ne 4 Ocak 1997 tarihli Sabah Gazetesinde yayınlanan ... haberde, Genel Başkan Ş. Elçi'nin açıklamaları şu şekilde yer almıştır : >"...
Türkiye'nin
tüm sorunlarının temelinde Kürt Sorunu'nun olduğunu anlatan Elçi, diye
konuştu.
Devletin
yapılanmasında merkezi yönetime karşı olduklarını söyleyen Elçi yerel
yönetimlere egemenlik hakkı tanınması gerektiğini kaydetti. 'Federasyon
kurulmasını savunuyor musunuz'' sorusuna da Elçi, ama
şu anda yerel yönetimlerin egemen kılınması en iyi model. Federasyon bir
devletin bölünmesi de değildir. Halen federatif sistemle yönetilen ülkeler
vardır.> yanıtını verdi.
Elçi,
Türkiye'de silahlı çatışmaların sürdüğünü bildirerek şunları söyledi:
<Kürtler
ve Türkler bir arada yaşadı. Halen de beraber yaşayabilme şansları çok yüksek.
Biz halen devletin var olan siyasi sınırlarına saygılıyız. Biz şuna inanıyoruz
silahlı çatışmalar bu sorunun çözüm formülü değil. Bizim önerdiğimiz çözümde,
devleti yönetenlerin Kürtlerin öldürülerek yok edilemeyeceğini anlaması
gerektiğini söylüyoruz. Kürtler de Kürt Sorunu'nun silahla çözülemeyeceğini
anlamalı.>"
3)
10 Şubat 1997 tarihli Milliyet Gazetesi'nin 18. sayfasında yayınlanan,
"Entellektüel Bakış" adlı köşede, Genel Başkan Ş. Elçi'nin yanıtları
şöyledir:
"Demokratik
Kitle Partisi'ni doğuran ihtiyaç nedir'
-
...Biz yola çıkarken acaba bütün bu olumsuzlukların kaynağı ne, diye sorduk.
Olumsuzlukların temel kaynağının Kürt sorunu olduğunu gördük. Bu sorun yüzünden
demokrasimiz gelişmiyor. Devleti yönetenler, ifade etmeseler bile, şöyle bir
komplekse kapılmışlar: Acaba demokrasi tam işlerse Kürtler bundan nasıl
yararlanır' Bu Kürtleri bağımsızlığa götürür mü' gibi bir endişeyle daima
demokrasi güdük tutulmaya çalışıldı.
Bütün
bu nedenlerle, bu sorunun çözümünü programının merkezine oturtan bir siyasi
harekete ihtiyaç olduğu kanısına vardık. Şuna inanıyoruz: Bu sorun Kürtleri
tatmin, memnun eden bir çözüme ulaşmadıkça diğer sorunların çözüm şansı yoktur.
Peki
nedir çözüm öneriniz'
-
Bu toplum Osmanlı Devletinden devir alındı. Yani etnik, dinsel, kültürel
çoğulculuğu olan bir toplum. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında, kurulacak
devletin Kürtlerin de devleti olacağı; Kürtlerin haklarının korunacağı vaad
edilmişti. İlk Meclis'e Kürtler, Kürt kimlikleriyle katıldı.
Fakat
ne yazık ki düzlüğe çıkıldıktan sonra vaadler bir kenara itildi. Kürtler yok
farzedildi. Binlerce yıllık kimliklerinin yok edilmesi temel politika oldu.
Onurlu bir toplumun buna katlanması mümkün değildi.
İsyanlar,
çatışmalar bu nedenle doğdu. Ve bugüne kadar gelindi. Onun için biz diyoruz ki,
Kürtlere yapılan haksızlıkların düzeltilmesi, Sayın Cumhurbaşkanının 1992 de
ifade ettiği gibi nin tanınması lazım. Kürtlerin de bu toplumun
asli unsurlardan biri olduğunun kabulü, bunun yasal güvenceye kavuşması lazım.
"Kürt
realitesini tanıma> somut olarak neyi içerir'
-
Çağdaş, uygar bir devlette vatandaşlar arasındaki ortak bağ vatandaşlıktır. Bu
vatandaşlık herhangi bir etnik veya kültürel kimlikle damgalanmamalıdır.
Herkesi kapsayan bir nitelikte olmalı vatandaşlık. Oysa, Anayasanın 66. maddesi
yurttaşlıktan ziyade Türklüğü tarif ediyor. Bu hükmün değiştirilmesi lazım. Bu
doğrultudaki yasaların da. ...
Etnik
kimlik temelinde siyasi örgütlenmenin yararı ne'
-
Şu yararı olur: Her kitle kendi özgür iradesiyle temsilcilerini seçebilme
hakkını kazanır. Ve özgür iradeyle seçilen gerçek temsilciler sorunları tamamen
demokratik kurallar içerisinde, diyalogla çözme imkanına kavuşur.
Şu
anda bir sorunu çözmek istesek bile kimdir bu toplumun temsilcisi' Burada bir
karışıklık var. Çünkü herkes 'benim' diyecek ama gerçeği nerede belli değil.
Gerçek temsilciler ancak özgür iradeyle seçilenlerdir. Bu fırsatların
yaratılması lazım.
Ayrıca,
devletin bugünkü merkeziyetçi sistemden vazgeçmesi de gerekiyor. Ademi
merkeziyetçi bir yönetim sistemi, halkın kendisini ilgilendiren konularda
kararlara katılabilmesini sağlayacaktır.
Bunu
bölge için mi, yoksa bütün Türkiye için mi istiyorsunuz'
-Elbette
ki bütün Türkiye için. Çünkü Türkiye'nin her yeri aynı değil. Farklı bölgeler
var, farklı toplumsal yapılar var. Böylelikle her toplum, her bölge kendi
şartlarına en uygun yönetim imkanına kavuşur. Kendi yöneticilerini kendinden
seçer. Kendilerini ilgilendiren konularda karar sahibi olur.
Ademi
merkeziyetçi modeller olarak bir İspanya ve Fransa örnekleri var, bir de
Almanya ve Amerika örnekleri...
-Fransa
ve İspanya örneği şu anda Türkiye için en uygun olabilecek örneklerdir. Ancak
bu yerel yönetimler geniş yetkilerle donatılmalı. Mesela, eğitim, sağlık,
adalet, iç güvenlik gibi, yani devletin temel işlevleri dışındaki bütün
yetkiler yerel yönetimlere devredilebilir.
..."
4)
13 Ocak 1997 tarihinde Türkiye Gazetesi Radyo Televizyon (TGRT) kanalında
yayınlanan "Yüzyüze" adlı programa, diğer bir konuşmacı ile birlikte
katılan Genel Başkan Ş. Elçi'nin dava konusu ile ilgili beyanları davayla
ilgisi ölçüsünde şöyledir:
"...Şimdi
bütün bunları göz önüne aldığımız zaman Türkiye'de ciddi ekonomik problemlerin
olduğunu görüyoruz. Neden bu problemler yaşanıyor dediğiniz zaman, bizim
kanımıza göre bu sorunların, bütün bu olumsuzlukların temelinde yatan çok ciddi
bir sorun var. Kürt sorunu. Şimdi Kürt sorunu var oldukça, devletin düze
çıkmasının mümkün olmadığını...
...
İç
içe, kültürel etkinlikler var. Şimdi bu etkinlikleri araştırdığımız zaman
göreceğiz ki yani Kürtlerin Türk kültürüne etkisi Türklerin Kürt kültürüne
etkisinden çok çok daha fazla. Şimdi hocam gücenmesin, ben bunu kimseyi
suçlamak, kimseyi küçümsemek amacıyla söylemiyorum. Ama tarihte bazı gerçekler
var. Bunları görmemezlikten gelemeyiz. Türkler Anadolu'ya geldikleri zaman
onbirinci asırda halen göçebe toplum düzeyindeydiler. Oysa Kürtler en az yedi
bin yıl öncesinden beri Yukarı Mezopotamya'ya yerleşen büyük uygarlıklar
kurmuş, büyük devletler kurmuş ve o bölgede yerleşik olan bir toplumdur.
...
Konuşması
:
S.
Sadıkoğlu: Hocam Kürtler vardır, yok demiyoruz.
Ş.
Elçi: Ama hiç bir yere koyamadık. Nedir hiç bir yere. Şimdi eğer bizleri yok
farzediyorsan, ne onun tarihini bilirsin, ne onun kültürünü bilirsin, ne dilini
bilirsin, ne hiçbir şey. Şimdi yaşamın dramı bu, yani bilim adamları yahu bu
Kürtler kim. ...
...
Selçuklular daha 11. asırda koymadılar mı' 11. asırdan geliyor. Kürdistan ne
demek: Kürtlerin ülkesi demek. Eğer Kürtler yoksa onların ülkelerinden söz
etmek mümkün olur muydu' ...
...
Ha
şimdi eğer öyle ise Kanuni Sultan Süleyman Fransız Kralına mektup yazarken niye
ayrıca ben şuranın, şuranın hükümdarıyım demenin yanında birde Kürdistan
hükümdarıyım yani hem de bunu övünerek söyleyebiliyor. Evliya Çelebi daha 17.
asırda seyahatnamesinde neden diyor ben Erzurum'dan ta Basra'ya kadar Kürdistan
toprağını gezdim. Eğer öyle bir halk yoksa, ona ait bir coğrafya yoksa, sonra
bunların hepsini bırak. Osmanlı tarihlerine bak, coğrafyası, Osmanlı
coğrafyası, hiç yabancı delile gerek yok. Orada Kürdistan diye bir ülkeden, bir
coğrafyadan söz ediliyor mu' Edilmiyor mu'
Şimdi
bunların hepsini görmezlikten gelmek, bir de Kürtlerin Osmanlılarla ittifakının
sağlanmasından sonra ki Kürtler diğer boylar gibi işgal edilerek, mağlup
edilerek Osmanlılara katılmadı. İttifak kurdular 1514'de Çaldıran Savaşı
öncesinde. Ve orada. Kürtlerin belli bir statüsü tanındı... Kürt birlikleri,
yani Kürt yoksa bu Avrupa'daki prensliklere tekabül eden Kürt birlikleriyle
olacaktır.
...
(Sorunun
nasıl ortaya çıktığı ve nasıl çözüleceğine dair soru üzerine)
Hayır
şimdi öncelikli sorun tabii tarihe dalınca ama ilkin bunun çözümlenmesi lazım.
Yani Kürtlerin statüsünün belirlenmesi lazım. Kürtlerin Türkiye'de halen var
olan diğer etnik gruplar gibi çok az düzeyde, işte karışmış ya...
Şimdi
sorunun çözümü şu; sorunun çözümü bu devlet kurulacağı... devletin toplumsal
anlaşması diyebileceğimiz Amasya protokolü var. Bizzat Atatürk imzalamış
Mustafa Kemal o zaman ki... diyor ki Kürtlerin her türlü ırk hakları korunacak
ve geliştirilecek.
...
Tabii
aynı o tabir. Oradaki tabiri ben söylüyorum. Kürtlerin her türlü ırk hakları
korunacak ve geliştirilecek. Mecliste ne söyleniyor' Mustafa Kemal, İsmet
İnönü, o zamanın Başbakanı Rauf bey. Deniliyor ki bu devlet iki ulustan
oluşuyor. Türk ve Kürt ulusundan bahsediyor Rauf bey 1922'deki meclisteki
konuşmasında.
Aynen
iki ulustan. Türk ve Kürt ulusundan bahsediyor. "Kürtler ve Türkler",
hayır iki ulus...
Aynen
Rauf beyin tabirini ben kullanıyorum. Bu iki ulusu hiç kimse birbirinden
ayıramaz diyor. Ben Rauf beyin söylediğini söylüyorum. Bu benim söylediklerim
değil. Meclis zabıtlarında var. Şimdi bunların hepsini görmemezlikten, Lozan'da
İsmet İnönü ne diyor' Diyor ki bu hükümet yalnız Türklerin hükümeti değil,
Kürtlerin de hükümetidir..."
5)
2 Nisan 1997 tarihinde Samanyolu Televizyon kanalında yayınlanan "Açık
Görüş" adlı programa misafir konuşmacı olarak katılan Genel Başkan
Şerafettin Elçi'nin, sorulan sorulara, dava konuları ile ilgili olarak verdiği
cevaplar şöyledir:
"...
Soru:
"Yani Kürt sorunu denilen sorun nedir' Ya da Güneydoğu'nun, Kürt kökenli
vatandaşın sorunu nedir' Şunu bir tanımlar mısınız bize"
Ş.
Elçi: Evet bir cümle ile kısaca söylemek gerekirse Kürt sorunu Yukarı
Mezopotamya'da yaşayan Kürt halkının, binlerce yılın ürünü olan kendi kimliğini
koruma, varlığını sürdürme ve bu kimlikten doğan haklara sahip olabilme
sorunudur. Bunu kısaca böyle tanımlamak mümkün...Bu, bunlar yapılamadığı bunlar
gerçekleştirilmediği için bu sorun halen mevcuttur ve eğer devlet Kürtlere
yönelik yanlış politikasında direnirse bu politika çok daha uzun sürede ve daha
kanayarak da devam edebilir. Biz, bu nedenle diyoruz ki, bu sorun yalnız
Kürtleri ilgilendiren bir sorun değil esasında. Soruna biz Kürt sorunu diyoruz
ama bu sorun artık bugün bütün Türkiye'yi ilgilendiren, salt Kürtleri
ilgilendiren bir sorun olmaktan çıkmıştır. Yani bölge ve o halk kaderini
Türkiye ile birleştirmiştir. Bunun uzun bir tarihi geçmişi var. Halen de
kaderini Türkiye ile birleştirmekte kararlı görünüyor...
Şimdi
burada tabii önemli olan bu tarihi detayı anlatmak, değil. Önemli olan şu, Yani
Osmanlı ve Kürt yönetiminde bunu isterseniz daha genişletebilirsiniz. Türk ve
Kürt yönetimiyle ilişkilerinde eğer doğrudan doğruya Kürtlere bir müdahale
olmazsa, onların yönetimine karışılmazsa Kürtler daima Türklerle iyi geçinme
yolunu seçmişlerdir.
-
Soru: Yani siz örneğin İkinci Mahmut döneminden sonra karışıklığı buna
bağlıyorsunuz.
Ş.
Elçi: İkinci Mahmut döneminden sonra başlayan, şimdi İkinci Mahmut'tan sonra
Sultan Abdulhamit dönüş yapıyor. Yani Sultan Mahmut'un politikasından dönüş
yapıyor. Sultan Selim'in politikasına dönüyor ve orada Hamidiye Alayları
diyeceğimiz alaylar aracılığıyla bölgeyi yönetiyor ve yine bir sükunet dönemi.
Hiçbir ihtilaf yok.
-
Soru: Ama tabi başka etnik gruplar açısından bazı ihtilaflar mevcut.
Ş.
Elçi: Var. Tabii var. Ben Kürtler açısından söylüyorum. Diğerleri açısından
haklısınız, o var. Ama Kürtler arasında yok. İşte Cumhuriyetle birlikte, tabii
Cumhuriyet Osmanlı'dan da çok çok farklı, tamamen totaliter bir yönetim modeli
tek merkezden,
-
Soru: Cumhuriyet diyorsunuz.
Ş.
Elçi: Tabii Cumhuriyet dönemi tek merkezden yönetilen bir yönetim modelini
benimseyen, hele birde o dönemlerde o günkü yöneticilere egemen olan ulus
devlet anlayışı. Bu Osmanlı'dan devralınan coğrafya çok farklı etnik gruplardan
tek bir ulus yaratma hedefi özellikle Kürtlerle devlet arasında ciddi bir
çatışma nedeni olur. Çünkü, Kürtler bunu kendi kimliklerinin ve kendi
varlıklarının yok edilmesine yöneltilen bir politika olarak algılıyor ve bu
politikaya karşı isyan ediyor. İsyanlar dönemi başlıyor.
-
Soru: Böyle, böyle bilinçli bir isyan halini Cumhuriyetin başından bugüne kadar
varsayabilir miyiz'
Ş.
Elçi:Tabii, tabii, tabii. Çok bilinçli yani bu çok bilinçli mücadelelerdir.
Mesela Şeyh Sait hareketinden önce Erzurum'da kurulan Kürt Azeri teşkilatı var.
Tamamen milli,
-
Soru: Evet. Teşkilattan bahsetmiyorum. Tabii var. Tabii bir dizi şey var da,
yani kitlesel olarak,
Ş.
Elçi: Kitlesel, kitle önemli değil. O zaman kitlelere öncülük eden, onlara
önderlik eden liderler var, yani onların hedefi o, yani kendi milli varlığını
korumaya yöneliktir. Yani Türkleşmeye razı olmama, devletin kendine dayattığı
Türkleşmeye razı olmama, kendi varlığını koruma,
-
Soru: O zaman şöyle birşey çıkmıyor mu Şerafettin Bey, devletle ilişki
açısından. Devletle iyi geçinildiği sürece Kürtler diğer etnik kavimlere de
devletin ona karşı diğer etnik etnisitelere karşı devletin yanında yer
almışlar, ama devlet onlara karşı olduğu zamanda devlete karşı bir bayrak
kaldırmışlar.
Ş.
Elçi: bu doğru, bu doğru.
...
Ş.
Elçi: Yani, tabii devletle ilişkileri iyi olduğu zaman devletin genel
politikası neyse o politikaya hizmet etmişler, ama devlet kendilerine müdahale
etmeye kalktığı zaman, özellikle onların kimliğini değiştirmeye yönelik bir
politika uygulamaya başladığı zaman Kürtler burada bir,
...
Ş.
Elçi: İşte gücü olan yani direnebilen varlığını korudu. Siz biliyorsunuz, yani
Anadolu'da pek çok halk yok oldu. Hatta bazıları yani Anadolu halkları
mezarlığı olarak nitelendiriyor. Bir Kürtler varlığını koruyabildi. O da
direnebildikleri için. Yani Kürtler gerektiği zaman direnebiliyor. Mücadele
edebiliyor, hatta çok ilginçtir bazen bir savaşı kaybedeceğini bile bile savaşa
giriyor.
-
Soru: Ama benim, tabii benim burada ciddi itirazlarım var Şerafettin Bey. Öyle
bir tablo çiziyorsunuz ki bu çizdiğiniz tablo çok, tek bir zaviyeden bakıyor.
Şimdi tarihe baktığımız zaman yani ulus devlet projesi dediğimiz şey sadece
Türkiye'ye özgü bir proje değil, Cumhuriyet dönemi bir proje değil, Fransız
Devrimi'nden sonra ortaya çıkan, modernite ile birlikte devreye giren, hatta
modernitenin birey karşısında eşit hukuk uygulamasıyla da zaman zaman ileri
olarak görünen bir model. Şimdi bu model altında kurulan siyasi hakimiyet
oradaki vatandaşlık sözleşmesini şüphesiz farklılıklara, farklılıkların
yaşamına... (Buradaki bir kelime anlaşılamıyor.) müsaade etmediğini biliyoruz.
Fakat sizin çizdiğiniz tablo öyle bir tablo ki, başından itibaren yani
Kürtlerin Türklerin, Osmanlı'nın hatta Selçuklu'nun temasından itibaren
etkileşimden çok, yani içice girmeden çok, bir kaynaşmadan çok, gerek din
vasıtasıyla gerek tarih vasıtasıyla, gerek sosyal ilişkiler vasıtasıyla bir
ayrılık bilincinin mevcut olduğu izlenimini alıyorum.
Ş.
Elçi: Ona şüphe yok. Hayır ona şüphe yok.
...
Ş.
Elçi: Yani bir kaynaşma değil, şimdi kendi varlığını koruyarak ittifak etme
var. Orada birlik değil yani bir ittifak var.
Ş.
Elçi: Böyle bir kaynaşma yok.
-
Soru: Kaynaşma yok diyorsunuz. Şimdi bu benim,
Ş.
Elçi: Elbette şu var. Tarihi süreç içinde Türkleşen Kürt var. Hatta Kürtleşen
Türk var. Yani Kürt coğrafyasında yaşayıp azınlıkta kaldığı için Türkleşen
Kürtler de var. Ama genel olarak kendi varlığını koruyarak yani bir ittifak
halinde hareket etme var. Bir bütünleşme onun potasında erime gibi bir süreç
yok.
-
Soru: ... Şimdi bu insanlar, başta dediniz ki hep Türkler'le kader birliği
etmek isterler vesair. Bu ikisi nasıl sizce uyuşuyor.
Ş.
Elçi: Şimdi uyuşması şu. Yani kendi varlığını koruyabildiği, devletin baskısını
üzerinde hissetmediği zaman Türklerle kader birliği etmekte hiçbir sakınca
görmezler. Yani budur. Bu halen de eğer bu kurallara iyi riayet edilirse,
Kürtlerin varlığına, kimliğine, kültürüne, özelliklerine saygı duyulursa, buna
müdahale edilmezse, günlük yaşamına karıştırılmazsa, yani mesela diyelim ki
bizim partinin, yani Demokratik Kitle Partisi'nin programında öngördüğü gibi
yerinden yönetim modeliyle eğer Kürtler kendilerini ilgilendiren konularda söz
ve karar sahibi olabilirlerse devletle hiçbir ihtilafı olmaz. Yani sorun, sorun
devletin, Kürtlerin yapısına uygun olamayan bazı modelleri dayatmasıdır.
-
Soru: Nedir o modeller efendim.
Ş.
Elçi: Yani bu modelde Türklüğü dayatıyor.
-
Soru : Yani nedir yani, şunu şunu soruyorum ben. Yani bugün siz biraz bugünkü
sorunun altını çizerken kimliğini koruma, sürdürme ve haklarına sahip çıkma
dediniz.
Ş.
Elçi: Tabii, tabii.
-
Soru: Kürt kimliğini tanımladınız. Tanımlamaya çalıştınız. Peki haklar
dediğimiz zaman neyi anlıyorsunuz'
Ş.
Elçi: Şimdi haklar şu. Bir kere, bir kimliğin korunabilmesi için, kimliği
koruyan nedir. Kültürdür. Kültür binlerce yılın ürünü olan bir birikimdir. Bu
nedir' Dildir, Onun edebiyatıdır, onun tarihidir, onun gelenekleridir, onun
görenekleridir. Yani, o kimliği var eden niteliklerdir. Şimdi Kürtlerin
kendilerine özgü dili var. Tamamen Türkçe'den ayrı İndu-Avrupa dil grubuna
giren tamamen ayrı bir kategoridir. Kendilerinin bir dilleri vardır.
Gelişmesine fırsat verilmemesine rağmen özellikle o Mir'lik döneminin geliştiği
dönemlerde çok ciddi ve dünya edebiyatının şaheserleriyle başedebilecek düzeyde
ciddi edebi eserleri var Kürtlerin. Mesela, bu eserler Almanca'ya bile
çevrilmiş. Taa Hartman döneminden Hartman tutmuş Mollayı Cizreli'nin edebi
divanım Almanca'ya çevirme ihtiyacını duyuyor, ama Türkiye'de şimdi sorsan
derler ki; Hayır Kürt dili yok. Kürt edebiyatı yok. Kürt kültürü yok. Yani
tamamen onların varlığım, kimliğini red ve inkara dayalı bir görüş ve tabii ki
bu görüş.
...
Ş.
Elçi: Eğer bugün devletin süregeldiği politika uzun süre devam ederse, bu zaten
politikanın temel amacı Kürtleri asimile etmektir. Yani Türk potasında
eritmektir. Evet. Cumhuriyetin Kürtlere dayatmak istediği asimilasyon
politikasıydı. Yani Kürt kimliğini yok etmek, Kürtleri Türk potasında eritmek.
Kürtlerin razı olmadığı buydu.
Ş.
Elçi: Hayır Osmanlı yönetiminde kültürel bir sorun diye birşey yok. Bu
Cumhuriyetle birlikte başladı. Cumhuriyet biliyorsunuz yani kuruluş aşamasında
Kürtlere verilen vaatler vardır. Amasya Protokolü, Amasya Protokolü ki bu
devleti oluşturan toplumsal sözleşme sayılabilir. Orada Mustafa Kemal'in de
imzaladığı çok net bir şekilde Kürtlerin her türlü ırki haklarının korunacağı
ve geliştirileceği vaat ediliyor Amasya Protokolünde. Yine o dönem Birinci
Meclis kurulurken 1920'de Kürtler Kürdistan Milletvekilleri olarak meclise
girdiler. Ayrı bir kimlikle.
...
Lazistandan
da gelen var. Yani ona işaret ederken, yani bir Türk egemenliğinin bu devlete
tamamen egemen olacağı anlayışı yok ve Meclis'te de çok net ifade ediliyor.
Yani bu devlet yalnız Türklerin devleti değil, Kürtlerin de devleti, şunun da
devleti. Bu Kürtler, yani bu Cumhuriyet içinde eskiden olduğu gibi kendi
varlıklarını, kimliklerini koruyarak bu devletin vatandaşı olarak yaşamlarını
sürdürebileceği anlayışıyla ve inancıyla devlete katıldılar. İşte ne zaman ki
asimilasyon politikası dayatıldı.
-
Soru: Yani Osmanlı devam edecek varsayımıyla gibi.
Ş.
Elçi: Varsayımıyla, tabi, tabi, tabi.
...
Ş.
Elçi: Devleti o Osmanlı Devleti'nin bir devamı olarak görüyor. Kürtlerin
devlete bakışı o. Çünkü, çünkü Mustafa Kemal başlarken Kurtuluş Savaşı'na diyor
ki; Saltanat işgal altında, biz saltanatı kurtaracağız diyor. O şekilde savaşa
başlanıyor.
...
Ve sizinde
işaret ettiğiniz gibi kurulacak devletin bir devamı olacağı ve Osmanlı Devleti
içindeki statüsü ne ise onun o şekilde korunacağı anlayışı, inancıyla devlete
katılıyor. Devlet... tamamen o dönemde bütün Dünya da egemen olan totaliter,
tekilci anlayışla yani tek bir devlet, tek merkezden yönetilen üniter devlet,
tek bir millet, tek bir ideoloji, tek bir parti, tek bir şef anlayışıyla
hareket edip, kendi resmi ideolojisini herkese dayatınca orada çatışma
başlıyor. Çatışmanın kaynağı bu.
...
Sunucu:
şöyle söyleyeyim yani. İki patronu varsa Türkler ve Kürtlerdir. Yani biraz
böylece kabaca özetleyecek olursak.
Ş.
Elçi: Evet asli unsur, bu devleti oluşturan iki asli unsur.
...
Bizim
programımızda öngörülen o
...
Şimdi
Kürtlerle, beni bağışlayın ben burada açıklama yapmak zorundayım.
Sunucu:
Buyurun, tabi, tabi, buyrun.
Ş.
Elçi: Şimdi, Kürtlerle diğer etnik grupları birbirinden ayırt eden önemli
nedenler var. Diğer etnik grupların çoğuna bakın kendilerinin bir ülkesi var.
Yani bu Lazları eğer, Ermenileri, veyahutta Rumları ayrı bir kenara
bırakırsanız diğer etnik grupların kendi ülkeleri var. Kendi ülkelerini terk
ederek bu devletin nimetlerinden yararlanma, bu devletin himayesine girmek için
bir coğrafyaya gelmişlerdir. Canı istemezse onun var. Kendi ana ülkesi var, ana
yurdu. Yani bugün Almanya'ya giden bir Türk'ün,
...
Onlar,
onlar, onlar coğrafyanın yerli halkıdır. Ama diğer etnik gruplar kendi ana
ülkelerini bu devletin nimetlerinden yararlanmak için, bu devletin himayesini
statüsünü benimseyerek bu devlete katılmışlardır. Kürtlerin pozisyonu ayrı. Bu
nedenle ayrı kendi coğrafyasıyla katılmıştır. Yani bir şirket düşünün,
sermayesiyle katılan, o şirketi oluşturan ortaklar var. Birde gelip bu şirketin
imkanlarından yararlanmak için bu şirketin bünyesinde çalışanlar var. Şimdi bu
nedenle biz diyoruz ki, yani bu devleti oluşturan iki asli unsur var. Hem
sayısal olarak. Şimdi sayı da önemli. Bir de kültürünü koruma önemli, belli bir
coğrafyada yoğunlaşma önemli, belli bir coğrafyada yoğunluk var. Halen belli bir
bölgede Kürtler çoğunluktadır. Bunlar önemli faktörler. Bunların gözönünde
tutulması, yoksa diğer azınlıkları ben küçümsediğini için değil, hatta bizim
programımızı dikkatle okudunuzsa biz diğer azınlıklara da belli hakların
verilmesini savunan partiyiz. Çünkü bize göre her azınlığın ister bu etnik
azınlık olsun, ister bu dil azınlığı olsun, ister bu inanç azınlığı olsun,
kendi varlığını, kendisine ait değerleri koruması, geliştirmesi onun tabi
hakkıdır. Siyasi olarak bu bizim Demokratik Kitle Partisi'nin siyasi görüşüdür.
Biz o diğer azınlıkların da haklarını koruruz ama,
Soru:
Din kastediyorsunuz, Başka ne kastediyorsunuz. Şerafettin bey burada.
Ş.
Elçi: Din, etnik köken olabilir. İnanç farklılıkları olabilir, mesela diyelim
ki Süryaniler; bir inanç grubudur. Veyahutta Yezidiler, bunlar bir inanç
grubudur. Kürtlerin içinde mütalaa edilir. Bunun gibi diyelim ki Aleviler
kendilerini değişik farklı bir inanç grubu olarak görüyorlar. Sünnilere göre.
Yani bunlara yapılan haksızlıklar varsa bunların bu inançlarından dolayı
kullanmaları gereken hakları varsa onların da o hakları kullanması gerekir.
...
Tabii
demokrasi ve din, vicdan özgürlüğünün bir sonucudur. Yani biz Demokratik Kitle
Partisi olarak yalnız Kürtlerin hakkını, hukukunu savunmuyoruz. Bize göre mağdur
olan çok geniş kesim var. Hatta dikkat ettinizse ben bu partiyi kurarken
verdiğim ilk demeçte biz mazlumların partisiyiz dedik. Yani kim haksızlığa
maruz kaldıysa, kim mağdur olduysa kim zulüm gördüyse biz onların partisiyiz ve
gerçekten bunda samimiyiz. Herkesin hakkını koruruz. Ben bunu çok yerde
söylüyorum. Benim Kürtlüğe sahip çıkmamın nedeni Kürt olmam değil. Bunu samimi
söylüyorum. Çok yerde Kürtlere de söylüyorum. Ben Kürt de olmasaydım Kürtlerin
yapılan bu haksızlığa seyirci kalmazdım. Çünkü bir haksızlık var. Bunun
düzeltilmesi lazım. Bir yerde bir haksızlık varsa orada huzur olmaz. Eğer biz
huzura kavuşmak istiyorsak tanıyacağız. Nerede bir haksızlık varsa onu
düzeltmemiz lazım.
...
Sunucu:
Fakat ben isterseniz yine paragrafa devam ediyorum. Diyorsunuz ki, çünkü
Kürtler Türkler gibi bu ülkenin asli unsurları.
Ş.
Elçi: İşte asli unsurları. İzah ettim ben.
Sunucu:
Şimdi tabii bu cümleyi bir taraftan, yani sizin gibi okumanızla baktığımız
zaman, yani Kürtler de Türkler gibi fakat Türkler, Kürtler Türkler gibi yani
burada iki şey sayılıyor Türkler ve Kürtler, onlar ülkenin asli unsurları. Bu
bana yani belki de tabii bu program sonucu olarak konuşuyoruz. Ama bu şekilde
kaleme alınmış olması bile yine bana diğer asli unsurların diyelim, diğer asli
unsurların biraz hakkının yendiği sonucu çıkar...
...
Ş.
Elçi: Diğerleri asli unsur değil.
...
Sunucu:
Neden'
Ş.
Elçi: Hayır. Nitelik özelliklerini söyledim. Sayısal çoğunluğu belli bir
coğrafyada çoğunlukta olması kendi kültürüyle yaşamını halen sürdürmesi bunlar
önemli.
...
Şimdi
tabii şu var Sayın ... O dönemlerle bu dönemi ayrı ayrı değerlendirmek lazım.
Şimdi bugün beğeniriz beğenmeyiz, eksik buluruz tam buluruz ama Türkiye'de kör
topalda olsa bir demokrasi var. Ama Kürtlerin o isyan dönemi devletin bütün
korkunçluğuyla despotik yönetiminin egemen olduğunu bırak Kürtleri yani
Türklerden bile kimsenin resmi görüş dışında herhangi birşey ifade edemeyeceği
bir dönemdir. Yani onu o şekilde, yani bugün eğer bizim demokratik olarak bazı
şeyleri savunma imkanımız olmasaydı, belki ben o fikri ileri sürmezdim. Ama ben
şuna inanıyorum diyorum ki; eksikliğine rağmen, bazı şikayetlerimize rağmen
Türkiye'de azbuçuk da olsa demokratik bir işleyiş var. Bu demokratik işleyiş
içinde bazı hakları savunma var. Bu imkan var. Hele Türkiye Avrupa ile de
entegrasyonu göze aldığına göre Avrupa'nın değerlerine, normlarına önem vermek zorunda,
kendini ona uydurmak zorunda. Şimdi Avrupa Birliği'nde artık ulusal devlet
kavramı hemen hemen kalkıyor ortadan. Yerellik önemli otonom yönetimler önemli,
otonom bölgeler önem kazanıyor Avrupa Birliği'nde ve bu ulus devletler kadar
önem kazanıyor, güvence altına alınıyor. Avrupa bugün Türkiye'nin entegre olmak
istediği, katılmak istediği, Avrupa Birliği'nde yeni yeni demokratik anlayışlar
gelişiyor. O bizim Bindokuzyüzyirmi, otuzlardaki tekilci devlet anlayışları
terk ediliyor artık. Hele klasik demokrasi anlayışı da terk ediliyor. Klasik
demokraside çoğunluğun azınlığa egemen olma hakkı var. Fakat bugün Avrupa'da
gelişen demokrasi anlayışında çoğunluğun azınlığa egemen olma hakkı da
kalkıyor. Diyor ki; eğer azınlığı ilgilendiren bir konu ise rızası alınmadan
çoğunluğun onun adına karar alma hakkı yok. Yani bu tür dünyada ciddi
demokratik gelişmeler var. Şimdi Demokratik Kitle Partisi'nin önemi burada.
Demokratik Kitle Partisi Türkiye'de var olan mevcut olan yalnız Kürtlük
alanında değil diğer alanlarda politika yapan bütün siyasi partilerden çok çok
ileride. Onlar halen en ilerici bile, yani kendini en ilerici sayan parti bile
halen bindokuzyüzyirmilerin, otuzların değerleri ile düşünmekte, ona göre çözüm
üretmekte, ona göre politika yapmakta, biz ise tamamen günümüz ve hatta
ikibinli yıllarda dünyanın ulaşmak istediği değerlere göre politika yapıyoruz
ve ona inanıyoruz ki toplumun her kesim saadeti, huzuru, mutluluğu, bu tür
anlayıştadır ve onu da temsil eden biziz. Şu anda iddialı söylüyoruz Türkiye'de
en ileri programa sahip olan parti Demokratik Kitle Partisi'dir.
...
Sunucu:
... klasik çerçevede alacak olursak sizin programınız asıl olarak bu ideali
ademi merkeziyetçilik üzerine kurulmuş.
Ş.
Elçi: Tabii tabii.
Sunucu:
Bu da yani yenisinde falan değil, eski demokraside olan bir şey. Bu konuda mı
asıl, sizin çünkü, asıl ben ekseni orada gördüm programda. Yani devleti yeniden
yapılandırmanın asıl şeyi olarak.
Ş.
Elçi: Tabii, tabii. Bizim, bizim çözüm için, yani çözüm için,
Sunucu:
Peki bu bütün, bu şimdiye kadar anlattığınız, Kürtler, tarihleri, onların
kişilikleri, arzuları, istekleri, bütün bunlardan sonra bir idari ademi
merkeziyetçilik,
...
Ş.
Elçi: Bu bizim, benim şu ana kadar açıkladığım hiçbir görüşe ters değil ki.
Yani ben başından tarihi sürecini de anlattım. Yani Kürtlerce merkezden ciddi
bir müdahale olmadığı zaman Kürtlerin devletle problemi kalmaz. Ve eğer bugünkü
huzursuzluğu biz çözmek istiyorsak bunun en iyi formülü odur. Bu yalnız Kürtler
içinde değil diğer bölgeler içinde,
...
Yani
katılımcı, katılımcı. Bugün dünyanın benimseyebileceği demokrasinin ileri
aşaması olan katılımcı demokrasinin de gereğidir. Yani yerinden yönetim
dediğimiz bu bölgede yaşayan insanların kendi kendilerini yönetmelerine imkan
tanıyan formüller bugün çağdaş demokrasinin de benimseyeceği bir anlayıştır.
Zaten devletin yapısında merkezi devlet yönetimi maalesef terstir. Yani
Türkiye'nin yapısına da uymuyor bu. Eğer biz bu anlayışı benimsersek ne
devletin bütünlüğü bozulur, Çünkü bu siyasi, yani devletin coğrafi sınırları
içinde bu yönetim biçimi uygulanacak.
Sunucu:
Peki Kürtlerin siyasal kültürleri tarihten gelen şekilde şimdi de var olan bu
merkeziyetçiliğe mi daha yatkın böyle ademi merkeziyetçiliğe mi yatkın. Böyle
mi...
Ş.
Elçi: Ademi merkeziyetçi, ademi merkeziyet içinde kendi kültürünü, kendi
dilini, herşeyini o geliştirebilir. Zaten bizim şimdi yani ademi merkeziyetçi
başka partiler de savunuyor, ama bizim o partilerden önemli farklarımız var.
Biz eğitimin de yerel yönetimlere bırakılmasını öngörüyoruz. Ayrıca iç
güvenliğin de biz yerel yönetimlere bırakılmasını öngörüyoruz. Yasa yapma
yetkisini yerel yönetimlere yani,
Soru:
Federasyon öneriyorsunuz efendim. Federasyon tanımı veriyorsunuz.
Ş.
Elçi: Bunun adı önemli değil. Önemli olan demokratik işleyiştir.
Soru:
Hayır. Şimdi ama. Surda şöyle birşey var. Müsaade ederseniz iki tane bağlantılı
soru soracağım. Şimdi sizin tanımlamış olduğunuz ademi merkeziyetçileştirme
projesi dünyanın birçok yerinde uygulanan bir proje. Yeni gelişen demokrasi
anlayışı da bunu devreye sokuyor. Fakat sizin çizmiş olduğunuz çizgi ile yani
şu ana kadar çizmiş olduğunuz çizgi ile bunu yan yana koyduğumuz zaman burada
bir katalizör var. Orada o katalizör de özellikle Güneydoğu'da ya da belli bir
bölgede yoğunlaşmış Kürtlerin oturması. Dolayısıyla bir haktan da söz
ediyorsunuz. Bunu da hakla bağlantılandırdığımız zaman ki bağlantılandırmamız
gerekiyor herhalde, o zaman ortaya başka birşey çıkıyor, başka bir model
çıkıyor. Adına federasyon diyelim demeyelim. Ama bir tür bir siyasi sözleşmeden
bu anlamda söz ediyorsunuz. Benim şöyle bir sorum var. Şimdi farklılıklarını
farklı grupların, farklı kimliklerin farklılıklarını koruyarak birarada
yaşamaları halinde ve bunu temin eden bütün mevzuata, zihniyetin tümüne biz
demokrasi zihniyeti ve demokrasi şeyi diyoruz.
...
Ş.
Elçi: Şimdi Katalonya bir bölge mi, kendi hükümeti olan bir bölge mi, kendi
parlamentosu olan bir bölge mi, kendi kendini yöneten bir bölge mi' Aynı
zamanda İspanya'nın bir parçası mı ve Avrupa Birliği içinde değil mi'
...
Ş.
Elçi: Şimdi Avrupa Birliği'nde aynen şeyler var. Yani yerel yönetimler, otonom
bölgeler birimi var.
...
Şimdi
Sayın ... Tabii her toplumda tepkici olan gruplar var. Bu tepkilerin şiddete
yönelmesi var. Bu doğaldır, dünyanın her toplumunda bu olur. Eğer hele bir de
mağduriyet psikolojisi varsa, yani bir toplum mağdur edildiğine dair bir
psikolojik baskı altında ise bunun tepkilerinin olması doğaldır. Bu tepkilerin
şiddete varması da doğaldır. Ama ben şuna inanıyorum, yani bizim önerdiğimiz
formül, önerdiğimiz çerçeve, devlet tarafından benimsenirse, devlet bunun ciddi
adımlarını atarsa Kürtlerin büyük çoğunluğunun belli bir fanatik azınlık
olabilir, ona diyeceğim yok, bu her toplumda var. Ama büyük çoğunluğunun bu
formül üzerinde anlaşacağından benim hiç tereddüdüm yok. Yani zannetmeyin
Kürtler mutlaka devletle kavga etmek istiyor. Yani kimse bunu böyle
zannetmesin, bu büyük bir yanılgı. Kürtler evet kendi özüne dönmek istiyor.
Kendi özünü korumak istiyor, ama devletle de barışık olmak istiyor. Türklerle
de barışık olmak istiyor ve bu bugün de zorunludur. Çünkü Kürtlerle Türkler
öylesine belli bölgelerde harmanlandı ki bunları birbirinden ayırt etmek zor.
Yani eğer çok büyük, beklemediğimiz, olağandışı olaylar cereyan etmezse ben
Kürtlerin, ama dediğim gibi kendi kimliğini koruyan ve belli haklara sahip
olması gereken haklara sahip olduğu bir devlet içinde herkesten fazla bu
devlete sahip çıkacağına inanıyorum. Ve bu görüşlerimiz, biz niye politika
yapıyoruz. Ben eğer bu görüşlerimin toplumda kabul görmeyeceğine inanmasam ben
politika yaparmıyım.
...
Hayır.
Efendim, şimdi Kürt milliyetçiliği şoven bir milliyetçilik değil, yani sadece
kendine sahip çıkma, bir onur meselesidir.
...
Yani
bir insanın kendi varlığına, kendi kimliğine, kendi kişiliğine sahip çıkması
kadar erdemli bir davranış yok. Çünkü bunu yapmayan insan zaten hiçbir ciddi
konuda adım atamaz.
III-
Kapatma Nedenleri
Daha
önce de belirtildiği gibi, siyasal partilerin amaçları ve kapatılmalarına
ilişkin esaslar, Anayasanın 4121 sayılı yasa ile değişik 68. ve 69.
maddelerinde düzenlenmiştir. Öncelikle, 68. maddenin üçüncü fıkrasında, siyasi
partilerin Anayasa ve yasa hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürecekleri
temel ilke olarak kabul edildikten sonra, dördüncü fıkrasında tüzük ve
programları ile eylemlerinin Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine,
millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı
olamayacağı; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü
savunmayı veya yerleştirmeyi amaçlayamayacakları; suç işlenmesini teşvik
edemeyecekleri kuralı getirilmiş; 69. maddenin beşinci fıkrasında, bir siyasi
partinin tüzüğü veya programının 68. maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine
aykırı bulunması halinde kapatma kararı verileceği kuralı benimsenmiştir.
Çalışmaları
ile ulusal iradenin oluşmasını sağlayarak siyasal iktidara sahip olmayı
hedefleyen siyasal partilerin toplum düzeni ve demokratik hayatın devamı
bakımından taşıdıkları önem, onların kuruluş ve faaliyetlerinin izlenmesinin
benzeri örgütlerden farklı olmasını zorunlu kılmıştır. Nitekim, genel çizgileri
itibariyle, olağan derneklere benzese bile, siyasal partilerin uymaları gereken
esasların Anayasada yer alması, çalışmalarının Anayasa ve yasalar hükümlerine
uygun olup olmadığının derneklerden farklı olarak, özel biçimde izlenip
denetlenmesi, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez öğeleri sayılmalarının
sonucudur. Ancak, siyasal partilerin yukarıda belirtilen hedefe ulaşmaları için
yapacakları çalışmalarda mutlak bir özgürlükten yararlanmaları beklenemez.
Demokratik hukuk devleti olmanın gereği olarak, bu özgürlük Anayasa ve
yasalarla sınırlandırılmış, siyasal partiler çalışmalarında tümüyle serbest
bırakılmamışlardır. Çünkü bu sınırlamalardan herhangi birinin çiğnenmesi
halinde, Anayasanın Türkiye Cumhuriyeti'nin özünden ayrılamayacak olan
nitelikleri ve devletin dayandığı temel ilke ve görüşler hiçe sayılmış olur ve
böylece doğrudan doğruya Cumhuriyetin varlığı tehlikeye düşer.
Siyasal
partilerin kurulmalarına, faaliyetlerine, kapatılmalarına ilişkin esasları
düzenleyen SPY., Anayasanın 68. ve 69. maddelerinde öngörülen ilke ve esaslara
paralel olarak, siyasi partilerle ilgili yasaklar başlıklı dördüncü kısmında
partilerin amaç ve faaliyetlerinde uyacakları hususları düzenlemiş, bu ilke ve
esaslara uymamanın yaptırımını 101. maddenin (a), (b) ve (c) bentlerinde
partinin kapatılması olarak belirlemiştir.
Siyasal
partiler için öngörülen yasaklamalar, davanın konusunu ilgilendirdiği ölçüde,
şu biçimdedir:
SPY.nın
78. maddesinde; "siyasal partiler:
a)
Türkiye Devletinin... Anayasanın başlangıç kısmında ve 2. maddesinde belirtilen
esaslarını; Anayasanın 3. maddesinde açıklanan Türk Devletinin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline ... dair hükümlerini... değiştirmek;
...
dil, ırk ... ayırımı yaratmak
amacını
güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda
tahrik ve teşvik edemezler.
b)
Bölge, ırk... esaslarına dayanamaz ... lar" hükmünü getirmiştir. Sözkonusu
yasaklamaların Cumhuriyetin niteliklerini, devletin ülkesi ve ulusuyla
bölünmezliğini ve Atatürk milliyetçiliği ilkesini korumaya yönelik olduğu
anlaşılmaktadır. Madde metninde belirtilen Anayasanın Başlangıç'ında, "...
hiçbir düşünce ve mülahazanın ... Türk varlığının devleti ve ülkesiyle
bölünmezliği esasının ... Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ... karşısında
koruma göremeyeceği" ifade edilmiş; Anayasanın 2. maddesinde ise,
Cumhuriyetin nitelikleri sayılırken Başlangıç'a gönderme yapılmak suretiyle ya
da bütünlük ilkesinden dolaylı olarak söz edilmiş, 3. maddesinin birinci
fıkrasında ise, "Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir
bütündür. Dili Türkçe'dir." biçimindeki hükümle ilkesi açık
olarak konulmuş, 4. maddesinde, 2. maddedeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3.
maddesi hükümlerinin değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin teklif
edilemeyeceği belirtilmiş, 14. maddesinin birinci fıkrasında, Anayasadaki hak
ve özgürlüklerin hiçbirinin devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü
bozmak... dil, ırk, din ve mezhep ayırımı yaratmak ... amacıyla
kullanılamayacağı kabul edilerek temel hak ve özgürlükleri kötüye
kullanılmasının önüne geçilmek istenmiştir.
Sözü
edilen bölünmezlik ilkesinin siyasal, tarihsel ve hukuksal dayanaklarını Amasya
Genelgesi ile başlayıp, Misak-ı Milli (Ahd-ı Milli) Bildirgesi ile sonuçlanan
belgeler dizisi oluşturur. Gerçekten, 21-22.6.1919 tarihli Amasya Genelgesi'nin
1. maddesinde, "Vatanın tamamiyeti, milletin istiklali tehlikededir."
tespiti yapıldıktan sonra, 7.8.1919 tarihli Erzurum Kongresi kararlarında,
"Trabzon vilayeti ve Canik sancağıyla Vilayat-ı Şarkiye adını taşıyan
Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Mamuretülaziz, Van, Bitlis Vilayeti ve bu saha
dahilindeki müstakil livalar, hiç bir sebep ve bahaneyle birbirinden ve Osmanlı
topluluğundan ayrılması düşünülemeyen bir bütündür. Buralarda yaşayan
Müslümanlar birbirlerinin sosyal ve ırki durumlarına saygılı ve öz
kardeştirler.", "Vatanın bütünlüğü, milli istiklalin sağlanması ve
Saltanat ve Hilafetin masuniyeti için kuva-yı milliyeyi amil ve irade-i
milliyeyi hakim kılmak esastır." ve "Mondros mütarekesiyle
sınırlarımız içinde kalan ve her bölgesinde olduğu gibi Doğu Anadolu
Vilayetlerinde de ezici bir çoğunluğu İslamlar teşkil eden, iktisadi ve
kültürel üstünlüğü Müslümanlara ait bulunan ve yekdiğerinden gayrıkabil-i
infıkak öz kardeş olan din ve ırkdaşlarımızla meskun memleketlerimizin
bölünmesinden vazgeçilmeli, mevcudiyetimize, hukuk-ı tarihiye, ırkiye ve
diniyemize riayet edilmelidir." biçimindeki ilkelerle ülke ve ulusun
bölünmezliği vurgulanmıştır. 11.9.1919 tarihli Sivas Kongresi kararlarında ise,
"Heyet-i Temsiliye, Şarki Anadolu'nun heyet-i umumiyesini temsil
eder." hükmü getirilmiş, "Hükümet-i Osmaniye bir tazyik-i düveli
karşısında buraları (yani Şark vilayetlerini) terk ve ihmal etmek ızdırarında
bulunduğu anlaşıldığı takdirde alınacak idari, siyasi, askeri vaziyetlerin
tayin ve tespiti" yani geçici yönetim oluşturmak meselesini düzenleyen
hükümde yer alan ibaresi yerine de biçiminde
kapsamlı ve genel bir kayıt getirilmiştir. İstanbul'da toplanan Meclis-i
Meb'usan tarafından 28.1.1920 tarihinde kabul edilip Büyük Millet Meclisi'nce
de benimsenen Misak-ı Milli Bildirgesi'nin 1. maddesinde, "Devlet-i
Osmaniye'nin münhasıran Arap ekseriyetiyle meskun olup 30 Teşrinievvel 1918
tarihli mütarekenin hin-i akdinde muhasım orduların işgali altında kalan
aksamın mukadderatı, ahalinin serbestçe beyan edecekleri araya tevfikan tayin
edilmek lazım geleceğinden, mezkur hatt-ı mütareke dahilinde dinen, ırkan ve
aslen müttehit, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ve fedakarlık
hissiyatıyla meşhun ve hukuku ırkiye ve içtimaiyeleri ile şeriat-ı muhitalarına
tamamiyle riayetkar Osmanlı-İslam ekseriyetiyle meskun bulunan aksamın heyet-i
mecbuası hakikaten veya hükmen hiçbir sebeple tefrik kabul etmez bir
küldür." denilerek bölünmezlik ilkesi doğrulanmıştır.
Anayasanın,
bir tarihsel olgu ve hukuksal temel niteliğinde olan bölünmezlik ilkesine,
Başlangıç kısmından başlayarak devletin temel amaç ve görevlerini düzenleyen
5., temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasıyla ilgili 13., basın özgürlüğünü
düzenleyen 28. ve 30., dernek kurma özgürlüğünü düzenleyen 33., gençliğin
korunmasından söz eden 58., siyasal partilerin tüzük ve programlarının
uyacakları esasları belirten 68., yükseköğretim kurumlarını düzenleyen 130.,
radyo-televizyon idaresi ve kamuyla ilişikli haber ajanslarını düzenleyen 133.,
kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarını düzenleyen 135. maddelerinde yer
verdiği, 143. maddesiyle bu bütünlük aleyhine işlenen suçlar için özel yargı
yerleri olan devlet güvenlik mahkemeleri kurduğu, hatta 81. maddesinde
milletvekili, 103. maddesinde Cumhurbaşkanı yemini metnine dahil ettiği
görülmektedir. Bütün bu düzenlemeler, Anayasanın Türkiye Devleti'nin ülkesi ve
ulusuyla bölünmezliği ilkesine karşı gösterdiği duyarlılık ve titizliğin birer
işaretidir. Gerçekten, toplumun hukuksal bağlamda örgütlenmesi demek olan
devletin ve dolayısıyla toplumun kendi varlığına yönelebilecek tehditlere karşı
korunmasını sağlayan bölünmezlik ilkesi bir yönüyle ülkenin tümlüğünün
sağlanması ve korunması, diğer yönüyle de ulusu meydana getiren öğelerin
bütünlük oluşturmasını, herhangi bir azınlığın meydana gelmesinin önlenmesi,
bölgecilik ve ırkçılığın yasaklanmasını ifade eder. Bu ilkenin bir yönünün
herhangi bir biçimde ihlal edilmesi, diğer yönünün de ihlal edilmesi sonucunu
doğurur.
Lozan
Barış Antlaşması görüşmelerinde Başdelege İsmet Paşa (İnönü). "Büyük
Millet Meclisi Hükümeti: Türk yurdunun birliğine ve bölünmezliğine en büyük
önemi vermekte, hakların ve ödevlerin, çıkarların ve yükümlülüklerin
yurttaşlarca eşit olarak paylaşılması gerektiğine inanmaktadır."
biçimindeki sözlerle bütünlük ilkesi açıklığa kavuşturmuştur.
78.
maddenin (a) bendi, siyasal partilerin devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez
bütünlüğü yanında devlet dilinin Türkçe olduğuna dair kuralı da değiştirme
amacını güdemeyeceklerini ve bu yolda faaliyette bulunamayacaklarını
belirtmektedir. Anayasanın 3. maddesinin birinci fıkrası, devlet dilinin Türkçe
olduğu hükmünü taşımaktadır. Bölünmezlik ilkesinin bir gereği ve sonucu olan bu
hüküm, resmi işlemlerin ve yazışmaların Türk dilinde yapılması, resmi
belgelerin bu dilde düzenlenmesi, öğretimin ve ulusal kültürün yalnızca
Türkçe'ye dayanması, başka deyişle ülkedeki tek ulusal kültürü Türk kültürünün
oluşturması demektir. Türkçe bireyler arasında yalnızca bir resmi dil olma
durumunu çoktan aşmış; ayrı etnik kökenlerden gelseler bile, yüzyıllar boyunca
karışıp kaynaşmış ve bir ortak kaderi paylaşmış, ortak bir kültüre ulaşmış
kitlelerin hem günlük yaşantı da aile içinde ve işyerinde yaygın biçimde
kullandığı ortak bir iletişim aracı olabilmiş, hem de aynı kitlelerin ortak
bilim, kültür ve sanat dili olma derecesine ulaşabilmiş ve böylece gerek
bireysel, gerekse toplumsal iletişimin sağlanmasında başlıca araç olmuştur.
Türkçe'nin kazandığı bu yaygınlık ve genellik gözönüne alındığında, etnik
grupların sahip oldukları yerel dillerin resmi dil yerine genel iletişim ve
eğitim dili olarak kullanılması düşüncesi kabul edilemez. Yerel düzeyde kalmış,
gelişmemiş diller bireylere manevi varlıklarını geliştirme olanağı sağlayamaz.
Diğer taraftan; hernekadar, Anayasanın 26. maddesinin üçüncü fıkrasında,
"Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan
herhangi bir dil kullanılmaz." hükmü getirilmiş ise de, günümüzde
kullanılması yasaklanmış bir dilin bulunmadığı, her yurttaşın istediği dili
özel yaşantısında özgürce kullandığı bilinen gerçeklerdendir. Anayasanın 42.
maddesinin son fıkrasında, "Türkçe'den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim
kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve
öğretilemez..." kuralı yer almış, uluslararası sözleşmelerin hükümleri
bundan ayrı tutulmuştur. İlköğretimin zorunlu olması, eğitim ve öğretim
birliğinin sağlanması gereği olarak böyle bir düzenlemeye ihtiyaç duyulmuştur.
Dil
konusunda Anayasada bulunan bir diğer hüküm de 14. maddenin ilk fıkrasındaki,
"Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin
varlığını tehlikeye düşürmek ... amacıyla kullanılmazlar..." biçimindeki
kuraldır. Bu hükümle, Anayasadaki hak ve özgürlüklerin dil ayırımı yaratmak
amacıyla kullanılamayacağı kabul edilmiştir.
Davanın
konusu bakımından, SPY.nın 78. maddesinin (a) bendinde incelenmesi gereken bir
başka husus da ve kavramlarıdır.
Yüksek Mahkemenizin de, 16.7.1991 gün, Esas 1990/1 (Siyasi Parti Kapatma),
Karar 1991/1 sayılı, 10.7.1992 gün, Esas 1991/2 (Siyasi Parti Kapatma), Karar
1992/1 sayılı, 14.7.1993 gün, Esas 1992/1 (Siyasi Parti Kapatma), Karar 1993/1
sayılı, 23.11.1993 gün, Esas 1993/1 (Siyasi Parti Kapatma), Karar 1993/2 sayılı,
30.11.1993 gün, Esas 1993/2 (Siyasi Parti Kapatma), Karar 1993/3 sayılı
kararlarında belirtildiği gibi; "... kavramı; insanlığın gelişme
süreci sonunda vardığı en ilerlemiş birlikteliği oluşturan toplumsal yapıyı
anlatır. ve yerine göre sözcükleriyle de anlatılan bu yapı, bir
gelişme düzeyini, bilinçli ve kişilikli bireyler olgusunu gösterir.
ise, büyük bir toplumsal gerçek ve nin
üzerine kurulu olan çağın en etkin kültür ve politik anlayışıdır.
Milliyetçilik, Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Türk Devrimi'nin temel ve önde gelen
ilkelerinden biridir. Cumhuriyet döneminde ve kavramları,
başta teokrasiden demokrasiye geçişi sağlayan Atatürk olmak üzere Cumhuriyetin
kurucularıyla, onların koyduğu temel ilkeler üzerinde Cumhuriyeti yöneten
kuşaklarca yorumlanmış ve 1924, 1961, 1982 Anayasalarında yer almıştır. 1982
Anayasasının Başlangıç'ında <...Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı...>,
2. maddesinde <...Atatürk milliyetçiliği>, 12. maddesinde <... Atatürk ilkeleri...>ve
134. maddesinde <...Atatürkçü düşünce...>sözcükleriyle Atatürk milliyetçiliği
güçlü biçimde yer almaktadır. Atatürk milliyetçiliği, ayrımcı ve ırkçı bir
kavram değil Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkının, kökeni ne olursa
olsun, devlet yönünden tartışmasız eşitliği, içtenlikli birliği ve birlikte
yaşama istencini içeren çağdaş bir olgudur. Ayrımcılığı dışlayıp yapısı
içinde kaynaşmayı öngören bu kavram; etnik kökenleriyle kimlikleri ayrımcılığa
varan resmi bir tanıtım belirtisi olarak söylenmesini engellemektedir.
"Ulus,
tarihsel ve sosyolojik yönden belirli aşamaları geçmiş ve belirli nitelikleri
kazanmış bir topluluktur. Türk ulusu, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasıyla
sınırları çizilmiş kavramına dayanır. Ulus; vatan üzerinde yaşayan,
geçmişten geleceğe doğru bir zaman akışı içinde, ortak yaşam istek ve amacına
bağlanan kültür ve ülkü birliğine dayanır. kavramı dar çerçeveli topluluk
ve dinden başka toplumsal bir bağı olmayan ve başka öğe aramayan ümmet
kavramlarından çok farklıdır. Ulus, tarihsel ve sosyal gelişmenin yarattığı
birlikte yaşama olgusudur. Irk gibi antropolojik ve filolojik niteliklere
dayanan dar bir kavram da değildir. Ulus, ortak bir tarih bilinci yaratmış
göçebe, yerli dil ve soy gruplarından oluşan sosyolojik bir yapı olan kavim de
değildir..."
Anayasanın
2. maddesinin gerekçesinde, olarak ifade edilen
milliyetçilik kavramı, bütün bireylerin kaderde, tasada ve kıvançta ortak,
bölünmez bir bütün halinde, diğer bir deyişle, ulusal dayanışma ve adalet
anlayışı içinde yaşamaları olarak tanımlanmıştır. Başlangıç'ın yedinci
paragrafında Türk vatandaşlarının milli gurur iftiharlarda, milli sevinç ve
kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve
millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğunun belirtilmesi de Atatürk
milliyetçiliğinin tanımından başka bir şey değildir.
Türkiye
Cumhuriyeti'nin niteliklerini oluşturan ve onun ulusal devlet olmasının bir
sonucu olan Atatürk milliyetçiliği, çağdaş milliyetçilik anlayışıdır. Yani,
hangi kökenden gelirse gelsin, bireyleri bir araya getiren, bir arada yaşatan
şey, onlardaki aynı bir ulusa mensup olma duygu ve düşüncesi, bu yolda
gösterilen kararlılık ve irade birliğidir. Sübjektif nitelikteki bu
milliyetçilik düşüncesinde esas olan, kökeni ne olursa olsun, bireyin, kendisi
gibi olanlarla birlikte, kaderde, tasada ve kıvançta ortak ve bölünmez bir
bütün oluşturdukları duygu, düşünce ve inancıdır. Bu bakımdan sınırları belli, bölünmez
vatan esasını temel alır. Gerçekçi ve çağdaş milliyetçilik anlayışını temsil
eder. Irk düşüncesi, kan bağı, diğer biyolojik ölçütler ve soyca başka görünen
toplulukların bütünden ayrı sayılmaları düşüncesi bu milliyetçilik anlayışında
yer almaz. Kültür milliyetçiliğidir. Bu nedenle, kökenlerine, soylarına,
bakılmaksızın, bireyleri ortak bir kültüre mensup oldukları bilinci ve manevi
mutabakatı etrafında toplar, onları yapısı içinde kaynaştırıp
bütünleştirir. Yüksek Mahkemeniz de bir tarihsel olgu olarak bu milliyetçilik
anlayışını kararlılık gösteren bir biçimde böyle yorumlamaktadır. Nitekim,
20.7.1971 gün, Esas 1971/3 (Parti Kapatılması), Karar 1971/3 sayılı kararda,
"... Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde Türk milliyetçiliği ideolojisi
egemendir ve Anayasamız (Başlangıç) kuralları arasında bunu bildirdiği gibi,
bütün Anayasa yapısının oturduğu temel dahi budur. Bu, Türk kültürüne dayanan
bir milliyetçiliktir ve bunda ırk düşüncesi ve kökence başka görünen
toplulukların ayrı tutulması düşüncesi yer almış değildir..."; 8.5.1980
gün Esas 1979/1 (Parti Kapatılması), Karar 1980/1 sayılı kararda,
"...geçmişte ve görüşlerin neden olduğu acı
deneyimleri yaşamış olan Türk Ulusunun din, ırk ve mezhep gibi esaslara dayalı
ayrılık çabalarına ödün vermeye, birleştirici ve toplayıcı bir anlayışına
Anayasanın Başlangıç hükümleri arasında yer verilmesi, imparatorluktan ulusal
devlete dönüşmüş olan bir toplumun bilinçli bir davranışıdır...";
27.11.1980 gün, Esas 1979/31, Karar 1980/59 sayılı kararda, "...
Anayasada, ırkçılık, turancılık ya da din veya mezhep doğrultusunda
bütünleşmeyi amaçlayan inanışları reddeden Türk Devletine vatandaşlık bağı ile
bağlı olan herkesi Türk sayan birleştirici ve bütünleştirici bir milliyetçilik
anlayışı benimsemiştir. ..."; 18.2.1985 gün Esas 1984/9, Karar 1985/4
sayılı kararda, "...Atatürk milliyetçiliği, Türk Devletine vatandaşlık
bağı ile bağlı olan herkesi Türk sayan, dil, ırk, din gibi düşüncelerle
yapılacak her türlü ayrımı ret eden, birleştirici ve bütünleştirici bir anlayışı
temsil eder..." biçimindeki görüşlere yer verilmiştir.
Özellikle
son yıllarda benzer davalar dolayısıyla vermiş olduğu kararlarda Yüksek
Mahkemenizin, sözü edilen ilkenin anlamını daha da artan bir duyarlılıkla
yorumlayıp zenginleştirdiği anlaşılmaktadır. Nitekim, 16.7.1991 gün, Esas
1990/1 (Siyasi Parti Kapatma), Karar 1991/1 sayılı kararında şöyle denilmiştir:
"...Bugün, Türkiye Cumhuriyeti içinde yaşayan insanların bir kesimi
değişik kaynaklardan gelse bile kültürleriyle tek bir yapı oluşturmuştur. Türkiye
Cumhuriyetinde dil ve kültürün bugünkü düzeye gelmesinde, ülkenin her karış
toprağında, her kökenden ve soydan gelen vatandaşlarımızın payı vardır...
Ülkenin her yeri her yurttaşındır."
Kurtuluş
Savaşı'ndan önce Anadolu'nun yer yer işgal edildiği bütün güç ve olanaklarına
el konulduğu bilinmektedir. Bu çok kötü koşullar içinde Anadolu'nun bir kısım
topraklarının parçalanması için yoğun çabaların sürdürüldüğü sıralarda, 19
Mayıs 1919'da Samsun'a çıkan Atatürk'ün 18.6.1919 günü, 1. Kolordu Komutanı
Cafer Tayyar Paşa'ya çektiği telgrafta; lu halkının milli
bağımsızlığı kurtarmak için baştan aşağı tek bir vücut gibi birleşmiş>
olduğu belirtilmektedir.
Atalarımız
tarihin geçmiş günlerinde olduğu gibi, o karanlık günlerde de bölücü propaganda
ve desteklere kapılmadan, kendi özgür istençleriyle ve ortak istekleriyle
çağların yarattığı ortak kültürde birleşmeyi ve Türk Ulusu'nu oluşturmayı
sağlamıştır. Bu olgu, bu günde ulusça bağlı olduğumuz bir tür ulusal ant ve
toplumsal uzlaşmadır. Yasama, yürütme ve yargı organlarıyla yönetim
görevlerinde, yerleşimde, çalışma hayatında, temel hak ve özgürlüklerde
eşitliği kabul eden bu tarihsel dayanışma, kaynaşma ve oluşum, Kurtuluş
Savaşı'nda zafere ulaşmayı, ülkesi ve ulusuyla bölünmez bir bütün olan Türkiye
Cumhuriyeti Devletini kurmayı başarmıştır. Türk Devletinin vatandaşları
arasında etnik ya da diğer herhangi bir nedenle siyasal veya hukuksal ayrılık
söz konusu değildir... Türk Milleti içinde yer alan her kökenden vatandaş,
hiçbir ayrım gözetilmeksizin, istek ve başarılarına göre her görev ve işte
çalışmış, Türkiye'nin her yerinde, köyünde, şehrinde yaşama, yerleşme, okuma,
evlenme, gelişme ve yükselme ile Türk dil ve kültüründen faydalanma ve katkıda
bulunma olanağına kavuşturmuştur...
Türkiye'de
Türk Ulusunun dengeli, tutarlı tutumu, hoşgörüsü, insan sevgisi ve
değerbilirliği, milli bütünlüğü adaletli biçimde sağlamıştır. Milli
bütünlüğümüzün temeli, ortak kültüre, laiklik ilkesi ile akla, mantıklı
düşünceye, sağduyuya, adalete dayanan <<Atatürk milliyetçiliği>>dir.
Anayasamız,
Türk Devleti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk sayan birleştirici
ve bütünleştirici bir milliyetçilik anlayışına sahiptir. Devletin, ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğü, bu çağdaş milliyetçilik anlayışının belirgin
niteliklerinden birini oluşturmaktadır.
Anayasa
Mahkemesi'nin yine siyasal partilere ilişkin 20.7.1971 günlü, Esas 1971/3,
Karar 1971/3 sayılı kararında bu konuda şöyle denilmiştir:
"1921
Anayasası'ndan 1961 Anayasası'na değin sürekli olarak üzerinde durulmuş bir
ilke olan (Türk Devleti'nin ulusu ve ülkesi ile bölünmezliği) ilkesi, Erzurum
ve Sivas Kongrelerinde saptanan biçimi ile Misak-ı Milli kurallarında
dayanağını bulmaktadır. Misak-ı Milli'nin gösterdiği sınırlar içinde birbiriyle
kaynaşmış olarak yaşayanların gerçekten ve hukuka aykırılık kabul etmez bir
bütün oldukları kesinlikle belirlenmiş ve bütünlük içinde Kürt halkından hiçbir
zaman söz edilmemiş olduğu, Lozan Barış Antlaşması görüşme ve kararlarında da,
Misak-ı Milli'nin çizdiği sınırlar içinde azınlıklar sayılırken Kürt ayırımına
yer verilmemiştir.
