık gerçeğine göre yeniden yapılandırılmak
zorundadır. Zaten günümüzde çoğu ülke kültürel bakımdan çeşitlilik
göstermektedir. Son tahminlere göre dünyadaki 184 bağımsız devlet, bünyesinde
600 yaşayan dil gurubu ve 5000 etnik grup barındırmaktadır. Çok az ülkede,
yurttaşların aynı dili konuştukları ve aynı etnik-ulusal gruba ait oldukları
söylenebilir.
Sayın Yargıtay Başsavcısı bu durumu gözetmeden,
Türkiye'deki demokratikleşmedeki evrimleşmeyi hesap etmeden, birkaç yıl içinde
yapısal değişikliklerin ve yeniden yapılandırma projesinin yol alacağı
aşamaları ve varacağı konakları hesap etmeden partimiz hakkında kapatma davası
açmıştır. Bu yönden de, davanın usul ve muhteva açısından red edilmesini,
demokratikleşmesi açısından Yüksek Mahkemenizden talep etmekteyiz.
...HAK-PAR'DA bir hükmi şahsiyet olarak, program ve
tüzüğü kanalıyla kendisini dışarı açma, anlatma özgürlüğünü ifade etmiştir. Ne
yazık ki, daha düşüncelerini halka ve kamuoyuna tam anlamıyla ulaştıramadan;
başka bir deyimle halk ve kamuoyu daha HAK-PAR'DAN haberdar olmadan, Sayın
Başsavcı tarafından "düşüncesini ifade etme teşebbüs hali"
kapatılmaya gerekçe olmuştur.
...(AİHS ve AİHM kararlarına göre) Örgütlenme
özgürlüğünün kısıtlanması ve partinin kapatılması için gerekli şartlar;
partinin, ülke topraklarını parçalamaya yönelmesi, anayasal düzeni şiddet
yoluyla değiştirmek istemesi, hak ve özgürlükleri zor ve terörle
sınırlandırmaya çalışması, eylemleriyle bölge barışını bozma eğilimi taşıması,
komşu devletlerin amaçlarına düşmanca hizmet etmesi, terörü desteklemesi veya
yönetmesi, halk içinde kin ve husumeti yaygınlaştırması olarak ortaya
çıkmaktadır. Sayın Cumhuriyet Başsavcısı, partimiz hakkında bu tür tespitlerde
bulunmadığı gibi, herhangi bir iddia veya iddiasını somutlaştıracak bir delil
de sunmamaktadır. Çünkü partimizin
program ve tüzüğü incelendiğinde, şiddet ve terörün açıkça dışlandığı, Türkiye'deki
yeniden yapılandırmanın, Kürt sorunu ile birlikte tüm sorunların, demokratik ve
barışçı bir tarzda çözümlenmek istendiği hemen saptanacaktır... Bu nedenle de,
davanın usul ve muhteva açısından görülmemesi gerekir.
... Başsavcının, parti programımızda sadece "Kürt
kökenlilerin varlık ve kültürlerinin öne çıkarıldığı" görüşü, partimizin
Türkiye'nin diğer sorunları küçümsediği, önemsemediği anlamında yanlıştır ve
yerinde bir tespit değildir. Kürt sorununun Türkiye'nin temel sorunu olduğu:
Uzağa gitmeden, 1984'den sonraki silahlı çatışmalara; uzağa gidildiğinde de,
genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş yıllarındaki örgütlenmeler,
ayaklanmalara, göz atıldığında rahatlıkla görülecektir. Ayrıca, Kürt sorununun
Türkiye'nin temel bir sorunu olduğu, daha önceki bölümlerde de belirttiğimiz
gibi, tüm siyasal partiler, sivil toplum örgütleri, ideolojik guruplar, askeri
çevreler, kamu kurumları ve devlet yetkilileri tarafından da kabul görmektedir.
Ama bu sorunun çözümü konusunda değişik görüş ve öneriler söz konusu: Bu da
demokrasinin ve toplumsal çoğulculuğun bir gereğidir.
Türkiye'nin AB üyelik sürecinin hızlandırılması için
yapılan tartışmaların yoğunlaştığı ve davamızın görülmekte olduğu bu kritik
aşamada, Kürt sorununun çözümü için yapılmakta olan tartışmalar, soruna
ilişkini gündeme gelen öneriler v.b. gibi davranışlarda söylediklerimizi
doğrular ve partimizi onaylar niteliktedir. Parti programımızın, Türkiye
toplumunun tümü için, tüm ulusal ve etnik guruplar, dinler, mezhepler ve
toplumsal kesimler için hazırlandığı açıktır. Partimiz, Kürt sorunu dışında
Türkiye'nin diğer temel sorunlarının da mevcut olduğunu açık seçik ifade
etmiştir.
...
l.c) "Yeniden Yapılanma" üçüncü ana başlıktır ve 11 alt başlığı içermektedir. Bu
bölüm Türkiye'nin temel sorunlarına bütünlüklü bir yaklaşım gösterilmekte, değişik
alanlarda (anayasa -yeni bir toplumsal sözleşme-, parlamento, hükümet ve ordu,
İnanç özgürlüğü ve laiklik, Hukuk ve Yargı, Eğitim ve Kültür, eğitim-öğretim,
Kadın Sorunu, Gençlik, Toplum Sağlığı, Konut ve Çevre Politikası, Çalışma
Hayatı ve Sosyal Yaşam, Ekonomi ve Dış Politika) çözümler önerilmekte ve bir
bütün olarak toplumsal, siyasal, idari, kültürel yeniden yapılanma
öngörülmektedir. Bu bütünlüklü bakış, program önermesi ve yeniden yapılanma
projesi içinde de Kürt sorununun çözümlenmesine ilişkin önermeler yapmaktadır.
Türkiye'de Kürt sorununun yanında genel demokratikleşme,
ekonomi, yoksulluk, eğitim-öğretim, hukuk, yargı, kadın, anayasa, konut,
gençlik gibi bir çok hayati sorunlara parti programımızda değer verildiği ve bu
alanlarla ilgili çözüm önerileriyle birlikte, çaba gösterilmek istendiği
rahatlıkla görülecektir. Bu nedenle de, partimiz hakkındaki davanın hem usul ve
özellikle de esas (muhteva) açısından görülmemesi gerekir.
2-) İddia makamı, partimizin tüzük ve programında,
"Kürtler ve Türkler" diye bir ayrım yapmakla; Kürtler üzerinde
baskılar olduğuna işaret ettiğini ileri sürmekle "devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne" aykırı hareket ettiğini ve bu nedenle kapatılması gerektiğini ileri
sürmektedir.
İddia makamının literatürüyle uğraşma ve Onun
literatürüyle partimizi açıklama yoluna gitmenin bir tuzak olduğunu biliyoruz.
Biz partimizi, hukuk, siyaset biliminin kavramları ve Anayasadaki kavramsal
kategorilerle açıklamaya çalışacağız. İddia konusu olan kavramların, demokratik
içeriklerine ağırlık vereceğiz. Çünkü iddia makamı, kavramları ruhsuz, cansız
ve evrimsiz ele almakta ve sunmakta.
Öncelikle şunu belirtelim ki, Sayın Başsavcının iddia
ettiği gibi, partimiz, programında "Türkler ve Kürtler" şeklinde özel
bir ayrıma gitmemiştir. İddia makamının ileri sürdüğü saptama kabul gördüğü
zaman, Kürtlerin Türklere karşı, ya da Türklerin Kürtler karşı bir sosyolojik,
hukuksal ve toplumsal konumlanması gibi, kabul edemeyeceğimiz bir pozisyon
ortaya çıkar ki, bu partimizin çoğulcu, çağdaş, demokratik ve katılımcı
anlayışına aykırıdır.
Partimiz, Kürt sorunu gibi temel ve Türkiye'nin diğer
hayati sorunlarından bahsettiği zaman; Türkiye'deki ulusal/etniksel toplulukları,
toplumsal kesimleri ve sınıfları, dinleri, mezhepleri, dilleri ve kültürleri
kategorize etmek, Onları birbirine karşı güçler haline getirmek, vuruşturmak,
birbirlerini alt etmeleri için yapmıyor. Partimiz sadece Türkiye'nin
gerçeklerini olduğu gibi görüyor, Türkiye'nin bütün renklerinin haritasını
ortaya çıkarıyor ve gerçeklere dayalı yeniden tanımını yapıyor. Kürtlerin de,
Türkiye haritası içinde bir belirgin, önemli renk ve topluluk olduğunu
saptıyor. Partimizin bu yaklaşımı, ayrımcı bir anlayışa dayanmıyor,
partimizin bütünlüklü, gerçekçi, organik, tarihsel, çoğulcu, katılımcı ve
demokratik bakış açısına dayanıyor.
Partimizin Kürtlerin Türkiye'nin temel etnik/ulusal
renklerinden biri olduğu saptaması da, sadece partimize ait; afaki, tarihsel
gerçeklere ve olgulara, tarihsel belgeler aykırı bir saptama değildir. Osmanlı
İmparatorluğunun yapısal, etnik/ulusal ve kültürel bileşimini konu edinen
binlerce eserde Kürt gerçeğinden, Kürtlerin Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki
yerlerine işaret edilir. İslam Ansiklopedisi'nin ilgili "Kürdistan"
maddesinde Kürtlere ilişkin çok açık, objektif ve hayati resmi görüşlere
rastlanır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun son zamanlarında ve Genç
Cumhuriyetin kuruluşu aşamasında birçok ulusun devlet kurup ayrılmasından
sonra, iki etnik/ulusal unsur; Türkler ve Kürtler birlikte ve belirleyici
olarak birlikte varolmuşlardır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluşuna yol
açan savaşı, Kürtlerle Türkler ve diğer etnik gruplar birlikte omuzlamışlardır.
Kurtuluş Savaşı'na katılımı hazırlayan Sivas ve Erzurum
Kongreleri, M. Kemal Atatürk'ün Kürtlerle, Kürt ileri gelenleriyle yaptığı
kongreler olduğu, bizzat M. Kemal Atatürk tarafından da dile getirilmektedir.
M. Kemal Atatürk, TBMM'nin açılışındaki konuşmasında Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin etnik ve toplumsal bileşiminden bahsederken, Kürtlerin toplumun asli
unsurlardan biri olduğuna işaret etmiştir. M. Kemal Atatürk genç cumhuriyetin
kuruluşundan sonra, Cizre Komutanlığına çektiği telgraflarda da, Özerk
Kürdistan'dan bahsetmektedir. Lozan Antlaşmasında da, Kürtler üzerine yapılan
tartışmalar bilinmekte. Lozan Antlaşmasının 39. maddesinde Kürtlerin dillerini
ve kültürlerini geliştirmesi o dönemin devlet sorumluları, T.C Hükümeti tarafından
imza altına almıyor, bu anlaşma TBMM'de onaylanıyor. Bundan sonraki dönemde her
ne kadar bu konuda şaşkın, kör bir dönem, Kürtlerin varolmadığı Türk olduğu
şeklinde savunulan bir dönem olmuşsa da, zaman içinde acı olaylarca bu sakat
anlayış aşılmıştır. 1980 sonrasında, Cumhurbaşkanı Özal'ın "Türkiye'de
12 milyon Kürt vardır", Demirel ve Erdal İnönü'nün ortak
iktidar döneminde Diyarbakır'da her iki yetkilinin "Kürtler bir
realitedir" açıklamalarından sonra, o şaşkın ve kör dönem son
bulmuştur. Kürtlerin varlığı ve yokluğu ilkel tartışması bir tarafa
bırakılarak, AB üyeliği bazında en azından Kopenhag Siyasi Kriterleri
çerçevesinde Kürtlere hangi hakların tanınması gerektiği tartışmaları, hayati,
öncel ve Türkiye'nin birinci sorunu haline gelmiştir.
Bu nedenle, partimizin Kürtlerin baskılanma altında
olduğunu belirtmesine bile gerek yok. Her şey ortada. Ayrıca, Kürtler
üzerindeki bu baskılardan bahsetmekle, "devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmezliğiyle" de bir ilişkisi yoktur. Kürtlerin bireysel ve grupsal hak
ve özgürlüklerinden yoksun olmalarının en açık ve büyük göstergesi, Türkiye'nin
AB üyeliği bazında Kürtlerle ilgili gündeme gelen tartışmalar göstermektedir.
Demek oluyor ki, Kürt gerçeği saptaması ve Kürtlerin
haklarından yoksun olduklarını belirtme şerefi sadece bizim partimize de ait
değildir. Ayıca partimiz, olmayan bir şeyi hayali ve gerçek dışı yaratma gibi
asla bir "gaflet ve delalet" içinde de değildir. Partimiz Kürtlerden
bahsederken, sosyolojik bir gerçekten bahsetmektedir. En önemlisi de, eğer
Kürt diye bir etnik ve ulusal grup yoksa, Kürtlükten bahsetmek de suç olmaz ve
bir partinin kapatılması için de gerekçe olamaz diye düşünüyoruz.
Sayın Başsavcı, partimizin Kürt Sorunundan bahsetmiş
olmasını, "devletin... ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne"
aykırı davrandığını, partimiz programını bütünlüklü incelemeye tabi tutmadan,
ileri sürmektedir. İddianamesinde de,
Kürt sorunundan bahsedilme dışında bu ilkenin ihlali konusunda başka bir delil
de ileri sürememektedir. Eğer Başsavcının bu dar, ruhsuz mantığıyla hareket
edersek, Çerkezlerden, Gürcülerden, Lazlardan bahsetmiş olmak da "devletin
bütünlüğüne ve milletin bölünmezliğine" aykırıdır. O zaman da, bu aşamada
başta Başbakan olmak üzere, Genel Kurmay Başkanı, Cumhurbaşkanı ( Mahkemeniz
üyesi olduğu zaman DKP Davasında, Kürtlerden bahsetmenin bölücülük
olamayacağını, Kürtlerden bahsetmenin "devletin ülkesi ve milletiyle
bütünlüğüne" karşı olmadığını muhalefet görüşlerinde belirtmiştir),
Başbakan Vekilleri ve özellikle de AB'den sorumlu Başbakan Yardımcısı Mesut
YILMAZ her gün bu suçu işliyor. En önemlisi de AB üyeliğinde Türkiye'nin yol
haritası durumundaki Katılım Ortaklığı Belgesi, Kopenhag Siyasi Kriterleri
Belgesi doğrudan ve Türkiye'nin tayin ettiği "Ulusal Program" dolaylı
bölücü belgelerdir.
Bundan daha önemlisi, Türkiye'nin AB üyeliğinin,
egemenliğin bir ölçüde devri anlama geldiğini, siyaset ve sosyal bilimciler,
siyasetçiler kabul etmektedir. Bu durumda da, T.C hükümetleri, meclisi, siyasal
partileri, sivil toplum örgütleri, siyasetçileri, aydınları, sivil ve askeri
yetkilileri ve kurumları bu suçu işlemekteler. O zaman da, Sayın Başsavcının
yaklaşımına göre, bunların tümünün düzeylerine uygun yargı kurumlarında
yargılanmaları gerekmektedir. Böyle bir şey olduğu zaman, Türkiye'nin çağdaş
dünya karşısındaki konumu ne olur' Zaten siyasi partilerin kapatılması ve buna
ilişkin AİHM'NİN verdiği kararların ve vardığı sonuçların Türkiye'nin itibarını
sarstığı konusunda güçlü bir görüş ve kanaat söz konusu olduğunu, Yüksek
Mahkemeniz de kabul eder.
Partimizin tüzük ve programı incelendiği zaman,
Türkiye'nin birlik ve bütünlüğüyle bir sorununun olmadığını daha öncede
söylemiştik. Partimiz Türkiye'nin birlik ve bütünlüğü içinde, değişimi
öngörüyor, reformlar yapmaya çalışıyor, Kürt sorununu çözmeye çalışıyor,
devletin-idarenin yeniden yapılanmasını istiyor ve demokratikleşmeyi sağlamaya
çalışıyor; bireysel ve kolektif hakların güvenceye bağlanmasını, yoksulluğun,
eşitsizliğin son bulması için projeler geliştiriyor; hukukun üstünlüğünü
gerçekleştirmek için çaba gösteriyor.
Partimizin, programında belirttiği "tekliğe"
karşıtlığı, siyasi sistemin ve iktidarın otoriterliğidir. Sistemin otoriter
yapısının son bulması anlamında, tekliğin son bulmasıdır. İktidarın çoğulcu
demokratik sistem rasyonelleri içinde paylaşılmasıdır. Daha sonraki satırlarda
da bahsedeceğimiz gibi, partimiz programında iktidarın paylaşımından, iktidara katılımdan;
Onun kurumlaşması ve ilkelerinden bahsetmekle de, Sayın Başsavcının iddiasını
doğrulamış olmuyor. Yukarıdaki bölümlerin birinde bahsettiğimiz gibi, federal
bir devletten bahsetmek bile, iktidarın paylaşılmasından öteye geçmiyor,
devletin ve ülkenin parçalaması anlamına gelmiyor. Tersine devletin ve toplumun
bütünlüğünün daha da güçlenmesi, yeni kurallar ve kurumlarla temellerinin
sağlamlaşması anlamına geliyor. Bu nedenle de partimiz hakkındaki davanın usul
ve esas açısından görülmemesi gerekir.
3) Sayın Başsavcı iddianamesinde, partimizin programının
"yeniden yapılandırma" ana başlığı altındaki bölümünü özetle
aktararak ve yorumlayarak partimizin:
3.a)adem-i merkeziyetçi anlayışını, "özerk
birim", "özerk yönetim birimi" ve "federasyon" ile
özdeşleştirerek, "devletin tekliği" prensibine aykırı hareket ettiği
ve ilgili kanun hükümlerini ihlal ettiğini;
3.b) Kürtlerin dil ve kültür haklarından bahsetmekle
egemen ulus tanımına aykırı hareket ettiği; en önemlisi ve garip olanın da
Türkiye hükümetlerinin, Bulgaristan, Yunanistan, Kosova ve benzeri ülkelerde
bulunan etnik/ulusal topluluklar için savunduğu tezleri Kürtlere uygulamasının
sorunun çözülebileceği görüşünün, farklı ulus ve azınlıkların varlıklarını
tanıma anlamına geldiğini, bununla da azınlıklar yarattığını ileri sürmektedir.
Yani partimiz, Türkiye'nin çevre devletlerdeki topluluklar/azınlıklar
politikasından bahsettiği ve benimsediği zaman yanlış yapmakta, suç işlemekte
ve Türkiye için bir tehlike oluşturmaktadır. Peki, aynı yaklaşımı gösteren
Türkiye hükümetleri ve sivil-askeri kurumları neden haklı görürü, Böyle bir
yaklaşımın hukukun genellik ve eşitlik prensibiyle bir alakası var mı'
Sayın Yargıtay Başsavcısının bu görüş ve iddialarının
alabildiğine dar, siyaset ve sosyoloji bilimleriyle; en önemlisi de Türkiye
gerçekleriyle alakalı olmayan görüşler olduğunu ileri sürerken, Yüksek
Mahkemenizin geniş perspektifli bakış açısına sığınmak istiyoruz.
...1982 Anayasanın köklü değiştirilmesi ya da yeni bir
anayasanın yapılması sadece partimizin de bir isteği değil, geniş toplumsal
kesimlerin, diğer siyasi partilerin bir kesiminin ve sivil toplum örgütlerinin
tümünün de istek ve talebidir. Devletin en yetkili kurumları, yetkilileri ve
yargı kurumlarının üyeleri ve başkanları da bu görüşe sahiptirler. Bu konuda
sözü Yargıtay Başkanı Sayın Sami Selçuk'a bırakırsak, yeni bir anayasa
talebinde partimizin ne kadar haklı olduğu daha da belirgin hale gelecektir.
Sayın Sami SELÇUK diyor ki:
"Çıplak bir uyarıda bulunmak istiyorum. Türkiye
meşruluk debisi neredeyse sıfıra yaklaşmış bir Anayasayla yeni yüzyıla giremez,
girmemelidir. "Meşruluk, toplumbilimin, siyaset biliminin en önemli
kavramlarından biridir ve örselenemez.
"Halkta, bir kurumun, yasanın ya da yöneten
kişi(ler)in, bilinen ve benimsenen kurallara göre oluşmuş bir çoğunluğu
arkalarında bulundurduklarına ilişkin yaygın inanç varsa, o kurum o yasa ya da
yöneten(ler) meşrudur (Burdeau, Duverger, Aron, Easton, Kelsen, Lipson, Weber).
"Meşruluk, barış ve dinginliği sağlayan, kurumu,
yasayı, iktidarı ayakta tutan büyülü bir inançtır. En zorba yönetimler bile hep
kendilerini meşru göstermeye çalışırlar. Bu yüzden İtalyan Tarihçisi Ferraro:
'Meşruluk, sitenin/devletin/ toplumun görünmeyen barış meleğidir' der.
"Meşruluk iki türlüdür. Biçimsel meşruluk... ve maddi meşruluk.
"Çoğunluk kurallara göre sağlanmamış ise biçimsel meşruluk
yoktur. Kurallara göre sağlanan çoğunluğun onayı sonradan geri çekilmiş ise
maddi meşruluk yoktur.
"Acaba 1982 Anayasası biçimsel ve maddi açılardan
meşru mudur'
"Biçimsel meşruluk açısından ele aldığımızda görünüm
şudur: Anayasa, halk ya da halkın özgür iradesiyle seçilen bir kurucu iktidar,
parlamento tarafından değil, kapatılan parlamentonun sıralarına oturtulan
atanmış kişilerce yapılmıştır.
"İkinci olarak, meşruluk bir karara, işleme, herkesin
sonuçları sorgulayabilecek ve eşit biçimde, zorsuz ve yasaksız katılmalarına
bağlıdır. İradeler tartışma sürecinden geçmedikçe meşruluktan söz edilemez.
Çünkü tartışma varsa ve ne denli açıksa, sorunları o denli saydamlaşır. Bilgi
edinilir ve yanlışa düşme tehlikesi azalır. 04.06.1888'de Clemenceau,
'konuşulan ülkelerde zafer, susulan ülkelerde utanç vardır' demişti.
"1982 Anayasası tartışmaya kapalı tutulmuştur.
"Üçüncüsü, tartışma yasağına koşut olarak tek yanlı
bir beyin yıkama bombardımanından sonra oylama yapılmış, halk iğfal edilmiştir.
"Dördüncüsü, Anayasa benimsenmediği takdirde
pretoryen diktasının süreceği mesajı verilmiş, ölümü gören eli böğründeki halk
çaresiz, sıtmaya razı olmuştur.
"Beşincisi, içini gösteren, 'seni mimlerim'
zarflarıyla gizli oy ilkesi çiğnenmiştir.
"Altıncısı, tek işlemle hem devlet başkanı, hem de
Anayasa oylanmıştır. Her ikisini destekleyenlerin ya da onlara karşı olanların sayısı,
oranı belirsizdir. Anayasa, anayasayı destekleyenler devlet başkanına
katlanmışlarsa Anayasa. Anayasayı destekleyenler, devlet başkanına
katlanmışlarsa devlet başkanı desteksiz kalmış demektir. Peki hangisi çoğunluğu
elde etmiştir. Bu bir bilmecedir. Ancak bilinen şudur: İkisi de kuşkuyu içinde
yaşıyor. Üstelik devlet başkanı için zaten seçme söz konusu değil. Çünkü tek
adaydır. Seçenekler arasında özgür seçimde bulunamayan birey özerk değildir.
Çünkü özgürlük özerklikten önce gelir.
"Görülüyor ki, toplumla yapılan bu sözleşme
(Anayasa) tehditle, fesada uğratılmış bir iradeyle benimsetilmiştir. Bu yüzden
Anayasa, biçimsel meşruluktan yoksundur...
"Gelelim 1982 Anayasasının maddi meşruluk açısından
durumuna.
"Bilindiği üzere anayasalar, örgütlenmiş siyasal
birim olan devletin gücünü sınırlayan, bireyin hak ve özgürlük alalarıyla
bunların çiğnenmelerine karşı denetim yolları belirleyen, iktidarın tek elde
toplanmasını önleyerek çoğulculuğu benimseyen, çok iktidar ilişkisinde
dengeleri sağlayan, her türlü hukuk dişiliği engelleyen metinlerdir.
"1982 Anayasası tersini yapmış, devlet gücünü
sınırlayacak yerde hak ve özgürlükleri sınırlamış ve bunları adeta istisnalar
haline getirmiş, halka güvensizliği ruhuna içselleştirmiş, yargı birliğini ve
bağımsızlığını örselemiş, demokrasi rejimini değil, cumhuriyet yönetimini
öngörmüştür. 1961'in insan hak ve özgürlüklerine dayanan devleti (md.2) gitmiş
hak ve özgürlüklere lütfen "saygılı" (md2) "kutsal devleti"
gelmiştir." (Adli Yıl Açış Konuşması 1999-2000, sayfa: 49-50)
İşte partimizin değiştirmek istediği anayasa, Sayın Sami
Selçuk'un tanımladığı bu anayasadır.
Partimiz, programını kaleme alırken,
"azınlıklar" ve "çoğunluklar" gibi bir ayrımı gözeterek
hareket etmemiştir. Daha önceki satırlarda da belirttiğimiz gibi, programda
Türkiye'de gerçekleştirmek istediği toplumsal ve siyasi yeni sistemi
çerçevelendirerek; Türkiye'deki tüm hayati sorunları ve bu hayati sorunların
içinde de Kürt sorununu temel sorun olarak tespit ederek, çözümler üretmiştir.
Ayrıca partimiz, Kürtlerin de azınlık statüsünde olduğu
görüşünde de değildir. Kürtler, Türkiye nüfusunun 1/3'i kadardır. Hem belirli
iki bölgede yaşayan ve hem de Türkiye'nin belirli bölgelerinde, kentlerinde
yoğunlaşma gösteren bir topluluk özelliğin göstermektedir.
Sayın Başsavcı, programımızda genel anlamda dile
getirilen bazı kavramlardan belirli sonuçlara varmakta; Türk dili ve kültürü
dışındaki dillerin ve kültürlerin yasak olmadığını ileri sürmekle başka etnik
gurupların/azınlıkların olduğunu kabul ediyor ve ne yazık ki bunlardan
bahsetmekle de partimizin "azınlıklar" yarattığını ve bununla
anayasal suç işlediğini ileri sürüyor.
Oysa Kürt dili ve Kürt kültürü üzerinde yasakların
olduğunu, bu yasakların kaldırılması için Türkiye'nin AB üyeliği sürecinde
yapılan tartışmalar hem açıklıyor ve hem de Sayın Başsavcının doğruyu ifade
etmediğini gösteriyor. Ayrıca, bulunduğumuz aşamada, hükümet ve hükümet dışı
güçlerin, yetkililerin, Kürt dilinden, Kürt dilinden yayın ve eğitimden
bahsetmeleriyle, "azınlıklar" yaratmıyorlarsa partimiz de böyle bir
eylem içinde değildir, anlamına gelir.
Ayrıca, Sayın Başsavcı da iddianamesinin 13. sayfasında
Türkiye'de etnik gurupların varlığını kabul etmekte ve şöyle demektedir: "Yasayla,
ülkedeki etnik gurupların dil ve kültürleri yasaklanmamıştır. Çeşitli
kökenlerden gelen yurttaşlar kendi dil ve kültürlerine sahip bulunmakta, onları
geliştirmektedir." Sayın Başsavcının, Türkiye'de etnik gurupların
varlığından bahsetmesi dışındaki diğer görüşlerine katılmak mümkün olmamakla
birlikte, Sayın Başsavcının da "azınlıklar yaratma suçunu" işlemekte
olduğunu ileri sürmemiz yanlış olmaz.
Görünen o ki, toplumsal olgular, gerçekler ne kadar
gizlenmeye çalışılsa da, güneşin balçıkla sıvanmayacağı ve mızrağın çuvala
sığmayacağı gerçeğiyle karşı karşıya kalınıyor. Olgular ve gerçekler "kara
deliklerini" kapatmak ve tümden perdelemek olanaklı olmuyor.
Kürtlerin varlığı bir gerçek. Türkiye yapılandırılırken
bu gerçek gözetilmemiştir. Oysa Osmanlı İmparatorluğu yapılanmasında Kürtler,
toplumsal, siyasal ve idari alanda önemli bir yere sahiptiler. Türkiye
Devletinin kuruluşundan bir dönem sonra, Kürtlerin varlığı inkar edilmiştir.
Bunun doğru olmadığı, Türkiye'nin AB üyeliği sürecinden önce açığa çıkmıştır.
Buna rağmen, Kürt dili, kültürünün yasaklılığı devam etmiştir, günümüzde de
devam etmektedir. Kürtçe eğitim-öğretim, basın yayın hakkı Kürtlere
tanınmamıştır. Bu tutum, insan ve insan topluluklarının sahip olması gereken
bireysel ve kollektif haklar dizisine, uluslar arası sözleşmelere, en önemlisi
de Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesine aykırıdır. O sözleşmede her
çocuğun ana diliyle eğitim yapma hakkı vardır. Dünyadaki tüm çocuklar kendi ana
dillerinden eğitim yapma hakkına sahipken, Kürt çocuklarının bundan mahrum
bırakılmasının kabul edilir yanı olamayacağını Yüksek Mahkemenizin de kabul
edeceğinden şüphe duymuyoruz. Ayrıca bu hakkın tanınması tesadüfi değil, çocuk
gelişiminin doğal sonucu ve pedagojik bir olgudur.
Yerel yönetimler, çoğulcu
ve katılımcı demokrasinin yaygın ve genişliğine yapılanmasının önemli
platformları, temsil organları, hizmet alanları ve doğrudan demokrasi
ilkelerinin işlerlik bulduğu düzeyleridir. Demokrasi, halkın alabildiğince
katılımını ve yönetimde temsil gücünü ve yönetme kapasitesini güçlendirmek
anlamına geldiğine göre, bu anlamda da yerel ve hem de özerk yerel yönetimlerin
önemi tartışmasızdır. Halk yerel yönetimlerde, kendisini ilgilendiren konularda
doğrudan söz ve karar sahibidir. Bu demokratik özerk yerel yönetim yapılanması,
bölünmeyi değil, halkın kendi genel ve özel çıkarları etrafında, farklı dil,
kültür, etnik, dinsel, mezhepsel ve sınıfsal renkleriyle birlikte daha da
bütünleşmesini sağlar.
Demokrasilerde Bölge Meclisleri, özerk yerel yönetimlerimden daha kapsamlı, daha makro
kararların alındığı temsil organlarıdır. Partimiz, Bölge Meclisleriyle özel
yeni bölgeler oluşturmuyor. Türkiye'de düşüncemize göre derin tarihsel, siyasal
ve kültürel referansları olan varolan coğrafi bölgeler üstünde Bölge
Meclisleri'nin oluşmasını öngörüyor. Partimiz bu Bölge Meclisi yapılanması
önermesiyle, devletin tekliği ve bölünmezliğiyle değil; devletin ve siyasi
sistemin yapısının değişmesi, iktidarın paylaşılmasıyla ilgilenmektedir.
Ayrıca bu idari ve demokratik temsil yapısı önerisiyle,
Türkiye'yi bölgelere ayırma ve Anayasaya aykırı bir iş de yapmıyor. Bu düşünce
ve temsil organı yapılanması, Anayasanın 126. maddesinin 3. fıkrasından da söz
konusu. Anayasanın bu hükmüne göre: "Kamu hizmetlerin görülmesinde
verim ve uyumu sağlamak amacıyla, birden çok ili içine alan merkezi idare
teşkilatı kurulabilir. Bu teşkilatların görev ve yetkileri kanunla
düzenlenir." Anayasa, birden çok ili içine alan "merkez idare
teşkilatının" oluşmasını öngörüyor. OHAL Bölgesi ve valiliği bunun en
somut göstergesidir. Partimiz de, bölgelerdeki illeri bileştirerek demokratik
bir temsil organı olan Bölge Meclislerini oluşturmaya çalışıyor.
Partimiz, bu illerin valilerinin, kaymakamlarının ve
emniyet müdürlerinin seçimle tespit edilmesini, ülkenin daha demokratikçe
yönetimi ve halkın ihtiyaçlarına cevap verebilecek yöneticisini seçmesi,
hizmetlerin demokratik bir yarış anlayışı içinde görülmesi için, vazgeçilmez
kabul ediyor. Bu projeyle, devletin "tekliği" ve "bütünlüğü"
sorununa son verilmiyor, siyasi iktidarın ve sistemin otoriter, tekçi
karakterine son verilmek isteniyor. ABD, AB üyesi ülkelerin hepsinde demokratik
çoğulcu, partimizin öngördüğü bir sistem ve yapılanma söz konusu. Bu
sistemlerde öngörülen ve gerçekleştirilen bu yapılar, bölünmeye yol açmadıkları
gibi, daha bütünleşmiş toplumsal yapıların ve devletlerin gelişmesine yol
açmıştır.
Partimiz, teknik federal bir sistem önermiyor.
Türkiye'nin AB'ye girişinden sonra, idari yapılanmanın kendi doğası içinde,
halkın özgür tartışması, seçimi, genel ve bölge meclislerinin belirleyeceği
hukuk çerçevesi içinde yapılanacağı ve statü kazanacağı ortada. Topluma ilişkin
konularda, önceden tespit edilen ya da başka yerlerden ihraç edilen şablon
modellerle hareket etmek, en büyük antidemokratikliktir. Bu noktada üniter
devletin yapısal özelliklerini biraz daha açmak, "devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmezlik" ilkesine daha fazla ışık tutacaktır.
"...Avrupa Birliği üyelerinin üçü dışında hepsi
üniter devlettir. Üniter devletlerin anayasalarının başlıca iki özelliği dikkat
çekicidir. Birincisi, bunların çoğunda devletin "üniter" vasfının
açıkça ifade edilmemiş olmasıdır. Bu konuda Portekiz ve İtalya istisna teşkil
etmektedir. Nitekim, Portekiz Anayasası'nın 6., İtalya Anayasası'nın 5.
maddesinde üniter vasfı açıkça belirtilmiştir. Mamafih, bu terime yer vermeyen
kimi üniter anayasalarda devletin "bölünmez" olduğu yazılıdır. Bunlar
da Fransa (m.2), Lüksemburg (m.1) ve Finlandiya (m.4) anayasalarıdır. İtalya
Anayasası her iki sıfatı birlikte zikretmiştir (m.5)...
"Üniter devletler arasında bulunan Finlandiya
Anayasasının 17. maddesinde çeşitli toplulukların (örn. Romanlar) ve Samiler
gibi yerli halkların kendi dil ve kültürlerini koruyup geliştirme hakkına sahip
oldukları, ayrıca bu ikinci gurubun kendi dillerini resmi makamlar önünde
kullanabilecekleri belirtilmiştir.
"İkinci özellik, üniter Avrupa Devletlerin önemlice
bir kısmında ya etnik-kültürel topluluklara özerklik tanınmış ya da idari
yapının belirgin bir adem-i merkeziyetçiliğe dayandırılmış olmasıdır. Birinci
grubun tipik örneğini İspanya oluşturmaktadır. Nitekim İspanya Anayasası'nın 2.
maddesinde "anayasa onu oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin özerklik
oluşturan hakkı ile birlikte onlar arasındaki dayanışmayı tanır ve garanti
eder" hükmü yer almaktadır. Ayrıca 3. madde İspanyolca dışındaki diğer
dillerin de her bir özerk toplulukta resmi dil olacağını (2. bend) ve İspanya
dil zenginliğinin kültürel bir miras olarak özel saygı göreceğini (3. bend)
hükme bağlamıştır. Portekiz anayasasında da buna benzer bir hüküm vardır.
Nitekim, Anayasa'nın 6. maddesine göre "Azores ve Madeira takım adaları
kendi siyasi ve idari statüleri ve kendi öz-yönetim kurumları bulunan özerk
bölgeler oluştururlar." Nihayet yine üniter bir devlet olan İsveç'in
Anayasası da 2. maddesinin 4. bendinde "etnik, dilsel ve dinsel
azınlıkların kendi kültürel ve sosyal hayatlarını koruma ve geliştirmeleri için
fırsatlar artırılır" demektedir.
"Üniter devletler içinde anayasası adem-i
merkeziyetçiliği vurgulayan ülkelerin başında İtalya gelmektedir. Nitekim,
İtalya Anayasası'nın 5. maddesinde devletin üniter ve bölünmez olduğu, ama aynı
zamanda yerel özerklikleri tanıdığı ve kamu hizmetlerinde en geniş adem-i
merkeziyete yer verileceği hükmü yer almaktadır. Ayrıca bu ülkede
etnik-kültürel azınlıklara özerklik tanınmamışsa da, Anayasa dil azınlıklarının
korunmasını öngörmektedir.(m.6).
"Üniter devletlerde ilgili olarak işaret edilmesi
gereken nokta, İrlanda Anayasasındaki "resmi dil" ikiliğidir. Gerçektende
de, bu anayasanın 8. maddesi 1. fıkrasında İrlanda dilini "birinci
resmi dil", ikinci fıkrasında ise İngilizceyi "ikinci resmi
dil" olarak tanımlamaktadır." (Mustafa Erdoğan, Prof. Dr ve
Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi, Liberal Düşünce Dergisi, 23. Sayı, sayfa;
30-31)
Demek oluyor ki, üniter devletin, etnik-ulusal
toplulukların dilsel ve kültürel haklara sahip olmaları, adem-i merkeziyetçilik,
bölgesel özerklikler, resmi dillerin çoğulculuğu ile bir çatışması da söz
konusu olmayabiliyor. Üstelik federal
sistemler bile, devletlerin tekliğine son veren sistemler değil, egemenlik ve
iktidarın bölgeler arasında paylaşılmasını getiren devlet yapılanmalarıdır.
Sayın Mahkemeniz üyesi Haşim KILIÇ'ın DKP Davası'ndaki muhalefet gerekçesinde
de belirttiği, Sosyalist Partinin Mahkemeniz tarafından verilen kapatma
kararından sonra AİHM'NİN verdiği karşıt kararda da: "Türk ve Kürt
kesimlerini içeren bir federal devlet kurulması düşüncesini ve Kürt halkının
kendi kaderini tayin hakkına sahip yolundaki görüşlerini devletin ülkesiyle
bölünmez bütünlük ilkesine aykırı" görmemiştir" diyor. (22 Kasım 2001
tarih ve 24591 Sayılı Resmi Gazete, sayfa: 199)
Bir ülkenin ve devletin bölünmezliğine son vermek, uygun
ve uyumlu araçları, yöntemleri seçmeyi de gerekli kılar. Bu araçlar ve
yöntemler de, toplumların tarihsel tecrübelerinin gösterdiği gibi, şiddet ve
silahlı mücadeledir. Demek ki partimizin de Türkiye'nin bölünmezliği için
tehdit oluşturması, bölünmezliğine son verme isteği bu araçları ve yöntemleri
benimsemesiyle olanaklı olabilirdi. Oysa partimiz, şiddeti ve silahlı
mücadeleyi kesinlikle red ediyor. Türkiye'deki hayati sorunların ve temel bir
sorun olan Kürt sorununun çözümü için, "toplumsal uzlaşmayı",
eşitlikçi, demokratik hukuka ve uluslar arası demokratik ve Türkiye'nin de
imzaladığı sözleşmelere dayalı çözümleri, barışçıl yöntemleri benimsemektedir.
Toplumsal uzlaşma, bir arada olmayı, birlikte yaşamayı, birlikte tartışarak
çözümler üretmeyi öngörür.
Partimiz tüzüğünün 3. maddesinde bu yöntem ve tarzını
açıkça belirtmektedir: "Partimiz, Türkiye'yi idari, siyasi, toplumsal
ve ekonomik olarak; evrensel demokratik hukukun, dünyanın ve AB ülkelerinin
çoğulcu siyasi normları içinde adem-i merkeziyetçi tarzda yeniden
yapılandıracak; Kürt sorununu hak eşitliği temelinde toplumsal uzlaşma ile
çözecek."
Başka bir gerçek: Bir
devleti ve ülkeyi bölmek isteyen bir parti şiddet ve silahlı mücadeleyi vasıta
ve yöntem olarak benimsediği zaman, Ona uygun örgütlenme biçimini de seçmek
zorundadır. Böyle bir örgütlenme, mevcut hukuka uygun yasal bir örgütlenme
olamaz, yasal olmayan, yani mevcut devlet ve kanun otoritelerinin denetimi
dışında bir örgütlenme olur. Açık, şeffaf, kitlesel demokratik bir örgütlenme
olmaz. Sıkı, askeri ve otoriter disiplinli, üye alımında alabildiğince seçkinci
davranan, üyeleri özel eğitimli olan bir örgütlenme olur. Partimiz ise tüzüğünde,
açık, şeffaf, demokratik, kitlesel bir parti olduğunu açıkça belirtmiş; çoğulcu
demokrasiyi parti içinde yapılandırmıştır. Partimiz tüzüğünün 2. maddesinde
partimizin karakteri konusunda şunlar söylenmektedir:
"HAK VE ÖZGÜRLÜKLER PARTİSİ, YENİLİKÇİ, DEĞİŞİMCİ,
DEMOKRAT, YURTSEVER DEĞİŞİK GÖRÜŞLERE SAHİP UNSURLARIN ÜYE OLDUĞU ÇOĞULCU,
KATILIMCI, KOLLEKTİF VE AKLA DAYALI DEMOKRATİK KİTLE PARTİSİDİR.
"Parti, üye ve örgütlerini, parti çalışmalarıyla
ilgili olarak sürekli ve zamanında yazılı biçimde, özel yapacağı toplantılar,
konferanslar, seminerlerle bilgilendirir, denetleme sürecini yaratır.
Parti tüzüğümüzün 4. maddesinde "partinin bağlı
olduğu çalışma ilkeleri" incelendiği zaman, partimizin ne kadar açık,
şeffaf, demokratik, hem hukuk otoriteleri ve hem de kamuoyu denetimine açık
olduğu rahatlıkla görülecektir. Bu kadar açık, demokratik ve denetlenebilir bir
partinin, Türkiye'nin bölünmezliğini tehlikeye sokup sokmayacağı Yüksek
Mahkemenizin takdirleri arasındadır.
DKP Davası'ndaki muhalefet gerekçesinde Sayın Mahkemeniz
üyesi Haşim KILIÇ ve AİHM'NİN bölünmeyle şiddet ve terör arasında doğrudan bir
bağ kurması da isabetli, olgusal, tarihsel, sosyolojik olduğu kadar; siyasal
sistemlerin yapılanma süreçleriyle de bir uyumluluk içindedir.
"DKP'NİN terörle ve şiddetle bir bağlantısının
kurulamadığı, yakın ve kesin bir tehlikeyi harekete geçirecek söz ve eylem
birliğinin olmadığı, kapatılmalarından ötürü Türkiye'nin mahkum olduğu Türkiye
Birleşik Komünist Partisi ile Sosyalist Partinin program ve eylemleri ile
davalı Partinin programı arasında benzerlik bulunmasına karşın, Avrupa
Mahkemesi'nin kararının göz ardı edildiği, otoriter ve totaliter uygulamalar
sonunda ortaya çıkan kimi bölgesel sorunları dile getirerek ülkenin bölünmez
bütünlüğü içinde barışçıl çözümler öneren Partinin kapatılması AİHS'NİN ve
Avrupa Mahkemesi'nin içtihatlarına açık aykırılık oluşturmaktadır." (22
Kasım 2001 Tarih, 24591 Sayılı Resmi Gazete, sayfa: 199) Aynı davada
muhalefeti olan Sayın Mahkemeniz üyeleri, Yalçın ACARGÜN, Sacit ADALI ve Fulya
KANTARCIOĞLU'NUN görüşleri de bu doğrultudadır, (aynı Resmi Gazete, sayfa:
201-203) Aynı gerçeklerin ve görüşlerin partimiz içinde geçerli olacağı
ortada. Bu nedenle de, partimiz hakkındaki davanın usul ve muhteva açısından
görülmezliği ortadadır.
ANAYASA İLE FARKLI DEĞERLENDİRME İÇİNDE OLMAK,
DEMOKRASİYE AYKIRILIK ANLAMINA GELMEYECEĞİ GİBİ, ANAYASAYI DA İHLAL ANLAMINA
GELMEZ..
Partimiz programında, mevcut anayasadan farklı
değerlendirmelerin olduğu açık. Çünkü partimiz, mevcut anayasaya kendisini
bağlı ve Onun kapsamı içinde kurulmasına rağmen, Onu değiştirmek istemektedir.
Bu bağlamda, anayasadan farklı değerlendirmeler içinde olması kadar doğal bir
şey olamaz.
Üstelik, Türkiye'deki Anayasanın evrensel hukuk ve AB
hukukuna göre değişikliğe ihtiyacı olduğu, Yüksek Mahkemeniz dahil, bütün
devlet kurumları, sivil ve askeri yetkililer, siyasal partiler ve sivil topum
örgütleri tarafından da kabul gördüğüne göre, anayasadan farklı
değerlendirmeler ihlal olmadığı gibi, "devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmezliğine" aykırılık anlamına hiç gelmez.
AB Hukuk mevzuatına uygun Türkiye'deki yasal
değişikliklerde ölçü, çağdaş, çoğulcu katılımcı demokrasinin kurallarına
uyarlılık içinde olması, evrensel demokrasinin kurallarına göre, Ona uygun
yerel hukuk, kanunları ve anayasayı şekillendirmedir. Partimiz de, değiştirmek
istediği mevcut anayasayla farklı değerlendirmelere sahip olmasına rağmen,
bütünlükçü sisteme yol açan çoğulcu, katılımcı demokrasi ve demokratik
kurallarla bir uyum içindedir.
...
AİHM'DE PARTİ KAPATMA DAVALARI VE ANAYASANIN GEÇİCİ 15. MADDESİ
...
AİHM, 30.01.1998 tarihli kararı ile TBKP'NİN, 25.05.1998
tarihli kararıyla Sosyalist Partinin ve 06.12.1999 tarihli kararıyla ÖZ-DEP'İN,
Mahkemenizce kapatılması kararlarını demokratik toplumda zorunlu, meşru amaçla
orantılı bulunmaması nedenleriyle, AİHS'NİN 11. maddesine aykırı bulmuştur.
Bunlardan TBKP, mahkemeniziz tarafından isminde komünist ismine yer verdiğinden
(SPK, m. 96), tüzük ve programının devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
niteliğini bozduğundan (AY, m. 68, SPK, m. 78/a, 81/a, 81/b, 89) kapatılmıştı.
Sosyalist Parti ise tüzük ve programlarıyla eylemlerinin anayasaya ve SPK'NİN
dördüncü bölümünde yer verilen devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne aykırı amaçlar gütme yasaklarına aykırılık gerekçesiyle
kapatılmıştı. ÖZ-DEP ise, parti programının devletin ülkesi ve bölünmez
niteliği (SPK 78/a, 81/a, 81/b) ile laik devlet niteliğine aykırılık (SPK, m.
89) oluşturduğu gerekçesiyle kapatılmıştır.
"AİHM, her üç parti kapama davasına ilişkin
kararlarında şu görüşlere yer vermektedir:
a) Demokrasi, düşünce özgürlüğü ile beslenir. Çoğulculuk
olmadan demokrasiden söz edilemez. Demokrasinin iyi işleyişi ve çoğulculuğun
sürdürülebilmesi açısından siyasal partiler büyük öneme haizdir. Demokrasinin
temel prensiplerinden birisi de , bir ülkenin karşılaştığı sorumların şiddete
başvurulmaksızın, diyalog yoluyla çözümü konusunda fikir ve düşüncelerin
serbestçe ifade edilebilmeleri imkanının güvence altına alınmasıdır. Hatta bu
düşünceler rahatsız edici olsalar bile.
b) Bir parti programındaki istemlerin, projelerin,
önerilerin, bir devletin mevcut siyasal ve sosyal yapısıyla ve prensipleriyle
bağdaşmaması, Onların demokrasi ilkesine aykırılığı sonucu doğurmaz. Bir
devletin mevcut organizasyon modeliyle çatışsa da, farklı siyasal programların
önerilmesi, tartışmaya açılması, demokratik ilkeler içerisinde kalmak, bizzat
demokrasiye zarar vermemek şartıyla demokrasinin özünü ifade eder.
c) Örgütlenme özgürlüğü, yalnızca inandırıcı ve
zorlayıcı nedenlerle kısıtlanabilir. 11. maddede belirtilen istisnalar, siyasal
partiler söz konusu olduğunda dar bir yorumu zorunlu kılar...
d) Sözleşmenin 10. maddesinde düzenlenen ifade
özgürlüğü, defalarca belirtildiği üzere, sadece açıklanan düşüncelere taraftar
olunduğunda, rahatsız edici bulunmadığında, hoşa gittiğinde ya da farklı
olmadığında değil, aynı zamanda taciz edici, rahatsız edici, şok altına sokucu
etkileri bulunduğunda da söz konusudur. Bunlar çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık
fikirliliğin gerekleri olup bunlarsız bir demokratik toplum olamaz.
e)Kapatma, siyasal partilere uygulanabilecek en radikal
yaptırım olarak hedeflenen amaçla orantılı, bu amaç bakımından elverişli ve
demokratik toplum açısından zorunlu olmadıkça başvurulamaz.
f)......Partinin toplum, devlet ve demokrasi bakımından
gerçek bir tehlike oluşturan politikayı benimsemiş olduğunu gösteren açık,
somut ve inandırıcı deliller olmaksızın salt ismine bakılarak kapatma yoluna
gitmek yeterli bir sebep oluşturmaz.
g) İfade özgürlüğü, 11. maddede de düzenlenen toplantı,
gösteri yürüyüşü ve örgütlenme özgürlüğünün önemli unsurlarından biridir.