Bu
durum yalnızca bir olayın değil, doğrudan doğruya bir gerçeğinde anlatımı
olmaktadır. Bu gerçeğin ve en aydınlık anlamıyla doğrudan doğruya Atatürk'ün
ulus anlayışında bulmaktayız. Atatürk'ün kendi el yazısı ile düzenlediği
notlarında: "Bugünkü Türk Milleti, siyasi ve içtimai camiası içinde
kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık
fikri propaganda edilmek istenmiş, yurttaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat
mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış göstermeler hiçbir millet
ferdi üzerinde üzüntü ve kınamadan başka bir tesir hasıl etmemiştir. Çünkü bu
millet efradı da umum Türk camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlaka ve
hukuka sahip bulunuyorlar." demiş ve "Ulus"u "Türkiye
Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir." ..."
(biçiminde tanımlamış)
10.7.1992
gün, Esas 1991/2 (Siyasi Parti Kapatma), Karar 1992/1 sayılı kararda;
"Uluslar, varlıklarını tarihsel gelişmeler ve gerçeklerle kazanırlar.
Ortak kültürün, sosyal dayanışmanın ve birlikte yaşama duygusunun doğuşu,
gelişip güçlenmesi tarihe dayanır. Tek vücut durumunda ve tam ulus yapısı
içinde bütünleşerek Kurtuluş Savaşı'nı yapmış halkın vatanı Türk Vatanı,
Milleti Türk Milleti, Devleti de Türk Devleti'dir. Dünya çağlar boyu Anadolu
için "Türkiye" ve burada yaşayanlar için "Türkler" adını
kullanmıştır. Bu durum, ulus bütünlüğü içinde yer alan farklı etnik grupları
görmeme anlamına gelmez.
Türk
Ulusu'nu oluşturan, binlerce yıl bir arada yaşamış, kaynaşmış, ortak kültüre,
ahlaka ve dine sahip insanların tarihleri birdir. Vatanı üzerinde yaşamış bütün
geçmiş kuşaklar, ülkenin ve ulusun tümlüğünü ve onurunu sürdüreceği kuşkusuz
olan, gelecek kuşaklarla birlikte düşünülmelidir. Her ulusun olduğu gibi
tarihsel gerçeklere dayanan Türk Ulusu'nun ortak kimliği ve kültürü de
savunmasız bırakılamaz. Herşeyden önce Türk Devleti'nin bağımsızlığına,
kimliğine ve özbenliğine, ulusal bütünlüğüne düşman olan tüm karşıtlıklarla
uğraşmak uluslararası hukuksal belgelerin benimsendiği temel bir görev ve
haktır...
Yüzyıllardan
beri süregelen tarihsel ve manevi birliğe ek olarak, bütün yıkıcı ve bölücü
faaliyetlere karşın birlikte Ulusal Kurtuluş Savaşı'na katılıp Cumhuriyeti
kuran ve böylece kader ve gönül birliğini kanıtlamış bulunan; ülkenin her
yöresindeki vatandaşlar arasında ulusal bütünlük perçinlenerek, Türk Ulusu'nun
siyasal ve toplumsal birliği kurulmuştur.
Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşları, ortak tarihsel değerlere ve kültüre sahip, aynı
ulusal kimlik taşıyan ve tek vücut olan Türk Ulusu'nun bireyleridir.
Türkiye
Cumhuriyeti, milliyetçiliğe büyük önem vermiş ve bu kuram Anayasalarda temel
ilke olarak yer almıştır. Atatürk Milliyetçiliği, ülke ve ulus bütünlüğünü
koruyan temel ilkedir. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk Milliyetçiliğine içtenlikle
bağlıdır. Eşitlikçi ve birleştirici içeriğiyle çağdaş anlayışı yansıtan Atatürk
Milliyetçiliği toplumsal dayanışmanın güvencesidir. Atatürk Milliyetçiliği,
yaşamsal ve bilimsel gerçek olarak benimsenmiştir. Bu tarihsel ilke aynı
zamanda ulusal varlığın korunması ve yüceltilmesine hizmet edecek yaşam
anlayışı ve biçimidir. İnsancıl, uygar ve barışçıdır. Kardeşliği, sevgiyi,
dayanışmayı ve çağdaş evrensel değerleri kucaklar..." denilmiş; siyasal
partiler hakkında daha sonraki kararlarında önceki kararlarda yer alan esaslar
tekrarlanmak suretiyle Anayasamızdaki milliyetçilik anlayışının niteliği bir
kez daha vurgulanmıştır.
SPY.nın
78. maddesinin (b) bendinde yasaklanan bir husus da siyasal partilerin ırk
esasına dayanmalarıdır. Buna göre, siyasal partiler belirli bir ırka, etnik
kökene mensup olanların partisi olduklarını iddia edemeyeceklerdir. Tersine
davranışa izin verilmesi halinde bundan öncelikle bölünmezlik ilkesinin zarar
göreceği kesindir.
Anayasanın
Başlangıç kısmı ile 2. maddesinde yer verilmek suretiyle Türkiye Cumhuriyetinin
dayandığı temel görüş ve ilkeler arasına katılmış olan Atatürk Milliyetçiliği
ile 3. maddede belirtilen, Devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği ile diline
dair hükümler korumasız bırakılmamış, 4. madde ile bu ilke ve esasları
belirleyen 2. ve 3. maddelerin değiştirilemeyeceği, değiştirilmesinin teklif
edilemeyeceği öngörülmüş, 14. maddede, Anayasada yer alan hak ve özgürlüklerin
hiçbirinin devletin ve ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk
Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek ... dil, ırk, ...
ayırımı yaratmak ... amacıyla kullanılamayacağı kuralı getirilmiş, siyasal
partiler yönünden de, 68. maddeyle, tüzük ve programlarının ve eylemlerinin
Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan
haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik
ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı kabul edilmiştir.
Bölünmez
bütünlük ilkesinin egemenlik kavramı ile olan ilişkisi da dava yönünden önem
taşımaktadır. Bir devletin içte ve dışta sahip olduğu üstün iktidar ve yetki
demek olan egemenlik Anayasanın 6. maddesinde belirtildiği üzere, kayıtsız
şartsız ulusa aittir. Ulus sahibi olduğu egemenliği yetkili organlar eliyle
kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya
sınıfa bırakılamaz. Bundan çıkan sonuç, ülke, ulus ve egemenlik kavramlarının
uyumlu bütünlük ilişkisi içinde düşünülmesi gereğidir.
Bölünmez
bütünlük ilkesi, devletin bağımsızlığını, ülke ve ulus bütünlüğünün korunmasını
da içerir. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren, ulus ve ülke bütünlüğünün
güvencesi olmak üzere tekil devlet esasına göre yapılandırılmış ve bu modeli korumak
için güçlü tedbirler öngörülmüştür. Bunlardan biri olma anlamında, SPY'nın 80.
maddesi ile, siyasi partilerin Cumhuriyetin dayandığı, devletin tekliği
ilkesini değiştirme amacını güdemeyecekleri ve bu amaca yönelik faaliyette
bulunamayacakları kabul edilmiştir. Maddenin gerekçesinde, devletin federe ve
konfedere devletler ve siyaseten özerk kuruluşlar gibi teklik ilkesine aykırı
bir nitelik taşımadığı, bu ve buna benzer ayrılmalar devletin ve milletin
bütünlüğü ilkesine ve toplum yararına ters düşeceğinden bu yolda bir amaç
güdülmesinin yasaklandığı belirtilmektedir. Gerçekten, Türkiye Devleti tekil
Devlettir. Devletten ayrı egemenliğe sahip federe devletler ya da özerk
bölgelerden oluşmuş değildir. Ulusal devlet olmanın, yani, bir ulusun bağımsız devlet
biçiminde örgütlenmesinin sonucu olan bu nitelik etnik, dinsel ya da başka
herhangi bir düşünceyle ülkenin federe devletlere veya özerk yönetim
birimlerine ayrılmasına izin vermez. Ulusal birliği kurmak ve devam ettirmek
amacıyla devlet, egemenliğin yegane sahibi olarak tekil biçimde
oluşturulmuştur. Yüksek Mahkemenizin 14.7.1993 gün, Esas 1992/1 (Siyasi Parti
Kapatma), Karar 1993/1 sayılı kararında da değinildiği gibi, "...
'Devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğü' kuralı, azınlık yaratılmasını,
bölgecilik ve ırkçılık yapılmamasını ve eşitlik ilkesinin korunmasını
içermektedir. 'Egemenlik' ve 'devlet' kavramlarının 'ulus' kavramıyla
bütünleşmesi, devletin herhangi bir etnik kökenden gelenlerle ya da herhangi
bir toplumsal sınıfla özdeşleştirilmesine engeldir. Bunun nedeni; ulusun
çeşitli toplumsal sınıflardan oluşmasına karşın sınıflarüstü bir kavram
olmasıdır. Bunun için, egemenliğin kullanılmasını tek bir toplumsal sınıfa
bırakan ya da bir toplumsal sınıfı egemenliğin kullanılmasından alıkoyan veya
egemenliği bölen düzenlemeler bölünmez bütünlük ve tekil devlet ilkesine ters
düşer."
Bölünmezlik
ilkesinin bir diğer güvencesini oluşturan SPY.nın 81. maddesinin (a) bendinde,
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde ulusal ya da dinsel kültür ya da mezhep
veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek; (b)
bendinde ise Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak,
geliştirmek ve yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar
yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması amacını gütmek ve bu yolda faaliyette
bulunmak yasaklanmıştır. Maddenin gerekçesine göre, "Ülkemizde Lozan
Antlaşmasıyla kabul edilen azınlıklar dışında bir azınlık yoktur. Herhangi bir
ülkede resmi dilin dışında dillerin bilinmesi veya yer yer konuşulması azınlık
yaratmaz. Hele, siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda olduğu gibi her
alanda bütün haklara sahip ve borçlarla eşit bir şekilde yükümlü olan tek bir
milletin evlatları arasında azınlıktan söz etmek mümkün değildir.
Bir
memlekette resmi dilin her vatandaş tarafından bilinmesi, hangi alanda olursa
olsun, eşitlik ilkesinin hakkıyla uygulanabilmesi ve adli ya da idari işlerin
çabukluk ve selametle yürütülmesi bakımından yararlı, hatta zorunludur. Bu
itibarla, resmi dili genç, ihtiyar, kadın, erkek her vatandaşın bilmesini
sağlamak devletin görevidir."
Maddenin
(a) bendinde siyasal partilere, ulusal veya ... ırk veya dil farklılığına
dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek yasaklanmıştır. Gerekçede de
açıklandığı gibi, Lozan Antlaşmasıyla kabul edilen azınlıklar bu yasağın
dışında kalmaktadırlar.
İç
hukuk kuralı haline gelmiş olan ve uluslararası hukuk alanında da sonuçlar
doğuran Lozan Barış Antlaşmasının Türkiye'deki azınlıklar konusundaki
hükümlerine esas teşkil eden azınlık çalışmalarına Yüksek Mahkemeniz özellikle
son kimi kararlarında ayrıntılı olarak yer vermektedir. Bunlara göre, "...
Müslüman topluluklar arasındaki değişik gruplara azınlık statüsü tanınmadığı,
kuşku ve duraksamaya yer bırakmayacak bir açıklıkta Lozan Barış Konferansı
tutanaklarında bir çok kez vurgulanmıştır.
Alt
komisyon önce, etnik azınlıkların, başka bir deyimle, Müslüman olmayan
azınlıkların da, örneğin Kürtlerin, Çerkezlerin ve Arapların tasarıdaki koruma
tedbirlerinden yararlanmalarında direnmiştir. Türk temsilci heyeti, bu
azınlıkların korunmaya ihtiyaçları olmadığını ve Türk yönetimi altında
bulunmaktan tamamıyla memnun olduklarını söylemiştir. Alt komisyon bu
inandırıcı sözler üzerine koruma tedbirlerini yalnız Müslüman olmayan
azınlıklarla sınırlamayı kabul etmiştir.
Barış
görüşmelerinde söz alan İsmet Paşa (İnönü): <Türkiye'de hiçbir Müslüman
azınlık yoktur; çünkü, kuramsal yönden olduğu kadar vurgulamada da Müslüman
nüfusun çeşitli unsurları arasında hiçbir ayırım gözetilmemektedir.>
demiştir. Aynı konferansın 20 Kasım 1922 günlü oturumunda Rıza Nur Bey
tarafından okunan bildiride şu görüşler yer almıştır: <Müttefiklerin
tasarısı Müslüman azınlıklardan söz etmektedir; oysa, Türkiye'de bu gibi
azınlıklar söz konusu olamaz; çünkü, tarihsel gelenekler, moral düşünceler,
görenekler, yapılagelişler, Türkiye'de yaşayan Müslümanlar arasında en tam bir
birlik yaratmaktadır>
Türk
Delegasyonunun bu görüşleri Konferansça benimsenmiş ve 15
Aralık 1922 günlü tasarının 4., 6., 7., ve 8. maddelerinde geçen ,
sözcükleri yerine sözcüklerine
bırakmıştır. Böylece, Türkiye'de değişik bir dil kullanmanın ya da soy
unsurunun bir grubun azınlık sayılmasında ölçü olarak kabul edilemeyeceği Lozan
Barış Antlaşması'yla kabul edilmiştir. Aynı konferansta, Kürt azınlığın yaratılması
yönünde, özellikle Lord Curzon tarafından gösterilen çabalar, Türk
Delegasyonunun k
istememektedirler.> gerçeğini bildirmeleri karşısında kabul görmemiştir
..." (Anayasa Mahkemesi'nin siyasal parti kapatılmasına ilişkin 16.7.1991,
10.7.1992, 14.7.1993 günlü kararları)
Bu
suretle, ülkemizde sadece azınlık kapsamına dahil
edilmişlerdir. Müslüman olmayanlara da Müslümanlara sağlanan medeni veya siyasi
haklardan yararlanma olanağı verilerek yasaklar önünde din ayırımı
yapılmaksızın herkesin eşit olduğunu belirtmek amacıyla böyle bir düzenlemeye
gidilmiş ve örneğin antlaşmanın 38. maddesinin ikinci fıkrasında, ,
40. maddede, lerine
ait olmak üzere her türlü müessesatı hayriye, diniye veya içtimaiyeyi, her
türlü mektep vesair müessesatı talim ve terbiyeyi tesis, idare ve murakabe
etmek ve buralarda kendi lisanlarını serbestçe istimal ve ayini dinilerini
serbestçe icra etmek hususlarında müsavi bir hakka malik bulunacakları>
kabul edilmiştir (Anayasa Mahkemesi'nin siyasi parti kapatılmasına ilişkin 16.7.1991
günlü kararı).
Bundan
ayrı olarak, bir de, 18.10.1925 tarihli Türk-Bulgar Dostluk Antlaşmasında,
Türkiye'de yaşayan Bulgarların azınlık sayılmaları kabul edilmiş ise de, yeni
Türk Devleti'nin laik mevzuatı kabul etmesinden sonra bu kimseler azınlık statüsünden
kendiliklerinden vazgeçmişlerdir.
Sonuç
olarak, Türkiye'deki hukuk düzeninde bu iki antlaşma ile kabul edilenlerin
dışında herhangi bir azınlığın bulunduğu söylenemez.
Özellikle,
belirli bir büyüklüğe ulaşmış olanlar başta olmak üzere birçok devlette ırk,
dil, din, mezhep yönünden çeşitli boyutlara varan farklılıklara sahip
toplulukların, yani ulus olgusuna oranla ikincil nitelikte kesimlerin bulunması
doğal olduğu kadar, gözlenen bir gerçektir de. Yüksek Mahkemenizin 8.5.1980
gün, Esas 1979/1 (Parti Kapatılması), Karar 1980/1 sayılı kararında
belirtildiği üzere bu gibi toplulukların dilinin ya da dininin toplumun öteki
kesimlerinden ayrı olduğundan nesnel biçimde söz etmek tek başına bir anlamına
gelmez. SPY'nın 81. maddesine benzer hükmü içeren eski 648 sayılı Yasa'nın 89.
maddesinin birinci fıkrasını yorumlayan Yüksek Mahkemeniz, aynı kararında, kabul
edilmesi için, "sözkonusu topluluğun toplumun öbür kesimlerinden ayrılan
varlığını ve niteliklerini koruması ve sürdürmesi için kendisine özel bir hukuksal
güvence tanınması gerektiğinin, yani bu kimselerin ndan
yararlanmaya hak kazanmış olduklarının da açık ya da üstü örtülü biçimde ileri
sürülmüş olması gerektiğini" belirtmiş bulunmaktadır. Bu gibi
toplulukların her birine azınlık hakkı tanınması ülke ve ulus bütünlüğü
ilkesine aykırı düşer. Hele böylesi topluluklar ortak geçmişten gelen tarihsel,
kültürel ve manevi bütünlük anlayışı içinde kendi kaderlerini o ulusun
kaderleriyle özdeşleştirme istek ve iradesini göstermişlerse, böyle bir hakkın
tanınmasına gerek kalmaz.
Bizim
toplumumuzda da olgusunu görmek mümkündür.
Gerçekten, X. Yüzyılda Türklerin Anadolu Yarımadasına gelmeye başlamalarından
sonra, Türkler ve o dönemde Anadolu toprağında yaşamakta olan her soydan
topluluk, birbirini izleyen çeşitli siyasal oluşumlar içinde birlikte
yaşamışlar, bu oluşumlar arasından yükselen Osmanlı İmparatorluğu'nun çatısı
altında da bu yaşayış devam etmiş, zaman içinde bu birlikteliğe Kafkasya,
Balkan ve Arap Yarımadası ahalisi de dahil olmuştur. Daha sonra, çeşitli
tarihsel ve askersel olaylar sonucunda, Osmanlı Devleti sınırlarını Doğu Trakya
ve Anadolu'ya kadar küçültmek zorunda kalmış ve tarih sahnesindeki yerini
Türkiye Cumhuriyeti'ne terketmiştir. Böylece, bin yıllık bir süreç içerisinde
Türkler ve diğer etnik topluluklar aynı siyasal oluşumlar içinde iyi ve kötü
günleri birlikte yaşamışlar, acılara birlikte göğüs germişler, sevinçli günleri
birlikte kutlamışlar, gerek birbirleriyle, gerekse başka topluluklarla, çeşitli
tarihsel, siyasal nedenlerle ya da göç hareketleri sonucunda karışıp
kaynaşmışlar, aynı toplumsal kaderi paylaşmışlardır. Bu kader birliği, her tür
etnik topluluğu, aynı toplumsal pota içinde kaynaştırıp bütünleştirmiştir.
Ortak bir geçmişe, tarihe, dine, ahlaka, hukuka, değer yargılarına, başka deyişle
aynı bir ortak kültüre sahip insanlar, soyu ne olursa olsun, tek bir ulusa
mensup olma bilinç ve istenciyle, bir tür toplumsal ant ve toplumsal uzlaşma
sonucu ulusal sınırlar içinde nu oluşturmuşlar ve ortak kararlılık,
istenç ve heyecanla Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlardır. Bu birliktelik duygu ve
düşüncesi o kadar güçlüdür ki örneğin, Kürt kökenliler diğer yurttaşlarla omuz
omuza Kurtuluş Savaşına fiilen katılarak can, kan ve gözyaşı pahasına
yurdumuzun işgalci düşmanlardan temizlenmesinde ve onu takiben Türkiye
Cumhuriyetinin kurulmasında üstün hizmetler görmüşlerdir. Bugün dahi Türk
Ulusuyla birlik ve bütünlük içinde olma duygusunun eksilmeden devam ettiği
görülmektedir. Bu itibarla, Türk Ulusu yanyana yaşantılarını sürdüren çeşitli
halklardan değil, kendi özgür iradesiyle, ortak geçmişin yarattığı ortak
kültürde geleceği de kapsayacak biçimde birleşmeye, kaynaşıp, bütünleşmeye
karar vermiş olan tek halktan, Türk halkından meydana gelmiştir.
Anayasa'nın
66. maddesinin birinci fıkrasında, Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı
olan herkesin Türk olduğu belirtilerek, Türk Ulusundan sayılmak için kabul
edilen tek koşulun olduğu, bunun dışında kalan dil, din, ırk
vs. gibi farklılıkların nazara alınmadığı, Türk Ulusunun, bir hukuksal bağ
anlamında vatandaş sayılanların oluşturduğu bütünlüğü ifade ettiği
benimsenmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin yurttaşı olmak demektir. Bu
ulus bütünlüğü içinde, şu ya da bu nedenle, yasanın deyişiyle, ulusal veya
dinsel kültür, mezhep yahut ırk ya da dil ayırımına dayanan azınlıklar yoktur.
Yüksek Mahkemenizin siyasi parti kapatılmasıyla ilgili 10.7.1992 ve 14.7.1993
günlü kararlarında belirtildiği gibi, "... Türk Ulusunu oluşturan etnik
gruplar arasında çoğunluk ya da azınlık biçiminde bir ayırıma yer verilmemiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi sayan
birleştirici ve bütünleştirici milliyetçilik anlayışı kabul edilmiştir. Türkiye
Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin, hangi etnik
gruptan olursa olsun, sayılması, onun etnik kimliğini inkar anlamında
değil, dünyaca, devletine , ulusuna ve
vatanına denen ve toplum yapısında çeşitli etnik gruplar bulunan
ülkede bütün vatandaşlar arasında eşitliğin sağlanması ve hepsi çoğunluk içinde
bulunan etnik grupların azınlığa düşmesini önleme amacına yöneliktir.
"Diğer
kökenli yurttaşlar gibi Kürt kökenli yurttaşların da kimliklerini belirtmeleri
yasaklanmamış; ancak, azınlık ve ayrı ulus olmadıkları, Türk Ulusu dışında
düşünülemeyecekleri, devlet bütünlüğü içinde yer alacakları ortaya
konulmuştur..."
Bir
devletin nüfus öğesini oluşturan bireylerin hepsinin ayrımsız aynı soydan ve
dilden olmaları olanaksızdır. Genellikle her ülkenin nüfusu değişik oranlarda
da olsa, başka soya ya da soylara mensup toplulukları içerir. Ancak, bu gibi
topluluklara soy ve dil farklılığına dayanılarak azınlık hakları tanımak ülke
ve ulus bütünlüğü ilkesine uymaz. Türk Ulusunu oluşturan, ulus bütünlüğü içinde
yer alan etnik öğeler, Anayasa'nın 66. maddesinin birinci fıkrasında anlamını
bulan ve Türk devletine sadece vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesi Türk
sayan milliyet anlayışı karşısında toplumda azınlık ya da çoğunluk
oluşturmazlar. Türk Ulusunun manevi bütünlüğü içinde karışıp kaynaşmış olan her
birey hukuksal ve toplumsal bağlamda mutlak eşit durumdadır. Hiçbir etnik
kökenin diğerine üstünlüğü yoktur. Her yurttaş, başka yurttaşlara tanınmış olan
her türlü siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel, medeni vs. haklardan sınırsız
biçimde yararlanabilmektedir. Türk Vatandaşlığı kavramı herkesi eşit ve
ayrıcalıksız kılmaktadır. lık, Fransız Büyük Devrimi (1789)'nden
bu yana, hepsi çoğunluğu oluşturan her bireyin, soy, dil, din ve mezhep gibi
ayırıcı özellikleri dikkate alınmaksızın, en üst düzeyde ve en değerli varlık
olarak kabul edilmesi demektir. Herkesin böylesine eşit ve ayrıcalıksız olduğu
bir hukuksal zeminde azınlıktan ya da çoğunluktan söz etmek olanaksızdır.
81.
maddenin (b) bendinde ise, siyasal partilerin Türk dilinden ve kültüründen
başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye
Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması
amacını gütmeleri ve bu yolda faaliyet göstermeleri yasaklanmıştır. Bu hükümle
anlatılan, Türk dili ve kültüründen başka dil ve kültürleri korumak,
geliştirmek ya da yaymak yoluyla ülkede azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün
bozulması amacının, siyasal partilerin güdemeyecekleri ve bu yolda faaliyet
gösteremeyecekleridir. Burada belirtilmesi gereken, 81. madde ile ulusu
oluşturan bireyler arasındaki etnik ayrımların, sahip bulunulan farklı dil ve
kültürlerin yasaklanmadığıdır. Ancak, yüzyıllardır birlikte hayat sürmüş, ortak
bir geçmişe, tarihe, dine, geleneklere ve değer yargılarına sahip bireylerin
oluşturduğu ulus bütünlüğü içinde bu öğelerden meydana gelen ortak kültürden
ayrı, bireyler arasında bu bakımdan ayrımlaşma nedeni olabilecek yoğunlukta bir
kültür farklılığından söz edilemez. Özel yaşantılarında çeşitli etnik
kökenlerden gelen yurttaşların kimliklerini belirtmeleri, dillerini
konuşmaları, gelenek ve göreneklerini uygulamalarının karşısında herhangi bir
yasal ya da toplumsal engel yoktur. Yasaklanan, azınlık ve ayrı bir ulus
oluşturduklarının ifade edilmesi suretiyle ulus bütünlüğünün bozulması amacının
güdülmesidir.
Söz
konusu kuralın küçük değişikliklerle benzeri olan eski 648 sayılı SPY.nın 89.
maddesinin (b) bendini yorumlayan Yüksek Mahkemeniz 8.5.1980 gün, E.1979/1
(Parti Kapatma), K. 1980/1 sayılı kararında şu hükme varmıştır: "... Bu
hükümde de ... deyiminin açıklığa kavuşturulması gerekmekte
olup, söz konusu deyimin de maddenin tümü içinde değerlendirilmesi ve birinci
fıkrasındaki deyimiyle sıkı ilişki
gözönünde tutularak, aynı doğrultuda yorumlanması zorunludur. Böyle bir yorumla
varılacak sonuç ise, deyiminin ancak bir cesini
yaratma> anlamına gelebileceğidir...
Yukarıda
da değinildiği gibi, azınlıklar dil, din ve ırk gibi nitelikleri nedeniyle
toplumun çoğunluğundan ayrı varlıkları ve bu varlıklarını sürdürmeye hakları
bulunduğu hukukça tanınan vatandaş toplulukları olduklarından, ülkemizde azınlık
hukukundan yararlanmaya hak kazanmış gruplar bulunduğunu ileri sürmek, ya da
Türk dilinden ve kültüründen gayrı dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya
yaymak yoluyla kimi vatandaş gruplarında azınlık hukukundan yararlanmaları
gerektiği düşüncesini yaratmaya çalışmak, kuşkusuz, yukarıda açıkça ortaya
konulan anayasal durum karşısında Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2. ve 3.
maddelerinde yer alan <ülke ve ulus bütünlüğü>temel hükmüne ve bu temel hükmü
içeren 57/1. maddesine de aykırı düşer ..."
Yine
Yüksek Mahkemenizin 20.7.1971 gün, E. 1970/1 (Parti Kapatılması), K. 1971/1
sayılı kararında belirtildiği gibi, "...Bir siyasi partinin Türkiye ülkesi
üzerinde Türkçe'den başka dil konuşan azınlık bulunduğunu ileri sürerek ve o
azınlığı erek edinerek onun için bir takım haklar ve yetkiler tanınmasını
istemesi ulusal yapıda gitgide kopmalara, bölünmelere yol açması demektir. Yine
Türk yurttaşları arasında Türk dilinden ve kültüründen başka dil ve kültürleri
koruma çabalarına girişmek Türkiye ülkesi üzerinde ulus bütünlüğünün bozulması sonucunu
doğurmağa elverişli bir tutumdur..."
Şu
halde, dillerini, kültürlerini ve sanatlarını kullanabilmeleri ve
geliştirebilmelerini istemek suretiyle bir kısım yurttaşları ırk, dil ve kültür
bakımlarından veya bu ad altında ulus bütünlüğünden ayrı sayma, onlarda bu
bütünlükten ayrı bir azınlık oluşturdukları düşünce ve bilincini yaratma, ulus
bütünlüğünün bozulmasıyla sonuçlanabilecek ya da en azından böyle bir
tehlikenin belirmesine yol açabilecek olan, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde
azınlık yaratma demektir. Siyasal partiler yönünden böyle bir amaç ülke ve ulus
bütünlüğü ilkesine terstir. Daha önce de belirtildiği gibi, Türk ulusu
bütünlüğü içinde belirli uluslararası sözleşmelerle azınlık oldukları kabul
edilen yurttaşlar hariç, herhangi bir azınlıktan söz etmek
olanaksızdır. Her Türk yurttaşı hukuk düzeninin sağladığı her türlü hak ve
özgürlükten, herhangi bir etnik ayrımcılık söz konusu olmaksızın, sınırsız ve
mutlak biçimde yararlanmakta, ulus bütünlüğü içinde bireysel mutluluk ve
huzurunu gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Böylesine ayrıcalıksız konumdaki bir
kısım yurttaşlar arasında, bir azınlığa mensup olduğu duygu ve düşüncesini
yaratmak ve onların sınırlı haklar rejimine tabi kılınmasını, ulusun bizzat kendisini
oluşturmakta iken azınlık haline gelmesini istemek ulus bütünlüğünü bozmaktan
başka biçimde yorumlanamaz.
B)
Değerlendirme
Bu
açıklamalara göre, bir değerlendirme yapıldığında, programın Kürt sorunu
konusundaki ana fikri, Kürtlerin tarihin çok eski zamanlarından beri Doğu ve
Güneydoğu Anadolu'yu da kapsayan Yukarı Mezopotamya denilen bölgede yaşayan bir
kavim olduğundan hareketle, Osmanlı Devletinin Kürtleri kendi kültürleri ve
yaşayışları yönünden serbest bıraktığı, onların Osmanlı yönetimi altında yarı
bağımsız bir hayat sürdükleri, Türkler ile Kürtler arasında bir kaynaşma
meydana gelmediği, sadece Kürtlerin kendi varlıklarını koruyarak Türkler ile
ittifak kurmaları şeklinde bir ilişkinin söz konusu olduğu, Cumhuriyetin ilanı
ile birlikte resmi ideoloji adı verilen, Osmanlı toplumundaki Kürtlerin de
dahil olduğu çeşitli etnik unsurlardan oluşan bir Türk ulusu yaratma isteğini
Kürtlerin kendi kimliklerinin ve varlıklarının yok edilmesine yönelik bir
politika olarak algıladıkları ve bu politikaya karşı bilinçli mücadele
anlamında isyan hareketleri başlattıklarıdır. Programa göre, bu hareketlerin
son bulması için devletin onlara müdahale etmemesi, onların kimliklerini
değiştirmeye yönelik bir politika uygulamaması gerekir. Bu son cümledeki görüş,
sorununun çözümü için idari ademi merkeziyet sisteminin çare olarak öngörülmesi
ile birlikte düşünülmelidir.
Bu
ana fikre bağlı olarak, Kürtlerin ve diğer etnik ve inanç gruplarının, eşitlik
ilkesine aykırı nitelikteki hukuki düzenlemelerden doğan ve Kürt sorununun
temel sebebi olarak görülen sorunların giderilmesi için iç hukuk kurallarının
eşitlik ilkesine aykırı olmaması gerektiği, Anayasa ve yasalar düzeyinde
eşitlik ilkesine dayanan düzenlemeler yapılacağı, aynı şekilde, çeşitli
yasalarda yer aldığı iddia edilen kimlik haklarını kısıtlayıcı hükümlerin
kaldırılacağı, diller ve kültürler üzerindeki baskılara ve asimilasyon
politikalarına son verileceği, bu alanda da uluslararası hukuk ve sözleşme
hükümlerinin hayata geçirileceği, insanların kimliklerinden ötürü ayrımcı
işlemlere tabi tutulmaması, eşitlik ilkesinin yaşamsal kılınması için ceza
adaleti konusunda reformlar yapılması gerektiği savunulmaktadır.
Programda
dikkat çeken bir diğer husus, partinin acil hedef olarak benimsediği, Kürt
sorunu adı verilen bu sorunun çözüm yolunun ilkeli bir demokratik uzlaşmadan
geçtiği, bu amacın Türkiye Cumhuriyeti'ni bağlayan uluslararası hukuk ilkelerine,
sözleşmelere, evrensel hukuka bağlı bir demokratik devleti yapılandırmayı hedef
aldığı, bu hedefin eşitlik temeline dayanan bir hukuksal alt yapıya sahip olan
devleti ifade ettiğidir. Bu sözleşmelerle, bir çok yerde adı
altında Türklerin ve Kürtlerin iki eşit ve ayrı unsur olarak kabul edildiği,
devletin anayasal düzeyde yeni bir örgütlenme modeline kavuşturulmasının
zorunlu görüldüğü anlatılmaktadır.
Birinci
paragrafta belirtilen görüşler Anayasa'nın en temel ilkesi olan devletin ulusu
ve ülkesiyle bölünmezliği esasına aykırıdır. Cumhuriyet'ten önce imparatorluk
sınırları içindeki Türk ve Kürt kökenliler X. yüzyıldan başlayan bir tarihsel
süreç içinde başka etnik kökenden gelenler ile birlikte yaşamakta bulunmuşlar,
çeşitli zorluklara birlikte katlanmışlar, acılı ve sevinçli günleri birlikte
yaşamışlar, böylece ortak geçmişe ve tarihe, aynı inanca, aynı değer
yargılarına ve aynı tecrübelere sahip olmasını ve sosyal dayanışmanın meydana
getirdiği ortak kültüre ve hayat tarzına sahip ve aynı toplumsal kaderi
paylaşan insanlar olarak İmparatorluğun yıkılışına kadar gelmişlerdir. Yeni bir
devletin oluşturulması sırasında ise köklerini ortak tarih ve değerlerden alan
bu ruhsal birliktelik devam etmiş, Ulusal Kurtuluş Savaşına katılıp omuz omuza
dövüşerek bu ülkeden düşmanları kovmuşlar, sınırları Misak-ı Milliye uygun
olarak, ortaklaşa dökülen kanla çizilen vatan üzerinde Cumhuriyet'in eşitlikçi
ve bütünleştirici ları olarak ortak toplumsal kaderi paylaşma
konusundaki kararlılıklarıyla ve tek bir ulusa mensup olma şuur ve iradesiyle
Türk Ulusu'nu oluşturmuşlar ve Cumhuriyet'in kurulması ve yüceltilmesinde üstün
hizmetler sarf etmişlerdir. Bu tarihsel, hukuksal ve sosyolojik olgular
görmezlikten gelinerek, Türk ve Kürt kökenliler arasındaki ilişkiyi sadece bir
ittifak çerçevesi içinde görmek, Türk Ulusu kavramındaki duygu, düşünce ve
irade birliğinin oluşturduğu ruhsal öğeyi inkar etmek anlamına gelir. Atatürk
Türk Ulusu'nu, ırk kavramını esas almadan, Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye
halkı biçiminde bütüncül ve hangi kökenden gelirse gelsin herkesi kucaklayıcı
anlamda tanımlamıştır. Bu bütünlük ilkesinden ayrılarak, ulusu ırk açısından
Türk ve Kürt olarak ayırıp bunların devletin asli unsurları olduğunu, ülkenin
bir bölümünü Kürdistan olarak adlandırarak Kürtlerin devlete kendi ülkeleri ile
katıldıklarını söylemek Kürtlerin yaşadığı bölgelerden söz etmek ulus ve ülke
bütünlüğünü parçalayıcı davranışlardır.
Anayasa'nın
66. maddesinde ifadesini bulan ve bireyler arasında eşitliği sağlayan
vatandaşlık anlayışı Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı olan herkesi Türk
saymaktadır. Buradaki Türklük soya bağlılık demek değildir. Sadece bireylerin
vatandaşlığını ve ulusal kimliğini ifade etmektedir. Vatandaşlık durumu ve
ulusal kimlik kişilerin etnik kökenlerinin belirtilmesini etkilemez. Ancak,
etnik kökenlerin eşit ve birleştirici vatandaşlık niteliğine ve ulusal kimliğe
zararlı olacak biçimde ön plana çıkartılmaması gerekir. Bu somut gerçekler
karşısında, davalı partinin Kürtlerin inkar edildiği, yurttaşlığın soy temeline
dayandırıldığı, Türkiye Cumhuriyeti'nin ırk ayrımı ve kan bağı esasına dayanan
bir devlet olduğunu belirtmesinin, Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı
olan herkesi Türk sayan, dil, ırk, din gibi düşüncelerle yapılacak her türlü
ayrımı reddeden, birleştirici ve bütünleştirici olan, kardeşliğe, sevgiye,
dayanışmaya dayanan Atatürk Milliyetçiliği ilkesini "çarpık tarih tezine
dayalı resmi milliyetçi ideoloji" olarak adlandırıp Kürt sorununun
çözümsüzlüğüne sebep olduğunu, Türkiye'nin temel sorunu haline geldiğini ve
terk edilmesi gerektiğini söylemesinin; devletin Kürtlerin yapısına uygun
olmayan, Türklüğün dayatıldığı modelleri uyguladığını, Kürtlerin asimilasyona
baskı ve zulme uğratıldığının savunmasının, Kürtlerin yaşadığı bölgelerden söz
etmesinin Anayasa'nın temel ilkesi olan ulus bütünlüğünü etnik iddialarla bozma
amacını gütmek anlamını taşıdığından şüphe edilmemelidir.
Her
ne kadar davalı partinin programında, Kürtlerin Türkiye'nin bütünlüğü ve siyasi
sınırları içinde Türklerle aynı kaderi paylaşarak, tasada ve kıvançta birliği
sağlayarak, barış ve kardeşlik içinde yaşamak istedikleri belirtilmişse de,
savunulan öteki görüşler ve Kürt kökenlilerin Türk kökenli olanlarla
birlikteliğini, siyasal ademi merkeziyet modeli içinde varlıklarını koruyabilmeleri,
kimliklerine, kültürlerine, özelliklerine saygı duyulması, karışılmaması,
kendileriyle ilgili konularda söz ve karar sahibi olmaları şartlarına bağlayan
ve onların bu durumlarını günümüzde ülkemizde farklı etnik kökenden gelenler
arasında bir eşitsizlik varmış gibi gösterecek biçimde, Anayasa ve yasalarda
yapılacak eşitlik ilkesine dayanan değişikliklerle güvence altına almak isteyen
fikirler karşısında, bu ibarelerin, asıl amaç olan eşitlikçi ve bütünleştirici
Türk Ulusu dışında ayrı bir Kürt ulusçuluğunun harekete geçirilmesi düşüncesini
dikkatlerden kaçırmaya yönelik olduğu anlaşılmaktadır.
Anayasa'nın
en temel ilkesi olan, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği ilkesine verilen
öneme paralel olarak, 68. maddesinde bu ilkeye aykırı amaç güden partilerin
kurulamayacağı, kurulanların kapatılacağı esası benimsenmiş, SPY.da buna uygun
olarak, 78. maddesinin (a) bendine Anayasa'nın 4. maddesi doğrultusunda siyasi
partilerin, diğer yasaklar yanında devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez
bütünlüğüne ilişkin Anayasa'nın 3. maddesini değiştirme amacını güdemeyecekleri
kuralını getirmiştir. Bütün bu değerlendirmelerden, davalı partinin programının
bu kurala aykırı olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.
Yasa'nın
aynı maddesinin (b) fıkrasında, bu temel ilkeyi güçlendiren bir kural olarak,
partilerin ırk esasına dayanamayacakları öngörülmüştür. Programda, Kürt
sorununun barışçı ve demokratik çözümünün programın merkezine konduğunun, Kürt
sorununun adil ve demokratik çözümünün parti tarafından acil hedef olarak benimsendiğinin,
partinin, Kürt sorununun adil, demokratik ve barışçı bir biçimde çözümlenmesini
temel amaçlarından biri olarak aldığının belirtilmesi, Kürt kökenlilerin varlık
ve kültürlerinin öne çıkarılması ve anayasal ve yasal düzeyde yapılacak değişikliklerle
hukuki planda ayrıcalıklı bir statüye sahip kılınmalarının istenmesi
karşısında, davalı partinin ırk esasına dayanmak suretiyle bu yasaklayıcı hükme
aykırı davrandığı sonucuna varılmıştır.
Davalı
Parti'nin programında, Türkiye'de yerel yönetimlerin yetkileri ve kaynaklarının
yeterli olmayışından, ilgili yasaların eskiliğinden, halkın yönetime katılma ve
denetim olanaklarının sınırlı oluşundan, merkezi hükümetin yerel sorunlara
seyirci kaldığından, bu duyarsızlığın çarpık kentleşme sorununu doğurduğundan
söz edilerek, devletin demokratikleşmesi, politik, yönetsel, demokratik
katılımın ve çoğulcuğun sağlanabilmesi, hizmetin hızlandırılması için,
öncelikle merkezi devletin yerel yönetimler üzerindeki vesayetinin
kaldırılacağı, toplumun kendisini yönetenleri doğrudan seçebilmesi, yönetimleri
ve yönetenleri denetleyebilmesinin sağlanacağı, merkezi idare küçülürken, yerel
yönetimlerin kendi alanlarında daha çok söz sahibi olacağı, il ve ilçe
meclislerinin yerel parlamentolar statüsüne kavuşturulacağı, bu anlayışa uygun
olarak vali, emniyet müdürü, kaymakam gibi yöneticilerin seçimle gelmelerinin
sağlanacağı, eğitim, sağlık, iç güvenlik ve vergi toplamanın yerel yönetimlere
bırakılacağı belirtilmektedir.
Davalı
partinin bu görüş ve hedefleri, Kürt sorununun çözümü için bir çare olarak
öngördüğü ve gerçekleştirmeyi misyon olarak benimsediği idari ademi
merkeziyetçi sistem çerçevesinde, devletin idari bölgeler şeklinde
yapılandırılması şeklinde belirtilen amaç ile birlikte düşünülmelidir.
Genel
Başkan Ş. Elçi, 4.1.1997 tarihli Sabah Gazetesi'nde yayınlanan demecinde,
Türkiye için en uygun modelin yerel yönetimlere egemenlik verilmesi olduğunu
savunduklarını, federasyon da olabileceğini, ama şu anda yerel yönetimlerin
egemen kılınmasının en iyi model olduğunu, federasyonun bir devletin bölünmesi
demek olmadığını açıklamış, 10.2.1997 tarihli Milliyet Gazetesi'nde yayınlanan
bir yanıtında, devletin bugünkü merkeziyetçi sistemden vazgeçmesi gerektiğini,
ademi merkeziyetçi bir yönetim sisteminin, halkın kendisini ilgilendiren
konularda kararlara katılabilmesini sağlayacağı, Türkiye'de mevcut farklı
toplumların, farklı bölgelerin kendi şartlarına en uygun yönetim imkanına
kavuşacağını, kendi yöneticilerini kendinden seçeceği, Fransa ve İspanya'daki
örneklerin şu anda Türkiye için en uygun örnekler olduğunu, bu yerel
yönetimlerin geniş yetkilerle donatılması gerektiğini söylemiştir. Dikkati
çeken husus, parti programında, eğitim, sağlık, iç güvenlik gibi hizmetler
yerel yönetimlere bırakılırken, Genel Başkanın bu açıklamalarında, adalet
hizmeti de dahil edilerek adı geçen bu hizmetler devletin temel işlevleri
arasında sayılarak yerel yönetimlere devredilmeyeceğinin belirtilmiş olmasıdır.
2.4.1997
tarihinde Samanyolu Televizyonu'nda bu konuda yaptığı açıklamalarda da, ademi merkeziyet
içinde kendi kültürünü, kendi dilini, her şeyini geliştirebileceğini, eğitimin,
iç güvenliğin, yasa yapma yetkisinin de yerel yönetimlere bırakılmasını
öngördüklerini, (Ali Bayramoğlu adlı soru soranın, "Federasyon
öneriyorsunuz efendim, federasyon tanımı veriyorsunuz." şeklindeki
sözlerine karşılık), adın önemli olmadığını, önemli olanın demokratik işleyiş
olduğunu, Katalonya'nın kendi hükümeti, parlamentosu olan, kendi kendini
yöneten bir bölge, aynı zamanda İspanya'nın bir parçası olduğunu ve Avrupa
Birliği içinde yerel yönetimler ve otonom bölgeler biriminin var olduğunu, buna
ayak uydurmak (gerektiğini) ifade ettiği anlaşılmaktadır.
Kürt
sorununun adil ve demokratik çözümü için çare olarak öngörülen ve
gerçekleştirilmesi olarak benimsenen, idari sistemin ademi
merkezileştirilmesi ve devletin idari bölgeler şeklinde yapılandırılması
şeklindeki görüşün; hizmet esasına dayalı olağan yerinden yönetim organları ya
da sırf bazı hizmetlerin daha iyi görülebilmesinin birden çok ili içine alan
çevrede örgütlenmeyi gerektirmesi dikkate alınarak, Anayasa'nın merkezi idareyi
düzenleyen 126. maddesinde, sadece kamu hizmetlerinin görülmesinde verim ve
uyum sağlamaya yönelik olmak üzere birden çok ili içine alacak biçimde
kurulabileceği kabul edilen merkezi idare örgütü modeli ve 127. maddesinde
öngörülen ve yine yalnızca belirli kamu hizmetlerinin görülmesi amacına yönelik
olarak yerel yönetimlerin kendi aralarında Bakanlar Kurulu'nun izniyle
kurabilecekleri birlik modeli ile bir ilgisinin bulunmadığı anlaşılmaktadır. İl
ve ilçe meclislerinin yerel parlamentolar gibi çalışacağı ve yasama yetkisine
sahip olacağı, vali, kaymakam, emniyet müdürü gibi yöneticilerin seçimle
işbaşına geleceği, belli kamu hizmetlerini yerine getirmenin ve vergi
toplamanın kendilerine bırakılacağı, idari vesayet denetimine bağlı olmayacağı
belirtilen bu yönetim birimlerinin bu özellikleri ile siyasal amaçlı yerinden
yönetim modeli, hatta egemenlik sahibi özerk (otonom) bölgeler niteliğinde
olduğu açıktır. Nitekim, Genel Başkanın açıklamalarında, Türkiye için en iyi
model olduğu ifade edilen bu yönetim birimi için İspanya'daki uygulama örnek
gösterilmiştir. Gerçekten, İspanya Anayasası ile, ortak tarihsel, kültürel ve
ekonomik özellikler taşıyan komşu illere, bir araya gelerek özerk bölge
oluşturma hakkı tanınmıştır. Örnek gösterilen Katalonya bunlardan biridir.
Dikkat edilmesi gereken bir husus da federasyonun da uygulanabileceğinin,
federasyonun bir devletin bölünmesi anlamına gelmediğinin, ancak şu anda, yani
bugün için en iyi modelin yerel yönetimlere egemenlik hakkı tanınması olduğunun
ve böylece, dolaylı olarak, ileride nihai amaç olarak federasyonun hedef
alındığının belirtilmiş olmasıdır.
Anayasa,
özerk bölge, özerk yönetim birimi ya da federasyon gibi yapılanmalara bilinçli
olarak yer vermemiştir. Ulusun tümüne ait en üstün kudret olan egemenliğin
federe devletler veya özerk bölgeler tarafından paylaşılması, ülke bütünlüğünün
sadece siyasal sınırların korunması biçiminde anlaşılması, merkeziyetçi olmayan
idari yapılanmaların ülke bütünlüğünü bozucu nitelikte görülmemesi kabul
edilemez. Yüksek Mahkemenizin 18.8.1993 gün, E. 1992/1 (Siyasi Parti-Kapatma),
K. 1993/1 sayılı kararında da değinildiği gibi, "... 'Devletin ülkesi ve
ulusuyla bölünmez bütünlüğü' kuralı, azınlık yaratılmamasını, bölgecilik ve
ırkçılık yapılmamasını ve eşitlik ilkesinin korunmasını içermektedir.
<Egemenlik> ve <devlet> kavramlarının <ulus> kavramıyla
bütünleşmesi, devletin herhangi bir kökenden gelenlerle, ya da herhangi bir
toplumsal sınıfla özdeşleştirilmesine engeldir. Bunun nedeni; ulusun çeşitli
toplumsal sınıflardan oluşmasına karşın sınıflarüstü bir kavram olmasıdır.
Bunun için egemenliğin kullanılmasından alıkoyan veya egemenliği bölen
düzenlemeler bölünmez bütünlük ve tekil devlet ilkesine ters düşer..."
Davalı
siyasi partinin, devletin yeniden yapılandırılması adı altında önerdiği idari
bölgeler, egemenlik sahibi özerk bölgeler modelleri ile SPY.nın 78/b ve 80.
maddelerine aykırı olarak Devletin tekliği ilkesinin değiştirilmesi amacının
güdüldüğü anlaşılmaktadır.
SPY.nın
ulus bütünlüğü ilkesinin güçlendirilerek tekrarlanması niteliğindeki
hükümlerinden biri olan 81. maddesinin (a) bendinde, siyasi partilerin milli ya
da dini kültür, mezhep, ırk ya da dil ayrılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu
ileri süremeyecekleri öngörülmüştür. Lozan Barış Antlaşması kapsamında bulunan
azınlıklar bundan ayrıktır. Bunların da kimler olduğuna daha önce işaret
edilmiştir.
Maddenin
(b) bendinde ise, Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri
korumak ve geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde
azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını gütmek siyasi
partiler açısından yasaklanmıştır.
Davalı
partinin programında ve Genel Başkanın açıklamalarında, Türkiye'de eşitlik
ilkesine aykırı nitelikteki yasal ve hukuki düzenlemelerden doğan ciddi
sorunları olan Kürtlerin ve diğer etnik ve inanç kesimlerinin var olduğu,
partinin kültürel kimlik haklarına ilişkin yasal değişiklik ve düzenlemeleri
yapacağı, köy, mezra ve yer isimlerinin Kürt kültürünün parçası olduğu, dinsel
ve kültürel örgütlenme haklarının önünde, eşitlik ilkesine aykırı engellerin
bulunduğu, Anayasa ve yasalarda, haber alma ve ifade özgürlüğü açısından kimlik
haklarını kısıtlayan hükümlerin var olduğu, diller ve kültürler üzerinde baskı
yapıldığı, zoraki asimilasyon uygulandığı belirtilerek bunlara son verileceği,
bu alanda uluslararası hukuk ve sözleşme hükümlerinin uygulanacağı, parti
olarak diğer azınlıklara da belli hakların verilmesini savundukları, onlara
göre etnik, dil ya da inanç azınlığı olsun, her birinin kendi varlığını,
kendisine ait değerleri koruması ve geliştirmesinin doğal hakları olduğunun
ifade edilmesi SPY.nın 81. maddesinde yasaklanan ulusal nitelikte ya da dini
kültür, mezhep, ırk ya da dil ayrılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri
sürmek ve Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak,
geliştirmek demektir.
Şüphe
yok ki, birçok ülkede din, ırk, dil ve mezhep itibariyle farklı insan
kümelerinin bulunduğu gerçektir. Bütün bu kümelere azınlık hakları tanımak ülke
ve ulus bütünlüğünü tehlikeye düşürebilir. Ayrımcılığı esas alan kültürel
kimliğin tanınması talepleri zamanla bütünden kopma eğilimine girer. Anayasa ve
yasalarda yurttaşlar arasında ne ırk, ne dil, ne de başka herhangi bir sebeple
ayrım yapılmasını öngören bir hüküm bulunmaktadır. Devlet bireylerin soy
kökenlerine karşı tarafsız ve ilgisizdir. Hiç kimsenin ve Kürt kökenli
olanların kendi kimliklerini ifade etmelerine bir engel yoktur. Gerçekten
kültürel kimlikler ve farklılıklar, toplum hayatına ve ortak geçmişe,
birlikteliğe, değer yargılarına, tecrübelere, sosyal dayanışmaya dayanan ortak
kültürü zenginleştiren unsurlardır. Bu anlamda SPY.nın 81. maddesi, ulusu
oluşturan bireylerin farklı dil ve kültürleri ve etnik farklılıkların ifade
edilmesini yasaklamamaktadır. Ancak, burada vurgulanması ve dikkat çekilmesi
gereken husus şudur ki, kimliklerin dile getirilmesinde, bir azınlığa ya da bir
ulusa mensup olma ileri sürülmeksizin bunun eşitlikçi ve birleştirici Türk Ulusu
bütünlüğü ve bu bütüne mensup olduğu ruh ve bilinci içinde anlatılması
gerektiğidir. Bugün Türkiye'de yasaklanmış bir dil bulunmamaktadır. Her yurttaş
istediği dili, kamusal işler dışında, özel yaşantısında kullanabilmekte, mesela
Kürt dilinde kitap, gazete, dergi, müzik kasetleri yayınlanabilmektedir.
Tersine
düşüncelerle ulus bütünlüğü ilkesinden ayrılarak Türk ve Kürt ulusları şeklinde
bir ayırım gözetilemez. Türk Ulusu değişik kökenlerden gelen bireyler olsa da
bunların bir azınlık oluşturdukları söylenemez. Kökeni ne olursa olsun, herkes
Türk Ulusu bütünlüğünün şerefli üyeleridir.
SPY.nın
89. maddesiyle; siyasal partilerin, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasal
görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi
amaç edinerek özel yasasında gösterilen görevleri yerine getirmek durumunda
olan Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içinde yer almasına ilişkin
Anayasa'nın 136. maddesi hükmüne aykırı amaç güdemeyecekleri kuralı
öngörülmüştür. Madde gerekçesinden anlaşıldığına göre, bu hükümle hedeflenen
Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içindeki yerine dokunulmasının
önlenmesidir. Bu kuralın dayanağını oluşturan Anayasa'nın 136. maddesine göre,
genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda,
bütün siyasal görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve ulusça dayanışma ve
bütünleşmeyi amaç edinerek, özel yasasında belirlenen görevleri yerine
getirecektir. Böylece, Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içindeki yeri
güvence altına alınmış olmaktadır. 136. maddeye göre, Diyanet İşleri
Başkanlığına, özel yasasıyla verilen görevleri yerine getirirken, ,
ve gibi
üç ana ilke doğrultusunda hareket etme yükümlülüğü getirilmiştir.
Anayasa'nın
136. maddesi, 1961 Anayasası'nın 154. maddesinin bazı eklemelerle tekrarı
niteliğindedir. Her iki düzenleme, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren genel
idare içinde yer alan bu kuruluşun durumunu, toplumsal bir kurum olarak dinin
ifade ettiği önemi gözönünde bulundurarak aynen devam ettirme amacına
yöneliktir. Anayasa'nın 136. ve SPY.nın 89. maddelerinde sözü edilen özel yasa,
22.6.1965 tarihinde kabul edilen 633 sayılı dur.
Yasa'nın genel gerekçesinde, hedef aldığı temel ilkeler arasında, Anayasa'nın
laiklik, din ve vicdan özgürlüğü anlayışına uygun olarak genel idare içinde yer
alan Diyanet İşleri Başkanlığının görev ve yetkilerini belirlemenin bulunduğu
belirtilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra
Evkaf ve Şer'iye Vekaletinin kaldırılması sonucu 1924 yılında 929 sayılı Yasa
ile kurulmuş, 1935 yılında 2800 sayılı Yasayla kuruluşun görev ve yetkileri
belirlenmiştir. Ancak, zaman içinde ortaya çıkan ihtiyaçları karşılama amacıyla
çeşitli hükümlerin eklenmesine rağmen, yine de yetersiz kalması yanında,
güvenilir bilgilere sahip ve İslam dininin yüksek nitelikleriyle orantılı din
görevlilerinin yetiştirilmesi, diğer taraftan, din hizmetlerinin bir düzen
altına alınması gereği yasakoyucuyu bu konuda yeni bir düzenleme yapmaya
zorlamıştır. Yüksek Mahkemenizin 21.10.1971 gün, E. 1970/53, K. 1971/76 sayılı
kararında da belirtildiği gibi, "... Diyanet İşleri Başkanlığının
Anayasada yer almasının ... bir çok tarihi nedenlerin, gerçeklerin ve ülke
koşullarıyla gereksinmelerinin doğurduğu bir sonuç olduğunda kuşku yoktur.
...
Gerçekten,
Diyanet İşleri Başkanlığının Anayasada yer alması nedenleri, Anayasamızda kabul
edilen laiklik düzen ve esaslarından ve bir Anayasa hükmü olan 154.
maddesindeki Diyanet İşleri Başkanlığının kanunda gösterilen görevleri yerine
getireceği yolundaki ibareden anlaşılmaktadır. Bunlara göre, Diyanet İşleri
Başkanlığının Anayasada yer alması şu zorunluluk ve nedenlere dayanmaktadır;
Dinin
devletçe denetiminin yürütülmesi, din işlerinde çalışacak kimselerin yetenekli
olarak yetiştirilmesi yoluyla dini taassubun önlenmesi ve dinin toplum için
manevi bir disiplin olmasının sağlanması ve böylece Türk Milletinin çağdaş
uygarlık seviyesine erişmesi, yücelmesi ana ereğinin gerçekleştirilmesi gibi
nedenlere dayandığı gibi, aynı zamanda toplumun çoğunluğunun Müslüman bulunduğu
ülkemizde dini ihtiyaçların karşılanabilmesi için dini işleri görecek kişiler,
mabet ve başka maddi ihtiyaçların sağlanması ve bunların bakım gibi konulara
yardım etmek nedenlerine de dayanmaktadır..."
Buna
göre, Anayasakoyucunun Diyanet İşleri Başkanlığının Anayasada ve idare örgütü
içinde yer almasını öngörürken hedef aldığı birinci amacın, laiklik anlayışı
doğrultusunda din adamlarının yetenekli olarak yetiştirilmesi yoluyla,
toplumsal bir kurum olan dinin toplum yaşantısında bağnazlık oluşturarak
toplumun huzurunu tehdit etmesi sonucu kamu düzeninin bozulmasının önüne
geçmek, ayrıca dinin toplum yaşantısında bir siyasal merkez haline gelerek
siyasal iktidarı denetlemesini engellemek olduğu anlaşılmaktadır. Bu şekilde,
bireyler veya bireylerin oluşturduğu adı verilen örgütlü topluluklar,
dinsel işlerin yürütülmesi, din adamlarının yetiştirilmesi, mabet vesair
ihtiyaçların karşılanması alanlarından olduğu kadar, siyasal etkinlik ve
egemenlik kurma olanaklarından da uzak tutulmuş olmakta, bireylerin dinsel
ihtiyaçlarının sağlanması işleri dağınıklık ve çok başlılıktan kurtarılarak,
organize, disiplinli ve verimli bir biçimde tek elden yürütülmesi sağlanmış
olmaktadır.
Bu
açıklamalar ışığında, davalı partinin programında yer alan, "Din işleri ve
eğitimi hiçbir şekilde devlette olmayacak; bu işler topluma ve cemaatlere
devredilecek ...
İbadet
yerlerinin bakımı, din adamlarının eğitimi, atamaları, geçimleri ve benzeri
düzenlemeler cemaatlere bırakılacaktır." şeklindeki görüş üzerinde
durulması gerekmektedir. Anayasa'nın "Din ve Vicdan Hürriyeti"
başlıklı 24. maddesinde yer alan laiklik ilkesinin, (a) Dinin devlet işlerinde
etkili olmaması, (b) Dinin, bireyin manevi yaşamına ilişkin dini inanç
bölümünde, aralarında ayırım gözetilmeksizin, sınırsız bir özgürlük tanınarak anayasal
güvence altına alınması, (c) Dinin, bireyin manevi yaşamını aşarak toplumsal
yaşamı etkileyen eylem ve davranışlara ilişkin bölümlerinde, kamunun düzenini,
güvenini ve yararını korumak amacıyla sınırlamalar yapılması, dinin kötüye
kullanılmasının ve sömürülmesinin yasaklanması, (ç) Kamu düzenini ve hakların
koruyucusu sıfatıyla dinsel hak ve özgürlükler konusunda devlete denetim
yetkisi tanınması biçimindeki anlam ve içeriği karşısında, devletin din
işlerinde kamu yararını sağlama amacıyla sahip olduğu düzenleme yetki ve
görevinden yoksun kılınması sonucunu doğuracak böyle bir anlayışın Anayasa'ya
uygun olduğunu söylemek mümkün değildir. Programda kabul edildiği üzere,
devletin din işlerine karışmaması, bu işlerin, ibadet yerlerinin bakımı, din
adamlarının yetiştirilmesi, atanmaları ve benzeri düzenlemelerin cemaatlere
devredilmesi halinde, Anayasa'nın 136. ve SPY.nın 89. maddelerinde genel idare
içinde varlığı öngörülen Diyanet İşleri Başkanlığının göreceği görevler ortadan
kalkacağından, hukuksal varlığına da ihtiyaç kalmayacak ve bu örgütün genel
idare içindeki varlığına son verilmiş olacaktır. Davalı partinin böyle bir
sonuca varılmasına yol açacak bu görüşü SPY.nın 89. maddesine aykırıdır.
Nitekim, Yüksek Mahkemeniz de benzer gerekçelerle vermiş olduğu 23.11.1993 gün,
E. 1993/1 (Siyasi Parti Kapatma), K. 1993/2 sayılı kararıyla bir partinin bu
sebeple kapatılmasını kararlaştırmıştır.
IV-
Sonuç ve İstem :
Yukarıda
gerekçeleriyle açıklandığı üzere, davalı partinin programının bazı bölümlerinin
Anayasa'nın Başlangıç'ına, 2., 3., 14., 68. ve 136. maddeleriyle Siyasi
Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) ve (b) bentlerine, 80. maddesine, 81.
maddesinin (a) ve (b) bentlerine ve 89. maddesine aykırı olduğundan, Demokratik
Kitle Partisi'nin Siyasi Partiler Yasası'nın 101. maddesinin (a) ve (b)
bentleri uyarınca kapatılmasına karar verilmesi arz ve talep olunur."
II-
DAVALI PARTİ'NİN ÖN SAVUNMASI
Demokratik
Kitle Partisi'nin 1.8.1997 günlü ön savunması aynen şöyledir :
"Cevaplarımız
A-
Usule İlişkin :
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığının Demokratik Kitle Partisi'nin (Bundan böyle DKP
olarak belirtilecektir.) kapatılmasıyla ilgili iddialarına karşı ön savunmamıza
geçmeden önce;
1)
Anayasa normlarının yorumlanmasında izlenmesi gereken metodoloji
2)
23.7.1995 Anayasa değişikliği karşısında Siyasi Partiler Kanunu'nun Parti
Kapatma Nedenlerini Düzenleyen Hükümlerinin Durumu üzerinde durmak istiyoruz.
I-
Anayasa Normlarının Yorumlanmasında İzlenen Metodoloji
Anayasaların,
hem siyasal işlev ve önlemleri hem de teknik-hukuksal özellikleri nedeniyle,
normal yasaların tabi olduğu yorum düzeninden farklı bir metodolojik çerçeve
içinde ele alınıp yorumlanmaları gerektiği genellikle kabul edilmektedir. Bu
metodolojik çerçeve ile ilgili olarak öncelikle işaret edilmesi gereken
hususları, konumuzla olan bağlantıyı gözden kaçırmamaya da dikkat ederek,
kısaca şu şekilde açıklamak mümkündür:
Her
bir anayasa, belli bir anayasa geleneği içinde yer alma iddiasını açık ya da
örtük olarak taşır. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, Türkiye'nin Batılı
liberal-demokratik anayasa geleneğine dahil olma iddiası taşıdığı kolayca
saptanabilir. Bugün yürürlükte olan 1982 Anayasası da esas olarak bu çizginin
bir devamı olarak algılanmalıdır. Bu Anayasa'nın, yasakçı (anti-liberal) ve
vesayetçi (anti-demokratik) niyetlerle hazırlanmış olması bu gerçeği
değiştirmeye yetmiyor.
Belli
bir anayasa geleneğine dahil olmanın veya böyle bir iddia taşımanın anayasa
hukuku bakımından doğurduğu en önemli sonuç, münferit anayasanın tek başına ve
kendisiyle sınırlı olarak değil, bu geleneğin vücut verdiği "anayasa
tipi" çerçevesinde ve ışığında yorumlanmasıdır. "anayasa tipi"
bir üst kategori olarak elbette somut anayasanın yerini alamaz. Bununla
beraber, kendisi altında toplanan anayasaların yorumunda, dikkate alınması
gereken bazı ilkeler sunduğu ve bu ilkelerin yorumda göz önünde bulundurulması
gerektiği de kabul edilir.
Batılı
liberal-demokratik anayasa tipine asli karakterini bahş eden asgari temel ilke
ya da unsurlar; "demokratiklik", "özgürlükçülük" ve
"hukuk devletine bağlılık" olarak sayılabilir. Şayet somut anayasanın
başlangıç kısmı ile yapısal ilkeleri düzenleyen hükümleri, bir değer ve kavram
bolluğuna (bir ölçüde de karmaşasına yer veriyorlarsa, yorumcunun görevi; bütün
değer ve kavramları yukarıda anılan ilkeler ışığında yorumlayıp, anayasalara
böylece bütünsellik vasfını kazandırmaktır. Zaten anayasaların kendiliklerinden
bir bütünlük oluşturmadıkları, bütünlüğün daha ziyade yorum yoluyla tesis
edildiği de, anayasa hukuku metodolojisinin genellikle kabul gören bir
belirlemesidir. Bütünlüğü bu şekilde tesis edilen anayasanın özgürlüklerle
ilgili normları yorumlanıp uygulanırken, bir temel düstur olarak "özgürlük
lehine yorum" ilkesini esas almak yine dahil olunan anayasa geleneğinin ve
tipinin bir gereği olarak kabul edilir. Bu ilke, somut anayasayı yapanların
niyetlerinden bağımsız bir geçerliliğe sahiptir. Başka bir deyişle, somut
anayasayı yapanlar, aslında özgürlüğü değil, yasakçılık ve vesayeti öne çıkaran
bir iradeye sahip olsalar bile, belirttiğimiz nedenlerle söz konusu ilke bu
anayasa bakımından dahi geçerli sayılıp uygulanmalıdır.
İddianameyi
bu bilgiler ışığında değerlendirdiğimizde ilk göze batan husus, anayasanın
yapısal unsurları olarak kabul edilmesi gereken "demokratiklik" ve
"Özgürlükçülük" ilkelerinin hemen-hemen hiç anılmamış (ya da kerhen
anılmış) olmasıdır. Bu ilkelerle ilgili açıklamaların yapıldığı bölümlerde ise,
anayasa normları "özgürlük" lehine değil, "kısıtlama"
yönünde anlamlandırılmıştır. Örneğin, siyasi partilerin demokrasilerde ve
demokrasi bakımından taşıdıkları önemden bahsedilirken, bundan (barışçıl ve
demokratik yöntemlerden ayrılmamak şartıyla) geniş bir özgürlük imkanından yararlanmaları
ve bu nedenle anayasa ve yasalarda yer alan faaliyet ve program yasaklarının,
"dar ve esnek yorumlanması gerektiği gibi" bir sonuç çıkarılması
beklenirdi. Oysa, yürütülen mantık ve yapılan yorum tam tersi bir sonuca
götürmüştür. Madem siyasi partiler bu kadar önemli, şu halde faaliyet ve
programlar titizlikle hazırlanmış bir yasak çemberi ve sıkı bir denetim
mekanizmasına tabi kılınmalıdır. Siyasi partilerin anayasal konumları, sayın
Başsavcılık'ça bu şekilde yorumlandıktan sonra, Parti Programı'nda yer alan
saptamaların ve Parti'yi temsile yetkili olanların beyanlarının da bütün
zorlama imkanları kullanılarak, Parti'nin kapatılmasını gerektirecek bir anlam
bağlamı içine yerleştirilmeye çalışılması artık şaşırtıcı kaçmıyor.
Sayın
Başsavcı'nın "anti-demokratik" ve "anti-özgürlükçü" mantık
ve yorumu geçerlilik kazandığında, Türkiye'nin en önemli sorunu olan ve acil
çözüm bekleyen "Kürt sorunu"ndan söz eden hiçbir siyasi parti,
kapatılma tehlikesinden kendisini koruyamaz.
II-
23.07.1995 Tarihli Anayasa Değişikliği Karşısında Siyasi Partiler Kanunu'nun
Parti Kapatma Nedenlerini Düzenleyen Hükümlerinin Durumu
Siyasi
partiler, temsili demokrasinin işleyişi bakımından zorunlu öğelerdir. Günümüzde
partilerin serbestçe kurularak iktidar yarışına katılamadıkları bir düzen,
demokrasi olarak nitelendirilemez. 1961 ve 1982 Anayasalarında bu esas,
"Siyasi partiler demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır."