Siyasal partiler bakımından 11. madde, 10. maddeyle bir bütün olarak
değerlendirilir." (Yrd. Doç. Dr. Ömer ANAYURT, Liberal Düşünce dergisi,
23. Sayı, s. 11-12-13)
Yüksek Mahkemeniz üyesi Sayın Haşim KILIÇ'IN AİHM'NİN
TBKP ve Sosyalist Parti hakkındaki kararından "Kürt halkı",
"Kürt ulusu" ve "Kürt vatandaşları" kavramlarına ve
programda verilen içeriklerine ilişkin, DKP Davası'ndaki muhalefet görüşlerinin
üzerinde durmak, onları aktarmak hatırlatma babında bir değere sahip olduğu
gibi, Sayın Başsavcının partimiz hakkında açmış olduğu kararı da etkiler
niteliktedir.
ANAYASA MAHKEMESİNİN Parti Program ve Tüzüğündeki
aykırılıklardan dolayı kapatmış olduğu TBKP AİHM'NE başvurmuş ve Mahkeme konuyu
inceleyerek özetle "...Türk Anayasa Mahkemesi TBKP'NİN, program ve
tüzüğünde, Türk ve Kürt halkı arasında ayrım yapılarak azınlık yaratma amacının
ortaya çıktığını, Türk ve Kürt ulusları biçimindeki sözleri nedeniyle Devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesine aykırı davrandığını belirterek
temelli kapatmıştır. Ancak, parti programında "Kürt halkı" ve
"ulusu" ve "Kürt vatandaşları" sözcüklerinin yer almasının
azınlık yaratma amacıyla tanımlanamayacağını ve böyle bir iddiada
bulunulmadığını, "Kürt varlığının" sadece kabul edilmesinden başka
bir şey istenmediğini, Kürt halkının Türk halkından ayrılması hakkının
verilmesi gibi bir istemlerinin olmadığını, şiddete başvurmadan ülke
sorunlarına çözümler önerildiğini, bunların can sıkıcı ve hoşa gitmeyen
düşünceler olabileceğini ancak katlanılması gerektiği" düşüncesiyle
Türkiye'yi sözleşmeyi ihlalden mahkum etmiştir.
Mahkeme kapatılan Sosyalist Parti kararında da aynı
görüşleri tekrarlayarak, "Sosyalist Partinin Türk ve Kürt kesimlerini
kapsayan bir federal devlet kurulması düşüncesini ve Kürt halkının kendi
kaderini tayin hakkının sahip olduğu yolundaki görüşlerini devletin ülkesiyle
bölünmez bütünlük ilkesine aykırı" görmemiş, şiddete başvurmadığı sürece
sözleşme hukuku korumasından yararlanması gerektiğini ayrıca vurgulamıştır.
Mahkeme bu kararı, Sosyalist Partinin dört yıl faaliyette bulunmasına karşın
vermiştir.
"Belirtilen bu düşünceler karşısında, bir siyasi
partinin ifade özgürlüğünü henüz kullanma aşamasında iken kapatılmasının mümkün
olamayacağı, şiddet içermeyen barışçıl önerilerinin de kapatmaya yeter delil
olarak kabul edilmeyeceği ortaya çıkmaktadır..." (22 Kasım 2001 tarih,
24591 sayılı Resmi Gazete, sayfa: 199)
Açıkça ortaya çıkan bir sonuç var ki, AİHM'NİN bu
kararları karşısında Sayın Başsavcının partimiz hakkında açtı dava uluslararası
hukuka, AİHM İçtihatlarına oldukça ters ve aykırıdır.
AİHM'NİN parti kapatmalar ve diğer konularda Türkiye
aleyhinde verdiği kararların tümü, Türkiye'nin demokrasisini haklı olarak
sorgulayıp, hukukunun demokratik karakterini tartışmaya sokmaktadır.
SONUÇ VE İSTEM
Yüksek Mahkemeniz, ileri sürdüğümüz görüşlerimizle,
partimizin bütünlüklü düşüncesiyle Türkiye'yi yeniden yapılandırmak konumunda
olduğunu rahatlıkla tespit edecek; Sayın Yargıtay Başsavcısı'nın iddia ve
taleplerinde de, hukukun üstünlüğü ilkesi, kanunlar, sosyoloji, siyaset bilimi
ve Türkiye'nin AB üyesi olmasıyla kazanacağı yeni çerçeve ve demokratikleşme
açısından haksız olduğunu saptayacaktır.
Yüksek Mahkemenizin, ileri sürdüğümüz hayati görüşleri
ve belirtmediğimiz konuları res'en gözeterek Partimiz hakkında açılmış olan
davanın usul ve esas açısından görülmez olduğuna karar vermesini, siyasi
partileri kapatma ayıbına ve antidemokratikliğine son vermesini arz ve talep
etmekteyiz. Mahkemenizin bu kararı, Türkiye demokrasisinin kalitesinin
yükseltilmesine hizmet edecek, demokratikleşmeye ivme kazandıracaktır.
Saygılarımızla."
III- YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞININ ESAS HAKKINDAKİ
GÖRÜŞÜ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 19.6.2002 gün ve
SP.114 Hz.2002/3 sayılı esas hakkındaki görüşünde, öncelikle davalı partinin ön
savunmasıyla 23.7.1995 ve 3.10.2001 tarihlerinde yapılan Anayasa değişiklikleri
hakkında siyasi partinin vardığı sonuçlarla talepleri üzerinde durulmuştur.
Buna göre ileri sürülen görüşler şöyledir;
"...Anayasanın dayanak aldığı
temel ilkelerden birinin özgürlükçülük olduğu gerçeği
kesin olarak bilinmektedir. Ancak, anayasa kurallarının ve özellikle siyasi
partilerle ilgili olanların sırf bu ilke açısından değerlendirilip yorumlanması
hatalı sonuçlara götürebilir. Kaldı ki siyasi partiler hakkındaki anayasa kuralları
mutlak bir özgürlük içermemektedir. Devlet yaşamındaki olağanüstü rollerine,
iddianamede işaret ettiğimiz siyasi partilerin cumhuriyetin ilkelerini tahrip
edici bir güç odağı haline gelmesine seyirci kalınamayacağından, bu halde
siyasi partilerin kapatılması esası kabul edilmiştir. O halde, siyasi
partilerle ilgili Anayasa normları Anayasanın öteki temel dayanaklarından biri
olan devletin güvenliği ile ilgili esasları ile birlikte düşünülmelidir. Bu
esasların başında dava ile ilişkili olarak Anayasanın 68. maddesinin 4.
fıkrasında belirtilen devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesi
gelir.
Anayasanın 1. maddesinde, Türkiye Devletinin bir
Cumhuriyet olduğu belirtildikten sonra 2.
maddede "Cumhuriyetin nitelikleri" başlığı altında Türkiye Cumhuriyetinin;
toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına
saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere
dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu ifade edilmiştir.
Bu ifade biçiminden, Devlet ve Cumhuriyetin özdeş kavramlar olarak kabul
edildiği ve dolayısıyla devletin güvenliğinin Cumhuriyetin ve onu tanımlayan niteliklerinin de güvenliği anlamına
geldiği anlaşılmaktadır.
Anayasanın 14. maddesi ile (değişik 3.10.2001 - 4709/3)
Anayasada yer alan hak (ve bu bağlamda siyasi parti kurma ve partiye girme
hakları) ve hürriyetlerinden hiçbirinin,
Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan
haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan
faaliyetler biçiminde kullanılamayacağı genel bir ilke olarak benimsenmiştir.
Siyasi partilerle ilgili özel hüküm olan Anayasanın 68. maddesinin 4.
fıkrasında, siyasi partilerin tüzük ve programlarının, Devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne, Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı, 14.
maddeyi teyiden tekrarlanmış ve yaptırımı 69. maddenin 5. fıkrasında
"temelli kapatma" olarak belirlenmiştir.
Anayasa, Başlangıç'ın 4709 sayılı Yasadan (Değişik;
3.10.2001 - 4709/1) sonraki metinde de, hiçbir faaliyetin Türk milli
menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esası
karşısında koruma göremeyeceğini belirtmek suretiyle kuralların yorumlanmasına
ışık tutmaktadır. Şu halde, Anayasanın siyasi partilerle ilgili hükümlerinin bu
hukuki çerçeve içinde yorumlanması gerekir. İddianamedeki yorum yöntemi de
budur.
Ön savunmada ileri sürülen diğer bir görüş, 23.7.1995 ve
3.10.2001 tarihlerinde Anayasanın 68. ve 69.maddelerinde yapılan değişiklik
sonucunda Siyasi Partiler Yasasında yer alan kapatma nedenlerinin geçerliliğini
kaybettiğidir.
Bu iddiayı incelemek için önce, Anayasanın 68. ve 69.
maddelerinin kapatmaya ilişkin bölümlerinin iddianamede uygulanması istenen
yasa maddeleri ile sınırlı olarak eski ve
yeni durumlarını karşılaştırmak gerekir.
Anayasanın 68. maddesinin önceki 4.fıkrası, siyasi
partilerin tüzük ve programlarının, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne, insan haklarına, millet egemenliğine, demokratik ve lâik
cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağını belirlemiş, 4121 sayılı Yasa ile
yapılan değişiklikte (Değişik; 23.7.1995/4121/7) bu hususlar aynen muhafaza
edilmiştir. 4709 sayılı Yasayla 3.10.2001 tarihinde Anayasada yapılan
değişiklikte ise, bu maddede değişiklik yapılmamıştır.
Anayasanın 69. maddesinin 5. fıkrasında ise, bir siyasi
partinin tüzüğü ve programının 68. maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı
bulunması halinde, o parti hakkında temelli kapatma kararı verileceği
düzenlenmektedir. Bu maddede, 68. maddenin dördüncü fıkrasına aykırılık
durumunda partinin temelli kapatılması durumu düzenlenmiş olup, 4709 sayılı
Yasa ile yapılan değişiklikle bu fıkra hükmü aynen korunmuştur.
Anayasalar belli bir konuyu düzenleme amacıyla yalnızca
ilke temelinde genel ve soyut hükümler sevk edebilirler. Her konuyu ayrıntıları
ile belirlemek Anayasa tekniği ile bağdaşmaz. Bu düşünceden hareket eden, halen
yürürlükte bulunan 2820 sayılı Siyasi
Partiler Yasası, Anayasanın, siyasi partilerin tüzük ve programlarının
aykırı olamayacağını emrettiği ilkelerine uyulmaması hallerini, yaptırım
niteliğinde olmak üzere birer kapatma sebebi olarak ve Anayasal ilkeleri teyiden
düzenlemiştir. İddianamede davalı parti hakkında uygulanması istenen Siyasi Partiler Yasasının 78. maddesinin
(a) ve (b) bentleri 80. maddesi ve 81. maddesinin (a) ve (b) bentleri
hükümleri, Anayasanın değişik 68. maddesinin 4. fıkrasında, siyasi partilerin
tüzük ve programlarının aykırı olamayacağı kabul edilen ve devletin ve
dolayısıyla Cumhuriyetin varlığını korumaya yönelik, Anayasanın Başlangıç'tan
itibaren pek çok hükmünde tekrarlandığı gibi devletin ülkesi ve ulusuyla
bölünmezliği ve ulusal devlet ilkelerinin değişik cephelerden ortaya konmuş birer belirtisidir, onların
somutlaştırılmış halleridir.
Nitekim, Anayasa Mahkemesi de, 10.7.1992 gün, E.1991/2
(Siyasi Parti-Kapatma) K.1992/1 sayılı kararında, "Siyasi Partiler
Yasasının getirdiği yasaklar, Anayasanın 68. ve 69. maddelerinde yer alan
kapatılma nedenlerinin somutlaştırılması olarak düşünülmelidir. Bu hükümler
"milli devlet niteliğinin korunması" ilkesinin yaptırımladır. Çünkü
Anayasanın 69. maddenin son fıkrasında, siyasi partilerin kuruluş ve
faaliyetleri, denetleme ve kapatılmaları yukarıdaki esaslar dairesinde kanunla
düzenlenir." denilmektedir, şeklindeki görüşüyle sorunu açıklığa
kavuşturmuştur.
Ayrıca, Anayasanın ve Siyasi Partiler Yasasının devletin
ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğini siyasi
partilerin amaç ve çalışmaları yönünden güvence altına alan hükümleri
var olmasa bile, Anayasanın 11. maddesi uyarınca, Başlangıç kısmı ile 2. ve 3. maddelerindeki bölünmezlik temel kuralı
ile bağlı ve sınırlı bulunan bütün siyasi partilerin, ülkenin ya da
ulusun bir bölümünün, var olan bütünlüğünü bozarak ayrılması sonucunu doğrudan
ya da dolaylı olarak meydana getirme olasılığı bulunan her türlü davranıştan,
sözden ve yazıdan kaçınması ve
çalışmalarını bu bütünlüğü daha da pekiştirecek biçimde yürütmesi gerekir.
Siyasi partiler ırk ayrımcılığını ve bunun siyasi ve hukuki sonuçlarını amaç ve
erek olarak benimseyemezler. Tersine davranışları, uluslar arası hukukta da
benimsenen, devletin varlığını güçlendirerek sürdürmek, bağımsızlığına ve
varlığına yönelik tehlikelere karşı önlemler alıp uygulamak yetkisi
çerçevesinde, siyasi partileri de kapsayacak biçimde, alacağı önlemlerle karşılaması devletin doğal hakkı, kamu düzenini
koruma yönünden de görevidir.
Bir an için, Siyasi Partiler Yasasının kapatma sebebi
olarak belirtilen maddelerinin yürürlükte bulunmadığı kabul edilse bile,
Anayasanın Başlangıç'ı, 2. ve 3. maddeleri ile birlikte yorumlanması gereken
68. maddesinin 4. fıkrası ve 69. maddenin 5. fıkrası uyarınca davanın görülmesi
ve sonuçlandırılması yine de mümkündür.
Sonuç olarak; ön savunmadaki usule
ilişkin itirazlara karşı belirttiğimiz bu görüşlere ilaveten, davalı partinin yerinde görülmeyen
savunmalarının reddiyle, iddianamemizde
yasal dayanakları ve gerekçeleriyle açıklandığı üzere, partinin tüzük ve
programının bazı bölümleri Anayasanın Başlangıç kısmı ile 2., 3., 14., 68.maddelerine ve 2820 sayılı Siyasi Partiler
Yasasının 78. maddesinin (a) ve (b) bentlerine, 80.maddesine, 81.
maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırı olduğundan,
Hak ve Özgürlükler Partisinin, Anayasanın 69. maddesinin 5. fıkrası ve
Siyasi Partiler Yasasının 101. maddesinin (a) bendi uyarınca kapatılmasına
karar verilmesi arz ve talep olunur."
IV- DAVALI SİYASİ PARTİNİN ESAS HAKKINDAKİ SAVUNMASI
Hak ve Özgürlükler Partisi'nin 17.9.2002 tarih ve 02-383
sayılı yazı ekinde alınan esas hakkındaki savunmasının, ön savunmanın tekrarı
niteliğinde olmayan kısımlarında; Partiyle ilgili yargılamanın "Duruşmalı
Yargılama" platformunda yapılması gerektiği savunulduktan sonra aşağıdaki
görüşlere yer verilmiştir:
"...Siyasi partilerin sadece, program ve
tüzüklerinin Anayasa'nın 68/4 ve 69/6. maddelerinde yer alan kişiye ve zaman
göre değişebilen, soyut nitelikteki yasaklara aykırı diye kapatılması korkunç
bir hukuksuzluktur. Oysa siyasi partiler, toplumsal sorunlara farklı bakış
açıları, farklı çözümler ve öneriler hatta farklı örgütlenme modeli önerebilirler.
Bireyin ve bireylerin oluşturduğu toplulukların iç dünyasındaki düşüncenin
topluma aktarılmasında, hayata geçirilmesinde
bir araç olan siyasi partilerin, şiddet içeren eylemlerin yönetildiği bir
merkez olduğu kanıtlanmadığı sürece asla kapatılmaması gerekir. Bir
partinin programında beyan ettiği amaçlarından ve niyetlerinden daha farklı
niyet ve amaçlara sahip.olduğunu teraziye vurabilmek,
bu konuda belirli ölçüler ortaya çıkarabilmek için partinin programı/tüzüğü ile
faaliyetlerini ve savunduğu görüşleri karşılaştırmak gerekir.
Bilinen bir genel doğru var. O da
her suçun maddi ve manevi unsurlarının olduğudur.. Hareket olarak ortaya çıkan "eylem" ve
"sonuç" manevi unsurlar birleşmedikçe suçun oluşması olanaklı değildir. Bu nedenle hareketin olmadığı
bir yerde sadece program ya da tüzükten hareketle, bunların yorumlanması
suretiyle bir suçun varlığına karar verilemez. Dolayısıyla, henüz siyasi alanda
yerini almadan, parti programında yer alan ifadelerden dolayı. Anayasa Mahkemesi
tarafından kapatılması karar verilen TBKP'nin AİHM'nde görülen davasında:
"Bir partiyi programı ile yargılamak, amacını yargılamak olarak",
tanımlamıştır. Zira soyut olup, eylemle onaya konulacak olan, Anayasa'da ve
SPK'da getirilen yasakları 'ihlal kastı' ispatlanamayacaktır. Partiyi programı
ile yargılamak, aslında TBKP'nin bu alandaki amacını da yargılamaktır.
Belirtildiği gibi, bir partinin programında beyan ettiği amaçlardan ve
niyetlerinden daha farklı amaç ve niyetlere sahip olduğunu gizleyebileceği gözden
ırak tutulamaz. Partinin amaç ve
niyetlerini gizlemediğini doğrulamak için partinin programı ile faaliyetleri ve
savunduğu görüşlerin karşılaştırılması zorunludur. Bu davada ise, TBKP'nin kuruluşundan
hemen sonra kapatılması herhangi bir faaliyette bulunmak için zamanının dahi bulunmaması nedeniyle TBKP'nin programı
pratikteki bir faaliyeti ile yalanlanamaz."(AİHM TBKP karan, insan hakları
kararlar belgesi, İstanbul Barosu yayınları, İstanbul 1998, cilt 11, sayfa
395).
Aynı kararda şu hususlarda vurgulanmıştır "...
Mahkemenin defalarca söylediği gibi çoğulculuk olmadan, demokrasi de olmaz. Bu
nedenle 10. madde ile düzenlenen ifade özgürlüğü
2. fıkradaki sınırlara tabi olarak sadece lehte olduğu kabul edilen veya
zararsız veya ilgilenmeye değmez görülen 'haber' ya da 'düşünceler' için
değil; aleyhe olan, çarpıcı gelen veya rahatsız eden haber ve düşüncelere de
uygulanır. İfade özgürlüğünün topluca kullanılması
siyasi parti faaliyetlerinin bir kısmını oluşturması kendiliğinden, sözleşmenin
10 ve 11. maddesinin sağladığı korumadan yararlanma hakkı verir. Mahkeme
Informations Verein Lentia ve diğerleri Avusturya kararında devleti çoğulculuk
ilkesinin garantörü olarak tanımlamıştır. Bu sorumluluğun siyasi alandaki
anlamı, devletin, diğerlerinin yanısıra 1. protokolün 3. maddesine uygun olarak
yasama meclisinin seçimi konusunda halkın düşüncesini özgürce ifade
edebileceği, şartların yerine getirildiği bir ortamda, makul aralıklarla ve
gizli oyla özgür seçimlerin yapılmasını sağlamakla yükümlü olmasıdır. Ülke nüfusu içinde bulunan farklı düşünceleri temsil
eden, siyasi partilerin çoğulculuğu içinde yer alamayan bu tür ifadenin varlığı
düşünülemez". (AİHM, TBKP Türkiye karan, İnsan Haklan Kararları Derlemesi,
İstanbul Barosu Yayınları, İst.1998, cilt 2. sayfa 385).
...03.08.2002 günü, 4771 Nolu Kanun'un 8. maddesiyle, "...Türk
vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılabilir"
hükmü,
Aynı Kanun'un 11. maddesiyle,
14.10.1983 tarih ve 2923 sayılı Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi Kanununun adının, "Yabancı Dil Eğitimi ve
Öğretimi ile Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve
Lehçelerinin Öğrenilmesi Hakkında Kanun" şeklinde değiştirilmiştir. Kanunun bu
ilgili hükümleri tümüyle ve kanununu onaylanmasından sonra gündeme gelen öneri, eleştiri ve yönetmenliklerin
hazırlanmasındaki görüşler çerçevesinde incelendiği zaman ortaya çıkan çok çıplak gerçekler vardır. Bu
gerçekleri sıralarsak: 1- Türkiye'de Türk dilinden başka diller ve dillerin
lehçeleri de vardır. Bu diller ve lehçeler, yaşayan, ağırlığı olan diller ve
lehçelerdir. Bu dilleri somutlaştırırsak: Başta ve ağırlıkla Kürt dili olmak
üzere, Çerkez dili, Gürcü dili ve diğer etnik grupların dilleridir. 2- Bugüne
dek bu dillerden yayın (Gazete, TV, Radyo), eğitim ve öğrenim resmi bir
şekilde yapılamıyordu; bundan sonra bu dillerden de resmi bir konsept içinde
öğrenim ve yayın yapılabilecektir.
....Türkiye'de on yıllardır, Kürtlerin, Kürt dili, kültürünün
varolmadığı resmi bir anlayış olarak benimsenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin
yapısı tek etnik/ulusal topluluğa göre yapılandırılmıştır, çözümler ona göre
yapılmıştır. Yönetimde, siyasal, sosyal yaşamda temsil (daha doğrusu
temsilsizlik) bu temel üzerinde yükselmiştir. Bu da, antidemokratik,
otoriter/totaliter bir yapılanmaya yol açmıştır. T.C Devletinin kuruluşundan
somaki dönemlerde sık-sık olduğu gibi, son yaşadığımız aşamada da bu resmi
anlayıştan hareketle sonuçlara varılmıştır. Partimiz hakkında açılmış dava da,
bu anlayışın, felsefenin, resmi yaklaşımın ve yapılanmanın bir ürünüdür.
"AB Uyum Yasaları"nın
ilgili hükümleri, Kürtlerin ve Kürt dilinin varlığım kabul etmekle, bu resmi anlayışı dışlamış;
yanlışlığını, gerçek dişiliğim ortaya çıkarmıştır. Ayrıca, tüm dillerden ve
lehçelerden, Kürtçe'den de yayın ve öğrenim yapılabilineceğini
kanunlaştırmıştır.
Bu durum karşısından, partimizin, Kürtlerden
bahsetmekle, bir azınlık yarattığı, bununla devletin ve milletin
tekliği-bölünmezliğine zarar verdiği/karşı olduğu savının ileri sürülmesinin,
hukuken kabul edilmesi olanaksızdır. Zaten daha önceki bölümlerde de
belirttiğimiz gibi, partimizin Türkiye'nin birlik ve bütünlüğüyle bir sorunu
sözkonusu değil. Partimiz sadece birlik ve bütünlük kavramlarını yeni bir
içerikle tanımlamakta, Kürt sorununun çözümünü istemekte, Kürt sorununun
çözümünün Türkiye'yi geliştireceğini, büyümesine yol açacağını savunmaktadır.
"AB Uyum yasaları"nın da ortaya çıkardığı
kesin bir sonuç var ki; bugüne dek, hukuksal, siyasal, sosyal, kültürel,
felsefe alanında kullanılan bazı kavramların yeni içeriklerle ele alınmasının
kaçınılmazlığıdır. Yani bundan böyle, Türkiye'de ulus, iktidar, kültür, birlik-bütünlük kavramları çoğulcu bir yaklaşımla ve çok
renklilikle tanımlanmak zorundadır.
Özetle "AB Uyum Yasaları",Türkiye'de Türkler
dışında Kürtler ve diğer etnik grupların yaşamakta
olduğunu tescil etmektedir. Türkçe dışında, Kürtçe ve diğer diller söz
konusudur. Bu nedenle, sadece Türkçe ile yayın ve öğrenim yapılmayacak;
Kürtçe ve diğer dillerden de yayın ve öğrenim yapılacaktır.
Bu gerçeklik, yeni bir sosyal denklemi ve Türkiye'nin
yeniden tanımlanmasını ifade etmektedir. Mahkemenizin bu yeni denklem ve
Türkiye tanımlaması karşısında, partimiz hakkında
açılan kapatma davasını usul ve esastan ele almayacağım düşünmekteyiz.
...TC Devletinin benimsediği
batılı demokratik rejimde, siyasal partilerin büyük bir rolü vardır. Denilebilir ki, dokunulmazlığı olan canlı sosyal
kurumlardan biridir. Siyasal partilerin bu rolü, teknik bir rol değil, halkın
temsili rolüdür. Bu nedenle. Siyasal Partiler sorununda hassas ve dengeli bir
hukuk sistemi söz konusudur. Siyasal partilerin bu hassas ve dengeli hukuk
sisteminde, siyasal partilerin yaşamlarına son verilmesi alabildiğince
zorlaştırılmıştır. AB'ye üye olma iddiası taşıyan Türkiye'de de anlayış,
felsefe, psikoloji ve hukuk açısından, siyasal partilerin kapatılmasının
alabildiğince zorlaştırılması eğilimi güçlenmektedir. Bu eğilimin sonucudur ki,
Anayasa'da, yetersiz de olsa değişiklik yapılması ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
...03.08.2002 Tarihli 4771 Nolu "AB'ye Uyum Yasası
--3, Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun" da,
örgütlenme, düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırlarını genişleten, AB hukuk
standartlarında bir özgürlük alanını yaratmak isteyen bir gelişme söz
konusudur.
İlgili Kanununun 2. maddesinin A fıkrasında Türk Ceza
Kanununun 159 uncu maddesinde yapılan değişiklik; 3. maddenin 6.10.1983 tarihli
ve 2908 Sayılı Dernekler Yasasında yaptığı değişiklikler; 5.6.1935 tarihli ve
2762 Sayılı Vakıflar Kanununun 1. maddesinde Cemaat Vakıfların taşınmaz mal
edinebilmeleri ve taşınmaz mallar üzerinde tasarrufta bulunabilmeleri
hakkındaki hükümler; 5. maddede 6.10.1983 tarih ve 2911 sayılı Toplantı ve
Gösteri Yürüyüşleri Kanununun 3. maddesinin ikinci fıkrası ve 10.
maddelerindeki değişiklikler; 9. maddesindeki 15.7.1950 tarihli ve 5680 sayılı
Basın Kanunu'nda yapılan değişiklikler; örgütlenme, düşünce ve ifade
özgürlükleri alanlarındaki iyileştirmelerdir.
Mahkemenizin, partimiz hakkındaki davayı görüşürken bu
değişiklikleri gözeteceğinden şüphe duymuyoruz.
Bu değişikliklerin, Yargıtay Başsavcısının düşünce ve
ifade özgürlüğünü dar çerçevede ve demokratik hukuk kurallarına uygun olmayan
yorumlarını dışlamakta olduğu da bir gerçektir.
Yargıtay Başsavcısının bu dar düşünce ve ifade özgürlüğü
alanındaki yorumu, kaçınılmaz olarak
partimiz hakkında kapatma davasının açılması kanaatini geliştirmiştir. Bu
yaklaşımın, demokratikleşme, Türkiye'nin AB hukuk standartlarına
uyumluluğu açısından büyük bir tehlike oluşturduğu da ortadadır.
Yüksek Mahkemenizin, "AB Uyum Yasaları"
çerçevesinde ortaya çıkan bu hayati gelişmeyi de
gözeterek, partimiz hakkındaki davaya esastan bakılmayacağına karar vermesini
talep etmekteyiz.
...Bölge, tek merkezli devletlerde ortaya çıkan bir idari
birimdir. Birinci özelliği il-üstü bir kademe
olmasıysa; ikinci özelliği bir devlet olmamasıdır. Bu anlamda federe devletler
siyasal bölgelere (Örneğin İspanyol Özerk Topluluklarına) çok benzemekle
birlikte bölge niteliğinde değildir. Üçüncü olarak bölgenin en az ölçütü
onun hukuki ve idari bir varlık olarak tanınmasıdır. Bu tüzel kişilik anlamına
gelmez. Fakat basit hukuki tanımadan tüzelkişiliğe sahip olmaya ve nihayet;
kendi halkıyla, yasama organıyla siyasal tanımaya varan geniş yelpazede bölge
kavramı çok değişik biçimler gösterebilir. Bölge ile federe devlet, bu ikisi
ayrı tarihsel ve doktriner kaynaklara sahiptir.
Ülke içinde bölgelerarası ekonomik
büyümenin orantısızlığı bölgeselleşmenin önemli bir itici gücüdür. Gelişmiş ve azgelişmiş bölgelerin merkezi
iktidardan istemlerinin taban tabana zıtlığı pek çok kez değişik ekonomik
planlama ve politikalarını gerektirmektedir. Nitekim İspanya'nın ve İtalya'nın
güneyi, Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğusu merkezileşme süreci içinde ekonomik
kalkınmadan yeterince yararlanamamış bölgelerdir. Bu açıdan bölgeselleşmenin etik temelinin/amacının dağıtıcı
adaleti sağlamak olduğu söylenebilir. Bu biçimde gelişmede denklik ve
daha adil bir paylaşım mekanizması kurulmak istenmiştir. Türkiye'de GAP Bölge
Kalkınma İdaresi ekonomik nedene dayalı bölgeselleşmenin bir örneği olarak
nitelendirilebilir.
İç güvenlik pek çok kez il üstü güvenlik belgelerinin
kuruluşuna yol açmaktadır. Bunun örnekleri bakımdan Türkiye zengin bir geçmişe
sahiptir. Geçmişin Umumi Müfettişlik uygulaması
günümüzde güvenlik bölgesinin ortaya çıkışma yol açan Olağanüstü Hal Bölge
Valiliği ve Olağanüstü Hal Hukuku güvenlik gereksinimine dayana bölgeselleşmenin
önemli örnekleridir. Güvenlik gereksinimi Fransa'da da bölgeselleşmenin
dayandığı iki temel gerekçeden bir tanesidir. 1941 Fransa'nın güvenlik amaçlı
bölgeselleşmesi, 1944 yılının hükümet
komiserliği uygulaması, 1947 yılının ağır grevlerinin ardından İdarenin
Olağanüstü Görevli Genel Müfettişliklerin kurulması güvenlik
gereksinimine dayalı bölgeselleşme örnekleridir.
Bölgeselleşmede temel siyasal neden, merkezi devlet
yapısının siyasal bir yetersizlik durumu ile
karşı karşıya kalmasıdır. Merkezi devlette görülen tıkanma ve etkisizleşme
olgusu siyasal iktidarın kullanımına
daha geniş katılımı gerektiren bir özerklik gereksinimini doğurmaktadır. Bu durum, yerel güçlerin, ulusal planlamaya daha
etkin müdahalelerini mümkün kılmaktadır. Bu açıdan bölgeselleşme, ulusal
devlete sorunların çözümünde yardımcı olacaktır. Bu durum Büyük
Britanya'da yetkilerin devri eğiliminin ve Mitterand iktidarından bu yana
bölgesel yerinden yönetimin siyasal nedenleridir. Çok farklı olmakla birlikte
her iki durumda da merkeziyetçi ve
bürokratik devletin işlevlerini, iç siyasal düzlemde de olsa hafifletme iradesi
gözlemlenmektedir.
Kimi ülkelerde bölgeselleşmenin ağırlıklı nedenleri
arasında kültürel ve dilsel öğeler bulunmaktadır. Belçika'nın Valon, Flaman ve
Alman kültürel topluluktan gibi, İspanya'nın Bask ve Katalonya Özerk
Toplulukları gibi.
Bu nedenlere, Avrupa bütünleşmesi sürecinin getirdiği
gerekçeleri de eklenebilir. Avrupa Birliği'nin
bölgeler politikası ulusal devletlerin yanında bölgesel birimlerin yeni ve daha
etkin bir muhatap olmalarını yaratmaktadır. Başka bir anlatımla
yurttaşlara uzak ulusal devletler yerine veya onlarla birlikte, yurttaşlara
daha yakın bölgesel birimler muhatap olma durumundadır.
Bölgeselleşme, Plan-Program Bölgeleri ve Ekonomik
Bölgeselleşme, idari bölge, siyasal bölge, kültürel bölge modelleri şeklinde
ortaya çıkabilir.
1961 ve 1982 Anayasalarının 129.
Maddesi ve 126/3 maddesi plan bölgeler modelinin geniş bir dayanağıdır. Portekiz Anayasası da plan bölgelerini
öngörür. İdari bölge Modeli, iki yönlü
işlev görür. Hem genel yönetim hizmetlerinin görüldüğü bir idari çevredir ve
buna bağlı olarak, yetki genişliği veya planlama gibi esasları da
içerir; hem de yerel topluluğun idari özerkliğinin
tanındığı bir yerel yönetimdir. Siyasal bölge modeli, siyasal yetkilere
sahip ve genellikle hukuki değer yönünden ya anayasaya eşit (İtalya'da
birinci derece 5 bölgenin statüsü, ya
anayasayla yasa arasında yer alan (İspanya'da bütün bölge statüleri) yasa, ya
da yasalarla eşdüzeyde olmakla birlikte (İtalyan ikinci derece bölgeleri) gerek
hazırlanma, gerek kabul, gerekse değiştirme yönünden istisnai kurallara
bağlı olan statülerle kurulan ve yetkilerini de Anayasa, statü ve yasaların
belirlediği ve kural olarak organları seçimle gelen bölge modelidir. Kültürel bölge modeli, çok kültürlü, çok dilli,
çok dinli toplumlarda görülen bir bölgeselleşme tipidir. Federalizm
öncesi Belçika'nın iki düzeyli bölgeselleşmesinde (kültürel bölge/coğrafi ve ekonomik bölge) kültürel bölgeler bu tipte
bölgelerdir ve bunların, kültürel alanda normatif iktidarı vardır. Bu bölgeler
temelde kültürel bir ölçütle tanımlansa da yersel bir öğe içerir. Çünkü,
örneğin Valon Kültür Konseyi'nin yasaları sadece Valon bölgesinde ve Brüksel'in Fransızca konuşulan kantonlarında
geçerliydi."
Esas savunmanın "AB Uyum Yasaları" Ve Aihm'nin Kararlarının Uygulanması" başlıklı kısmında ise AB Uyum Yasaları ile
AİHM'nin kararlarının uygulanmasına yeni bir çerçeve kazandırıldığı, yenilikçi
ve bağlayıcı bir değişiklikle 4.4.1929 tarihli ve 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri
Usulü Kanunu'nun 327. maddesine bir ekleme yapılarak AİHM ihlal kararlarının
yargılamanın yenilenmesi sebebi sayıldığı hatırlatılarak, Anayasa Mahkemesinin
bu değişikliği de göz önüne alarak, sonuca varacağından şüphe duyulmadığı ifade
edilmiştir. Sonuç ve istem kısmında ise,
"Yüksek Mahkemeniz, esas hakkındaki savunmamızı,
program ve tüzüğümüzü incelediği zaman, partimizin bütünlüklü düşüncesiyle
Türkiye'yi yeniden yapılandırmak konumunda olduğunu rahatlıkla tespit
edecektir. Ayrıca Partimizin kuruluş sürecinin, ana belgeleri olan tüzük ve
programının da Anayasamıza ve diğer ilgili yasalara uygunluk, uyumluluk
gösterdiği görülecektir. Sayın Yargıtay Başsavcısı'nın da iddia ve
taleplerinde, hukukun üstünlüğü ilkesi, kanunlar sosyoloji ve siyaset bilimi;
Türkiye'nin AB üyesi olması halinde kazanacağı yeni çerçeve, hukuk
mevzuatındaki köklü değişik ve genel demokratikleşme açısından haksız olduğunu
saptayacaktır.
Yüksek Mahkemenizin, Ön savunmamızda ileri sürdüğümüz
temel görüşlerimizle sentezleşen ve AB Uyum Yasalarını kesinlikle göz önüne
alan "Esas Hakkındaki Savunma"mızdaki görüşleri inceleyerek;
belirtmediğimiz fakat mahkemenizin res'en gözeteceği konuları gözeterek:
Partimiz hakkındaki açılmış olan kapatma davasının usul ve esas açısından
görülmez olduğuna karar vermesini, siyasi partileri kapatma ayıbına ve antidemokratikliğine
son vermesini arz ve talep etmekteyiz. Mahkemenizin bu kararı, Türkiye
demokrasisinin kalitesinin yükseltilmesine ayrıca hizmet edecek,
demokratikleşmeye ivme kazandıracaktır" denilmek suretiyle esas hakkında
savunma noktalanmıştır.
V- YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCISI'NIN SÖZLÜ AÇIKLAMASI
İLE DAVALI PARTİ TEMSİLCİLERİNİN SÖZLÜ SAVUNMALARI
Anayasa Mahkemesinin Çalışma ve Yargılama Usûlü'nü
belirleyen Anayasa'nın 149. maddesinin son fıkrası uyarınca Anayasa Mahkemesi,
31.10.2002 tarihinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının sözlü açıklamasını,
7.11.2002 tarihinde ise davalı siyasî parti temsilcilerinin sözlü savunmalarını
dinlemiştir.
A- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın Sözlü Açıklaması
Başsavcının sözlü açıklaması şöyledir:
"Siyasî partiler, belli siyasal düşünce ve amaçlar
çerçevesinde birleşen yurttaşların özgürce kurdukları ve özgürce katılıp
ayrılabildikleri kuruluşlardır. Kamuoyunun oluşmasında diğer kurumlardan daha
değişik etkisi bulunan siyasal partiler, yurttaşların istem ve özlemlerinin
gerçekleşmesine çalışan ve siyasal katılımı somutlaştıran hukuksal yapılardır.
Tüzük ve programları doğrultusundaki çalışmalarıyla ulusal iradenin
oluşmasındaki rol ve görevleri nedeniyle siyasal partilerin demokratik siyasal
yaşamdaki önemleri tartışmasızdır.
Siyasî partilere ilişkin Anayasa kuralları
incelendiğinde, Anayasa Koyucunun bu konuya özel önem ve değer vermiş olduğu
açıkça görülmektedir. Anayasa, temel ilke olarak siyasal partilerin kuruluş ve
çalışmalarının özgürlük içinde olması gerektiğini öngörmektedir.
Anayasanın 68 inci maddesinin birinci fıkrasında
"vatandaşlar, siyasî parti kurma ve usulüne göre partilere girme ve
partilerden ayrılma hakkına sahiptir" ilkesine yer verilerek, ikinci
fıkrasında "siyasî partiler demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez
unsurlarıdır" denildikten sonra, üçüncü fıkrasında da "siyasî
partiler önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa ve kanun hükümleri
içerisinde faaliyetlerini sürdürürler" hükmü öngörülmüştür.
Siyasî partilerin, demokratik siyasî yaşamın vazgeçilmez
öğeleri olmaları, devlet örgütü ve kamu hizmetleriyle yoğun ilişki içinde
bulunmaları onların her istediklerini yapabilecekleri anlamına gelmez. Siyasî
partilerin baskı ve engellerden uzak kalmasını sağlamaya yönelik kurulma ve
çalışma özgürlüğü, Anayasa ve bu alam düzenleyen yasalarla sınırlıdır. Bu
belirleme, aynı zamanda demokratik hukuk devleti olmanın da bir gereğidir.
Nitekim, Anayasanın 2 nci maddesinde "Türkiye
Cumhuriyeti, demokratik bir hukuk devletidir" denilmektedir. Hukuk devleti
de, her şeyden önce hukukun üstünlüğünü kabul eden ve koruyan devlettir. Siyasî
partilerin uyacakları esasların Anayasada yer alması, çalışmaların Anayasa ve
yasa kurallarına uygunluğunun özel biçimde denetlenmesi, onların olağan bir
dernek sayılmadıklarını, demokratik yaşamın vazgeçilmez öğesi olduklarını doğrulamaktadır.
Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasında
"Siyasî partilerin tüzük ve programları, devletin bağımsızlığına, ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine
aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik
edemez" diye belirttikten sonra; 69 uncu maddesinin beşinci fıkrasında da
"Bir siyasî partinin tüzüğü ve programının, 68 inci maddenin dördüncü
fıkrası hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı
verilir."
Dördüncü fıkrasında ise "Siyasî partilerin
kapatılması, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının açacağı dava üzerine Anayasa
Mahkemesince kesin olarak karara bağlanır" denilmiştir.
Görülüyor ki, devlet yönetimindeki etkinlikleri ve
ulusal iradenin gerçekleşmesinde başlıca araç oluşları nedeniyle, Anayasa
Koyucu, siyasî partileri öteki tüzelkişilerden farklı görerek temelli kapatılma
nedenlerini Anayasada özel biçimde düzenlemiştir.
Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan partilerin,
sosyal ve siyasal yaşamdaki etkileri ve ulusal iradenin gerçekleşmesindeki
rolleri nedeniyle. Anayasa Koyucu, onları öteki tüzelkişilerden farklı tutarak,
kurulmalarını, çalışmalarında uyacakları esasları ve kapatılmalarında izlenecek
yöntem ve kuralları özel olarak belirlemekle kalmamış, Anayasanın 69 uncu
maddesinin son fıkrasında, çalışma, denetleme ve kapatılmalarının Anayasada
belirlenen ilkeler çerçevesinde çıkarılacak bir yasayla düzenlenmesini de
öngörmüştür.
Anayasanın anılan buyurucu kuralı uyarınca çıkarılan
2820 sayılı Siyasî Partiler Yasasında, siyasî partilerin kuruluşlarından
başlayarak, çalışmaları, denetimleri, kapatılmaları konularında belirli bir
sistem içerisinde çok ayrıntılı kurallar getirilmiştir. Getirilen sistemde
Anayasada yer alan yasaklara uymayan siyasal partilerin, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığınca izleneceği ve gerektiğinde kapatılmaları için Anayasa
Mahkemesinde dava açılacağı öngörülmüştür.
Davalı Hak ve Özgürlükler Partisi, gerekli bildiri ve
belgeleri 11.2.2002 günü İçişleri Bakanlığına vermesiyle Siyasî Partiler
Yasasının 8 inci maddesine göre tüzelkişilik kazanmıştır. Kuruluş bildiri ve
eklerinin anılan bakanlıkça Cumhuriyet Başsavcılığımıza gönderilmesini takiben,
Anayasanın ve Siyasî Partiler Yasasının yüklediği görev ve verdiği yetki
kapsamında, davalı partinin tüzük ve programı, Anayasa ve Siyasî Partiler
Yasası hükümlerine uygun olup olmadığı incelenmiş, tüzük ve programının bazı
bölümlerinin Anayasa ve Siyasî Partiler Yasasına aykırılıklar oluşturduğu
saptanmıştır.
Bu nedenle, 14.3.2002 tarihli iddianamede, tüzük ve
programın hangi bölümlerinin Anayasanın ve Siyasî Partiler Yasasının hangi
maddelerine aykırılıklar oluşturduğu, ayrıntılı bir biçimde, yasal dayanakları
ve gerekçeleriyle açıklanarak, davalı parti hakkında Yüksek Mahkemenize temelli
kapatma davası açılmıştır. Mahkemenizce gönderilen davalı partinin ön savunması
yazısı üzerine, 19.6.2002 tarihli esas hakkındaki görüşümüzde de, 23.7.95 ve
3.10.2001 tarihlerinde yapılan anayasa değişikliklerinin, parti kapatma davalarına
ilişkin hükümleriyle, Siyasî Partiler Yasasının parti kapatmaya ilişkin söz
konusu bu davayla ilgili kuralları tek tek ele alınarak irdelenmiştir.
Davalı partinin tüzüğü ve programında yer alan kapatma
isteminin nedenleri olarak belirlenen iddianamemizin ilgili kısmında yazılı
bölümlerinin öncelikle Anayasa ve Siyasî Partiler Yasasında kurala bağlanan
devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün bozulması amacına yönelik
olup olmadığının tartışılıp irdelenmesi gerekmektedir.
Davalı parti tüzüğünün 3 üncü maddesi "Partinin
amacı" başlığını taşımaktadır. Tüzüğün bu maddesinde, tekçi, otoriter
devlet yapısında ısrar eden Türkiye'yi, ademi merkeziyetçi tarzında yeniden
yapılandırma ve Kürt sorununu hak eşitliği temelinde toplumsal uzlaşmayla çözme
hedeflerinin Anayasaya uygunluğu sorunu. Anayasanın 3 üncü maddesinde
belirlenen ve 4 üncü maddesiyle de değiştirilemezlik güvencesiyle donatılan
devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesinin anayasal düzen içindeki
yeriyle yakından ilgilidir.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ülkesi ve ulusuyla
bölünmez bütünlüğü ve bunu pekiştiren ortak dil, kültür, eğitim ve Türk
milliyetçiliği kavramları, hukuksal ve siyasal olduğu kadar, tarihsel ve sosyal
gerçeklere dayanmaktadır. Anayasanın en temel ilkesi olan devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmezliği ilkesi Anayasanın birçok maddesinde özellikle
vurgulanmış, 5 inci maddede, Türk Milletinin bağımsızlığı ve bütünlüğüyle,
ülkenin bölünmezliğini korumak, devletin temel amaç ve görevleri arasında
gösterilmiştir
Ülke, ulus bütünlüğünü korumak için, temel hak ve
özgürlüklerin kısıtlanabileceği kabul edilmiş, aynı amaçla basın özgürlüğüne
özel sınırlamalar getirilmiş, gençlerin bu anlayış doğrultusunda yetişme ve
gelişmelerini sağlayıcı önlemler alınması devlete özel olarak görev biçiminde
verilmiş; bilimsel araştırma ve yayında bulunma yetkisinin, devletin varlığı ve
bağımsızlığıyla, ulusun ve ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliğine karşı kullanılamayacağı
belirtilmiş, birlik ve bütünlüğe karşı işlenecek suçlar için özel mahkemelerin
kurulması öngörülmüş, aynı konu Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ve
Cumhurbaşkanı yeminlerinin temel öğelerinden birini oluşturmuştur.
Anılan ilke, son anayasa değişikliğinde de, hem
Anayasanın temel hak ve özgürlüklerinin kötüye kullanılamayacağına ilişkin 14
üncü maddesinde korunmuş hem de düşünceyi açıklama özgürlüğüne ilişkin bir özel
sınırlama nedeni olarak Anayasanın 26 ncı maddesinin ikinci fıkrasına
eklenmiştir.
Siyasî partilerle ilgili Anayasanın 68 inci maddesinin
dördüncü fıkrası, siyasî partilerin tüzük ve programlarıyla eylemlerinin
belirli anayasal ilke ve değerlere aykırı olamayacaklarını düzenlemektedir;,
bunların arasında devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü de yer
almaktadır. Anayasanın 69 uncu maddesinin beşinci fıkrası, 68 inci maddenin
dördüncü fıkrasına gönderme yaparak, tüzük ve programları devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı bulunan partilerin temelli
kapatılacağını düzenlemektedir. Anayasada korunan bu ilke Siyasî Partiler
Yasasıyla somutlaştırılmıştır.
Siyasî Partiler Yasasının 78 inci maddesinin (a)
bendinde, demokratik devlet düzeninin korunmasına ilişkin yasaklar kapsamında,
bölünmez bütünlük esasının değiştirilmesi yasaklanmaktadır. Aynı madde
çerçevesinde dil, ırk, renk, din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair herhangi
bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayalı bir devlet düzeni kurmak da yasaklanmıştır.
Görülüyor ki, siyasî partilerin, devletin ülkesi ve
ulusuyla bölünmez bütünlüğü yanında, devlet dilinin Türkçe olduğuna dair
-Anayasanın 3 üncü maddesinin birinci fıkrası, devlet dilinin Türkçe olduğu
hükmünü taşımaktadır -kuralı da değiştirme amacını güdemeyecekleri ve bu yolda
faaliyette bulunamayacakları yasada açıkça belirtilmiştir.
Yüksek Mahkemenizin 26.2.99 gün (siyasî parti kapatma)
esas 97/2 karar 99 sayılı kararlarında da belirtildiği gibi, Anayasa ve Siyasî
Partiler Yasası da, Türk sözcüğü etnik kökenine bakılmaksızın Türkiye
Cumhuriyetine yurttaşlık, vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi ifade
etmektedir.
Siyasî Partiler Yasasının 78 inci maddesinin (b)
bendinde ise, siyasî partilerin bölge ve ırk esasına dayandırılamayacakları
belirtilmektedir. Buna göre, siyasî partiler, belli bir ırka, etnik kökene
mensup olanların partisi olduklarını iddia edemezler.