şeklinde formüle edilmiştir. Bununla birlikte her iki anayasa da, belirli
koşulların gerçekleşmesi durumunda partilerin yasaklanabileceği öngörülmüştür.
Siyasi
partilerin hangi nedenlerle kapatılabileceği, 1982 Anayasası'nın 1995 tarihinde
değiştirilen 68 ve 69. maddelerinde belirtilmiştir. Söz konusu maddelerde,
partilerin kurulma ve faaliyette bulunma özgürlüğü temel ilke olarak ele
alınmış; hangi hallerde yasaklanabilecekleri birer istisna olarak
düzenlenmiştir. Bu yaklaşım, düzenleme tekniği bakımından liberal-demokratik
rejimlerde "özgürlüğün kural, özgürlüklerin sınırlanmasının istisna olması
esası" ile uyum içindedir.
Siyasi
Partilerin kapatılma nedenlerinin anayasada belirtilmesi ile, demokratik
siyasal yaşamın vazgeçilmez öğeleri olan partilerin örgütlenme ve faaliyet
özgürlüklerinin yasakoyucuya karşı korunması amaçlanmaktadır. Bu sayede, siyasal
parti hakkının norm alanı (kapsamı) anayasal güvence altına alınmış; yasa ile
yeni kapatma nedenleri yaratılarak bu alanın daraltılması önlenmiştir. Kapatma
nedenlerinin anayasada gösterilmesinin tek amacı, yasakoyucunun yeni yasaklar
getirmesini önlemektir. Bu bağlamda, mevcut kapatma nedenlerine yenilerinin
eklenmesi, ancak anayasa değişikliği ile mümkün olabilir.
SPK'da
kaynağını anayasadan almayan pek çok siyasi parti kapatma nedeni yaratılmıştır.
Anayasaya aykırı olan bu hükümler, söz konusu yasa, Anayasa'nın geçici 15.
maddesi kapsamına girdiğinden, anayasaya uygunluk denetimi için, Anayasa
Mahkemesi'nin önüne götürülememiştir. Anayasaya aykırılığı biline-biline bu
maddeler uygulanagelmiştir.
Ancak,
1995 tarihindeki Anayasa Değişikliği'nden sonra durum değişmiştir. Bu
değişiklikle siyasi parti kapatma nedenleri 68 ve 69. maddelerde tahdidi olarak
sayılmıştır. Anayasa'nın 68. ve 69. maddelerinde sayılmayan fakat SPK'da yer
alan parti kapatma nedenlerinin geçerliliği kalmamıştır. Bu maddeler mülgadır.
En azından Anayasaya uygunluk denetimi altına girmişlerdir. Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı, Refah Partisi (RP) hakkındaki kapatma davasında bu görüşü
benimsemiştir.
Bu
açıklamaların ışığı altında, bu davada ortaya çıkan usule ilişkin sorunların
çözümü bakımından önerilen çözümler, aşağıda öncelik sırasına göre
belirtilmiştir.
İlk
Olarak, Davanın Görülebilir Olup Olmadığı Konusu Ele Alınmalıdır.
İddianame,
bütünüyle SPK'nın parti kapatma nedenlerini düzenleyen hükümlerine dayanılarak
hazırlanmıştır. 1995 Anayasa Değişikliği'nden sonra yürürlükten kalktıkları
için, bu hükümler esas alınarak açılan davanın reddi gerekir.
Davanın
Görülebilir Olduğu Kabul Edildiği Takdirde:
1-)
İddianamede belirtilen kapatma gerekçelerinin dayanağı olan, SPK: 78-a, 78-b,
80, 81-a, 81-b ve 89. maddelerinin 1995 tarihli Anayasa Değişikliği'nden sonra
yürürlükte bulunmadığı, bu nedenle, yalnızca Anayasa'nın 68/4. maddesindeki
kapatma nedenleri gözönüne alınarak davanın görülmesi gerektiği kabul
edilmelidir.
2-)
Bir an için, 1995 tarihli Anayasa değişikliğinin SPK' da yer alan tüm kapatma
nedenlerini ilga etmediği varsayımından hareket edilse bile, 15. maddenin bu
hükümler üzerindeki etkisinin sona erdiğini kabul etmek gerekir.
Anayasaya
aykırılık iddiasında bulunulduğunda, SPK'nın dava ile ilgili maddelerinin
(Aşağıda her biri için açıklanacak gerekçelerle) iptali istemi incelenmelidir.
Burada
ileri sürülen görüşlerin dikkate alınmaması, kapatma nedenleri ile ilgili
Anayasa Değişikliği'nin hiçbir sonuç doğurmayan bir işlem olduğunun kabulü
anlamına gelecektir. Bu tutum, ülkemizin insan hakları ve demokratikleşme
politikasına olumlu bir ivme kazandırmak amacıyla hareket eden ve özel olarak
SPK'da öngörülen kapatma rejiminin demokrasi, hukuk devleti ve anayasanın
üstünlüğü açısından yarattığı karmaşa ve yanlışlıkları gidermeyi hedef alan
tali kurucu iktidarın iradesinin yok sayılması sonucunu doğuracaktır.
B-
Esasa İlişkin Savunma
İddianamede
DKP'nin Kapatılmasına Gerekçe Gösterilen Suçlamalar Şunlardır:
"Türk
Devleti'nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne dair hükümlerini
değiştirme amacını gütmek"
"Bölge,
ırk ..... esaslarına dayanmak"
"Devletin
tekliği ilkesini değiştirme amacını gütmek"
"Türkiye
Cumhuriyeti ülkesi üzerinde milli kültür veya ırk veya dil farklılığına dayanan
azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek"
"Türk
dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya
yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet
bütünlüğünün bozulması amacını gütmek"
"Diyanet
İşleri Başkanlığı'nın, genel idare içinde yer almasına ilişkin Anayasa'nın 136.
maddesi hükmüne aykırı amaç gütmek."
Bu
Suçlamalar Üzerinde Teker Teker Duracağız.
I-
Devletin Ülkesiyle ve Milletiyle Bölünmez Bütünlüğü İlkesini Değiştirmek
Hiç
kuşkusuz her devlet, "ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü"
koruma hakkına sahiptir.
Anayasa'da
koruma altına alınan "bölünmezlik ilkesine", DKP saygılı ve
duyarlıdır. DKP'nin Programı'nın tümüne ve yetkililerin söylemlerine bu ilke
egemen olmuştur. Ne var ki, Batılı çağdaş çoğulcu, özgürlükçü demokratik bir
anlayışı benimseyen DKP'nin "bölünmezlik ilkesine" yaklaşımı;
"anti-özgürlükçü, anti-demokratik totaliter yasakçı anlayışı
benimseyenlerinkinden" farklıdır.
Bu
konudaki tartışmanın odak noktası şudur: "bölünmezlik ilkesi"ni,
özgürlükçü-çoğulcu, çağdaş demokratik bir perspektiften mi yorumlayacağız;
yoksa yasakçı-tekilci, şoven milliyetçi bir anlayışın dar kalıplarına mı
dökeceğiz' DKP'nin tercihi; çağdaş demokratik anlayıştır. DKP'den rahatsızlık
duyanlar, ya DKP'yi anlamayanlar veya gerçek demokrasiyi içine
sindiremeyenlerdir.
"Bölünmezlik
ilkesi"nin ifadesi olan Anayasa normu, İddianame'de öylesine katı ve dar
bir yoruma tabi tutulmaktadır ki, ülkede farklı etnik grupların varlığından söz
etmek bile normun ihlali sayılmaktadır. Oysa, bir ülkede farklı etnik grupların
varlığı, insanların bunu kabul etmek isteyip istememelerinden bağımsız bir
olgudur. Görmezlikten gelmek, kabullenmemek, hiçbir zaman olguyu ortadan kaldırmaz.
Sadece güneşe karşı gözünü kapatmak olur. Ne yazık ki, Kürt olgusuna karşı bazı
insanların takındığı tavır budur.
Kürt
olgusundan söz etmek ve bu olguya kültürel ve bazı yönetsel hakların talebiyle
yaklaşmak, çağdaş-özgürlükçü-demokratik açıdan bakıldığında "bölünmezlik
ilkesi"ni hiçbir şekilde ihlal etmez. Batılı liberal-demokratik anayasa
geleneği içinde yer alan ülkelere ve ülkelerin oluşturduğu siyasi birliklerin
temel ilkelerine göz atıldığında, kültürel ve yönetsel hakların tanınmasını
talep etmenin yasak olması bir yana, son derece doğal bir tutum olduğu
kolaylıkla tespit edilebilir. Hatta, bu ülkelerin bir kısmında federatif, bir
kısmında özerk bölgelere dayalı adem-i merkeziyetçi bir sistemin anayasal
güvence altında uygulandığı dikkate alınacak olursa, bu sistemleri
"bölünmezlik ilkesi"nin bir ihlali saymanın ne kadar temelsiz bir
yaklaşım olduğu açıkça ortaya çıkar.
Bütün
bunlardan "bölünmezlik ilkesi" olarak formüle edilen normun bir
içerikten yoksun olduğu ve bu ilkeye bağlanan yasakların pratik bir etki
doğurmaya elverişli olmadığı gibi bir sonuç kuşkusuz çıkarılamaz. Yapılması
gereken şey, normun yasak menzilini bu gerçeklerin ışığında belirlemektir.
"Bölünmezlik"
normunun koruma altına aldığı husus, ülkenin fiziksel bütünlüğüdür. Bu bütünlük,
ülkenin siyasal sınırları ile güvence altına alınmıştır. Fiziksel bütünlüğü ve
siyasal sınırları hedef almayan program ve öneriler söz konusu normun ihlali
sayılamaz. Merkeziyetçi veya adem-i merkeziyetçi sistemler, yönetimle ilgili iç
düzenlemelerdir. Adem-i Merkeziyetçilik bütünlüğü ihlal etmez.
Bu
açıdan bakıldığında, ne DKP'nin Programı'nda ne de Genel Başkanı'nın
İddianame'de zikredilen beyanlarında "bütünlük ilkesi"ni ihlal eden
bir talep ve hedefin varlığından söz edilemez. Tam tersine, her fırsatta
"Kürt sorununun ancak ülkenin siyasal ve fiziksel bütünlüğü içinde ve bu
bütünlük korunarak çözülebileceği" ısrarla vurgulanmaktadır.
Bütün
bu açıklığa rağmen, yine de Partinin "gerçek niyetinin" ülkeyi bölmek
olduğunu iddia etmek, cezayı "niyete" göre tayin etme gibi bir
tutumun ifadesi olur. Böyle bir tutum, hukuk devletinin bırakalım derin
anlamını, en basit gereklerini bile darmadağın eder.
Kaldı
ki, DKP, ahlaki değerlere sıkı-sıkıya bağlılığı temel ilke edinmiştir. Takiyye
yapmak, aldatmak, başkalarına hoş görünmek veya cezadan kurtulmak için niyetini
gizlemek, DKP'nin başvuracağı yöntemler değildir. DKP, ne söylediyse, inandığı
için söylemiştir.
Bir
noktaya dikkatleri çekmek isteriz: İddianamede suçlama nedeni yapılan
"Kürdistan" sözcüğü; "Kürtlerin devlete kendi ülkeleriyle
katıldığı ve ittifak yaptıkları" görüşü, Genel Başkan'ın konuşmalarında,
Osmanlı İmparatorluğu ve tarihi dönem tartışılırken ifade edilmiştir.
Sayın
Başsavcı'nın bu tarihi gerçeklere itirazı; Kürtlerin dili ve tarihiyle ilgili
yanlış ve küçük düşürücü değerlendirmeleri, yanlış ve eksik bilginin ürünüdür.
Sayın Başsavcı, Kürtlerin tarihi, dili, edebiyatı, kültürü hakkında bilgi
sahibi olmadan görüş ileri sürmektedir. Bu bir talihsizliktir. Ancak, bunu
doğal karşılıyoruz.
Zira,
Türkiye Cumhuriyeti'nde uzun yıllar Kürtler ile ilgili her alana öylesine sıkı
bir ambargo uygulandı ki, objektif ve bilimsel bilgi sahibi olabilme imkanı
kalmadı. Öğretilenler de, yanlış ve çarpıtılmış "resmi görüş"
doğrultusundaki bilgilerdi.
Mahkemeniz
tarihi konuların tartışılacağı bir platform değil. Ancak, Mahkemenizin önemle
dikkate alacağını umduğumuz Kurtuluş Savaşı döneminde, başta Mustafa Kemal
olmak üzere dönemin yetkili şahsiyetlerinin, resmi kayıtlara geçmiş ifadelerini
taşıyan belgeleri sunmayı yararlı görüyoruz.
Bu
Belgeler Dikkatlice İncelendiğinde Şu Gerçeklerle Karşılaşıyoruz:
1-)
Kürtler, Türklüğün içinde, Türklüğün bir unsuru olarak düşünülmüyor. Sürekli
olarak "Türkler ve Kürtler" sözcükleri beraber kullanılmaktadır. Eğer
Kürtler, Türklüğün bir unsuru olarak, onun içinde mütalaa edilseydi,
"Türkler" denildikten sonra ayrıca, "Kürtler"i anmaya gerek
kalmazdı. Türkler ve Kürtler hep kardeş olarak anılmış, aynı ülkede
beraberliklerini sağlamak amaç edinilmiştir.
2-)
Bütün bu belgelerde "Hukuk-u ırkiye ve içtimailerine riayetkar
olunacağı" vaad edilmiştir.
3-)
"Misak-ı Milli" ile ülke olarak benimsenen coğrafyanın, "Türk ve
Kürt'lerin meskun olduğu arazi" olarak belirlenmiştir.
4-)
Belirlenen bu ilkeler nedeniyle, Türkler ve Kürtler, aynı ülkenin vatandaşları
olarak ve milli şuur içinde, beraber savaşarak ülkeyi işgalden kurtarmış ve
bugünkü devleti kurmuşlardır.
5-)
Ne zaman ki, birleştirici olan bu ilkeler terk edilmiş; Kürtlerin varlığını red
ve inkar, Kürtlerin zoraki asimilasyonu, şoven Türk milliyetçiliği, devlet
politikası haline getirilmiştir; işte orada Kürt isyanları ve iç savaş
başlamıştır.
Yakın
geçmişteki bu olgulara neden parmak basıyoruz' Geçmişi bilmeyen bugünü kavrayamaz.
Bugünü kavrayamayan geleceğe sağlıklı yön veremez. Onun için bu yakın geçmiş
üzerinde dikkatle durmak lazım. Yakın geçmişin gerçekleri, sayın Başsavcı'nın
görüş ve iddialarını desteklemiyor; aksine DKP'nin görüş ve tespitlerinin
doğruluğunu, çağı yakalamadaki ehliyetini, geleceği dizayn etmedeki isabetini
ortaya koyuyor.
Bu
genel açıklamalardan sonra, İddianame'deki kapatma gerekçeleri üzerinde ayrı
ayrı durulacaktır.
Bir
uzman hukukçu ve bilim adamı olarak görüşlerine başvurduğumuz İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doçent Doktor Oktay UYGUN'un objektif ve bilimsel
görüşlerini dayanak yaparak savunmamızı sürdüreceğiz.
Kapatma
Gerekçelerinin Değerlendirilmesi
I-
Anayasanın "Başlangıç" Kısmında Belirtilen Esasları, 2. Madde
Hükümlerini ve 3. Maddede Belirtilen Bölünmez Bütünlük İlkesini Değiştirmek
l-
Başlangıç Hükümleri
SPK
78-a, Anayasanın başlangıç kısmında yer alan esasları değiştirme amacını parti
kapatma nedeni olarak düzenleyerek, Anayasada olmayan bir kapatma nedeni
yaratmıştır. Anayasanın 176. maddesine göre, Başlangıç, Anayasa metnine
dahildir. Ayrıca, Anayasanın 2. maddesinde, başlangıç hükümleri
"Cumhuriyetin temel nitelikleri" arasında sayılmıştır. Bununla
birlikte, gerek bu davada, gerekse anayasaya uygunluk denetiminde, başlangıç
hükümlerinin tek başına ne ölçüde kullanılabilecekleri tartışmalıdır.
Başlangıç
hükümleri, genellikle, anayasaların yapılış nedenlerini ve temel felsefelerini
açıklamaya yarayan bölümlerdir. Başlangıçta yer alan ifadeler incelendiğinde
bunların hukuki normlar olmaktan çok, ideolojik, kültürel, siyasal felsefi,
sosyolojik ve psikolojik deyimlerden oluştuğu görülecektir. Milli kültür, milli
gurur ve iftihar, milli sevinç ve keder, Türklüğün tarihi ve manevi değerleri,
Türk milli menfaatleri, çağdaş medeniyet, Atatürk medeniyetçiliği, içten sevgi
gibi. Edebi bir dille yazılan bu ifadeler, kolayca uygulanabilir hukuk normları
niteliğinde değildir. Bu nedenle, Anayasanın metnine dahil olmakla birlikte,
başlangıcın hukuki değeri, anayasa metninde yer alan normların yorumlanmasına
ışık tutmaktır. Örneğin, kapatma gerekçesi veya anayasaya uygunluk denetimi
bakımından "laiklik" ilkesinin veya "Atatürk
milliyetçiliği" kavramının içeriğinin belirlenmesinde, başlangıçta
belirtilen esaslardan yararlanılacaktır. Başlangıcın 8. paragrafı, Anayasanın,
başlangıçta belirtilen esaslar doğrultusunda yorumlanacağını belirterek, bu
kısımda yer alan hükümlerin işlevini ortaya koymuştur. Bu durumda, söz konusu
hükümlere tek başına uygulanabilirlik işlevinin yüklenmesi yerinde
olmayacaktır.
Bu
arada, geçmişte, bazı partilerin, başlangıç kısmında yer alan esasları
değiştirme amacı gütmelerinin ötesinde, 1995 Anayasa Değişikliği ile bu amacı
gerçekleştirdikleri unutulmamalıdır. Başsavcılık, bugüne kadar, söz konusu
değişikliği gerçekleştiren partiler hakkında kapatma davası açmamıştır. 1995
değişikliği ile, Türk Devleti "kutsal"lığını yitirmiş, Danışma
Meclisi ve Milli Güvenlik Konseyi Türk Milletinin meşru temsilcileri olmaktan
çıkmışlardır.
1995
Anayasa değişikliği ile, SPK 78-a'da öngörülen "başlangıç kısmında
belirtilen esaslara aykırılık" yasağı yürürlükten kalkmıştır. Bu konudaki
iddianın reddi gerekir. Anayasa değişikliğinden sonra, başlangıç kısmına,
yalnızca, Anayasanın 68/4. maddesinde belirtilen kapatma nedenlerinin yorumlanması
için başvurulabilir. Sözkonusu hükmün halen yürürlükte olduğu kabul edilse
bile, başlangıçta yer alan esasların, başlı başına, birer kapatma nedeni olarak
düşünülmemesi gerekir. Bu durumda, SPK 78-a maddesi ile getirilen başlangıçta
belirtilen esasları değiştirmek hükmünün, Anayasada öngörülen kapatma
nedenlerinin başlangıç ilkeleri ışığında değerlendirilmesinden başka bir
şekilde yorumlanamayacağı sonucuna varmak gerekir.
İddianame
incelendiğinde, başlangıçta belirtilen esaslara aykırılık olarak, yalnızca
"devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesi" ve bu
ilkeyle bağlantılı olarak "Atatürk milliyetçiliği" kavramına
dayanıldığı görülecektir. Bu konudaki açıklamalar, Anayasanın 2. ve 3.
maddesiyle ilgili iddialarla birleştirilerek aşağıda ele alınacaktır.
2-
Anayasanın 2. Maddesinde Belirtilen Esasları Değiştirme Amacı Gütmek
Anayasanın
2. maddesinin önemli bir özelliği, değiştirilemeyecek hükümlerden olmasıdır.
Fakat, Anayasanın 68/4. maddesinde öngörülen kapatma nedenleri arasında,
"2. maddeyi değiştirme amacı gütmek" şeklinde bir esasa yer
verilmemiştir. Söz konusu kapatma nedenleri, 2. maddede düzenlenen esaslardan
"insan hakları, demokrasi, laik devlet ve hukuk devleti ilkeleri"ni
içermektedir. Bunun dışında kalan esasların (toplumun huzuru, milli dayanışma,
adalet, Atatürk milliyetçiliği, başlangıçta belirtilen esaslar, sosyal devlet
ilkesi) hukuki yoldan değiştirilmesi (Anayasanın 4. maddesi gereğince) mümkün
olmamakla birlikte, başlı başına, birer parti kapatma nedeni olmadıkları açıktır.
İddianamede
yer alan kapatma gerekçelerinin biri laiklik ilkesi, diğerleri bölünmezlik
ilkesi ile bağlantılıdır. Bu iki ilkeden yalnızca laiklik ilkesi 2. maddede yer
aldığından, bunun dışında kalan esaslar bakımından ileri sürülen iddiaların
reddi gerekir. İddianamede, laiklik dışında, 2. maddede yer alan diğer
esaslardan hangisine veya hangilerine aykırılık tespit edildiği
belirtilmemiştir. Parti Programı ve Genel Başkan'ın kapatmaya gerekçe yapılan
sözlerinde de, bu maddedeki ilkeleri değiştirmeye yönelik bir ifade
bulunmamaktadır. Laiklik ilkesi ile ilgili iddia ileride değerlendirilecektir.
3-
Anayasanın 3. Maddesinde Düzenlenen Bölünmezlik İlkesini Değiştirme Amacı
Gütmek
Anayasanın
3. maddesinde belirtilen, "devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğü" ilkesi, 68/4. madde de, bir kapatma nedeni olarak sayılmıştır.
İddianamede, bölünmezlik ilkesi, yalnızca 3. madde kapsamında değil; Anayasanın
2. maddesinde ifade edilen "Atatürk milliyetçiliği" kavramı ve
başlangıçta belirtilen bölünmezlik ile ilgili esaslar ile birlikte ele
alınmıştır. Bölünmezlik ilkesinin bu kapsamda değerlendirilmesi için, ulus
bütünlüğü, ulusal kültür, resmi dil, ana dili, Atatürk milliyetçiliği, ulus,
halk, azınlık, etnik grup gibi kavramların açıklığa kavuşturulması gerekir.
Bunun için, söz konusu kavramların ortaya çıktığı tarihsel süreci ana
hatlarıyla gözden geçirmekte yarar var:
Türkiye'de
Uluslaşma Süreci: Anayasal Söylem ve Uygulama
Çok
uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti, 20. yüzyılın başına gelindiğinde,
kendisini oluşturan ulusların büyük çoğunluğunun bağımsızlığını kazanmasıyla
birlikte, ömrünün sonuna gelmişti. Üç kıtaya yayılmış büyük bir imparatorluktan
geriye kalan, yalnızca, bugün üzerinde yaşadığımız Anadolu topraklarıydı.
Üstelik, bu topraklar da işgal tehdidi altında olup, yer yer işgal girişimleri
başlamıştı. Kalan toprakların savunulmasında, ülkenin tüm insanları bir
kurtuluş mücadelesi için seferber oldular. O günkü toplumsal yapıya
bakıldığında, ülkedeki en büyük iki etnik grubun Türkler ve Kürtler olduğu
görülür. Her iki grup, kaderlerinin ortak olduğu bilinciyle Kurtuluş Savaşı'na
katılmışlardır.
Savaş
süresince ve savaşın kazanılmasıyla birlikte, dünyadaki gelişmelere paralel bir
şekilde, Anadolu toprakları üzerinde, "ulus-devlet" modeli esas
alınarak yeni bir siyasal örgütlenmeye gidilir. Günümüz Türkiye'sindeki Kürt
sorunu, ekonomik, sosyal, iç ve dış siyasal boyutları bulunmakla birlikte,
önemli ölçüde, yeni devletin kurgulanış biçimi ve onun "ulus inşasına
ilişkin temel politikalarının getirdiği bir sonuçtur. Kürt sorunu, kimliklerin
cemaat düzeyinde, dinsel öğe esas alınarak belirlendiği geleneksel Osmanlı
toplumsal yapısından, kimliklerin birey-devlet düzeyinde tanımlandığı modern
toplumsal yapıya geçilmesiyle doğrudan bağlantılıdır.
Ülkemizdeki
bu büyük dönüşümün itici gücü Türk milliyetçiliği olmuştur. Yeni kurulan
devletin ilk evrelerinde, Türk milliyetçiliğinin hedefi, etnik öğeyi esas
almayan, toprak bazında tanımlanan, kapsayıcı bir ulusal kimlik yaratmak olarak
ortaya çıktı. Bu yapı içinde, sosyal yapıdaki etnik, dilsel, dinsel ve kültürel
farklılıkları ülkenin zenginliği olarak gören, onların korunması ve
geliştirilmesine olanak sağlayan; bununla birlikte, tüm sosyal gruplar için
ortak bir ulus bilinci ve ortak siyasal kimlik yaratmayı amaçlayan bir
milliyetçilik anlayışı gelişebilirdi. Fakat gelişmeler aksi yönde cereyan etti.
Katı
bir merkeziyetçi rejim altında, ulusu oluşturan sosyal grupların
farklılıklarının inkar edildiği, farklı dil ve kültürlerin ifade edilmesi,
korunması ve geliştirilmesine olanak tanınmadığı politikalar izlendi.
Dolayısıyla, ulusal kimlik, kendisini oluşturan farklı kimlik ve kültürlerden
oluşan üst, kapsayıcı ve ortak bir kavram olmaktan çok, bu kimliklerden
yalnızca birisi ile özdeşleştirildi. Sayıca büyük çoğunluğu oluşturan etnik
Türklerin dili, kültürü ve mezhebi (Sünnilik) ulusal değerler olarak kabul
edildi. Ulus kavramı, genel bir eğilim olarak, etnik açıdan Türk soyuna, dinsel
açıdan Sünnilik görüşüne dayandırılınca, Türk soyundan gelmeyenler ile Sünni
mezhebinden olmayanlar dışlandılar, kendi devletlerine yabancılaştılar.
Türkiye
Cumhuriyeti'nin başlangıcından beri, ulusal kimlik ve bu bağlamda
milliyetçilik, anayasal düzeyde çağdaş bir yaklaşımla ifade edilmiştir. 1924
Anayasası'na göre, "Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı olmaksızın
vatandaşlık itibarıyla Türk denir." 1961 ve 1982 Anayasaları da,
"Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür"
esasını koymuştur. Burada Türklük sıfatının dinsel veya etnik bir anlam
içermediği açıktır. Söz konusu olan, toprak esasına göre belirlenen ve
birey-devlet ilişkisini siyasal bağ (vatandaşlık) ile açıklayan bir kimliktir.
Atatürk, ulus (millet) kavramını da aynı şekilde, "Türkiye Cumhuriyetini
kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir" şeklinde tanımlamıştı. Bütün bu
tanımlamalar, çağdaş gelişmelere paralel olup, demokratik bir tutum
sergilemektedir.
Sorun,
bu kavramların uygulamada kazandığı içerikten kaynaklanıyor. Türkiye
Cumhuriyeti'nin kuruluşunu izleyen kısa bir zaman dilimi dışarıda tutulursa,
ülkemizde hiçbir zaman anayasal tanımlamaya uygun politikalar uygulanmamıştır.
Özellikle, 1920'lerin sonundan 1940'ların ortalarına kadar, vatandaşlığa dayalı
milliyetçilik kavramı tamamen gözardı edilmiştir. Burada, geçmişe ve günümüze
ait, hukuki düzeyde bir kaç örnek vermek yararlı olacaktır.
Uygulamadan
Örnekler
1934
tarihli İskan Kanunu, Türk etnisitesinden olmayı vurgulayan ve kayıran bir
anlayışla hazırlanmıştır. Kanun, ülkedeki halkı, Türkçe konuşan ve Türk
etnisitesinden olanlar, Türkçe konuşmayan fakat Türk kültüründen sayılanlar, ne
Türkçe konuşanlar ne de Türk kültüründen olanlar, şeklinde üç gruba ayırıyordu.
Kürtler, bu sıralamada (Araplarla birlikte) üçüncü kategori içinde
değerlendirilmekteydi. Kanunun 7. maddesi, Türk etnisitesinden göçmenlere,
iskana açık olmak kaydıyla ülkenin herhangi bir yerine yerleşme olanağı
tanırken, diğer göçmenler ancak hükümetin göstereceği bölgelere yerleşebilirdi.
Tahmin edilebileceği gibi, İskan Kanununda (m. 3,7) ve onun uygulanmasına
ilişkin esasları düzenleyen 1934 tarihli İskan Muafiyetleri Nizamnamesinde
(m.3,4,13,16) çok sayıda "Türk soyundan" olmak, "Türk ırkına
mensup" olmak gibi, ulus bütünlüğünü ve vatandaşlık esasına dayalı
milliyetçilik anlayışını dışlayıcı ifadelere yer verilmişti.
Türk
Vatandaşlığı Kanunu, yabancıların kolay bir yolla vatandaşlığa alınmaları
bakımından "Türk soyundan" olanlara özel bir olanak tanımıştır
(m.7/c). Aynı esas, ilgili kanunun uygulanması için çıkartılan yönetmelikte de
yinelenmiştir (m. 11 /c). Afganistan'daki olaylar nedeniyle Pakistan'a sığınmış
ailelerden bir kısmının Türkiye'ye yerleştirilmesini düzenleyen yasanın adı,
"Afganistan'dan Pakistan'a Sığınan Türk Soylu Göçmenlerin Türkiye'ye
Kabulü ve İskanına Dair Kanun"dur. Yine, Türkiye'de yabancılara yasaklanan
meslek ve sanatlar bakımından "Türk soylu" olmayı bir ayrıcalık
olarak düzenleyen yasanın adı, 1981 tarihli, "Türk soylu yabancıları
Türkiye'de Meslek ve Sanatlarını Serbestçe Yapabilmelerine İlişkin
Kanun"dur. Bir kez daha, ulusu oluşturan etnik gruplar arasında ayrım
yapılmış ve Türk etnisitesi vurgulanmıştır.
1983
yılında, Kürtçe'nin kullanılmasını yasaklamak için 2932 sayılı Yasa çıkarıldı.
Bu yasa 1991 tarihine kadar yürürlükte kaldı. Yasanın anayasal dayanağını
oluşturan hükümler; "düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla
yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz" (m.26/3) ve "kanunla
yasaklanmış olan herhangi bir dilde yayım yapılamaz" (m.28/2) hala
varlığını sürdürmektedirler.
Nüfus
Kanununun, çocuklara verilecek adların milli kültüre aykırı olamayacağı hükmü
(m. 16/4), etnik Türklerin kültürü olarak algılandı. Ortak kültürün önemli bir
parçası olan Kürtçe kökenli adlar bu şekilde yasaklandı. Benzer bir durum, 1934
tarihli Soyadı Yönetmeliğinde de görülebilir. Yönetmelik, yeni takılan
soyadlarının "Türk dili"nden olması şartını aramakta ve yabancı ırk
ve millet isimlerinin soyadı olarak kullanılamayacağını belirtmektedir (m.5,7).
Bu Kürtçe soyadları için dolaylı bir yasaktır.
1949
tarihli İl İdaresi Kanunu, İçişleri Bakanlığına Türkçe olmayan köy adlarının
değiştirilmesi yetkisini tanımaktadır. Bakanlık, bugüne kadar, bu yetkiyi
yalnızca köyler için değil; kasaba, mezra, dağ, tepe ve nehir adları için de
yoğun bir şekilde kullanmıştır. Yüzyıllardan beri kullanılan yer adları, bu
ülkenin ulusal kültürünün birer parçasıdırlar. Ulusal bütünlüğü sağlamak adına
değiştirilmeleri, farklı kültürlere saygısızlık olduğu gibi, ulusal kültürden
etnik Türklerin kültürünün anlaşıldığının da bir göstergesi olmuştur.
Yasalar
düzeyinde Türk etnisitesine üstünlük tanıyan daha pek çok örnek verilebilir.
Ancak sorun, ulusu oluşturan etnik topluluklardan birinin kayrılması şeklinde
ortak ulusal kimliği zedeleyici bir politika izlenmesinin çok ötesine
uzanmaktadır. Son yıllara kadar, Türkiye Cumhuriyeti organlarının resmi görüşü,
ülkedeki en büyük ikinci etnik grup olan Kürtlerin varlığını inkar etmek
olmuştur. Resmi görüşe göre, Kürt olarak adlandırılan vatandaşlar Türk
kökenlidir. Kürtçe olarak adlandırılan dil, aslında Türkçe'dir. Kürt dili ve
kültürünün korunması bir yana, varlığının ifade edilmesi bile engellenmiştir.
Türkiye'yi
yönetenler, Türk etnisitesi dışında herhangi bir etnisiteden söz edilmesini
devletin varlığına yönelmiş bir tehdit olarak algıladılar. Kürtlerin yaşadığı
bölgelerde yüzyıllardan beri kullanılan Kürtçe yerleşim yeri adlarının
Türkçeleştirilmesi, çocuklara Kürtçe adlar takılmasının engellenmesi, 12 Eylül
darbesinin ardından, ebeveynlerin hapishanelerdeki çocuklarını ziyaretlerinde
Türkçe konuşmaları zorunluluğu getirilerek, Türkçe bilmeyen yaşlılar
çocuklarının iletişim kurmalarının güçleştirilmesi, Kürtlerin tarihsel ve
kültürel birikiminin gelecek kuşaklara taşınmasının önlenmesine yönelik
politikanın ürünüdür. Bu ve benzeri uygulamalar, Kürt sorununun bu denli büyük
ve çözümünün güç olmasının temel nedenlerinden biridir.
Ulusal
kimliği Türk etnisitesi ile özdeşleştiren bu politikanın, ulusal bütünlüğü
sağlamaktan çok tehlikeye düşürdüğü, son zamanlarda, bazı politikacılar
tarafından farkedilmeye başlanmıştır.
1980'lerin
sonuna gelindiğinde, ülkemizde, çok sayıda gazeteci, politikacı, yazar ve hatta
kamu görevlisi, Kürt etnisitesinin inkarını eleştirmeye başladı. 1989'da,
dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, kendisinde Kürt kanı olduğunu söyleyerek
Kürt realitesinin tanınması yönünde önemli bir adım attı. 1991'de, başbakan
yardımcısı Erdal İnönü, Kürt vatandaşların kültürel kimliğinin tanınması
çağrısında bulundu. Nihayet, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, 1992'de, Kürt
realitesini tanıdığını açıkça ilan etti.
Davalı
Partinin Programı ve Genel Başkan'ın açıklamaları incelendiğinde, İddianame'de
ileri sürülenin aksine, ulusal kimliğin, Türk vatandaşlığının ve Atatürk
milliyetçiliğinin anayasal tanımlanmasına değil; yukarıda açıklanan yorumlanış
biçimine itiraz ettikleri anlaşılmaktadır. Parti programında, "Herkesin
Türk ırkına ait olduğunu iddia eden resmi ideoloji"den, "Türkiye'de
farklı dil ve kültür gruplarının bulunmadığı" görüşünden rahatsızlık
duyulduğu ve bu anlayışın mutlaka değiştirilmesi gerektiği belirtilmektedir
(s.31-32).
İddianamede
Kürt kimliğinin ifade edilmesine bir engel olmadığı belirtilmekle birlikte, bu
görüş doğru değildir. Kürt kimliği, ancak son yıllarda belirli bir serbestlik
içinde ifade edilebilmektedir. Öncesinde ise, böyle bir ifade, bölücülük olarak
nitelendirilmekteydi. Davalı partinin Genel Başkanı Şerafettin Elçi, 1981'de,
bir söyleşi sırasında, "Türkiye'de Kürtler vardır. Ben bir Kürdüm",
dediği için askeri mahkeme tarafından 2 yıl 3 ay hapis cezasına
çarptırılmıştır. Oysa, Ankara 2 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi, 04.12.1995
tarihli kararında, Elçi'nin Kürtlere kültürel haklarının tanınması gerektiği
yönündeki görüşlerinin bölücülük propagandası sayılamayacağına (oybirliği ile)
hükmetmiştir ve bu karar Yargıtay'ca onaylanmıştır. Bu, Kürt sorununa bakış
açısında önemli bir değişikliği ifade ediyor. Ancak, söz konusu değişimin,
sorunun çözümü bakımından yeterli olduğu söylenemez.
İddianamede,
Kürtler için kültürel haklar talep etmenin, yasalara aykırı olduğu kadar
tarihsel gerçeklere de aykırı olduğu ifade edilmiştir. Anayasa Mahkemesi
kararlarından yapılan alıntılarla desteklenen yaklaşıma göre, Türk ulusunu
oluşturan tüm alt gruplar, binlerce yıldan beri bir arada yaşamanın sonucu
olarak, ortak kültüre, ahlaka, hukuka, değer yargılarına ve inanca sahiptirler.
Bu bağlamda, Kürtler, Cumhuriyetten önce, Osmanlı yönetimi altında Türklerle
kaynaşmışlardır. Bu kaynaşma o derece güçlü olmuştur ki, artık tanınması,
korunması ve geliştirilmesi gereken bir Kürt dilinden ve kültüründen söz
edilemez.
Türkler
ve Kürtler: Tarihsel Bulguları Doğru Değerlendirmek
Bu
bakış açısına katılmak mümkün değildir. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra, Türklerden
başka, ülke içindeki en büyük üç etnik gruba (Kürtler, Çerkezler, Lazlar)
baktığımızda şunu görüyoruz. Gürcü kökenli olan Lazlar, Osmanlı yönetimi
altında, Lazca'yı neredeyse tamamen unutmuşlardır. Benzer durum, Kafkas kökenli
ve ayrı dili olan Çerkezler için de geçerlidir. Her iki topluluk, imparatorluk
ekonomisiyle büyük ölçüde bütünleşmiş ve Cumhuriyetten önce Türklerle
kaynaşmışlardır. Buna karşılık, Kürtlerin durumu farklıdır. Doğuda, dağlık bölgelerde
kendi içine kapalı feodal birimlerde yaşayan Kürtler, yalnızca kendi dillerini
konuşarak diğer topluluklarla kaynaşmamışlardır. Kürtlerin yaşadığı eyaletler
Osmanlı ekonomisinde hiçbir zaman önemli bir yere sahip olmadığı gibi, bu
bölgelerde, zeamet, tımar, has gibi toprak üzerinde merkezi otoritenin
yetkilerini düzenleyen kurumlar çalışmamıştır. Osmanlı yönetiminin bu bölge
üzerindeki egemenliği kağıt üzerinde kalmış; merkezden yönetilen eyalet
statüsünde olmakla birlikte, aslında, Eflak, Boğdan, Kırım, Erdel gibi bağlı
hükümet statüsündeki bölgelere yakın bir özerklikten yararlanmıştır.
Bu
tarihsel gelişimin bir sonucu olarak, Cumhuriyet kurulduğunda, Kürtler, kendi
dil ve kültürlerini önemli ölçüde muhafaza etmekteydiler. Kürtlerin Türklerle
kaynaşması, Cumhuriyetten sonra, kapitalizmin gelişmesinin, köyden kente göçün
ve ulusal pazar ile bütünleşmenin bir sonucudur. Bugün etnik kimliğinin
bilincinde olan fakat Kürtçe bilmeyen çok sayıda Kürt kökenli vatandaşımızın
bulunmasının nedeni, yüzlerce yıl önce gerçekleşen bir kaynaşmadan çok, Kürt
kimliğinin yadsınmasını hedefleyen, Kürt dilinin ve kültürünün korunmasına
olanak tanımayan resmi politikaların varlığıdır.
Türkiye'de
uluslaşma süreci, esas olarak, Kurtuluş Savaşı ile başlayan bir süreçtir. İddianame'de
yapıldığı gibi, bunun bin yıl veya bir kaç yüzyıl öncesine götürülmesi gerçekçi
değildir. Batıda, pek çok devlet bakımından uluslaşma, bir kaç yüzyıllık bir
sosyolojik süreçtir. Önce ulus ortaya çıkmış, ulusun hukuki ve siyasal örgütü
olan devlet onu izlemiştir. Diğer bir deyişle, Ulus (millet) devleti
yaratmıştır. Türkiye'de ise, ulusçuluk ideolojisinin devletin kurulmasından
önce fazla bir geçmişi yoktu. Osmanlı İmparatorluğu'nda, bu ideolojiden en geç
etkilenenler Türkler olmuştur. Ulusçu görüşlerin sistemli şekilde ortaya
çıkışı, çok yakın bir tarih olan II. Meşrutiyet dönemidir. Fakat, Türkiye
Cumhuriyeti'nin ulus-devlet modelini benimsemesinde esas katkıyı, II.
Meşrutiyet döneminin ideolojik birikimlerinde aramak yanlıştır. Asıl katkı veya
itici güç, istisnai bir olay olan Kurtuluş Savaşı'dır. Kurtuluş Savaşı'nın
hemen öncesinde, Arap topraklarının da elden çıkmasıyla birlikte, "ulusal
sınırlar" kavramı ortaya çıkmıştır. Ulusal sınırlar içinde yaşayan halk,
imparatorluk topraklarının geniş olduğu döneme oranla etnik açıdan çok daha
türdeşti. Ayrıca, Türkler, Misak-ı Milli ile çizilen sınırlar içinde
çoğunluktaydılar. Savaşın kazanılması, ulusal sınırlar içinde yaşayan herkesin
kaderinin ortak olduğu bilinciyle bu mücadeleye katılmasına bağlıydı. İşte bu
ve benzeri koşullar, ulus bilincinin pekişmesine, kurulan yeni devletin
ulus-devlet modeline göre örgütlenmesine zemin hazırlamıştır.
Programda
geçen "çarpık tarih tezine dayalı resmi ideoloji" ile kastedilen,
yukarıda açıklanan tarihsel gelişmenin gözardı edilerek, Türklerle Kürtlerin
Osmanlı döneminde kaynaştıkları iddiasıdır. Kürt kimliğini yadsıyan resmi
politikalara uygun olarak, Türk Ulusunun tek etnik bir yapı olduğu görüşü resmi
tarih tezi olarak ileri sürülmüştür. Bu doğrultuda, eğitim ve öğretim
kurumlarında okutulan tarih, etnik Türklerin tarihi olmuştur. Ataları Türk
boylarından önce Anadolu'da yaşayan ve bugüne kadar Osmanlı ve Cumhuriyet
toplumlarının kültürüne önemli katkılarda bulunan Kürtlerin ve diğer grupların
tarihi, yabancı tarihtir. Böyle bir tarih anlayışının milli (ulusal) olarak
nitelendirilmesi gerçekçi değildir. Çünkü, millet veya ulus, kendisini
oluşturan etnik grupların üstünde, onların tümünü kapsayan bir kavramdır.
Türkiye'de ise, uygulamada, ulus kavramı Türk etnisitesi ile
özdeşleştirildiğinden, milli tarih deyiminden etnik Türklerin tarihinin
anlaşılması olağan karşılanmaktadır.
İddianamede
belirtildiği gibi, "çarpık tarih tezi" ifadesi Atatürk milliyetçiliği
kavramı için kullanılmış değildir. Yukarıda açıklandığı gibi, davalı Parti,
Türk vatandaşlığı, Atatürk milliyetçiliği ve ulus kavramlarının anayasal
düzeydeki formülasyonuna karşı herhangi bir eleştiri yöneltmiş değildir. Parti
Programı ve Genel Başkan'ın konuşmaları bir bütün olarak değerlendirildiğinde,
Anayasa Mahkemesi'nin pek çok kararında yinelediği, "Atatürk
milliyetçiliği, ayrımcı ve ırkçı bir kavram değil, Türkiye Cumhuriyetini kuran
Türk halkının, kökeni ne olursa olsun, devlet yönünden tartışmasız eşitliği,
içtenlikli birliği ve birlikte yaşama istencini içeren çağdaş bir
olgudur"; "Türklük, ırka dayalı bir anlam taşımamaktadır";
"Vatandaşlık ve ulusal kimlik, vatandaşların etnik kökenlerini yadsıma
anlamına gelmez" görüşlerinin paylaşıldığı anlaşılmaktadır. İleri sürülen
görüş şudur: Ulus, vatandaşlık ve milliyetçilik kavramları bu şekilde
anlaşılmalıdır. Fakat, uygulamaya bu yorum biçimi egemen olamamış; tüm etnik,
dilsel ve dinsel gruplara eşit uzaklıkta olması gereken devlet, kendisini Türk
etnik grubu ile özdeşleştirmiştir.
İddianamede,
ülke kavramı ile ilgili görüşler de yanlış değerlendirilmiştir. İddianameye
göre; "...ulusu ırk açısından Türk ve Kürt olarak ayırıp bunların devletin
asli unsurları olduğunu, ülkenin bir bölümünü Kürdistan olarak adlandırarak
Kürtlerin devlete kendi ülkeleri ile katıldıklarını söylemek, Kürtlerin
yaşadığı bölgelerden söz etmek, ulus ve ülke bütünlüğünü parçalayıcı
davranışlardır."
Parti
programında, (s.32) "...Kürtler, Türkler gibi bu ülkenin asli unsurudur.
Türkiye'nin bütünlüğü ve siyasi sınırları içinde Türklerle aynı kaderi
paylaşarak, tasada ve kıvançta birliği sağlayarak, barış ve kardeşlik içinde
yaşamak istemektedirler", denmektedir. Burada, bölünmezlik ilkesine aykırı
herhangi bir niteleme; Kürtleri ayrı bir ulus ya da halk olarak kabul etme
sözkonusu değildir. Cümlede geçen "Türkler" sözcüğü, Türk ulusunu
değil, onun bir parçası olan Türk etnik grubunu ifade ediyor. Dolayısıyla, Türk
halkı ile Kürt halkı karşılaştırılması yapılmış değildir. Ülkemizdeki en büyük
iki etnik grubun Türkler ve Kürtler olduğundan hareketle, ulusu oluşturan bu
iki grup asli unsur olarak nitelendirilmiştir. Ulusu oluşturan diğer gruplar
(Çerkezler, Lazlar, Müslüman olmayan azınlıklar vb.) Osmanlı İmparatorluğu
döneminde kültürlerini koruyamayıp Türklerle kaynaştıkları, sayıca az oldukları
veya şu anda belirli bir coğrafyada yoğunlaşmadıkları gibi nedenlerle, asli
unsur olarak görülmemişlerdir.
Kürdistan
sözcüğü, Kürtlerin devlete kendi ülkeleri ile katıldığı ve ittifak yaptıkları
görüşü, Parti Programı'nda ve Genel Başkan'ın konuşmalarında, Osmanlı
İmparatorluğu tartışılırken ifade edilmiştir. Davalı Parti'nin Genel
Başkanı'nın, İddianameden (s.20) alınan şu sözleri bu konuda yeterince açıktır:
"Kürtler diğer boylar gibi işgal edilerek, mağlup edilerek Osmanlılara
katılmadı. İttifak kurdular 1514'de Çaldıran Savaşı öncesinde. Ve orada
Kürtlerin belirli bir statüsü tanındı." Osmanlı'da, Kürtlerin yoğun olarak
yaşadığı eyaletlerin Kürdistan olarak adlandırıldığı doğrudur. Kürtlerin
Osmanlı egemenliği altına girmeleri, Kafkaslardan gelen kimi etnik gruplarda
veya İspanya'dan gelen Yahudiler'de olduğu gibi, göç şeklinde olmamıştır.
Kürtler, binlerce yıldan beri yaşadıkları ve anayurtları olarak gördükleri
toprakları terk etmeden Osmanlı egemenliğini kabul etmişler; devlet dağılma
aşamasına geldiğinde de, kaderlerini Türklerle birleştirip, ortak vatan haline
dönüşen Anadolu'yu kurtarmışlardır. Osmanlı yönetiminin gözünde, egemenlikleri
altında bir Kürt halkının ve onların yaşadıkları bir Kürdistan bölgesinin
bulunduğu aşikardı. Çünkü, Osmanlı Devleti çok uluslu bir imparatorluktu ve
Kürtler o dönemde diğer unsurlarla çok az kaynaşmış ayrı bir halk olarak
yaşıyordu. Bu nedenle, Osmanlı dönemine özgü olarak Kürt halkından veya
Kürdistan'dan sözetmek, tarihsel gerçeklere ters düşmediği gibi, bölünmezlik
ilkesine aykırı bir tutum da oluşturmaz.
Davalı
Parti Genel Başkanı, konuşmasında, Kürtlerin Kurtuluş Savaşı sonrasında
oluşturulan yeni devlette, Osmanlı'dakine benzer bir statü içinde (dil ve
kültürlerini koruyabilecekleri özerk bir yönetim altında) olacakları ümidini
taşıdıklarını, fakat son derece merkeziyetçi bir sistemin kurulmasıyla birlikte
bu beklentilerinin gerçekleşmediğini ifade etmiştir. Kürt kimliğini ret eden bu
merkeziyetçi sistemin, bugünkü sorunların temelinde yatan olgu olduğunu belirtmiştir.
Sorunun çözümü için, Kürt kimliğinin tanınması; Kürtlerin dil ve kültürlerini
koruyacak olanaklara kavuşturulması gerektiğini ileri sürmüştür. Genel
Başkan'ın, bulunacak çözümün ulus bütünlüğü içinde olmasını istediği, aksinin
gerçekleşmesine ise ihtimal vermediği şu sözlerden anlaşılmaktadır (İddianame,
s.34): "Kürtler...devletle de barışık olmak istiyor. Türklerle de barışık
olmak istiyor ve bu bugün de zorunludur. Çünkü, Kürtlerle Türkler öylesine
belirli bölgelerde harmanlandı ki, bunları birbirinden ayırt etmek zor...Ben
Kürtlerin... kendi kimliğini koruyan ve belirli haklara sahip olması gereken
haklara sahip olduğu bir devlet içinde, herkesten daha fazla bu devlete sahip
çıkacağına inanıyorum."
İddianamede,
Parti Programı'nda yer alan, Kürtlerin farklı dil ve kültürlerinin korunmasına
yönelik görüşler, "eşitlikçi ve bütünleştirici Türk Ulusu dışında ayrı bir
Kürt ulusçuluğunun harekete geçirilmesi" olarak yorumlanmıştır. Yeterince
açık olan Parti Programı'ndan ve Genel Başkan'ın açıklamalarından böyle bir
yorumun çıkarılması olanaksızdır. Programda, ulus, onu oluşturan etnik, dilsel,
dinsel ve sınıfsal grupların üzerinde bütünleştirici bir kavram olarak kabul
edilmiş; Türkiye Cumhuriyeti'nde tek ulus olduğu vurgulanmıştır. Halk kavramı
günlük dilde ve akademik çalışmalarda çok farklı anlamlarda kullanılmakla
birlikte, ulusu ifade eder şekilde kullanıldığında, Türkiye'de iki ayrı halkın
varlığından veya ülke sınırları içinde bir Kürt halkının varlığından hiçbir
yerde söz edilmemiştir.
Bu
noktada, Türk Ulusunu oluşturan Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Arap ve diğer
topluluklar için azınlık kavramının kullanılmadığının da vurgulanması gerekir.
Benimsenen kavram, etnik gruplar veya etnik topluluklardır. Yeryüzündeki pek
çok ulus gibi, Türk Ulusunun etnik, dilsel veya dinsel açıdan farklılaşan
topluluklardan oluştuğu gerçeği karşısında, etnik grup deyiminin ulus olgusunu
dışlar biçimde kullanılması söz konusu değildir.
Azınlık
kavramı, biri sosyolojik, diğeri hukuksal olmak üzere iki boyutlu bir
kavramdır. Türkiye'de, hukuksal anlamda, Lozan Andlaşmasıyla kabul edilenler
dışında azınlık bulunmadığı doğrudur. Sosyolojik boyutu ile ele alındığında,
çoğunluktan etnik, dilsel, dinsel veya kültürel açıdan farklılaşan gruplar
azınlık olarak kabul edilmektedirler. Bu aşamada, uluslararası hukukta
kullanılan terimlere bakmakta yarar var.
Uluslararası
sözleşmelerin bir kısmı, tanıdığı hak ve özgürlüklerin öznesi olarak
"halklar"ı göstermiştir. Birleşmiş Milletler Andlaşmasında (m.1/2)
"halkların haklarda eşitliği ve kendi kaderlerini tayin hakları"
kavramları kullanılmıştır. Yine, 1966'da BM çerçevesinde hazırlanan Kişisel ve
Siyasal Haklar Sözleşmesi ile, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar
Sözleşmelerinde (m.1/1-2) "halkların kendi kaderini tayin hakkı"ndan
söz edilmektedir. Ancak, halk kavramının yeterince açık olmayışı ve kendi
kaderini tayin hakkının ne zaman, nasıl ve kime karşı kullanılabileceğinin
belirsizliği karşısında, giderek bu kavramdan uzaklaşılmıştır. Daha sonra
hazırlanan uluslararası sözleşmelerde "azınlık" kavramı esas
alınmıştır.
Uluslararası
hukukta azınlıktan ne anlaşılmakta ve azınlıklara ne gibi haklar tanınmaktadır.
Bu konuda üç önemli sözleşmeye ve AGİT belgelerine bakılabilir:
Uluslararası
Hukukta Azınlıkların Statüsü ve Tanınan Haklar
1)
Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi
1966
tarihli bu sözleşme, azınlık hakları bakımından yeni bir anlayışın ürünüdür.
Daha önceleri, ikili veya çok taraflı andlaşmaların konusu olan azınlık
hakları, bundan böyle temel insan hakları kapsamında değerlendirilmektedir.
Sözleşmenin 27. maddesi şöyledir:
"Etnik,
dinsel ya da dilsel azınlıkların var olduğu devletlerde, böylesi azınlıklara
mensup kişiler, kendi gruplarının diğer üyeleriyle birlikte, kendi kültürlerini
yaşama, kendi dinlerini ifade etme ve gereklerini yerine getirme ve kendi
dillerini kullanma haklarından yoksun bırakılamayacaktır."
Öğretideki
baskın görüş ve uygulama ile belirlenen ilkeler doğrultusunda, Sözleşmenin
temel özellikleri şu şekilde sıralanabilir:
a)
Sözleşmede, azınlık kavramı bilinçli olarak tanımlanmamıştır. Azınlık, bir
tanımlamaya gerek olmaksızın varlığı görülebilen tarihsel bir olgu olarak kabul
edilmiştir. Tarihsel olgu deyimi, dil, din, ya da kültür bakımından farklı
olmakla birlikte, bulundukları ülkeye yeni yerleşenleri (örneğin, Avrupa
ülkelerindeki Türk işçilerini) ve yabancıları kapsam dışı bırakır.
b)
Sözleşme, kendi başına bir azınlığın haklarından söz etmemiştir. Bunun anlamı,
tanınan hakların azınlık olarak kabul edilen topluluğun hakları olmayıp, o
topluluğun üyesi olan bireylerin hakları olmasıdır.
c)
Azınlığa mensup bireylerin, sözleşmede tanınan haklardan yararlanabilmesi için,
ilgili devlet tarafından "azınlık" olarak tanınmaları gerekli
değildir. Azınlık doğal/tarihsel bir olgu olarak kabul edildiğinden, ayrıca
devletin tanımasına gerek olmadığı kabul edilmektedir.
d)
Azınlıklar, yalnızca köken (etnisite) farklılığından değil; dil ve din öğesinin
farklılaşmasından da kaynaklanabilir. Sözleşme, yalnızca, dil, din ve kültür
farklılığına dayanan azınlık mensuplarının haklarını korumaktadır.
2)
Bölge ya da Azınlık Dilleri Avrupa Andlaşması (1992)
Avrupa
Konseyi çerçevesinde hazırlanan bu sözleşme, kimileri kaybolmaya yüz tutan
bölge ya da azınlık dillerini koruyarak Avrupa'nın kültürel zenginliğini
geliştirmeyi amaçlamaktadır. Sözleşmenin temel özellikleri şöyle sıralanabilir:
a)
Bölge veya azınlık dilleri, sayıca, nüfusun geri kalanına göre azınlıkta olan
bir ülke vatandaşlarının kullandıkları resmi dilden farklı olan dillerdir.
b) Bu
diller, belirli bir yörede veya bölgede çoğunluğun konuştuğu dil olabileceği
gibi, belirli bir bölgeyle kayıtlı olmaksızın azınlıkça kullanılan dil de
olabilir.
c)
Azınlık ve bölge dillerinin korunması ve geliştirilmesi demokrasi ve kültürel
çoğulculuk temeline dayanır.
d)
Azınlık ve bölge dillerinin korunması ve geliştirilmesi için yapılacak
düzenlemeler resmi dili dışlamamalı, onun kullanılmasını ve öğrenilmesini
engellememeli, ulusal egemenlik ve ülke bütünlüğü ilkelerini gözetmelidir.
e)
Sözleşme, azınlık dillerinin eğitimde, yargıda, idari makamlar önünde, kamu
hizmetlerinde, kitle iletişim araçlarında, kültürel etkinliklerde, ekonomik ve
sosyal yaşamda, sınırlar arası etkinliklerde kullanılacağı esasını getirmiştir.
Belirtilen hakların, sözleşmeyi onaylayan tüm ülkeler için aynı kapsamda
gerçekleştirilemeyebileceği olgusundan hareketle, taraf devletlerin mutlaka
tanıması gereken hakların sayısının alt sınırı belirtilmiştir.
3)
Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Çerçeve Sözleşme (1994)
Avrupa
Konseyi çerçevesinde hazırlanan bu sözleşme, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği
Teşkilatı tarafından benimsenen ilkelerin, mümkün olan en geniş ölçüde yasal
yükümlülüklere dönüşmesini amaçlamaktadır. Temel özellikleri şunlardır:
a)
Yukarıda incelenen BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi'nde olduğu gibi,
azınlığın tanımı yapılmamıştır. Hazırlık çalışmalarında, "azınlık,
toprakları üzerinde yaşadığı devletin uyruğu olup, başka din, dil ya da etnik
özelliği bulunan insanlar olarak ifade edilmiştir.
b)
Hakların topluluğa mı, yoksa topluluğa mensup bireylere mi tanındığı konusu
tartışmalı olmakla birlikte, baskın görüş, hakların bireylere tanındığı
yönündedir. Düzenleme tekniği açısından, sözleşmede, hakların öznesi
"birey" olarak gösterilmiştir. Bu sözleşme ile birlikte, pek çok
uluslararası belgede, "azınlığa mensup kişilerin hakları" formülünün
kullanılması, birden çok etnik grubu barındıran devletlerin ülke bütünlüğünün
korunması yönündeki duyarlılığın sonucudur.
c)Tanınan
başlıca haklar; azınlıkların kendi dillerini kullanma, kendi dillerinde öğrenim
görme, kendi dinlerinin gereklerini yerine getirme, kültürel özgürlükten
yararlanma, kendi dillerinde radyo ve televizyona sahip olma ve sınır
ötesindeki akraba gruplarla ilişki kurabilme haklarıdır (m. 1-19).
4)
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Belgeleri
AGİT
belgeleri, hukuki açıdan bağlayıcı olmaktan çok, uyulması gereken siyasal
taahhütler niteliğindedirler. Helsinki Nihai Senedi (1975), azınlıkları
haklarını birey ve topluluk olarak tanıdığı gibi, diğer bazı hakların yanında,
azınlığın "kendi kaderini tayin" hakkından da söz etmektedir. Madrid
Kapanış Belgesi (1983) insan haklarına saygı gösterilmesinin, ülkelerin
siyasal, sosyal ve ekonomik gelişme düzeyleri ile bağlantılı olmaksızın taahhüt
edildiği esasını getirmiş ve azınlıkların korunması konusunu vurgulamıştır.
Azınlıkların korunmasına ilişkin esas, 1989 Viyana Kapanış Belgesi'nde
yinelenmiştir.
1990
Kopenhag Belgesi, azınlıkların haklarını ayrıntılı olarak sıralayan önemli bir
belgedir. Ayrıca, bu belge, Avrupa ve Kuzey Amerika bakımından insan hakları
alanındaki ortak standartları belirlemektedir. Azınlıklara tanınan başlıca
haklar şunlardır: İradelerine rağmen herhangi bir asimilasyon çabasıyla
karşılaşmadan, kendi etnik, kültürel, dilsel ya da dinsel kimliklerini bütün
yönleriyle özgürce ifade etme, koruma ve geliştirme hakkı (m.32); özel ve
kamusal alanda kendi ana dillerini kullanma hakkı (m.32.1); kendi eğitsel,
kültürel ve dinsel kurumlarını kurma ve koruma hakkı (m.32.2); aynı mirası
paylaştıkları diğer devletlerin vatandaşlarıyla sınır ötesi ilişki kurma ve
sürdürme hakkı (m.32.4); kendi ana dilleriyle bilgiye ulaşma, bilgi
alışverişinde bulunma ve yayma hakkı (m.32.5); azınlıkların kimliklerinin
korunması ve geliştirilmesiyle ilgili işler dahil, kamusal işlere etkili
katılma, yerel ya da özerk yönetimler kurma hakkı (m.35); Kopenhag Belgesinde
sayılan haklar, 1990 tarihli Paris Şartı'nda ve 1992 tarihli Helsinki Kapanış
Belgesinde tekrarlanmıştır.
Bu
belgelerin incelenmesiyle tespit edilen demokratik ülkelerin azınlık
politikalarına ilişkin ortak standartlar ve Türkiye'nin tutumu şöyle
özetlenebilir:
1)
Uluslararası belgeler, etnisite, dil, din ya da kültür açısından farklılaşan
grupların bireylerine, bu farklılıklarını koruma ve geliştirme hakkını tanımaktadır.
Bu hak, ilgili devletin, söz konusu grupları azınlık olarak nitelendirmesini
gerektirmez. Tanınan haklar arasında, eski tarihli belgelerde "kendi
kaderini tayin hakkı" yer alırken, yeni belgelerde bu hakka yer
verilmemiştir. Türkiye, söz konusu belgeleri ya hiç imzalamamış ya da koyduğu
çekincelerle, Lozan Andlaşması dışında kalan gruplar için taahhüt altına
girmekten kaçınmıştır.
2)
Çağdaş uluslararası belgeler, bir devletin dil, din, kültür ya da etnik öğe
açısından farklılaşan gruplarına tanıyacağı haklar bakımından biri ılımlı
(minimalist), diğeri köktenci (maksimalist) olmak üzere iki farklı yaklaşımla
hazırlanmışlardır. Köktenci yaklaşımda, azınlıklara, hakların topluluk
düzeyinde tanınması kabul edilir. Ilımlı yaklaşımda ise, topluluk düzeyinde hak
tanımanın, ülkenin bütünlüğüne zarar vereceği kaygısıyla, haklar, azınlığa
mensup bireylere tanınır. Bu yaklaşım, demokratik bir ülke için, kabul
edilebilir en düşük standarttır. Etnik, dilsel, dinsel ve kültürel
farklılıkların inkar edilmesi, bu farklılıkların korunması ve geliştirilmesine
yönelik hakların (asgari düzeyde de olsa) tanınmaması, uluslararası hukukun
ölçütleri bakımından asimilasyonist bir politikanın izlenmesi anlamına gelir.
Türkiye'nin durumu, Lozan Andlaşması dışında kalan gruplar bakımından bu
merkezdedir.
3)
Uluslararası belgeler, tanıdıkları hakların devletlerin bütünlüğünü bozmaması
için gerekli düzenlemelere yer vermişlerdir. Özellikle çağdaş belgeler, bir
yandan hakları birey düzeyinde tanımaları, diğer yandan, ülke bütünlüğünü
vurgulayıp şiddeti yasaklamaları bakımından bu konuda son derece duyarlıdırlar.
Türkiye'deki duruma gelince: Anayasa Mahkemesi, son yıllardaki bir çok
kararında, yukarıda adı geçen belgelere atıf yapmıştır. Fakat, Mahkeme, söz
konusu belgelerde ne gibi haklar tanındığının tespiti için değil, tanınan
haklar için hangi sınırlamaların öngörüldüğünün belirlenmesi açısından bunu
yapmıştır. Mahkemenin vardığı sonuç, söz konusu sınırlama hükümlerinin,
Türkiye'nin bugüne kadar izlediği politikayı doğruladığı yönündedir. Bu
yaklaşımın geçerliliği savunulamaz. Şöyle ki; uluslararası belgelerdeki
sınırlama hükümleri, ancak söz konusu hakların tanınmasından sonra bir anlam
ifade eder. Yani, bir devlet, ülkesi üzerinde bulunan farklı gruplara veya bu
grupların bireylerine ana dilde eğitimden, yerel ya da özerk yönetimlerin
kurulmasına kadar çeşitli hakları (asgari düzeyde de olsa) tanıdıktan sonra, bu
hakların ülke bütünlüğü aleyhine kullanılmaması için bazı sınırlamalar
yapabilecektir. Söz konusu sınırlamalar, hiçbir hakkı tanımamanın gerekçesi
olamaz; sınırlama hükümlerine, ancak haklar tanındıktan sonra başvurulabilir.
4)
Etnik, dilsel, dinsel ya da kültürel farklılıklar içeren demokratik ülkelerdeki
uygulama nasıldır' Bu konuda, İsviçre, Kanada, Belçika gibi ülkeler federal
sistemle yönetilmeleri ve farklı tarihsel koşulları nedeniyle Türkiye ile
karşılaştırma yapmaya fazla elverişli değildir. Buna karşılık, İspanya, İtalya
ve Fransa'daki uygulamalardan öğrenilecek çok şey vardır. Özellikle Fransa,
yönetim modelini değişik yönleriyle örnek aldığımız bir ülke olması bakımından
dikkatle incelenmelidir. Fransız yöneticiler, ülkelerindeki Brittany, Alsace,
Occitanie gibi ethnoterritorial bölge sakinleri için, hiçbir zaman "etnik
grup" veya "azınlık" tanımlamasını yapmaya istekli
olmamışlardır. Böyle bir tanımlama, ulusal bütünlük açısından sakıncalı
görülmüştür. Farklılıkların etnik değil; dil ve kültür öğesine dayandığı
savunulmuştur. Ülkede yedi adet yerel dil (veya lehçe) bulunuyor. Bunlar; Alsas
Dili (Almanca), Bask Dili, Brötonca, Flamanca (Hollanda Dili), Katalanca
(Rousillon), Korsika lehçesi ve Oksitan Dili'dir. Fransızca, günümüz
Fransa'sında çok yaygın bir şekilde kullanılmakla birlikte, 1789 Devrimi'nden
yaklaşık 100 yıl sonra, bu dili konuşanların sayısı, ancak toplam nüfusun
yarısını oluşturuyordu.
1991
tarihli kararında, Fransız Anayasa Mahkemesi (Anayasa Konseyi), Korsika
Statüsü'ne ilişkin yasanın birinci maddesinde geçen, "Fransız Halkı'nın
unsuru Korsika Halkı" ifadesini, Anayasal açıdan olanaksız bir nitelendirme
olarak değerlendirmiştir. Mahkemeye göre, Fransız Anayasası, Fransız halkını
alt bölümlere ayrılması mümkün olmayan tekil (üniter) bir kategori olarak kabul
etmektedir. "Korsika Halkı" deyimi, köken, ırk veya din farkı
gözetmeksizin, bütün Fransız yurttaşlarından oluşan Fransız Halkı'ndan
başkasını tanımayan Anayasa'ya aykırıdır.
Bununla
birlikte, İspanya'da, özerk yönetimlerin halkına "milliyetler"
(ulusal topluluklar-nationalite) adı verilmiştir. Bu durum, ulus bütünlüğünü
zedeleyici bir tutum olarak değerlendirilmemektedir. 1978 tarihli İspanyol
Anayasası'nın 2. maddesinde, "İspanyol ulusunun ayrılmaz birliği, bütün
İspanyolların ortak ve bölünmez anavatanı" olgusu vurgulanmıştır. Türk
Anayasa Mahkemesi, kararlarında, Fransız Anayasa Mahkemesi'nin 1991 tarihli
yukarıda belirtilen kararına göndermede bulunmaktadır. Kararda belirtildiği
gibi, Fransız Halkının unsuru (tamamlayıcısı) şeklinde bile ifade edilse,
"Korsika Halkı" deyimi anayasaya aykırı görülmüştür. Fakat, gözden
kaçırılan nokta, söz konusu yasada yalnızca bu tanımlamanın anayasaya aykırı
bulunmuş olduğudur. Yasanın Korsika'ya özerklik veren hükümlerine
dokunulmamıştır.