Davalı parti ise, Kürt sorununun çözümüne, parti tüzüğünün
amaç maddesinde ve programının merkezinde yer vermiştir. Ayrıca, Kürt
kökenlilerin varlık ve kültürleri öne çıkarılmıştır. Parti tüzüğünde ve
programında Kürt sorunu, Türkiye'nin temel sorunu olarak tanımlanmıştır. Bu
anlayış, Türkler ve Kürtler ayırımını, ayrı bir Kürt ulusunun varlığının kabul
edilerek vatandaşlık bilinç ve beraberliğini temel alan ulus kavramının reddini
içermektedir.
Açıklanan nedenlerle, davalı partinin tüzük ve
programında "Türkler ve Kürtler" biçiminde bir ayırım yapılması, ulus
bütünlüğü içerisinde etnik kimliği olan, sorunları yadsınan ve baskı altında
bulunan bir Kürt ulusunun bulunduğunun ileri sürülmesi. Siyasî Partiler
Yasasının 78 inci maddesinin (a) ve (b) bentlerinde belirtilen devletin ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve siyasî partilerin ırk esasına
dayanamayacakları ilkelerine; ayrıca. Siyasî Partiler Yasasının 101 inci
maddesinin (a) bendindeki bir siyasî partinin tüzük ve programının devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı olamayacağı ilkesine de
aykırılık oluşturduğu sonucuna varılmıştır. Yüksek Mahkemenizin de, 26.2.99 gün
ve 97/2, 99/1 sayılı kararında bu görüşte olduğu açıkça vurgulanmaktadır.
Davalı partinin programında, Türkiye'de merkezî
hükümetin yerel sorunlara seyirci kaldığından, bu duyarsızlığın çarpık
kentleşme sorununu doğurduğundan söz edilerek, devletin demokratikleşmesi,
politik, yönetsel demokratik katılımın ve çoğulculuğun sağlanabilmesi, hizmetin
hızlandırılması için öncelikle merkezî devletin yerel yönetimler üzerindeki
vesayetinin kaldırılacağı; toplumun kendisini yönetenleri doğrudan seçebilmesi;
yönetimleri ve yönetenleri denetleyebilmesinin sağlanacağı; merkezî idare
küçülürken yerel yönetimlerin kendi alanlarında daha çok söz sahibi olacağı;
belediye ve il genel meclisleri temsilcilerinden yerel bölge meclisleri
oluşturulacağı; bu anlayışa uygun olarak vali, emniyet müdürü, kaymakam gibi
yöneticilerin seçimle gelmelerinin sağlanacağı; eğitim, sağlık, iş güvenlik ve
vergi gibi konuların özerk yerel yönetimlere bırakılacağı belirtilmektedir.
Davalı partinin bu görüş ve hedefleri, Kürt sorununun
çözümü için bir çare olarak öngördüğü ve gerçekleştirmeyi misyon olarak
benimsediği idarî ademi merkeziyetçi sistem çerçevesinde devletin idarî
bölgeler şeklinde yapılandırılması biçiminde belirtilen amaçla birlikte
düşünülmeli ve değerlendirilmelidir.
Anayasa, özerk bölge, özerk yönetim birimi ya da
federasyon gibi yapılanmalara bilinçli olarak yer vermemiştir. Ulusun tümüne
ait en üstün kudret olan egemenliğin, federe devletler veya özerk bölgeler
tarafından paylaşılması, ülke bütünlüğünün sadece siyasal sınırların korunması
biçiminde anlaşılması, merkeziyetçi olmayan idarî yapılanmaların ülke bütünlüğünü
bozucu nitelikte görülmemesi kabul edilemez.
Yüksek Mahkemenizin 18.8.93 gün 1-1 sayılı kararında da
değinildiği gibi, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğü kuralı,
azınlık yaratamamasını, bölgecilik ve ırkçılık yapılmamasını ve eşitlik
ilkesinin korunmasını içermektedir. Egemenlik ve devlet kavramlarının ulus
kavramıyla bütünleşmesi, devletin herhangi bir kökenden gelenlerle ya da
herhangi bir toplumsal sınıfla özdeşleştirilmesine engeldir. Bunun nedeni,
ulusun çeşitli toplumsal sınıflardan oluşmasına karşın sınıflarüstü bir kavram
olmasıdır. Bunun için egemenliğin kullanılmasından alıkoyan ve egemenliği bölen
düzenlemeler, bölünmez bütünlük ve tekil devlet ilkesine ters düşer.
Davalı siyasî partinin programında, devletin yeniden
yapılandırılması adı akında önerdiği idarî bölgeler ve egemenlik sahibi özerk
bölgeler modelleriyle Siyasî Partiler Yasasının 78/b ve 80 maddelerine aykırı
olarak devletin tekliği ilkesinin değiştirilmesi amacının güdüldüğü anlaşılmaktadır.
Siyasî Partiler Yasasının ulus bütünlüğü ilkesinin güçlendirilerek
tekrarlanması niteliğindeki hükümlerinden biri olan "azınlıklar
yaratılmasının önlenmesi" başlıklı 81 inci maddesinin (a) bendinde, siyasî
partilerin millî ya da dinî kültür, mezhep, ırk ya da dil ayırımına dayanan
azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyecekleri öngörülmüştür. Lozan Barış
Antlaşması kapsamında bulunan azınlıklar bundan ayrıktır. Maddenin (b) bendinde
ise, Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak ve geliştirmek
veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak
millet bütünlüğünün bozulması amacını gütmek, siyasî partiler açısından
yasaklanmıştır.
Yasayla, ülkedeki etnik grupların dil ve kültürleri
yasaklanmamıştır. Çeşitli kökenlerden gelen yurttaşlar, kendi dil ve
kültürlerine sahip bulunmakta, onları geliştirmektedir. Tarihi, dini, gelenek
ve görenekleri aynı olan, kültürleri güçlü biçimde ulusal kültürde yerini alan
bir topluluğun bireyleri arasında ayırımcılık yaratacak düzeyde kültür ayrılığı
olduğunu ileri sürmek ve ortak ulusal kültürü yadsıyıp dışlamak gerçeklerle
bağdaşmaz.
Parti tüzüğünün 3 üncü maddesinde "partinin
amacı" bölümünde, Kürt sorununu hak eşitliği temelinde toplumsal uzlaşmayla
çözmek, parti programının "Türkiye Değişmek Zorundadır" başlıklı
bölümünde,"Türkiye hükümetlerinin, Kıbrıs, Bulgaristan, Yunanistan, Kosova
ve benzeri ülkelerde bulunan azınlıklar, topluluklar için savunduğu tezleri
Türkiye'de yaşayan Kürtler için de istemesi durumunda sorunun çözüm yoluna
gireceği inancındadır" biçimindeki değerlendirmelerle, parti programının
diğer bölümlerindeki düzenlemeler, farklı ulus ve ulusal azınlıkların
varlıklarının kabul edildiklerinin istendiğini göstermektedir. Bunlar birlikte
ele alındığında, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde millî veya dinî, kültür
veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunun
söylendiği, Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak,
geliştirmek veya yaymak yoluyla azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün
bozulması amacının güdüldüğü anlaşılmaktadır.
Bu nedenlerle, davalı partinin tüzük ve programında,
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde kültür, ırk ya da dil farklılığına dayanan
azınlıklar bulunduğunun ileri sürüldüğü, böylece Türk dilinden veya kültüründen
başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla azınlıklar
yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması amaçlandığından, parti tüzük ve programı.
Siyasî Partiler Yasasının 81 inci maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırılık
oluşturmaktadır.
Nitekim, Yüksek Mahkemenizin de, 30.11.93 gün, esas 93/2
(siyasî parti kapatma) karar 93/3, 19.3.96 gün, esas 95/1 (siyasî parti kapatma)
karar 96/1, 26.2.99 gün esas 97/2, (siyasî parti kapatma) karar 99/1 sayılı
kararlarından, aynı görüşte olduğu anlaşılmaktadır.
Sonuç ve istem: Bugünkü sözlü açıklamalarımızla, ayrıca
iddianamede ve esas hakkındaki görüşümüzde yasal dayanakları ve gerekçeleriyle
açıkladığımız nedenler gözetilerek, davalı partinin yerinde görülmeyen
savunmalarının reddiyle, partinin tüzük ve programının iddianamemizde
açıkladığımız bölümlerinin Anayasanın başlangıç kısmıyla 2,13, 14, 68 inci maddelerine
ve 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasasının 78 inci maddesinin (a) ve (b)
bentlerine; 80 inci maddesine, 81 inci maddenin (a) ve (b) bentlerine aykırı
olduğundan, Hak ve Özgürlükler Partisinin, Anayasanın 69 uncu maddesinin
beşinci fıkrası ve Siyasî Partiler Yasasının 100 üncü maddesinin (a) bendiyle
101 inci maddesinin (a) bendi uyarınca temelli kapatılmasına karar verilmesini
saygıyla arz ve talep ederim."
B- Davalı Parti Temsilcilerinin Sözlü Savunmaları
Davalı Parti'nin sözlü savunması Parti Genel Başkanı
Abdulmelik Fırat ve ve Genel Başkan Yardımcısı İbrahim Güçlü tarafından
yapılmıştır. Abdulmelik Fırat kısa bir giriş içerisinde hayatına dair kısa bir
kesite yer verdikten sonra Anayasayı değiştirmek veya yeni bir yönetim sunmanın
Türkiye'yi bölmek manasına gelmediğini, Türklerle birlikte Cumhuriyeti kuran
Kürtlerin sonradan kimliğinin yok olduğunu, bu nedenle halkımızın büyük
zararlara uğradığını belirterek kendi kimlik, hüviyet ve kültürlerinden
bahsetmeyi suç sayan bir mantığı kabul etmediğini beyan ettikten sonra AB
ülkelerinden örneklere atıf yapmış ve kapatma davasının reddedileceği ümidiyle
sözü yardımcısına bırakmıştır.
İbrahim Güçlü'nün sözlü savunmalarının ilgili kısmı
şöyledir:
"...Aslında bu anlamıyla, esas hakkındaki
savunmamızda belirttiğimiz gibi, duruşmanın, yani, bu safhanın da duruşmalı
olmasının hakkaniyet, hukuk ilkeleri ve de bu aşamadaki mahkemenin yaptığına
yüklediğim anlam itibariyle anlamlı olacağım, yani, özellikle, Sayın Yargıtay
Başsavcısının da burada bulunmasının bizim için önemli olacağını düşünüyorum.
Yani, bazen yazılarla, hele ki, yazılanlardaki canlılığı ve dinamizmi yakalama
ruhundan uzaklaşmış iseniz, yazılanları anlayabilmek, o yazanların iç dünyasını
anlayabilmek, o yazılanların amaçlarını anlayabilmek olabildiğince zordur.
Siz, hepiniz bizlerden daha tecrübeli
meslektaşlarımsınız, bu konuda tecrübeleriniz var. Bu anlamda ben, davanın
duruşmalı olmamasını doğrusu, yani bir talihsizlik olarak değerlendiriyorum. Bu
konuda Sayın Yargıtay eski Başkanımız Sami Selçuk'un, biliyorsunuz, bu sorunla
ilgili veciz bir görüşü var. Öyle zannediyorum, belki sizlere ait olan buna
yönelik görüşler var, izleyemediğim için, ya da herhangi bir yerde
yakalayamadığım için ifade edemiyorum, beni bağışlayınız. Sayın Selçuk diyor
ki: "Duruşmasız yargılama, yargılama değildir" Çünkü, duruşmadan amaç
şudur: Bizi anlamak, karşılıklı birbirimizi anlamaktır diye anlıyorum ve yine,
mahkemeleri, çok teknik olan bir sorunun ötesinde toplumsal bir vakıa olarak
değerlendirdiğimiz zaman, ben, sizleri de., mahkemenizi de, kendimizi de,
mahkemenin tabiî teknik statüsünü, hukuksal statüsünü, yetki ve
sorumluluklarını görerek, kendimizden bir parça olarak değerlendirdiğim için
bunu ifade ediyorum.
Şimdi, Sayın Kanadoğlu, 31.10.2002 günlü sözlü
savunmasında, bizim söylediklerimizden, bizim ön savunmada ileri sürdüğümüz
görüşlerden ve yine esas hakkındaki savunmada ileri sürdüğümüz görüşlerden hiç
etkilenmeden... Haydi bizden etkilenmemesini anlayabilmek mümkündür;
Türkiye'nin izlediği rotayı, doğrultuyu, yani, Avrupa Birliği üyeliği
konusundaki çabalarını, doğrultusunu ve bu çabaların teknik bir sorunun
ötesinde bir değişim, yeniden bir yapılanma sorunu olduğu ve bu yapılanmanın
hukuk alanını daha çok ilgilendirdiği, biraz sonraki konuşmalarımızda hukuk
neden hayatımızın bütün alanlarını kapsadığını -benden daha iyi biliyorsunuz,
ben de yeri gelince ifade edeceğim- çok önemli bir alan olduğunu, yani, bir
toplumda hukuk yoksa, bir toplumda adalet yoksa, o toplum sosyolojik anlamda da
modernitesi, hatta modemite öncesi birtakım toplum şekillenmelerinden daha geri
olarak ifade edebilirler.. Modern toplum, hukuk demektir. Hukuk da -yine biraz
sonra ifade edeceğimiz ve kabul edeceğimiz gibi- demokrasiyle iç içe geçmiştir.
Modernite, demokrasi demektir, hukuk demektir, adalet demektir. Bu anlamıyla,
Sayın Kanadoğlu, isterdim ki yine burada gerçekten karşılıklı konuşmamızın
yararlarının olacağını düşünüyoruz biz.
Biz, sayın genel başkanımın da ifade ettiği gibi,
aslında zor bir işle ilgileniyoruz, Türkiye'nin çok önemli zor işlerinden
biriyle ilgileniyoruz, Türkiye'nin fay hattını oluşturan, çatışma sorunlarından
birisiyle ilgileniyoruz. Hem de toplumun, eğer tabi olduğumuz, aidiyetimiz olan
büyük Türkiye toplumunu ele aldığımız zaman, hem de tabi olduğumuz etnik ulusal
topluluğu, Kürt toplumunu ele aldığımız zaman, çatışmayı isteyen şahinlere
rağmen, önemli bir iş görmeye çalışıyoruz.
Ben, şuna inanıyorum, benim tecrübem bana bunu
Öğretiyor, hukuk kültürüm bana bunu öğretiyor: Bugüne dek birlik ve beraberlik
tezini kuru bir içerikle savunanların, devletin birliği ve bütünlüğünü
içeriksizce savunanların, devletin bütünlüğünü, yahut da devleti iyi bir aile
reisleri olarak göremeyenlerin, eşitlikçi, adaletçi aile reisleri olarak
göremeyenlerin, bu toplumda çatışma ortamını, bu toplumda çatışmaya neden
olduklarını ve zaman zaman büyük çatışmalara neden olduklarını hatta bizatihi
organize ettiklerini...
Biliyorsunuz, Kürtlerle ilgili işte "28 isyan
yapıldı ve 29 uncuyu da bastırdık" denilmektedir; ama, sadece bu sanki bir
askerî sorunmuş gibi; yani, bu ayaklanmalar niye çıktı, neden çıktı, kimler
çıkarttı, birtakım özel güçlerin bu hareketi erdeki rolleri ne oldu'!..
Bırakalım öncesini, yakın tarihimize bakalım; şu son
15-20 yıldaki silahlı çatışma dönemine bakalım; bu silahlı çatışma döneminde,
ben, devletin özel güçlerinin, organize güçlerinin çok önemli bir rol
oynadığım, bazı güçlerin, iktidar odaklarının kendi iktidarlarını devam
ettirmek için bu çatışmaya ihtiyaç duydukları düşüncesindeyiz biz. Bu, bizim
toplumlarımızı karşı karşıya getirdi; iç dinamiklerimizi parçaladı.
Gidip bölgeyi, Kürt bölgesini -mutlaka sizler de
izliyorsunuz- gidip izlemek gereklidir; bu toplum 21 inci asırda hangi aşamada,
kendi dinamiklerinin ötesinde nasıl alabora olmuş, demografisi nasıl değişmiş,
nasıl bir ast üstlük söz konusudur, buna baktığımız zaman bile, bugüne kadar
sürdürülmüş olan politikaların çok doğru sürdürülmediğini göreceğiz.
Mesela yine. Sayın Genel Başkanımızın 45 yıllık siyasî
hayatından örnek vermesinin şöyle bir anlamı olsa gerek, ben şöyle algılıyorum:
Ben ki, 45 yıl bu memlekette siyaset yapıyorum, eğer, bu ülkeyi bölmek istemiş
olsaydım, bölmek fiilî bir olaydır, o zaman ben de 45 yıllık süre içinde dağa
çıkmam gerekliydi, silahı ele almam gerekliydi, çatışma yaratmam gerekliydi.
Bunu yaratamadığıma göre, bu, Sayın Savcıya ve sizin mahkemenize mutlaka büyük
bir mesaj veriyordur.
Şimdi, ben kendimi ele alayım. Ben, 12 Eylülden sonra 18
yıl yurtdışında kaldım ve 1998 yılında Türkiye'ye döndüm. Dönmemin nedeni,
olanaklarımın da çok iyi olmasına rağmen, -biliyorsunuz, yani herkesin
Avrupa'da belli ölçüde olanakları iyi olabilir- dönmemin nedeni, gerçekten
içler acısı o gelişmeler karşısında bizim bazı şeyleri yapabileceğimizdi; yani,
bazı katkılarda bulunabileceğimizdi. Biz bu katkıyı da, kendim siyasetçi
olarak, işte, hukukçu, siyasetçi, siyaset bilimiyle az çok ilgilenen,
sosyolojiyle ilgilenen bir insan olarak katkıda bulunacağımı düşünüyordum; ama,
bu kadar iyi niyetle başlatılmış olan bir çabanın, bir hareketin hem de
partimizin kapatılmasından 2 hafta sonra ya da 1 ay sonra, Şubatta kuruluyoruz,
7 Martta gazetelerde, bizim partimiz hakkında Sayın Yargıtay Başsavcısının dava
açtığını öğreniyoruz. Yani, bizi denemeden, bizi sınamadan, belki de teknik
anlamda -belki de- diyorum, teknik anlamda programda yanlış kavramlar da
kullanmış olabiliriz, bazen kavramlarla, kavramlaştırmalarla hayat aynı
değildir. Hatta, biz çoğu zaman kavramların ötesinde bazı şeyler yaparız. Onun
içindir ki, Türkiye'de deniliyor ya "hukukla yaşam bağdaşmaz, hukukun
boşlukları çoktur" Bu, belki de bunun tam ifadesidir, bu siyasetle ilgili
de vardır.
İkincisi, eğer, bir ülkede sınırsız bir düşünce
özgürlüğü, ifade özgürlüğü söz konusu değilse ve bu, bireysel, kollektif hak ve
özgürlükler çerçevesinde, güvenceye alınmış hak ve özgürlükler çerçevesinde
yaşayan bir topluluk değilseniz, özgürce kendinizi ifade edemiyorsanız, ifade
ettiğiniz zaman da kavramlar mutlaka reaksiyonel kavramlara dönüşebilir. Çünkü,
kavramlar, kavramsallaştırmalar canlı bir organizma gibidir. Canlı organizma
nasıl gelişirse kavramlar da öyle geliştir.
Hukuk felsefesine bakalım, hukuk pratiğine bakalım; biz
bunu çok rahatlıkla görebiliriz. Yani, 20 yıl öncesinde sayın
büyüklerimizin, profesörlerimizin, hocalarımızın kullandıkları kavramlarla ve
yükledikleri anlamlarla bugünkü anlamların çok farklı olduğunu, çok fark
edebilecek durumdayız biz; çünkü, koşullar değişmiştir. O anlamda bazen de
yanlış kavramlaştırma da söz konusu olabilir.
Ve ben 18 yıl sonra geliyorum, bölücü bir parti
kuruyorum, Türkiye'yi bölmek için!.. Ve diğer arkadaşlarım da -sayın genel
başkanımın da ifade ettiği gibi kurucu arkadaşlarım- daha önce birçok partilere
kurucu olmuşlar, o partiler kapatılmış ve yine biz kader birliği yapmışız,
"Hak ve Özgürlükler Partisini" kurmuşuz ve o arkadaşlarımızın çoğu da
5 yıl 10 yıl hapis cezaları alıyor, buna rağmen, bu Türkiye ile ilgili olan,
Türkiye'deki halkla ilgili olan sevgisini, insanlıkla olan ilgisini devam
ettiriyorlar; demiyorlar ki, biz de bu ülkenin dışına çıkalım ve ülkenin
dışında Türkiye'ye karşı salvolar yapalım. Diyorlar ki biz yine burada
kalacağız, bizi cezalandırın, biz yine kalacağız: çünkü, biz biliyoruz ki, bu
durum değişecektir.
Sayın Yargıtay Başsavcısının kurgusu şu: Şimdi bir defa,
Avrupa Birliği sürecinde ya da Avrupa Birliğini bırakalım bir tarafa, eğer,
demokratik bir toplum ve yeniden yapılanacak bir toplum, geleneksel bugün
kullanılan hepimizin aşağı yukarı üzerinde anlaştığımız bu kavramları eğer
genel ifadelerle kullanırsak, farkına var... Senaryosunun dışında eski
senaryonun takipçisi Sayın Yargıtay Başsavcısı. Yani, Türkiye, 1970 lerin
Türkiyesi değil.
İşin doğrusu, ben, Sayın Yargıtay Başsavcılarının eski
senaryoya bağları olmalarına rağmen, yani, Kürtlükten bahsettiğim zaman,
Kürtlerden, etnik gruplardan, farklı inanç gruplarından bahsettiğiniz zaman
eğer, dava açılacaksa, neden Süleyman Demirel hakkında dava açılmadığını
anlamış değilim, anlamış değiliz. Ya da Sayın Turgut Özal hakkında, onun
partisi hakkında. Sayın Mesut Yılmaz ve onun partisi hakkında. Sayın Erdal
İnönü ve onun partisi hakkında neden kapatılma davası açılmadığı konusunda
doğrusu anlamaktan zorluk çekmenin ötesinde bunun bir çifte standartlık, bunun
bir önyargı olduğunu görmemiz gereklidir.
Sayın Turgut Özal diyor ki: "Bu memlekette 12
milyon Kürt var," Üstelik orada da kalınmıyor, daha sonraki tartışmaları
biliyorsunuz; eğer, bir halk varsa, onun bireysel ve kolektif haklan da vardır.
Demek ki, Kürtlerin bireysel, kollektif hakları da söz konusudur. "Bunları
tartışalım" demiştir Sayın Turgut Özal.
Hatta, zaman zaman bazen düşünsel anlamda provakatif
olarak gündeme şöyle şeyler gelmiştir: Türkiye federalizm mi yoksa otonomi
muhtariyet mi söz konusu olabilir. Şunu çok iyi biliyorum ki, Sayın Turgut
Özal, bunlar benim sorunum değil, bunlar tartışıla tartışıla bir yere varılır,
bunları tartışa tartışa bir yere vardırabiliriz. Yani, toplumların yeniden
yapılanması sorununda, ki, ana nokta şu, hareket noktası Türkiye'nin... Çünkü,
12 Eylülde, 12 Eylül rejiminden, askerî rejiminden çıkıyordu, demokratikleşmesi
gerekir, yani, "biz demokrat değiliz daha, bu ülkede demokrasi yok"
diyordu.
"2- Yarı ve yerli malı demokrasi içinde bile, biz
daha realitelerimizi ifade edebilir durumda değiliz" diyordu.
Dolayısıyla, biz bu realiteleri ifade ettikçe,
demokratikleşme ve yeni yapılanmayla -ben öyle algılıyorum- bence Avrupa
Birliği süreci de bugün odur, ya da biz öyle algılıyoruz; bugünden şablonları
geçiremeyiz biz toplumun üstüne. Yani, tamam, kavramsal yanlışlar yapabiliriz:
ama, demokratik zihniyetimizden dolayı topluma bir şey dayatmıyoruz,
programımız incelendiği zaman.
Gene Sayın Başsavcının söylediği gibi, federalizmi mi'..
Bölge meclislerinden bahsetmişsiniz, yerel yönetimlere özerklikten, vali,
kaymakam ve emniyet müdürlerinin seçimle tespit edilmesi konusunda, "olsa
olsa bu federalizm olur" gibi bir sonuç çıkarıyor Sayın Başsavcı.
Şimdi, şunu çok içtenlikle söylüyoruz biz: Biz, şuna
ikna olursak, Türkiye'de bizim kafamızda o şablon şekillenirse ve Türkiye'nin
refah ve Türkiye insanının refah ve mutluluğunun, o bizim kafamızda şekillenen
federalizm modeliyle gerçekleşebileceğini düşünürsek, biz, onu aynen
programımıza geçeriz; çünkü, sistemler, her şey insanın mutluluğu içindir; biz
öyle düşünüyoruz... Her şey insanın mutluluğu içindir; her şey, bu ülkede,
Kürdüyle, Türküyle, diğer etnik gruplarıyla, Lazıyla, Çerkeziyle, Alevisiyle,
Sünnisiyle, Musevisiyle, Hıristiyanı ve Müslümanıyla herkesin mutluluğu
içindir. Eğer bir sistem, eğer bir proje, toplumsal bir hukuk, bir topluma
huzur, refah getirmiyorsa, siz onda ne kadar diretirseniz diretin, biz ne kadar
diretirsek diretelim, refah ve mutluluğu getirmediği gibi refah ve mutluluğu
daha da dumura uğratır.
Biz şunu söylüyoruz: Türkiye'de el yordamıyla yeniden
yapılanıyoruz. Gerçekten Türkiye insanı, gerçek demokrasinin temsil anlamında
kendi kafasında yaşadığı bir model söz konusu değildir. Bir tek model var;
büyükler söyler, biz uyarız; babalar anneler söyler, biz uyarız; devletimiz
söyler, biz uyarız; komutanımız söyler, biz uyarız; ağamız söyler, biz
uyarız.... Şimdi, bu model, demokratik bir temsil modeli değil; bu, bir
otoriter, totaliter sistem modelidir. Bizdeki zihniyet, bizdeki davranış tarzı,
yaşam tarzı budur; biz, buna alışmışız. Dolayısıyla, yeni modeller yaratmak
önemli ölçüde bir tartışmayı, araştırmayı ve incelemeyi gerektiriyor.
Avrupa Birliği ülkelerinin demokrasi tarihi eski bir
tarihtir. Şimdi, bu eski tarih içinde, son dönemlerde Avrupa konvansiyoneli
oluştu. Nedeni şu: Mevcut olan demokrasinin, mevcut olan modellerin Avrupa
Birliği için yeterli olmadığını saptamış olmalarıdır. Mevcut olan demokrasinin
doğrudan demokrasi ve doğrudan temsili engellemek, engelleyen sistem için
tıkanıklıkları tespit etmiş olmalarından dolayıdır. Onlar bile, mevcut olan
temsilî demokrasiyi yeterli görmüyorlar, daha ileriye götürebilmek için, daha
derinleştirebilmek için yeni modeller peşindeler, yeni bir anayasa arıyorlar.
Bizim Sayın Başsavcı, Anayasanın değişmesinden
bahsettiğimiz için "bu parti, olsa olsa bölücü bir parti olur" diyor.
Şimdi, düşünebiliyor musunuz, güçlü anayasal düzenlere, demokratik anayasal
düzenlere sahip olan Avrupa, yeni anayasa yapmak istiyor, yeni bir anayasayı
oluşturmaya çalışıyor.
Yüce Mahkemenizin üyeleri ve Sayın Başkanı, bu
anayasayla ilgili rahatsızlıklarını belirtiyorlar. Haksızlık olmasın diye
söylüyorum, haksızlığın; yani, rahatsızlığı belirtmenin ötesinde Yargıtay eski
Başkanımız "bu, olsa olsa ordunun tüzüğü olabilir" dedi. Şimdi,
ordunun tüzüğüyle nasıl bir demokratik toplum olabiliriz'!.
Anayasayı bizim dışımızda herkes tartışır, onlar bölücü
olmaz, onlar yıkıcı olmaz; ama, biz Kürk kökenli vatandaşlar, Türkiye'deki
vatandaşlar konuşuruz, bölücü oluruz ya da anayasayı gerçek tanımına
kavuşturalım dediğimiz zaman bölücü oluruz, yıkıcı oluruz, bizim kurumlarımız,
bizim partimiz yıkıcı, bölücü olur; ama, yeni hükümet "biz yeni anayasa
yapacağız" dediği zaman yıkıcı, bölücü olmaz. Biz, onun da, yıkıcı, bölücü
olmadığını düşünüyoruz; çünkü, neden; toplum, 1980'den bu yana 22 yıl geçti,
herkes ifade ediyor bunu; Yüce Mahkemeniz ediyor, Yargıtay ediyor bunu,
siyasetçilerimiz söylüyor, sivil toplum örgütlerimiz söylüyor, sermayedarımız
söylüyor, işçimiz söylüyor, köylümüz söylüyor, kadınımız, çocuğumuz söylüyor,
Kürdü söylüyor, Türkü söylüyor, Lazı söylüyor, Çerkezi söylüyor; ama, buna
rağmen, biz, halen şu noktadayız: Anayasayı değiştiremezsiniz. Neden, çünkü.
Anayasaya uygun kurulmuşsunuz. Evet, biz, Anayasaya uygun kurulduk, doğrudur.
Siz, bir hukuk sisteminin içerisinde hareket edersiniz; ama, bir anayasayı
değiştirme talebi kişilerin ve kurumların hakkıdır, bunu talep etmek bunun
hakkıdır; meşru demokratik zeminlerde bunu talep etmek ve bunun koşullarım
kitleselleştirerek, kitlesel bir uzlaşmayla, toplumsal bir uzlaşmayla bunu gerçekleştirmek
demokratik bir tutumdur. Yani, Anayasaya göre kurulmuş olan kurumlar, siyasal
partiler... Yeri gelince ifade edeceğim. Öyle zannediyorum Sayın Haşim Kılıç'ın
görüşlerinden bir tanesidir ve aynı zamanda şu andaki Anayasa Mahkemesi eski
başkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer'in de bu doğrultuda görüşleri var.
Demokratik Kitle Partisinin kapatılmasıyla ilgili gerekçeli karara göz
atarsanız, orada, Avrupa İnsan Haklan Mahkemesinin, mahkemenizin kapatma
kararıyla ilgili yaptığı; yani, birtakım kararların yorumunda diyor ki;
Anayasaya uygun olan bir kurum. Anayasayla çelişen düşünceler, görüşler ileri
sürebilir; bu, hiçbir zaman anayasayı ihlal anlamına gelmez demokrasilerde.
Eğer biz mevcudu kabul edeceksek, biz bir siyasal partiyiz, bizim dışımızda partiler
var. Biz kurulduğumuz zaman 40 parti mi, 41 parti mi vardı; biz, niye yeniden
bir parti kuralım, yani, bizim yeniden bir toplumsal projemiz yoksa; biz, bu
ülkeye yeni bir anayasa; biz, bu ülkeye yeni bir hukuk; biz, bu ülkeye yeni bir
idarî sistem; biz, bu ülkeyi yeniden tanımlamak diye bir durumumuz olmayacaksa
veyahut da biz, eğer mevcut olan hukukun yetersizliğini görüp, varılması
gerekli olan hukuk sistemi için bir proje üretemeyeceksek ve bunun arasındaki
ilişkileri kurmaya çalışmak istemezsek, neden yeni bir siyasî parti olalım ya
da eğer mevcut olan siyasal partiler ve hatta resmî ideolojinin Türkiye
tanımlamasına katılırsak, biz, niye bir siyasal parti olalım ya da hiçbirimizin
olmasına gerek yok; bir tane devlet partisi kurardık, hepimiz de o partinin
üyeleri olurduk. Neticede de, biliyorsunuz, 1946 öncesinde bir tek partimiz
vardı; ama, sonradan anlaşıldı ki, bu parti bizim ihtiyaçlarımıza cevap vermez;
bu, demokrasi değildir. Onun gelişim sürecini benden iyi biliyorsunuz, benim
anlatmama gerek yok; ama, bu, şu demektir, bunu şunu ifade etmek için
söylüyorum; Yani, hiçbir olay tesadüfen çıkmaz, sosyolojik temelleri vardır,
psikolojik, sosyopsikolojik, sosyokültürel nedenleri vardır.
Yıllardır bir şeyi bir türlü anlayamaz Türkiye: Türkiye
kendisini, şu tanım etrafında tutarak kendisine en büyük kötülüğü yapmıştır.
Bizim partimiz bunu eleştiriyor, tek ulusa dayalı olacağız, tek dine dayalı
olacağız, tek mezhebe olacağız, tek sınıfa dahil olacağız... İnsanlar "bu
ülkede işçi sınıfı var" diye yıllarca, onyıllarca hapis yattılar, işçiden
bahsetmiş olmak komünizm oldu. Kendim de, 1970'te Kürtçü olarak yakalandım,
cezası 3 yıl falandı, sonunda sıkıyönetim mahkemesi, olağanüstü dönem mahkemesi
baktı ki, zaten, bu 3 yılı fazlasıyla yattı, en iyisi buna bir de komünist
Kürtçü örgütleyip, 15 yıllık bir süreyle bunları uzun tutalım. Şimdi, tek işçi
varsa bu memlekette... Neticede çıktı ki ortaya, hayır, bu memlekette tek sınıf
yok. İnsanlar, bunu ısrarla söylediler, bunun için bir yığın insanımız şu anda
toprağın altında, bununla ilgili olarak birbirimize düşmanlık besledik bu
memlekette, çile çektik, sürgünler yaşadık... Sonunda, bu memlekette, hakikaten
işçiler de var, bunlar için sendika gereklidir; köylüler var, köylüler için
kooperatif gereklidir; sermayedarlar var, bunun için TÜSİAD gereklidir...
Şimdi, peki, tek ulus var... Peki, nedir tek ulus; Türk
Ulusu var, onun dışında hiçbir etnik gruptan, topluluktan bahsedemezsiniz;
yani, 20 milyon Kürt, nüfusun üçte biri Kürt, Kürtçe mi konuşuyor, yani, ne
anlamı var, çok mu önemlidir diyebilir; Çerkez mi; o da önemli değil... Şimdi,
birileri de diyor ki, bunu yapmakla, siz toplumu yeniden tanımlayamazsanız
yeniden İnşa edemezsiniz. Toplumun doğal dengeleri var. Neden, acaba, bu
bölgeler arasında bu tür bir dengesizlik söz konusu'.. Neden, yani, Hakkâri
geri, öbürü ileri; bunların galiba nedenleri olsa gerektir. Şimdi, nedenlerini
saptamadığımız zaman, böyle bir dünyanın içerisinde nasıl denge kurabileceğiz.
Yani, korkularla, kuşkularla, Sayın Kanadoğlu'nun düşünceleriyle, senaryo ve
toplumsal kurgusuyla ya da onun gibi düşünen çevrelerin, güçlerin, Türkiye'yi
hiçbir türlü çatışma kültürünün dışına çıkarmak istemeyen o özel güçlerin
dışında biz bunu nasıl sağlayabiliriz' Ya da, peki bu yok. Sayın Kanadoğlu'na,
esas savunmamızda da belirtmiştik, sayın mahkemenize de bu konuda şey yapmak...
Avrupa uyum yasalarında evirdiler çevirdiler... Dediler ya, biz
"Kürt" dediğimiz için yargılanıyoruz, ceza alıyoruz ya da "biz"
derken, sadece Kürtler değil; çünkü, bunu söyleyen sadece Kürtler de değil, onu
da söyleyeyim Sayın Başkan, sayın mahkeme üyeleri, bizim dışımızda da bu
gerçekleri görenler var; yani, Kürtlerin dışında da yırtınıp yakınanlar var,
diyorlar ki "bu gerçekleri görelim, bizim çocuklarımız çatışmasın. Bu
realiteleri gördükten sonra da toplumu onun üzerinde inşa edelim"
diyorlar.
Avrupa uyum yasalarında şu gerçek kabul edildi, ifade
edilmedi. Sanki derseniz ki, ülkemizde Türkçenin dışında Laz, Çerkez, Kürtlerin
de lehçeleri, dilleri var, dünya yıkılır. Tabiî, biz şunun farkına varmayız:
Bunu ifade etmemekle o toplumun dışlandığını, o toplumun horlandığını, o
toplumun kendisini egemen olanla, hükmedenle, o da Türk kavramıyla ifade
ediliyorsa, mukayese ederek, içinde çatışma kültürünü, şiddet kültürünü
beslediğini bizim yöneticilerimiz göremez durumdalar. Diyorlar ki "yabancı
dillerde ve lehçelerde..," Ondan sonra yönetmelikler... Siz,
televizyonlarda 4 saat; pardon, bütün bu dilleri televizyonda haftada 2 saat
radyoda 4 saat... Burada söylemek istediğim şu Sayın Başkan, sayın üyeler; bu
bir şeyi çıkardı ortaya; yıllardır birtakım doğruları söyleyen insanlar
doğrulandı.
Geçen gün Avrupa Birliği ve Türkiye üzerine bir
sempozyuma katıldım, sempozyumda dediler ki "bu Avrupa uyum yasaları ne
getirdi ne götürdü'" Dedim ki, belki fazlasını götürecek... Bazen bir şeyi
yapmamak yapmaktan daha iyidir; yani, adama "sizi tanımıyoruz,
televizyonda Kürtçe programa gerek yoktur" dersiniz, onu anlarsın; fakat,
eğer derseniz ki, haftanın 2 günü... Ondan sonra onlar da bakarsa ki, yahu 40
ulusal televizyon var, yerel bölge televizyonları var ve o televizyonlarda
bangır bangır Türkçe programlar yapılıyor... Bu insanlar diyecekler ki, biz
neyiz, biz de bu memlekette vergi ödeyen insanlarız, askerlik yapıyoruz, bu
memleketi koruyoruz, bu memleketin insanlarıyız, neden bu ayırımcılık'! Evet,
bu tamda bir etnik ayırımcılıktır ve şu anda bizim yöneticilerimiz, devletimiz,
etnik ayırımcılık yapıyor, uluslararası sözleşmeler açısından da tam da böyle
bir ayırımcılıkla karşı karşıyayız. Bir şey söylüyor, diyor ki, bunları
yıllarca söylediniz; ama, biz, sizi dolaylı doğruluyoruz. Böyle bir mesajı bize
iletmekle, biz de, yıllardır yırtınıp söylediğimizin, hep "yahu doğru değildir"
dedikleri zaman, "acaba mı doğru değildir" kompleksinden biraz
kurtulup, "Demek ki, bizim de söylediğimiz 40 yıl sonra doğrulandı..'.'
Sayın Turgut Özal söylemese, Sayın Süleyman Demirel ve Erdal İnönü "Kürt
gerçeği var" demese; yani, bu...
O bakımdan biz, bu senaryoyu, bu kurguyu değiştirmek
zorundayız; yani, Türkiye ile ilgili senaryo, kurgu değişmezse, Türkiye'yi
yeniden tanımlamazsak, eşitlikçi yaklaşımlar göstermezsek, bunun adı demokrasi
olur olmaz, o ayrı bir olaydır; ama, aile reislerinin, anne ve babanın bütün
çocuklarına eşitçe yaklaşması prensibini, anlayışını devlete egemen kılamazsak,
modern bir toplum olmamız, refah ve mutluluğa kavuşmamız olanaklı değildir.
Bugün bir haber, Avrupa Birliği üyeliği konusunda,
aslında hem önemli bir gün, Kopenhag zirvesinin olduğu bir gün, mahkememizin
bugüne denk gelmiş olmasının, umut ederim ki, geçiş toplumu açısından da
mahkemeniz de aynı zamanda bir geçiş sağlayacaktır; yani, bu çok önemli bir
olay olacaktır, böyle bir gün gerçekten çok önemli; çünkü, Kopenhag zirvesi
demek, şu anda uğraştığımız olay şu demektir: Bazı sosyolojik siyaset biliminde
kırılma noktası dediğimiz ya da daha yumuşatılmış ifadelerle, toplumumuz
yeniden yapılanıp, demokratikleşip, demokratikleşmemenin tam da geçiş
noktasında, bugün öyle bir gün. Çok tesadüf değil bugünler; çünkü, tarihler,
günler bazen tesadüf gibi görünür; ama, belirli gelişmelerin ürünüdür ve
bakıyoruz ki, bugün, hükümetimiz, AK Parti Hükümeti, eğer 2005'te şartlı
müzakere tarihi verirseniz diye, birinci uyum paketini askıya almış. Bugün,
Anayasa Mahkemesinin salonundayken, öyle zannediyorum ki, Anadolu Ajansından
gelen bir basın mensubu arkadaş ifade etti. Ortaya çıkıyor ki, demek ki, biz
kendimiz için bir demokrasiyi, halkımıza layık gördüğümüz bir demokrasiyi,
halkımızın kollektif, bireysel ya da halklarımızın bireysel ve kollektif hak ve
özgürlüklerini güvence altına almak için bu işleri yapmıyoruz, Avrupa Birliğine
girmek için yapıyoruz. Tabiî, bu, ciddî bir aldatmacadır. Sorunlar, yıllardır
böyle geliyor Sayın Başkan, sayın üyeler, Türkiye'de yıllardır böyle geliyor.
Bizim partimiz, bu senaryoyu, bu kurguyu değiştirmek
için, Türkiye'yi yeniden tanımlamak için ortaya çıktı. Başarı ve
başarısızlıklar ayrı tartışma konusudur; ama, biz, bir defa önce doğru tespit
yapmayı doğru görüyoruz, Türkiye'yi yeniden tanımlamaya çalışıyoruz; ama, bizim
Sayın Başsavcı, bunları gözetmeden; yani, parti program ve tüzüğümüzü
gözetmeden alelacele, üç hafta sonra ya da bir ay sonra bizim partimiz hakkında
dava açıyor.
Bizim düşüncemize göre, yine, mahkemenizin birtakım
sayın üyelerinin de görüşünün bu olduğunu biliyorum, sadece parti program ve
tüzüğünden dolayı bir partinin kapatılması demokrasiye aykırıdır. Yine, Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesinde, yine sizin mahkemenizin birçok kararında da ifade
edildiği gibi, program ve tüzükler ifade özgürlüğü kapsamında ele alınmak
durumundadır; çünkü, partilerde aşağı yukarı, tesadüf olmasa gerektir, şahsiyet
olarak tanımlanırlar; ama, onlar hükmî şahsiyetlerdir. Demektir ki, hükmî
şahsiyetler canlı, belki bizim gibi kanlı ve canlı değillerdir; ama, bizden
daha kanlı canlı başka yönleri vardır, kendilerini bu anlamda ifade ederler.
Dolayısıyla, kurumun kendisi, bir dönem sonra, eğer siyasal partiyi ele
aldığımız zaman, kurucuları ve üyeleri yöneticilerle birlikte yeni bir sentez
oluştururlar. Dolayısıyla bu, hükmî şahsiyetin kendisini ifade etmesi
gereklidir; İfadesi de, programlarda, tüzüklerde kendisini ifade eder. Bu
anlamıyla biz, sadece program ve tüzüğümüze bakarak, hakkımızda açılmış olan
kapatılma davasının yerinde olmadığını; yani, esas savunmamızda da bunu
belirttiğimiz gibi, mahkemenizin bunu gözeteceğini düşünüyoruz.
Yine, mahkemenizin, esas hakkındaki savunmamızda belki
belirtmiş olmamıza rağmen, üzerinde durması gerekli olan bir şey var. Bazı,
tesadüfen demiyoruz, biz parti olarak ya da bizim dışımızda belirli talepleri
dile getiren partiler bir ihtiyacın ürünüdür. Biz, ciddî bir ihtiyacın
ürünüyüz. Biz, demokratik entegrasyonu, çok dilli, çok kültürlü toplumsal
yapıyı yeniden yapılandırmanın çok önemli görevlerini yüklenmiş olan bir sivil
kuruluşuz aynı zamanda; yani, biz, toplumda Kürtlerin taleplerini, isteklerini
ağırlıkla ifade ve formüle etmemiz, bu toplum için bir ihtiyaçtır.
Eğer olmazsa, bizim gibi partiler; yani Hak ve
Özgürlükler Partisi gibi partiler, daha öncesinde kapatılmış olan
partilerimizin ağırlıkla önemli bir bölümü olmazsa, bu toplumda, farkına
varmadan, bizim, sizin elinizde değil, çatışma kültürü gelişmeye başlar ve
çatışma ortaya çıkar.
Biz ise parti olarak, çatışmasız, şiddetsiz, sorunların
çözümü için bir araç, bir vasıta olmaya çalışıyoruz ve bugüne kadar da -Genel
Başkanımızın da ifade ettiği gibi- bizim partimiz de hep bunu gösterdi. Hatta
zaman zaman evrensel demokratik ilkeler açısından yapılan haksızlıklardan meşru
müdafaa hakkını bile bir hak olarak kullanmayı belirli dönemlerde kendimiz için
doğru bulmadık. Şiddetle karışık olmasına rağmen, şiddetten kaçarak,
baskılardan kaçarak, şiddet ortamını zayıflatmaya, mümkün mertebe uzlaşma
kültürünü, demokratik uzlaşma kültürünü, birlikte yaşama kültürünü geliştirmeye
çalıştık. Bunun için bizim partimiz, partimiz gibi partilerin temel bir ihtiyaç
olduğunu düşünüyoruz. Ve yine bizim partimiz, şuna inanıyor: Kendisini
demokrasiye bağlı görüyor. Bizim partimizin programında da belirttiği gibi,
biz, Avrupa Birliğinin standartlarında, en azından standartlarında bir
demokrasinin, Türkiye için, Türkiye'nin ona layık olduğunu söylüyoruz; ama, şu
gerçeği de görüyoruz: Türkiye, demokrasi rejimini benimseyen bir rejim. Batı
demokrasisine öykünerek ortaya çıkan bir rejim. İşte, Osmanlı İmparatorluğundan
ele alırsanız, işte Batılılık ve demokrasi geleneğini eğer oralarda başlatırsa,
iki yüz yıllık bir tarihi var bunun. Ama, her zaman yapar göründük biz; biz,
hep yapar görünürüz, yapmayız. Biz, demokrat görünürüz, demokrat olmayız. Bu,
genel bir kültürdür. Bu kültürü değiştirmek istemeyiz ya da farkına varmadan
üstelik moderniteyi savunmuş olan yöneticiler olarak, geleneksel ve demokrasiyi
geliştirmeyecek olan bir siyasî kültürün referanslarına hep kendimizi, kendi
küçük çıkarlarımız için teslim ederiz. Türkiye'de, hep, bu böyle olmuştur. Hep
"demokrasi" denilmiştir; ama, hiçbir zaman demokrasi layıkıyla
olmamıştır.
Biz demokrasiyi savunmuşuzdur, evimize dönmüşüzdür,
eşlerimizin üzerinde hegemonya kurmuşuzdur. Herkes, fırsat bulduğu zaman orada
hegemonyacı kültür kendisini göstermiştir. Bu, toplumumuz için geçerli olandır.
Biz, buna son vermek istiyoruz. Gerçekten, yapar görünen
değil, yapan bir demokrasi istiyoruz, sorunları çözen bir demokrasi istiyoruz.
Herkesin kendisini ifade ettiği, ben bu topluma gönüllü bağlıyım diyen insan
toplumunu yaratacak bir demokrasiyi öngörüyor bizim partimiz; biz, böyle bir
demokrasiyi savunuyoruz.
Siz, bana baskı yapabilirsiniz, sevmediğimi söylemeyebilirim;
ama, içimde, sevmiyorsam sevmiyorumdur. Zorla hiçbir kimseyi, örneğin
zorbalıkla egemen olan elit, kendi dışındakine baskı yapmaya çalışmıştır, her
zaman tepki görmüştür. Son zamanlarda yaşadık, şimdi herkes vah tuh ediyor, onu
da anlamlı bulmamakla birlikte, biz kendi açımızdan anlamlı, demokrasi
açısından bir renklilik görmekle birlikte, biz, hep rüzgâr eker, fırtına
biçeriz. Şu yakın seçimlerde, illa birilerini iktidar yapacağız dediler, halk
dedi ki "hayır, iktidar yapacaksanız, buyurun, ben yapıyorum." Onun
için, rüzgâr ektiniz, fırtınayı biçersiniz. Umut ederim ki, tabiî, bu fırtına
değil, söz gelişi olduğu için söylüyorum; yani, AK Parti ve Hükümetini, o
anlamda bir yaklaşım anlamında demiyorum; ama, özel müdahalelerle özel güçleri
iktidar yapmak açısından bir fırtına biçilmiş oldu.
Şimdi, bu anlamda da demokrasinin en önemli
unsurlarından birisi ya da demokrasinin gereği, demokrasilerde siyasî
partilerin kapatılması zorlaştırılmıştır. Hiç yoktur demiyorum; çünkü, yakın
sürede İspanya Örneği var, Bask örneği var; Batassuna Partisi; yani, ETA'nın...