Fransa,
ülkedeki sosyolojik azınlıkların adlandırılması konusunda en az Türkiye kadar
duyarlı olmasına karşın, dilsel ve kültürel farklılıkların korunması ve
geliştirilmesi konusunda bizden farklı politikalar izlemektedir. Geçmişte
izlenen asimilasyonist politikaların artık terk edilmeye başlandığı görülüyor.
1925 yılında, dönemin milli eğitim bakanı, "Fransa'nın tarihsel birliği
için Brötonca'nın ortadan kaldırılması gerekir", tespitinde bulunmuştu.
Daha sonra, 1951'de, ülkedeki yerel dilleri tanıyan yasa çıkarılmıştır. Korsika
sorunu da, uzun yıllar, bu yasanın Korsika için de geçerli olmasını sağlamaya
yönelik, zaman zaman şiddete başvuran, bir dil ve kültür farklılığının
tanınması hareketi olmuştur. 1982'de, parlamento, Korsika için bir özerklik
yasası çıkarmış, 1991'de ise, özerklik özel bir yasayla güçlendirilmiştir.
Fransa, etnisite ve azınlık kavramını kullanmaktan kaçınmakla birlikte,
ülkesindeki dil ve kültür farklılıklarının, uluslararası belgelerde görülen
standartların gerisine düşmeyecek şekilde korunması ve geliştirilmesine olanak
tanıma çabası içindedir.
Fransa'da
dil ve kültür farklılıklarının korunmasına yönelik reformlar, daha çok, bölge
yönetimlerini güçlendirerek, katı merkeziyetçilikten uzaklaşılması politikasına
dayanmaktadır. Bu yöndeki politikalar, kamuoyunda, ülke bütünlüğünün korunması
mülahazasıyla eleştirilmiştir. François Mitterrand, reformların gerekçesini
1981 yılında şöyle açıklamıştır: "Fransa'nın kurulabilmesi için, geçmişte,
güçlü ve merkeziyetçi bir iktidara gereksinme duyulmuştur. Bugün ise,
dağılmaması için, siyasal erkin ağırlıklı olarak yerel yönetimlere bırakılması
zorunlu duruma gelmiştir." Reformları gerçekleştiren Sosyalist Parti
tarafından, reformları savunmak için 1991 de yayımlanan 1980'li Yılların
Fransa'sı için Sosyalist Proje adlı kitapta, dil ve kültürün korunması
politikası şu sözlerle savunulmuştur: "Birer kültürel olgu olan bölgesel
dillerin tanınmasının, onların politik olgu olarak da tanınmasına yol açacağı
doğrudur. Bu, bir halkın ruhunun boğulmasına yönelik politikaya karşı tercih
edilir bir durumdur."
3 -
Davalı Partinin Bölge ve Irk Esasına Dayandığı İddiası
İddianame'de,
parti programının, "siyasal partiler bölge, ırk ... esaslarına
dayanamazlar" hükmünü getiren SPK'nın 78-b maddesine aykırı olduğu
belirtilmiştir. Söz konusu hüküm, 1995 Anayasa değişikliğinden sonra
yürürlükten kalkmıştır. Bu yasak, Anayasanın 68/4. maddesindeki ilkelerden
yorum yoluyla da çıkarılamaz. İlgili SPK maddesinin halen yürürlükte olduğu
kabul edilse bile, Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal edilmesi gerekir.
SPK'nın
bu hükmü, parti kapatma nedenlerinin düzenlendiği Anayasanın 68/4. maddesinde
belirtilen ilkelerden hiçbirinin zorunlu bir sonucu değildir. Böyle bir
yasağın, devletin bölünmezliği esasının korunması bakımından elverişli bir araç
olduğu ve öngörülen amaca olumlu bir katkı sağlayacağı kolayca savunulamaz.
Siyasal yaşam kendi doğal mecrası içinde gelişir. Bir ülkede bölge bilinci,
etnisite, din veya tarikat gibi olgular siyasal yaşamda önem arz ediyorsa,
bütün yasaklamalara karşın, siyasal partiler bu öğeleri kendi bünyelerine
alacaklardır. Ülkemizde, belirli tarikatların, mezhep mensuplarının veya etnik
grupların belirli partileri destekledikleri, bu partilerin de onların
taleplerini karşılayacak politikalar ürettikleri bilinen bir durumdur.
Diğer
bazı ülkelerde, bölge veya etnisite esasına dayanan ve bu adları taşıyan partiler
bulunmaktadır. Birleşik Krallıkta İskoç Milli Partisi ve Galler Milliyetçi
Partisi; İspanya'da Bask Milliyetçi Partisi ve Kanarya Adaları Koalisyonu;
İtalya'da Lombard Birliği ve Veneto Birliği ilk akla gelen örneklerdir. Bu
örneklere karşın, yine de, bir hukuk düzeninde, bölge, ırk, din ve benzeri
esaslara dayanan ve bu adları taşıyan dernek, parti ve diğer örgütlerin
kurulmasının yasaklanması (savunulur olmamakla birlikte) anlaşılabilir bir
durumdur. Fakat, bu yasağa aykırılığın yaptırımının parti kapatma nedeni olarak
öngörülmesi, partilerin demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez unsurları olması
ilkesi ile bağdaşmayan bir durumdur. Söz konusu yasak muhafaza edilecekse,
yasakoyucunun, parti kapatma dışında başka yaptırımlara yönelmesi gerekir.
İddianamede,
davalı Parti'nin bölge ve ırk esasına dayanan bir parti olduğunun
kanıtlanmasına yönelik ileri sürülen iddialar, Başsavcılığın siyasal partilerin
demokrasilerdeki işlevi konusundaki yaklaşımında ciddi bir yanlışlık bulunduğu
izlenimini doğurmaktadır. Şöyle ki:
Davalı
Parti'nin ırk esasına dayandığına ilişkin gerekçeler; "Kürt sorununun
barışçı ve demokratik çözümünün programın merkezine konması", Kürt
sorununun adil ve demokratik çözümünün parti tarafından acil hedef olarak
benimsenmesi ve temel amaç olarak alınması", "Kürt kökenlilerin
varlık ve kültürlerinin öne çıkarılması" "Kürtlerin hukuki planda
ayrıcalıklı bir statüye sahip kılınmalarının istenmesi" şeklindedir.
Kürt
sorunu, şu anda Türkiye'nin en büyük sorunlarından biridir. Ülkeyi yönetmeyi amaçlayan
bir partinin, ülkenin en büyük sorununun çözümüne ivedilik tanıması, onu
programının merkezine yerleştirilmesi son derece doğaldır. Bu noktada, Kürt
sorununun çeşitli boyutları hakkındaki verilerin anımsanmasında yarar vardır:
-
PKK ile güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmalarda, 1984 ile 1995 yılları
arasında ölenlerin toplam sayısı 20.181 kişidir.
-
Resmi açıklamalara göre, 1992-1994 yılları arasında, genel güvenlik nedeniyle,
bölgede kapalı bulunan okul sayısı 5.210 dur.
-
Bölgede, 1990-1995 yılları arasında bildirilen faili meçhul cinayetlerin sayısı
1.363'tür.
-
Ordunun toplam insan gücünün yaklaşık dörtte biri, bölgede PKK'ya karşı
kullanılmaktadır.
-
Bölgede boşaltılan veya yakılan köylerin sayısı ile ilgili resmi rakam, Ekim
1995'te, 2.253'tür.
-
Olağanüstü hal bölgesinde güvenliği muhafaza etmenin yıllık maliyeti, 1994 yılı
için, 11.1 milyar dolar civarındaydı. Bu, GSMH'si 173 milyar dolar olan (1993)
bir ülke için büyük bir rakamdır.
-
Resmi rakamlar daha düşük olmakla birlikte, bölgede, güvenlik nedeniyle göç
etmek zorunda kalan insanların tahmini sayısı, 1995 itibariyle, 2.5 milyon
civarındadır.
Söz
konusu veriler, Kürt sorununun hiç vakit kaybetmeksizin sağlıklı bir çözüme
kavuşturulması gerektiğini, yoruma gerek bırakmayacak şekilde ortaya koyuyor.
Siyasal partilerin bu sorunun çözümünü öncelikli hedef ilan etmeleri değil,
etmemeleri anormal bir durum sayılır. Davalı partinin programı incelendiğinde,
Türkiye'nin diğer sorunlarının da ayrıntılı olarak ele alındığı ve çözüm
yolları önerildiği görülmektedir. Parti programının "Somut Hedefler ve
Çözümler" başlıklı ikinci bölümünün 15 sayfası Kürt sorununa, 45 sayfası
sosyal güvenlikten, kadının özgürleştirilmesine, sağlık sorunundan yargı
reformuna kadar değişik konulara ayrılmıştır.
Siyasal
partiler, ülke sorunlarının çözümü için politikalar üreten kurumlardır.
Partiler, millet ile devlet, sosyal alan ile siyasal alan arasındaki iletişimi
sağlayan araçlardır. Bu bağlamda, toplumda ortaya çıkan taleplerin partiler
aracılığıyla devlete yansıtılması, siyasetin ve siyasal parti gerçeğinin
özüdür. Ülkenin en önemli sorunlarından biri olan Kürt sorununun, partiler
tarafından öncelikli hedef ilan edilmesini yasalara aykırı bulmanın arkasında,
bu sorunun partiler dışında bir yerde çözülmesi gerektiği zihniyeti
yatmaktadır. Buna göre, Kürt sorunu milletin değil, devletin bir sorunudur.
Çözümünü de, milletin taleplerini devlete taşıyan kurumlar olan partiler değil,
devlet bulacaktır. Devleti milletin dışında ve üstünde gören bu zihniyetin
partilere biçtiği rol, devletin taleplerinin topluma taşınması; bu talepleri,
her partinin kendi tabanına benimsetmesidir. Bu yaklaşımın, siyasal partilerin
demokrasilerde gördüğü işlevi tersine çevirdiği açıktır.
Son
bir nokta, iddianamedeki, davalı partinin Kürtleri hukuki planda ayrıcalıklı
bir statüye kavuşturmak istediğinin tespiti ile ilgilidir. Davalı partinin,
Kürtlerin dil ve kültürlerinin korunmasını ve geliştirilmesini istediği
doğrudur. Bu yönde, yasal ve anayasal düzeyde bazı değişiklikler yapmayı
amaçlamaktadır. Söz konusu değişiklikler, ayrıcalık yaratılmasını
amaçlamamakta; yalnızca mevcut yasakları kaldırılarak, Kürtlerin kendi dil ve
kültürlerini koruyup geliştirebilmelerine olanak sağlamaktadır. Burada sorun,
Kürtlerin bazı haklardan, örneğin, ana dilde eğitim veya kendi dillerinde radyo
televizyon yayını yapma hakkından yararlanmasının bir ayrıcalık olarak
görülmesidir. Çünkü, Türkiye'de bütün vatandaşlar, bu haklardan resmi dil
aracılığıyla yararlanma imkanına sahiptirler. Bir etnik gruba, bu eşitlikçi
imkanın ötesinde yeni bir hak tanınması ayrıcalık yaratır. Bu yaklaşımın
geçerliliği savunulamaz. Şöyle ki:
Kürtler
için ana dilde eğitim hakkı veya diğer bazı hakları talep etmenin gerekçesi, bu
etnik grubun mensuplarının ana dilinin resmi dilden farklı olmasıdır. Eğitim
hakkı ile dilin kullanılması arasındaki ilişkiyi belirleyen evrensel norm,
"ana dilde eğitim hakkı"nm tanınmasıdır. Konuyu düzenleyen tüm
uluslararası belgelerde, ilişki bu şekilde kurulmuştur. Birden fazla dilin
konuşulduğu ülkelerde, eğitim dilinin yalnızca resmi dil olarak öngörülmesi
biçimsel eşitliği sağlar, fakat, özünde, resmi dili aynı zamanda ana dili
olanlar ile olmayanlar arasında bir farklılık, daha doğrusu ayrıcalık yaratır.
Bu nedenle, ana dili Kürtçe olanlara bu dilde eğitim olanağı sağlanmasına
eşitlik ilkesi gerekçesiyle karşı çıkılması, kendi içinde çelişik bir tutumdur.
Bir devlet, resmi dili tüm yurttaşlarına öğretme görevinden vazgeçemeyeceğine
göre, bu dengesizliğin giderilmesinin yolu, birden fazla resmi dilin kabulü veya
yerel, bölgesel dillerde eğitim olanağının sağlanmasıdır.
Davalı
parti, ikinci çözümü benimsemiştir. Resmi dili dışlamayacak şekilde, ana dili
farklı olanların kendi dillerinde eğitim görmeleri gerektiği savunulmaktadır.
Bu görüş, ulus bütünlüğüne aykırı olmadığı gibi, eşitlik ilkesiyle bağdaşmazlık
içinde de değildir. "Eşitlik ilkesi farklılıkları değil; ayrıcalıkları
önler" genel kuralından hareket edildiğinde, ana dili farklı olanlara,
kendi dillerinde eğitim olanağı sağlanmasına eşitlik adına karşı çıkılmasının
tutarsız bir görüş olduğu ortaya çıkar.
4 -
Devletin Tekliği ilkesine Aykırılık
İddianamede,
davalı partinin, idari adem-i merkeziyetçilik olarak adlandırdığı politika ile;
il ve ilçe meclislerinin yerel parlamentolara dönüştürülmesi, yerel yönetimler
üzerindeki idari vesayetin kaldırılması, taşrada merkezi yönetimi temsil eden
tüm üst düzey bürokratların yöre halkı tarafından seçilmesi, yerel yönetimlere
egemenlik verilmesi esaslarını benimseyerek, SPK'nın devletin tekliği ilkesini
düzenleyen 80. maddesine aykırı tutum içinde olduğu belirtilmiştir. Ayrıca,
aykırılık iddiası, parti programında ve genel başkanın konuşmalarında geçen,
Fransa ve İspanya'da uygulanan bölge sisteminin örnek alınacağı ve federasyonun
devletin bölünmesi anlamına gelmediğine ilişkin açıklamalarla desteklenmiştir.
Bu
konuda bir kaç noktanın aydınlığa kavuşturulmasında yarar var. İlk olarak,
devletin tekliği ilkesinin, diğer bir deyişle üniter devlet biçiminin,
bölünmezlik ilkesinin zorunlu bir sonucu olup olmadığı tartışılmalıdır.
Türkiye'de,
yaygın bir şekilde, federal devlet biçiminin devletin bölünmesi anlamına
geldiği, federal devletin birden çok devletten (federe devletlerden) oluştuğu
kanısı hakimdir. Konu ile ilgili akademik yayınların çoğunda benimsenen
terminoloji de, böyle bir yanlış anlaşılmaya yol açacak niteliktedir.
Amerika'da eyaletler (states), İsviçre'de kantonlar, Kanada'da provensler,
Almanya'da lander, eski sosyalist-federal ülkeler olan SSCB, Yugoslavya ve
Çekoslovakya'daki cumhuriyetler, Türkçe'de, ortak bir terimle, federe devlet
olarak adlandırılmışlardır. Bu adlandırmadan yola çıkıldığında, ilk bakışta, 50
eyalet ile ABD: 10 provens ile Kanada veya 16 land ile Almanya, birer devletler
ligi görünümündedir. Fakat, bu adlandırma ve ona dayalı muhakeme tarzı doğru
değildir.
Federal
devlet, konfederasyondan farklı olarak, bir devletler ligi veya topluluğu
değil, uluslararası hukuk ve anayasa hukuk açısından tek bir devlettir.
Devletin tek oluşu bakımından, üniter devlet ile arasında bir fark yoktur.
Devlet, belirli bir ülkede yaşayan insan topluluğunun egemenlik ve bağımsızlık
temelinde oluşturduğu siyasal örgütlenmedir. Bu bağlamda, egemen ve bağımsız
bir devletten söz edebilmek için iki özelliğin bulunması gerekir. Birincisi,
devlet olarak adlandırılan organizasyon, kendi ülkesi ve yurttaşları üzerinde
en üstün otoriteye sahip olmalıdır (iç veya pozitif egemenlik). İkinci olarak,
devlet, herhangi bir dış otoritenin kontrolü altında bulunmamalıdır (dış veya
negatif egemenlik). Federal devletin eyaletleri, bu özellikleri gösteren
birimler değildir.
Federal
devlet sistemi incelendiğinde, bu siyasal örgütlenmenin çok sayıda iktidar
merkezinden oluştuğu görülür. Bu iktidar merkezlerinden biri, yetkilerini
ülkenin ve yurttaşların tümü üzerinde kullanabilen federal yönetimdir (federal
government). Diğer iktidar merkezleri, sayıları ülkeden ülkeye değişen, federe
yönetimlerdir (states governments). Federe yönetimler, yetkilerini ancak
yurttaşların bir kısmı üzerinde ve/veya belirli coğrafi bölgelerde kullanabilirler.
Federal
yönetimin yetkilerini kullanmasına devletin insan ve toprak unsuru açısından
sınır getirilmemiş; federe yönetimlere ise getirilmiştir. Bununla birlikte, her
iki yönetim biriminin yetkileri konu bakımından sınırlıdır. Ülkeden ülkeye bazı
değişiklikler göstermekle birlikte, ulusal savunma, dış politika, federe
birimler arası ulaşım, iletişim ve ekonomik ilişkiler gibi konular, niteliği
gereği ulusal ölçekte yürütülmesi gerektiğinden federal yönetimin yetki alanı
içindedir. Buna karşılık, her federe birimin özgün koşullarına göre
değişebilecek, sağlık, eğitim, asayiş ve kültür politikaları, bazı ulusal
standartların belirlenmesine engel olmayacak şekilde, federe yönetimlerin yetki
alanı içindedir.
Böyle
bir sistemde, federe yönetimler "devlet" olarak adlandırılamazlar.
Çünkü, egemen bir egemenlik veya pozitif ve negatif egemenlik özelliği bu
birimlerde bulunmamaktadır. Federe devletin uluslararası hukuk ve anayasa
hukuku bakımından ayırdedici özellikleri olan iç ve dış yönetimler, eyalet
sınırları içinde yaşayan insanlar üzerinde her konuda karar verme yetkisine
sahip tek otorite olmadıkları gibi, dışa karşı da herhangi bir bağımsızlıkları
söz konusu değildir. Aynı özellik, federal yönetim için de geçerlidir. Federal
ve federe yönetimler, tek bir devletin organlarıdırlar. Federasyonlarda
"devlet" özelliği, tek başına ne federal yönetimde ne de federe
yönetimde vardır. Devlet, federal ve federe yönetimlerin birlikteliğinden
oluşan siyasal örgütün niteliğidir. Kurucu siyasal birimleri, "devlet"
olarak adlandırılabilecek örgütlenmeler, Avrupa Birliği gibi konfederal
birliklerdir. Bu tür birliklerde, birleşen taraflar, uluslararası hukuk
bakımından egemen devlet statülerini korudukları için, devlet olarak
nitelendirilebilirler.
Adlandırma
ile ilgili konuyu açıklığa kavuşturduktan sonra, federasyonun devletin ülkesi
ve milleti ile bölünmez bütünlüğü ilkesi karşısında ne anlam ifade ettiği
üzerinde durmak gerekir. Bölünmezlik ilkesi egemenlik kavramı ile yakından
ilgilidir. Bugünkü egemenlik anlayışına kaynaklık eden görüşler, 16 ve 17.
yüzyıllarda, başlıca Jean Bodin ve Thomas Hobbes tarafından oluşturulmuştur. Bu
yüzyıllarda oluşturulan klasik egemenlik kuramı, devlet içinde bir kişi veya
organda somutlaştırdığı egemenliğin mutlak, sürekli, bölünmez ve sınırlanamaz
nitelikte olduğunu belirtmiştir. Avrupa'da, siyasal iktidarın bölündüğü bir
sistemi ifade eden feodalizmden ulusal devlete geçişte önemli rol oynayan bu
kuram, çağdaş demokratik devlet anlayışının gelişmesi ile birlikte, bir çok
noktada geçerliliğini yitirmiştir. Günümüzde, "sürekli" olması
dışında, egemenliğin diğer özellikleri, klasik kuramdan çok farklı şekilde
yorumlanmaktadır.
Egemenliği
tek kişi veya organda somutlaştıran klasik kurama karşın, çağdaş
demokrasilerde, kuvvetler ayrılığı ilkesi gereği, egemenliğin kullanımında
birden çok organ yetkili kılınmıştır. Hukuk devleti ilkesi, mutlak, sınırsız
egemenlik anlayışı ile bağdaşmaz. İnsan hakları ilkesi, devlet otoritesinin
mutlak, sınırsız ve bölünmez olduğu bir sistemde gerçekleştirilemez. Nihayet,
devletlerin ulusüstü kuruluşlara üyeliği ve uluslararası sözleşmeleri
onaylamaları, kendi iradeleri ile, egemenliğin sınırsız, mutlak ve bölünmez
özelliklerini ortadan kaldırmaları demektir. Günümüzde, egemenlik yalnızca
kaynağı bakımından bölünmez kabul ediliyor. Kullanımı bakımından, yukarıda
belirtilen özellikler doğrultusunda bölünmezlik söz konusu değildir.
Üniter
veya federal bir demokraside, egemenliğin kaynağı halkta (millet)dır. Bu esas,
Cumhuriyet dönemi Türk Anayasalarında, "egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir" şeklinde ifade edilmiştir. Ancak, söz konusu ilke, millet
egemenliğinin "kayıtsız ve şartsız", yani sınırsız ve mutlak olduğunu
ifade etmez. Millet, egemenliğini kullanırken (anayasada öngörülen) kayıt ve
şartlara uygun davranmak durumundadır. Buradaki kayıtsız şartsız oluş,
egemenliğin millete ait oluşu bakımındandır. Millet, egemenliğini monarşik,
aristokratik, dinsel ve benzeri herhangi bir otorite ile paylaşmayacaktır.
Başka hiçbir otorite ile paylaşılmayan egemenlik bölünmezdir ve tümüyle millete
aittir.
Egemenliğin
kullanılmasına gelince, durum farklıdır. Üniter bir devlette, kuvvetler ayrılığı
ilkesi gereği, egemenlik yasama, yürütme ve yargı organları arasında
bölünmüştür. Devlet, bu üç organın birlikteliğinden oluşan siyasal yapıdır.
Federal devlette, yasama, yürütme ve yargı organları, hem ulusal ölçekte, hem
de ulusaltı (eyaletler) ölçekte kurulmuştur. Diğer bir deyişle, Üniter devlette
egemenliği kullanan organlar yalnızca fonksiyonel olarak bölünürken, federal
devlette, bunun yanısıra, yersel (teritoryal) veya çok ender durumlarda
topluluk esasına göre de bölünmüşlerdir.
Üniter
veya federal yapılı devletlerde, birden çok organın egemenliği paylaşması,
kaynağı bakımından egemenliğin halka ait olduğunun kabul edilmesi ile mümkün
olabilmiştir. Klasik egemenlik anlayışında, egemenlik tek bir kişi veya organda
toplanıyordu (mutlakiyetçilik). Bir başka kişi ya da organın egemenliğe ortak
olması, egemenliğin sınırlanması ve bölünmesi demekti. Oysa, egemenliğin
kaynağının halkta olduğu kabul edildiğinde, bölünmezlik ilkesi ihlal edilmeden,
birden çok organın egemenliği kullanması mümkündür. Halk, kendisine ait
egemenliğin kullanılmasında, yalnızca ulusal düzeyde kurulan organları yetkili
kılabileceği gibi (Üniter sistem); hem ulusal, hem de ulusaltı ölçekte
örgütlenen federal ve federe yönetimleri de yetkili kılabilir (federalizm).
Bu
açıklamaların ışığı altında, federal ve üniter devletin bölünmezlik ilkesi
karşısındaki konumu şöyle özetlenebilir: Demokratik esaslara göre örgütlenmek
kaydıyla, her iki sistemde de, egemenlik, kaynağı bakımından bölünmezdir.
Kullanımı bakımından ise, egemenliğin çeşitli organlar arasında bölünmesi kabul
edilmiştir. Her iki sistemde de ülkenin bölünmezliği ilkesi geçerlidir. Federal
devletlerde, üniter devletlerde olduğu gibi, ulusal (federal) ordu ile korunan
tek bir ülke vardır. Yine, her iki devlet biçiminde de, milletin bölünmezliği
ilkesi geçerlidir. Federal devletin işleyişinde, bütün halkın iradesinin
yanısıra, eyalet halklarının iradeleri de ayrı ayrı önem taşır. Fakat, ülkenin
ulusal ve ulusaltı ölçekte oluşan halk iradesi ile yönetileceğine karar veren
birim tüm ülke halkıdır. Nitekim, federal bir devlet olan Amerika Birleşik
Devletlerinin Anayasası şu cümle ile başlar: "Biz, Birleşik Devletler
Halkı...bu Anayasayı düzenliyoruz". Amerikan Yüksek Mahkemesi, en son 1995
tarihli bir kararında konuyu tartışmış ve anayasal otoritenin nihai kaynağı
olarak eyalet halklarını değil, tüm yurttaşları kapsayan federal halkı
görmüştür.
Bütün
federal devletler, eyalet halklarının üzerinde ve onları birleştiren bir
siyasal bağ ve kimlik olarak, ortak bir ulusal bilincin varlığına, eğer yoksa,
yaratılması esasına dayanırlar. Ortak bir ulus bilincinin ve ortak siyasal
kimliğin yokluğu sistemin işlemesini olanaksız kılar. Çünkü, yetkilerini ülke
düzeyinde, bütün yurttaşlar üzerinde ve onlar adına kullanan federal yönetimin
meşruiyeti böyle bir kimliğin oluşmasına bağlıdır. Bazı ülkelerde, bu kimlik ve
bilinç federal sistem kurulmadan önce vardı. Almanya'da olduğu gibi. Buna
karşılık, ABD ve Kanada'da, ortak ulus bilinci ve siyasal kimlik, büyük ölçüde,
zaman içinde yaratılmış veya güçlendirilmiştir. Günümüzde, Bosna-Hersek'te,
Dayton andlaşması ile kurulan federal sistemin başarılı olması, Boşnak, Sırp ve
Hırvat kimliklerinin üstünde, böyle bir ortak kimliğin ve ulus bilincinin
yaratılmasına bağlıdır.
Türkiye'de,
Anayasanın değiştirilemeyecek hükümleri arasında yer alan, devletin ülkesi ve
milleti ile bölünmez bütünlüğü ilkesi, yukarıda ifade edilen ve üniter devlet
için olduğu kadar federal devlet içinde geçerli olan bölünmezlik ilkesinden
farklı yorumlanmaktadır. Anayasa Mahkemesi, söz konusu ilkeyi, üniter devlet
modeli ile özdeşleştirmiştir. Bu yorumun, anayasakoyucunun iradesi ile uyum
içinde olduğu açıktır. Bununla birlikte, söz konusu anayasa hükmünün
yorumlanmasında, anayasakoyucunun iradesine bağlılık yerine, hukuk kurallarının
zamanın gereksinimlerine göre ele alınıp, metnin objektif anlamından hareket
edilmesi yoluna da gidilebilir. Bu ilkenin temel amacı, ulusal birliğin
korunmasıdır. Ulusal birliğin sağlanması veya korunmasında, bir dönem üniter
devlet modeli zorunluluk olarak ortaya çıkabileceği gibi, bir başka zaman, aynı
amaca federal sistem benimsenerek de ulaşılabilir. Günümüzde, içinde etnik,
dilsel veya dinsel farklılıklar barındıran pek çok ülkede, federalizm ulusal
birliği sağlamanın yegane yolu olarak görülmektedir. Türkiye bakımından böyle
bir dönüşümün kaçınılmaz olduğu ileri sürülemezse de, üniter devlet modelini,
yasal yoldan hiçbir zaman değiştirilemeyecek bir esas olarak kabul etmenin
yararlı ve gerçekçi olduğu söylenemez.
Belçika,
1831 Anayasası ile, içerde ulusal birliği gerçekleştirmek, dışarıda güçlü
devletlere karşı mücadele edebilmek için, Valon toplumunun ve Fransızca'nın
üstünlüğüne dayanan, üniter bir devlet olarak kurulmuştu. Ülkedeki Flaman
toplumunun hayati çıkarlarını göz ardı eden bu sistemin, bir noktadan sonra
ciddi sorunlara yol açacağı aşikardı. Öyle de oldu. Belçika Halkı, bu sorunu
aşmak için, 1970, 1980, 1988 ve 1993 tarihinde gerçekleştirdiği dört büyük
anayasa değişikliği ile, her iki toplumun beklentilerini karşılayacak bir
federal sistemi benimsedi. Barışçıl ve yasal yöntemlerle gerçekleştirilen bu
değişim, üniter bir devletin federasyona dönüşebileceğini göstermektedir.
Tersine dönüşüme yol açan örnekler de vardır. Üniter ve federal yapılar,
günümüzde, ulus-devletin örgütlenme biçimleridirler. Her iki sistem de, ulusal
birliğin sağlanması amacına hizmet eden araçlardır. Bir toplumun yalnızca
bugününü değil, geleceğini de düşünen uzak görüşlü bir anayasakoyucu veya
yorumcudan, amaca ulaşmak için gerekli olan aracı (üniter veya federal yapıyı)
değil; aracın hizmet ettiği amacı (ulusal bütünlüğü) güvence altına alması
beklenir. Özellikle de, bu güvence, ülkedeki tüm seçmenlerin iradesi aynı
doğrultuda ortaya çıksa bile, hukuken değiştirilmesi mümkün olmayan bir anayasa
hükmü olarak formüle edilmişse, söz konusu basiretin gösterilmesi daha büyük
bir önem taşır.
Bölünmezlik
ilkesi bu doğrultuda yorumlandığında SPK'da öngörülen üniter devlet ilkesine
aykırılık yasağı, Anayasaya aykırı bir kapatma nedenidir. Fakat, bunun dava
bakımından büyük bir önemi yoktur. Çünkü, davalı parti, federal sistemi
savunmadığını, yalnızca, bu sistemin devletin bölünmesi anlamına gelmeyeceğini
ileri sürmektedir. Partinin savunduğu sistem, üniter devlet modeli içinde,
kendi adlandırmalarıyla idari adem-i merkeziyetçiliktir. Bu sisteme örnek
oluşturacak uygulamalar olarak, İspanya ve Fransa modelleri gösterilmiştir.
Dolayısıyla, SPK 80 hükmünün halen yürürlükte olduğu ve Anayasaya aykırı
olmadığı kabul edilse bile, davalı partinin görüşleri, federalizmi savunması açısından
değil, özerk yönetimleri öngörmesi açısından değerlendirilmelidir.
İtalya,
İspanya veya Fransa gibi ülkelerde oluşturulan özerk yönetimler, üniter devlet
ilkesine aykırılık oluşturur mu ' "Bölgeli devlet" olarak
adlandırılan bu uygulamanın, üniter ve federal sistemlere göre ayırdedici
özellikleri nelerdir'
Günümüzde,
bazı üniter devletlerde, etnik, dilsel, dinsel, tarihsel veya ekonomik
özellikleriyle farklılaşan bölgelerin, değişik ölçülerde özerklikten
yararlandıkları görülüyor. Bu tür bölgelerin özerk statüleri, İtalya ve
İspanya'da anayasal, Fransa'da yasal güvenceye kavuşturulmuştur. Birleşik
Krallık'ta ise, Kuzey İrlanda, İskoçya ve Galler'in özerklikleri anayasa ile
değil; yasalar ve güçlü siyasal gelenekler ile korunmaktadır.
İtalya,
özerk yönetimlere tanınan yetkilerin büyük ölçüde anayasal güvenceye
kavuşturulduğu ülkelerden biridir. 1947 tarihli İtalyan Anayasası'nda, özerk
bölgelerin adları, mali özerklikleri, yasama ve yürütme organları
belirtilmiştir. Anayasada sayılan 20 özerk bölgeden, önce yalnızca 5'inde, 1970
yılından itibaren ise, tümünde özerk yönetimler kurulmuş ve faaliyete
başlamıştır. İtalya Anayasası'na göre, özerk bölge yönetimleri, ulusal
parlamentonun belirlediği temel ilkeler çerçevesinde, ulusal yarar ve diğer
bölgelerin yararlarına aykırı olmayacak şekilde, yasama niteliğinde kurallar
koyabilirler.
Bölgesel
birimlere tanınan özerkliğin anayasal güvenceye bağlandığı diğer bir devlet,
İspanya'dır. Bu ülkede, Franco'nun ölümünden kısa bir süre sonra yürürlüğe
giren 1978 Anayasası ile, bölgesel birimlere değişik derecelerde özerklik
tanınması esası kabul edilmiştir. Bugün, İspanya'da, ülkenin bütün yüzeyini
kapsayan 17 özerk yönetim kurulmuştur. Özerk yönetimler, tarihsel, kültürel,
dilsel, veya ekonomik özellikleri ortak olan coğrafi bölgelerde
oluşturulmuştur.
Fransa'da
1982'den sonra yerel yönetimler yeniden düzenlenmiş ve 27 bölge yönetimi
oluşturulmuştur. İtalya ve İspanya bölgelerinden farklı olarak, bu bölgelerin
yasama yetkileri yoktur. Ayrıca, etnik, kültürel, dilsel veya dinsel öğelerle
beslenen bir özerkleşme sürecinin ürünü değildirler. Bölgeler, daha çok, uygun
bir ölçekte ekonomik gelişmenin eşgüdümünü sağlamak amacıyla kurulmuşlardır.
Üniter bir devletin, geleneksel yerel birimler olan il veya belediyelerden daha
geniş bölgelere ayrılması ve bu bölgelerde yasama yetkisine sahip özerk
yönetimler kurulması, bazı yazarları, bölgeli devletin federalizm anlamına
gelip gelmeyeceğini tartışmaya yöneltmiştir. Bu konuda, özellikle, bazı federal
düzenlemelerden yararlanan İtalya ve İspanya örnekleri dikkat çekicidir.
Bununla birlikte, federal devlet ile bölgeli devlet arasında çok önemli farklar
vardır.
İtalyan
Anayasası özerkliği güvence altına almakla birlikte, merkezi yönetimin özerk
yönetimlerin kuruluş ve işleyişine müdahale imkanlarını açık tutmuştur.
Örneğin, federal devletlerde federe yönetimlerin anayasası ile
karşılaştırılabilecek bir belge olan, İtalyan bölgelerinin iç örgütlenmelerine
ilişkin yasanın Bölge Kurulları tarafından hazırlanacağı kabul edilmiş; fakat
ulusal parlamentonun, bir yasayla bu kuruluş yasasını uygun bulması koşulu
getirilmiştir Buna karşılık, federal devlette, federe birimler kendi
anayasalarını, federal yönetimin hiç bir müdahalesi olmaksızın, kendileri
hazırlayıp yürürlüğe sokarlar.
Merkezi
yönetim, özerk yönetimlerin işleyişine de müdahale etmektedir. İtalya'da, bölge
merkezlerinde oturan bir görevli, merkezi yönetim tarafından verilen idari
görevlerin özerk yönetimlerce yerine getirilip getirilmediğini denetler. Bölge
kurullarının kabul ettiği yasalar üzerinde, merkezi yönetimin geciktirici veto
yetkisi vardır. Merkezi yönetim, bu yasaları Anayasa Mahkemesi'ne veya Ulusal
Parlamento önüne getirerek geçersiz sayılmasını isteyebilir.
İtalyan
Anayasasındaki bu hükümler, özerk yönetimlerin statüsünün merkezi yönetim ile
eşit olmadığını; merkezi yönetimin üstün olduğunu gösteriyor. Özerk yönetimler,
federe birimlerden farklı olarak, kendi yetki alanlarına giren konular
bakımından nihai karar verme yetkisine sahip değildirler. Merkezi yönetim ile
bölgesel yönetimlerin eşitlik ve bağımsızlığı sağlanmamıştır. Oysa, federal
sistemde, federal yönetim ile federe yönetimler arasında anayasa önünde eşitlik
ilkesi geçerlidir. Yönetimlerin hiç biri diğerinden üstün değildir. Hukuki
açıdan birbirine eşit olan yönetimler, kendi yetki alanları içinde, diğer
yönetimlerin müdahalesinden uzak (bağımsız) bir şekilde faaliyet gösterirler.
Üniter
devletlerdeki özerk yönetimler ile, federal devletin federe yönetimleri
arasındaki önemli farklardan biri de, yetkilerin güvencesidir. Federal
sistemde, yetki bölüşümüne ilişkin kurallar anayasa ile belirlenir ve
yönetimlerden biri tarafından tek yanlı olarak değiştirilemez. Buna karşılık,
üniter devlette özerk yönetimlerin yetkileri, genellikle yasa ile düzenlenir.
İtalya ve İspanya örneklerinde olduğu gibi, anayasal güvence söz konusu olsa
bile, merkezi yönetim tek yanlı bir işlemle yetki bölüşümüne ilişkin anayasa
hükümlerini değiştirebilir. İtalyan ulusal parlamentosunun her iki kanadının,
anayasa değişikliğine ilişkin bir düzenlemeyi, üç ay ara ile, iki kez görüşüp
kabul etmesi yeterlidir. Karar salt çoğunlukla alınır. Özerk yönetimlerin bu
değişikliği onaylamaları koşulu aranmaz.
Burada,
özerk yönetimlerin yetkilerinin güvencesi bakımından önemli olan, ulusal
parlamentonun anayasa değişikliğini hangi çoğunlukla kabul edeceği değildir.
2/3 veya 3/4 gibi nitelikli çoğunluklar aransa bile, anayasayı değiştirecek
olan merkezi yönetimdir. Bu nokta, özerk bölgelere ayrılmış üniter devleti
federal devletten ayıran temel bir özelliktir. Federal devlette, yetki
bölüşümüne ilişkin kuralları yönetimlerden biri tek başına değiştiremez.
Anayasa değişikliği, hem federal hem de federe yönetimlerin onayı ile
gerçekleşir.
İtalya,
İspanya, Fransa ve Birleşik Krallık'ta bölgesel birimlere özerklik verilmesi,
bu ülkelerin siyasal sistemlerini üniter olmaktan çıkararak federalizme
dönüştürmüş değildir. Söz konusu olan, üniter siyasal sistem içinde, sınırlı
veya geniş bir özerklik uygulamasıdır. Bu ülkelerin hiçbirinde, özerk
yönetimlerin ulusal yönetimle hukuki eşitliği sağlanmamıştır. Özerk
yönetimlerin, federal devletlerde olduğu gibi, ulusal karar alma sürecine etkin
bir şekilde katılmaları söz konusu değildir. Ulusal yönetimin üstünlüğü
tartışmasız kabul edilmiştir. Özerk yönetimler, yetkilerini ulusal (merkezi)
yönetimden alan ve bu anlamda ona bağımlı iktidar merkezleridirler. Bütün bu
özellikler, özerk yönetimlere sahip üniter devletler ile federal devletlerin,
farklı nitelikleri olan siyasal örgütlenmeler olduklarını gösteriyor.
Bu
açıklamaların ışığı altında, davalı Parti'nin savunduğu sistemin, üniter devlet
ilkesine, dolayısıyla SPK 80 hükmüne aykırılık oluşturmadığı anlaşılmaktadır.
İddianamede, Anayasa'da, federasyonun yanısıra, "özerk bölge",
"özerk yönetim" gibi yapılanmalara bilinçli olarak yer verilmediğini,
bu tür "merkeziyetçi olmayan idari yapılanmaların" ülke bütünlüğünü
bozduğu belirtilmiştir. Davalı partinin merkeziyetçi olmayan bir idari sistem
öngördüğü ve özerk yönetimlerin kurulmasını istediği açıktır. Fakat, bu durum
kapatma gerekçesi yapılamaz. Bir konunun anayasada düzenlenmemiş olması, onun
partiler açısından savunulması yasak bir görüş olduğunu göstermez. Partiler,
anayasada öngörülen kapatma nedenlerine aykırı olmamak koşuluyla, anayasada
bulunmayan herhangi bir konuyu savunabilir ve bir anayasa değişikliğini gündeme
getirebilirler. Aksi halde, Anayasanın nasıl değiştirileceğini düzenleyen 175.
maddenin hiçbir hükmü kalmazdı. Yürürlüğe girdikten sonra, Anayasa'da önemli
değişiklikler yapıldığı unutulmamalıdır. Bugün, anayasayı değiştirmeden de,
merkezi yönetimin yerel yönetimlere önemli yetkiler aktarması ve bu yetkileri
yasal güvenceye bağlaması mümkündür. Aynı şekilde, üyeleri yöre halkı
tarafından seçilen il genel meclisinin karar alma ve politika üretme
sürecindeki etkinliği arttırılabilir.
Davalı
partinin savunduğu bazı görüşlerin pratiğe aktarılması, ancak anayasa
değişikliği ile mümkün olabilir. Merkezi yönetimin, yerel yönetimler üzerindeki
denetiminin idari vesayet olmaktan çıkartılarak, hukuka uygunluk denetimine dönüştürülmesi
gibi. Böyle bir değişikliğin bölünmezlik ilkesini ihlal eder bir yönü yoktur.
Partinin, merkeziyetçiliğin azaltılması yönündeki diğer görüşleri de
bölünmezlik ilkesine aykırı değildir.
İddianamede,
idari adem-i merkeziyetçilik politikasının SPK 80 hükmünün yanısıra, aynı
yasanın 78-b hükmünü de ihlal ettiği ileri sürülmüştür. Yani, partinin özerk
yönetimler kurulmasını istemesi, bölge ve ırk esasına dayanmak olarak
yorumlanmıştır. Genel Başkanın, İspanya modelinin örnek alınabileceğini belirtmesi
de bu yargıyı güçlendiren bir gerekçe olarak kullanılmıştır. İspanya'da özerk
yönetimler, yukarıda belirtildiği gibi, tarihsel, kültürel, dilsel, veya
ekonomik özellikleri ortak olan coğrafi bölgelerde oluşturulmuştur. Davalı
parti, özerk yönetimlerin, etnisite, dil, din veya kültür öğesi dikkate
alınarak oluşturulmasını savunmamaktadır. Bu bağlamda, Türklerin, Kürtlerin,
Arapların, Lazların vb. yaşadıkları yerlerde özerk yönetimlerin kurulması gibi
bir görüşleri yoktur. Türkiye'nin mevcut idari sistemi baz alınarak, il ve
ilçelere özerklik tanınması istenilmektedir. Bilindiği gibi, il ve ilçeler
idari birimlerdirler. Partinin, savunduğu sistemi idari adem-i merkeziyetçilik
olarak adlandırmasının nedeni de budur.
İspanya'nın
örnek olarak gösterilmesi, yalnızca, özerk yönetimlerin yetkileri ve kurumları
bakımındandır. Bunun dışında, partinin savunduğu özerklik İspanya değil,
Fransız modeline benzerdir. Fransa'da, yukarıda belirtildiği gibi, bölge
yönetimleri, etnik, dilsel, dinsel veya kültürel öğelerle beslenen bir
özerkleşme sürecinin ürünü değildirler. Ayrıca, İspanyollar, özerkliği ulusun
ve ülkenin bölünmesi olarak değerlendirmemekte ve bu hususu Anayasalarında
güçlü bir şekilde vurgulamaktadırlar. 1978 tarihli Anayasanın 2. maddesi
şöyledir: "İspanyol ulusunun ayrılmaz birliğini, bütün İspanyolların ortak
ve bölünmez anavatanı esasını benimseyen Anayasa, onu oluşturan ulusal
toplulukların ve bölgelerin özerklik haklarını, aralarındaki dayanışmayı tanır
ve güvence altına alır." Bu açıklamaların ışığı altında, davalı partinin
bu konudaki görüşlerinin SPK 78-b hükmüne aykırı olduğu kabul edilemez.
Davalı
partinin adem-i merkeziyetçilik ile ilgili görüşleri bakımından not edilmesi
gereken bir özellik de, günümüzde, Türkiye'deki bütün partilerin benzer görüşleri
savunduğudur. Mevcut sisteme egemen olan katı merkeziyetçilikten şikayetçi
olmayan bir parti yoktur. Hükümetin de bu konuyu gündemine alması ve ciddi
hazırlıklara başlaması dikkat çekicidir. Gazetelere yansıdığı kadarıyla,
hükümet, savunma, emniyet ve adalet dışındaki tüm hizmetlere ilişkin
yetkilerini illere devretme hazırlığı içindedir. İllerde, bu yetkiyi, yöre
halkı tarafından seçilen il genel meclisi üyeleri ile sivil toplum örgütlerinin
temsilcilerinden oluşan il konseyleri kullanacaktır.
5-
Türkiye'de Azınlıklar Bulunduğunu İleri Sürme Yasağı
İddianamede,
davalı Parti'nin Programında ve Genel Başkan'ın açıklamalarında, Türkiye'de,
ciddi sorunları olan Kürtlerin ve diğer etnik ve inanç kesimlerinin var
olduğundan sözedilerek, SPK 81-a hükmüne aykırı tutum içine girildiği ileri
sürülmüştür. SPK'nın ilgili hükmünde, partilerin, Türkiye'de, milliyet, din,
kültür, mezhep, ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri
süremeyecekleri belirtilmektedir. Burada önemli olan nokta, maddenin,
yasaklanan düşüncenin yöneldiği amaç bakımından nedensellik bağının varlığını
aramamış olmasıdır. Diğer bir deyişle, yasakoyucu, burada, Türkiye'de
azınlıklar bulunduğu yönündeki görüşün, her zaman bölünmezlik ilkesine aykırı
bir amaç taşıyacağını baştan kabul etmiştir.
Sözkonusu
madde, ilk bakışta, Anayasada belirtilen bölünmezlik ilkesini somutlaştıran;
hangi tutum ve davranışların bu ilkeye aykırılık oluşturacağını tespit eden bir
hüküm görünümündedir. Yakından incelendiğinde ise, bu maddenin, Anayasada
öngörülen kapatma nedenlerinin dışında yeni bir kapatma nedeni getirdiği açık
bir şekilde görülmektedir. Anayasa, partilerin bölünmezlik ilkesine aykırı
amaçlar taşıyamayacaklarını belirtmektedir. Yasaklanan, bölünmezlik ilkesine
aykırı tutumdur. Bir partinin böyle bir amacı yoksa, tersine, bölünmezlik
ilkesine sahip çıkmaktaysa, o partinin bölünmezlik ilkesine aykırılık nedeniyle
kapatılması mümkün değildir. Bu bağlamda, Anayasaya uygun bir yasal düzenleme,
bölünmezlik ilkesine aykırılık oluşturan düşünce ve eylemlerin
"araç-amaç" bağlantısı kurularak belirlenmesiyle mümkün olabilir. SPK
81-a hükmü, belirttiği araç ile bölünme amacı arasında nedensellik bağı
kurmadığı için, Anayasaya aykırıdır.
SPK'da
düzenlenen parti kapatma nedenleri ve bu arada 81-a hükmü, 1995 Anayasa
değişikliğinden sonra yürürlükten kalkmıştır. Söz konusu hükmün hala yürürlükte
olduğu kabul edilse bile, Anayasaya açıkça aykırı olduğu için iptali gerekir.
Anayasaya aykırılık iddiasının incelenmesi, geçici 15. madde nedeniyle mümkün görülmezse,
bu maddenin Anayasaya mümkün olduğunca uygun bir şekilde yorumlanması
bakımından araç-amaç bağlantısının kurulması ve yasaklanan düşüncenin,
bölünmezlik ilkesine aykırılığı amaçladığının tespiti halinde kapatma nedeni
sayılması gerekir.
Anayasa
Mahkemesi, Kürtleri hem hukuksal hem de sosyolojik anlamda "azınlık"
kabul etmemekle birlikte, pek çok kararında yinelediği görüşleri dikkate
alındığında, uluslararası hukukun kabul ettiği ölçütler bakımından sosyolojik
anlamda bir azınlık tanımı ve nitelemesi yapmış olmaktadır: "Çeşitli
kökenden gelen yurttaşlarımız kendi dil ve kültürüne sahip bulunmakta"dır.
"Çeşitli etnik kökenlerden gelen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları kendi
dil ve kültürlerine sahiptirler."
Çağdaş
uluslararası belgeler, dil, din ve kültürleri farklı olan bireylerin,
farklılıklarının korunması ve geliştirilmesine yönelik haklardan
yararlanabilmek için, azınlık statüsünün tanınması gerekmediğini ifade
etmektedirler. Yani, uluslararası standartları (asgari düzeyde) uygulamak için,
sosyolojik azınlıkları hukuksal azınlık olarak nitelendirmek zorunluluğu
yoktur. Farklı kültürlere saygı ve insan hakları ilkesinden hareketle,
uluslararası belgelerde düzenlenen haklar pratiğe aktarılabilir. Nitekim, bazı
devletler, söz konusu uluslararası belgelerdeki yükümlülükleri, ülkelerindeki
farklı gruplara azınlık statüsü tanımadan, temel bireysel hakların tanınması
şeklinde yerine getirmektedirler. Bu yaklaşım, yetersizliği nedeniyle
eleştirilmekle birlikte, uluslararası asgari standartları gerçekleştirmektedir.
Anayasa
Mahkemesi'nin, SPK 81-a hükmünü yorumlarken esas aldığı ölçüt "hukuksal
azınlık" kavramıdır. "Irk ve dil farklılıklarına göre azınlık statüsü
tanımak, ülke ve ulus bütünlüğü kavramıyla bağdaşmaz." (SPK'nın 78 ve 81.
maddelerinin (a) bentlerinde) "yasaklanan kültürel farklılıkların ve
zenginliğin belirtilmesi olmayıp, bunların Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde
azınlıklar yaratarak, ulus bütünlüğünün bozulması ve buna bağlı olarak ayrımlara
dayanan yeni bir devlet düzeninin kurulması amacıyla kullanılmasıdır."
Buna göre, yasak olan, ülkede etnisite, dil, din veya kültür açısından
farklılaşan grupların (sosyolojik azınlıkların) bulunduğunu ileri sürmek değil;
bunların azınlık statüsü tanınması gereken nitelikte gruplar olduğunun
belirtilmesidir.
Davalı
partinin görüşleri SPK 81-a hükmü bakımından nasıl değerlendirilebilir'
Partinin programında ve genel başkanın konuşmalarında, Kürtler veya diğer
gruplar "azınlık", "ulusal azınlık", "halk",
"ulus" gibi, Mahkemenin ulusal bütünlüğü dışlayıcı olarak gördüğü
kavramlar ile nitelendirilmemişlerdir. Benimsenen terimler,
"Kürtler", "etnik gruplar", "inanç grupları"
gibi, Türk ulusunu oluşturan, bir bütünün parçalarını ifade eden kavramlardır.
Partinin "azınlık" kavramını kullanmaktan kaçınması, SPK 81-a
yasağını aşmak için geliştirilmiş bir tutum değildir. Parti programında,
Kürtler ile Türkler arasındaki ilişki bir "azınlık-çoğunluk" ilişkisi
olarak tanımlanmamış; her iki grubun, kader birliği yapmış, tasada ve kıvançta
ortak, ülkenin asli unsurları oldukları belirtilmiştir. Kürtlere kendi dil ve
kültürlerini koruma ve geliştirme olanaklarının tanınması için, azınlık statüsü
önerilmemektedir.
Partinin
yapmak istediği, bu konudaki yasaklayıcı hükümleri yürürlükten kaldırmak, bazı
yasalarda yer alan veya uygulamaya egemen olan soy esasına dayalı yaklaşımı
vatandaşlık esasına dayanan politikalarla değiştirmektir. Önerilen temel çözüm,
etnik- kültürel farklılıkları birey hak ve özgürlükleri çerçevesinde hukuksal güvenceye
kavuşturmaktır. Kürtçe eğitim, Kürtçe iletişim gibi haklar, bir azınlık hakkı
ya da çoğunluğun haklarından farklı bir ayrıcalık olarak görülmemelidir. Bu
haklar, ana dilin serbestçe kullanılmasında tüm yurttaşlara eşit davranılmasını
buyuran evrensel normdan kaynaklanıyor. Bu norma uygun davranmak ayrıcalık
yaratmayacağı gibi, farklı grupların temel insan haklarından yararlanmasında
eşitliği sağlamanın yegane yoludur. Davalı partinin görüşlerinin, Türkiye'de
hukuksal azınlık statüsü tanınması gereken gruplar bulunduğunu ileri sürmemesi
nedeniyle, SPK 81-a kapsamı içinde değerlendirilmesi mümkün değildir.
6-
Türk Dilinden veya Kültüründen Başka Dil ve Kültürlerin Korunması,
Geliştirilmesi ve Yayılması Yasağı
İddianamede,
davalı partinin, Kürtlerin kültürel haklarına ilişkin yasal düzenlemeler
yapılacağı, köy, mezra ve yer isimlerinin Kürt kültürünün parçası olduğu,
dinsel ve kültürel örgütlenme haklarının önünde engeller bulunduğu,
asimilasyonist politikalar izlendiği, uluslararası belgelerdeki hükümlerin
Türkiye'de de uygulanması gerektiği yönündeki görüşleri nedeniyle, SPK 81 -b
hükmünü ihlal ettiği ileri sürülmüştür.
SPK'nın
ilgili hükmü, ulus bütünlüğünün bozulması amacına yönelik bir aracı
tanımlamakta ve yasaklamaktadır. Bu araç, ulusal dil ve kültürden başka dil ve
kültürleri destekleyerek azınlık yaratmak olarak ifade edilmiştir. Maddede,
siyasal partiler, bu aracı kullanarak, "millet bütünlüğünün bozulması
amacını güdemezler" denmekteyse de, söz konusu hüküm amaç-araç
bağlantısını varsaymış; ayrıca kanıtlanması koşulunu aramamıştır. Böylece, ulus
bütünlüğünün bozulmasını amaçlamayan, kendi düşüncesine göre, onu koruyup
güçlendirmek isteyen bir parti, bu görüşüne maddede belirtilen aracı dayanak
yaparsa kapatılacaktır. Burada, söz konusu aracın, her zaman bölücü amaçlarla
kullanılmayabileceğinin ve bazı ülkelerde bu araca ulus bütünlüğünü
güçlendirmek için başvurulduğunun belirtilmesinin pozitif bir değeri yoktur.
Çünkü, yasakoyucu, söz konusu aracı, tartışmasız ulus bütünlüğünü bozucu olarak
görmüş ve yasaklamıştır.
Bu
şekilde yorumlandığında, SPK 81-b hükmünün, Anayasada öngörülen parti kapatma
nedenlerinin kapsamı dışına çıktığını kabul etmek gerekir. Bu hüküm, halen
yürürlükte olduğu kabul edilse bile, Anayasaya aykırıdır ve iptal edilmelidir.
Anayasa, bölünmezlik ilkesine aykırılık bakımından "amaç" koşulunu
aramaktadır. Kullanılan aracın kendi başına bir değeri yoktur. Kapatma nedeni
olabilmesi için, ülke ve ulus bütünlüğünü bozucu bir amaç için öngörülmüş
olması veya zorunlu olarak bu sonucu doğuracak nitelikte olması gerekir. Bu
nedenle, davada Anayasanın 68/4 hükmü doğrudan uygulanacaksa, davalı partinin,
Kürt dili ve kültürünün desteklenmesi yönündeki görüşleri,
"amaç-araç" bağlantısı kurularak değerlendirilmelidir. SPK'nın ilgili
hükmü uygulanacaksa, yine bölünmez bütünlüğe aykırı amacın tespit edilmesi
gerekir. Çünkü, bu maddenin, Anayasanın temel ilkelerine ve 68/4. maddesine
olabildiğince uygun yorumlanması, Anayasanın üstünlüğü esasının ve hukuk
devleti ilkesinin bir sonucudur.
Davalı
partinin Programı ve Genel Başkan'in konuşmaları bir bütün olarak
değerlendirildiğinde, ulus ve ülke bütünlüğünü bozucu bir amacın bulunmadığı
görülmektedir. Ayrıca, özel olarak, Kürt dili ve kültürünün korunup
geliştirilmesi isteğinin de bölücü bir düşünce ile ortaya konmadığı, tam
tersine bunun Kürtlerin devlete olan bağlılığını arttıracağına inandıkları
Genel Başkan tarafından ifade edilmiştir (İddianame, s.34). Bu konu, Ankara 2
Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin bir kararında da tespit edilmiştir. Ceza yargısı
ile Anayasa yargısı farklı alanlar olmakla birlikte, bir cümle ile söz konusu
karara değinmekte yarar var: Mahkeme, davalı partinin Genel Başkanı'nın,
Kürtlerin kültürel haklarının ve bu arada eğitim hakkının tanınması gerektiği
görüşünün bölücülük propagandası olarak kabul edilemeyeceği sonucuna varmıştır.
Bu
noktada, Mahkemenin, SPK 81-b hükmünü bugüne dek nasıl yorumladığına bakmak
gerekir. Mahkemeye göre, SPK'nın "(b) bendinde ise, siyasi partilerin,
Türk ulusunca oluşturulan ortak dil ve kültürü dışlar biçimde başka dil ve
kültürleri korumak, geliştirmek ya da yaymak yoluyla ülkede azınlık yaratarak
millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemeyecekleri belirtilmiştir."
Yukarıdaki
alıntıdan da anlaşılacağı üzere, Mahkeme, söz konusu yasağın kapsamını
daraltıcı bir yorum getirmiştir. Buna göre, başka dil ve kültürlerin korunması
ve geliştirilmesinin amaçlanması, ortak dil ve kültürü dışlar biçimde ifade
edildiğinde bir kapatma nedeni olacaktır. Ulusal kültür ve dilin korunması ve
güçlendirilmesinden yana olan bir partinin, aynı zamanda, ülkedeki başka dil ve
kültürlerin korunması ve geliştirilmesini amaçlaması halinde, bu tutum, SPK
81-b hükmüne aykırılık teşkil etmeyecektir. Belirtmek gerekir ki, bu yorum, SPK
hükümleri dikkate alınmaksızın, doğrudan Anayasanın 68/4. maddesine dayanılması
durumunda da geçerli olabilecek bir yaklaşımdır. Ayrıca, konu ile ilgili
uluslararası belgelerde, bu yoruma, paralel biçimde, azınlıkların dil ve
kültürlerinin korunup geliştirilmesinin resmi dile zarar vermeyecek ve
çoğunluğun haklarını kısıtlamayacak şekilde yapılabileceği esası getirilmiştir.
Davalı
partinin, ulusal dil ve kültürden başka dil ve kültürlerin desteklenmesi ile
ilgili başlıca görüşleri şöyledir:
-
Kürtlerin, kendi çocuklarına Kürtçe adlar takmaları engellenmeyecektir.
Değiştirilen Kürtçe yerleşim birimi isimleri, tekrar orijinal haline
kavuşturulacaktır.
-
Kürtçe'nin kullanılması, öğrenilmesi ve öğretilmesinin önündeki engeller
kaldırılacaktır. Her dilde radyo-televizyon yayını yapılabilecektir.
-
Diller ve kültürler üzerindeki yasaklamalar kaldırılacak, bu konuda
uluslararası hukukun standartları esas alınacaktır.
-
Seçim propagandalarında Türkçe'den başka dil kullanılamayacağına ilişkin yasak
kaldırılacaktır.
Burada
belirtilen görüşlerin hiçbiri, ulusal dil ve kültürü dışlar biçimde
savunulmamıştır. Kürtlerin yaşadığı bölgelerdeki Kürtçe yer isimleri, aslında
ulusal kültürün bir parçasıdır. Ulusal kültür, etnik Türklerin kültürü olmayıp,
bütün alt kültürlerin tarih içinde ulaşılmış bir sentezi olduğuna göre, ulusal
kültürü zedeleyen davranış, söz konusu isimlerin Türkçeleştirilmesi olmuştur.
Aynı esas, bir dönem, çocuklara Kürtçe adlar verilmesinin yasaklanması
bakımından da geçerlidir. Ulusal kültür, onu zenginleştiren unsurların tahrip
edilmesiyle korunamaz, geliştirilemez.
Kürtçe
eğitim ve radyo-televizyon yayınına gelince. Türkçe'nin resmi dil olduğunu ve
devletin bu dili her vatandaşa öğretme görevi bulunduğunu kabul eden bir
partinin, bu konudaki görüşlerini, ulusal dil ve kültürü dışlayıcı şekilde
nitelemek doğru olmaz. Yine, ihtiyaç duyulan yerlerde (Kürtçe'nin yaygın olarak
konuşulduğu veya Türkçe bilmeyen kişilerin bulunduğu ortamlarda) seçim
konuşmalarının Kürtçe yapılmasının bir sakıncası olacağı düşünülemez. Partinin,
dil ve kültür konusunda uluslararası hukukun standartlarını benimsediğini
söylemesi de, görüşlerini ulusal dil ve kültürü dışlamayacak şekilde
oluşturduklarının bir kanıtıdır. Çünkü, uluslararası hukuk buna olur
vermemektedir.
İddianamede
belirtildiğinin aksine, davalı parti, Kürtçe'yi, resmi dil yerine genel
iletişim ve eğitim dili olarak kullanmayı hiçbir şekilde savunmamıştır.
İddianamede de bu iddia varsayılmış; Genel Başkan'ın hangi sözünden ya da
programın neresinden çıkarıldığı belirtilmemiştir. Davalı Parti, Kürtçe'nin, resmi
dilin yerine geçirilmesini amaçlamamakta, talep olan yerlerde, resmi dilin
yanında, eğitim kurumlarında kullanılmasını istemektedir. Yine, iletişim dili
olarak, Kürtlerin yaşadıkları yerlerde Türkçe'nin yasaklanması, radyo
televizyon yayınlarının yalnızca Kürtçe yapılması gibi bir durum söz konusu
değildir. İstenen, Türkçe'nin yanısıra, Kürtçe'nin de her tür medyada
kullanılmasına olanak sağlanmasıdır.
İddianame,
Kürt dili ve kültürü üzerindeki yasakların kalkmasını ulus bütünlüğüne yönelik
bir tehdit olarak görmektedir. Kuşkusuz, ulusun ve ülkenin bütünlüğünün
savunulması anayasal bir ilke ve devletin dayandığı temel bir esastır. Ancak,
Türkiye'nin, barındırdığı farklı grupların dil ve kültürlerine karşı bugüne
kadar izlediği politikadan her ayrılışı ulus bütünlüğüne aykırılık olarak
değerlendirmek gerçekçi değildir. Yakın bir zamana kadar, Kürtçe gazete, kitap,
dergi ve müzik kaseti çıkarmak ulus bütünlüğü ile bağdaşmaz kabul ediliyordu.
Bu alandaki yasağın kalkmasıyla, ulus bütünlüğünün bozulduğunu iddia eden
olmadığı gibi, hem iddianamede (s.68 ), hem de Anayasa Mahkemesi kararlarında,
bu serbestinin tanınmasından, kendi argümanlarının desteklenmesi amacıyla
yararlanılmıştır.
İddianamede,
davalı partinin, Kürtçe'nin eğitim ve iletişim alanında serbestçe kullanılması
görüşüne karşılık olarak, "yerel düzeyde kalmış, gelişmemiş diller
bireylere manevi varlıklarını geliştirme olanağı sağlayamaz" denmektedir.
Bu, kuşkusuz, iki binli yılların eşiğinde, Türkiye Cumhuriyeti'ni temsil eden
üst düzeyde bir kamu görevlisi için oldukça talihsiz bir iddiadır. Yeterince
gelişmemiş ve yaygın olarak konuşuluyor olmasa bile, bir kimsenin, ana dilini
kullanmasının onun manevi varlığını geliştirmeyeceğini ileri sürmek, kültürlere
saygılı, çağdaş ve demokrat bir zihniyet ile bağdaşmaz. Ana dilin
kullanılmasının, kişinin manevi varlığını geliştirip geliştirmeyeceğini tespit
edecek makam Başsavcılık değildir. Buna her bireyin kendisinin karar vereceği
tabiidir. Devlete düşen bir görev varsa, o da, ana dili Türkçe olmayanları rencide
edecek şekilde onların dilini küçümsemek değil; bireylerin ana dillerini özel
ve kamusal alanda kullanabilmelerini kolaylaştırmak, en azından engel
olmamaktır.
7-
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Genel İdare İçinde Yer Almasına İlişkin
Anayasanın 136. Maddesine Aykırılık
Siyasal
Partiler Kanunu'nun, "laik devlet niteliğinin korunması" başlığı
altında sıraladığı kapatma nedenlerinden biri, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın
genel idare içindeki konumuyla ilgilidir. Bu Kanunun 89. maddesine göre,
siyasal partilerin, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Anayasada düzenlenen konumuna
aykırı amaç gütmeleri bir kapatma nedenidir.
1995
tarihli Anayasa Değişikliği SPK'nın parti kapatma nedenlerini yürürlükten
kaldırdığı için, bu maddeye dayanılarak dava açılması yerinde değildir. İlgili
maddenin, halen yürürlükte olduğu kabul edilse bile, açıkça Anayasaya aykırı
olması nedeniyle iptali gerekir. SPK 89, Anayasanın 68/4. maddesinde yer alan
laiklik ilkesine aykırılık yasağını somutlaştıran bir hüküm olarak görülemez.
Çünkü, Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi açısından zorunlu veya gerekli
bir kurum değildir. Bir partinin hem bu kuruma karşı olması, hem de laikliği
benimsemesi mümkündür. Öğretide, Türkiye'ye özgü koşulların ürünü olarak ortaya
çıkan bu kurumun, genel idare içinde yer almasının, laik devlet düzeni ile
bağdaşmadığı konusunda, gittikçe pekişen bir kanı vardır.
Laiklik
kavramı, Anayasamızın temel ilkelerinden birisi olmakla birlikte, içeriği
üzerinde kamuoyunun yeterince uzlaşma sağladığı söylenemez. Laiklik, bazen,
benzer kavramlar olan "dünyevileşme" ve "laikçilik" ile
karıştırılmaktadır. Laiklik, siyasal ve hukuki bir terimdir. Anlamı da
yeterince açık olup; siyasal iktidarın meşruluğunun dinden kaynaklanmadığı bir
sistemi ifade eder. Bu ilke, dinin devlete karışmasına engel olduğu gibi,
devletin de dine karışmasına izin vermez. Dünyevileşme, sosyolojik bir
kavramdır ve anlamı laiklikten farklıdır. Dünyevileşme, dinin toplumsal
yaşamdaki öneminin azalması demektir. Laikçilik ise, bir felsefi öğreti olarak din
karşıtlığı esasına dayanır.
Bu
üç kavramdan birincisi, yani hukuki ve siyasal anlamıyla laiklik, demokratik
bir rejim için zorunlu koşuldur. Fakat, yeterli koşul değildir. Dine dayanmayan
laik bir düzen, pekala otoriter ve totaliter olabilir. Laiklik olmadan
demokrasi olmaz ama, demokratik olmayan laik bir düzenin de ahlaki açıdan
savunulabilir yönü yoktur. Diğer kavram olan dünyevileşmenin; demokrasi ile
böyle yakın bir ilgisi bulunmamaktadır. Demokratik rejimler, dinin toplumsal
yaşamdaki ağırlığının yüksek olduğu, halkı dindar olan toplumlarda da
kurulabilir. Kuşkusuz, demokrasi düşüncesinin filizlenmesine olanak tanımayacak
derecede karşıt ilkelere dayanan bir dinsel öğretinin toplumsal yaşama egemen
olması durumunda, bu yargı geçerliliğini yitirecektir. Laikçilik ise, son
tahlilde, özgürlük ve eşitlik karşıtı bir tutum sergilemesi nedeniyle demokrasi
ile bağdaşmaz. Özellikle, dindar vatandaşların çoğunlukta olduğu toplumlarda,
halkın iradesinin reddedilmesi sonucunu doğurur ki, böyle bir rejim demokrasi
olarak adlandırılamaz.
Türkiye'deki
uygulamaya baktığımızda, bu üç kavramdan ilk ikisini içeren bir laiklik
anlayışıyla karşılaşırız. Ülkemizin özgün koşulları nedeniyle, Türk Devrimi,
dini yalnızca devletin değil, toplumsal yaşamın da dışına çıkarmayı hedefledi.
Bu anlamda, pek çok yazar, laikliği "din-devlet ayrılığı" olarak
değil; çok daha geniş bir kapsamı olan "din ve dünya işleri ayrılığı"
olarak tanımlamıştır. Böylece, Türkiye'deki laiklik, siyasal ve hukuki
boyutunun yanısıra, dünyevileşmeyi de içeren bir anlam kazanmıştır. Fakat,
laikliğin, Türkiye'de, hiçbir zaman, laikçilik olarak uygulandığı, din
karşıtlığına dönüştüğü söylenemez. Yapılan, dinin siyasal ve toplumsal yaşamdan
çıkarılıp, vicdanlara bırakılmasıydı. Bu da, İslam'da hiç bulunmayan bir
kavramla ifade etmek gerekirse, bir reformdu.