ETA, bir şiddet örgütü ve de kapatılan parti onun yan örgütü olmasına rağmen,
uzun bir dönem demokrasi bu riski göğüsledi ve partiyi kapatmadı; ama,
biliniyordu, herkes biliyordu, ETA var, bunun bir de legal olan partisi var.
Demokrasiyi yaşatmak için ona tahammül gösterdiler, en son noktada kapatıldı.
Şimdi, şunu söylemek istiyorum: Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinin... Tabiî ki, sizin pozitif hukuk ilkelerine bağlı aldığımız,
birçok üyenizin içine sindirmediği kapatma davaları konusunda aldığı kararlar
haklı kararlardır; yani, bu partileri kapatmakla. Sayın Genel Başkanımın
belirttiği gibi, belki, zannediyorum ki, Yüce Mahkemenizin Başkanının da bu tür
bir açıklaması vardı; yani "Türkiye siyasal partiler mezbahasına
döndü" diye. Şimdi, bu partileri kapatıyorsunuz, eskiden 5 parti vardı,
şimdi 45 parti var, demek ki, parti kapatmakla partiler engellenemiyor. Ya da
şöyle bir şey söyleyeyim: Şimdi, ben kendimi Hak ve Özgürlükler Partisinden
ifade etmek istiyorum, bizler ifade etmek istiyoruz. Siz, bizi kapatırsanız
yeni parti kurarız; yani, açık bir biçimde, biz, birbirimizi aldatmış mı olalım
Sayın Başkan, sayın üyeler. Parti kapatıyorsunuz, yeni partiler kuruluyor ve
aynı insanlar kuruyor ya da bazı değişiklikler oluyor. Bu mizahın, bu
tiyatronun son bulması gerekir; yani, demokrasilerde bu tür tiyatrolar
oynanmaz, gerçek tiyatrolar oynanır. Olmayan tiyatrolar oynamakla...
Şunu da biliyorum ki; Yüce mahkemeniz, hukuk yıpranıyor.
Gelişmek için yapacağımız uğraşların yerine gereksiz işlerle uğraşıyoruz gibi
geliyor bana. Ben bunu söylerken burada aynı zamanda bir hukukçu, aynı zamanda
bu ülkenin bir vatandaşı olarak, hukukçularımızın yapacağı çok şeyleri bildiğim
içindir. Hukuk önemli, hâkimler önemli; yani, Türkiye'deki otoriter sistemin,
Türkiye'deki bu imtiyazlar sisteminin onurunu zedelediği hâkimlik kurumu her
dönemde çok önemli olmuştur; hukuk ve adalet çok önemli olmuştur. Biz, bu
anlamda, demokrasilerde zorlaştırılan, zor zor hatta imkânsız olan sürecin
bizim ülkemizde başlamasını söylüyoruz.
Elbette şu değildir; Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesindeki ölçütlere aykırı davranan, demokrasi ölçütlerine aykırı
davranan... Hadi, bırakalım insan hakları sözleşmesini, kendi düşüncesini zor
ve şiddetle uygulamaya çalışanları, demokrasi olmasa bile, mutlaka engelleme
refleksi vardır; eğer gücünüz yetiyorsa bunu engellersiniz.
Şimdi, bizim partimiz ise demokratik bir kitle partisi
ve gerçekten -Sayın Başkan ve üyeler mutlaka inceleyeceklerdir- bizim program
ve tüzüğümüz incelendiği zaman korkunç şeffaf bir partidir. Mevcut olan hiçbir
siyasî partide olmayan bir şeffaflık vardır; yani, bizim gibi bölücüler daha
şeffaf Diyorlar ki, partide yapılmış olan her şeyi siz meydana çıkaracaksınız.
Şimdi, bir ülkeyi bölmek isteyen bir parti, bu tür metotlarla çalışır mı'
İllegal parti tecrübeleri varken ya da şiddetten; yani, bölmenin de böyle
sözle, lafla olmayacağım, otoriter toplumlarda, otoriter siyasî sistemlerde...
Ama, evet, bölünme, gönüllülük temelinde, demokratik
toplumlarda gerçekleşebiliyor, Çekoslovakya örneği var. Slovakya, Çekoslovakya
"biz birlikte yaşamıyoruz, ayrılıyoruz" dediler, hiçte kavga etmediler.
Ama, otoriter sistemlerde mutlaka bir şeyi başarmak, özellikle iktidar
alanlarına egemen olabilmek için şiddeti kullanmak kaçınılmazdır, işte,
Irak'taki deney var. Türkiye daha farklı bir deney yaşıyor; yani, işte darbeler
dönemi vardır. Bu anlamda darbelere baktığımız zaman; yani, partilerin
kapatılmasının bize zarar vermesinin en önemli süreçlerini darbelerde yaşadık.
Her siyasî darbeden sonra yeni partiler kuruldu ve bu yeni partiler, hiçbir
zaman bir türlü kurumlaşamadılar, bir türlü yapılanamadılar. Halen parti midir
değil midir tartışmalıdırlar ve biz, halen bu partiyi; bizim partilerimiz
liderler tarafından yönetilen parti durumundadır.
Şimdi, modern demokratik toplumlarda siyasal partilerde
liderler yönetir mi; kollektif akıldır çünkü, bir sentezdir orası. Ama neden;
çünkü, bizde iki arada bir derede ve sadece yapmak için değil, yapar görünen
bir demokrasiye sahip olduğumuz için, yamalı ve bohçalı bir demokrasiye sahip
olduğumuz için bizim partilerimiz de bir türlü kurumlaşamazlar.
Bence, şu anda lider şef hegemonyasının var olduğu
siyasî partiler sisteminin en önemli nedenlerinden bir tanesi de, bu otoriter
sistemin kendisini beslemiş olmasıdır. Bunlardan da kurtulabilmek için, bizce,
demokrasilerde ya da demokratik bir toplumun, başka bir ifadesi var; çünkü,
belki, sizler de mutlaka katılırsınız, demokrasi, siyasî partilerin özgürlüğü
demektir. Siyasî partiler yoksa, o konuda Anayasamızda ve Sayın Başsavcı da,
haklı olarak uzun uzun anlatıyor, kavramsal olarak ona katılmamam mümkün
değildir; ama, biz, onları nasıl hayata geçirdiğimiz daha da önemlidir. Madem
ki, siyasî partilerin özgürlüğü demektir, o halde, hemen bir partinin
kuruluşundan üç hafta sonra bir parti hakkında kapatma davası lüksüne sahip olamayız.
Madem ki, demokrasilerde, anayasal demokratik düzenlerde siyasal partiler bu
kadar önemlidir, bu kadar hayatidir ve neticede de siyasal partisiz ülkeyi
yönetemeyeceksek, bunun sonucu, biz, mutlaka....
Sayın Başkan, sayın üyeler; bu anlatımlarımdan sonra,
Sayın Yargıtay Başsavcısının program ve tüzüğümüze yönelik olan birtakım
konularını elimden geldiğince özetleyerek kısa, sizin de, daha fazla zamanınızı
almadan, öyle zannediyorum ki, sizin sorularınıza da mazhar kalacağız, önemli
gördüğüm birtakım noktalara daha işaret etmenin faydalı olacağını düşünüyorum.
Birinci işaret etmek istediğim, zaman zaman da belki
dokundum; ama, yeniden ifade etmeyi uygun gördüğüm bir sorun var. Bizim
partimiz, sadece Türkiye'de Kürt sorununu çözmek için var olan bir parti değil;
yani, bizim programımızı incelediğiniz zaman, Kürt sorununa özel bir önem
verdiği görülecektir. İşte, temel, Türkiye'nin önemli bir sorunudur gibi
tanımlar kullanılmaktadır; fakat, bunu dile getirirken hiçbir zaman, Sayın
Başsavcının ileri sürdüğü gibi, bir azınlık, çoğunluk konumlanması, bir karşı
konumlanma, bir ayırım ve çizgisi olarak ortaya koymuyor. Biz, Türkiye'de Kürt
sorununu bir sorun olarak ortaya koyuyoruz; yani, Türkiye'nin bir sorunudur
diyoruz ve Türkiye'deki Kürt sorununun sorun olması, sadece Kürtler için sorun
olan bir sorun değildir. Eğer, etnik tanımlamayla ele alırsak, belki de daha
fazla Türklerin sorunudur; yani, bizim daha çok demokratik bir toplum
yaratabilmemiz için var olan sorunlarımızın çözümlenmesi mantığıyla ele
alınmıştır ve programımız incelendiği zaman bir dünya senaryosu var.
Biz şuna inanıyoruz: Türkiye kendi başına yaşamak
durumunda değildir. Sadece Türkiye değil, hiçbir ulus, hiçbir ülke, hiçbir
devlet tek başına yaşamak durumunda değildir, özellikle de bu globalleşme,
evrenselleşme koşullarında dünyada bir yer edinmek durumundayız ve zaten,
denilebilir ki, Türkiye'nin Avrupa üyeliği konusundaki çabaları da bunun bir
işareti, bunun bir sonucudur, yoksa keyfî bir çaba değildir bu; yani, biz
dünyanın bir parçası olmayı düşünüyoruz ve dünyanın bir parçası olurken soğuk
savaş koşullarında, yani, dünyanın sosyalist ve kapitalist, özgür demokrasi
dünyası diye ikiye bölündüğü koşullarda belirli ittifaklarda yer alıyorduk,
dünyanın şekillenmesi farklı projelerle gerçekleşiyordu; fakat, günümüzde
evrensel ve insanın en önemli gelişmelerinden biri olan Avrupa Birliği
projesinde yer almaya çalışıyoruz. Avrupa Birliği de, dünyanın en önemli bir
projesidir. Belki de denilebilir ki, gelecek toplum projesinin de önemli
gelişkin, hem sayısal anlamda hem niteliksel anlamda gelecek için model
olabilecek alanlardan bir tanesidir. Yani, bizim partimiz demek ki, sadece
Türkiye ile değil dünya ile de ilgileniyor ve Türkiye'nin çıkarlarını, bu
sorunların çözümünün dünya ile daha doğrusu, dünyalık düşündüğümüz zaman
çözmenin daha kolay olduğunu düşünüyor.
Aslında bu, bir zihniyet sorunudur. Yani, sadece,
bazılarının, bazı siyasî partilerin ele aldığı gibi, bizim partimiz bu tür
birlikleri, teknik, ekonomik çıkarlar, birtakım günah savuşturma anlayışıyla bu
işlere bakmıyor. Dünyalı olmak demek, insanın iç dünyasının zenginleşmesi
demektir; yani, dünyaya açılmamız demektir, herkesi hoşgörüyle görebilmemiz
demektir; verebilmek, alabilmek demektir. Bu, bir kültür sorunudur. Bizim
partimiz böyle bir konsepti benimsiyor, böyle bir anlayışla yola çıkıyor. Dünya
ile ilgili düşündüğümüz bu konsepti, Türkiye için de yapıyoruz, düşünüyoruz.
Yani biz, biri birimiz olmadan, birlikte olmadan iyi bir yaşam kurulamayacağını
düşünüyoruz, birlikte iyi bir yaşam kuracağız. Farklı etnik gruplarla, farklı
dinî gruplarla birlikte iyi bir dünya kuracağız. Birbirimize açıldığımız zaman
mevcut olan handikaplarımızın aşılacağını düşünüyoruz, kültürel kısırlıktan
bununla kurtulabileceğimizi düşünüyoruz. Çünkü dünyalı düşünmeyince, Türkiyeli
düşünmediğimiz için, şu anda ciddî bir kültür kısırlaşmasıyla karşı karşıyayız.
Bu memlekette, o zengin kültür kısırlaşmış durumdadır; çünkü birbirimizden alıp
veremiyoruz, çünkü, birimiz, bir diğerini reddetmektedir, gücü ele geçirenler
de bir diğeri üzerinde hegemonya kurarak, onların inkârına yönelmektedir ve bu
inkâr politikaları da çok tehlikeli sonuçlar doğruyor. Bizim partimiz, mümkün
mertebe, hiç kimsenin, hiçbir kurumun inkârına dayalı bir politikanın başarı
sağlamayacağını ve insana mutluluk getirmeyeceğini düşünüyor. Biz, onun için
Türkiye'nin yeniden yapılanması gerekir diyoruz, onun için yeni bir anayasa
diyoruz ve bu konuda mahkeme üyelerimizin. Sayın Başkanımızın ve birçok değerli
hukukçumuzun, anayasa konusundaki dile getirdiği görüşlerine katılıyoruz, onun
için yeni bir anayasa diyoruz.
Tabiî, yeni anayasa dediğimiz zaman, bu da sadece bir
teknik, kuru bir olay değildir. Bu şu demektir; Kurumlarıyla yeniden yapılanma
demektir; yanİ, yargı, yasama, yürütmenin yeniden dizayn edilmesi demektir,
yetki ve sorumlulukların birbirinden demokratik bir tarzda ayrılması demektir,
birinin diğeri üzerinde hegemonya kurmaması demektir.
Yine, Anayasa, yasaların anası demektir ve de çok güzel
bir kavram, bütün yasaların anasıdır; ama, aynı zamanda toplumu tanımlayan en
önemli belgedir, yani, Anayasa, toplumu tanımlar. Anayasada doğru bir tanım
olmadığı için toplumu, doğruyu tanımlayamadığı için biz bu sorunlarla karşı
karşıyayız. Eğer anayasa, bu sorunlarımızı doğrudan tanımlarsa; yani, biz
Türkiye'yi doğrudan tanımlamaya başlarsak, bence, sorunların çözümü de çok
kolaydır. Ama, ne yazık ki, geleneksel kültürün ve geçmiş kültürlerin
devraldığımız tutucu olan yönleri bizde bir özellik daha geliştirmiştir; işte,
yapmama kültürünün yanında bir de gerçekleri kabul etmemek gibi bir
alışkanlığımız, bir kültürümüz var.
Bu, sadece ve sadece devlet sisteminde değil, sadece
siyasî sistemlerde değil, bu bir köyde bile böyledir; yani, ağamız, köylüsünü
doğru tespit etmez, onu bir şeyden saymaz, sonra çatışma çıkar; oysa bir şey
sayması lazım; çünkü, onunla ortak bir yaşam sürdürecektir. Biz, bu anlamda,
yani, bizim partimiz, Kürtler gibi bir azınlık, Türkler gibi bir çoğunluk,
Çerkezler gibi bir azınlık, Türkler gibi çoğunluk yaratma diye bir iddia sahibi
değildir. Yani, şunu içtenlikle söylemek istiyorum: Biz, bu programı
oluştururken de hiçbir zaman böyle düşünmedik. Doğrusu, Sayın Yargıtay
Başsavcısının bu tanımıyla karşılaştığım zaman da dehşete kapıldım; çünkü, bu
tanımlar çatışma kültürünün tanımlarıdırlar, soğuk savaş döneminin
tanımlarıdırlar.
Tabiî ki, sistemler çözüldü. Biz, genel anlamda soğuk savaşın
son bulduğunu söylüyoruz; ama, yerel anlamda çatışmalar son bulmuş değil, bu
kültür son bulmuş değildir ve bu kültür, bizce, Türkiye'de Türkiye halklarına,
Türkiye insanına hiçbir yarar getirmez. Biz niye azınlık olalım, Türkler niye
çoğunluk olsun; Türkler niye azınlık olsun, niye biz çoğunluk olalım. Bir de,
azınlık ve çoğunluk bir şey ifade edebilir mi; farz edelim biz tek kişi olsak
ne olabilir!.. Ben, günlerden bir gün bir televizyon programını izlemiştim, çok
ekstrem bir tanımdı belki, bir Kürdü çağırmışlardı programa, orada tartışılan
şey şu idi... Çatışmalar da devam ediyor o zaman, PKK olayı devam ediyor,
insanlarımız ölüyor, iç dinamikler parçalanıyor, insanlar şunu tartışıyorlar:
"Siz yoksunuz ki... Diliniz yok ki..." Katılımcılardan biri şunu
söyledi: "Ben bilmiyorum, Kürtler var mı, yok mu; fakat, ben ayrı bir dile
sahibim, bu dilin geliştirilmesini istiyorum, ben bu hakka sahibim; yani, siz,
bu hakkı bana vermeyecek misiniz' Eğer vermiyorsanız bu bir zorbalıktır. Ama,
benim bir talebim varsa, bu, ekmek ve su gibi bir şeydir. Ben bir
kişiyim."
Şimdi, o bakımdan, biz zaten, azınlık ve çoğunluk
sorununa da böyle bakıyoruz. Biz, haklar ve özgürlükler açısından bakıyoruz,
çünkü, haklar ve özgürlükler açısından bakmazsak sorunları çözemeyiz.
Dolayısıyla kadın ve erkek sorununu da Türkiye'de çözebildik mi; çözemiyoruz.
Aşağı yukarı bizim düşüncemizin arka planında kadınlar azınlıktırlar. Dediğimiz
azınlık sayısal azınlık değil, hükmedilmesi gerekli olan bir azınlık olduğu
içindir, dolayısıyla o sorunu bir türlü çözemeyiz. Bu, bir mantıktır; bu, bir
zihniyettir. Bizim partimiz, doğrusu, bu zihniyeti değiştirmeye çalışıyor.
Sayın Başsavcı bize diyor ki, tabiî ki, Sayın Genel
Başkan söyledi, vaktinizi almayayım, esas hakkındaki savunmamızda da uzun uzun
anlattık. Tarihsel referansları da inkâr eder duruma gelmiş; yani, Erzurum
Kongresinde, Sivas Kongresinde söylenenleri, Mustafa Kemal'in söyledikleri var,
İnönü'nün söyledikleri var; yani, Türkiye'nin kurucuları çok önemli şeyler
söylemişler; Meclis tutanakları var.
Sayın Savcı diyor ki "Kürtlerden bahsetmekle
azınlık yaratıyorlar; ama -hemen kendi iddianamesinde hemen ekliyor- aslında bu
memlekette etnik gruplara da hak ve özgürlükler veriliyor" Peki, biz ne
diyoruz; yani, biz etnik gruplardan bahsettiğimiz zaman ayırımcılık, bölücülük
oluyor da. Sayın Savcı bundan bahsettiği zaman, yani, bu çelişkiyi ifade ettiği
zaman ya da bunu ifade ettiği zaman neyi ifade etmiş oluyor; bizi doğrulamış
olmuyor mu' O bakımdan, yani biz Türkiye'de, tabir caizse, belki de birtakım
acı gerçeklerin görülmesini, belki de şeytanın avukatlığını yapıyoruz. Ama, her
dönemin acı çekenleri olur; yani, biz, o zaman Türkiye'deki kurtuluş
hareketinden ne dersler çıkarabiliriz'.. Mustafa Kemaller nasıl
tanımlamışlardı'... Egemenlere göre; her egemen kendisinden sonra gelenleri
nasıl tanımlar' Oysa, böyle uç haksız tanımlamalar yerine, birbirimizi anlama
kültürünü geliştirmek zorundayız. "O, yurtsever; diğeri hain" tanımları
yerine, "farklı farklı konumları birlikte nasıl yaşatabiliriz, nasıl
birlikte anayasal bir düzen içerisinde dizayn edebiliriz" sorunudur. Bunun
için bu çok önemli bir olaydır.
Ya da mesela biz şunu söylüyorsak, yerel yönetimlerde
özerklik demişiz; bu, bölge oluşturma anlamına geliyor, diyor ki "bölge,
ayırımcılık" yapıyorlar. Peki, 7 bölge var ülkemizde, hangi referansa
dayalıdır bu' Neden Karadeniz Bölgesi, neden Marmara Bölgesi ya da neden
Akdeniz, Güneydoğu, Doğu Anadolu Bölgesi'... Tabiî, bunlar tesadüf değil, bunun
sosyolojik ve siyasî tarihsel referansları var.
Ya da uzağa gitmeyelim, 1982 Anayasasına bakalım, 1961
Anayasasında da var... Yani, GAP'ı özel bir bölge olarak sunmak hangi referansa
dayalıdır' Niye bölücü değildir Güneydoğu işte bilmem ne projesi'... Ya da,
OHAL Valiliği ya da geçmişte müfettişlikler var... Şimdi, biz bunları
söylediğimiz zaman...
Tabiî ki, bunları bir programa sığdırmam mümkün
değildir, o anlamda duruşmalı olmasını çok önemsediğimi söylüyorum. Aslında, bu
sistemleri geliştirmek lazım, iddianameyi, belki de yeni bir hukuk sistemi
içinde, bir teknik içinde iddianameler tanzim edilmeden önce tarafların görüşü
de alınabilir mi, belki de yaradı olur diye düşünüyorum. Çok düşünmemiştim;
ama, şu anda onu söylüyorum, belki bu yanlışları yapma durumunda olmayız.
Bölge meclisleri diyoruz ve üniterlik problemi diye bir
problem var bizde. Bu, tabiî paranoya dönüşmüş durumdadır. Şimdi, enteresan bir
şey, İspanya üniter bir devlet, hem de tarihsel gelenek itibariyle en eski
üniter devletlerden biridir ve yine de halen Finlandiya, İtalya, Avrupa Birliği
içerisinde 3 devlet hariç, hepsi kendisini üniter devlet olarak ifade ediyor.
Biz, şimdi üniter devlete sığınarak, var olan etnik, ulusal, dinsel, sosyal,
siyasal grupların fikirsel, felsefî grupların temsilini engelleyeceğiz mi
demektir; yani, bu olamaz mı' Ya da efendim, üniter bir devlette bir bölgenin
meclisi olamaz mı' Neticede, bölge meclisi dediğimiz olaylar temsil
olaylarıdır; yani, en iyi temsili sağlayabilmektir, toplumu en iyi yönetebilme
mekanizmalarıdır.
Bunlar zaman zaman, renkler işler mi bölge meclislerine;
işleyebilir, etnik renkler, dinî renkler işleyebilir, çağdaş dünya bundan da
hiç korkmuyor, yani, o meclise, kendi gelenekleriyle Yahudi geldiği zaman dünya
da yıkılmıyor. Bir başkası da gelebilir, Kürtler de gelebilir, Türkler de
gelebilir; ama, asıl olarak meclisin fonksiyonu vardır; Kürtlük, Türklük yapmak
değildir, onları en iyi temsil etmektir, onları en iyi yaşatabilme
mekanizmalarıdır. Yani biz, bu olaylara bakarken, bu senaryo içinde bakıyoruz,
bölünme paranoyasının ötesinde, toplumu daha iyi yönetmek, daha ileri götürebilme
meselesindedir.
Doğru, bizim resmî ideolojiyle, daha önce de İfade
ettim, farklı tanımlarımız var, sizlerin de var Sayın Başkan, sayın üyeler.
Aynı da düşünmeyeceğiz, zaten aynı düşündüğümüz zaman, o bu toplumun
değişmesine gerek yok. Farklı düşünceler bizi zenginleştirip, ileriye
götürebilirler. Şu anda global dünyanın da belki en önemli zenginliklerinden
bir tanesidir.
Şimdi, Avrupa Birliği tesadüfen mi gelişmiştir; yani,
onlar Avrupalı olduğu için, İngiliz olduğu için mi gelişmişlerdir; biz, Türk,
Kürt, Arap olduğumuz için mi geri kalmışızdır'! Yani, bizim ulusal
özelliklerimiz, genlerimizle mi ilgili bir olaydır; hayır. Oysa Avrupa'nın geri
yaşadığı dönemler vardır, ama, daha sonra kendilerine, onları geliştirebilecek
olan sistemi bulmuşlardır. Çoğulcu, katılımcı, demokratik, öyle bir sistem, ona
uygun kurumlar, öyle yapılanmalar göstermiştir ki, toplum birden, hem kültürel
olarak hem ekonomik olarak gelişme göstermeye başlamıştır, hem de bütünlüklü
olarak gelişmeye başlamıştır.
Şimdi, diyelim ki, Avrupa'da... İşte, yaşadım, biraz
deney de var, İsveç'te kaldım. Stockholm İsveç'in başkentidir. Stockholmlüler
diyebilir ki, "Ben devlet olmak istiyorum..." Var^ çünkü, yani
ekstrem bir toplumun sıra dışı insanları da var. 'İstiyorsan, buyurun, hodri
meydan, referandum yap, olacaksan ol" diyor. Ya da, İsveç'in içinde bir
ada gibi, ekonomik olarak, sosyal olarak yaşama şansı bulabilecekseniz, yapın
diyorlar. İnsanlarda akıl var. Neticede bütün insanlar iyi yaşam için hareket
ederler; insan yerine konulmak içindir; yani, etik, ahlakî tanımlarla ifade
edersek... Bu anlamda bizim bakış açımız budur; biz, işe böyle bakıyoruz. Yani,
bölge temsilcileri anayasayı isterken; yanlışı olabilir mi, olabilir; biz onu
da tartışabiliriz; çünkü, bizim söylediklerimizin hepsi doğru değildir. En
önemli bir şey vardır biliyorsunuz, partiler programlarını sık sık da
değiştirirler. Neden değiştirirler; çünkü, bakıyor, ihtiyaca cevap vermiyor.