Dünyevileşme
boyutunu da içermesi nedeniyle, Türkiye'deki laikliğin Batıdaki laiklikten
farklı olduğu doğrudur. Ancak, gözden kaçırılmaması gereken nokta, Batıda,
dünyevileşme olarak adlandırabileceğimiz sürecin, laiklik ilkesinin
benimsenmesinden önce yaşandığı ve toplumsal yaşamın büyük ölçüde akla ve
bilime dayalı olarak örgütlendiğidir. Dinin vicdanlara bırakılması, Batıda,
Türkiye'ye göre, çok erken tarihte gerçekleşmiştir. Batıdaki laiklik
uygulaması, dinin toplumdaki rolünün azaltılması fonksiyonunu üstlenmemekle
birlikte, Batılı ülkelerin, sosyolojik anlamda dünyevileşmiş toplumlara sahip
oldukları açıktır.
Bu
bağlamda iki ayrı laikleşme modelinden söz edilebilir. Birinci model, Batıda
Fransa'da uygulanmıştır. Fransa'da, 1789 Devrimi'nin ardından, din ve devlet
işleri birbirinden ayrıldı. Dinin devlete karışmasına izin verilmezken, devlet,
dini vesayet altında tutan politikalar izledi. Kilisenin mal varlığına el
konuldu (millileştirildi). Din adamlarına Anayasaya sadakat yemini ettirildi.
Eskiden kilise kaynaklarından yararlanan ve devlet ile bir bağı olmayan din
adamları, devletten maaş alan görevli statüsüne sokuldular. Devlet, dini
öğretimin içeriğini denetledi.
İkinci
model, Batıda, İngilizce ve Almanca konuşulan ülkelerde benimsendi. Bu
ülkelerde, din ve devlet ayrılığı, Fransa'dakinden farklı olarak, çatışmacı
tarzda değil; uzlaşmacı bir süreç içinde gerçekleşti. Bu süreç içinde, devlet
radikal önlemler almadı. Kilisenin özerkliği kabul edildi. Ortaçağ boyunca
siyasal otorite ile iktidar mücadelesi veren dini otorite, barışçı bir şekilde
kendi alanına çekildi.
Fransa,
radikal ve çatışmacı yöntemini 1880'lerde terk etmeye başladı. Bu yüzyılın
başında ise, artık, devlet büyük ölçüde elini dini alandan çekmişti. Bugün için
Fransa ile diğer Batılı ülkelerin laiklik anlayışı arasında çok önemli farklar
kalmamıştır. Laikleşme bakımından izlenen yöntemler farklı olmakla birlikte,
ulaşılan noktada, dinin siyasal yaşamdan tamamen geri çekilmesi, toplumsal
yaşamdaki etkisinin ise azalması söz konusudur. Din, bireysel ve vicdani bir
tercih işi durumuna gelmiştir.
Türkiye'de
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın varlığını bu perspektiften değerlendirmek
gerekir. Türk Devrimi'nin ilk dönemlerinde, bu kurum esas olarak, dinin
vicdanlara bırakılması gerektiği anlayışını toplumda yerleştirmeyi amaçlayan
bir işlev görmüştür. Yani, dünyevileşme politikasının araçlarından biri
olmuştur. Varlığının da gördüğü işlevle sınırlı olması doğaldır. Nitekim,
öğretide de, laiklik ilkesi ile bağdaşmadığı kabul edilen bu kurumun,
olağanüstü bir tedbir olduğu ve geçici bir uygulama olması gerektiği
belirtilmiştir.
Diyanet
İşleri Başkanlığı'nın bugünkü konumunun yarattığı ciddi sorunlar ve laiklik
ilkesi ile bağdaşmazlığını açıklayan görüşler pek çok çalışmada incelenmiştir.
Burada ayrıntıya girmeye gerek yoktur. Bu kurumun aynen muhafaza edilmesinden
yana olanlar kadar, kaldırılmasını isteyenler de, güçlü gerekçeler ileri
sürmektedirler. Bu dava bakımından önemli olan, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın,
laikliğin tek modeli olmadığının kabul edilmesi ve bu kurumun kaldırılmasını
istemenin laiklik karşıtlığı olarak nitelendirilmemesidir.
Anayasanın
Diyanet İşleri Başkanlığı'nı güvence altına aldığı açıktır (m. 136). Fakat, bu
düzenleme, Anayasanın 2. ve 68/4. maddesinde öngörülen laiklik ilkesinin
zorunlu bir sonucu değildir. Anayasanın 136. maddesi değiştirilerek, bu kurumun
varlığına son verilebilir. Programına bu görüşü koyan bir parti, sırf bu
nedenle laiklik ilkesine aykırı hareket etmiş olmaz. Böyle bir sonuca
varabilmek için, laikliğe aykırılığın başka bazı olgularla desteklenmesi veya
genel görüşleri itibarıyla partinin laikliğe karşı olduğunun tespit edilmesi
gerekir. Bir parti hem laiklikten yana, hem de Diyanet İşleri Başkanlığı'na
karşı olabilir.
Bu
noktada, Diyanet İşleri Başkanlığı'nı savunmanın da, tek başına, laikliği
benimsemek anlamına gelmediğini vurgulamak gerekir. Bu konuda, İslami bir
devlet düzeninden yana olan M. Şevki Eygi'nin sözleri anlamlıdır: "Ben
şahsen statükonun muhafazasına taraftarım. Zira, zaman İslam'ın ve
Müslümanların lehine işlemektedir...Gün gelecek hak yerini bulacaktır. Sünni
İslamlıkta din ve dünya ayrımı olmadığına göre, mevcut modelin muhafazası en
akıllı yoludur" şerrin ehvenidir.
Hukuk
düzenimiz, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın konumunu korumak için, aykırı
görüşleri parti kapatma nedeni yaparken, bu kurumun başkanın şu görüşleri
savunmasına olanak tanımaktadır: "Türkiye'de ...dini müessese devlet
yapısı içinde yer alıyor... Laiklikten söz edebilmek için din işlerinin devlet
içinde olmaması lazımdır. Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir teşkilata devlet
içinde yer verilmemesi lazımdır. Din işlerinin cemaate bırakılması
lazımdır."
Diyanet
İşleri Başkanının bu sözleri bir çok yönden önemli olmakla birlikte, kendi
kurumunu "dini müessese" olarak tanımlamış olması özellikle dikkat
çekicidir. Anayasa Mahkemesi, kararlarında, bu kurumu laiklik ilkesi ile uyumlu
bulurken, ileri sürdüğü gerekçelerden biri de, kurumun "dinsel örgüt"
olmadığıydı. Mahkemenin bu tespiti, Kurumun ilk dönemleri için bir ölçüde doğru
kabul edilebilirse de, bugün, sürekli artan bütçesi, kadroları, yazılı ve
görsel yayınları, büyük bir ekonomik güç haline gelen vakıfları,
"fetva" niteliğinde sayılabilecek açıklamaları ile birlikte ele
alındığında, Diyanet İşleri Başkanlığı, bir mezhebi esas alarak dini yayan bir
devlet kurumu durumundadır. Böyle bir örgütün, kurumun başkanının yaptığı gibi,
dini müessese olarak adlandırılması yanlış bir tanımlama sayılmaz.
SPK'nın
89. maddesinin, bir başka boyutuyla, kurallar kademelenmesi ilkesi ve
Anayasanın üstünlüğü esası ile bağdaşmayan bir yönü de bulunmaktadır. Şöyle ki:
Bu hüküm uyarınca, partiler Diyanet İşleri Başkanlığı'nın statüsünü
tartışamayacak, farklı görüş üretemeyecektir. Bu yasak, kurumun statüsü ile
ilgili Anayasanın 136. maddesini değiştirilemez madde haline dönüştürüyor. Oysa
Anayasanın değiştirilemeyecek maddelerinin neler olduğu 4. maddede
belirtilmiştir ve bunlar arasında 136. madde yoktur. SPK 89, Anayasanın bir
maddesini fiilen değiştirilemez hale dönüştürerek, Anayasa değişikliğine olanak
tanıyan 175. maddeye aykırı bir yasa maddesi durumuna gelmiştir.
Diyanet
İşleri Başkanlığı'nın konumuna aykırı tutumları kapatma nedeni sayan SPK 89
hükmünün halen yürürlükte olduğu ve Anayasaya aykırılığının (geçici 15. madde
nedeniyle) ileri sürülemeyeceği kabul edilse bile, bu maddenin mümkün olduğunca
Anayasaya uygun şekilde yorumlanması gerekmektedir. Bu durumda, söz konusu
kurumun kaldırılmasının istenmesinin kapatma nedeni olabilmesi için, bu tutumun
laikliğe aykırı amaçla yapıldığının tespiti gerekir. Çünkü, Anayasanın 68/4.
maddesi, laikliğe aykırılığı kapatma nedeni saymıştır.
Davalı
parti, programında laikliği benimsediğini açıkça yazmıştır. Önerdiği devlet düzeninin
de laik olduğu kuşku götürmez. Programda, dinin cemaatlere bırakılmasının
istenmesi, devletin bu alandaki denetiminin bütünüyle kaldırılması anlamına
gelmez.
Dini
faaliyetleri cemaatlerin yürüttüğü Batılı ülkelerde, devletin, kamu düzeni
mülahazasıyla bu alana girmesi, önleyici veya cezalandırıcı olarak müdahale
etmesi kabul edilmiştir. Aksinin olması da düşünülemez. O ülkelerde devletin
yapmadığı, din işlerinin bizzat yürütülmesi ve din hizmeti verilmesidir.
Bu
konuda son bir nokta da, davalı partinin, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bugünkü
işleyiş biçiminin ciddi sorunlar doğurduğu, bu nedenle, yürüttüğü faaliyetlerin
esaslı kısmının cemaatlere devredilmesi gerektiğini savunmakla birlikte,
kurumun hukuki varlığının sona erdirileceğini söylememiş olmasıdır. İddianamede
belirtildiği gibi, partinin görüşleri uygulandığında, kurumun tüm görevlerinin
ortadan kalkması, dolayısıyla kendisinin de varlığının sona ermesi söz konusu
değildir.
Davalı
Parti, kurumun hangi görevleri yürütmeye devam edeceğini açıklıkla
belirtmemektedir. Ancak, onun bütünüyle kaldırılmasından yana olduğunu beyan
etmemiş olması, dikkate alınması gereken bir özelliktir.
İddianamedeki
suçlamalara teker, teker verdiğimiz bu cevaplardan sonra, önemsediğimiz bazı
noktalara değinmek istiyoruz.
Hakimin
Rolü
Hukukun
yapısında biraz tutuculuk var. Genellikle siyasal ve toplumsal gelişmeleri
geriden izler. Statükoyu benimser. Fakat geç de olsa gelişmelere ayak uydurur.
Bunu doğal karşılamak lazım. Ancak hukuku, hiçbir zaman gericiliği koruyan, gelişimi
ve değişimi engelleyen bir konuma düşürmemeye özen göstermek lazım. Bu da
gelişmelere hızlı ayak uydurmakla mümkün. Özellikle siyasal yaşamla ilgili
konularda daha bir dikkatli olunmalıdır. Siyasi partiler ve düşüncelerle ilgili
normlar, farklı siyasi anlayışlara göre, farklı yorumlar ve farklı sonuçlar
doğurabilir. Bunu bir örnekle açalım.
Davamızdaki
"Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesi"ni ihlal,
3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası'nda cezai müeyyideye bağlanmıştır.
Bu
ilke tekilci, ırkçı bir yoruma tabi tutulduğunda, Türkiye'de Türklerden başka
herhangi bir etnik grubun varlığından söz etmek suç sayılmıştır. Pek çok insan
bu nedenle cezalandırılmıştır. Ancak neden sonra, bu haksız uygulamadan kısmen
vazgeçilmiştir. Irk ve kültür birliğinin "ulusal bütünlük" için
gerekli olmadığı; çoğulcu bir etnik ve kültürel yapıyla da, ulusun bütünlüğünün
sağlanabileceği gerçeği fark edilmiştir.
Çağımızın
gereği de budur. DGM'lerde daha önce suç kabul edilen pek çok ifade, suç
kapsamından çıkmıştır.
Ekte
sunduğumuz Ankara 2 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi E. 1995/99, K. 1995/120,
04.12.1995 günlü dosya içeriğinden anlaşılacağı gibi, davalı DKP'nin Programına
aldığı ve dava konusu edilen bütün konular mahkemede yargılama konusu olmuştur.
Dava beratla sonuçlanmış, Yargıtay'ın onayından geçerek kesinleşmiştir.
Yargıdaki
uyum ve bütünlük açısından, özellikle de davalı partiyle ilgisi nedeniyle bu
kararın Yüce Mahkemenizce dikkate alınacağını umarız.
Ayrıca,
Yüce Mahkemenizin 1996/3 Esasında kayıtlı Demokratik Barış Hareketi ile ilgili
kapatma davasında, Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası antlaşmaların dikkate
alındığı, çağın gereklerine uyma ihtiyacının duyulduğu görülmektedir. Adı geçen
Siyasi Parti'nin kapatma davasının reddedilmiş olduğu da bu gerçeği teyid
etmektedir.
Demek
ki, aynı yasalarla, demokratik-çağdaş bir yorumla daha adil bir karara varmak
mümkündür. İşte hakimin önemi ve rolü kendisini göstermektedir. "İyi hakim
varsa, kötü yasa yoktur."
Sayın
Başsavcı Ve Atatürkçülük
Totaliter-otoriter-tekilci
bir anlayış, İddianameye yansımıştır. Sayın Başsavcı, Atatürk'ün bazı
düşüncelerini kendisine destek yapma ihtiyacı duymaktadır. Elbette, devletin
kurucusu olarak Atatürk'ün düşüncelerinin önemi büyüktür.
Ne
var ki, Atatürk'ün düşüncelerini, donmuş kalıplara döküp doğmatizmaya
dönüştürmek, hem Atatürk'ü anlamamak ve hem de Atatürk'e haksızlıktır.
Atatürk'ün hangi amaçlarla, hangi şartlarda ve hangi dönemde bu görüşleri
serdettiğini kavramak lazım gelir.
Atatürk,
"Muassır medeniyet seviyesi"ni hedef göstermiştir. O dönemin
"Muassır medeniyeti" Batı Avrupa medeniyeti idi. 1920'li - 1930'lu
yılların Avrupasına otoriter-totaliter-tekilci anlayışlar egemendi. Yorum ve
uygulamalarda bu devletler örnek alındı. Bu devletlerin, "Tek millet, tek
devlet, tek ideoloji, tek parti, tek şef anlayışı Türkiye Cumhuriyeti'ne egemen
kılındı. "Muassır medeniyet seviyesi" hedefi bunu getiriyordu.
Bugün
de, muassır medeniyeti (çağdaş uygarlığı), Avrupa ve Batı alemi temsil
ekmektedir. Ancak, 1930'ların otoriter-totaliter-tekilci rejimlerini
lanetleyerek ve terk ederek... Bugün benimsenen rejim; insan hak ve
özgürlüklerine dayalı, her türlü farklılığa saygılı, adem-i merkeziyetçi,
ekonomide liberalist, çoğulcu-özgürlükçü-katılımcı demokratik rejimdir.
Kuşkusuz,
çağdaş uygarlık düzeyini hedef gösteren Atatürk, bugün hayatta olsaydı,
tereddüt göstermeden, Batılı alemin değerlerine sahip çıkacaktı. 1930'lara
takılı kalmazdı. Aklın yolu budur. Ve Atatürk akılcıydı. Kimse Atatürk adına
1930'ların değerlerini savunmasın.
Değişen
Şartlara Uyum Sağlamak
Şartların
değişmesiyle, anlayışlarda da köklü değişiklikler olabileceğini, Fransa örneği
ile gözler önüne sermekte yarar var.
Fransa,
yönetimde Türkiye'nin genellikle kendisine örnek seçtiği ülkedir. Türkiye'nin tekilci
devlet ve toplum modelini benimsediği; Kürtleri asimile etmeyi devletin temel
hedefi haline getirdiği yıllarda, 1925 yılında dönemin Fransa Milli Eğitim
Bakanı şöyle diyor: "Fransa'nın tarihsel birliği için Brötonca'nın ortadan
kaldırılması gerekir."
Aynı
Fransa, 1951'de ülkedeki yerel dilleri tanıyan yasa çıkartıyor. 1982'de
parlamento Korsika için özerklik yasası çıkartıyor. Bu köklü değişikliklerle
ilgili reformların gerekçesini, Cumhurbaşkanı François Mitterrand, 1981'de
şöyle açıklıyor: "Fransa'nın kurulabilmesi için geçmişte güçlü ve
merkeziyetçi bir iktidara gereksinme duyulmuştur. Bugün ise, dağılmaması için,
siyasal erkin ağırlıklı olarak yerel yönetimlere bırakılması zorunlu duruma
gelmiştir."
1925'li
yıllarda katı bu merkeziyetçiliği savunan Fransa ve Türkiye'den; daha sonra
köklü bir değişiklikle adem-i merkeziyetçi sisteme geçen Fransa, problemsiz bir
şekilde ulusal birliğini sağlamlaştırmıştır. Türkiye ise, 1925'teki katı
merkeziyetçiliğinde ısrar ederek, bir iç savaşla boğuşmaktadır. Bu durum
üzerinde ibretle durulmalıdır.
Fransa
üniter bir devlettir; ancak adem-i merkeziyetçilikle yönetilmektedir. Üniter
devletle, merkeziyetçi devleti özdeş kabul eden, sayın Başsavcıya Fransa örneği
en iyi cevaptır.
Azınlık
İddiası
Ne
DKP'nin Programında, ne de hiçbir yetkilisinin beyanlarında Kürtler azınlık
olarak nitelendirilmiştir. Bu iddia, sayın Başsavcının bir yakıştırmasıdır.
DKP'nin
Bölge Ve Irk Esasına Dayandığı İddiası
DKP,
daha Programının ilk cümlesinde Türkiye'nin bütün sorunlarına sahip çıktığını
ifade etmiştir. Ayrıca, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılmasını hararetle
savunan bir partidir. Bunun ötesinde "dünya devleti"ni, "dünya
vatandaşlığını insanlığa hedef olarak göstermiştir. Bu karakterde olan DKP'nin,
ırkçılık ve bölgecilikle suçlanması büyük bir insafsızlıktır.
DKP
Barışın Ve Huzurun Umududur.
DKP,
çok kısıtlı imkanlarla kuruldu. Ne bir yayın organına sahip, ne de profesyonel
propaganda gücü var. Ama DKP; kuruluşundan itibaren akl-ı selimle hareket eden,
halkını seven, bu ülkeye huzur ve barışın gelmesini özleyen, çağdaş dünya ile
tanışık olan bu ülkenin saygın basın çevresinden yakın ilgi gördü. Barış ve
huzurun umudu olarak karşılandı. Heyetinizin DKP'yi daha iyi anlamalarına katkı
sağlar diye, değişik çevrelerden basın mensuplarının DKP ile ilgili
yazılarından bazı kupürleri ekte sunuyoruz. Dileriz bu yazılar dikkatlice
okunur.
DKP'den
Rahatsız Olanlar
DKP'den
memnun olanların yanında, rahatsız olanlar da vardır. Gerek Türk, gerek Kürt
çevrelerinden şiddet yanlısı şahinler, çatışma ortamından yarar sağlayanlar,
DKP'nin demokratik ve barışçı tutumundan rahatsızdırlar. DKP, bu çevrelerin
sürekli saldırılarına maruz kalmıştır. Bunu anlamak mümkün. Ancak, bir hukuk
adamı olarak sayın Başsavcı'nın tutumunu anlamak mümkün değil.
DKP
aleyhine açılan kapatılma davası, Kürt sorununun ülke bütünlüğü içinde,
demokratik ve barışçı yöntemlerle çözülebilir umudunu taşıyanların, umudunu
kırmıştır. Bu umut kırıklığı, şiddet yanlısı ayrılıkçıların ekmeğine yağ
sürmektedir. Bu ülkenin insanına yapılabilecek en büyük kötülük de budur.
Sonuç
Ve Talep
Bu
değerlendirmeler, savunma gerekçelerimiz, hukuki ve yasal dayanaklar ve ekte
sunduğumuz belgeler ışığında Demokratik Kitle Partisi (DKP) hakkında açılmış
bulunan Kapatma Davası haksız ve hukuksal dayanaklardan yoksun olduğu gibi,
Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası'na göre de kapatmayı gerektiren herhangi bir
durum da mevcut olmadığından, Partimiz hakkında açılmış bulunan davanın reddine
karar verilmesini arz ve talep ederiz."
Ön
savunmaya ek olarak, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç.
Dr. Oktay Uygun'un dava ile görüşünü belirleyen bir raporu, DKP programı ve
ayrı bir klasör içinde de kimi yorum, yazı ve kararlar Anayasa Mahkemesi'ne
sunulmuş ve dava dosyasına konulmuştur.
III-
YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI'NIN ESAS HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığının 25.9.1997 günlü, SP.91.Muh. 1997/521 sayılı esas
hakkındaki görüşünde aynen :
"Davalı
Parti'nin ön savunmasının incelenmesinde; esas hakkındaki savunmaya geçmeden
önce, Anayasa kurallarının yorumlanmasında izlenen metodoloji ile 23.7.1995
tarihli Anayasa değişikliği karşısında Siyasi Partiler Kanunundaki parti
kapatma nedenlerini düzenleyen hükümlerin durumu hakkında görüş bildirildiği ve
bazı isteklerde bulunulduğu anlaşılmaktadır.
Hiç
şüphe yok ki, bir hukuk kuralının yorumlanmasında sadece o kuralın tümü ya da
bir bölümünü ele alarak onunla bir sonuca varmaya çalışmak çok defa yanıltıcı
olabilir. Bu sebeple, yorumlanan o kural, içinde yer aldığı hukuki metinde yer
alan öteki kurallar ile birlikte ve arasındaki ilişki gözönünde bulundurularak
manalandırılmalıdır.
Anayasanın
dayanak aldığı temel ilkelerden birinin özgürlükçülük olduğu muhakkaktır.
Ancak, Anayasa kurallarının ve özellikle siyasi partilerle ilgili olanların
sırf bu ilke açısından değerlendirilip yorumlanması hatalı sonuçlara
götürebilir. Kaldı ki, siyasi partiler hakkındaki Anayasa kuralları mutlak bir
özgürlük içermemektedir. Devlet hayatındaki olağanüstü rollerine iddianamede
işaret ettiğimiz siyasi partilerin Cumhuriyetin ilkelerini tahrip edici bir güç
odağı haline gelmesine seyirci kalınamayacağından, bu halde siyasi partilerin
kapatılması esası kabul edilmiştir. O halde, siyasi partilerle ilgili Anayasa
normları Anayasanın öteki temel dayanaklarından biri olan devletin güvenliği
ile ilgili esasları ile birlikte düşünülmelidir. Bu esasların başında dava ile
ilişkili olarak Anayasanın 68. maddesinin 4. fıkrasında belirtilen devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesi gelir.
Anayasanın
l. maddesinde, Türk Devletinin bir Cumhuriyet olduğu belirtildikten sonra 2.
maddede "Cumhuriyetin nitelikleri" başlığı altında Türkiye
Cumhuriyetinin toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde,
insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen
temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğunun
ifade edilmesi karşısında Devlet ve Cumhuriyetin özdeş kavramlar olarak kabul
edildiği ve dolayısıyla devletin güvenliğinin Cumhuriyetin ve onu tanımlayan
niteliklerinin de güvenliği anlamına geldiği anlaşılmaktadır. Anayasanın 14.
maddesi ile, Anayasada yer alan hak (ve bu bağlamda siyasi parti kurma ve
partiye girme hakları) ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetinin varlığını
tehlikeye düşürmek amacıyla kullanılamayacağı genel bir ilke olarak
benimsendiği gibi, siyasi partilerle ilgili özel hüküm olan 68. maddenin 4.
fıkrasında, siyasi partilerin tüzük ve programlarının Devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne, Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı, 14.
maddeyi teyiden tekrarlanmış ve yaptırımı 69. maddenin 5. fıkrasında olarak
belirlenmiştir.
Anayasa,
Başlangıç'ın 4121 sayılı Yasadan önceki ve sonraki metinlerinde, hiçbir düşünce
ve mülahazanın Türk varlığının devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esası
karşısında korunma göremeyeceğini belirtmek suretiyle kuralların yorumlanmasına
ışık tutmaktadır. Şu halde, Anayasanın siyasi partilerle ilgili hükümlerinin bu
hukuki çerçeve içinde yorumlanması gerekir. İddianamedeki yorum yöntemi de
budur.
Ön
savunmada ileri sürülen diğer bir görüş, 23.7.1995 tarihinde Anayasanın 68 ve
69. maddelerinde yapılan değişiklik sonucunda Siyasi Partiler Yasasında yer
alan kapatma sebeplerinin geçerliliğini kaybettiğidir.
Bu
iddiayı incelemek için önce, 68 ve 69. maddelerin kapatmaya ilişkin
bölümlerinin iddianamede uygulanması istenen yasa maddeleri ile sınırlı olarak
eski ve yeni durumlarını karşılaştırmak gerekir.
68.
maddenin önceki 4. fıkrası, siyasi partilerin tüzük ve programlarının, devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, millet
egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olmayacağını
belirlemiş, 4121 sayılı Yasa ile yapılan değişiklikte bu hususlar aynen
muhafaza edilmiştir.
Değişiklikten
önceki hukuki varlıklarını sürdüren Anayasa hükümlerine göre, siyasi partiler,
Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürürler (m. 68, f. 3),
siyasi partilerin kuruluş ve çalışmaları, denetleme ve kapatılmaları kanunla
düzenlenir (m.69/f. son). Bunlardan başka 68. maddenin değişiklikten sonraki 7.
fıkrası yüksek öğretim öğrencilerinin parti üyelikleri, 69. maddenin değişik 1.
fıkrası siyasi partilerin parti içi düzenlemeleri ve çalışmalarında uyacakları
demokrasi ilkelerinin uygulanması, değişik 3. fıkrası, siyasi partilerin mal
edinimleri ile gelir ve giderlerinin kanuna uygunluğunun tespiti konularında
Anayasa Mahkemesince yapılacak denetime ilişkin yöntemler ile buna aykırılık
halinde uygulanacak yaptırımlar hususlarının kanunla düzenlenmesini
emretmektedir. 1961 Anayasasının 57. maddesinde de benzer bir düzenleme
bulunmaktaydı. Bu düzenleme tarzı anayasaların niteliğine tamamen uygundur.
Çünkü Anayasalar belli bir konuyu düzenleme amacıyla sadece ilke temelinde
genel ve soyut hükümler sevk edebilirler. Her konuyu ayrıntıları ile belirlemek
Anayasa tekniği ile bağdaşmaz. Bu düşünceden hareket eden mülga 648 sayılı ve
halen yürürlükte bulunan 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasaları, Anayasanın,
siyasi partilerin tüzük ve programlarının aykırı olamayacağını emrettiği
ilkelerine uyulmaması hallerini yaptırım niteliğinde olmak üzere birer kapatma
sebebi olarak ve Anayasal ilkeleri teyiden düzenlemiştir. İddianamede davalı
parti hakkında uygulanması istenen Siyasi Partiler Yasasının 78. maddesinin (a)
ve (b) bentleri, 80. maddesi ve 81. maddesinin (a) ve (b) bentleri hükümleri,
Anayasanın değişik 68. maddesinin 4. fıkrasında, siyasi partilerin tüzük ve
programlarının aykırı olamayacağı kabul edilen ve devletin ve dolayısıyla
Cumhuriyetin varlığını korumaya yönelik, Anayasanın Başlangıç'tan itibaren pek
çok hükmünde tekrarladığı devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği ve ulusal
devlet ilkelerinin değişik cephelerden ortaya konmuş birer belirtisidir,
onların somutlaştırılmış halleridir. Nitekim, Anayasa Mahkemesi de, 10.7.1992
gün, E. 1991/2 (Siyasi Parti Kapatma), K. 1992/1 sayılı kararında, "...
Siyasi Partiler Yasasının getirdiği yasaklar, Anayasanın 68 ve 69. maddelerinde
yer alan kapatılma nedenlerinin somutlaştırılması olarak düşünülmelidir. Bu
hükümler "milli devlet niteliğinin korunması" ilkesinin
yaptırımlarıdır. Çünkü, Anayasanın 69. maddenin son fıkrasında, siyasi
partilerin kuruluş ve faaliyetleri, denetleme ve kapatılmaları yukardaki
esaslar dairesinde kanunla düzenlenir" denilmektedir..." şeklindeki
görüşüyle sorunu açıklığa kavuşturmuştur.
Aynı
hukuki ilişki devletin değiştirilemez temel niteliklerinden olan laiklik ile
Siyasi Partiler Yasasının 89. maddesi arasında da mevcuttur. İddianamede
belirtildiği gibi, Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında
Kanunun genel gerekçesinde, yasanın hedef aldığı amaçlar arasındaki, bu örgütün
görev ve yetkilerinin belirlenmesinde Anayasanın laiklik anlayışına uygunluğun
esas alındığının açıklanması, Anayasanın 136. maddesinde genel idare içinde yer
alan Diyanet İşleri Başkanlığının görevlerini yerine getirirken laiklik ilkesi
doğrultusunda hareket etme yükümlülüğünü getirmiş olması karşısında, laiklik
ilkesi ile genel idare içindeki Diyanet İşleri Başkanlığı arasında sıkı bir ilişki
varlığını kabul etmek gerekir. Nitekim, Yüksek Mahkemeniz de 21.10.1971 gün, E.
1970/53, K. 1971/76 sayılı kararında, Diyanet İşleri Başkanlığının Anayasada
yer almasını laiklik düzen ve esasları ile açıklamıştır.
Bu
durumda, Siyasal Partiler Yasasının 89. maddesiyle öngörülen, Diyanet İşleri
Başkanlığının yerinin korunmasına ilişkin yasaklamanın Anayasada yer almadığı
ve 4121 sayılı yasadan sonra geçerliliğini kaybettiği şeklindeki görüş kabul
edilemez.
Şu
husus vurgulanmalıdır ki, Anayasanın ve Siyasi Partiler Yasasının devletin
ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğini siyasi partilerin amaç ve çalışmaları
yönünden güvence altına alan hükümleri var olmasa bile, Anayasanın 11. maddesi
uyarınca, Başlangıç kısmı ile 2. ve 3. maddelerindeki bölünmezlik temel kuralı
ile bağlı ve sınırlı bulunan bütün siyasi partilerin, ülkenin ya da ulusun bir
bölümünün, var olan bütünlüğünü bozarak ayrılması sonucunu doğrudan ya da
dolaylı olarak meydana getirme olasılığı bulunan her türlü davranıştan, sözden
ve yazıdan kaçınması ve çalışmalarını bu bütünlüğü daha da pekiştirecek biçimde
yürütmesi gerekir. Siyasi partiler ırk ayrımcılığını ve bunun siyasi ve hukuki
sonuçlarını amaç ve erek olarak benimseyemezler. Tersine davranışları,
uluslararası hukukta da benimsenen, devletin varlığını güçlendirerek sürdürmek,
bağımsızlığına ve varlığına yönelik tehlikelere karşı önlemler alıp uygulamak
yetkisi çerçevesinde, siyasi partileri de kapsayacak biçimde, alacağı
önlemlerle karşılaması devletin doğal hakkı, kamu düzenini koruma yönünden de
görevidir.
Bir
an için, Siyasi Partiler Yasasının kapatma sebebi olarak belirtilen
maddelerinin yürürlükte bulunmadığı kabul edilse bile, Anayasanın Başlangıç'ı,
2. ve 3. maddeleri ile birlikte yorumlanması gereken 68. maddesinin 4. fıkrası
ve 69. maddenin 5. fıkrası uyarınca davanın görülmesi ve sonuçlandırılması yine
de mümkündür.
Sonuç
olarak; ön savunmadaki usule ilişkin itirazlara karşı belirttiğimiz bu
görüşlere ilaveten, davalı partinin yerinde görülmeyen savunmalarının reddiyle,
iddianamemizde yasal dayanakları ve gerekçeleriyle açıklandığı üzere, davalı
partinin programının bazı bölümleri Anayasanın Başlangıç kısmı ile 2, 3, 14,
68, 136. maddeleri yoluyla Siyasi Partiler Yasasının 78. maddesinin (a) ve (b)
bentlerine, 80. maddesi, 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine ve 89. maddesine
aykırı olduğundan, Demokratik Kitle Partisinin aynı yasanın 101. maddesinin (a)
ve (b) bentleri uyarınca kapatılmasına karar verilmesi arz ve talep
olunur" denilmiştir.
IV-
DAVALI SİYASİ PARTİ'NİN ESAS HAKKINDAKİ SAVUNMASI
Demokratik
Kitle Partisi'nin 18.11.1997 günlü esas hakkındaki savunmasında özetle :
Ön
savunmalarında, "Anayasa normlarının yorumlanmasında izlenmesi gereken
metodoloji" ve "23.7.1995 tarihli Anayasa değişikliği karşısında
SPY'nın parti kapatma nedenlerini düzenleyen hükümlerinin durumu" üzerinde
durduklarını; bu savunmada ise, Anayasa normlarının, içinde yer aldığı Anayasa
geleneğinin vücut verdiği "Anayasa Tipi" çerçevesinde ve ışığında
yorumlanması gerektiğine işaret edecekleri;
Anayasamızın
"Batılı liberal-demokratik anayasa geleneğine dahil olduğu" iddiasını
taşıdığı, bu anayasa tipinin temel karakterinin, "demokratlık",
"özgürlükçülük" ve "hukuk devletine bağlılık" olduğu,
Anayasamızın normlarının bu temel ilkelerin ışığında yorumlanması gerektiği;
Başsavcı'nın
Esas Hakkındaki Görüş'ünde belirttiği "siyasi partilerin Cumhuriyetin
ilkelerini tahrip edici bir güç odağı haline gelmesine seyirci
kalınamayacağından, bu halde siyasi partilerin kapatılması esası kabul
edilmiştir" görüşünü benimsedikleri; kendilerine göre de siyasi partiler
hakkındaki anayasa kurallarının mutlak bir özgürlüğü içermediği; ancak hangi
düşünce ve eylemin Cumhuriyetin ilkelerini tahrip edici güç odağı haline
gelip-gelmediğini saptarken; özgürlükçü, demokratik hukuk anlayışının esas
alınması gerektiği; toplumsal ve siyasal hayattaki değişimi dikkate almayan,
her türlü değişim ve gelişimi önlemeyi marifet bilen bir anlayışın;
Cumhuriyetin artık, demode olmuş, toplumun ihtiyaçlarına cevap veremez duruma
gelmiş ilkelerinin ıslahı, düzeltilmesi, yeni ihtiyaçlara göre revize
edilmesine yönelik, iyi niyetle ve isabetle yapılan her türlü öneri ve isteğin,
Cumhuriyetin ilkelerini tahrip edici nitelikte değerlendirilemeyeceği; halbuki
böyle bir anlayışın tüm iddianameye egemen olduğu, kendilerinin karşı
çıktığının da olduğu; Yoksa, "Cumhuriyetin ilkelerini tahrip edici güç
odağı haline gelmeyi, serbest bırakalım" gibi bir görüşü savunmadıkları;
Ön
savunmada, "23.7.1995 tarihinde Anayasa'nın 68. ve 69. maddelerinde
yapılan değişiklik sonucunda, SPY'da varolan, ancak 68/4, maddede belirtilen
kapatma nedenlerini aşan, siyasi parti kapatma ile ilgili kuralların,
uygulanabilme şansının kalmadığı" görüşünü savundukları; Başsavcının da,
RP ile ilgili kapatma davasında, bu görüşe ağırlık verdiği; ancak, bu dava ile
ilgili Esas Hakkındaki Görüşünde 2820 sayılı SPY'nın, siyasi parti kapatma ile
ilgili maddelerini "Anayasada belirtilen parti kapatma nedenlerinin
somutlaştırılmış halleri" olarak değerlendirildiği; bu değerlendirmenin
yanlış olduğu;
Söz
konusu Anayasa değişikliğinden sonra da, Anayasa'da yer almayan pek çok siyasi
parti kapatma nedeninin, SPY'nda kapatma nedeni olarak yerine koruduğu;
kendilerine göre, siyasi parti kapatma nedenlerinin Anayasa'nın 68/4 maddesi
ile sınırlı tutulması ve bu maddede yer almayan kapatma ile ilgili iddiaların,
dikkate alınmaması, yargılama konusu yapılmaması gerektiği;
Davanın
özü ve esasının, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesini
değiştirmek iddiasına dayandığı; bu konudaki görüşler netlik ve açıklık
kazanırsa, davada adil bir karara rahatlıkla varılabileceği, diğer suçlamaların
da, kendiliğinden çözüme kavuşacağı;
"Devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne", DKP'nin saygılı olduğu; bu
ilkenin, DKP'nin programına ve yetkililerin söylemlerine egemen olduğu, aksini
iddia etmenin DKP'yi anlamamak ve DKP'ye haksızlık etmek olacağı; özgürlükçü,
çoğulcu demokrasiyi benimseyen, çağdaş devlet anlayışını kavrayan hiçbir insaf
sahibinin, DKP'ye böyle bir suçlama getiremeyeceği; ancak, çağımızın
anlayışlarıyla tanışmayan, halen tekilci-totaliter devlet anlayışı ile hareket
edenlerin, DKP'yi, bu konuda suçlama hatasına düşebilecekleri;
"Ülke
ve millet bütünlüğü"nün soyut kavramlar olduğu, ne Anayasa'da ne diğer
yasalarda bu kavramların tanımının yapılmamış, öğelerinin belirtilmemiş olduğu,
bu kavramlara mana ve ruh kazandırmanın, somutlaştırmanın, mahkemelerin
yorumuna bırakıldığı;
Tekilci-totaliter,
anti-demokratik bakış açısından, "ülke bütünlüğü"nün merkezi yönetim
modelinde görüldüğü; merkezi yönetim modeli dışındaki yönetim modellerinin,
ülke bütünlüğünü bozucu" sayılacağı, oysa, çoğulcu liberal-demokratik
devlet anlayışı açısından, "ülke bütünlüğü"nden amaçlananın ve koruma
altına alınanın, ülkenin fiziksel bütünlüğünün sağlanması ve ülkenin siyasi
sınırlarının güvence altına alınması olduğu;
DKP'nin
gerek programında, gerek Genel Başkanın konuşmalarında, bu anlamda "ülke
bütünlüğü"ne saygılı olduğunu net ve açık bir şekilde dile getirdiği;
bunun gibi tekilci-totaliter, anti-demokratik bakış açısından, "millet
bütünlüğü"nün, etnik, kültürel yönden birlikte aranacağı, etnik, kültürel,
dilsel ve dinsel farklılıkların, "millet bütünlüğü"nü bozucu
sayılacağı; oysa, çoğulcu-demokratik anlayışta, "millet bütünlüğü"nün
vatandaşların beraber yaşama iradesinde aranacağı, eğer vatandaşlarda beraber
yaşama iradesi varsa, etnik, kültürel, dilsel ve dinsel farklılıkların
"millet bütünlüğü"nü bozucu sayılmayacağı, aksine, bu farklılıkların,
milli zenginlik kabul edilerek saygı göreceği; ne yazık ki, "bölünmezlik
ilkesi"nin gerçek amacının ötesinde temel hakları sınırlamanın genel
formülü ve gerekçesi olarak kullanıldığı, Anayasa Mahkemesi'nin uygulamalarının
da genellikle bu doğrultuda olduğu; kimi hukukçuların "hukuk, insan hak ve
özgürlükleri önündeki değişik engelleri kaldırmakla yükümlüdür." dediği;
ancak, uygulamanın bunun tersi olduğu; şoven Türk milliyetçiliğinin etkisinde
kalan pek çok hakimin, hukuku, insan hak ve özgürlüklerinin önüne engel olarak
diktikleri;
DKP'nin
programında belirtildiği gibi; demokratik çoğulcu anlayışa aykırı olan
totaliter, otoriter, şoven-milliyetçi bir anlayışla, Anayasa Mahkemesi'nin
siyasi partilere yaklaşımının siyasi partiler için büyük bir tehdit
oluşturduğu, siyasi parti kapatma kararlarıyla, Anayasa Mahkemesi'nin adeta,
siyasi partiler mezarlığına dönüştüğü; evrensel hukuk kurallarına, hak ve
adalet mefhumuna, insan haklarına dayalı çoğulcu-demokratik anlayışa ters,
demokrat kamuoyu vicdanını rahatsız eden yanlış kararların yarattığı
sakıncaların farkında olan bazı hakimlerin ortaya çıkan hatalı sonuçları,
yürürlükte olan yasaların varlığıyla bağlantılandırmaya çalışarak, "ne
yapalım, yasalar böyle emrediyor, biz de yasaları uyguluyoruz" gibi
mazeretler ileri sürdükleri; oysa realitenin böyle olmadığı, elbette, tanımı tam
yapılmış, öğeleri açıkça sayılmış somut yasa kurallarını olduğu gibi uygulamak
hakimin görevi olduğu ve takdir yetkisinin çok sınırlı bulunduğu; tanımı tam
yapılmayan, soyut kavramlardan oluşan hukuk normlarının uygulamasında, hakimin
yorumu ve takdir hakkının, yasanın kendisinden daha fazla önem taşıdığı, zira
hukuk normunu ete-kemiğe büründüren, ona ruh katan ve somutlaştıranın hakimin
yorumu olduğu;
Dava
ile ilgili "ülke ve millet bütünlüğü normu"nun, soyut bir kavram
olduğu, hakimin farklı yaklaşımı ve farklı yorumunun, bu normun uygulamasında
kendilerini farklı kararlara, farklı sonuçlara ulaştıracağı; siyasi yaşamın
gelişimini engelleyen, demokrasimizi ayıplı konuma sokan Anayasa Mahkemesi'nin
siyasi parti kapatma ile ilgili kararlarının vebalini, salt yürürlükteki
yasalarda aramanın yanlış olduğu, bu tür sakıncalı kararların esas kaynağını,
hakimlerin "ülke ve millet bütünlüğü normu"na hatalı yaklaşımlarında
aramak gerektiği; hatada ısrarın, ne ülkeye ne de kimseye yarar ve onur
kazandırmayacağı;
İddianamede,
parti programının, "siyasal partiler bölge, ırk... esaslarına
dayanamazlar" hükmünü getiren SPK'nun 78/b maddesine aykırı olduğunun
belirtildiği; oysa sözkonusu hükmün, 1995 Anayasa değişikliği ile mülga olduğu;
bir an için, ilgili SPK maddesinin halen mülga olmadığı kabul edilse bile,
Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal edilmesi gerektiği; "ırk ve bölge
esasına dayanmak" suçlamasının, DKP'ye yöneltilemeyeceği; DKP'nin,
Türkiye'nin tüm sorunlarına sahip çıktığını, Avrupa Birliği'ne Türkiye'nin tam
üye olmasını savunduğunu; programında ve Genel Başkanın konuşmalarında net bir
biçimde ortaya koyduğu; DKP'nin, bir dünya devletini, bir dünya vatandaşlığını,
insanlığa hedef gösterdiği, böyle bir anlayışı sergileyen DKP'yi ırkçılıkla,
bölgecilikle suçlamanın, insafa sığmayacağı; İddianamede, partilerinin
"Kürt sorununun siyasi çözümünü, programının merkezine oturtmak"
belirlemesinin, suçlamanın dayanağını oluşturduğu; oysa diğer partilerin de,
Kürt sorununun çözümüyle meşgul olduğu; örneğin, bugünkü CHP'ye dönüşen SHP'nin
Temmuz-1990 tarihinde Parti Meclisinin onayı ve Merkez Yürütme Kurulu'nun
uygulama kararıyla yayımladığı, kamuoyuna ve topluma sunduğu parti görüşünün
bulunduğu; "Sosyal Demokrat Halkçı Parti'nin Doğu ve Güneydoğu Sorunlarına
Bakışı ve Çözüm Önerileri" hakkındaki bu raporda, Türkiye'nin etnik ve
kültürel çoğulculuğunun belirtildiği; yine aynı raporda, kültürel hakların
verilmesinin önerildiği; kamuoyuna ve topluma yetkili organlarının onayı ile,
bir uygulama programı olarak sunulan bu görüş ve önerilerinden dolayı, gerek
SHP ve gerekse CHP hakkında herhangi bir dava açılmadığı; yine, Hürriyet
Gazetesi'nde Başbakan Mesut Yılmaz'ın Kürt sorunu ile ilgili olarak;
"(...) Sorunun siyasi ve kültürel yönü de var (...) şeklindeki belirlemelerine
yer verildiği; hukukta çifte standarda ve farklı muameleye yer olmadığı, birisi
için mubah olanın, başkası için suç olamayacağı;
Başsavcı'nın
iddianamede, merkezi devlet ile üniter devleti özdeşleştiren bir anlayışla,
kendilerinin adem-i merkeziyetçi yönetim modelini savunmalarını, "devletin
tekliği ilkesi"ne aykırı bulduğu, bu iddianın yanlışlığı ve geçersizliği
ile ilgili cevapları Ön Savunmada dile getirdikleri, tekrardan kaçınmak için,
bu konunun üzerinde yeniden durmayacakları; ancak, merkezi yönetim modelinin
Türkiye'nin bugünkü ihtiyaçlarına cevap veremediği görüşünün, toplumda,
aydınlar arasında, basında ve siyasi partilerde yaygın bir şekilde taraftar
bulmakta ve ciddi bir şekilde tartışılmakta olduğu; son olarak,
"işbaşındaki 55. Hükümet'in, idari reform yasa tasarısına ilişkin bir
rapor hazırladığı ve bu konuda çalışmaların yürütüldüğü"nün kamuoyuna
duyurulduğu; bu çalışmalar kapsamında yeni idari düzenlemede kendi görüşleri
doğrultusunda, merkezi yönetimin birçok yetkisinin, mahalli yönetimlere devredileceği
ve yerel meclislerin yerel parlamentolar şeklinde faaliyet göstereceğine dair
bilgilerin de basında yer aldığı; bu gelişmelerin de, DKP'nin programındaki
tesbitlerin ve ileri sürülen çözüm önerilerinin isabeti, haklılığı ve ileriyi
gören perspektifleri hakkında fikir vereceği;
Ayrıca,
iddianamede yeralan 10 Şubat 1997 tarihli Milliyet Gazetesi'ndeki
söyleşilerinde, "Mahalli yönetimlere bırakılacak görevler içinde, adalet
dağıtımı"nın da yeraldığı;
Söz
konusu belirlemenin, ilgili söyleşide bir yanlışlık sonucu yer alması
gerektiği; çünkü yönetim modeli ne olursa olsun, adalet dağıtımının merkezi
yönetimin yetkileri içinde olduğu ve adalet dağıtımının mahalli yönetimlere
bırakılmasının, ne Partilerinin ne de kendisinin görüşünü yansıtmadığı;
Ön
savunmada belirttikleri gibi, azınlıkların, hukuksal veya sosyolojik bir
realite olarak var olabileceği, azınlığın varlığının, sosyolojik bir olgu
olduğu, ne kendilerinin, "var" demeleriyle "var" olacağı,
ne de "yok" demeleriyle "yok" olacağı;
Yalnız
hiçbir yerde Kürtleri bir "azınlık" olarak nitelendirmedikleri ve
Kürtleri, bu devleti oluşturan toplumun "asli unsuru" olarak
gördükleri; Başsavcı'nın bu konudaki iddialarının hiçbir maddi dayanağının
bulunmadığı;
Türk
dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürlerin korunması, geliştirilmesi ve
yayılması yasağı iddiası ile, her türlü dil ve kültürün yasaklanması, sona
erdirilmesi, yani, etnik arındırmanın önerildiği, buna aykırı görüşlerin,
kapatma nedeni sayıldığı; etnik arındırmayı, bugün dünyanın herhangi bir uygar
ülkesinde savunmanın mümkün olmadığı, böyle bir rejime, demokrasi
denilemeyeceği;
Diyanet
İşleri Başkanlığı'nın genel idare içinde yer almasına ilişkin Anayasa'nın 136.
maddesine aykırılık iddiası üzerinde ön savunmada, yeteri kadar durulduğu ve
ayrıntılı bir değerlendirme yapılarak, parti programındaki görüşlerin
Anayasa'nın 136. maddesine aykırı olarak yorumlanmasının yanlışlığının
belirtildiği; Anayasa'nın güvence altına aldığı ilkenin, ''laiklik ilkesi"
olduğu, DKP'nin de laikliği benimseyen bir parti olduğu; Diyanet İşleri
Başkanlığı'nın, laiklikle ne derece bağdaştığının ise yaygın bir şekilde
tartışıldığı; kaldı ki, programlarında, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın
"genel idare dışına çıkartılmasını" önermedikleri, "Din
işlerinin cemaatlere bırakılmasının laikliğe daha uygun düşeceğini"
savundukları; bu görüşlerinden, iddianamede ileri sürüldüğü gibi, "Diyanet
İşleri Başkanlığı'nın hukuki durumunun sona erdirileceği sonucu"nun da
çıkartılamayacağı; bu iddialarda da, isabet bulunmadığı;
DKP'nin
kapatılma gibi bir endişesinin bulunmadığı; endişelerinin, Mahkeme'nin yanlış
kararlarla, toplumsal ve siyasal gelişmeleri engelleyen, kurulu düzendeki
haksızlıkları koruyan bir konuma düşmesi olduğu;
Muhtemel
bir kapatma kararının, bu ülkede demokratik ve barışçı yöntemlerle hak arama ve
sorun çözme yollarının kapalı olduğunu resmen tescil edeceği ve bunun, ülkede
şiddet yanlılarının ekmeğine yağ süreceği, bunun da, bu ülkeye ve insanına
yapılabilecek en büyük kötülük olduğu ileri sürülmüş ve sonuç olarak, haklı
nedenleri olmayan DKP ile ilgili parti kapatma davasının reddine karar
verilmesi isteminde bulunulmuştur.
Esas
hakkında savunmanın eki olarak da, Doç. Dr. Oktay Uygun'un hukukî görüşlerini
yansıtan bir raporu ile, "Sosyal Demokrat Halkçı Partinin Doğu ve
Güneydoğu Sorunlarına Bakışı ve Çözüm Önerileri" başlıklı raporu Anayasa
Mahkemesi'ne sunulmuş ve bu iki rapor da dava dosyasına konulmuştur.
V-
YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCISI'NIN SÖZLÜ AÇIKLAMASI İLE DAVALI SİYASİ PARTİ
YETKİLİLERİNİN SÖZLÜ SAVUNMALARI
10.3.1998
gününde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın sözlü açıklaması, 24.3.1998 gününde
de davalı Parti Genel Başkanı'nın sözlü savunması dinlenilmiştir.
a-
Sözlü Açıklama
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı sözlü açıklamasında özetle :
"Her
kapatma davasında olduğu gibi, bu davada da haklı olarak, yani, savunma
hakkının gereği olarak davalı partinin çağdaşlıktan, milletlerarası
sözleşmelerden, insan haklarından falan bahsedeceğini, kendisinin de aslında,
demokratik ülkelerden birinde hukukçu olmayı tercih edeceğini, çünkü, o
ülkelerde anayasa dışı eğilimi olan partilerin kolay kolay taban bulamadığını,
az gelişmişliğin yarattığı sıkıntılar istismar edilemediği için, vatandaşların
aşırı uçlara kolay kolay kaymadığını, bir de o ülkelerin kendi düzenlerini
korumak için yaptıkları yasaların, aldıkları tedbirlerin şikayet konusu
olduğunda bizim gibi çifte standart uygulanmadığını; Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi'nin "bunların o günkü ortamda yapılması gerekiyor" diye
kararlar ürettiğini;
Doğruyu
bulmak için, yalnız Türkiye aleyhine verilmiş kararları değil, Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi'nin ürettiği kararları da incelemek gerektiğini;
Bütün
dünya ülkelerinde "vatan hainliği" diye bir kavramın olduğunu ve
bunun birinci ölçüsü olarak da, ülke bütünlüğü aleyhine faaliyet göstermenin
siyasiler için de, diğer kuruluşlar için de vatan hainliğinin kapsamı içinde
mütalaa edildiğini; kendilerinin her şeyden önce ülke bütünlüğünü korumakla
görevli olduklarını ve birtakım dış güçlere, dışardaki birtakım mahkemelere
karar beğendireceğiz diye uğraşmak yerine, ülke bütünlüğünün tehlikeye girdiği,
açık ve yakın tehlike unsurlarının her bakımdan oluştuğu, her gün en az bir
askerimizin şehit edildiği, Taksim Meydanı'na PKK bayraklarının çekilmeye
çalışıldığı bir ortamda, Anayasamızın verdiği yasal imkanları kullanmamız
gerektiğini;
Çifte
standart uygulanmaması gerektiğini; her memleketin kendi anayasal düzeni
olduğunu; örneğin Fransa'da, Korsika ile ilgili olarak parlamento tarafından
13.5.1991'de kabul edilen ve 14 Mayıs 1991 tarihinde Fransa'da resmî gazetede
yayınlanan 19-426 sayılı Yasanın l inci maddesinin, tek ve bölünmez Fransız
ulusunun bir bileşkesi olan Korsika halkından söz ettiğini; bu yasanın söz
konusu maddesinin Fransız Anayasa Mahkemesi tarafından Fransız ulusunun tek ve
bölünmezliği yolundaki anayasa ilkesine aykırı görülerek iptal edildiğini;
demokratik bir toplumda, her özgürlükte olduğu gibi, ifade özgürlüğünün de bir
sınırı olduğunda kuşku bulunmadığını; Türk hukuk sisteminde bu sınırlamanın
ölçüsünün, açıklanan düşüncenin, suça tahrik ve teşvik unsuru oluşturup
oluşturmadığı olduğunu;
Nitekim,
bütün gelişmiş Batı demokrasilerinde de, suçu öven, şiddeti teşvik eden ya da
haklı gösteren, ülke bütünlüğü ve kamu düzenini tehlikeye atan düşünce
açıklamalarının, çeşitli kısıtlamalara bağlı olduğunu;
Örneğin,
Kuzey İrlanda'da, 1971-1994 yılları arasında, terör olayları ile bağlantılı
olarak radyo ve televizyona yayın yasağı konulduğunu; aynı yasağın, 1988-1994
yılları arasında bütün İngiltere'de uygulandığını; İngiliz basınının ise bu
dönemde, örnek bir sorumluluk duygusu sergilediğini ve terörle bağlantılı
olarak toplumda karmaşa, galeyan ve heyecan uyandırıcı yayınlar yapmaktan
özenle kaçındığını, halen bu ülkede, suçu destekleyen ve devlet otoritesini
tahribe yönelik yayınlar yapılmasının yasak olduğunu;
Örneğin,
İngiltere'de, televizyonda Nelson Mandela ile yapılan bir görüşmeye yayın
yasağı konulduğunu; bu görüşmede, Mandela'nın "IRA, kendi mukadderatını
belirlemek üzere kurtuluş mücadelesi yapmaktadır. Onlar yabancı bir devlet olan
İngiltere'nin sömürgesinden kurtulmak istemektedirler. Biz sömürgeciliğin her
türüne karşıyız. Buna karşı mücadele edenleri destekliyoruz" dediğini;
Fransa'da
da, Vietnam savaşını protesto ederek halkı bu savaşa son vermek amacıyla
eylemde bulunmaya çağırmanın veya anarşist veya bölücü propaganda yapmanın halk
arasında heyecan ve karışıklık yaratılarak suç işlenmesine ortam hazırlanması
bağlamında suç sayılarak cezalandırıldığını;
belirttikten
sonra, Cumhuriyet Başsavcısı şu hususları belirtmiştir :
Bu
genel açıklamalardan sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi Kültür ve Sanat Yayın
Kurulu tarafından 1997 Temmuz ayında yayınlanan "Milletlerarası Hukuk
Açısından Güneydoğu Sorunu ve Terörle Mücadele" adlı kitap, davalı
partinin ileri sürdüğü hususların yerinde olmadığını belgeleyen ve Türkiye'de
yayınlanmış tek kaynak kitap olmak niteliğindedir... bu kitaptan bir bölümü
bilgilerinize sunuyorum :
"Ülkemizin
Güneydoğu bölgesinde yoğun olarak Kürt kökenli vatandaşlarımız yaşamaktadır.
Ancak, sürekli göçlerle bu yoğunluk giderek azalmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin
kuruluşundan ve özellikle 1950'li yıllardan sonra, ülkedeki özgürlük ortamından
yararlanan bu vatandaşlarımızın çoğunluğu, kendi istekleriyle ve hiçbir engelle
karşılaşmaksızın, ülkenin daha verimli batı bölgelerine göçerek, oradaki
vatandaşlarımızla bütünleşip kaynaşmışlar ve hiçbir ayrımcılığa uğramadan,
ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi hayatına katılarak önemli roller
oynamışlardır. Dolayısıyla, bölgedeki terör ve şiddet estiren belirli sayıdaki
PKK militanlarının ülkedeki bütün Kürt halkı adına bağımsızlık savaşı
sürdürdüğü iddiası, gerçek veriler karşısında, her türlü dayanaktan yoksun bir
propagandadır.
Kaldı
ki, bölgedeki Kürt kökenli vatandaşlarımızın çoğunluğu PKK'nın baskı ve zulmü
sonucu ülkenin güvenli bölgelerine göçe zorlanmıştır. Bunların başka yerlere
değil de, kendi istekleriyle ülkenin batı bölgelerine sığınmaları, terör örgütü
ile özdeşleşmek istemediklerinin ve kimin yanında olduklarının açık bir
kanıtıdır.
Terör
örgütü, başlangıçta, ülkenin, kendilerinin saydıkları Güneydoğu Anadolu
Bölgesini bölerek, kendi mukadderatlarını belirlemek ve bölgede etnik
milliyetçiliğe ve Marksist-Leninist dünya görüşüne dayalı bağımsız bir Kürt
devleti kurmak amacıyla ortaya çıkmıştır. Ancak, bunun hiçbir zaman
gerçekleştirilemeyeceği anlaşılınca, federasyon veya özerklik gibi taleplerle
yetinilmiştir. Ne var ki, arka arkaya alınan ağır darbeler sonucu, bu tür
iddialı taleplerde de gerileme olmuş, bu kez de azınlık hakları bağlamında bir
takım ekonomik, sosyal ve kültürel haklar sağlanması gibi taleplerle
karşılaşılmıştır.
Türkiye
Cumhuriyetinin Kürt kökenli vatandaşlarıyla herhangi bir sorunu olmadığı gibi,
terör örgütünün onlar adına bu tür taleplerde bulunmaya hiçbir hakkı yoktur. Bu
nedenle, incelediğimiz bütün uluslararası belgeler de teyit edildiği gibi,
egemen bir devletin ülke bütünlüğünü koruması en doğal görevi ve hakkı olduğu
cihetle, buna kastedenlere karşı mücadele devam edecektir.
Devlete
karşı silaha sarılanlar ve devletle savaş halinde olduklarını iddia edenlerin,
güvenlik güçlerinin kararlı ve tavizsiz tutumları karşısında şikâyete hakları
yoktur. Cinayet, bombalama, mayın döşeme, adam kaçırma gibi yöntemlerle, başta
yaşama hakkı olmak üzere, bütün temel hak ve özgürlükleri inkâr edenlerin,
insan haklarına sığınmak hakları olamaz. Nitekim, bu husus Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesinin 17 nci maddesinde de teyit edilmiştir.
Teröristler,
açık bir toplum olan demokrasinin sağladığı imkânlardan da yararlanarak,
taleplerini zorla kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Demokratik bir toplumda her
türlü marjinal düşünceye yer vardır ve bunlar terör ve şiddete dönüşmediği
sürece bir dereceye kadar anlayışla karşılanmalıdır. Ancak, yüzyılımızın büyük
düşünürü Karl Popper'in söylediği gibi, 'demokrasi, karşılıklı anlayış ve
hoşgörünün hakim olduğu bir rejimdir. Ne var ki, hoşgörü çelişkili bir
kavramdır. Sınırsız hoşgörü (tolerance), hoşgörüyü ortadan kaldırır. Hoşgörü
sahibi olmayanlara hoşgörü gösterilmesi, hoşgörülü bir toplumun dayatmacılara
karşı savunmasız bırakılması, hoşgörüyle birlikte, hoşgörülü kişinin de
kendisini yok etmesine sebep olur."
Kitapta
bütün inceleme konusu belgeler milletlerarası sözleşmelerde incelendikten sonra
deniyor ki, "İnceleme konusu bütün uluslararası belgelerden 'azınlık'
sorununu yeknesak bir çözüme kavuşturmanın imkânsızlığı açıkça ortaya
çıkmaktadır. Bu alanda Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi Sözleşmeleri ile
AGİT belgeleri, azınlıkların hukuki statüsü ve sahip oldukları haklar
bakımından bütün devletlerce kabul edilebilecek nitelikte çözüm önerileri
ortaya koyamamıştır. Esasen, bu, mümkün de değildir. Azınlık gruplarının
oluşumu, özellikleri, nüfusu ve işgal ettiği alanlar birbirinden çok farklı olduğu
için, tarihî süreçte uygulanan azınlık politikaları arasında farklılıklar
bulunması doğal karşılanmalıdır.
Öte
yandan, söz konusu belgelerden, devletlerin ülke bütünlüğünü korumak ve
ayrılıkçı akımları engellemek bakımından, ülkelerindeki azınlıkların varlığını
tanımakta isteksiz davrandıkları dikkati çekmektedir. Bu yüzden bütün
devletlerce kabul edilebilecek bir azınlık tanımı üzerinde görüş birliği
sağlanamamıştır. Bu gerçeği, AGİT Azınlıklar Yüksek Komiseri Max Van Der Stoel
dahi, 'Size kendi azınlık tanımımı veremem; ama, azınlığa mensup birisini
görürsem tanıyabilirim' şeklindeki çarpıcı ifadeyle teyit etmiştir. Türkiye, 24
Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşmasından başlayarak, kararlı, tutarlı ve
gerçekçi bir azınlık politikası izlemiştir.
Modern
Türkiye Cumhuriyetini kuran söz konusu antlaşma, 'Azınlıkların Korunması'
başlığı altındaki 2. Bölümün 37-45 maddeleri arasında, ülkede yaşayan Müslüman
olmayan azınlıkların tabi olacağı hukuki rejimi düzenlemiştir. Bu hükümlerde,
tarihî gelişmelere uygun olarak, sadece ülkede ikamet eden, Rum, Musevi ve
Ermeniler azınlık olarak nitelendirilmiş ve hukuki statüleri güvence altına
alınmıştır.
Lozan
Antlaşması, eşitlik ilkesinden hareketle, söz konusu azınlıklara karşı her
türlü ayrımcılığı yasaklamıştır. Ne var ki, aynı antlaşmayla yükümlülük altına
giren Yunanistan, ülkesindeki Türk azınlığa karşı bilinçli bir asimilasyon
politikası uygulamaktadır. 1985'ten beri Türklerin ev ve arazi alıp satmaları,
iş kurmaları, okullarını yenilemeleri yasaklanmış, din ve ifade özgürlükleri
kısıtlanmıştır. Ayrıca, Yunanistan, Vatandaşlık Kanunu, etnik Yunan
kökenlilerle, diğer etnik kökenden olan Yunan vatandaşları arasında ayırımcılık
yapmaktadır.
Nitekim,
Birleşmiş Milletler Irk Ayırımcılığı Komitesi, Sözleşmenin 2 (c) maddesine
dayanarak, Yunanistan'ı yasanın değiştirilmesi ve uygulamanın da ayırımcılığı
engelleyecek şekilde düzenlenmesi konusunda uyarmıştır.
Antlaşmanın
39. maddesinde, azınlıkların eşitlik ilkesi çerçevesinde Türklerin yararlandığı
bütün medenî ve siyasî haklardan yararlanacağı belirtilmiştir. 38. maddede ise,
azınlıkların kamu düzeni ve genel ahlâka aykırı düşmemek şartıyla, dinî inanç
ve mezheplerinin gereklerini yerine getirebilecekleri ve millî savunma amacıyla
yapılan kısıtlamalar dışında ülkede seyahat ve ikamet özgürlüğüne sahip
oldukları öngörülmüştür.
Lozan
Barış Antlaşması, azınlıkların statüsünü belirlemede, Müslüman olmayan
azınlıklara atıfla, etnik kökeni değil, dinî inanışı esas almıştır. Bu nedenle,
Kürt kökenli Müslüman vatandaşlarımızın bu bağlamda azınlık sayılarak,
kendilerine, bazı çevrelerce tavsiye ve telkin edildiği şekilde, azınlık
hakları tanınması mümkün değildir.
Türkiye,
bu anlaşmayla kabul ettiği, 'statüleri uluslararası sözleşmelerle belirlenen
grupları azınlık sayma' şeklindeki tezini, daha sonra uluslararası kuruluşlar
çerçevesinde konuya ilişkin çalışmalarda da ısrarla savunmuş ve tutarlı bir
tavır sergilemiştir.
AGİT
çerçevesinde ve Birleşmiş Milletler çalışmalarında ve son olarak Birleşmiş
Milletler Çocuk Hakları da dahil, sözleşmeye koyduğu çekinceler var.
"Çekince, Türkiye Cumhuriyeti" diyor, "Sözleşmenin 17, 29 ve 30
uncu maddeleri hükümlerini, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve 24 Temmuz 1923
Tarihli Lozan Antlaşması hükümlerine ve ruhuna uygun olarak yorumlama hakkını
saklı tutmaktadır." Bu, çok önemli.
Türkiye
Cumhuriyeti üniter bir devlettir. Anayasanın 66. maddesine göre, 'Türk
devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.' Anayasalar modern
devletlerin toplumsal sözleşmeleri niteliğiyle, yöneten ve yönetilen herkesi
birleştiren ve tarafların hak ve yükümlülüklerini belirleyen belgelerdir.
Dolayısıyla, bireyle devlet arasındaki hukuk bağı kuran, anılan hüküm,
vatandaşlığı etnik değil, hukuki ve siyasî bir kavram olarak
tanımlamıştır."
Bu
nedenle, zaten anayasal bir tanım söz konusu olduğu için bir zamanlar ortaya
atılan ve içeriğinin ne olduğu anlaşılamayan anayasal vatandaşlık gibi
konularda tartışmaya girmenin hiçbir anlamı yoktur.
"Kuşkusuz
herkesin bir etnik kökeni vardır. Kimileri geçmişiyle, soyu ve sopu ile övünür,
bazıları da çeşitli nedenlerle bunları gizleme ihtiyacını duyabilir. Bu,
kişinin kendi iradesine kalmış bir şeydir. Ancak, dışa vurulması zorunlu olan
tek bir kimlik vardır; o da bireyin vatandaşı olduğu devletin kimliğidir. Kişi
özel hayatında, çevresiyle ilişkilerinde Laz, Çerkez, Kürt vesaire olarak
tanınabilir. Ancak, resmî temaslarda hukuki işlemlerle öne çıkan tek bir kimliktir;
o da vatandaşlıktır. Birlikte yaşama arzusu insanları bir potada eritmiş ve
vatandaş kimliğini belirlemiştir.
Anayasanın
10. maddesinde, 'herkesin dil, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç,
din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit'
olduğu öngörülmüştür. Böylece, eşitlik ilkesi ve ayırımcılık yasağı en üst
düzeyde, anayasal normlar olarak güvence altına alınmıştır. Ayrıca, Türk
Anayasası, Batı demokrasilerinin çoğundan daha ileri bir düzeyde, çok geniş bir
temel hak ve özgürlükler katalogu ihtiva etmektedir. Bunlardan yararlanmada,
Kürt kökenli vatandaşlarımız da eşit hak ve fırsatlara sahip olduğu için, ilave
olarak diğer bazı haklar daha tanımak, kendilerini diğer vatandaşlara oranla
imtiyazlı bir konuma kavuşturacağından bu tür taleplerin itirazlarla
karşılanacağından da kuşku yoktur. Ülkede herkes, yeteneğine göre, eğitimde, iş
bulmada, iş hayatında, seyahat ve ikamette eşit hak ve özgürlüklere sahiptir.
Kimseye etnik kökeni dolayısıyla günlük yaşamında güçlükler çıkarılmamakta ve
ayırımcılık yapılmamaktadır.