Geçmişte yaptığı tanımlara uygundu, belki de yeni gelişmelere uygun değildir,
yeni dengelere uygun değildir, yeni sorunlar ortaya çıkmıştır, yeni sorunları
çözmek için onu programa almak gerekiyor. Yani, neticede partilerin programları
da kalıcı değildir, mutlak değildirler, onlar da sürekli değişiyor; nasıl ki,
anayasal düzenlerde anayasalar sık sık değişiyorsa.
Şimdi, ben gelir ayak -rahmetle anayım- Sayın Bülent
Tanör'ün "Anayasalar-Osmanlıdan Günümüze" kitabına tekrar şöyle
baktım. Ne değişiklikler olmuş Sayın Başkan, sayın üyeler, daha ne
değişiklikler olacak!.. Demek ki, hayat, başka bir ifadeyle değişim demektir.
Onun için biz, değişimi birlikte yapmak istiyoruz ve
Türkiye önemli bir geçiş dönemi noktasındadır. Bütün alanlarda, mutlaka bu geçiş
döneminin problemlerini akılla, adaletle hukukla çözmek zorundayız.
Siyasî partilerle ilgili, kapatma davalarıyla ilgili, bu
alanda size önemli görevler düşmektedir. Yani, siz, siyasî partileri
kapatmamakla sadece teknik bir iş yapmamış olacaksınız, yeni bir hukuk anlayışı
getirmiş olacaksınız. Tabiî ki, mevcut olan kurallar önemli ölçüde
bağlayıcılıkları olur; ama, şu anda toplum, şu anda Türkiye'nin gelişim trendi
şunu gösteriyor: Haklı olarak siz üyeler. Sayın Başkan, nasıl ki partilerin
kapatılmasından rahatsızsa, bu toplum da rahatsız; ama, toplumun yine
demokratik olmayan yönetiminden dolayı, yönetilememesinden dolayı çözülemeyen
sorunlarının bedelini biz insanlarımıza ödetmemeliyiz. Bu anlamda partimiz
hakkındaki kapatma davasının reddedilmesini, yani, bunun Türkiye için önemli
olduğunu düşünüyoruz."
VI- DEĞERLENDİRME
A- Ön Sorunlar Yönünden
1- Siyasî Partiler Kanunu'nun 78., 80. ve 81.
Maddelerinin Anayasa'ya Aykırılığı Sorunu
Parti, savunmalarında, iddianamede yer alan Siyasî
Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) ve (b) fıkralarıyla, 80. ve 81.
maddelerinin, 1995 ve 2001 Anayasa değişiklikleri sonucunda Anayasa'da
bulunmayan kapatma nedenlerine yer vermesinden dolayı Anayasa'nın 68.
maddesinin dördüncü fıkrasıyla 13. maddelerine aykırı olduğunu, bu kuralların
Anayasa'nın Geçici 15. maddesi kapsamından çıkarılması nedeniyle davanın
usulden reddine karar verilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise gerek iddianamede
gerekse sonraki aşamalarda anılan hükümlerin anayasal ilkelerin
somutlaştırılmış biçimleri olduğundan bahisle, Anayasa'ya aykırı olmadıklarını
ve davada uygulanmaları gerektiğini savunmuştur.
Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasını aynen
tekrar eden 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin birinci
fıkrasının (a) bendine göre, bir siyasi partinin tüzük ve programının Devletin
bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına,
eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik
cumhuriyet ilkelerine aykırı olması; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya
herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlaması; suç
işlenmesini teşvik etmesi kapatma sebebidir.
Buna göre, anılan yasa hükümlerinin Anayasa'nın 68.
maddesindeki kapatma sebeplerinin sayısını artırması veya bunların kapsamını
genişletmesi durumunda Anayasa'ya aykırılıkları gündeme gelebilir. Bu açıdan,
bu kuralların Anayasa'nın kapatma sebepleriyle örtüştüğü oranda
uygulanabilecekleri, bu nedenleri artıran, ya da böyle bir durum olmaksızın var
olan kapatma sebeplerinin alanını genişleten bir içeriğe sahip olmaları
durumunda Anayasa'ya aykırılıkları söz konusu olabilir. Böyle bir durumda,
sorunun ciddi bulunmasına bağlı olarak, davaya bakan mahkeme sıfatıyla konunun
Anayasa Mahkemesi tarafından incelenmesi gerekebilir. Ancak bunun için söz
konusu yasa hükümlerinin davada uygulanma niteliğine sahip olmaları gerekir.
Anayasa'nın 152. ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddesine göre,
mahkemeler, bakmakta oldukları davalarda uygulayacakları kanun ya da kanun hükmünde
kararname kurallarını Anayasa'ya aykırı görürler veya taraflardan birinin ileri
sürdüğü aykırılık savının ciddi olduğu kanısına varırlarsa o hükmün iptali için
Anayasa Mahkemesine başvurmaya yetkilidirler. Ancak, bu kurallar uyarınca bir
mahkemenin Anayasa Mahkemesine başvurabilmesi için elinde yöntemince açılmış ve
Mahkemenin görevine giren bir davanın bulunması ve iptali istenen kuralların da
o davada uygulanacak olması gerekmektedir. Uygulanan yasa kurallarından,
davanın değişik aşamalarında ortaya çıkan sorunların çözümünde veya davayı
sonuçlandırmada olumlu ya da olumsuz yönde etki yapacak nitelikte bulunan,
uyuşmazlığı çözmeye, davayı sona erdirmeye, kararın dayanağını oluşturmaya
yahut tarafların istek ve savunmaları çerçevesinde karara varmakta ön planda
tutulması zorunlu yasa hükümleri anlaşılmalıdır.
Siyasi Partiler Kanunu'nun 101. maddesinde "Anayasa
Mahkemesince bir siyasi parti hakkında kapatma kararı;
a) Bir siyasi partinin tüzük ve programının Devletin
bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına,
eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik
cumhuriyet ilkelerine ayrı olması, sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya
herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlaması, suç
işlenmesini teşvik etmesi,
b) Bir siyasi partinin, Anayasanın 68 inci maddesinin
dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin işlendiği odak haline geldiğinin Anayasa
Mahkemesince tespiti,
c) Bir siyasi partinin, yabancı devletlerden,
uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel
kişilerden maddi yardım alması.
Hallerinde verilir.
(Ek: 26/3/2002- 4748/4 md.) Anayasa Mahkemesi,
yukarıdaki fıkranın (a) ve (b) bentlerinde sayılan hallerde temelli kapatma
yerine, dava konusu fiillerin ağırlığına göre ilgili siyasi partinin almakta
olduğu son yıllık Devlet yardımı miktarının yarısından az olmamak kaydıyla, bu
yardımdan kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına, yardımın tamamı ödenmişse
aynı miktarın Hazineye iadesine karar verebilir.";
Hükmüne yer verdikten sonra, Yasa'nın 104. maddesinde de
"Bir siyasi partinin bu Kanunun 101 inci maddesi dışında kalan emredici
hükümleriyle diğer kanunların siyasi partilerle ilgili emredici hükümlerine
aykırılık halinde bulunması sebebiyle o parti aleyhine Anayasa Mahkemesine,
Cumhuriyet Başsavcılığınca re'sen yazı ile başvurulur. Anayasa Mahkemesi, söz
konusu hükümlere aykırılık görürse bu aykırılığın giderilmesi için ilgili
siyasi parti hakkında ihtar kararı verir. Bu yazının tebliği tarihinden
itibaren altı ay içinde aykırılık giderilmediği takdirde, Cumhuriyet
Başsavcılığı o siyasi partinin Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun
bırakılması için Anayasa Mahkemesine re'sen dava açabilir." denilmektedir.
Kapatılma davası, 2820 sayılı Yasa'nın 101. maddesinin
(a) bendi uyarınca açılmıştır. Bu durumda olayda Siyasi Partiler Kanunu'nun
eyleme uyan 101. maddesinin (a) bendinin uygulanması gerekir. Yasa'nın 78., 80.
ve 81. maddelerinin uygulanabilmesi, davanın Yasa'nın 104. maddesine göre
açılmasına bağlıdır.
Bu nedenle, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun
Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülen 78., 80. ve 81. maddeleri bakılmakta olan
davada uygulanacak kurallar niteliğinde bulunmadıklarından Anayasa Mahkemesine
başvuru isteminin reddine oybirliğiyle karar verilmiştir.
2- Yargılamanın Duruşmalı Yapılıp Yapılmaması Sorunu
Davalı Parti aşamalardaki savunmalarında, davanın
duruşmalı olarak görülmesi isteminde bulunmuş; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
ise esas hakkındaki görüşünde bu düşünceye katılmadığını ve istemin reddi
gerektiğini belirtmiştir.
Anayasa'nın 149. maddesinin son fıkrasında,
"Anayasa Mahkemesi Yüce Divan sıfatıyla baktığı davalar dışında kalan
işleri dosya üzerinde inceler" denilmektedir. 2949 sayılı Anayasa
Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Yasa'nın 33. maddesinde de
Anayasa'daki hüküm doğrultusunda, "Siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin
davalar Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle dosya
üzerinde incelenir ve karara bağlanır" kuralına yer verilmiştir.
Açıklanan nedenlerle, siyasi parti kapatma davalarında
duruşma yapılması olanağı bulunmadığından davalı Parti'nin bu konudaki istemi
yerinde değildir.
B- Esas Yönünden
İddianamenin kapatma nedenlerinin değerlendirildiği
gerekçe bölümüyle buna göre oluşturulan sonuç kısmında dile getirilip
aşamalarda sürdürülen iddialarında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı;
- Tüzük ve programda yer alan "tekçi, otoriter devlet
yapısında ısrar eden" Türkiye'yi "adem-i merkeziyetçi tarzda yeniden
yapılandırma" ve "Kürt sorununu hak eşitliği temelinde toplumsal
uzlaşma ile çözme" şeklindeki Parti hedeflerinin Devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesiyle bağdaşmadığını; Anayasa'da korunan bu
ilkenin Siyasi Partiler Yasası ile somutlaştırılmış olması nedeniyle söz konusu
ibarelerin bu Yasa'nın 78. maddesinin (a) bendine de aykırı olduğunu,
- "Kürt Sorunu"nun "Türkiye'nin temel
sorunu olarak" tanımlanmış olmasının "Türkler ve Kürtler" ayrımı
meydana getirerek, "ayrı bir Kürt ulusunun varlığı"na ve böylece
vatandaşlık bilinç ve beraberliğini temel alan ulus kavramının reddini
içerdiğini; bu durumun Siyasi Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) ve (b)
bentlerinde belirtilen "devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü
ve siyasi partilerin ırk esasına dayanamayacakları" ilkelerine; ayrıca
Siyasi Partiler Yasasının 101. maddesinin (a) bendindeki, bir siyasi partinin
tüzük ve programının "Devletin (...) ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne" aykırı olamayacağı ilkesine de aykırılık oluşturduğunu,
- Devletin yeniden yapılandırılması adı altında önerilen
idari bölgeler ve egemenlik sahibi özerk bölgeler modelleriyle Devletin tekliği
ilkesinin değiştirilmesinin amaçlandığını,
- Parti Tüzüğü'nün 3. maddesinde "Kürt sorununu hak
eşitliği temelinde toplumsal uzlaşma ile çözmek", parti programının
"Türkiye değişmek zorundadır" başlıklı bölümünde, "Türkiye hükümetlerinin,
Kıbrıs, Bulgaristan, Yunanistan, Kosova ve benzeri ülkelerde bulunan
azınlıklar/topluluklar için savunduğu tezleri, Türkiye'de yaşayan Kürtler için
de istemesi durumunda, sorunun çözüm yoluna
gireceği inancındadır." biçimindeki değerlendirmeler ile parti
programının diğer bölümlerindeki düzenlemelerin, farklı ulus ve ulusal
azınlıkların varlıklarının kabul edilmesinin istendiğini gösterdiğini, bunun,
Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek
veya yaymak yoluyla azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması amacını
güttüğünü bu nedenle Siyasî Partiler
Yasası'nın 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırılık oluşturduğunu,
İleri sürerek, davalı Partinin, tüzük ve programının
bazı bölümlerinin Anayasa'nın Başlangıç kısmı ile 2., 3., 14., 68. maddelerine
ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) ve (b) bentlerine,
80. maddesine, 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırı olduğundan,
Anayasa'nın 69. maddesinin beşinci fıkrası ve Siyasi Partiler Yasası'nın 100.
maddesinin (a) bendi ile 101. maddesinin (a) bendi uyarınca kapatılmasına karar
verilmesini talep etmiştir.
Buna karşılık davalı Parti davanın aşamalarında
iddiaları reddetmiş, bu bağlamda özetle;
Kürt diye bir etnik ve ulusal grup yoksa, Kürtlükten
bahsetmenin de suç oluşturmayacağı ve bir partinin kapatılmasına gerekçe
olamayacağını; Kürt sorunundan bahsetmenin Devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne aykırılık anlamına gelmeyeceğini; iyi incelendiğinde Tüzük
ve programın Türkiye'nin birlik ve bütünlüğüyle bir sorununun olmadığının
görüleceğini; bölge meclisleriyle yeni bölgeler oluşturulmadığını, Türkiye'de
tarihsel, siyasal ve kültürel referansları olan coğrafi bölgeler üzerinde bölge
meclislerinin oluşturulmasının benimsendiğini, bunun da Anayasa'nın 126.
maddesinin 3. fıkrasına uygun olduğunu, Partinin teknik olarak federal bir
sistem önermediğini savunmuştur.
Anayasa'nın 69. maddesinin beşinci fıkrasında, "Bir
siyasi partinin tüzüğü ve programının 68 inci maddenin dördüncü fıkrası
hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı verilir."; 68.
maddesinin dördüncü fıkrasında da "Siyasi partilerin tüzük ve programları
ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet
egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf
veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez" denilmektedir.
Bu kapatılma nedenleri 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin
ilk fıkrasında da aynen benimsenmiştir.
Siyasal çoğulculuğu
ve katılımcılığı esas alan kurallar ve kurumlar düzeni olan çağdaş
demokrasilerde, bireysel iradeleri birleştirip yönlendirerek onlara ağırlık
kazandıracak özgün kuruluşlara duyulan gereksinim, dağınık siyasal görüşleri
birleştirmek suretiyle halk iradesini oluşturan ve açığa çıkaran siyasal
partiler vasıtasıyla karşılanmaktadır. Partiler, belli siyasal düşünceler
çevresinde birleşen yurttaşların özgürce kurdukları ve özgürce katılıp
ayrıldıkları hukuksal yapılardır. Siyasi partilerin kendilerine göre öne çıkardıkları
ülke sorunlarına ilişkin farklı çözüm önerileri getirmeleri, demokratik siyasi
yaşamda üstlendikleri işlevin doğal sonucudur. Bu nedenle siyasi partiler,
Anayasanın konuya ilişkin kuralları ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin
"örgütlenme", "düşünce ve ifade özgürlüğü" konusundaki 10.
ve 11. maddelerinin koruması altındadırlar.
Demokratik rejimin olmazsa olmaz ön koşulu sayılmaları
nedeniyle siyasî partiler Anayasa'da özel olarak düzenlenmiş, 68. maddenin
ikinci fıkrasında, siyasî partilerin demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez
unsurları oldukları; üçüncü fıkrasında da siyasî partilerin önceden izin
almadan kurulacakları ve Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini
sürdürecekleri belirtilmiştir. Böylece, siyasî partilerin diğer tüzelkişilerden
farklı olarak kuruluş ve faaliyetlerine ilişkin esaslar Anayasal güvenceye
kavuşturulmuş, kapatılmalarına yol açabilecek nedenler ise Anayasa'nın 14.
maddesindeki temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasını engelleyen düzenleme
de gözetilerek tek tek sayılmış, yasakoyucuya bunların dışında düzenleme
yapmaya elverişli bir alan bırakılmamıştır.
Belirtilen düzenlemelerle Anayasa koyucu siyasî
partilerin varlıklarını sürdürmelerini esas alıp, kapatılmalarını ise ayrık
durumlarla sınırlı tutarak, öncelikle demokratik rejimin, sağlıklı biçimde
yaşatılmasını amaçlamış, ancak korunması gereğini de göz ardı etmemiştir.
Bir siyasi partinin tüzüğü ve programının 68. maddenin dördüncü
fıkrası hükümlerine aykırılığı değerlendirilirken, Anayasa'nın siyasi partilere
verdiği özel önemi vurgulayan diğer kurallarının da göz önünde bulundurulması
gerekir. Bu nedenle, siyasi partilerin, Anayasa'ya aykırı olduğu ileri sürülen
tüzük ve programlarındaki söylemlerinin demokratik yaşam için doğrudan açık ve
yakın tehlike oluşturmaması durumunda, bunların ifade özgürlüğü kapsamında
kaldığının kabulü gerekir. Demokratik rejimin tüm kurum ve kurallarıyla
özümsendiği ülkelerde de rejim için ciddi bir tehlike oluşturmadıkça siyasi
partilerin kapatılmasına olur verilmediği gözetildiğinde çağdaş uygarlık
düzeyinin üstüne çıkma hedefini esas alan Anayasamızın da salt ifade özgürlüğü
kapsamında kalan tüzük ve program düzenlemesini kapatma nedeni saydığını kabul
etmek olanaklı değildir.
Tüzük ve Programında HAK-PAR'ın, genel olarak adem-i
merkeziyetçi bir yönetime ağırlık verdiği, Türkiye'nin temel sorunu olarak
kabul ettiği Kürt sorununu hak eşitliği temelinde çözmeyi seçmenine vaadettiği
görülmektedir.
Tüzük ve Programında ifade edildiği biçimde Parti'nin,
Kürt sorunu olarak ele alıp değerlendirdiği soruna, kendine göre çözüm
önerileri getirmesi, vatandaşlık temelinde ulus kavramının reddi olarak
nitelendirilemez. Kapatma davasının Parti'nin kuruluşundan kısa bir süre sonra
açıldığı da gözetildiğinde, belli bir sorunun varlığına ve buna dair çözüm
önerilerine ilişkin ifadelerin demokratik bir rejimde düşünce ve ifade
hürriyeti kapsamında değerlendirilmesi gerekir. Gerek iddianamede gerekse
sonraki aşamalarda, Parti'nin söz konusu amaçları gerçekleştirmek için Anayasa
dışı bir yöntemi uygulayacağına ilişkin herhangi bir kanıta da yer
verilmemiştir.
Yukarıdaki açıklama ve değerlendirmeler çerçevesinde
Parti'ye, tüzük ve programında yeralan ifadelere dayanılarak yaptırım
uygulanması, örgütlenme ve ifade özgürlüğüne ağır bir müdahale
oluşturacağından, İddianame'de ileri sürülen gerekçelerle Parti hakkında
kapatma ya da yerine başka bir yaptırım uygulanması demokratik bir toplumda
zorunlu bir tedbir niteliğinde görülemez.
Açıklanan nedenlerle Hak ve Özgürlükler Partisinin
Anayasa'nın 69. maddesinin beşinci fıkrası ve 2820 sayılı Siyasî Partiler
Yasası'nın 101. maddesinin ikinci fıkrasının (a) bendi uyarınca kapatılması
isteminin reddi gerekir.
Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Ahmet AKYALÇIN, Mehmet ERTEN, A.
Necmi ÖZLER, Serdar ÖZGÜLDÜR ile Şevket APALAK bu görüşlere katılmamışlardır.
VII- SONUÇ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın, Hak ve Özgürlükler
Partisi'nin kapatılmasına karar verilmesi istemini içeren 14.3.2002 günlü,
SP.115 Hz. 2002/3 sayılı İddianamesi ve ekleri, konuya ilişkin rapor, ilgili
Anayasa ve yasa kuralları okundu, gereği görüşülüp düşünüldü:
A- Hak ve Özgürlükler Partisi'nin kapatılma davasında
yapılan oylamada, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Ahmet AKYALÇIN, Mehmet ERTEN, A.
Necmi ÖZLER, Serdar ÖZGÜLDÜR ile Şevket APALAK'ın "Parti'nin
kapatılması", Haşim KILIÇ, Sacit ADALI, Fulya KANTARCIOĞLU, Serruh KALELİ
ile Zehra Ayla PERKTAŞ'ın ise "Parti'nin kapatılmaması" gerektiği
yolundaki oyları sonucunda, Anayasa'nın 149. maddesinin birinci fıkrasında
belirtilen nitelikli çoğunluğun sağlanamaması nedeniyle kapatılma isteminin
REDDİNE,
B- Gereği için karar örneğinin Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı'na gönderilmesine,
29.1.2008 gününde karar verildi.
|
Başkan
Haşim KILIÇ
|
Başkanvekili
Osman Alifeyyaz PAKSÜT
|
Üye
Sacit ADALI
|
|
Üye
Fulya KANTARCIOĞLU
|
Üye
Ahmet AKYALÇIN
|
Üye
Mehmet ERTEN
|
|
Üye
A. Necmi ÖZLER
|
Üye
Serdar ÖZGÜLDÜR
|
Üye
Şevket APALAK
|
|
Üye
Serruh KALELİ
|
Üye
Zehra Ayla PERKTAŞ
|
|
|
|
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
1- Davalı Parti'nin amacını ve sürdüreceği
faaliyetlerini açıkça ortaya koyan Tüzüğü'nün "Partinin Amacı"
başlıklı 3. maddesinin 4. ve 5. paragrafları ile davalı Parti Programı'nın 2.
sahifesindeki "TÜRKİYE DEĞİŞMEK ZORUNDA" başlıklı bölümün 3., 4., 5.,
16. ve 21. paragrafları ve yine "Program"ın 4. sahifesindeki
"YENİDEN YAPILANDIRMA" başlıklı bölümün 3., 4., 6., 8., 9., 11.
paragrafları ve "Program"ın 5. sahifesindeki 2., 5., 8., 9. ve 10.
paragraflar incelendiğinde, Anayasa'nın 68. maddesinde belirtilen
"...devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne..." açıkça
aykırı görüş ve değerlendirmelere yer verildiği anlaşılmaktadır.
2- Anayasa'nın 90. maddesinin son fıkrasına eklenen
düzenleme, usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin
milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi
nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas
alınacağını öngörmektedir.
Anayasa'nın 69. maddesinin beşinci fıkrası ise bir
siyasi partinin tüzüğü ve programının 68. maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine
(dava konusunda devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü esasına)
aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı verileceğini belirtmektedir.
Davanın somutunda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin
11. maddesiyle çeliştiği ileri sürülen "iç norm" bir yasa kuralı
değil, Anayasa hükmüdür. Dolayısiyle, Anayasa'nın 90. maddesinin davada
uygulama kabiliyeti yoktur. Yine Anayasa'nın 138. maddesine göre hâkimler
"...Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre
hüküm verirler..." ve bu nedenle de Anayasa Mahkemesinin bu somut Anayasal
kurallar dururken, yorum yoluyla doğrudan AİHM içtihadını esas alarak hüküm tesis
etmesi söz konusu edilemez.
Anayasa (Md. 68 ve 69) açıkça bir siyasi partinin tüzük
ve programının devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü esasına aykırı
olması halinin varlığını tek başına kapatma nedeni saydığından ve bunun
ötesinde söz konusu yasak doğrultusunda eylem ve faaliyette bulunma halini
aramadığından, ayrıca bu hal Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 11. maddesinin
ikinci fıkrasındaki "meşru amaç" sınırları içerisinde kaldığından; bu
yönü itibariyle de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı bir normun
varlığından bahsedilemez. Dolayısıyla, belirtilen Anayasal düzenlemenin
demokratik bir toplumda zorunlu bir müdahale olarak değerlendirmesi gerekir.
3- Açıklanan nedenlerle, davalı parti hakkında koşulları
oluştuğundan, Anayasa'nın 68 ve 69. maddeleri ve 2820 sayılı Siyasî Partiler
Kanunu'nun 101. maddesi uyarınca hüküm tesisi gerektiği kanısına vardığımızdan,
aksi yöndeki karara katılamıyoruz.
|
Başkanvekili
Osman Alifeyyaz PAKSÜT
|
Üye
Ahmet AKYALÇIN
|
Üye
Mehmet ERTEN
|
|
Üye
A. Necmi ÖZLER
|
Üye
Serdar ÖZGÜLDÜR
|
Üye
Şevket APALAK
|