Güneydoğu
Anadolu Bölgesi, bin yıllık Türk tarihinde her zaman devletin ayrılmaz bir
parçası olmuş ve orada yaşayan halk da, etnik kökeni ne olursa olsun, tarihin
hiçbir döneminde azınlık sayılmamıştır. Bir an için azınlık statüsünde olduğu
kabul edilse dahi, ülkedeki Kürt kökenli nüfusun uluslararası sözleşmeler ve
diğer hukuki belgelere dayanarak, devlete karşı herhangi bir talepte
bulunmaları mümkün değildir.
Herşeyden
önce belirtilmelidir ki, tarihî, coğrafî, siyasî ve başka nedenlerle,
devletlerin farklı azınlık politikaları izlemeleri, bu alanda teamüli devletler
hukuku kurallarının oluşumunu ve bunların uluslararası sözleşmelerle kodifıye
edilmesini engellemiştir.
Ayrıca,
AK sözleşmelerinde olduğu gibi, güçlükle ve uzun ve yoğun çabalar sonucu
hazırlanan sözleşmenin bir kısmı henüz yürürlüğe dahi girmemiştir. Bu alandaki
AGİT belgeleri ise, birer uluslararası sözleşme olmadığından, imzalayan
devletler açısından hukuken bağlayıcı değildir. Bunlar, devletler hukukunun,
teamüli kuralları kodifıye ettiği ölçüde, siyasî açıdan bağlayıcı olsalar da,
uluslararası sözleşmeler gibi bağlayıcılığı ve yaptırımı bulunmamaktadır.
Konuya
ilişkin Birleşmiş Milletler sözleşmeleri ise, 'azınlık hakları' üzerine değil,
ayırımcılık yasağı ve eşitlik ilkesi üzerine kurulmuştur. Birleşmiş Milletler
Şartının 27. maddesi, dil, din, ırk ve başka nedenlerle her türlü ayırımcılığı
reddederek, herkesin eşit hak ve özgürlüklere sahip olduğuna ilişkin temel
ilkeyi koymuştur. Konunun ayrıntıları ise, Birleşmiş Milletler Her Türlü Irk
Ayırımcılığının Önlenmesi Sözleşmesi (1965) ile, Birleşmiş Milletler Medeni ve
Siyasî Haklar ve Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar başlıklı 1966 tarihli 2
sözleşmeyle düzenlenmiştir.
Bunlardan,
Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin daha
geniş kapsamlı bir benzeridir; ancak, etkin bir denetim mekanizması
kurulamadığı için, onun kadar etkili değildir. Ekonomik, Sosyal ve Kültürel
Haklar Sözleşmesi ise, program niteliğindeki birtakım temel haklar ve
özgürlükleri kapsamaktadır. Bunların yerine getirilmesinde âkit devletler
açısından mutlak bir yükümlülük öngörülmemiştir. Sözleşmenin önsözünde de
belirtildiği gibi, âkit devletler bunları programlarına alacak ve ekonomik ve malî
imkânları elverdiği ölçüde peyderpey gerçekleştireceklerdir. Zaten bütün
devletlerin amacının, halkının mutluluk ve refahını sağlamak olduğu
düşünülürse, hakları daha belirgin hale getirmek dışında, Sözleşme bir yenilik
getirmemiştir.
Anılan
sözleşmelerden, Her Türlü Irk Ayırımcılığının Önlenmesi Sözleşmesi 128, Medenî
ve Siyasî Haklar Sözleşmesi 94 ve Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar
Sözleşmesi de 110 devlet tarafından onaylanmıştır...
Anılan
Sözleşmeler bütünüyle değerlendirildiğinde, bunların azınlık hakları açısından
pratik yararlar sağlamaktan uzak olduğu açıklıkla ortaya çıkmaktadır.
Önce,
kimlerin azınlık sayılacağı devletlerin takdirine bırakılmıştır. Akit devletin,
herhangi bir grubu azınlık olarak kabul etmesi halinde dahi, sözleşmeler devlete
hitap ettiği ve birey açısından doğrudan haklar doğurmadığı için, bireyin
bunlara dayanarak devletten belirli haklar talep etmesi mümkün değildir.
Ayrıca,
sözleşmelerde öngörülen azınlık hakları, kollektif değil, geleneksel bireysel
insan haklarıdır. 'Grup hakları' veya 'kollektif haklar' kavramı, bireyin
kimliğinin birey üstü kollektif yapılar tarafından belirlendiği varsayımına
dayanmaktadır. Ancak, bu, mutlaka etnik bir grubun bir suje olarak kollektif
haklara sahip olduğu anlamına gelmez. Bu nedenle, kültürel kimlik, içerik
olarak çok belirsiz bir kavram olduğundan, bazı haklar sağlayarak, bu tür bir
kollektif kimliği güvence altına almak mümkün değildir. Bunun yerine, kişi
özgürlüğü, ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, toplantı ve dernek kurma özgürlüğü
gibi bireysel insan hakları tanınabilir; bu hakların birlikte kullanılması
hiçbir şekilde bunların sujelerinin birey üstü, kollektif bir yapı olduğu
anlamına gelmemelidir.
Bu
bağlamda diğer bir güçlük, kollektif haklar savı kabul edildiği takdirde
azınlık kurumunu kimlerin temsil edeceği konusunda ortaya çıkmaktadır. Aslında
bu tür bir temsile ihtiyaç da yoktur; çünkü, incelenen belgelerin tümünde
kollektif kimlik değil, bireysel kimlik vurgulanmıştır. Dolayısıyla, kendisini
belirli bir azınlığa mensup sayıp saymamak, bireysel bir tercihtir. Bu konuda
karar vermek, bireyin kendi hakkı olduğundan, başkalarının yasal temsilci gibi,
onun yerine geçerek grupla birlikte hareket etmeye zorlamaya hakları yoktur.
Ülkedeki
Kürt kökenli vatandaşlarımızın yaptığı gibi, bazıları genel nüfusla bütünleşip
kaynaşmayı tercih edebilirler; bu, onların en doğal hakkıdır. Bu tür
girişimlerin azınlığı temsil ettiğini iddia eden bazı örgütler veya çoğunluk
tarafından engellenmesi, insan haklarına aykırıdır.
Terörle
mücadele sürerken, Güneydoğu sorununun sadece kuvvete dayanan yöntemlerle
değil; siyasî, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda alınacak bazı önlemlerle
çözülmesi gerektiği ifade edilmekte ve bu konuda içeriği tam olarak belli
olmayan bazı öneriler yapılmaktadır.
Birincisi,
siyasî çözüm. Bu tür taleplerin içeriği ustalıkla gizlenmekle beraber, bunların
bölgede ayrı bir devlet kurmaktan, federasyon veya bölgesel özerkliğe kadar
uzanan çok geniş bir yelpazeyi kapsadığı, çeşitli zamanlarda telaffuz
edilmiştir.
Kürt
kökenli vatandaşlarımızın çoğunluğu bölgede değil; aynı kültürel değerleri
paylaştığı toplumun tüm kesimleriyle kaynaşarak, bütünleşmiş olarak ülkenin
geri kalan bölgelerinde yaşadığı için, bu tür etnik milliyetçi yaklaşımların
gerçekçi olmadığı, bizzat kendileri açısından son derece zararlı
sonuçlar doğuracağı ve pratikte de uygulanmasının mümkün olmadığı açıkça
ortadadır. Zaten sınırlı sayıdaki bölücü güçler dışında makul düşünme
yeteneğine sahip hiç kimse, bu tür iddia ve gerçekdışı taleplerde bulunamamaktadırlar.
Yukarıda
görüldüğü gibi, devletler hukukunda, egemen bir devleti azınlık statüsünde dahi
sayılsalar, ülkesindeki bazı gruplara toprak terkine zorlayan hiçbir kural
mevcut değildir; aksine, Birleşmiş Milletler şartından başlayarak incelediğimiz
bütün belgelerde, devletlerin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün
korunması, ısrarla savunulmaktadır. Aynı düşünceler, özerk yerel yönetimler
açısından da geçerlidir. Henüz yürürlüğe girmemiş olan AK. Azınlıklar Çerçeve
Sözleşmesinin 15. maddesinde, "millî azınlıklara mensup bireylerin
kendilerini ilgilendiren bölgesel kamu faaliyetlerine aktif olarak katılmaları
öngörülmüş olmakla beraber, bundan murat yerel özerklik değil, kişisel katılma
hakkıdır. Nitekim bu bağlamda, AGİT Kopenhag Bildirisinin 35/2. maddesinde de
egemen devletlerin azınlık sorunlarının çözümünde yerel özerklik hakkı tanımak
gibi bölgesel çözümlere zorlanamayacağı açıklıkla belirtilmiştir.
Her
alanda, devletin en üst kademelerinde görev alarak bütün Türkiye'nin
yönetiminde söz sahibi olan Kürt kökenli yurttaşlarımızın siyasî çözüm adı
altındaki bu tür gerçek dışı yaklaşımlara itibar etmeyeceğine de kuşku yoktur.
Genel
ve yerel yönetimler seçimleri yoluyla siyasî iktidara sahip olarak program ve
tüzüklerindeki amaç ve ilkeler doğrultusunda faaliyette bulunmak üzere
örgütlenen kuruluşlar olan siyasî partileri, Anayasamız, çoğulcu demokrasinin
gereği olarak demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsuru saymıştır.
Karşılaştırmalı hukukta da gözlendiği gibi, daha önceleri olağan derneklere benzetilerek
onlarla aynı hukukî düzenlemeye tabi tutulan siyasî partilerin, toplum ve
siyaset hayatındaki önemli rollerinin yarattığı etki sonucu, zaman içinde
anayasalar tarafından düzenlenmesine ihtiyaç hissedilmiş ve böylece siyasi
partiler, anayasal güvenceye kavuşturulmuşlardır.
Bu
tarihsel gelişimin sonucu olarak, Anayasamızda, "Siyasî Haklar ve
Ödevler" başlığını taşıyan dördüncü bölümünde yer alan 68 ve 69.
maddelerinde, parti kurma, partilere girme ve partilerden ayrılma ile siyasî
partilerin uyacakları esasları düzenlemiş bulunmaktadır. Böylece, Anayasa,
siyasî partilere, benzerleri diğer tüzel kişilerden farklı bir anlayışla
yaklaşarak, kurulmaları ve çalışmalarında uyacakları esasları; kapatılmalarında
izlenecek usulleri benimsemiş, kuruluş, çalışma, denetleme ve kapatılmalarına
ilişkin ayrıntıların özel bir yasa ile düzenlenmesini de öngörmüştür. Bu özel
yasa, 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasasıdır.
Sonuçta,
Anayasadaki genel esaslar, temel hak ve özgürlüklerle ilgili kurallar, özel
olarak siyasî partilere ilişkin hükümler ile Siyasî Partiler Yasasında
öngörülen ilke ve esaslar ile, bu kuralların Anayasa Mahkemesince yorumlanması
ve bu konulardaki öğreti, siyasî partiler konusunda, kendisine özgü bir hukuk
alanı meydana getirmiştir; ancak, bu gelişim, kurulmaları önceden izin
alınmasına bağlı bulunmayan siyasî partilerin çalışmalarında tamamen serbest
oldukları anlamına gelmemektedir; yaşanan acı tecrübelerin etkisiyle, İkinci
Dünya Savaşı sonrası klasik demokrasilerde meydana gelen ve siyaset bilimcilerince
militan demokrasi olarak adlandırılan anlayışın benimsenmesi sonucu, ülkemizde
de 1961 Anayasasıyla başlayan süreçte, siyasî partilerin kurulma ve çalışma
özgürlüğü, Anayasa ve bu alanı düzenleyen yasalarla sınırlandırılmıştır. Bu
anlayışın, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, İnsan Hakları ve Ana
Hürriyetlerini Korumaya Dair Sözleşme, Kişisel ve Siyasal Haklarla İlgili
Uluslararası Sözleşme gibi uluslararası belgelere de yansıdığı görülmektedir.
Anayasanın
2. maddesinde belirlenen, hukuk devleti olmanın bir gereği ve sonucu olarak,
68. maddede, siyasî partilerin tüzük programları ile eylemlerinin, Anayasaya
aykırı olamayacağının ve amaçlayamayacakları hususlar belirlenmiş, bunlara
aykırılık halinde siyasî partilerin Anayasa Mahkemesince kapatılmaları
öngörülmüştür. Bu hususlarda ve özellikle davanın konuları olmak itibarıyla,
Anayasanın, devletin ulus ve ülkesiyle bölünmezliği ilkesine ödün vermez
biçimde verdiği önemi ve siyasî partiler açısından bu ilkelere uymamanın hukukî
sonuçlarını iddianamede ayrıntılarıyla ve esas hakkındaki görüşümüzde de
açıklamış bulunuyor ve o açıklamalara gönderme yapmakla yetiniyoruz.
Sözünü
ettiğimiz açıklamaların ışığında, davalı Demokratik Kitle Partisinin
ideolojisini yansıtan ve ülkemizin toplumsal yapısı ve koşullarına ilişkin
düşünceleri ifade eden programında belirtilen görüşleri ve genel başkanın,
programı açıklama amacını güden çeşitli beyanları; Anayasanın ve o doğrultudaki
Siyasî Partiler Yasasının belirli kurallarına aykırı bulunduğunu tekrarlıyoruz.
Bu
sözlü açıklama vesilesiyle, siyasî partilerin kuruluş amaç ve çalışmalarına
ilişkin serbestliğinin mutlak olmadığı ve bunun belirli koşullarda
sınırlanabileceğine dair anayasal düzenlemenin, uluslararası hukuk belgelerine
aykırı bir yanının bulunmadığına da temas etmek istiyoruz.
Gerçekten,
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 29. maddesinde, "herkes, haklarını
kullanmak ve hürriyetlerinden istifade etmek hususunda, ancak-kanun ile sırf
başkalarının hak ve hürriyetlerinin tanınmasını ve bunlara saygı gösterilmesini
sağlamak maksadıyla ve demokratik bir cemiyette ahlak, nizam ve genel refahın
muhik icaplarını karşılamak için tespit edilmiş kayıtlamalara tabidir"
denilmiş, 30. maddesinde de, "İşbu beyannamenin hiçbir hükmü, içinde ilan
olunan hak ve hürriyetlerin bir devlet, zümre veya fert tarafından yok
edilmesini güden bir faaliyete girişmeye veya bilfiil bunu işlemeye, herhangi
bir hak getirir mahiyette yorumlanamaz" hükmü getirilmiştir.
İnsan
Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesinin 11. maddesinin ikinci
fıkrası da, "bu hakların kullanılması, demokratik bir toplulukta zaruri
tedbirler mahiyetinde olarak, millî güvenliğin, amme emniyetinin, nizamı
muhafazanın, suçun önlenmesinin, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve
hürriyetlerinin korunması için ve ancak kanunla tahdide tabi tutulur. Bu
hakların kullanılmasında idare, silahlı kuvvetler veya zabıta mensuplarının
muhik tahditler koymasına mani değildir" şeklindeki hükmü ile, sözleşmede
yer alan hak ve hürriyetlerin, ulusal güvenlik, kamu güvenliği ve düzenin
korunması vesaire amaçlarıyla sınırlanabileceğini kabul etmiş, 17. maddesinde
de "bu sözleşme hükümleri; hiçbir devlete topluluğa ve ferde, işbu
sözleşmede tanınan hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya mezkur sözleşmede
derpiş edildiğinden daha geniş ölçüde tahditlere tabi tutulmasını istihdaf eden
bir faaliyete girişmeye veya harekette bulunmaya matuf herhangi bir hak
sağlamadığı şeklinde tefsir edilemez" kuralını getirmiştir.
Anayasa
ve Siyasî Partiler Yasasında öngörülen, siyasî partilere ilişkin yasaklamalar,
sözleşmede yer alan özgürlükleri kaldırıp azaltma anlamında ve demokratik
toplum düzeninin gereklerine aykırı görülemez; bunlar; uluslararası hukukta var
olan egemenliği, ulus ve ülke bütünlüğünü korumaya, ırkçılığa dayalı
bölünmeleri önlemeye yöneliktir.
Yüksek
Mahkemenizin son yıllarda vermiş olduğu, siyasi parti kapatma kararlarında
tutarlı biçimde aynı yorum tarzının belirlenmiş olduğu gözlenmektedir.
Bu
bağlamda, davalı partinin programındaki görüşlerin, İnsan Haklarını ve Ana
Hürriyetlerini Koruma Sözleşmesinin 11. maddesinin ikinci fıkrası ile 17.
maddesinde de yer alan hükümlerle bağdaşmadığı görülmektedir.
Son
olarak şunu söylemek istiyorum: Davalı partinin genel başkanı, tecrübeli bir
kişidir; hazırladığı program ve tüzüğün ve partisinin amacını açıklığa
kavuşturmak amacıyla yaptığı konuşmaların Anayasamızla bağdaşmadığını
bilmemesine imkan yoktur. Şimdiye kadar bölücü partilerden pek çoğunu Anayasa Mahkemesi
kapattı; fakat, bunların üyelerinden, hatta yöneticilerinden ve hatta genel
başkanlarından, yurt dışında yaşama durumunda olanların hepsi, kendilerinin
aslında PKK ile organik bir bağ içinde olduklarını açıkladılar. Açıkça
söylüyorum; bir Kürt vatandaşının, PKK'nın izni dışında Güneydoğu Anadolu
Bölgesinde siyasî faaliyette bulunması çok zordur. PKK, Türkiye'de, her yere
sızmaya çalıştığı gibi, Büyük Millet Meclisinde de temsilcilerini bulundurmak
amacıyla birtakım partiler kurdurmakta ve bu partileri desteklemekte, onun
dışındaki Kürt vatandaşlarına bu konuda hayat hakkı bile tanınmamaktadır; ama,
bazen de tüzük programıyla açıkça Anayasaya aykırı olan partileri
kurdurtmaktadırlar, geçici bir süre faaliyetlerine de PKK ve o yönde eylem
yapanlar sesini çıkartmamaktadır. Gaye şudur: "Bunu nasıl olsa Anayasa
Mahkemesi kapatacak, biz de bunu milletlerarası platforma götürelim, Türkiye'yi
bir daha siyasî bakımdan sıkıntıya sokalım." Demokratik Kitle Partisinin
bu amaçlardan hangisine hizmet etmek amacıyla kurulduğunu veya başka bir amacı
var mı yok mu; bunun takdirini Mahkemenize bırakıyorum."
...
Açıkladığımız yasa maddeleri; tüzük ve program, genel başkanlarının söylemleri
nedeniyle, Demokratik Kitle Partisi'nin gerek Siyasî Partiler Yasası'nın anılan
hükümleri ve Anayasa hükümleri çerçevesinde temelli kapatılmasına karar
verilmesini, iddianamemiz çerçevesinde talep ediyoruz."
b)
Sözlü Savunma
Davalı
Parti Genel Başkanı sözlü savunmasının ilgili bölümlerinde şunları söylemiştir:
"Bu
dava 16 Haziran 1997'de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının açtığı iddianame
ile başlayan bir dava. İddianamede suçlamalar şöyle sıralanıyor:
1.
Türk Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne dair hükümlerini
değiştirme amacını gütmek.
2.
Bölge ırk esaslarına dayanmak.
3.
Türkiye Cumhuriyetinin dayandığı, devletin tekliği ilkesini değiştirme amacını
gütmek.
4.
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde millî kültür veya ırk veya dil farklılığına
dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek.
5.
Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek
veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak
millet bütünlüğünün bozulması amacını gütmek.
6.
Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içinde yer almasına ilişkin Anayasanın
136 ncı maddesi hükmüne aykırı amaç gütmek nedenleriyle hakkında kapatılma
davası açılmıştır.
Ön
ve son savunmalarımızda usule ve esasa ilişkin savunmalarımızı detaylı
anlattık. Usule ilişkin savunmalarımızda iki noktaya dikkatleri çektik; birinci
olarak önemsediğimiz nokta, Anayasa normlarının yorumlanmasında izlenmesi
gereken metodoloji; çünkü, Anayasa kuralları hem önemi ve hem etkinliği
açısından kendine özgü bir yoruma tabidir ve zatıalilerinizin de malumu olduğu
gibi, her anayasa bir anayasa geleneği içinde yer alır. Türkiye anayasaları da
liberal demokratik Batı Avrupa anayasa gelenekleri içinde yer almaktadır ve bu
iddiayı taşıyor.
Bu
tür anayasa tipinin temel özellikleri, temel nitelikleri, özgürlükçü olmak,
liberal olmak, çoğulcu olmak, demokratik ve hukuk devleti niteliğini
taşımaktır. Onun için anayasamız da bu gelenek içinde yer aldığı için, anayasa
normları yorumlanırken bu kural dikkate alınmalı, bu kural göz önünde
tutulmalı. Bu kuralın gereği, özgürlüklerin esas kısıtlamaların istisna olduğu;
elbette hiçbir hak mutlak değil, hiçbir hak tanınırken bunun kötüye
kullanılmasına müsaade edilmez, buna belli haklı gerekçelerle sınırlamalar
getirilebilir; ancak, bu sınırlamalar hiçbir zaman tanınan özgürlüğün özünü
bozucu, zedeleyici nitelikte olmamalı, çünkü, özü zedelediği veya yok ettiği
takdirde, artık o genel kuralın bir istisnası olmaktan çıkıyor, esas kuralın
yerine geçiyor, yani özgürlükleri tamamen yok ediyor.
Anayasa
Mahkemesinin uygulamalarında bu konuya ne derece riayet edildiği tartışmalıdır.
Bizzat Anayasa Mahkemesinin sayın üyelerinin zaman zaman kararlardaki muhalefet
şerhlerinde buna rastlıyoruz. Anayasa Mahkemesinin çoğu kez, Batılı örnekleri
göz önünde tutarken, kısıtlamalara daha ağırlık vererek, esas tanınan temel
hakkı bir kenara itip, kısıtlamaları daha ön plana çıkarma gibi bir anlayışı
zaman zaman sergilediğine rastlıyoruz ve bizce bu yanlıştır; bir hak, ancak,
tanındıktan sonra onunla ilgili kısıtlamalar tartışılmalıdır. Bir hakkı
tanımadan, onunla ilgili kısıtlamaları savunmak hiçbir zaman o hakka saygılı
olunduğu anlamına gelmez.
Bu
konuda bizim ön ve son savunmalarımızda biraz daha detaylı bilgi var. Üzerinde
daha fazla durmak istemiyorum.
Usule
ilişkin diğer bir itirazımız şu idi: Biz, 1995 Anayasa değişikliğinden sonra
siyasî parti kapatma ile ilgili yasakların Anayasanın ancak 68/4 üncü
maddesinde belirtilen yasaklarla sınırlı olduğu görüşünü savunuyoruz; çünkü,
anayasa koyucunun amacı da bu idi; yani son derece önemli olan, siyasî parti
kurma hakkının kısıtlanmasını yasa koyucuya bırakmak istemediği için, 68/4'te
siyasî parti kapatma nedenleri, tadadî ve sınırlı olarak sayılmıştır. Bunun
dışında, buna aykırı yeni bir sınırlama getirme imkanı ve hakkı, yasa koyucuya
bırakılmamıştır ve bu kuralın doğrudan doğruya uygulanması da Yüce Heyetinizin
takdirine bırakılmıştır. Siz, yorumunuzla, bu 68/4'te belirtilen maddelere
yorumunuzla işlerlik kazandıracak, bunu sübuta kavuşturacaksınız.
Sayın
Başsavcının iddianamesinde ve son sözlü açıklamasında belirttiği gibi, Siyasî
Partiler Yasasındaki yasaklama nedenleri, 68/4'ün somutlaştırılmış kuralları
olarak değerlendirilmemeli; çünkü, o yasadaki parti kapatma yasakları, Anayasa
68/4'te belirtilenden çok daha kapsamlı ve geniş kısıtlamalardır.
Mahkemenizin
bu konuyu öncelikle ele almasını, 1995 Anayasa değişikliğinden sonra Siyasî
Partiler Yasasındaki parti kapatma ile ilgili kuralların geçersiz olduğunu,
mülga olduğunu karar altına almasını talep etmiştik. Bu talebimizi
tekrarlıyoruz. Eğer, mülga olmadığı kabul edilse bile, en azından Anayasaya aykırılık
açısından bu maddeler tartışılmalı ve Anayasaya aykırılığı karar altına
alınmalıdır. Daha önce Anayasa Mahkemesinin bu imkanı yoktu; çünkü, Siyasî
Partiler Yasası, malumunuz, Anayasanın geçici 15 inci maddesinin koruması
altında idi; ancak, 1995 değişikliğinden sonra, 15 inci geçici maddenin
koruması kalkmıştır ve mahkemeniz, Anayasaya aykırılık iddialarını ele alıp
karara bağlamak yetkisine sahiptir. Bunu da usulî bir itiraz olarak ileri
sürüyoruz. 68/4'te belirtilmeyen, Siyasî Partiler Yasasındaki kapatma
nedenlerinin Anayasaya aykırı olduğu iddiasını ileri sürüyoruz.
Esasa
ilişkin savunmalarımıza gelince;
Usule
ilişkin açıklamalarımızda da belirttiğimiz gibi, bu dava, 68/4'te belirtilen
parti kapatma nedenleriyle sınırlı olarak ele alınmalı ve o çerçevede
değerlendirilmelidir. Bu çerçevede ele alındığında, sadece devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı amaç gütme iddiası bu davanın konusu
olmalı ve tartışma, dava, bununla sınırlı kalmalı.
Ayrıca,
bu normun yorumlanmasında, yani 68/4'ün yorumlanmasında, Türkiye'nin taraf
olduğu ve imzaladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 11 inci maddesinin de
dikkate alınması ve o açıdan Anayasa normunun yorumlanması gerekir. Daha önce
de söyledik; diğer haklarda olduğu gibi, örgütlenme hakkı da mutlak bir hak
değil; bu hak kısıtlanabilir, bunu anlayışla kabul ediyoruz. Özellikle
devletin, ülke ve millet bütünlüğünü koruma yani, bölünmezlik ilkesi, her
devlet için doğal bir haktır; devletin, ülke ve millet bütünlüğünü korumak için
önlem alması doğaldır. Biz de bunu saygıyla karşılıyoruz. Bu ve diğer başka
nedenlerle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 11 inci maddesinin birinci
fıkrası örgütlenme hakkını güvence altına alıyor, ikinci fıkra, örgütlenme
hakkına getirilebilecek kısıtlamaları sınırlı olarak sayıyor ve bunun kanunla
belirtilmesi gereğini vurguluyor. Bu ikinci fıkrada, özellikle belirtilen
nedenler; millî güvenlik, kamu düzeninin korunması, genel ahlaka aykırı,
başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması gibi çok sınırlı nedenlerdir.
Bu
devletin bölünmezlik normuna, ilkesine, yani devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne Demokratik Kitle Partisi, en az, kendisini yurtsever
olarak kabul eden herkes kadar duyarlı ve saygılıdır. Bu konuda biz hiçbir
tartışma yapmıyoruz. Buna aykırı tek bir görüş ve beyanımız ne programımızda ve
ne de benim, programı açıklama doğrultusunda yaptığım söyleşilerin hiçbirisinde
buna aykırı tek bir görüş ileri sürülemez; ancak, ne var ki, bölünmezlik
normunun yorumlanmasında bizimle veya bizim gibi çağdaş dünyanın gereklerine
göre, çağdaş demokratik ilkelere göre düşünen çevrelerle, buna aykırı hâlâ
tekilci, totaliter, otoriter bir devlet anlayışını benimseyen çevreler arasında
bir yorum farkımız var.
Malûmunuz,
20 nci asrın özellikle 1920'li, 30'lu yıllarda dünyada tekilci anlayışı temsil
eden totaliter, otoriter yönetimler hâkimdi; doğuda komünist rejimler, batıda
da faşist rejimler. Bunlar, herşeyi teke indiren, belli bir ideolojinin
disiplini altına almayı amaçlayan anlayışlardı; tek devlet, tek millet, tek
ideoloji, tek parti, tek şef. Belki bir talihsizlik olarak Türkiye Cumhuriyeti
o dönemlere denk gelen bir dönemde yapılandırıldı. Malumunuz, Yüce Atatürk'ün
topluma gösterdiği bir hedef vardı; muasır medeniyet seviyesi, yani bugünkü
deyimle, çağdaş uygarlık düzeyi. O dünyanın muasır medeniyet seviyesini Batılı
devletler, Avrupa devletleri temsil ediyordu ve orada egemen olan devlet
ideolojisi de, demin sözünü ettiğimiz tekilci, otoriter devlet anlayışı idi ve
bu anlayıştan hareket edilerek devlet buna göre dizayn edilmeye çalışıldı. Bu
anlayışta, ülke bütünlüğü merkeziyetçi, otoriter bir devlet anlayışında aranır,
yani, eğer bir devlet merkezî bir yönetimle otoriter bir disiplin altında
yönetiliyorsa, orada ülke bütünlüğü var demektir. Oysa, çağımızda, günümüzde bu
anlayış tamamen terk edildi, çağımızda benimsenen anlayışa göre, ülke bütünlüğü
denilince, ülkenin fizikî coğrafyasının korunması, siyasî sınırlarının güvence
altına alınmasıdır. Eğer, bu ülkenin fizikî coğrafyasını ve siyasi sınırlarına
saygılı olduğunu ileri sürüyorsanız, buna saygılı iseniz, ülke yönetimi ile
ilgili yönetim modelleri, merkeziyetçilik dışındaki diğer yönetimler hiçbir
zaman ülke bütünlüğünü bozucu nitelikte sayılmıyor. İşte biz de diyoruz ki,
DKP, hemen, daha parti kurulmadan önce yaptığımız açıklamalarda, partinin
kuruluşu anında, programında ve ondan sonra her platformda vurgu yaparak, bu
ülkenin siyasî sınırlarına, Misak-ı Millî sınırlarına saygılıyız diyoruz. Bunun
dışında, katılımcı bir demokrasi için daha uygun gördüğümüz, bu ülkenin
yapısına daha uygun gördüğümüz ademi merkeziyetçi yönetim modelini, zaman zaman
biz buna yerinden yönetim modeli diyerek, merkeziyetçi olmayan bir yönetim
modelini öneriyoruz. Sayın Başsavcılık, bu önerimizi, ülke bütünlüğünü bozucu
bir suçlama olarak huzurunuza getirmiştir. Buna itibar etmeyeceğinizi tahmin
ediyorum.
Yine,
millet bütünlüğünde de çok farklı anlayışlar görmekteyiz. Zira, dünya
değişiyor; insanlık, insanlaşmaya giden bir süreci yaşıyor, hep kendini
yeniliyor, yeniye, iyiye doğru bir gidiş var insanlık tarihinde.
Sözünü
ettiğimiz dönemlerde, ulusal bütünlük bir ırk ve kültür birliğinde aranırdı;
yani, eğer bir yerde ırk birliği veya kültür birliği varsa ancak ulusal
bütünlükten söz edilebiliyordu. Bu ırk ve kültür birliğine aykırı düşen
farklılıklar, ulusal bütünlüğü bozucu nitelikte kabul ediliyordu. Oysa,
günümüze geldiğimizde şunu görüyoruz: Artık ırk ve kültür farklılığı önemini
kaybediyor, ulusal devletler önemini kaybediyor, yurttaşlık ön plana çıkıyor ve
millet, o devleti oluşturan ve o devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan toplum
olarak ifade ediliyor. Eğer o devletin vatandaşları arasında beraber yaşama
iradesi varsa, orada ulusal bütünlük var demektir. O toplumda var olan dil,
din, etnik, kültür farklılıkları hiçbir zaman ulusal bütünlüğü bozucu nitelikte
kabul edilmiyor. Çağımızın modern anlayışının gereği budur.
Demokratik
Kitle Partisi de bu tezi savunuyor; çünkü, diğer tezler, hem toplumun yasasına
uymuyor ve hem de sürekli çatışma nedeni oluyor ve gerçekleşmesi de mümkün
olmuyor; yani, dünya konjonktürüne denk düşen dönemde bile bütün çabalara
rağmen ırk ve kültür bütünlüğüne dayalı bir ulusal bütünlüğü sağlamak mümkün
olmamıştır ve bundan sonra da mümkün olması imkansızdır.
Onun
için biz diyoruz ki, Anayasa Mahkemesi gibi, yargının en üst kurumu, dünyadaki
değişmeleri dikkate almak zorunda. Anayasa Mahkemesi temel hak ve özgürlüklerin
güvencesi olmalı. Anayasa Mahkemesi, toplumsal ve siyasî değişimlerin önünde
bir engel olmamalı.
Anayasa
Mahkemesinin bundan önceki kararlarında özellikle siyasî parti kapatma ile
ilgili davalarda zaman zaman hataya düşmesini anlayışla karşılıyoruz; ama, şunu
söylemeyi bir görev, bir vazife biliyorum: Anayasa Mahkemesi, bence yeniden
kendi düşüncelerini test etmeli, bunu çağdaş dünyanın değerleri süzgecinden
geçirmeli, hak ve adaletin egemen olması için yapılması gereken ne ise ona göre
davranmalı, eski hatalarda ısrar etmek ne kimseye onur kazandırır ne ülkeye
yarar getirir.
Bunlar
bizim şahsî görüşlerimiz değil; çağdaş dünyanın benimsediği görüşlerdir. Bu,
Türkiye'nin angaje olmak istediği, katılmak istediği, moral değerlerini kendi
hukuk ve iç yapısına geçirmek istediği Avrupa'nın benimsediği kurallar ve
ilkelerdir. Biz, öyle kendimizi bazı şartlandırmalara kaptırmışız ki, bir
bölünmezlik kompleksi bizim beynimizi esir almış; en ufak bir hak verme,
hürriyetleri genişletmenin bizi bölünmeye götüreceği gibi bir komplekse mahkum
olmuşuz. Oysa, dünyada şunu görüyoruz; yani, özellikle 1980'li yılların
sonundan itibaren şöyle bir gelişim var: Yerellikler, farklılıklar korunarak
bütünleşmeye doğru bir gidiş var. Bu belki ilk başta bir paradoks gibi de
görünebilir, yani bölgesel, diğer bazı farklılıklar korunarak nasıl
bütünleşmeye doğru gidilebiliyor; ama, dünyada bunun örnekleri var. Dünyayı
yeniden keşfetmeye de gerek yok. Zaman zaman açıkladığımız gibi, İspanya bunun
örneği; İspanya, merkezî yönetimden ademi merkezi bir sisteme geçti, 17 bölgeye
ayrıldı. Bunlardan özellikle Katalonya ve Bask bölgeleri, özerk bölgeler; kendi
dilini, kendi kültürünü kullanabiliyor, özyönetimleri var; ama, buna rağmen
İspanya'nın bir parçasıdır. İspanya'nın bütünlüğünü bozmuyor ve İspanya da bu
haliyle Avrupa Birliğinin bir üyesi. Yani, demek ki bunlar hem çağımızın
gereklerine uygun hem toplumsal huzur ve barışın sağlanmasına da çok etkili
olabilecek araçlardır. Bu devletin yönetiminde söz ve karar sahibi olan
insanların bu konular üzerinde iyice düşünmesi gerekir.
Sayın
Başsavcı, bir konuşmamda "federasyon, ülke bütünlüğünü bozucu değil"
şeklindeki ifademi bir suçlama gerekçesi yapıyor. Esasında, federasyon DKP'nin
tartışmasının dışında; çünkü, DKP ne programında ne de benim açıklamalarımda
federasyonu savunmuyor; bizim savunduğumuz yönetim modeli, mahallî yönetim,
yani yerinden yönetim dediğimiz mahallî yönetimlerdir; ancak, bir soru üzerine,
ben, federasyonun ülke bütünlüğünü bozucu olmadığını ifade ettim. Mahkemenize
sunduğumuz Doçent Doktor Oktay Uygun'un görüş raporundaki, bu konuda Türkiye'de
belki de en yetkili uzmandır; Federe Devletler isimli bir kitabı olan bir zat.
Federe devletler, ülke bütünlüğünü bozucu değil; çünkü, federe devletler,
bağımsız devletler değil. Yani, devletin genel tanımı, bir devletin sınırları
içinde, yaşayan insan toplumunun bağımsızlık ve egemenlik temelinde siyasî
örgütlenmesi şeklinde tarif edilirse, bağımsız devletin iki temel özelliği var;
bir, içte üst otorite, yani en üst otorite olacak, onu denetleyen başka bir
otorite olmayacak. Dışa karşı bağımsız olacak, yani dıştan da onu denetleyen
bir güç, makam olmayacak. Oysa, federal devletlerin yapısı bu değil; çünkü,
federe devletlerde, federal devletin denetimi -tabiri caizse- neredeyse
vesayeti altındadır. Bunları fazla açıklama gereğini de duymuyorum, zaten biz
federal devleti savunan bir anlayışa sahip değiliz; ancak, bilgi kabilinden
söylüyorum.
Anayasa
Mahkemesinin son zamanlarda bir açılım yaparak uluslararası anlaşmalara
gönderme yaptığını görüyoruz. Bu, bizi memnun eder. Özellikle Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesinin 11 inci maddesine gönderme yapması, bu maddeyi dikkate
alması, örgütlenme hakkı açısından son derece önemli. Biz, Anayasa Mahkemesinin
bu son tutumunu takdirle karşılıyoruz.
İnsan
Hakları Sözleşmesinin 11 inci maddesinin ikinci fıkrasındaki kısıtlayıcı
nedenleri de yorumlarken, bunları çok dar bir yoruma tabi tutmak lazım; yani,
millî güvenlik, kamu düzeni, genel ahlak gibi kavramları çok dar bir yoruma
tabi tutmak gerekir.
Millî
güvenliğin korunması sebebine dayanmak için ancak örgütlenmenin ülke
topraklarını parçalamaya yönelmesi gerekir. Eğer böyle bir yönelme yoksa o
parti için hiçbir zaman millî güvenliği koruma gerekçesiyle kapatma kararı
verilmemesi gerekir.
Yine,
kamu düzeninin korunması kuralında da ancak şiddete başvuran veya şiddeti öven,
şiddet örgütlerine destek olma niteliğini taşıyan partilerde bu kural, yani
kamu düzeni nedeniyle kapatma söz konusu olabilmelidir. Diğer kapatma
nedenlerinde de işin özüne, esprisine uygun olarak mümkün olabildiğince dar bir
yorumla bu maddeye yaklaşılması gerekir. Anayasa Mahkemesinin böyle bir
uygulamaya gideceğini umuyoruz.
Biz,
ön savunmamızda da değindik, Anayasa Mahkemesi, tarihî olayların tartışılacağı
bir platform değil. Onun için biz tarihi tartışmaları buraya taşımak
istemiyoruz; ancak, eğer Başsavcılığın iddianamesinde tarihe gönderme yapılarak
bazı yanlış değerlendirmeler yapılmışsa ve bu yanlış değerlendirmeler sonucu
bazı tarihi realiteler partimiz aleyhine bir kapatma nedeni sayılmışsa, biz
buna değinmek ihtiyacını duyuyoruz.
İddianamede,
benim bir televizyon programında yaptığım söyleşide "Kürdistan"
lafını söylemem bir suçlama nedeni yapılmıştır. ... O söz kullanılırken,
Osmanlı döneminde zikredildiği, yani o dönemle ilgili bir konuşmada
zikredilmiştir ki, işin gereği de o; çünkü, eğer bir tarihî olaydan söz
ediyorsanız, o tarihî olayın içinde bulunduğu koşulları göz önünde tutmak ve o
dönemdeki terminolojiyi kullanmak zorundasınız. Bu, bizim deyimimiz, bizim
icadımız değil.
Osmanlı
yönetimi, malumunuz, militarist yapısına, baskıcı niteliğine ve şiddete dayalı
yönetim biçimine rağmen sınırları içindeki hiçbir ülkenin varlığını ve adını
inkâr etmemiştir. Yönetimi altındaki halkların hiçbirisinin dil ve kültürünü
yasaklamamıştır. Ülkelerin ve halkların adları, padişah fermanları, Hükümet
kararnameleri, her türlü yazışmalarda, belgelerde, kitaplarda, gazete ve
dergilerde, haritalarda son derece özgürce ve doğal olarak kullanılıyordu. Bu
ülkelerden birisi de Kürdistan ve o halklardan birisi de Kürtlerdi. Bütün bu
tarihî gerçekler bir anda silinip görmemezlikten gelinemez.
Müsaadenizle,
bu örnekleri son derece bol bol, Osmanlı belgelerinde, her yerde görmek mümkün;
Kanunî Sultan Süleyman'ın Fransız Kralına gönderdiği mektupta, egemenliği
altındaki ülkelerden bahsederken, bunları sayarken, "Kürdistan
hükümdarıyım" demesi, diğer tarihî belgelerde, Osmanlıların bütün
haritalarında Kürdistan sözüne rastlamanız mümkündür.
Bu
vesile ile, müsaadenizle bir belgeden söz etmek istiyorum: Türkçe yazılan ilk
ansiklopedi, Kamus'ül Alam. Şemsettin Sami'nin 1889/1898 yılları arasında
yazdığı altı ciltlik bir eser.
...
Kamus'ül
Alam'da Kürdistan bağımsız bir madde olarak ele alınıyor. Ansiklopedinin
beşinci cildinde 3840/3843 sayfalarında yedi sütunda yer alıyor ve geniş bir
biçimde bahsediliyor.
Maddeden
çok az bir bölümünü alarak bilgilerinize sunmak istiyorum; aynen şöyle diyor:
"Kürdistan, Batı Asya'da en büyük bölümü Memaliki Osmaniyede -Osmanlı
İmparatorluğunda- ve bir bölümü İran'a bağlı büyük bir ülke olup, orada yaşayan
insanların çoğunluğunu oluşturan Kürt halkıyla adlandırılmıştır." Yani,
Kamus'ül Alam'da, Şemsettin Sami, Kürdistanı bir ülke olarak tanımlıyor.
Kürdistanın
sınırlarını da şöyle belirtiyor: "Kürdistan'ın sınırlarını tümüyle
belirlemek güçtür; ancak, yaklaşık olarak diyebiliriz ki, Kürdistan Urmuyi ve
Van Göllerinin (Urmiye, şu anda İran'da bulunan Van Gölü büyüklüğünde ve o
yükseklikte olan büyükçe bir göldür) kıyılarından, Kerha ve Diyala Irmaklarının
kaynaklarını ve Dicle'nin akış yatağına dek uzayıp kuzeybatıya doğru sınırları,
Dicle'nin akış yatağını izleyerek Fırat'ı oluşturan Karasuyatağına ve oradan
kuzeye doğru Aras havzasını, Fırat ve Dicle havzasından ayıran su ayırımı
çizgisine kadar ulaşır. Böylece, Kürdistan, kuzeydoğu yönünden Azerbaycan;
doğudan Irak-ı Acem; güneydoğu Loristan ve Irak-ı Arabî; güneybatı yönünden
Mezopotamya; kuzeybatı yönünden de Anadolu ile sınırlıdır."
"Anadolu
ile sınırlıdır" deyince, o dönemde Anadolu'nun ne ifade ettiğini de bilmek
lazım; çünkü, çoğu kez Anadolu, biraz gerçek coğrafi sınırlarının ötesinde
siyasî anlamda da kullanılmaktadır. Oysa, Anadolu, malumunuz olduğu üzere
Yunanca bir deyim olan Anatolia'dan gelmektedir; yani, doğu tarafı, güneşin
doğuş tarafı Ege'ye göre doğu sayılan yarımada ve bunu birinci asırda -bu benim
arz ettiğim bilgiler ansiklopedik bilgilerdir; Meydan Larus Ansiklopedisinden
alman bilgilerdir- bu sınırları birinci asırda ünlü filozof, tarihçi ve
coğrafyacı Strabun çiziyor; diyor ki, "Tarsus çayından Amisos, Samsun'a
uzanan hattın batısında kalan yarımada." Bunu bir parantez içinde arz etme
ihtiyacını duydum.
Demek
istediğimiz, bu Kürdistan lafını kullanmak ne ayırımcılık, ne bölücülük
anlamını taşımaz; sadece, o günün tarihî realitesini realist bir gözle ifade
etmek için kullanılmıştır.
Ayrıca,
çok uzağa, çok gerilere de gitmeye gerek yok; bunu Osmanlı döneminden sonraki
dönemde Büyük Millet Meclisinin kuruluş aşamasında, bu devletin kuruluş
aşamasında da bu ifadenin sık sık; başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere,
diğer yetkililer tarafından da kullanıldığını görmekteyiz. Mesela şu örnekleri
verebilirim:
24
Nisan 1920'de, aynen şöyle diyor Mustafa Kemal: "Hakikaten İngilizler daha
evvel bütün Kürdistan'ı iğfal etmek, Kürt vesair dindaşlarından ayırmak için
tasavvur edebildikleri her şeyi orada tatbikle meşgul olurlar." Yani,
Mustafa Kemal bizzat "Kürdistan" tabirini kullanıyor. Bu belgeleri ön
savunmamıza ek olarak hepsini Yüksek Mahkemenize takdim ettik.
Yine
Atatürk'ün Kürtlerle ilgili, Millet Meclisinde pek çok ifadesi var; zamanınızı
almamak için bunların üzerinde çok detaylı durmak istemiyorum.
Yine,
sunduğumuz belgeler içinde Kürt ve Kürdistan sözlerinden bahseden şöyle
ifadeler var; 22 Temmuz 1992 Türkiye Büyük Millet Meclisindeki gizli celsede
söylenen ifadeler: "Büyük Millet Meclisi Vekiller Heyetinin El Cezire
Cephesi Komutanlığına talimatıdır." Bu belge, belgeler arasında olduğu
için okuma gereği yok.
Yine,
özellikle Mustafa Kemal'in, devletin kuruluşu aşamasında Kürtlere kendi
kendilerini yönetme imkanını sağlamak için mahallî idareleri düşündüğünü ifade
eden bir belge. 16/17 Ocak tarihlerinde Mustafa Kemal, o dönemin
gazetecileriyle İzmit'te bir toplantı yapıyor. O dönemin ünlü gazetecilerinden
Ahmet Emin Yalman'ın sorusu üzerine şöyle diyor; zabıtta "Gazi Paşa"
olarak geçiyor:"
Türklerle
Kürtlerin iç içe geçtiğini, bir sınır çizmenin mümkün olmadığını belirttikten
sonra, "Binaenaleyh, başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise, bizim
Teşkilatı Esasiye Kanunu mucibince, zaten, bir nevi mahalli muhtariyetler
teşekkül edecektir." Yani, bizim sözünü ettiğimiz mahalli yönetimler.
"O halde, hangi limanın ahalisi Kürt ise, onlar, kendi kendilerini muhtar
olarak idare edeceklerdir." Bu, o dönemdeki sıfatıyla Gazi Mustafa Kemal
Paşa'nın ifadesi.
...
Bu
Kürt ve Kürtlük sözlerinden alerji duyulmaması gerektiğine dair biz bunları
ileri sürdük ve sunduk. Çünkü, bazı yanlış tarihî değerlendirmeler var. Bunu
Başsavcının iddianamesinde de görüyoruz, zaman zaman bu yanlış değerlendirmenin
Anayasa Mahkemesinin kararlarına da yansıdığına tanık olmaktayız.
İşte,
bin yıldan beri kaynaşmış, bütünleşmiş Kürtleri, Türklerin potası içinde erimiş
bir varlık olarak gösterme gibi bazı ifadelere rastlamaktayız. Oysa, realitenin
böyle olmadığı, Devletin kuruluşu aşamasında bile Kürtlerle Türklerin ayrı ayrı
unsurlar olarak değerlendirildiği, ama, bir şeye dikkat edildiği, bunların
birbirlerinden ayrılmaz kardeş halklar olduğu, hatta zaman zaman bu ifadeyi de
aşan, bunların kardeş iki millet olduğunu ifade eden görüşlere rastlamaktayız.
Mesela,
bakınız, 25 Aralık 1922 tarihinde Millet Meclisinde yapılan oturumda, o dönemin
Başbakanı, yani, Heyeti Vekile Reisi Rauf Orbay aynen şöyle diyor:
"İngilizlerin Türkiye'de sakin Türk ve Kürtleri imha edebilmek için
teşebbüsatlarının hepsi, bu iki necip milletin vahdedi karşısında iflas
etmiştir." İki necip milletten bahsediyor.
Yani,
bunlara gönderme yaparken demek istediğimiz şu : Yani, bu, Kürtlük lafı,
mutlaka bizi bir bölünmeye, bir parçalanmaya götürür endişesinden sıyrılmamız
lazım.
Evet,
Kürtler elbette kendi varlığına, kendi benliğine sahip çıkmakta ısrarlı
görünüyorlar; ama, hiçbir zaman Türklerden ayrı düşme, onlardan ayrılma gibi
bir amacın peşinde koşmadılar.
Şimdi
haklı olarak soracaksınız; "bu şekilde düşünen yok mu'" Bu şekilde
düşünen var. Yani, her toplumda ayırımcı düşünceleri, aşırı fikirleri
benimseyen insanlar olabilir; ama, genel tercih bu değil ve biz de genel
tercihin duygularına, inançlarına göre hareket eden bir siyasî partiyiz.
Yani,
Kürtleri, Kürtlerin tabiî ve doğal hak ve özgürlüklerini savunurken, buna sahip
çıkarken, hiçbir zaman Türklerle Kürtleri birbirine düşürmek, bunları
birbirinden ayırmak, bunları birbirlerinin aleyhine kışkırtıp kullanmak için
bir amaç gütmediğimizi samimiyetle ifade etmek istiyoruz. Bu anlayış içinde
zaten birlik beraberlik sağlanmıştır ve bunun, bundan sonra da sağlanabileceği
umudunu taşıyoruz; yeter ki, çok büyük hatalar işlemeyelim, bazı haksızlıkların
sürgit devamına yardımcı olmayalım, bir an önce haksızlıklar düzeltilerek
herkesin bu devletin eşit vatandaşları olarak sahip olması gereken haklardan
yararlanabilen bir toplum oluşturalım; devlet, herkesin devleti olsun; devlet,
herkese karşı tarafsız, yansız olsun; devlet, yalnız toplumu oluşturan bir
kesimin devleti, onun hakkını, hukukunu koruyan, onu herkese tercih eden bir
anlayışı benimsemesin; devleti oluşturan toplumu bir arada tutmanın en sağlam
harcı bu olur. Bugüne kadar buna ters, yanlış uygulamalar yapılmıştır, ulusal
bütünlüğü esas bozan nedenler onlardır. DKP'nin amacı bu tür bölücülüğe
ayırımcılığa götürebilecek nedenleri ortadan kaldırıp, gerçekten tarihte
geçmişte olduğu gibi bugün de gönüllü birlikteliğe dayalı bir sağlam birliği
sağlamaktır; bunun dışında DKP'ye izafe edilecek her suçlama bir bühtandır, bir
haksızlıktır.
Hukukun
temel niteliklerinden birisi de objektifliktir, herkese eşit uygulamadır. Yani,
bir kural, birisi için uygulanabilir, birisi için uygulanmayacaksa, o toplumda
hukuktan, haktan, adaletten söz etmek mümkün değil.
Bize
karşı eleştiri nedeni yapılan birçok sözlerimiz, bugün Türkiye'de her türlü
çevrede, gerek bilim çevresinde gerek siyasî çevrelerde gerek devlet katında
çok rahatlıkla tartışılmaktadır.
Daha
önce de sunmuştuk; o günkü adıyla SHP, Sosyaldemokrat Halkçı Parti, bugünkü
adıyla CHP, 1990 yılında bir rapor hazırladı. O raporda da bizim görüşlerimize
paralel olarak Türkiye'nin etnik çoğulculuğundan ve kültür çoğulculuğundan ve
her kesimin kendi kültürünü koruması, geliştirmesi hakkından söz ediliyordu.
Bundan dolayı CHP hakkında herhangi bir dava açılmadı.
...
Şimdi,
bu konu, Türkiye'nin gündemini öylesine meşgul etmiş ki, artık, politika yapmak
isteyen bu toplumun yönetiminde söz sahibi olan, yetki sahibi olan herkes bu
konuyla meşgul olmak, bu konu üzerinde kafa yormak ihtiyacını duyuyor; yani, bizim
programımızın merkezine aldığını söylediğimiz Kürt sorununun çözümüyle ilgili.
Bakınız,
yine bir belgeden söz ediyorum ki, Türkiye Devletinin en üst kurumu olan Büyük
Millet Meclisinin oluşturduğu Göç Komisyonu raporunda aynen şöyle diyor...
"Etnik duyarlılıklara demokratik çözüm anlayışı ve çoğulcu demokrasi
ilkeleri çerçevesinde ülkemizin bölünmez bütünlüğü ve resmî dilin Türkçe olması
gibi Anayasamızda laik cumhuriyet için öngörülen tüm yurttaşlarımızın gönülden
benimsediği ve tartışılmaz nitelikte olan temel değerler kapsamında, kültür
mozayiğimizin zenginliğini oluşturan tüm etnik inanç ve köken farklılıklarına
alt kimlik arayışlarının önündeki yasal, kuramsal ve toplumsal engeller
kaldırılmalı. Bu bağlamda, Kürt kimliği tanınmalı, yurttaşlarımızın kendi ana
dillerinde, bu arada Kürtçe özel eğitim, özel radyo, özel televizyon, yazılı
basın kurabilmelerinin önü açılmalı; kendi kültür, gelenek ve folklorlarını
korumak ve geliştirmek çoğulcu demokrasi koşullarında güvenceye
alınmalıdır."
Görüldüğü
gibi, düne kadar tabu sayılan, konuşulması mümkün olmayan kavramlar, yeni
çözümler artık, ister istemez devletin en üst katında tartışılıyor, konuşuluyor
ve bunun üzerinde de kafa yoruluyor.
Onun
için, bu konuların tartışılmasından, gündeme getirilmesinden korkmamamız lazım.
Özellikle, Anayasa Mahkemesi vereceği kararlarla bu tür siyasi ve sosyal
gelişmelerin önünü tıkayan bir engel oluşturmamalı; ...
...
Sayın
Başsavcı sözlü açıklamalarında bizimle ilgili hiçbir delil, kanıt, hatta delil
kırıntısı bile ileri sürmeden imalı bir biçimde bizi suçlama yöntemini
seçmiştir. Gerçekten vahim olan bazı kavramlar ortaya atmış, işte, vatana
ihanet, vatan hainliği, ülke bütünlüğü aleyhine faaliyet, Taksim Meydanında PKK
bayraklarının çekilmesi gibi vahim bir tablo çiziyor ve bunun için önlem
alınmasının gerektiğini iddia ediyor.
Peki,
bu vehimleri, korkulan ortaya salıp tedbir almayı önermenin bu davayla ilgisi
ne' Çünkü, bu davada ne ben ne de bu davanın yönetiminde görev alan hiçbir
arkadaşımız vatan ihaneti diye suçlanabilecek veyahut ülke bütünlüğünü bozmayı
amaçlayabilecek veyahut da PKK veya PKK dışındaki herhangi bir örgütle
uzak-yakın hiçbir bağı olmayan, hiçbir yerde imalı dahi bile olsa bu tür şiddet
örgütlerini onaylayan hiçbir ifade ve beyanımız yok ve Sayın Başsavcı ne
iddianamede ne esas hakkındaki görüşünde ne de sözlü savunmasında bu konuda
bize izafe edilebilecek hiçbir söz, belge, delil ortaya koyamıyor; ama, ortaya
koymamasına rağmen, böyle bir şüphe, kuşku yaratma yoluna sapıyor.
Şimdi,
biz söyledik, yani, Demokratik Kitle Partisi olarak biz hiçbir zaman
"bırakalım vatan bölünsün; bırakalım şiddet örgütleri terör estirsin"
gibi bir ifade kullanmadık ki veya bunu ima edebilecek, bu sonucu doğurabilecek
hiçbir sözümüz, davranışımız olmadı ki Sayın Savcı bu misalleri mahkemenizin
huzuruna getirsin!
Bunu
yine burada rahatlıkla söylemek istiyoruz. Eğer, Sayın Başsavcının derdi,
davası, ülke ve millet bütünlüğünü korumak ise, şiddeti, terörizmi önlemek ise,
çok müsterih olsun, bu konuda DKP en az kendisi kadar duyarlıdır.
...
Sayın
Başsavcı sözlü açıklamalarında bu davayla hiç ilgisi, alakası olmayan bir sürü
olay anlatıyor ve bu olayları anlatırken, Batı'da fikir suçunun mutlak
olmadığını, fikir özgürlüğüne -pardon- fikir özgürlüğünün, düşünce özgürlüğünün
mutlak olmadığını, düşünce özgürlüğüne sınırlama getirebileceğini kanıtlamak
amacıyla bu delilleri güya öne sürüyor. Ama, dikkat ettiğimiz zaman, Sayın
Başsavcının fikir özgürlüğünü kısıtlamaya örnek diye gösterdiği olayların
hiçbirisinin fikir özgürlüğüyle ilgisi yok.
Fransa'da
basın kanununa göre Fransız siyasî sisteminin temellerini sarsmak ve kamu
düzenini tahrip etmek maksadıyla eleştiride bulunmak yasaktır. Yasağın amacı,
halk arasında heyecan ve karışıklık yaratılarak suç işlenmesine elverişli bir
ortam yaratılmasını engellemektir.
Burada
da görüldüğü gibi, engellenen, cezalandırılan bir fikir suçu değil, suça teşvik
etmek ve suçun işlenmesine neden olma eylemidir. Çünkü, dünya değişti; yani,
Atatürk'ün dönemindeki dünya ile bugünkü dünyamız çok.
...
Sayın
Başsavcının verdiği bu örneklerin, söylediğim gibi, yani, DKP ile bir ilgi ve
bağlantısını kurmak mümkün değil. Zaten, Sayın Başsavcı hiçbir ilgi ve bağ da
kurmuyor, sadece bunları ortaya atıyor.
Yine,
Sayın Başsavcının referans gösterdiği bir kitap var; Türkiye Büyük Millet
Meclisi Kültür ve Sanat Yayın Kurulu tarafından yayınlanan, Doçent Doktor Şeref
Ünal tarafından hazırlanan Milletlerarası Hukuk Açısından Güneydoğu Sorunu ve
Terörle Mücadele adlı kitap.
Sayın
Şeref Ünal, değerli bir hukukçudur; bu kitabı da büyük bir emekle
hazırlamıştır, ciddî bir araştırmanın sonucu. Ancak, şu hususlar dikkatten
kaçmamalı bu kitabı değerlendirirken. Sayın Ünal, Adalet Bakanlığı Avrupa
Topluluğu Koordinasyon Dairesi Başkanı olan bir devlet memurudur.
2.-
Kitap, devletin bir resmî organı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından
belli amaçlar için Şeref Ünal'a hazırlatılmıştır.
3.-
Türkiye'deki hukuk sisteminin uluslararası sözleşmelere ve hukuk sistemine
uygunluğunu kanıtlama amacı ve gayreti kitaba egemen olmuştur.
Bu
nedenle, sözü edilen kitap, tam anlamıyla bilimsel, tarafsızlık ve objektiflik
niteliğini taşımamaktadır. Pek çok yerde zorlama yorumlara sapılarak devletin
resmî görüşlerinin savunuculuğu yapılmıştır.
Kitapta
eleştirilecek pek çok konu var. Ancak, bu tartışma, bu davanın konusu değil.
Şunu sormakta yarar var; eğer, Türkiye'nin hukuk sistemi, kitapta ifade
edildiği gibi, gerçekten uluslararası normlara uygunsa, Türkiye neden böylesine
uluslararası kurumlarda mahkûm olmaktadır' Tek sorumlu, acaba bu iyi, güzel
yasalara rağmen bunları yanlış, kötü uygulayan hâkimler mi' Şimdi haklı olarak
böyle bir soru insanın aklına geliyor. Hukuk sistemimiz iyi, ama sonuçlara
bakıyorsunuz, kötü.
Bir
de eğer, bu kitap dikkate alınacaksa, özellikle şöyle bir talebimiz var. Bu
kitap, ön savunmamıza ek olarak sunduğumuz Sayın Doçent Doktor Oktay Uy gün'un
l Ağustos 1997 tarihli 40 sayfadan oluşan görüşüyle birlikte
değerlendirilmelidir
Sayın
Başsavcının gerçekten buraya kadar yaptığı açıklamaları ilk başta okurken
anlayamadım, yani, ne gereği var, bunları Sayın Başsavcı niye anlatıyor' Çünkü,
DKP ile, DKP aleyhine açılan davayla ilgisi yok. Acaba, bir dalgınlık sonucu mu
Sayın Başsavcı bunu davaya kattı diye düşünürken, ancak, açıklamanın sonunda
Sayın Başsavcının bunları hangi amaçla izah ettiğini ancak insan fark
edebiliyor.
Sayın
Başsavcı, bu sözlü açıklamalarında şöyle bir yöntem uyguluyor; kapatılması
gereken bir parti tipi çiziyor; yani, şiddete bulaşan, şiddeti destekleyen,
vatan ihaneti içinde olan, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü
amacını taşıyan, yani, kapatılmayı hak eden bir parti tipi çiziyor.
Tabiî,
bu meyanda ileri sürdüğü görüşlerin pek çoğu da haklı ve doğru; yani, böylesine
bir tipte bir partinin kapatılması elbette haklı; ancak, bu çizdiği parti
tipiyle Demokratik Kitle Partisi arasında bir bağ kurma imkânı yok ve Sayın
Başsavcı da açıklamalarında hiçbir bağ kurma ihtiyacını da duymuyor; hiçbir bağ
kurma ihtiyacını duymadan "öyleyse bu parti de kapatılmalıdır" diyor.
Bunu şöyle ifade edebiliriz; diyelim ki, bir şeytan tipi çiziliyor, bu şeytan
her türlü kötülüklere amade, insanlığın selameti için bu mahlûkun ortadan
kaldırılması gerekir.
Ama,
hiç ilgisi olmayan masum bir insana da "bu da şeytan, öyle ise, bunun da
ortadan kaldırılması gerekir." Sayın Başsavcının yürüttüğü mantık bu.
Bu,
bir hukukçu mantığı değil. Yani, hukukçu, birisini mahkûm etmek istediği zaman,
onun eylemlerinden dolayı onu yargılamalı; eylemleri ile ortaya çıkan sonuçlar
arasındaki bağı kurar. Sayın Başsavcı bu ihtiyacı hiç duymuyor. Dediğimiz gibi,
kapatılması gereken kötü bir parti tipi çizdikten sonra hiçbir bağ kurmadan
"DKP de kapatılmalı" diyor.
Arz
ettiğim gibi, hiçbir bağ kurma gereğini duymadan şöyle bir iddia ortaya atıyor;
"sözünü ettiğimiz açıklamaların ışığında davalı Demokratik Kitle
Partisinin ideolojisini yansıtan ve ülkemizin toplumsal yapısı ve koşullarına
ilişkin düşünceleri ifade eden programında belirtilen görüşleri ve genel
başkanın programı açıklama amacını güden çeşitli beyanları Anayasanın ve o
doğrultudaki Siyasî Partiler Yasasının belirli kurallarına aykırı bulunduğunu
tekrarlıyoruz" diyor.
Şimdi,
Sayın Başsavcı bu suçlamayı hangi olgu ve kanıta dayandırıyor' Sadece
iddianameye gönderme yapıyor. Biz de ön ve son savunmalarımızda Sayın
Başsavcının iddianamesine gerekli, muknî ve inandırıcı savunmamızı yaptığımız
için tekrardan kaçınmak için bu konu üzerinde durma gereğini duymuyorum.
Şimdi,
Sayın Heyetinizin herhalde dikkatinden kaçmamıştır. Demokratik Kitle Partisi
davanın başından beri bu davayı sağda, solda polemik konusu yapmadan, başka
mecralara taşımadan, son derece ciddî, tutarlı, hukukî zeminde kalarak bu
davayı götürmeye çalıştı, bu gayretin içinde oldu.
...
Sayın
Başsavcı her türlü idrak, izan ve insaf ölçülerini aşarak ve bir başsavcı için
son derece talihsiz sayılabilecek sözler sarfetmiştir. Bizi çok ağır itham
altında bulundurmuştur; bizi, PKK'nın izni ve müsaadesiyle kurulan bir parti
konumuna düşürmeye çalışmıştır; ama, hiçbir delil de göstermeden.
Şimdi,
Sayın Başsavcı sözlü açıklamalarının sonunda şöyle diyor: "Son olarak şunu
söylemek istiyorum. Davalı partinin genel başkanı tecrübeli bir kişidir.
Hazırladığı program ve tüzüğün ve partisinin amacını açıklığa kavuşturmak
amacıyla yaptığı konuşmaların Anayasamızla bağdaşmadığını bilmemesine imkân
yoktur. Şimdiye kadar bölücü partilerden pek çoğunu Anayasa Mahkemesi kapattı;
fakat, bunların üyelerinden, hatta, yöneticilerinden ve hatta genel
başkanlarından yurtdışında yaşama durumunda olanların hepsi kendilerinin
aslında PKK ile organik bir bağ içinde olduklarını açıkladılar... açıkça
söylüyorum; bir Kürt vatandaşının PKK'nın izni dışında Güneydoğu Anadolu
Bölgesinde siyasî faaliyette bulunması çok zordur. PKK, Türkiye'de her yere
sızmaya çalıştığı gibi, Büyük Millet Meclisinde de temsilcilerini bulundurmak
amacıyla birtakım partiler kurdurmakta ve bu partileri desteklemekte, onun
dışındaki Kürt vatandaşlarına..." İfade Sayın Savcınındır, "Kürt
vatandaşları" ifadesi; "...Kürt vatandaşlarına bu konuda hayat hakkı
bile tanımamaktadır; ama, bazen de tüzük ve programıyla açıkça Anayasaya aykırı
olan partileri kurdurtmaktadır. Geçici bir süre faaliyetlerine de PKK ve o
yönde eylem yapanlar sesini çıkartmamaktadır. Gaye şudur: Bunu nasıl olsa
Anayasa Mahkemesi kapatacak, biz de bunu milletlerarası platforma götürelim.
Türkiye'yi bir daha siyasî bakımdan sıkıntıya sokalım, Demokratik Kitle
Partisinin bu amaçlardan hangisine hizmet etmek amacıyla kurulduğunu veya başka
bir amacı var mı yok mu, bunun takdirini mahkemenize bırakıyorum."
Evet,
Sayın Başsavcının son sözleri aynen böyle.
Şimdi,
hangi açıdan bakılırsa bakılsın, son derece, yakışıksız, haksız ve tutarsız
sözler.
Bir
kere; Sayın Başsavcı, PKK'yı hakketmediği derecede yüceltmiştir. Bütün
Güneydoğu halkının iradesinin PKK'nın ipoteği altında olduğu gibi son derece
hatalı bir ifade kullanmıştır. Çünkü, PKK'nın da zaten iddiası bu; "ben o
halkı temsil ediyorum, onun mücadelesini veriyorum..." Ve savcının, bu
sözleri bir argüman olarak PKK tarafından çok rahatlıkla bir propaganda
malzemesi olarak kullanılabilecek niteliktedir. Bir başsavcı bu hataya
düşmemeliydi.
Sayın
Başsavcının yine bu ifadesinde, tecrübeli bir kişi olduğum ifade ediliyor ve
kapatılacağını bile bile bu partiyi kurdurttuğum suçlaması var.
Şimdi,
yani, insaf demek lâzım; ben, bir partiyi niye kapatılsın diye kurayım' Bu
partiyi kurmak için ben üç yıl emek verdim; kapatılacağını bile bile ben niye
bunca emek sarfederek bir parti kurayım' Yani, bunlar söylenebilecek sözler mi'
Hiç olmazsa söylenen sözlerin ufak da olsa bir ciddiyeti, bir tutarlılığı
olmalı.
Malumunuz,
bu parti kurulmadan önce Kürt Demokratik Platformu kurulmuştu ve bu platformun
düzenlediği 10.12.1994 tarihli toplantıda biz, kurulması düşünülen partinin
ilkelerini belirleyen bir toplantı düzenledik ve o toplantıda kurulması
düşünülen partinin ilkeleri belirlendi ve bu parti, o ilkelerden yola çıktı ve
o ilkelerde belirlenen görüşler parti programına yansıdı. Hatta, daha
yumuşatılarak hukukî zorunluluklara daha fazla uydurularak parti programına
yansıtıldı.
Ancak,
bu tespit edilen ilkeler kitapçık halinde kamuoyuna duyuruldu. Bununla ilgili
Devlet Güvenlik Mahkemesinde dava açıldı. (Ankara 2 nolu Devlet Güvenlik
Mahkemesi, esas 1995/99, karar 1995'in 20 sayılı kararı.)
Şimdi,
bu davanın önemi şurada; yani, bu davada suçlama konusu olan görüşler hepsi o
davada da suçlama konusuydu ve uygulanmak istenen hukuk normu da aynı normdur;
yani, devletin, ülkesi ve milletiyle bölünmezliği normuydu; ama, devlet
güvenlik mahkemesi buradaki görüşlerimizin, açıklamalarımızın siyasî hayatın
doğal bir gereği olduğunu, bölücü bir kasıt taşımadığını ve bu nedenle suç
oluşturmadığına karar verdi ve hem de orada bir "Kürt halkı" deyimini
kullanmanın suç olamayacağını da gerekçeye geçirerek beraat kararı verdi. Bu
karar, Yargıtay'ın onayından geçti, kesinleşti.
Malumunuz,
elbette Yüce Mahkemeniz herhangi bir mahkemenin kararına bağlı değil; ama,
burada dikkat edilmesi gereken şu: Birkaç yıl önce hiç kuşkusuz aynı
görüşleriniz, hatta daha yumuşak, daha masumane ifadeler bile mahkemelerde bir
mahkûmiyet nedeni oluyordu; fakat, hâkimler yaptıkları hatanın, yaptıkları
uygulamanın çağdaş demokratik anlayışına, uygar bir topluma, adaletin genel
kurallarına uygun düşmediğini fark ettiler ve o eski kararlarından dönüş
yaparak adalete, demokratik hukuk devleti kurallarına daha uygun bir karar
vermek gereğini duydular ve bu görüş Yargıtay'a da yansıdı.
İşte,
bu nedenle, toplumdaki bu tür değişimi, bu tür gelişmeyi her zaman yargı
organlarının dikkate alması gerekir.
Ben,
bunu da şu nedenle söylüyorum; yani, biz, bu partinin görüşlerini bir mahkemede
test ettirdikten sonra, bunun suç olamayacağını kesinleşmiş bir kararla bir
sonuca vardırdıktan sonra bu partiyi kurduk.
Lütfen
bakın, arz ediyorum; bu davanın dosyasını biz Yüce Mahkemenize ön savunmamızla
birlikte arz ettik, herhalde dikkatlice okunması gereken bir karardır; o dosya
meyanında, 109 uncu sayfadaki belgede aynen şunu söylüyor; yani, 10.12.1994
tarihli toplantıda söylediğim söz aynen şu; dosyada 109 uncu sayfada mevcut.
"Biz legal parti kuruyoruz. Legal parti, yasalara uygun parti demektir.
Biz, Türkiye'nin yasalarına uymak zorundayız. Bu, yasaları onayladığımız
anlamına gelmez. Bizim zaten amacımız, yasal düzeni toptan değiştirmek,
yasaların çağdaşlaşması, yasaların toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek bir
biçimde düzenlenmesi zaten başlıca hedefimizdir; ama, biz partiyi kapatmak için
kurmuyoruz..." Aynen benim kullandığım laflar.
Şimdi,
Sayın Başsavcı hem benim tecrübeli bir politikacı olduğumu öne sürecek ve hem
de partiyi kapatma amacıyla kurduğum gibi son derece anlamsız bir söz
sarfedecektir. Bunu da gerçekten yakıştıramadım.
...
Sayın
Başsavcının "açıkça söylüyorum, bir Kürt vatandaşının PKK'nın izni dışında
Güneydoğu Anadolu Bölgesinde siyasî faaliyette bulunması çok zordur"
ifadesinin çok talihsiz bir ifade olduğunu, PKK'yı yücelttiğini, PKK'nın bunu
bir propaganda malzemesi olarak kullanabileceğine işaret etmiştim.
Şimdi,
bu laf, yalnız bununla da kalmıyor. Malumunuz, bugün bölgeden Parlamentoda
temsil edilen 100'den fazla milletvekili var. Bu, o milletvekillerini de zan
altında bırakmaktadır. Çünkü, eğer, PKK'nın izni, müsaadesi olmadan kimse orada
oy alamıyorsa, seçilemiyorsa, bu insanlar da, sanki, PKK'nın izni ve
müsaadesiyle seçilmiş bir konuma düşerler.
Ayrıca,
bu, yalnız o milletvekillerini zan altında bırakmakla da kalacak bir laf değil,
Parlamento doğrudan doğruya zan altında kalıyor. Biz, bu talihsiz sözün
söylenmemesini yürekten dilerdik.
Sayın
Başsavcı, bu ifadelerle DKP'nin de PKK'nın, izin ve müsaadesiyle kurulmuş bir
parti olduğu imajını yaratmak istemiştir. En ufak bir delil kırıntısı bile
ortaya koymadan, tamamen spekülatif ve faraziyelerden hareketle yapılan
böylesine ağır ve haksız bir suçlama, iftiradan öteye geçemez.
Bu
davadan istenilen sonucu elde edebilmek için Sayın Başsavcının dayanaksız,
delilsiz DKP'ye iftira etmeye hakkı yoktur. İddiayı kanıtlama külfeti, iddia
sahibine aittir. Hiçbir zaman kanıtlanamayacak bu iddianın aksini, yasal
zorunluluğumuz olmamasına rağmen DKP'nin ne olduğu, kim olduğunun iyi
anlaşılması ve Yüce Heyetinizi aydınlatmak amacıyla aksi yönden, yani, iddianın
aksini ispatlama külfetini de üzerimize alarak belgelerle Heyetinize sunmaya
çalışacağım.
Bu,
Klasör ... içindeki 10 belgeden ibaret ek delil olarak sunacağımız dosyadır.
Türkiye'nin değişik görüş ve kanaatte olan, değişik yayın organlarında görev
âlân tanınmış seçkin yazarlarının, tarafsız olan bu seçkin yazarların DKP'ye
bakış açısını ve DKP'yi nasıl değerlendirdiğini izah etmeye çalışacağım:
l
inci belge; 3.1.1997 tarihli Sabah Gazetesinde, Genel Yayın Yönetmeni Güngör
Mengi'nin "Sabah Diyor ki" köşesindeki "İki Yeni Parti" başlıklı
değerlendirmesi. Şöyle diyor Sayın Güngör: "Demokratik Kitle Partisi,
liberal kimlikli bir parti olmakla beraber, Kürt sorunlarına yoğunlaşacak ancak
çözümleri Türkiye'nin ulusal bütünlüğü temelinde arayacaktır. Şerafettin Elçi,
bu alanda samimiyetini kanıtlamış bir siyasetçidir ve en büyük zorluğu,
bölücülerden görecektir. Çünkü, PKK için DKP, Türkeş'in partisinden bile daha
tehlikeli bir hasım olacaktır" denilmektedir.
Belge
2.- 4.1.1997 tarihli Yeni Şafak Gazetesinde, Baran Duran imzalı, "Apo'yu
Korkutan Parti" başlıklı haber, yorum.
Şöyle
diyor: "DKP yönetiminin PKK'yı muhatap olarak kabul etmediği bildiriliyor;
'PKK'nın düşünceleri bizi bağlamaz.' Elçi, PKK'nın DKP'den memnun olup
olamayacağının kendilerini bağlamayacağını belirtiyor" değerlendirmesi,
yorumları yapılıyor.
3
üncü Belge; 4.1.1997 tarihli Yeni Yüzyıl Gazetesindeki Ali Bayramoğlu'nun
"Umuda Merhaba" başlıklı yazısındaki ifadeler.
Sayın
Bayramoğlu şöyle diyor: "Ama, dün küçük bir umut ışığı yandı; Ankara'da
Demokratik Kitle Partisi kuruluş bildirgesi verdi. Kürt sorununu programının
merkezine almakla birlikte, ülkenin bütün sorunlarına sahip çıkan liberal
demokratik bir kitle partisi olduğunu söylüyor DKP. Her türlü şiddeti
reddettiğini vurguluyor; devletin yeniden yapılandırılmasını, idari sistemin
ademi merkezileştirilmesini, kimlik haklarını ve bölgesel kalkınma planlarını
kendisine şiar ediniyor.
DKP'nın
varlığı umut vericidir; çünkü, bu ülkede YDH'dan bu yana ilk kez bir siyasî
parti demokrasiyi barış, huzur ve refah üzerine temellendirmekte, din, inanç,
mezhep ve etnik farklılıkların bir aradalığı ve hakların çerçevesinde
tanımlanmaktadır. Yani, çok kültürlü toplum projesinin ipuçlarını vermektedir.
Çünkü,
Şerafettin Elçi'nin başkanlığında kurulan DKP'liler, bugüne değin Kürt sorununu
ülke bütünlüğü çerçevesinde resmî ideolojiye ve PKK'ya uzak durarak çözmek
önerilerini dile getirmiş; DEP, HADEP geleneğinin dışındaki kişiler. DKP umarız
şu an olduğu gibi hep biri asimilasyoncu ve diğeri ayrılıkçı iki kutubun
arasında demokratik niteliği ile yer almayı sürdürür, Türkiye'nin partisi
olmaya soyunur, güven vermeyi temel şiar edinir; Türkiye'nin buna ihtiyacı var.
Umut adına DKP'ye merhaba!" şeklinde bitiriyor sözünü.
Belge
4'te; 6.1.1997 tarihli Sabah Gazetesinde, Mehmet Ali Birand'ın "Şerafettin
Elçi Son Şans Olabilir" başlıklı yazısında şöyle diyor:
"Şerafettin
Elçi kızmadı-..." Yani, 12 Eylül döneminde bana yapılan haksızlıkları
anlattıktan sonra "Şerafettin Elçi kızmadı, kırılmadı, silaha davranmadı.
Aksine, son derece ılımlı bir yaklaşımla bizlere Kürt sorununu anlatmaya
çalıştı. Ancak, devletin içindeki ve dışındaki şahinler, onu yerden yere
vurdular, safdışına atabilmek için kurmadıkları komplolar kalmadı. Bütün bu
çabaları en memnuniyetle izleyenlerin başında da PKK geliyordu. Zira, Elçi, PKK
için önemli bir tehlike idi. Elçi'nin yaklaşımında teröre yer yoktu. PKK kendi
yapacağı temizliği TC Devletinin yapmasından keyif duydu. Şerafettin Elçi,
şimdi Demokratik Kitle Partisi adında bir parti kurdu. 69 kurucu üyesiyle
birlikte DKP, şimdi iki önemli tehlike ile karşı karşıya; biri, devletin
içindeki ve dışındaki şahinler, diğeri de PKK. Devletin içindeki ve dışındaki
şahinler, PKK'ya diş geçiremedikçe PKK dışındaki tüm ılımlı Kürt hareketleri
vurdular. Kafalarına göre Kürt sorununu ancak bu şekilde yok edebileceklerdi.
Kürt konusunda kimin ne düşündüğüne, nasıl bir yaklaşımla ortaya çıktığına
bakmadan vurdular.
Şimdi
sahneye gelen Şerafettin Elçi hareketini susturmayalım; ılımlı, silaha karşı
çıkan Elçi ile arkadaşlarının başlattığı partinin en önemli yeniliği misakı
milli sınırlarının korunmasından yana olması; yani, Türkiye'nin toprak
bütünlüğünden yanalar. Marksist yaklaşım değil, liberal merkez sağdalar.
PKK'nın
rahatsızlığı bundan kaynaklanıyor. Bugüne kadarki tüm siyasi oluşumları kendi
kontrolü altında tutan PKK, Elçi ve arkadaşlarına karşı sert bir muhalefet
yapacaktır. Eğer, devletin içinde ve dışındaki eski kafalar da Elçi hareketinin
üstüne yürürlerse, sadece PKK'ya yine altın bir olanak sağlamış olacaklardır.
DKP'nin söyleyecekleri doğru olacaktır. DKP, bizim hiç hoşumuza gitmeyen sözler
söyleyecek, gerçekleri ortaya koyacak, Kürt sorununun nasıl çözüleceğini
anlatacak, Güneydoğu'daki savaşın devamının devletin içindeki ve dışındaki bazı
güçler tarafından istendiğini söyleyecek ve ispat edecek.
Kızmayalım;
eğer, Şerafettin Elçi'ye deytahammül edemezsek, o zaman geriye yapılacak bir
şey kalmayacaktır. Sadece edebiyat yapmakla, herkesi ülkenin toprak bütünlüğünü
yok etmek isteyen hayalî düşman olarak görmekle bir yere varılamayacağını artık
öğrenmemiz gerekmiyor mu'
Şimdi
de PKK terörünün ardına saklanıp yine de ayak sürüyoruz; ancak, bu konuda daha
fazla direnemeyeceğimizi biliyoruz. Şerafettin Elçi'nin partisi işte bu
yönlerden şans olacaktır. Bunu da yok etmeye kalkarsak bir daha kimse
cesaretlenmeyecektir, saha tamamen PKK'ya kalacaktır" şeklindeki
değerlendirme ve tahlilleri.
Belge
5; 18.1.1997 tarihli Milliyet Gazetesinde Güneri Civaoğlu'nun "İmaj
İnşası" başlıklı yazısı; şöyle diyor: "Demokratik Kitle Partisini
kuran Şerafettin Elçi, PKK'nın dayatmasına demokratik çözüm alternatifi olmak
iddiasında. Elçi, silahlı yöntemlere karşı" belirlemeleri yer almaktadır.
Belge
6; 18.1.1997 Sabah Gazetesinde Hasan Cemal'in "İki Nokta" isimli
köşesindeki "Diyarbakır'dan Afrika Manzaraları ve Yeni Siyasal
Oluşumlar" başlıklı yazısı.
Şöyle
diyor Sayın Cemal: "Demokratik Kitle Partisi, 'PKK'ya hayır' PKK'nın
hışmını üzerine çekmiş durumda. PKK'nın televizyonu MED TV'nin yayınlarında
korucu partisi, devlet partisi diye sürekli ateş altında tutuluyor. Ancak,
Türkiye'nin toprak bütünlüğü savunuluyor. Yani, bölücülük söz konusu değil,
şiddet reddediliyor, PKK'nın partiye gölgesini vurmamasına(') kesin olarak izin
verilmiyor. Demokratik Kitle Partisine başarılar diliyorum" yorumu ve
değerlendirmesi.
Belge
7; 10.3.1997 tarihli Hürriyet Gazetesinde Enis Berberoğlu'nun "Şahinlerin
Nefret Ettiği Politikacı" başlıklı yazı.
Sayın
Berberoğlu şöyle diyor: "Ocak ayında siyasi yaşama katılan Demokratik
Kitle Partisi Başkanı Şerafettin Elçi'nin sözleri ilk bakışta yakınma gibi
gelse de, aslında, gizli gururu yansıtıyor. 'Şahinler, bizi sevmez; ne Türk
şahinleri ne de Kürt şahinleri.' Gazetede sohbet ederken sigarayı 4 yıl önce
bıraktığını anlatıyor, Cizre'deki evinde PKK'yı nasıl eleştirdiğini
hatırlıyorum..." benim sözümü alıyor, "O tarihte beni dinleselerdi ne
bu kadar kan dökülürdü ne de düşmanlıklar olurdu' diyor ve devam ediyor; iki
seçenek var; ilki silahlı mücadele; ikincisi, Türkiye'nin millî sınırlarına
saygılı demokratik yol; bizimyolumuz ikincisi" şeklinde, yorum ve
değerlendirmeler.
Belge
8; 12 Mart 1900 (') tarihli Ekspres Gazetesinde Hasan Artuk'un -Adana'da
yayınlanan bir bölge gazetesi- "Dobra" isimli köşesinde
"Demokratik Kitle Partisi" başlıklı yazı.
Şöyle
diyor yazıda: "DKP, bir fırsattır, bir umuttur; bu fırsat ve umudu iyi
değerlendirmek gerekir. DKP'nin ön koşul saydığı barış, tüm beyinlere
yerleştirilmeli ve bu alanda insanlarımızı motivize eden yayınlar yapılmalıdır.
Ülkemizin gerçeklerini, insanlarımızın kültürel zenginliklerini göz ardı edemeyiz.
Öyle bir lüksü sürdürme imkânımız yoktur. Adam Kürtçe mi konuşup okuyacak,
'buyur kardeşim; yeter ki ulusal birliği bozma, yeter ki, bu cumhuriyetin
temeline dinamit koyma, dinamit koymaya kalkışma.' DKP'nin genel merkez
yöneticileri benimle temas kurarak programlarını gönderdiler ve barışa dayalı
siyasal yapılanmalarının dikkate alınmasını istediler.
Bizim
gibi ulusal birliği savunan, cumhuriyetin temel değerlerine ve cumhuriyetin
devrimlerine yürekten inanmış ve bu doğrultusu herkesçe malum olan, ırkçılığın
her türlüsünü reddeden bir kişi ile temas kurmak ve kendilerini anlatmak
isteyen DKP'lilerin samimiyetine inanmak istiyorum.
Barışı
ve toplumsal uzlaşmayı ön koşul sayan, bunu programına koyarak siyasal
kimliğini bu merkeze oturtan DKP'ye, aydınlarımız, yazar ve çizerlerimiz ve de
medyamız sahip çıkmalıdır. Kürt kökenli olduğunu iddia eden, öyle inanan
insanlarımız bir an önce PKK ve onun yandaşı olan siyasal tuzaklardan
kurtulmanın çaresine bakmalı ve DKP'nin uzattığı zeytin dalını görmelidirler.
Bir
büyük iş yapalım, bir büyük işi başaralım; bu işin adı barıştır, sevgidir,
kardeşliği pekiştirmektir. PKK ve yandaşları benim düşmanımdır, bu ülkenin
düşmanıdırlar; bu düşmanlar, şimdi DKP'ye de düşmandırlar; çünkü, DKP, kavgayı
değil, barışı savunmaktadır. Barıştan yana olan, kan ve gözyaşıyla bir yere
varılamayacağını anlamış olan, bu ülkenin bölünmesinde kimsenin kârlı
çıkamayacağının bilincine varan herkes, PKK'nın şiddetine karşı çıkanlar,
DKP'ye omuz vermelidirler" yorum ve değerlendirmesi.
Belge
9; 5 Mayıs 1997 tarihli Sabah gazetesinde Mehmet Ali Birand'ın "PKK'ya
Direnen Kürt Lider Şerafettin Elçi" başlıklı yazısı; "İşte, bu garip
ilişkiler yumağında Şerafettin Elçi ortaya çıktı. PKK'ya kafa tutan, Öcalan'ın
hedefi durumuna gelmesine rağmen hiç umursamadan sorunun ülkenin toprak
bütünlüğünü koruyarak çözülmesini isteyen bir lider. Tabiî, PKK tarafından
hemen reddedildi.
Ancak,
ne gariptir ki, Devlet de Elçi'yi tartaklıyor. Güneydoğu'daki son seçimlerde
yerel yetkililer ellerinden geleni artlarına koymadılar. Bazı bölgelerde
HADEP'e göz yumarken, Elçi'nin engellenmesi akla binbir soru işareti
getirmişti. Acaba, bölgedeki bazı yöneticiler çözümsüzlüğü mü tercih ediyorlar'
Savaş durumunun devamını mı tahrik ediyorlar' Acaba bölgedeki uyuşturucu ve köy
korucularına giden paralar, kendine göre kurulmuş olan bir düzenin değişmemesi
için bir çaba mı var' Bu sorular artık, her yerde soruluyor; mantık açısından
eğer, böyle bir durum yoksa, neden Elçi gibi insanlar da köstekleniyor'"
şeklindeki yorumu.
Belge
10; 18.10.1997 tarihli Yeni Yüzyıl gazetesinde yayınlanan, Profesör Doktor
Ahmet Naci Yücekök'ün "DKP'ye Destek PKK'yı Zayıflatır" başlıklı
yazısı.
Bu
sayın profesör Diyarbakır ve o bölgede çok derin bir inceleme yaptı; o
incelemelerini bir dizi yazı halinde Yeni Yüzyıl'da yayınladı ve orada bizimle
ilgili şu tespitleri yapıyor:
"PKK'nın
tehditleri sürerken savcılık da DKP'nin kapanması için dava açıyor. Partinin
savunması kısa; 'hanginiz kapatacaksanız önce aranızda anlaşın.' Yörede kurulu
bir siyasal parti var. Eski CHP'li bakanlardan Şerafettin Elçi'nin DKP'si,
Demokratik Kitle Partisi, Kürt sorununu daha insancıl, daha barışçı, daha
demokratik olarak savunmaya çalışan bir siyasal girişim. PKK, bu DKP'ye karşı,
kapatılsın istiyor, DKP korucularını (') tehdit ediyor, baskı yapıyor; çünkü,
Demokratik Kitle Partisi Apo'nun ayırımcı savaş " politikalarına karşı.
Kürtlerin böyle bir partiye destek vermeleri, PKK'yı doğal olarak büsbütün
zayıflatır. PKK'nın DKP'ye yönelik baskı ve tehditleri sürerken, Cumhuriyet
Başsavcılığı da DKP'nin kapanması için soruşturma ve dava açıyor. DKP, tek bir
sayfalık savunma ile yetiniyor. Ezcümle şöyle diyor: 'Hanginiz kapatacaksanız
önce aranızda anlaşın.' Şerefettin Elçi, kişiliğiyle yöre halkına da güven
veriyor"şeklinde tespit.
Şimdi,
Sayın Heyete bu tarafsız basın çevrelerinin değişik çevrelerden yorumlarını
sundum. Lütfen, herkes insafla elini vicdanına koysun; Sayın Başsavcının bize
yüklemek istediği, PKK bağlantısı veyahut da PKK icazetli imaj ile burada
çizilen tablo arasında en ufak bir bağ, bir ilgi kurmak mümkün mü' Bunu,
takdirlerinize bırakıyorum.
Bu
tarafsız çevrelerin değerlendirmelerini sunduktan sonra şimdi de, PKK'nın yayın
organlarında veya PKK'nın yörüngesinde yayın yapan kuruluşlarda, kurumlarda
bize yapılan saldırıları Heyetinizin dikkatlerine sunmak istiyorum.
Belge
1.- 14 Ocak 1997 tarihli, yurtdışında yayınlanan Özgür Politika Gazetesi; o,
malum doğrultuda yayın yapan bir gazete; "Devam" köşesinde yer alan,
Abdullah Öcalan'ın MED TV'deki konuşmasına atıfta bulunan 'birlik, pratikte
yaşam bulsun' başlıklı DKP'ye yönelik eleştiri yazısının altını çiziyoruz.
Şöyle
deniyor; "Bir Kürt cephesinde, işte Elçi'nin kitle partisi, yine
Cindoruk'un demokratik kitle partisi nedir' Bu, yeni gelişmelerle bağlantılıdır;
belki de bu gelişmelerin düşünülmüş, planlanmış bir parçasıdır" şeklindeki
belirlemeleri.
Belge
2.- (yani, bu, klasör 1. Dosya 2'nin belge 2'si) 15.1.1997 tarihli yine Özgür
Politika Gazetesinde, "Ufuktan" isimli köşesinde "600'lük
umut" başlıklı DKP'ye yönelik imzasız eleştiri.
Belge
3.- 14 Ocak 1997 tarihinde yine Özgür Politika Gazetesinde Yaşar Kaya imzalı
"Anayasal Yutturmaca" başlıklı DKP'ye yönelik eleştiri yazısı.
b)
16.1.1997 tarihli yurtdışında yayınlanan Özgür Politika gazetesinin
"Okuyucuya" köşesinde, "Rehber Acar" imzalı, "Çözüm
Şerafettin Elçi mi'" başlıklı DKP Genel Başkanı Şerafettin Elçi'ye yönelik
eleştirileri.
Şöyle
diyor saldırıda: "Sen, bir zamanlar Bayındırlık Bakanlığı yaptın. Kendi
halkın için ne yaptın' Hangi gün Kürt sorununu dile getirdin' Şimdi, niye
kalkmış, 'ben Kürt sorununa siyasal yönden çözüm getireceğim' diyorsun' Madem,
senin art niyetin yok, siyasal olarak bir şeyler yapmak herkese açıktır, git,
yap; Kürdün ve Türkün birleşmeleri sana ibret olsun; ulusal kurtuluş mücadelesi
için ne sen..." yani, ulusal kurtuluş mücadelesinden amaçlanan PKK'nın
verdiği mücadele, "...Ulusal kurtuluş mücadelesi için ne sen ne de senin
gibileri tehlike olamaz. Sinek küçüktür; ama, mide bulandırır; doğrudur; sen de
çok mide bulandırırsın. Sen de şu anda bir Abdullah Çatlı'sın; daha senin
gibileri çok çıkacak bu sahnelere; ama, hiçbiri rollerini oynayamayacaklar. Yol
yakınken vazgeç bu sevdadan. PKK Genel Başkanı HEP'tir(') bir muhatap arıyor o,
bizler bir muhatap arıyorken, devlet, kalkıp karşısına kendisini, yani, seni ve
senin gibilerini çıkarıyor" şeklinde bize yapılan saldırı.
Belge
4.- 20 Ocak 1997 tarihli yurtdışında yayınlanan Özgür Politika Gazetesinin,
Selim Ferat imzalı, "Son Şans Şerafettin Elçi" başlıklı yazıda şöyle
diyor:
"Türk
militarizmi şimdi vesikalı iktidardır ve bu militarizmin Kürde nefes
aldırmadığı bir dönemde militarist demokrasinin ilk Kürt fidanı Elçi'nin
partisidir. Elçi, programın seyrinde bir şeye dikkat etti ve ısrarla üzerine
'bu devlet, benim de devletimdir' dedi ve kendisine hayat sigortası rezerve
ettiğini hatırlatmak istedi.
Şerafettin
Elçi'nin partisi son şans olacaktır... "Bu, başka bir ifadeden alıntı
yapıyor -Birand'ın (')- "Bunu da yok etmeye kalkarsak kimse
cesaretlenmeyecektir, saha tamamen PKK'ya kalacaktır. Buna göre Şerafettin Elçi
icazetlidir. Elçi, çadırını hiç çekinmeden Kürdistan sürgün parlamentosunun
yanına açmalıydı. Türk militarizmi başka türlü istiyor, Elçi boyun eğiyor"
denilerek DKP ve onun genel başkanına saldırılıyor.
Belge
5. - Şubat 1997 tarihli Özgür Halk Dergisi, aynı doğrultuda yayın yapan bir
dergi; 26-33. sayfalarında çok geniş yer alan Şefik Acarcan isimli
"misyonu büyük, çapı küçük bir adam" üst başlığı altında Şerafettin
Elçi ve düzeni koruma partisi spotuyla verilen 8 sayfadan ibaret yazı.
Yazıda
şöyle diyor: "Şerafettin Elçi, iki yıldır çalışmasını sürdürdüğü
partisinin resmen kuruluşunu 3 Ocak 1997 günü TC İçişleri Bakanlığına verdiği
dilekçeyle duyurdu. Adı, Demokratik Kitle Partisi. Sürekli düzen içi kalmaktan
yana olan bir işbirlikçi Kürt tipini çizdi. Solcu bir bakandır, patronu ise
günümüzün azılı faşisti Karaoğlan Ecevit'tir. Kürt düşmanı bir Kemalist ve hain
bir Kürt; bu şekilde eylüle kadar birlikte yürürler. Bu tarihsel bir
birlikteliktir. Bu birliktelik ihanetçi bir Kürdün bütün değerleriyle kendisini
efendisine pazarlamasında somutlaşır. Böylece, Elçi, KDP geleneğinden gelen
işbirlikçiliğini bu sefer Ecevit solculuğuna öykünerek pekiştirmeye çalışır.
Tıpkı, uşaklığını yaptığı efendilerinin yaşadığı gibi, hiç beklemediği bir
şokla karşılaştı. Hesapları tutmamıştı, artık, o da burjuva partilerinin
Kürdistan'da tutunamadığım ve birer tabela partisinden öteye gidemediğini
görmüş ve anlamıştı, onu bizzat yaşamıştı.
Kürdün
ihanetçisi iflah olmaz; çünkü, amacı uşaklıkta kusursuz olabilmektir; tek
derdi, efendisine kendisini, sadık ve yetenekli bir uşak olarak kabul
ettirmektir. Bu açıdan, uşaklıkta en küçük bir yetersizlik ve başarısızlık onun
için ölümden beterdir. Çünkü, ne kadar kaliteli olsa da son tahlilde bir
işbirlikçidir ve kendi soyuna ihanet etmiş uğursuz bir mahluktur.
Elçi,
işbirliğinin günümüzdeki çarpık eylemi ise, DKP'dir; çarpıklık parti ismine
bile yansımıştır; çünkü, Elçi gibi birinin kuracağı partinin ismi, Demokratik
Kitle Partisi yerine "düzeni koruma partisi" veya "devletin
korucu partisi" olmalıydı; çünkü, öz ne ise, biçim de öyle olmak zorunda.
Aksi takdirde, sahte bir biçim, ne kadar şaşaalı olursa olsun, asla gerçek özü
gizlemeyecektir; öz, eninde sonunda mutlaka kendini biçime de yansıtacaktır.
Karanlık
ne kadar koyu olursa olsun, cılız bir mum ışığıyla nasıl aydınlanırsa, DKP'nin
gerçek özü de onca "demokratik kitle partisiyiz" vesaire söylemlerine
rağmen mutlaka yüzüne çektiği perde yırtılacak ve UK'yı, yani, ulusal kurtuluş
çizgisi tarafından tarihe gömülmüş çirkin işbirlikçi yüzü açığa çıkacaktır.
Bu,
eşyanın tabiatından ileri gelmektedir. Tabiî, bunun kendiliğinden olmayacağı
anlamında belirtmiyoruz. (') Aksine, koşulları olgunlaştırmak ve maskeleri
altındaki çirkin yüzleri gün ışığına çıkarmak tüm devrimcilerin en asli
görevlerindendir.
İhanetçi,
korkaktır, efendisini ürkütmek istemez. Elçi'den ('), bunları isterken çok
korkakça ve ürkekçe davranıyor ve efendisini kızdırmaktan çekinen sadık bir
uşak edasıyla.
Elçi,
her konuştuğunda sarf ettiği cümlelerde daha da batmakta ve asıl niyetini
ortaya koymaktadır. 'DKP mazlumların partisidir. Biz, geleceğin, adil bir
devletin sesiyiz.' Evet, devletin sesi olduğu kuşku götürmez; ama, mazlumların
partisi sözü çok dikkat çekicidir. Onun mazlumlardan kastettiği halkın bunca
baskıya rağmen geliştirdiği onurlu direnişin sonucu ekmek kapısı kesilen ve
artık, efendilerinden dahi yüz görmeyen bir avuç işbirlikçi hain ve uşak
takımıdır.
Elçi,
bununla de yetinmiyor; ihanet ve işbirlikçiliğinin vermiş olduğu sözü karanlıkla
özgürlük hareketinin yıllardır sarf ettiği emekle, ödediği bedellerle,
gösterdiği fedakârlıklarla, insanüstü cesaret ve kahramanlıklarla kazanmış
olduğu ve devrinin bu aşamasındaki belirli güç kaynağını teşkil eden orta
sınıflara da seslenmekten geri durmamaktadır. Bu gerçeği, Elçi görebiliyor ve
planlarını bu eksende geliştirmeye çalışıyor. Hatta, bu konuda özel savaşa (')
akıl vermekten bile geri durmuyor"
Şimdi,
bu tür hakaretiniz ve çirkin saldırılar yazıda aynen uzun uzadıya devam ediyor.
Bu dosya sunulacağı için gerisi dosyadan okunabilir.
Belge
6.- 17.3.1997 tarihli Demokrasi Gazetesinde Teslim Töre imzalı, "Kürt
Sorunu PKK ve Bölge Kontrolü" başlıklı "DKP'ye Yönelik
Eleştiriler" yazıda şöyle deniyor:
"Bu
politikayla Kürt sorununu globalizm paralelinde konjonktürel olarak bölge
dengeleri arasına yaymak, PKK'yı dışlamak ve kurdurulmuş olan DKP'yı muhatap
gibi gösterip sonuca varmak planlanıyor. Bölge konjonktürü de denge unsuru
yapay bir Kürt koordinatı, iç dinamikte ise, Kürt sorunun çözümünde muhatap
olarak görmek ve göstermek için DKP oluşturulmuştur. DKP, kendi başına bir olgu
değil, bütünlüklü bir planın bir parçası olarak oluşturulmuştur"
şeklindeki görüşleri.
Belge
7.- 5 Nisan 1997 tarihli Özgür Atılım gazetesi ve "Azadî" köşesinde
"Elçiye Zeval Olmaz mı'" başlıklı imzasız yazının ve DKP'ye yönelik
eleştirileri.
Şöyle
diyor: "Şerafettin Elçi, bu isim, Türk siyasal gericiliğinin parlamenter
siyaset eşrafı arasında tanınmış simalarından biridir. Lâkin, o, sıradan bir
Kürt değil; bölücülük düşmanı, şiddet karşıtı, liberal, özelleştirme
savunucusu, ulus devletin çağını durdurduğuna inanan, hatırı sayılır bir devlet
tecrübesi edinmiş bir Kürttür. Üstelik, Kemalistlerden daha misakî millîci,
generallerden daha yayılmacı görüş ve iddialara sahiptir. Türk Devletinin
halinin ne olacağı konusunda nerede ise tekellerden ve generallerden daha fazla
kafa yoran, sadık ve çalışkan bir Kürttür.
Onun
da artık bir partisi var; Demokratik Kitle Partisi. Siyasal geçmişlerinde
kişiliklerinin ve savundukları değerlerin çürüyüp küflenmemiş hiçbir yanı
kalmamış Elçi güruhuna bu rağbet niye' Türk faşist egemenleri ve
emperyalistlerin yeniden cilalayıp, eline de bir de parti tabelası
tutuşturdukları bu işbirlikçi uşaklarından ne bekliyorlar'!.
En
başta, o, sadece Kürtler için değil, Türkler ve Türkiye için konuştuğunun
üzerine basa basa vurguluyor. Bu planın bir parçasının HADEP etrafında siyasal
tercihlerini kullanan Kürt yığınlarının DKP gibi işbirlikçi Kürt partilerinin
dümen suyuna çekmektir. DKP, bu emperyalist, faşist ittifaka dayanan planın bir
parçasıdır. Kürt yurtseverlerinin mücadele tarihinde, bu Truva Atını değil
kalelerinin içine sokmak, kapısına bile yanaştırmaması gerektiğine ilişkin
yaşanmış uyarıcı deneyler vardır. Halk özdeyişinde "elçiye zeval
olmaz" derler; ama, bu kez, elçinin kellesi tehlikede. Efendilerine duyurulur..."
ve bu şekilde bitiyor.
Belge
8.- 5 Nisan 1997 tarihli yurtdışında yayınlanan Özgür Politika Gazetesinde
"Şerafettin" başlıklı yazı:
"Devlet,
Kürtlere Nevruzu yasaklarken, bunun için yoğun bir çaba sergilerken, sadece
kişiliğe ve partisine kutlama için izin verdi. Özel aygıt Şerafettin Elçi'ye
izin vermekte bir sakınca görmedi. Onlar da Diyarbakır sokaklarında halka 1200
karanfil dağıtarak, sözüm ona Kürtlerin bayramını kutladılar.
Elçi'nin
Nevruzu kutlama biçimiyle devletin resmî kutlamaları arasında şaşırtıcı bir
benzerlik var. Aslında-, Elçi, kendisini devlete kanıtlamıştır; devrimci
mücadelenin önüne bir bölen ve kontra güç olarak dikilebileceğini her fırsatta
dile getiriyor. DKP ve emperyalist güçlerin de kendisinden beklentileri vardır.
Bundan böyle bir destek vermeye çalışacaklardır" şeklindeki yorum ve
değerlendirmeler.
Belge
9.- 6 Nisan 1997 tarihli Demokrasi Gazetesinde "Ordu Yeni Bir Tarz
Deniyor" başlığı altında yayınlanan Abdullah Öcalan'ın DKP'ye yönelik
eleştirilerini yansıtan haberde şöyle deniyor: "Öcalan, ulaşan son
bilgilere göre Kendennazan Ankara'ya gidecekmiş. Yine, Şerafettin Elçi'yle
oldukça ilgileniyorlar. Hatta, HADEP içinden bazılarıyla görüşecektir. Böyle
bir durum var; olabilir yani. Bu, biraz NATO içi bir çözüme benziyor. Eğer, bununla
PKK'nın zayıf düşürülmesi planlanıyorsa, bu, bizim için eski yöntemlerin aynen
devrede olduğunu ve buna biraz daha güç verilmek istediğini gösteriyor. Ne
yapacağız buna karşı; tavırlarımızı radikalleştireceğiz." Bu şekilde bir
değerlendirme.
Belge
10.- 6 Nisan 1997 tarihinde yayınlanan Demokrasi Gazetesinin "Bakış
Açısı" köşesinde. M. Can Yüce imzalı, "Şerafettin Elçi ve DKP"
başlıklı yazı.
Bu
yazıda: "Burada üzerinde durulması gereken iki nokta var. Birincisi şu:
Devlet, bütün Kürtlere Nevruzu yasaklarken neden Şerafettin Elçi'ye izin
vermekte bir sakınca görmedi' Yoksa, Şerafetttin Elçi'yi kendinden biri olarak
mı değerlendirdi' Gerçek durumu sahiden öyle mi'
Vurgulamamız
gereken ikinci nokta ise şudur: Şerafettin Elçi'nin Nevruzu kutlama biçimiyle,
Devletin resmî kutlamaları arasında şaşırtıcı bir benzerlik var. Nevruz ateşi,
mücadeleyi ve isyanı anlatır; oysa, Şerafettin Elçi ve partisi her şeyden önce
bu isyan ve mücadele özünü boşaltmak ve özel savaş için kabul edilebilir
ölçülere getirmek istediler. Dolayısıyla, Devlet, Şerafettin Elçi'ye izin
verirken, kendisi açısından isabetli davrandığını anlamış ve içten içe
sevinmiştir. Bu deneyimden bundan böyle de yararlanacakları kesindir.
Devlet
ve Şerafettin Elçi'nin Nevruza yaklaşımlarının bu tarzda örtüşmeleri rastlantı
ve nedensiz değildir. Devlet, Şerafettin Elçi'nin, işbirlikçi Kürt çözümünün
yerel ayağı olmaya hazırlandığını biliyor; kimi tekel temsilcileri de kendisine
olası bir muhatap olarak düşünüyor. Bu anlamda, kendisini bir tehlike olarak görmek
bir yanda kalsın, Kürt hareketini bölen, Kürtlerin bir bölümünü düzene bağlayan
bir eğilimin temsilcisi olarak değerlendiriyorlar. Şerafettin Elçi ve DKP'nin
bir siyasal korucu olmaya soyunduklarını da biliyorlar. Bu anlamda, açıktan
açığa ve alttan alta destekliyorlar. Desteklerinin özü, PKK'ya.
İşte,
Şerafettin Elçi ve partisi, emperyalist ve Türk egemen cephede seslendirilen
çözümün Kürt ayağı olmaya hazırlanır, böyle bir misyona soyunuyor. Ortaya
çıktığı ilk günden bu yana, özellikle, kendisiyle PKK ve HADEP arasındaki kesin
farkı anlatıyor; devrimci savaşa karşı var olan duruşunun altını çiziyor. Yani,
verdiği mesaj 'bana her açıdan güvenebilirsiniz' doğrultusundadır. Özel savaş
kalemleri de öyle davranıyorlar; Şerafettin Elçi'ye güveniyorlar, onun şahsında
devrime alternatif bir oluşumun güç verebileceği umudunu taşıyorlar.
Özel
savaşta temel eksiğin bir siyasal kontra parti olduğunu çoktandır
dillendiriyorlar ve devletin bunun koşullarını yaratması gerektiğini
anlatıyorlar. Bu misyonun da en iyi, Şerafettin Elçi tarafından yerine
getirilebileceğini açıkça yazmaktan çekinmiyorlar.
Aslında,
Şerafettin Elçi, kendisini devlete kanıtlamıştır. Devrimci mücadelenin önünde
bir bölen ve kontra bir güç olarak dikilebileceğini her fırsatta dile
getiriyor. Bizim açımızdan Şerafettin Elçi ve partisi siyasal kontra parti
niteliğindedir" şeklindeki değerlendirme.
Belge
11.- 1.5.1997 tarihli yurtdışında yayınlanan Özgür Politika Gazetesinde Nihat
Aşut'un "Kürtlere Legal Mücadele" başlıklı yazı.
Yazıda
şöyle deniyor: "İşte, bu günlerde TC'nin kısa bir süre önce kurulan DKP,
yani, Demokratik Kitle Partisi, Şerafettin Elçi patentli bu partiye göz
kırpması ve Kendennezan'ı Ankara'ya çağırması düşündürücüdür. Şerafettin Elçi,
Kürtlerin legal çalışmasında fiilî süreçlerinden gelmiştir ve hatta, eski tas,
eski hamama devam etmek istiyorsa; ki, dileğimiz de budur; aksi takdirde,
kendisi için başarısızlığı peşinen kabul etmiştir; sicilinin yakın geçmişte pek
parlak olmadığı da halk tarafından bilinmektedir" şeklinde yazı.
Belge
12.- 27.5.1997 tarihli yurtdışında yayınlanan Özgür Politika Gazetesinin
"Diplomasi" köşesinde, "Elçi, Türkiye'nin Elçisi" başlıklı
yazıda.
Şöyle
deniyor: "Partisinin programını tanıtmak amacıyla İsveç'e giden Demokratik
Kitle Partisi Başkanı Şerafettin Elçi, güney Kürdistan'ı işgal eden Türk
Devleti ve onun işbirlikçisi KDP'yi savundu. İsveç'te basına demeç veren Elçi,
'güney işgalini bir devlet burnunun dibinde gerilla üslerine müsaade etmez,
Türk Devleti de müsaade etmemekte haklıdır' diye tabir etti. Bu arada, Elçi'nin
taraftarlarınca DKP'nin programını tanıtmak amacıyla önceki gün Stockholm'da
organize edilen bir toplantı fiyaskoyla sonuçlandı. Stockholm, ABF salonunda
gerçekleştirilmesi planlanan toplantı öncesi bir hayli aksamalar yaşanırken, DKP'liler
100 civarında ERNK taraftarını salona almak istemedi. MED TV ekibi de
engellendi. Elçi'nin aile çevresinden sayılan 70 kişinin bulunduğu salonda PKK
ve ERNK aleyhtarı bildirilerin dağıtılması tansiyonu, daha da yükseltti,
Kürdistanlı yurtseverlerden rahatsız olan KDP'liler polise ihbarda bulunup,
bunların salona alınmamasını istedi. Amaçlarına ulaşamayan DKP yandaşları bu
salonu iptal edip etkinliğe başka bir salonda devam etmek zorunda kaldı. Bu
salona da yurtseverler alınmak istenmedi; içeride bulunan yurtseverlerin bir
kısmı da DKP'liler saldırısına uğradı, karışan ortama polis müdahale ederek
bazı yurtseverleri dışarı çıkarttı. Toplantıya uzun bir aradan sonra devam eden
Elçi'nin konuşması "bırı seri apo-kahrolsun ihanet- bağko... başur..., roşılet...
Apo serıkıvalat(')" gibi sloganlarla kesildi, Türk Devletinin ağzıyla
konuşan Elçi, PKK ve ulusal kurtuluş mücadelesine ağır hakaretlerde bulundu.
Günde
10 dakika yayın yapmak suretiyle Türkiye'liler tarafından İsveç devlet
radyolarının ikinci kanalı bünyesinde kurulan "Merhaba" isimli Türk
ordusu taraftarı radyoya açıklamalarda bulunan Elçi, güney işgali ve KDP'nin
ihanetini şu kelimelerde savundu: " 'Bir devlet, burnunun dibinde gerilla
üslerine müsaade etmez. Türk Devleti de müsaade etmemekte haklıdır'"
denilmektedir.
Özür
dilerim, belki zamanınızı işgal ediyorum; ama, yani, DKP'ye yöneltilen Sayın
Başsavcının suçlamalarının ne derece haksız olduğunu mutlaka gözler önüne
sermekte yarar var.
Belge
13.- 30 Mayıs 1997 tarihli yurtdışında yayınlanan Özgür Politika Gazetesinin
"Devam" köşesinde "Elçi Planın Parçası" başlıklı Abdullah
Öcalan'ın DKP'yı eleştiren açıklamalarını yansıtan imzasız haberin altı
çizilmiştir.
"İşgal
hareketiyle birlikte Avrupa'da birtakım toplantıların düzenlenmesinin tesadüf
olmadığını belirten PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan, Şerafettin Elçi'nin
PKK'yı tasfiye planı çerçevesinde öne çıkarıldığını söyledi. Öcalan, Türk
ordusunun PKK gücünü tasfiye ederek Kürt sorununda bir çözüme gitme sinyalini
verdiğini kaydederek, Şerafettin Elçi'nin bu güç tarafından öne çıkarıldığını
söyledi" şeklinde belirlemeleri.
Belge
14.- 31 Mayıs 1997 tarihli yurtdışında yayınlanan Özgür Politika Gazetesinin
"Misyonu Büyük Çapı Küçük Bir Adam Elçi ve DKP"
Bu,
bir dizi yazı; Şefik Acarcan biraz önceki belgede Özgür Halk Dergisinde
yayınlanan yazısını burada da tekrar ediyor. Okumaya gerek yok.
Belge
15.- 31.5.1997 tarihli yurtdışında yayınlanan Özgür Politika Gazetesinin Naif
Akış imzalı ve "Sonsbah (') mahreçli ihanetçiliğiyle övünen zat Şerafettin
Elçi" başlıklı DKP Başkanı Elçi ve DKP'ye yönelik eleştirel yorum.
Şöyle
diyor: "Ankara'nın ihanet abidesi olmaya hazırlanan Şerafettin Elçi işgal
hareketini onaylıyor. PKK'nin de ihanetle özdeş olmuş KDP'nin kurallarına
saygılı olmasını, 'çık' dediğinde oradan çıkması gerektiğini söylüyor."
Belge
16.- l Haziran 1997, yine Özgür Politika'da, yine sözünü ettiğimiz Şefik
Acarcan'in Özgür Halk Gazetesinde yayınlanan yazısının tekrarı niteliğinde;
okumaya gerek yok.
Belge
17.- 2.6.1997 tarihli yurtdışında yayınlanan Özgür Politika Gazetesinin
"Platform" köşesinde Necdet Guldan imzalı ve "Bir Başka Mücadele
Bir Başka Tavır" başlıklı DKP'ye yönelik eleştiri.
Necdet
Guldan, PKK'nin kurduğu Kürdistan sürgündeki parlamentonun bir üyesi.
Şöyle
diyor Guldan yazısında: "Şerafettin Elçi adını duymayanımız var mı veya
geçmişte neler yaptığım şimdi hangi misyonu üstlendiğini bilmeyenimiz'..
...
Şerafettin
Elçi sözlü savunmasının bu bölümünden sonra da kimi belgelere ve açıklamalara
yer vererek şunları belirtmiştir.
"Yine,
bu doğrultuda partimizce parti meclisinin sonuç belgesi, yani, bu, partinin en
üst karar organı olan parti meclisinde yine bu konuya değinilerek, şöyle diyor;
altını çizdiğimiz yerlerde: "Parti meclisimiz, partimizin genel başkanının
22.5.1997 tarihinde İsveç başkenti Stockholm'da yayın yapan Merhaba Stockholm
Radyosunda yaptığı bir röportaj sırasında Türk ordusunun kuzey Irak'a girişiyle
ilgili olarak sunulan bir soru üzerine, Türkiye'nin sınırların ötesi silahlı
operasyonlarını onaylaması mümkün olamayacağı yönündeki açıklamasının partimiz
temel görüşü olduğu bir defa daha yineleniyor. Müdahaleyi doğurabilecek
gerekçeleri yaratmamaya... Türkiye'nin oraya müdahalesini doğurabileceği
gerekçeleri yaratmamaya dikkat edilmediği şeklindeki değerlendirmelerini
benimseyip bir kez daha teyit ederek, şiddeti yöntem olarak benimseyenlere tabi
olmayan..." Parti meclisinin görüşü bu "Şiddeti, yöntem olarak
benimseyenlere tabi olmayan, bağımsız ve özgür iradesiyle hareket eden, Kürt
sorununun çözümünde demokratik barışçı yöntemi benimseyen, Demokratik Kitle
Partisini hiçbir gücün yıldıramayacağını, izlediği politikalardan ve yürüdüğü
yoldan hiçbir saldırının alıkoyamayacağını azim ve kararlılıkla ifade etmiş,
genel başkanımız Şerafettin Elçi'nin yurtdışı seyahati sırasında İsveç'in
Stockholm kentinde partimizin tanıtımı amacıyla düzenlenen 25 tarihindeki
toplantıya PKK'lı olduklarını söyleyen bir grup tarafından saldırıldığını ve bu
saldırı sırasında parti meclisi üyemiz Lütfü Baksi ile birlikte toplantıya
katılanların darp edilerek yaralandığı esefle saptanmış, bu gibi tavır ve
davranışları şiddetle kınayarak protesto ettiğini, partimizin şiddet ve
tehditlere asla boyun eğmeyeceğini, doğru bildiği barışçı, demokratik çizgide
azim ve kararlılıkla yürüyeceğini, halkımızın zaferi işaret ettiğini tam bir
siyasi irade ve inançla vurgulamıştır."
...
Bunca
lafı uzatmanın belki de gereği yoktu, gereksiz yere açılan bir dava ile
Mahkemeniz meşgul edilmiştir. Siyasî mücadelemiz önemli oranda aksatılarak
kanayan bir yaranın sarılmasına aracı olabileceğimize inanan geniş bir kesimin
umudu kırılmıştır. Bu ülkede demokratik ve barışçı yollarla hak arama
yollarının tıkalı olduğu imajı yaratılarak, şiddet yanlıların ekmeğine yağ
sürülmüştür. Ancak, Mahkemenizin vereceği isabetli bir kararla bütün bu
zararların kısmen telafi edilebileceğine inanıyoruz.
DKP'nin
uygar bir dünyada, uygar bir devlette uygulanması gereken bir siyasî programla
yola çıktığını hep ileri sürüyoruz. İddialı bir biçimde söylüyoruz; DKP
programı, Türkiye'de en ilerici, çağa en uygun siyasî programdır. İç huzur ve
barışı, tam bir demokratik hukuk devletini, vatandaşları müreffeh ve devletle
barışık, komşu ülkelerle problemlerini halletmiş, dünyada itibarlı yerini
almış, kalkınmış güçlü bir devleti hedeflemiştir. Programından ve genel başkan
olarak benim bu program açıklama amacını güden beyanlarımdan dolayı DKP'yi
suçlamak büyük bir haksızlıktır.
Sayın
Başkan, burada sözlerimi bitirmeden önce Mahkemenize yönelik bir maruzatımı arz
etmek istiyorum. Öyle zannediyorum ki, Yüksek Mahkemeniz de zaman zaman verdiği
kararların kamuoyu vicdanında, demokratik çevrelerde olumsuz bir etki
bıraktığının farkında ve bu nedenle kendi kararlarını savunma gereğini
duymaktadır ve şöyle bir gerekçeye sığınıyor: Biz ne yapalım, yasalar böyle
emrediyor, biz de yasaları uyguluyoruz.
Elbette
bir mahkeme, tanımı iyi yapılmış, sınırları çizilmiş, öğeleri iyi belirlenmiş
bir kuralı eksiksiz uygulamak zorunda. Böyle bir yasanın uygulanmasında hâkime,
mahkemeye izafe edilebilecek hiçbir suç, kusur olmaz; ama, eğer, yasa kuralları
soyut kavramlar ise, bu soyut kavramları yorumlarıyla somutlaştırıp uygulamaya
geçirme görevi mahkemeye verilmişse, bu uygulamadan doğan tüm haksızlıkların
sorumlusu o hâkim ve o mahkemedir.
Zira,
özellikle davamızla ilgili Anayasanın 68-4 üncü maddesindeki norm, yani,
bölünmezlik normu, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez normu, tamamen soyut
bir kavram; çünkü, Anayasa, yasa, bunu tanımlamıyor; yani, ülke bütünlüğü
nedir, millet bütünlüğü nedir; bunun tanımı yapılmamış, suç öğeleri
belirtilmemiştir. Bunu yorumlamak, buna ruh katmak, bunu ete, kemiğe
büründürmek ve uygulanabilir bir biçime getirme görevi Yüce Mahkemenize tevdi
edilmiştir.
Böyle
bir yasanın yorumu yetkisi sizde olduğuna göre bu yorumu, tamamen liberal
demokratik bir perspektiften yapmak zorunluluğu görevi de Yüce Heyetinize
düşüyor.
Bu
nedenle, bundan böyle özellikle 1995 tarihli Anayasa değişikliğinden sonra
siyasî parti kapatma davalarında verilebilecek, adaleti kamuoyu vicdanını
rahatsız edecek kararların sorumluluğunu yasalara, Anayasaya yükleme şansı
artık kalmamıştır, tamamen bütün sorumluluk Mahkemenizdedir. Mahkemeniz,
yapacağı olumlu bir yorumla, olumlu bir yaklaşımla, gerçek bir demokratik
devlete yakışan bir yorumla siyasî partilere yaklaşımını yeniden
düzenleyebilir, bu konuda adil kararlara varabilir.
...
Onun
için, böylesine bir kararda, hele soyut bir kavramın yorumu tamamen sizin
uhdenize tevdi edilmişse, hatta bu konuda yasakoyucunun iradesi de
engellenmiştir Anayasa değişikliği karşısında. Artık, yasakoyucunun da
Anayasaya aykırı hüküm koyma şansı da yoktur. Tamamen bunu soyutlaştırmak,
uygulamaya geçirmek Mahkemenizin takdiri içindedir.
Sayın
Başkan, sayın üyeler; malumunuz, manevi kasıt her olayda önemlidir. Ülkenin ve
milletin bölünmesinin davalı partice istenip istenmediğinin önemi büyüktür.
DKP'nin amacı, bölünmeyi değil, bölünmeye götüren nedenleri ortadan kaldırarak
serbest iradeye dayalı gönüllü, güçlü bir birlikteliği sağlamaktır. Bunun
dışında DKP'ye isnat edilebilecek her türlü itham haksızlıktır. Ön ve son
savunmalarımızda huzurda yaptığımız sözlü savunmalarımızda belirttiğimiz ve
Mahkemenizce resen dikkate alınacak nedenlerle Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığınca Mahkemenizde DKP aleyhine açılan kapatma davasının reddine
karar verilmesini arz ve talep ederim."
Şerafettin
Elçi sözlü savunmasını tamamladıktan sonra, kimi Anayasa Mahkemesi üyelerinin,
soruları üzerine de şu yanıtları vermiştir.
Eğer,
açıkladığım gibi, bir devletin vatandaşı olan kişiler, o devletin vatandaşı
olma iradesini beraber sürüyorlarsa, yani, o devletin vatandaşı kalma iradesini
taşıyorlarsa, orada herhangi bir ayrılmadan, bölünmeden söz etmek mümkün değil;
yani konu bu kadar açık ve net. Çünkü, o insanlar kederde, kıvançta, tasada beraber
yaşama sevinci ve üzüntüyü beraber paylaşma iradesini izhar ediyorlar. Bu,
ulusal bütünlüğün en sağlam harcıdır. Benim ifade etmek istediğim buydu.
Şimdi,
tabiî, bu ayrılma iradesi son derece tartışmalı; kamu hukukunda tartışmalı,
anayasa hukukunda tartışmalı, siyasî çevrelerde tartışmalı. Bunu netleştirmek
de mümkün değil. Her ne kadar Birleşmiş Milletler Evrensel Beyannamesinde her
halkın kendi iradesini tayin etme hakkı vurgulanıyorsa da, son uluslararası
belgelerde bu ayrılma hakkı göz ardı ediliyor. Yani, istense de bu hak
tanınmıyor; bu, ayrı bir konudur; yani, hukuksal olarak bunu çözmek zaten
mümkün değil; bu, ancak fiilî bir güç meselesi; yani, eğer, toplumun önemli bir
kesimi devletinden rahatsızsa, devletten kopmak istiyorsa, onun gücü varsa,
yetiyorsa, onu sağlar ve hiç kimse de "sen niye ayrılıyorsun'"
diyemez ona; ama, bu evrensel argümanlarda, anlaşmalarda güvence altına alınan
bir hak değil. Özellikle, AGİT düzeyinde hazırlanan belgelerde ayrılma hakkı
bir hak olarak artık kabul edilmiyor."
...
"Şimdi
biz çok net söylüyoruz. Bizim yerinden yönetim modelimiz veyahut da ademi
merkeziyetçi sistem dediğimiz etnik temele dayalı bir model değil; bunu biz sık
sık ifade ediyoruz.
Şimdi,
İspanya'da da böyle değil. İspanya 17 bölgeye ayrılmıştır; ama, bunlardan
2'sinin ayrı bir özelliği var ve tabiî, bu diğer bölgesel idareler, yerel
yönetimler, elbette ki bazı haklara sahip olacaklar ve kendi toplumunun
yapısına uygun bazı uygulamaları yapma hakkına sahiptir.
Ama,
Türkiye için önerdiğimiz model, dediğim gibi, bir ırk, bir etnik grup veyahut
da kültür temeline dayalı değil, Türkiye'nin tümü için biz istiyoruz. Bütün
görüşlerimizde de bunu bu şekilde açıklıyoruz.
Ama,
dediğim gibi, şimdi eğer, bir bölge farklı bir özellik arz ediyorsa, oranın da
meclisi olacak, o meclisin bazı kararları alma hakkı olacak. Çünkü, biz; ki,
bugün dikkat ederseniz, şimdi, bu, bizim düşüncelerimizi bugünkü Hükümet de
paylaşmak istiyor. Hükümet, yerinden yönetim modelleri üzerinde ciddi
çalışmalar yapıyor ve bu da DKP'nin ne kadar öngörülü bir parti olduğunu
gösteriyor; çünkü, merkezî yönetim modeli, artık, Türkiye'de ciddi olarak
işlemiyor, devlet tıkanıyor; bu modelin geçersizliğini hemen hemen savunan
kalmadı ve biz bütün Türkiye için istiyoruz."
...
"Türkiye
Cumhuriyeti Devletini oluşturan toplumun, Osmanlının çok kültürlü, çok etnik,
çok dilli mirasından devralındığı belli. Her insanın... yani, insan olmanın
beraberinde getirdiği doğal haklar var.
Örneğin,
Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi var. O sözleşmede her çocuğun ana
diliyle eğitim yapma, kendi dilini medyada rahatça kullanma hakkı tanınmıştır,
bütün dünya çocuklarına.
Şimdi,
bu hak, bütün dünya çocuklarına tanınmışken, neden Türkiye'de Kürt çocukları bu
haktan mahrum kalsın' Bu, tabiî, son derece uzmanlık gerektiren bir konudur.
Yani, bir çocuğun ana diliyle eğitim yapmasıyla başka bir dilde eğitim
yapmasının çocuğun gelişmesinde yaratabileceği etkinlikler, onun gelişmesine,
hızlı gelişmesine sağlayabileceği katkılar, tabiî, bunlar dediğim gibi, yani,
pedagogların, eğitim bilimcilerinin ilgi alanı, uzmanlık alanı; ancak,
böylesine bir haksızlık var.
Şimdi,
bugün bu konuda bizim demin size takdim ettiğim Büyük Millet Meclisinin göçle ilgili
raporunda da Kürt çocuklarına bu hakların verilmesi öneriliyor. Bu,
sayabileceğimiz haksızlıklardan biri.
Bir
de, yerel yönetimler, bugün katılımcı demokrasi dediğimiz anlayışın gereğidir.
Çünkü, demokraside zaten temel ilke, halkın yönetime olabildiğince katılabilme
imkânının sağlanmasıdır. Bunun da en iyi formülü, yerel yönetimlerdir; çünkü,
halk, doğrudan doğruya kendisini ilgilendiren konularda söz ve karar sahibi,
hak sahibi oluyor; bizim inancımız bu; bu, demokratik bir anlayıştır. Biz,
diyoruz ki, hiç kimse halktan fazla bu halkın yararını, çıkarını bilemez,
koruyamaz; siz, o hakkı halka verin, halk, en iyi tercihi yapar ve o bölünmeye
de götürmez.
Şimdi,
Türkiye ne yazık ki, bu bölünme kompleksine kendisini öyle kaptırdı ki, artık,
en ufak bir hak verme, hürriyetleri, özgürlükleri genişlettirme mutlaka sanki
bu devleti bölünmeye götürür gibi bir komplekse kendimizi kaptırmışız. Bu, son
derece anlamsız, gereksiz.
Ben,
şuna inanıyorum; evet, belki 20 nci Yüzyılın ilk çeyreğinde veyahut da ilk yarısında
her halkın, her farklı grubun kendi bağımsız devleti olması özlemiydi; ama,
bugün bunun anlamsızlığı anlaşılıyor; çünkü, asırlar boyu bağımsız olan
devletler, önemli oranda bağımsızlıklarından vazgeçip daha geniş siyasî
birlikteliklere doğru gidiyorlar. Yani, böyle bir dünyada, her farklı grubun
mutlaka devletten ayrılacağı, mutlaka bağımsız devlet amacını güdeceği gibi bir
yanlış zehaba kapılmanın gereği yok ve yerel yönetim olduğu zaman da bu bölünme
hızlanmaz, gelişmez; çünkü, Türkiye'de genellikle, özellikle Kürtlerden gelen
talepleri engellemek için şöyle bir tez ileri sürülüyor: Evet, şimdi biz bu
hakları versek, ileride bundan daha ötesi, bir federasyon, federasyon da
bağımsız bir devlete götürür.
Benim
kanımca hiç de böyle bir sonuç doğmaz. Çünkü, insanlar doğal olarak, Ama, şu
şartla, devletinden memnun ise, kendini o devlet içinde mutlu hissediyorsa, o
devletin bölünmesini insan niye istesin' Yani, bunun anlamı yok ve dediğim
gibi, o aşırı milliyetçi duyguların da zayıfladığı dönemde yaşıyoruz. Belki 50
yıl önce bu geçerli olabilirdi. Yani, insanlar yarar, zarar düşünmeden, madem
ki, herkes bağımsız devletini kurdu, biz de kuralım gibi...
Ama,
bugün aklı selimle düşünen böyle bir yola sapmaz, mümkün olabildiğince çok
geniş bir coğrafî alanın imkânlarından yararlanmak herkesin yararına. Yani,
şimdi, bazen Kürtler söyledikleri zaman sanki takkıye yapıyor veyahut da
aldatıyorlar gibi.
Şimdi,
ben ufacık bir bölgenin imkânlarından yararlanmak mı isterim yoksa Türkiye'nin
geniş alanlarının imkânlarından mı ' Eğer, aklım izanım varsa geniş alan; ama,
haksızlıkların da düzeltilmesini isterim. Biz bunu ısrarlı söylüyoruz.
Bu
devlet, gerçekten Kürtlere karşı haksız bir tutum içinde; yani, varlığını
reddediyor, inkâr ediyor. Binlerce yılın ürünü olan değerlerini yok etmek
istiyor. Asimile etmek istiyor; yani, şimdi asimilasyonun bu devletin temel
amacı olduğunu bilmeyen var mı içinizde'
E,
asimilasyon, bugün dünyada bir insanlık suçudur; yani, nasıl Jenosit fiilî
olarak bir kitleyi yok etmekse, asimilasyon da manevî olarak bir kitleyi yok
etmektir; bu, insanlık suçu sayılıyor. Kültürlerin korunması insanlığın amacı
oluyor; yani, bilerek, hatta ölüme doğru giden kültürleri korumak bugün
devletlerin amacı.
Mesela,
İngiltere'yi Büyük Britanya'yı örnek verelim; Gallerin konuştuğu Velç dili,
ölüme mahkûm olan bir dil, gittikçe geriliyor; ama, Büyük Britanya Devleti Velç
dilini yaşatmak için bütçeye özel ödenekler koyuyor.
Yani,
bizim istediğimiz, Türkiye'nin böyle şoven değil, aklıyla, mantığıyla
insanların daha mutlu olabileceği, daha huzur içinde yaşayabileceği anlayışları
benimsemesi; bizim tezimiz, bizim görüşlerimiz bu."
VI-
ÖN SORUN
Davalı
Parti savunmalarında, 1995 Anayasa değişikliğinden sonra, Siyasî Partiler
Yasası'nın 78. ve 81. maddelerinin (a) ve (b) bentleri ile 80. ve 89.
maddelerinin yürürlükten kalktıklarını; yürürlükte olduklarının kabulü halinde
de Anayasa'nın geçici 15. maddesinin bu hükümler üzerindeki etkisi sona
erdiğinden, Anayasa'ya aykırılık savının incelenmesi gerektiği ileri
sürülmüştür.
Anayasa'nın
68. ve 69. maddelerinde, siyasî partilerin uyacakları esaslar belirlenmiştir.
Kapatma nedenlerinin Anayasa'da gösterilmesinin amacı, sınırlamanın yasalarla
genişletilmesini önlemek ve siyasal partilere anayasal güvence sağlamaktır.
Anayasa'da öngörüldüğü gibi, siyasî partiler demokratik siyasî hayatın
vazgeçilmez öğeleridir. Bu nedenle, partilerin serbestçe kurulmaları ve
faaliyette bulunmaları asıldır.
Anayasa'nın
geçici 15. maddesinin son fıkrasında, belirli bir dönemde çıkarılan yasalar
hakkında Anayasa'ya aykırılıklarının iddia edilememesi yönünden bir zaman
ayrımı yapılmamış, fıkrada yer alan "bu dönem" sözcükleri birinci
fıkrada açıklanmış, böylece, belirli bir dönemde çıkarılan yasalar için
Anayasa'ya aykırılık savında bulunulamayacağı öngörülmüştür. Geçici maddeler,
uygulama süreleriyle değil, geçici olarak düzenledikleri hukuksal ilişki ve
kurumlarla, kendisi ve bağlı olduğu temel metinlerin içerikleri ve verdikleri
anlam ile değerlendirilmelidir. Geçici maddeler değişik hukuksal düzenlemeler
arasında bağlantı kurar, kazanılmış hakların saklı tutulmasını ve uygulamanın
geniş bir zaman dilimine yayılmasını sağlar. Geçici maddelerle temel hükümlerin
farkı budur. Hukuksal değer bakımından ise, geçici maddelerle diğerleri
arasında bir farklılık bulunmamaktadır. Geçici madde, yasama organı tarafından
yürürlükten kaldırılıncaya kadar uygulanması zorunlu kurallardır. Madde
başlığının "geçici" olması, uygulamada geçerliliği yönünden bir
farklılık yaratmaz. Bir Anayasa kuralının gözardı edilmesi düşünülemez. Bu
nedenle, Anayasa'nın geçici 15. maddesine göre, 12 Eylül 1980'den ilk genel
seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Başkanlık Divanı
oluşturuluncaya (6 Aralık 1983) kadar geçen süre içinde çıkarılmış olan
yasaların Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülemeyeceğinden, bu dönem içinde
çıkarılan 22.4.1983 günlü, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun iptali
istenen kurallarının Anayasa'ya aykırılığı savında bulunulamaz.
Güven
DİNÇER, Lütfı F. TUNCEL ve Fulya KANTARCIOĞLU bu görüşe katılmamışlardır.
VII-
ESASIN İNCELENMESİ
Siyasal
partilerin kuruluş ve çalışmalarının özgürlük içinde olması temel ilkedir.
Siyasal partiler, belli siyasal düşünceler çerçevesinde birleşen yurttaşların
özgürce kurdukları, katılıp ayrıldıkları kuruluşlardır. Kamuoyunun oluşumunda
önemli etkisi olan siyasal partiler, yurttaşların istem ve özlemlerinin
gerçekleşmesine çalışan ve siyasal katılımları somutlaştıran hukuksal
yapılardır.
Anayasa'nın
68. maddesinin ikinci fıkrasında, "Siyasî partiler demokratik siyasî
hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır" ilkesine yer verildikten sonra, üçüncü
fıkrasında da, "Siyasî Partiler önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa
ve kanun hükümleri içinde faaliyetlerini sürdürürler" denilmektedir.
Demokrasinin
kurumsal simgesi sayılan siyasal partilerin devlet yönetimindeki etkileri ve
ulusal istencin gerçekleşmesindeki rolleri nedeniyle, Anayasakoyucu, onları
öteki tüzelkişilerden farklı tutup, kurulmalarından başlayarak çalışmalarında
uyacakları ilkeleri, kapatılmalarında izlenecek yöntem ve kuralları özel olarak
belirlemekle kalmamış, Anayasa'nın 69. maddesinin son fıkrasında, çalışmaları
ve denetlenmeleri ve kapatılmalarının Anayasa'da belirlenen ilkeler
doğrultusunda yasayla düzenlenmesini öngörmüştür.
2820
sayılı Siyasî Partiler Yasası ile de siyasî partilerin kuruluşları,
çalışmaları, denetimleri, kapatılmaları konularında, ayrıntılı kurallar
getirilmiştir.
Siyasal
partilerin demokratik yaşamın vazgeçilmez öğeleri olmaları, toplumun tüm
kesimleriyle yoğun ilişki içinde bulunmaları, kamu hizmetleriyle ilgileri
onların her türlü etkinlikte bulunabilecekleri anlamına gelmez. Siyasal
partilerin baskı ve engellerden uzak kalmalarını sağlamaya yönelik kurulma ve
çalışma özgürlüğü, Anayasa ve bu alanı düzenleyen yasalarla sınırlıdır. Bu
belirleme aynı zamanda demokratik hukuk devleti olmanın da gereğidir.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı, Demokratik Kitle Partisi'nin, programının kimi
bölümlerinin Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2., 3., 14., 68. ve 136. maddelerine
ve 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın 78/a-b, 80., 81/a-b ve 89.
maddelerine aykırılık oluşturduğunu ileri sürerek, aynı Yasa'nın 101.
maddesinin (a) ve (b) bentleri gereğince kapatılmasına karar verilmesini
istemiştir.
Davalı
Parti ise, savunmalarında bu iddiaların yerinde olmadığını ve kapatma isteminin
reddi gerektiğini belirtmiştir.
"Devletin,
ülkesi ve milletiyle bölünmezliği" ilkesi, Anayasa'nın Başlangıç'ı ile
birçok maddesinde özellikle vurgulanmış, Türk Milleti'nin bağımsızlığı ve
bütünlüğüyle, ülkenin bölünmezliğini korumak devletin temel amaç ve görevleri
arasında gösterilmiştir (Madde 5). Ülke ve ulus bütünlüğünü korumak için temel
hak ve özgürlüklerin kısıtlanabileceği kabul edilmiş (Madde 13 ve 14); aynı
amaçla basın ve dernek kurma özgürlüklerine özel sınırlamalar getirilmiş (Madde
28, 30, 33); gençlerin bu anlayış doğrultusunda yetişme ve gelişmelerini
sağlayıcı önlemler alınması devlete özel görev olarak verilmiş (Madde 58);
bilimsel araştırma ve yayında bulunma yetkisinin Devletin varlığı ve
bağımsızlığıyla ulusun ve ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliğine karşı
kullanılamayacağı belirtilmiş (Madde 130); kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşlarının bu nedenle Devletçe denetimi uygun bulunmuş (Madde 135); birlik
ve bütünlüğe karşı işlenecek suçlar için özel mahkemelerin kurulması öngörülmüş
(Madde 143); aynı konu, TBMM üyeleri ve Cumhurbaşkanı yeminlerinin temel
öğelerinden birini oluşturmuş (Madde 81 ve 103) ve siyasî partilerin uyacakları
esasların başlıcaları arasında yine "ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlük"
ilkesi yer almıştır (Madde 68 ve 69).
Anayasa
ve Siyasî Partiler Yasası'na göre, ülke ve ulus bütünlüğü, devletin
bölünmezliğinin temel koşuludur. Ülke ve ulus bütünlüğünü bozmaya yönelik
faaliyetler sonunda, devletin bölünmezliğinin tehlikeye girmesi söz konusudur.
Anayasa'nın
66. maddesinde, "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes
Türk'tür" ilkesine yer verilmiştir. Davalı Parti'nin ileri sürdüğü gibi bu
ilkeyle bir "Türklük" tanımı yapılmamıştır. Bu ilkeyle evrensel
bağlamda vatanı ve ulusuyla bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti'nde vatandaşlar
arasında eşitlik sağlanması, ulusu kuran herhangi bir etnik gruba ayrıcalık
tanınmaması öngörülmüş, birleştirici ve bütünleştirici bir temel
oluşturulmuştur. Maddedeki "Türk" sözcüğü ırka dayalı bir anlam
taşımamakta, etnik köken ne olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını
ifade etmektedir.
Anayasa'nın
42. maddesinin son fıkrasında, Türkçe'den başka hiçbir dilin eğitim ve öğretim
kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulup öğretilemeyeceği,
uluslararası andlaşmalar saklı tutularak kurala bağlanmıştır. Türkiye'de
yasaklanan bir dil olmadığı gibi, özel yaşamda da çeşitli diller
kullanılmaktadır.
Dil
konusuyla ilgili bir başka düzenleme de Anayasa'nın 14. maddesinin ilk
fıkrasındaki "Anayasa'da yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri ... dil
... ayrımı yaratmak ... amacıyla kullanılamazlar"ilkesidir.
Anayasa'nın
4. maddesine göre, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve dilinin
Türkçe olduğuna ilişkin 3. madde hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi de
teklif edilemez. Öte yandan, Anayasa'nın 69. maddesinde de, bu sınırlamalara
uymayan ve ana hatları ile Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne aykırı davranan siyasî partilerin temelli kapatılması
öngörülmektedir.
A-
Genel Başkan'ın Beyanları Yönünden İnceleme
Cumhuriyet
Başsavcılığı, Genel Başkanın çeşitli basın organlarında çıkan kimi beyanları
nedeniyle Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin (b) bendi gereğince
Demokratik Kitle Partisi'nin kapatılmasını istemiştir.
Parti
Savunmasında, Misak-ı Milli sınırlarına saygılı olduklarını, bunun dışında
katılımcı bir demokrasi için ülkenin yapısına daha uygun gördükleri yerinden
yönetim modelini önerdiklerini, günümüzde ırk, dil, din, etnik ve kültür farklılığının
önemini kaybettiğini, bunların ulusal bütünlüğü bozucu nitelikte kabul
edilmediğini, vatandaşlığın ön plana çıktığını belirterek kapatma isteminin
reddi gerektiğini ileri sürmüştür.
Siyasî
Partiler Yasası'nın 101. maddesinin (b) bendinde, parti büyük kongresince,
merkez karar ve yönetim kurulunca veya bu kurulun iki ayrı kurul olarak
oluşturulduğu hallerde ilgili kurulca veya Türkiye Büyük Millet Meclisi grup
yönetim veya grup genel kurullarınca bu Kanunun dördüncü kısmında yer alan
maddeler hükümlerine aykırı karar alınması veya genelge veya bildiriler
yayınlanması veya karar alınmamış olsa bile bu kurullar tarafından aynı
hükümlere aykırı faaliyette bulunulması veya parti genel başkanı veya genel
başkan yardımcısı veya genel sekreterinin sözü edilen bu maddeler hükümlerine
aykırı olarak sözlü ya da yazılı beyanda bulunması, parti kapatma nedenleri
arasında sayılmıştır.
Parti
Genel Başkanı'nın basın organlarında çıkan beyanlarında, merkezi idareye ait
kimi yetkilerin yerel idarelere devredilerek güçlendirilmesi ve yaptıkları kamu
hizmetlerinin daha etkin, verimli, uyumlu ve hızlı yürütülebilmesi amacı
taşıyan önerilerde bulunması Siyasî Partiler Kanunu'nda belirtilen yasaklar
kapsamında görülmediğinden Yasa'nm 101. maddesinin (b) bendine dayandırılan
kapatma isteminin reddi gerekir.
Güven
DİNÇER, Mustafa BUMİN, Mahir Can ILICAK ve Rüştü SÖNMEZ bu düşüncelere
katılmamışlardır.
B-
Parti Programı Yönünden İnceleme
1-
Siyasî Partiler Yasası'nın 80. Maddesi Yönünden
Cumhuriyet
Başsavcılığı, davalı Parti'nin programında, Türkiye Cumhuriyeti'nin dayandığı
Devletin tekliği ilkesini değiştirme amacı güttüğünü ileri sürmüştür.
Davalı
Parti ise savunmalarında, bu görüşlerin yerinde olmadığını, federal sistemi
savunmadıklarını, savundukları sistemin üniter devlet modeli içinde, idari
adem-i merkeziyetçilik olduğunu, siyasî partilerin Anayasa'da öngörülen kapatma
nedenlerine aykırı olmamak koşuluyla, Anayasa'da bulunmayan herhangi bir konuyu
savunabileceğini ve gündeme getirebileceğini; bugün için, Anayasa'yı değiştirmeden
de, merkezi yönetimin yerel yönetimlere önemli yetkiler aktarabileceğini; aynı
biçimde üyeleri yöre halkı tarafından seçilen il genel meclisinin karar alma ve
politika üretme sürecindeki etkinliğinin artırılabileceğini belirtmiştir.
Siyasi
Partiler Yasası'nın 80. maddesinde "Siyasî partiler, Türkiye
Cumhuriyetinin dayandığı Devletin tekliği ilkesini değiştirmek amacını
güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar" denilmektedir.
Davalı
Parti programının bu konuya ilişkin bölümleri şöyledir:
"Bu
karakteri niteliği ve hedefleriyle Demokratik Kitle Partisi, demokratik
devleti, sivil toplumu, özgür bireyi, ademi merkezi bir idari sistemi, ülkenin
esenliği ve herkesin mutluluğu için yapılandırma misyonunu üstlenmekte ve de
bunu bir görev sayarak hizmete talip olmaktan dolayı onur duymaktadır".
"Yerel
yönetimler, halkın doğrudan yönetime katılmasının organları haline
getirilecektir.
Çünkü;
yerel yönetimler, bugün merkezi devletin vesayeti altındadır. Yetkileri ve
kaynakları da yetersizdir ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında çıkartılan yasalar
ile yönetilmektedirler".
"Bu
nedenle, devletin demokratikleştirilmesi; politik, yönetsel demokratik
katılımın ve çoğulculuğun sağlanabilmesi; idari hantallığın giderilmesi, hizmet
akışının hızlandırılabilmesi için, öncelikle merkezi devletin, yerel yönetimler
üzerindeki vesayeti kaldırılacaktır".
"Yerel
yönetim organlarının demokratik işleyişini engelleyebilecek her türlü merkezi
müdahaleye son vermeyi sağlayacak bir yerel yönetim anlayışı egemen
kılınacaktır. Toplumun kendisini yönetenleri doğrudan seçebilmesi; yönetimleri
ve yönetenleri denetleyebilmesi sağlanacaktır. Bunu sağlayabilmek için de,
yönetim faaliyetlerine, olabildiğince katılım sağlanmasına olanak veren yasal
ve siyasi düzenlemeler yapılacak; iktidarın kullanımı yaygınlaştırılacaktır.
Merkezi
idare küçülürken, yerel yönetimler kendi alanlarında daha çok söz sahibi
olacak; il ve ilçe meclisleri yerel parlamentolar statüsüne kavuşturulacaktır.
Bu
anlayışa uygun olarak; valiler, emniyet müdürlükleri ve kaymakamların da,
belediye başkanları gibi seçimle işbaşına gelmeleri sağlanacak; eğitim, sağlık,
iç güvenlik ve aynı zamanda vergi toplama, yerel yönetimlerin yetki alanına
bırakılacaktır".
Programda
yer alan bu görüşler yerel yönetimleri daha etkili duruma getirme amacına
yönelik olup Siyasî Partiler Kanunu'nun 80. maddesinde öngörülen Devletin
tekliği ilkesine aykırılık oluşturmamaktadır.
Bu
nedenlerle, 80. maddeye dayandırılan kapatma isteminin reddi gerekir.
2-
Siyasî Partiler Yasası'nın 89. Maddesi Yönünden
Başsavcılık,
davalı Parti'nin programında din işlerinin, ibadet yerlerinin bakımının, din
adamlarının yetiştirilmelerinin, atanmalarının ve benzeri işlerin cemaatlere
devredilmesinin belirtildiğini bunun, Anayasa'nın 136. ve Siyasî Partiler
Yasası'nın 89. maddelerinde genel idare içinde varlığı öngörülen Diyanet İşleri
Başkanlığı'nın görevlerini ortadan kaldıracağını, böylece, genel idare içindeki
varlığına son verilmiş olacağını, bu görüşün ise Siyasî Partiler Yasası'nın 89.
maddesine aykırılık oluşturacağını ileri sürmüştür.
Davalı
Parti ise savunmalarında, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bugünkü işleyiş
biçiminin ciddi sorunlar yarattığını, bu nedenle, yürüttüğü faaliyetlerin
önemli bir kısmının cemaatlere devredilmesi gerektiğini ileri sürmekle
birlikte, kurumun hukuki varlığının sona erdirileceğini söylemediklerini,
program uygulandığında, kurumun tüm görevlerinin ortadan kalkmasının ve
varlığının sona ermesinin söz konusu olmadığını belirtmiştir.
Anayasa'nın
136. maddesinde de "Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı,
lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında
kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda
gösterilen görevleri yerine getirir" kuralına yer verilmiştir.
Siyasî
Partiler Yasası'nın 89. maddesinde, "Siyasi partiler, lâiklik ilkesi
doğrultusunda bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe
dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanununda gösterilen görevleri
yerine getirmek durumunda olan Diyanet İşleri Başkanlığının, genel idare içinde
yer almasına ilişkin Anayasanın 136 ncı maddesi hükmüne aykırı amaç
güdemezler" denilmiştir.
Bu
kurallarla Diyanet İşleri Başkanlığı'nın genel idare içinde yer alması ve
siyasî partilerin bu amaca aykırı faaliyette bulunamayacakları öngörülmüştür.
Yasakoyucu
Anayasa'da belirlenen ilkelere aykırı olmamak koşuluyla, Diyanet İşleri
Başkanlığı'nın görevlerini tespit edecektir. Davalı Parti'nin programındaki bu
konuya ilişkin görüşler yasakoyucunun takdirinde olan hususlarla ilgilidir.
Programda Diyanet İşleri Başkanlığı'nın genel idare içerisindeki yeri korunarak
yeniden yapılanması amaçlanmaktadır.
Bu
nedenlerle, Siyasî Partiler Yasası'nın 89. maddesine dayanan kapatma isteminin
reddi gerekir.
3-
Siyasî Partiler Yasası'nın 78. Maddesi Yönünden
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı, davalı Parti'nin programında, tarihi gelişim
içerisinde Türklerle Kürtler arasında bir kaynaşmanın meydana gelmediğinin,
Kürtlerin kendi varlıklarını koruyarak Türklerle ittifak kurmaları şeklinde bir
ilişkinin söz konusu olduğunun, Cumhuriyetin ilanı ile birlikte resmi ideoloji
olarak, Kürtlerin de dahil olduğu çeşitli etnik unsurlardan oluşan ve
asimilasyona dayanan bir Türk Ulusu yaratılmak istendiğinin, bunun da Kürtlerce
kendi kimliklerinin ve varlıklarının yok edilmesine yönelik bir politika olarak
algılandığının ve bu politikaya karşı bilinçli bir biçimde isyan hareketlerinin
başlatıldığının, bu hareketlerin son bulması için Devletin asimilasyona son
vererek onlara müdahale etmemesi gerektiğinin belirtildiğini; programda,
Türklerin ve Kürtlerin iki eşit ve ayrı unsur olarak kabul edildiğini; ülkenin
bir bölümünün Kürdistan olarak adlandırıldığını ve Kürtlerin Devlete kendi
ülkeleri ile katıldıklarının açıklandığını, böylece, ırk esasına dayanılarak
Türk ve Kürt uluslarından söz edilmesinin ve Kürtlerin asimilasyona baskı ve
zulme uğratıldığının savunulmasının, Kürtlerin yaşadığı ayrı bölgelerden söz
edilmesinin, Anayasa'nın temel ilkesi olan ulus bütünlüğünü etnik iddialarla
bozma amacını gütmek anlamı taşıdığını bu nedenlerle Parti programının, Siyasî
Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) ve (b) bentlerine de aykırılık
oluşturduğunu ileri sürmüştür.
Davalı
Parti ise savunmalarında, Cumhuriyet Başsavcılığının değerlendirmelerinin
yerinde olmadığını, programda yer alan görüşlerle ülkenin bölünüp
parçalanmasını amaçlamadıklarını, Kürtlerin bir azınlık olarak
nitelendirilmediğini, ırkçılık ve bölgecilik yapmadıklarını belirtmiştir.
Siyasî
Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) bendinde; "Siyasî Partiler, Türkiye
Devletinin Cumhuriyet olan şeklini; Anayasanın başlangıç kısmında ve 2 nci
maddesinde belirtilen esaslarını; Anayasanın 3 üncü maddesinde açıklanan Türk
Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline, bayrağına, millî
marşına ve başkentine dair hükümlerini; egemenliğin kayıtsız şartsız Türk
Milletine ait olduğu ve bunun ancak, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili
organları eliyle kullanılabileceği esasını; Türk Milletine ait olan egemenliğin
kullanılmasının belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı veya
hiçbir kimse veya organın, kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi
kullanamayacağı hükmünü; seçimler ve halkoylamalarının serbest, eşit, gizli,
genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi
altında yapılması esasını değiştirmek;Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını
tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, dini
ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere
dayanan bir devlet düzeni kurmak; amacını güdemezler veya bu amaca yönelik
faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik
edemezler.", b) bendinde de; "Bölge, ırk, belli kişi, aile, zümre veya
cemaat, din, mezhep veya tarikat esaslarına dayanamaz veya adlarını
kullanamazlar." denilmektedir.
Anayasa
ve Siyasî Partiler Yasası'nda "Türk" sözcüğü etnik kökenine
bakılmaksızın, Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi
ifade etmektedir.
Davalı
Parti'nin programında "... Devletin hâlâ yetmiş yıllık politikalarında
ısrar etmesi, Cumhuriyetten bu yana üstlendiği rolünü sürdürmek için direnmesi
ve bu nedenle terörü tırmandırması ve şiddete başvurması ... etnik ve dinsel
kökenli çatışmaların boyutlanarak derinlik kazanmasına ... neden
olmaktadır"; "Kürt sorununun şiddete dayanarak çözümü ya da
bastırılması olanaksızdır" denilmektedir.
Davalı
Parti programındaki bu görüşlerle , ırk ve bölge ayırımına dayanmakta ve
vatandaşlık bilinç ve beraberliğini temel alan çağdaş ulus kavramını
reddetmektedir. Ülkede yaşayan insanları çağdaş bir ulusal bütünlük yerine ırk,
dil, din ve mezhep ayrılıklarına dayandıran böyle bir anlayışın sonuçta ülke ve
ulus bütünlüğü ile birlikteliğe ve sürekliliğe dayanan devlet yapısını bozacağı
açıktır.
Bu
nedenlerle, davalı Parti'nin programında "Türkler ve Kürtler"
biçiminde bir ayırımın yapılması ve Ulus bütünlüğü içinde, etnik kimliği olan,
baskı altında bulunan ve asimilasyona bağlı tutulan bir Kürt ulusunun
bulunduğunun ileri sürülmesi, Siyasî Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) ve
(b) bentlerinde belirtilen, "devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğü ve siyasi partilerin ırk esasına dayanamayacakları ilkelerine
aykırılık oluşturmaktadır.
4-
Siyasî Partiler Yasası'nın 81. Maddesi Yönünden
Cumhuriyet
Başsavcılığı, davalı Parti'nin programında, Türkiye'de eşitlik ilkesine aykırı
olarak yasal düzenlemelerden doğan ciddi sorunları olan Kürtlerin ve diğer
etnik ve inanç kesimlerinin bulunduğu; Parti'nin kültürel kimlik haklarına
ilişkin yasal değişiklik ve düzenlemeleri yapacağı, diller ve kültürler
üzerinde baskılar yapıldığı, zoraki asimilasyon uygulandığı belirtilerek
bunlara son verileceğinin; parti olarak diğer azınlıklara da belli hakların
verilmesini savunarak, ister etnik, ister dini ya da inanç ayrılığı olsun, her
birinin kendi varlığını, kendisine ait değerlerini koruması ve geliştirmesinin
doğal hakları olduğunun ifade edilmesinin; Siyasî Partiler Yasası'nın 81.
maddesinin (a) ve (b) bentlerinde yasaklanan, ulusal nitelikte ya da dinî
kültür veya mezhep veya ırk ya da dil ayrılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu
ileri sürmek ve Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak
ve geliştirmek anlamında olduğunu belirterek Parti'nin kapatılmasını istemiştir.
Davalı
Parti savunmalarında, Parti programındaki "Kürtler", "etnik
gruplar", "inanç grupları" gibi kavramların, Türk Ulusunu
oluşturan bir bütünün parçalarını ifade eden kavramlar olduğunu; programda
Türkler ile Kürtler arasındaki ilişkinin bir azınlık-çoğunluk ilişkisi olarak
tanımlanmadığını, her iki grubun, kader birliği yapmış, tasada ve kıvançta
ortak, ülkenin asli unsurları olarak belirtildiklerini; Kürtlere kendi dil ve
kültürlerini koruma ve geliştirme olanaklarının tanınması için, azınlık statüsü
önerilmediğini; Parti'nin soy esasına dayalı politikaları değiştirmek
istediğini; Kürt dili ve kültürünün korunup geliştirilmesi isteğinin, bölücü
bir düşünceyle ortaya konulmadığını; ulusal dil ve kültürün dışlanmasının söz
konusu olmadığını belirtmiştir.
Parti
programında bu konuya ilişkin görüşler şöyledir :
"Türkiye'nin
temel sorunlarından başta geleni, Kürt sorunudur."
"Çok
uluslu ve çok kültürlü Osmanlı İmparatorluğunun çöken ve dağılan yapısı
üzerinde ve bugünkü Misak-ı Millî sınırları içerisinde kurulan Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin yapısı, doğal olarak çok kültürlü, çok dilli, çok dinli
ve çok mezhepli olmuştur. Ama, buna rağmen tek ulus yaratılmak
istenmiştir."
"Bunun
için de, bir resmi milliyetçi ideoloji geliştirilmiş, bu da çarpık bir resmi
tarih tezine dayandırılmıştır."
"Kürt
sorununun çözümsüzlüğüne neden olan bu resmi ideoloji ve ona bağlı devlet
politikalarının temel iddiası; Türkiye'deki farklı dil ve kültür gruplarının
bulunmadığı, herkesin Türk ırkından olduğudur".
...
"Kürtleri,
bu nedenlerle, sıradan bir etnik grup veya dil azınlığı gibi görmek yanlıştır.
Çünkü,
Kürtler, Türkler gibi bu ülkenin asli unsurudur. Türkiye'nin bütünlüğü ve
siyasi sınırları içinde Türklerle aynı kaderi paylaşarak, tasada ve kıvançta
birliği sağlayarak, barış ve kardeşlik içinde yaşamak istemektedirler."
"Türkiye
Cumhuriyeti Devleti, ırk ayrımı ve kanbağı temelinde oluşmuş bir devlet
olmamalıdır; herkesin Türk ırkına ait olduğunu iddia eden resmi ideoloji de
terkedilmelidir."
"Bu
nedenle, Kürt sorununu çözebilmek için, Anayasa düzeyinde olduğu gibi, iç hukuk
yasal düzeyinde de, eşitlik ilkesine dayanan değişiklikler ve yeni düzenlemeler
yapmak gerekir.
Bu
düzenlemeler, Kürtler ve diğer bazı kesimler açısından eşitsizlik yaratan
durumlara son vermeyi öngören evrensel hukuk normlarına dayanan, demokratik
içerikli düzenlemeler olmalıdır.
Bu
nedenle, Demokratik Kitle Partisi, bu konuda, ilkin kültürel kimlik haklarına
ilişkin yasal düzeydeki değişiklik ve düzenlemeleri yapacaktır."
"-
Kürt kültürünün ve tarihsel birikimin parçası olan köy, mezra ve yer isimleri,
haksız ve gerekçesiz olarak, merkezi-bürokratik, tepeden inmeci kararlarla
değiştirilmiştir.
Bu
durum, Kürtlerin tarihi kültürel birikimine karşı saygısızlıktır."
"Saldırganlığı,
yayılmacılığı, hak ve hukuk gaspını, talanı, başkalarını boyunduruk altına
almayı haklı gösteren ve bunu kahramanlık gibi nitelendiren barbar ve ilkel
anlayışlar, eğitimden uzak tutulacaktır."
"-Diller
ve kültürler üzerindeki baskılara, zoraki asimilasyon politikalarına son
verilecek, bu alanda da uluslararası hukuk ve sözleşme hükümleri yaşama
geçirilecektir."
"Bu
nedenle, ülkedeki kültür zenginliklerinin, farklı eğilimlerin serbestçe
örgütlenmesi, yönetime katılabilmesi, çoğulcu bir ortamın oluşturulması;
değişime karşı direnen bu odaklar tarafından engellenmektedir."
Siyasî
Partiler Yasası'nın "Azınlık yaratılmasının önlenmesi" başlıklı 81.
maddesinin (a) bendinde, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde, millî veya dinî
kültür veya mezhep veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunun ileri
sürülemeyeceği; (b) bendinde de, Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve
kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla azınlıklar yaratarak millet
bütünlüğünün bozulması amacının güdülemeyeceği ve bu yolda faaliyette
bulunulamayacağı hükme bağlanmıştır.
Parti
programında, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde kültür, ırk veya dil
farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunun ileri sürüldüğü böylece Türk
dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya
yaymak yoluyla azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün bozulmasının amaçlandığı
anlaşılmaktadır.
Programı,
Siyasî Partiler Yasası'nın 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırılık
oluşturduğundan Parti'nin kapatılmasına karar verilmesi gerekir.
Ahmet
Necdet SEZER, Haşim KILIÇ, Yalçın ACARGÜN, Sacit ADALI ve Fulya KANTARCIOĞLU bu
görüşe katılmamışlardır.
VIII-
SONUÇ
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığının 18.6.1997 günlü, SP.91.Hz.1997/138 sayılı
İddianamesi ile programı ve Genel Başkan Şerafettin ELÇİ'nin kimi beyanları,
Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2., 3., 14., 68., 136. maddelerine ve 2820 sayılı
Siyasi Partiler Kanunu'nun 78. maddesinin (a), (b) bentlerine, 80., 81.
maddesinin (a), (b) bentlerine ve 89. maddesine aykırı görülerek aynı Yasa'nın
101. maddesinin (a) ve (b) bentleri gereğince Demokratik Kitle Partisi'nin
kapatılması istenilmekle, gereği görüşülüp düşünüldü;
A-
Davalı Demokratik Kitle Partisi'nin,
1-
Programı, 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) ve (b)
bentleri ile 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırı olduğundan, aynı
Yasa'nın 101. maddesinin (a) bendi gereğince KAPATILMASINA, Ahmet Necdet SEZER,
Haşim KILIÇ, Yalçın ACARGÜN, Sacit ADALI ile Fulya KANTARCIOĞLU'nun karşıoyları
ve OYÇOKLUĞUYLA,
2-
Programının, 2820 sayılı Yasa'nın 80. ve 89. maddelerine aykırılığı savıyla
kapatılması isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
3-
Genel Başkanı'nın kimi beyanlarının, Yasa'nın 101. maddesinin (b) bendine
aykırılığı savıyla kapatılması isteminin REDDİNE, Güven DİNÇER, Mustafa BUMİN,
Mahir Can ILICAK ile Rüştü SÖNMEZ'in karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
4-
Tüm mallarının 2820 sayılı Yasa'nın 107. maddesi gereğince Hazine'ye geçmesine,
OYBİRLİĞİYLE,
B-
Gereğinin yerine getirilmesi için karar örneğinin, 2820 sayılı Yasa'nın 107.
maddesine göre Başbakanlığa ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına
gönderilmesine, OYBİRLİĞİYLE, 26.2.1999 gününde karar verildi.
|
Başkan
Ahmet N. SEZER
|
Başkanvekili
Güven DİNÇER
|
Üye
Haşim KILIÇ
|
|
Üye
Yalçın ACARGÜN
|
Üye
Mustafa BUMİN
|
Üye
Sacit ADALI
|
|
Üye
Ali HÜNER
|
Üye
Lütfü F.
TUNCEL
|
Üye
Fulya
KANTARCIOĞLU
|
|
Üye
Mahir Can
ILICAK
|
Üye
Rüştü SÖNMEZ
|
|
|
|
|
KARŞIOY
GEREKÇESİ
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı, Demokratik Kitle Partisi'nin Programının, 2820 sayılı
Siyasî
Partiler
Yasası'nın 78. maddesinin (a) ve (b) bentleri ile 81. maddesinin (a) ve (b)
bentlerine aykırı olduğunu ileri sürmüştür.
Siyasî
Partiler Yasası'nın,
-
78. maddesinin (a) bendinde; siyasal partilerin,
Türkiye
Devleti'nin Cumhuriyet olan biçimini, Anayasa'nın Başlangıç bölümünde ve 2.
maddesinde belirtilen esaslarını, Anayasa'nın 3. maddesinde yer verilen Türk
Devleti'nin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğüne, diline, bayrağına, ulusal
marşına ve başkentine ilişkin kurallarını, egemenliğin, kayıtsız koşulsuz Türk
Ulusu'na ilişkin olduğu, ancak Anayasa'nın koyduğu ilkeler çerçevesinde yetkili
organları eliyle kullanılabileceği, kullanılmasının belli bir kişiye, zümreye
ya da sınıfa bırakılamayacağı, hiçbir kimse ya da organın kaynağını Anayasa'dan
almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağı esasını, seçimler ve
halkoylamalarının serbest, eşit, gizli, genel oy, açık sayım ve döküm
esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi altında yapılmasına ilişkin ilkeyi
değiştirmek,
Türk
Devleti'nin ve Cumhuriyet'in varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve
özgürlükleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak ya da
diğer herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni
kurmak,
amacını
güdemeyecekleri, bu amaca yönelik etkinlikte bulunamayacakları, başkalarını bu
yolda tahrik ve teşvik edemeyecekleri,
-
78. maddesinin (b) bendinde, siyasal partilerin, bölge , ırk, belli kişi, aile,
zümre, cemaat, din, mezhep ya da tarikat esaslarına dayanamayacakları ya da
adlarını kullanamayacakları,
-
81. maddesinin (a) bendinde, siyasal partilerin, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi
üzerinde ulusal ya da dini, kültür, mezhep, ırk ya da dil farklılığına dayanan
azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyecekleri,
-
81. maddesinin (b) bendinde, siyasal partilerin, Türk dilinden ya da
kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek ya da yaymak yoluyla
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün
bozulması amacını güdemeyecekleri ve bu yolda etkinlikte bulunamayacakları,
belirtilmiştir.
Anayasa'nın
68. maddesinin dördüncü fıkrasının ilk biçiminde, siyasal partilerin tüzük ve
programlarının, Devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğüne, insan
haklarına, ulus egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı
olamayacağı belirtilmişken; bu fıkrada 23.07.1995 günlü, 4121 sayılı Yasa ile
yapılan değişiklikte, siyasal partilerin tüzük ve programları ile eylemlerinin,
Devlet'in, bağımsızlığına, ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğüne, insan
haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, ulus egemenliğine, demokratik
ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı, sınıf ya da zümre
diktatörlüğünü ya da herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi
amaçlayamayacağı, suç işlenmesini teşvik edemeyeceği öngörülmüştür.
Siyasal
Partiler Yasası'nın 78. ve 81. maddelerinin yukarıda yer verilen kurallarının,
Anayasa'nın 1995 yılında değiştirilen 68. maddesinin dördüncü fıkrasındaki yeni
düzenleme çerçevesinde değerlendirilmesi, Anayasa'nın üstünlüğü ve
bağlayıcılığı ilkesine uygun olacaktır.
Buna
göre, bir siyasal partinin tüzük ve programının, Anayasa ve Siyasî Partiler
Yasası'nın siyasal partilerin kapatılma nedenlerine ilişkin kurallarına uygun
olup olmadığı incelenirken iki durumun birbirinden ayrılması gerekmektedir.
Bir
siyasal partinin tüzük ve programında, Anayasa ve Siyasî Partiler Yasası
kurallarına açık aykırılık oluşturan düzenlemeler bulunması durumunda, bu
nedenin, o siyasal partinin kapatılması için yeterli olacağı kuşkusuzdur.
Bir
siyasal partinin tüzük ve programında yer verilen düzenlemelerin farklı
değerlendirmelere yol açabilecek içerikte olması durumunda ise, o siyasal
partinin kapatılması için tüzük ve programdaki düzenlemeler yeterli görülmemeli,
aynı zamanda partinin eylemlerine bakılarak sonuca ulaşılmalıdır.
Tersi
tutum, siyasal partilerin varsayımlara dayanarak kapatılmaları sonucunu
doğurabilecektir ki, bu sonuç, siyasal partileri, demokratik siyasal yaşamın
vazgeçilmez öğeleri kabul eden anayasal güvenceden yoksun bırakamayacağından,
hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayacaktır.
Anayasa'nın
Başlangıç bölümü ile 2., 3., 5., 13., 14., 28. ve 68. maddelerinde yer verilen
kurallar, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti
olma niteliklerinin yanında ulusal ve üniter bir devlet niteliğini de
taşıdığını göstermektedir.
Bu
nedenle, bir siyasal partinin tüzük ve programlarındaki düzenlemeler ile
eylemlerinin, Devlet'in üniter yapısını yansıtan "ülkesi ve ulusuyla
bölünmez bütünlüğü" niteliğine aykırı olmaması gerekmektedir.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından kapatılması istenilen Demokratik Kitle
Partisi'nin programında, ülkedeki etnik ve inanç gruplarının eşitlik ilkesi
temelinde birarada yaşamalarına ilişkin öneriler getirilmiş, bölünmez
bütünlüğüne aykırı açık bir anlatıma yer verilmemiş, tersine bölünmeden yana
olunmadığı vurgulanmıştır. Bunun yanında, kamuoyuna yapılan açıklamalarda da,
"bölünmez bütünlük" ilkesine aykırılık oluşturacağı konusunda kesin
kanıya ulaşmayı sağlayacak söylemlerde bulunulmamıştır.
Nitekim,
kararda, Genel Başkan'ın kimi söylemleri nedeniyle Demokratik Kitle Partisi'nin
kapatılması istemi reddedilmiştir.
Sonuç
olarak, anılan Parti programında, Anayasa ve Siyasî Parti Yasası'na, Parti'nin
kapatılmasına neden olacak açık aykırılık bulunmadığı gibi, bu aşamada,
Parti'nin eylemlerinde "bölünmez bütünlük" ilkesine aykırılık da
saptanamamıştır.
Yukarıda
açıklanan gerekçelerle, davanın reddine karar verilmesi gerektiğini düşünüyor
ve çoğunluk görüşüne katılmıyorum.
|
|
|
|
|
Başkan
Ahmet Necdet
SEZER
|
AZLIK OYU
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından açılan davada, Demokratik Kitle Partisi'nin,
programı ile Genel Başkan'ın yazılı ve görsel basında yer alan kimi beyanları
nedeniyle, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 78. ve 81. maddelerinin (a)
ve (b) bentleriyle 80. ve 89. maddelerine aykırı davrandığı ileri sürülerek
aynı Yasa'nın 101. maddesinin (a) ve (b) bentleri uyarınca kapatılmasına karar
verilmesi istenilmiş, Anayasa Mahkemesi'nce parti programı, 2820 sayılı
Yasa'nın 78. ve 81. maddelerin (a) ve (b) bentlerine aykırı bulunarak Parti'nin
kapatılmasına karar verilmiş, ancak Genel Başkan'ın beyanları kapatma nedeni
olarak görülmemiştir.
Parti
programının tekrarı veya açıklanması niteliğinde olan Parti Genel Başkanı
beyanları da, aşağıda açıklanan nedenlerle davalı Parti'nin kapatılmasını
gerektireceğinden kararın bu bölümüne katılmıyoruz.
Davalı
Parti Genel Başkanı'nın, 4.1.1997 günlü Cumhuriyet Gazetesi'nin 5. sayfasında
yayınlanan açıklamasında, "Kürtlere kendi kimlikleriyle örgütlenebilme
hakkının tanınması lazım", 4.1.1997 günlü Sabah Gazetesi'nde yayınlanan
konuşmasında, "Türkiye için en uygun modelin yerel yönetimlere egemenlik
verilmesi olduğunu savunuyoruz. Federasyon olabilir, ama şu anda yerel
yönetimlerin egemen kılınması iyi model ... bu yerel yönetimler geniş
yetkilerle donatılmalı. Mesela, eğitim, sağlık, adalet, iç güvenlik gibi, yani
Devletin temel işlevleri dışındaki bütün yetkiler yerel yönetimlere
devredilebilir.", 13.1.1997 günü TGRT kanalında yayımlanan
"Yüzyüze" adlı programda, "... Kürdistan ne demek' Kürtlerin
ülkesi demek..., "2.4.1997 günü, TV'nin "Samanyolu" kanalında
yayınlanan "Açıkgörüş" adlı programda, "... Türk ve Kürt
yönetimiyle ilişkilerinde eğer doğrudan doğruya Kürtlere bir müdahale olmazsa
onların yönetimine karışılmazsa, Kürtler daima Türklerle iyi geçinme yolunu
seçmişlerdir...", "... yani bir kaynaşma değil, şimdi kendi varlığım
koruyarak ittifak etme var. Orada birlik değil, yani bir ittifak var...",
"... evet asli unsur, bu devleti oluşturan iki asli unsur ...",
"... kürtlerin pozisyonu ayrı. Bu nedenle ayrı kendi coğrafyasıyla
katılmıştır..." dediği, yazılı ve görsel basında parti programını savunan
benzer içerikli konuşmalar yaptığı dosyada mevcut belgelerden anlaşılmaktadır.
Anayasa'nın
68. maddesinin dördüncü fıkrasında, siyasî partilerin tüzük ve programları ile
eylemlerinin, Devletin bağımsızlığı ile ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne aykırı olamayacağı belirtilmiş; 69. maddede, 68. maddenin dördüncü
fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerde bulunan siyasî partilerin temelli
kapatılacağı öngörülmüştür.
Öte
yandan, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 78. maddesinin (a) bendinde,
siyasî partilerin; Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini, Anayasa'nın
Başlangıç Kısmı'nda ve 2. maddesinde belirtilen esaslarını, 3. maddesinde
açıklanan Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline,
bayrağına, millî marşına ve başkentine ilişkin hükümlerini değiştirme amacını
güdemeyecekleri veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamayacaklarını, (b)
bendinde, bölge, ırk veya cemaat esaslarına dayanamayacaklarını, aynı Yasa'nın
81. maddesinin (a) bendinde, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde millî veya
dini kültür veya mezhep, ırk veya dil farklılığına dayalı bulunduğunu ileri
süremeyecekleri, (b) bendinde de, Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve
kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi
üzerinde azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını
güdemeyecekleri ve bu yolda faaliyette bulunamayacakları açıklanmıştır.
Anayasa'da
demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurları olduğu belirtilen siyasî
partilerin amacı, Devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünü bozmak değil,
aksine bunu pekiştirmek olmalıdır. Irk ayrımcılığını savunmak bir siyasî
partinin amacı olamaz. Anayasa'da ve 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nda bu
tür faaliyette bulunan siyasî partilerin kapatılacağı öngörülmüştür.
Dünyanın
birçok yerinde olduğu gibi, Türkiye'de de yerel ve kültürel farklılıklar
vardır. Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğundan bugüne kadar yerel ve kültürel
farklılık taşıyan kişilerin kişisel yaşamlarına, düşünce ve inançlarına karışmamış,
bu farklılıkların geliştirilip kurumlaştırılması yerine, değişik insanların
yaşam tarzlarını hoşgörü ile karşılayarak bunları üst düzeydeki ortak bir
ulusal kültürde birleştirmek istemiştir.
Davalı
Parti programı ile Parti Genel Başkanı'nın konuşmalarında devamlı kültür ve
tarih açıklaması ve yorumu yapılarak gerçekler saptırılıp ülke toprakları
üzerinde insanların birliktelikleri yerine ayrılıklarını amaç edinen öneriler
getirilmektedir. Bu tip öneriler, etnik, dinsel veya yerel ayrılıkların geliştirilmesine
ve bunların birlikte yaşamı güçleştirecek biçimde keskinleştirilmesine neden
olur ve demokratik düzenin temeli olan birlikte yaşamı yok eder.
Anayasa'da
federatif devlet sistemi değil, tekil devlet ilkesi benimsenmiştir. Bu nedenle,
siyasî partiler Türkiye'de federal devlet sistemi kurulmasını programlarına
alamazlar ve bu yapıyı savunamazlar. "Bölünmez bütünlük" ilkesi;
egemenliğin ülke ve ulus bütünlüğünden oluşan tek bir devlet yapısıyla
bütünleşmesini gerektirir. Ulusal devlet ilkesi, çok uluslu devlet anlayışına
olanak vermez. "Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü"
kuralı, azınlık yaratılmamasını, bölgecilik ve ırkçılık yapılmamasını
gerektirir.
Davalı
Parti Genel Başkanı'nın kimi beyanlarında, Türk ulusu bütünlüğünden ayrı olarak
Kürt ulusu olduğu belirtilmiş ve bu husus her vesileyle vurgulanmıştır. Türk ve
Kürt halklarının Kurtuluş Savaşı'nı ortaklaşa başardıktan sonra kurulan
Cumhuriyette Türk anlayışının egemen olduğu, Kürt halkının ve onun demokratik
hak ve isteklerinin inkar edildiği ileri sürülerek Kürt sorununun halkların
eşit ve özgür iradesi temelinde demokratik bir çözüme kavuşturulması üzerinde
durulmuştur. Bu beyanlar, Türkiye Devleti'nin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğünü bozucu niteliktedir.
Demokratik
Kitle Partisi'nin programında yer alan bu ifadeler nedeniyle kapatılmasına
karar verilmesine karşın, aynı içerikli Genel Başkan beyanlarının kapatma
nedeni sayılmamasının haklı ve inandırıcı nedenleri b3ulunmamaktadır.
Nitekim,
aynı şekildeki beyanlar; Demokrasi Partisi için 16.6.1994 günlü, Esas: 1993/3
(Siyasî Parti Kapatma), Karar: 1994/2 sayılı, Özgürlük ve Demokrasi Partisi
için 23.11.1993 günlü, Esas: 1993/1 (Siyasî Parti Kapatma), Karar: 1993/2 ve
Sosyalist Türkiye Partisi için de 30.11.1993 günlü, Esas: 1993/2 (Siyasî Parti
Kapatma), Karar: 1993/3 sayılı Anayasa Mahkemesi kararlarıyla 2820 sayılı
Siyasî Partiler Kanunu'nun 78. ve 81. maddelerinin (a) ve (b) bentlerine aykırı
bulunarak sözü geçen partilerin kapatılmalarına karar verilmiştir.
Açıklanan
nedenlerle, Genel Başkan'ın yazılı ve görsel basında yer alan kimi
açıklamaları, Anayasa'ya ve 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 78. ve 81.
maddelerinin (a) ve (b) bentlerine aykırı olduğundan, Demokratik Kitle
Partisi'nin 101. maddenin (b) fıkrası gereğince de kapatılmasına karar
verilmesi gerekeceği görüşüyle kararın bu bölümüne karşıyız.
|
Başkanvekili
Güven DİNÇER
|
Üye
Mustafa BUMİN
|
|
Üye
Mahir Can
ILICAK
|
Üye
Rüştü SÖNMEZ
|
KARŞIOY
YAZISI
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı iddianamesinde, Demokratik Kitle Partisi'nin programı ile
Genel Başkanı'nın kimi beyanlarının Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2., 3.,14., 68.
ve 136. maddelerine, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 78 (a, b)
bendlerine 80., 81. maddelerinin (a, b) bendlerine aykırı olduğunu belirterek
kapatılmasını istemiştir.
Davalı
Parti, Siyasî Partiler Kanunu'nun 78. maddenin (a, b) bendlerinde yazılı
"devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve siyasî partilerin ırk
esasına dayanamayacakları ilkesine" ve 81. maddesinin (a) ve (b)
bendlerinde belirtilen "T.C. ülkesi üzerinde kültür, ırk veya dil
farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunun böylece, Türk dilinden veya
kültüründen başka dil ve kültürleri korumak geliştirmek veya yaymak yoluyla
azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün bozulmasının amaçlanamayacağı"
yasağına programının aykırılığı nedeniyle temelli kapatılmıştır.
Kapatılma
kararında, Siyasî Partiler Kanunu'nun 80. maddesinde belirtilen
"Partilerin Türkiye Cumhuriyetinin dayandığı Devletin tekliği ilkesini
değiştirmek amacını güdemeyecekleri ve bu amaca yönelik faaliyette
bulunamayacakları" kuralı ile 89. maddesindeki "...Diyanet İşleri
Başkanlığının genel idare içinde yer almasına ilişkin Anayasa'nın 136. maddesi
hükmüne aykırı amaç güdemeyecekleri" kuralına davalı Parti'nin programı
aykırı görülmeyerek kapatılma istemi bu yönden reddedilmiştir.
Öte
yandan, Parti Genel Başkanı'nın muhtelif yerlerde yaptığı konuşma ve beyanları
da Kanun'da belirtilen parti yasaklarına aykırı görülmemiştir.
Demokratik
Kitle Partisi'nin kapatılması kararına iki yönden karşıyım.
1-
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. ve 11. Maddeleri Yönünden
Anayasa
Mahkemesi verdiği kararlarda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini, olayı doğrudan
"çözümleyici norm" olarak değil, gerekçelerdeki görüşlerini
"destekleyici norm" olarak kabul etmiştir. Oysa, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi, Anayasamızın 90. maddesine göre "kanun" niteliğindedir.
Anayasa Mahkemesi uygulamada milli yasalarla, uluslararası yasaları
karşılaştırmak suretiyle "önceki kanun-sonraki kanun" ya da
"genel kanun-özel kanun" değerlendirmesine tabi tutarak milli
yasalara öncelik vermiştir. Sözleşmeyle milli kanunlar arasında uygulanan bu
"kriterler" anayasal düzeye çıkarılarak demokratik toplumlarda
varolan hak ve özgürlükler ölçüsüzce sınırlandırılmış birey ve örgütler dar bir
alana sıkıştırılmıştır. Terör ve şiddetle bağlantısı olmayan bir siyasî partiyi
kapatmak, örgütlenme ve ifade özgürlüğünün sınırlandırılması değil, onun özünü
yok eden ve kullanılamayacak duruma getiren bir uygulamadır. Oysa, Anayasa'nın
13. maddesinde hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması "demokratik toplum
düzeninin gerekleriyle" sınırlandırılmıştır.
O
halde, örgütlenme ve ifade özgürlüğünün sınırlarını demokratik ülkelerle
birlikte, Türkiye'nin de imzaladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin içinde
aramak gerekecektir. Anayasa'nın 13. maddesi demokratik toplum düzeninin
sürdüğü ülkelerdeki uygulamalara yollama yapmak suretiyle Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'ni bünyesine katmış ve içselleştirmiştir. Bu nedenle, ulusal
yasalardaki dar ve antidemokratik anlayışlar yerine, Sözleşme'nin ve Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'nin hak ve özgürlük alanlarını genişletici kural ve
yorumlarını uygulamak anayasal bir zorunluluk haline gelmiştir.
Türkiye,
birçok hak ve özgürlük belgelerine ve bunların işlerliğini sağlayan
uluslararası sözleşmelere imza koymuş olmasına karşın, iç hukukunu buna uygun
olarak değiştirmediğinden dolayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nce sözleşmeyi ihlâlden
sürekli mahkum olmakta ve ciddi miktarda parasal cezalar ödemektedir. Sürekli
ceza ödeyerek bu çıkmazdan kurtulmak mümkün değildir. Sözleşme imzalandığına
göre bunun gereğinin yerine getirilmesi kaçınılmazdır. Ödenen paralar imzalanan
sözleşmelerin arkasında durulmayarak rencide edilen ulusal onurun bedeli
olamaz. İçinde bulunduğumuz "olağanüstü şartlar" buna uygun değil
biçimindeki yakınmalar ise sözleşme imzalanmadan önce duyulması gereken
sorumluluğu ortadan kaldırmaz.
Yasama
organı uyum yasalarını çıkararak üzerine düşeni yapmadığına göre, Anayasa
Mahkemesi, Anayasa ile uyum içinde bulunan özgürlüklere ilişkin Uluslararası
Sözleşmeleri destek norm olarak değil, uygulanması zorunlu öncelikli norm kabul
ederek bunlara işlerlik kazandırmalıdır.
Milli
yasalardaki Anayasa'ya ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı hükümler
iptal edilemiyorsa (AY.Geçici 15 nedeniyle) mutlaka ihmal edilerek Anayasa'nın
13. maddesi uygulamaya konulmalı ve gönderme yapılan sözleşme hükümlerine
öncelik verilmelidir. Uluslararası sözleşmeler imzalandıktan sonra ne Anayasa
ile ne de genel yasalarla değiştirilmesi mümkün olmadığına göre öncelik ve
üstünlük verilmesi kaçınılmazdır.
Kuşkusuz,
devletin kendini koruma hakkı tartışılmaz bir gerçektir. Demokratik, lâik ve
sosyal devlet yapısı ile insan hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırmaya dönük
girişimler haklı görülemez. Ancak, güçlü devletin de "kendini koruma
hakkı"nın arkasına sığınarak güçsüz bireyin hak ve özgürlüklerini
kullanamayacak şekilde sınırlandırma ya da ortadan kaldırma girişimi de
devlet-birey arasındaki gücün eşitsizliği ve ölçüsüzlüğü karşısında "meşru
müdafaa" zeminine oturtulamaz.
Hak
ve özgürlükler konusunda Devlet-birey-örgüt arasındaki sınır çatışması, önceden
olduğu gibi gelecekte de devam edecektir. Devlet, demokratik toplum düzeni
gerçeğine yaklaştığı ölçüde bu çatışma ancak, en aza inebilecektir.
Çağdaş
dünyada insan hak ve özgürlükleri ülkelerin kendi iç sorunu olmaktan çıkıp
uluslararası bir boyut kazanmış, Türkiye de çekince koymadan imzaladığı
sözleşmelerle uluslararası bu gerçeği kabul etmiştir. Avrupa İnsan Hakları
Sözleşme ve ekleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin içtihatları, Avrupa
Konseyi Parlamenterler Meclisi ve Bakanlar Komitesinin karar ve yorumları, hak
ve özgürlüklere ilişkin çağdaş anlamda "Avrupa hukukunu" doğurmuştur.
Bu
bağlamda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin içtihatlarına bakıldığında ifade
ve örgütlenme özgürlüğüne ilişkin Sözleşme'nin 10. ve 11. maddeleri özetle
"... ifade özgürlüğü, demokratik toplumun ana temellerinin ve bireylerin
kendilerini geliştirebilmelerinin temel koşullarından birini oluşturduğundan,
10. maddenin ikinci paragrafı yalnız beğeni ile karşılanan, zararsız yahut
ilgiye değmez sayılan bilgi ve düşünceler hakkında değil, devletin veya halkın
bir kesimini rahatsız eden ya da sarsan şok eden bilgi ve düşünceler hakkında
da geçerlidir. Çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirliliğin gereği olduğundan,
bunlarsız demokratik toplum olamaz. Bunun anlamı, bu alanda getirilecek,
formalite, koşul, yasak ve cezaların izlenen meşru amaçlarla orantılı olmasıdır"
biçiminde açıklanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu değerlendirmeyi
yaparken, ulusal makamların özgürlüğe yönelen müdahalelerinin makul, dikkatli,
iyi niyetli ve demokratik bir toplumda zorunlu bir önlem olduğuna ya da
sınırlandırma dışında başka bir yol kalmadığına bakmaktadır. Demokratik devleti
yıkmaya, hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmaya yönelik "YAKIN ve MUHAKKAK
TEHLİKE" yaratan eylemler özgürlük kapsamında görülmemektedir. Yasaklar
düşünceyi açıklamaya değil, şiddete ve teröre olanak sağlayan, yakın ve
muhakkak tehlike teşkil eden eylemler için öngörülmektedir. Avrupa İnsan
Hakları Divanı, Piermond davasında, yapılan aykırı konuşmadan sonra herhangi
bir olayın ya da düzensizliğin meydana gelip gelmediğini araştırmış, gelmediği
sonucuna vararak Fransız makamlarının ülkeye giremeyeceği kararını verdiği
Alman Parlament Piermond'un davasını Sözleşme'nin 10. maddesinin ihlali olarak
değerlendirmiştir. Örgütlenme özgürlüğünün düzenlendiği Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'nin 11. maddesine göre de, örgütün ülke topraklarını parçalamaya
yöneldiği ve bu amaca yönelik eylemlerin bölge barışını bozma eğilimi
gösterdiği veya komşu devletlerin düşmanca amaçlarına hizmet edildiği
delillendirilmeli, Parti'nin terörü desteklediği veya yönettiği, halk arasında kin
ve husumet duygularını körüklediği ispat edilmeli veya terörle bağlantısı
kanıtlanmalıdır.
Anayasa
Mahkemesi'nin Parti Program ve Tüzüğündeki aykırılıklardan dolayı kapatmış
olduğu Türkiye Birleşik Komünist Partisi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurmuş
ve Mahkeme konuyu inceleyerek özetle "...Türk Anayasa Mahkemesi Türkiye
Birleşik Komünist Partisi'nin, program ve tüzüğünde, Türk ve Kürt halkı
arasında ayrım yapılarak azınlık yaratma amacının ortaya çıktığını, Türk ve
Kürt ulusları biçimindeki sözleri nedeniyle Devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğü ilkesine aykırı davrandığını belirterek temelli kapatmıştır.
Ancak, parti programında "Kürt halkı" ve "ulusu" ve
"kürt vatandaşları" sözcüklerinin yer almasının azınlık yaratma
amacıyla tanımlanamayacağını ve böyle bir iddiada da bulunulmadığını,
"Kürt varlığının" sadece kabul edilmesinden başka bir şey
istenmediğini, Kürt halkının Türk halkından ayrılması hakkının verilmesi gibi
bir istemlerinin olmadığını, şiddete başvurmadan ülke sorunlarına çözümler
önerildiğini, bunların can sıkıcı ve hoşa gitmeyen düşünceler olabileceğini
ancak katlanılması gerektiği" düşüncesiyle Türkiye'yi sözleşmeyi ihlâlden
mahkûm etmiştir.
Mahkeme,
kapatılan Sosyalist Parti kararında da aynı görüşleri tekrarlayarak
"...Sosyalist Partinin Türk ve Kürt kesimlerini kapsayan bir federal
devlet kurulması düşüncesini ve kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına
sahip olduğu yolundaki görüşlerini devletin ilkesiyle bölünmez bütünlük
ilkesine aykırı" görmemiş, şiddete başvurmadığı sürece sözleşme hukuku
korumasından yararlanması gerektiğini ayrıca vurgulamıştır. Mahkeme bu kararı,
Sosyalist Parti'nin dört yıl faaliyette bulunmasına karşın vermiştir.
Belirtilen
bu düşünceler karşısında, bir siyasi partinin ifade özgürlüğünü henüz kullanma
aşamasında iken kapatılmasının mümkün olamayacağı, şiddet içermeyen barışçıl
önerilerininde kapatmaya yeter delil olarak kabul edilemeyeceği ortaya
çıkmaktadır.
Demokratik
Kitle Partisi 3 Ocak 1997 günü kuruluş dilekçesini vermiş ancak, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı 18.6.1997 günlü iddianamesi ile Anayasa Mahkemesi'ne
kapatma davası açmıştır. Görüldüğü gibi, kurulmasından sonra 6 aylık kısa bir
faaliyet dönemi geçmesine karşın, hakkında kapatma davası açılmıştır. Bu süreç
içerisinde partinin Anayasa ve Siyasî Partiler Kanunu'na aykırı davrandığını
ortaya koyabilecek herhangi bir "eylem" delil olarak sunulmamıştır.
Başsavcı, Parti'nin programındaki "aykırı amacı" ispat etmek için
parti genel başkanının kimi konuşma ve beyanlarını delil olarak sunmuş ancak,
Anayasa Mahkemesi kapatma istemini bu konuşmalar yönünden reddetmiştir.
Oysa,
Genel Başkanın yaptığı bu konuşma ve eylemlerin parti programında açıklanan
görüş ve düşüncelerden hiçbir farkı yoktur. Buna rağmen partinin programındaki
görüşleri yönünden kapatılmış olması bir çelişkiden başka bir şey değildir.
Demokratik
Kitle Partisi'nin terörle ve şiddetle bir bağlantısının kurulamadığı, yakın ve
kesin bir tehlikeyi harekete geçirecek söz ve eylem birliğinin olmadığı,
kapatılmalarından ötürü Türkiye'nin mahkûm olduğu Türkiye Birleşik Komünist
Partisi ile Sosyalist Parti'nin program söylem ve eylemleri ile davalı Partinin
programı arasında benzerlik bulunmasına karşın, Avrupa Mahkemesi'nin kararının
gözardı edildiği, otoriter ve totaliter uygulamalar sonunda ortaya çıkan kimi
bölgesel sorunları dile getirerek ülkenin bölünmez bütünlüğü içinde barışçıl
çözümler öneren Partinin kapatılması Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ve
Avrupa Mahkemesi'nin içtihatlarına açık aykırılık oluşturmaktadır.
2-
Kapatma Kararının 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 78. Maddesinin (a) ve
(b) Bendleriyle 81. Maddenin (a) ve (b) Bendleri Yönünden İncelenmesi
Anayasa
Mahkemesi, Demokratik Kitle Partisi'ni yukarıda belirtilen maddelere aykırı
davranmaktan temelli kapatmıştır.
Siyasî
Partiler Kanunu'nun 78. maddesinin (a) bendinde "Türkiye Devletinin
Cumhuriyet olan şeklini; Anayasanın başlangıç kısmında ve 2 nci maddesinde
belirtilen esaslarını; Anayasanın 3 ncü maddesinde açıklanan Türk Devletinin ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline bayrağına, millî marşına ve
başkentine dair hükümlerini; egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait
olduğu ve bunun ancak, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları
eliyle kullanılabileceği esasını; Türk Milletine ait olan egemenliğin
kullanılmasının belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı veya
hiçbir kimse veya organın, kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi
kullanamayacağı hükmünü; seçimler ve halkoylamalarının serbest, eşit, gizli,
genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi
altında yapılması esasını değiştirmek;
Türk
Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve
hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair
herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak;
amacını" güdemeyecekleri, (b) bendinde ise Partiler "Bölge, ırk,
belli kişi, aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat esaslarına dayanamaz
veya adlarını kullanamazlar." denilmektedir.
Aynı
Yasa'nın 81. maddesinin (a) bendinde de siyasî partilerin "Türkiye
Cumhuriyeti ülkesi üzerinde millî veya dinî kültür veya mezhep veya ırk veya
dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri" süremeyecekleri,
(b) bendinde "Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri
korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde
azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını"
güdemeyecekleri öngörülmektedir.
Bu
maddelere dayanılarak bir partinin kapatılması için ağırlıklı olarak
"yasaklanan bir amacın" varlığının tesbit edilmesi gerekmektedir.
Amacın saptanabilmesi ancak, parti yetkililerinin eylemleri, sözleri ve
davranışlarıyla programda belirtilen ifadelerin örtüşerek uyum içinde olmasıyla
mümkündür. Hiçbir faaliyet ve söylem delil gösterilmeden sadece programın
değerlendirilerek kısa bir süre içinde açıklığa kavuşma niteliği bulunmayan
"partinin amacı"nın tesbiti olanaklı değildir.
Kaldı
ki, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Parti Genel Başkanı'nın muhtelif yerlerde
yaptığı konuşma ve beyanatları delil olarak sunmuş ancak, Mahkeme bunu
kapatmaya yeter görmeyerek bu yönden reddetmiştir. Daha da ileri gidilerek 2820
sayılı Yasa'nın 80. maddesindeki "Siyasî partiler, Türkiye Cumhuriyetinin
dayandığı Devletin tekliği ilkesini değiştirmek amacını güdemezler ve bu amaca
yönelik faaliyette bulunamayacakları" yasağına aykırılıktan dolayı da
kapatılması istemi reddedilmiş ancak, Mahkeme her nedense "Devletin ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne" aykırı amaç taşıdığı gerekçesiyle
Demokratik Kitle Partisi'ni kapatmıştır. 80. maddenin içeriği ile
"Devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü" ilkesi arasında örtüşen bir
anlayışın gözardı edilerek kapatılma sonucuna ulaşılmasında isabet yoktur.
Demokratik
Kitle Partisi'nin programında ve Genel Başkanı'nın konuşmalarında bölgesel
sorunlar bağlamında; yöre insanının kimlik ve kültürel haklarına ilişkin isim
ve adları ile konuşulan dil hakkında yapılan sınırlamalar eleştirilmiş, öncelikli
görülen bu sorunların çözümü için karşı projeler geliştirilerek merkezi, idare
yerine güçlendirilmiş mahalli idarelerin oluşturulması önerilmiştir.
Anayasa'da,
Devlet "demokratik, lâik, sosyal bir hukuk devleti" olarak
nitelendirildiğine göre ülke sorunlarının siyasal partiler tarafından dile
getirilmesi, bunlara barışçıl çözümler önerilmesi hoşumuza gitmese bile
demokratik sabır içinde değerlendirilmesi gerekir. Aşırı ve marjinal nitelikteki
düşüncelere dayalı çözüm önerileri toplumun demokratik refleksi karşısında
etkisiz kalmaya mahkûmdur. Olağanüstü koşullar gerekçesiyle "bize göre
demokrasi, bize göre lâiklik ve hukuk devleti" olamaz. Türkiye
"olağanüstü şartlardan" kurulduğundan beri çıkamamış gösterilerek, bu
durum hak ve özgürlüklere getirilen aşırı sınırlamaların haklı nedeni
sayılmıştır. Çağdaş, demokratik, lâik ve gerçek hukuk devleti hedefine,
bölgesel sorunları dile getirenlerin "Devletin ve milletin bölünmez bütünlüğünü"
bozduğu, dini inanç ve düşüncelere ilişkin sorunları bildirenlerin
"devletin lâik niteliğini" ortadan kaldırmak istedikleri, milli
değerlere sahip çıkanların ırkçılıkla itham edildiği, kimi sosyal gruplara
ilişkin çözüm önerisi sunanların ise "komünist ve marksist" oldukları
suçlamalarının terk edilerek, bu tür önyargılı tutum ve davranışlardan
kurtulmakla ulaşılabilir.
Demokratik
Kitle Partisi'nin programında ileri sürdüğü görüşleri, çoğulcu, katılımcı
demokratik bir hukuk devletinde yapılabilecek eleştiri ve çözüm önerileri
kapsamında gördüğümden, Siyasî Partiler Kanunu'nun 78. ve 81. maddelerine
dayanılarak verilen kapatma kararına karşıoy kullandım.
KARŞIOY
GEREKÇESİ
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Demokratik Kitle Partisi'nin programı ile
Genel Başkanı Şerafettin Elçi'nin kimi beyanlarının Anayasa ve 2820 sayılı
Siyasî Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a), (b) bentlerine, 80. maddesine,
81. maddesinin (a), (b) bentlerine ve 89. maddesine aykırı görülmesi nedeniyle
aynı Yasa'nın 101. maddesinin (a) ve (b) bentleri gereğince kapatılması için
dava açılmıştır.
Davalı
Parti tarafından, Siyasî Partiler Yasası'nın Cumhuriyet Başsavcılığı'nın
iddianamesinde kapatma isteminin dayanağını oluşturan kimi kurallarının
Anayasa'ya aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Çoğunluk
görüşüne göre, 22.4.1983 tarihinde kabul edilen Siyasî Partiler Yasası, 12
Eylül 1980 tarihinden ilk genel seçimler sonucu toplanan Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin Başkanlık Divanını oluşturduğu 6.12.1983 tarihine kadar geçen dönem
içinde çıkarıldığından bu Yasa kurallarının, belirtilen tarihten sonra
değiştirilmiş olmadıkça Anayasa'nın Geçici 15. maddesinin getirdiği sınırlama
nedeniyle Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülemez.
Demokratik
Kitle Partisi'nin kapatılmasına ilişkin davada, Siyasî Partiler Kanunu'nun
uygulanması gereken 78. maddesinin (a), (b) bentlerinin, 80. maddesinin, 81.
maddesinin (a), (b) bentlerinin, 89. maddesinin ve 101. maddesinin (a), (b)
bentlerinin daha sonra herhangi bir değişikliğe uğramaması nedeniyle
Anayasa'nın Geçici 15. maddesi kapsamında olduğu tartışmasız ise de, Yasa'nın
bu maddelerinin dayanağını oluşturan Anayasa'nın 68. ve 69. maddeleri 23.7.1995
günlü, 4124 sayılı Yasa ile değiştirilmiştir. Geçici 15. madde ile belli
dönemde çıkarılan yasaların Anayasa'ya uygunluk denetimine bağlı tutulmasının,
yasaklanmış olmasını 1982 Anayasası çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Bu
yasağı, Anayasa'nın daha sonra değiştirilen kurallarına aykırılık savlarının
incelenmesine olanak vermeyecek biçimde yorumlamak, yasak kapsamındaki
kurallara, Anayasa'nın üstünde bir yer vermek anlamına gelir.
Uygulamada,
Anayasa'da yapılan değişiklik belli bir konuyu somut olarak düzenliyorsa buna
aykırı olan yasa kuralı ihmal edilerek Anayasa kuralına göre karar
verilmektedir. (Anayasa Mahkemesi'nin 16.1.1998 günlü, E: 1997/1 (Siyasî Parti
Kapatma), K: 1998/1 sayılı kararı, RG: 22.2.1998 günlü, 23266 sayılı)
Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesinin zorunlu kıldığı bu durumun,
hukuka uygun olduğunda duraksanamaz. Ancak bu uygulamanın, örtülü bir
Anayasa'ya uygunluk denetimi olduğu da açıktır. Çünkü burada, yasa kuralı ile
Anayasa kuralı karşılaştırılmakta ikisi arasında çelişki olduğu saptanarak
üstün hukuk normu uygulanmaktadır. Bu durumda, değişikliğe uğrayan Anayasa
kuralına aykırılığı saptanmakla birlikte Geçici 15. madde kapsamında bulunduğu
için iptal edilemeyen yasa kuralı, uygulanma olanağını yitirmesine karşın,
hukuksal varlığını korumaktadır. Bu nedenle, Geçici 15. madde kapsamındaki yasa
kurallarının, Anayasa'nın sonradan değiştirilen kurallarına aykırılığının
incelenmesi gerekir.
Öte
yandan, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının iddianamesinde Parti'nin
programının Siyasî Partiler Kanunu'nun 78. maddesinin (a) ve (b) bentleri ile
81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine de aykırı olduğu ileri sürülmüş çoğunluk
görüşü de bu yönde oluşmuştur.
2820
sayılı Yasa'nın; 78. maddesinin (a) bendinde; siyasî partilerin, Anayasa'nın 3.
maddesinde açıklanan Türk Devleti'nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne
ilişkin hükmünü değiştirmek amacını güdemeyecekleri veya bu amaca yönelik
faaliyette bulunamayacakları, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik
edemeyecekleri; (b) bendinde de bölge, ırk esaslarına dayanamayacakları veya
adlarını kullanamayacakları; 81. maddesinin (a) bendinde, Türkiye Cumhuriyeti
ülkesi üzerinde millî veya dinî kültür veya mezhep veya ırk veya dil
farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyecekleri; (b) bendinde
Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek
veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak
millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemeyecekleri ve bu yolda faaliyette
bulunamayacakları belirtilmiştir. Siyasî Partiler Yasası'nın bu kurallarının,
Anayasa'nın daha sonra değiştirilen 68. maddesinin dördüncü fıkrasındaki,
siyasî partilerin tüzük ve programları ile eylemlerinin devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı olamayacağına ilişkin kural çerçevesinde
değerlendirilmesi, bu çerçeveyi aşan uygulamalara neden olunmaması gerekir.
Esasen üstün hukuk normu içeren Anayasa kurallarının başka bir yorum biçimine
olanak vermeyeceği de açıktır.
Siyasî
partilerin tüzük ve programlarının, Anayasa ve buna koşut düzenleme içeren
Siyasî Partiler Yasası'nın, siyasî partilerin kapatılma nedenlerine ilişkin
kurallarına aykırı olup olmadığı incelenirken, iki olasılık söz konusu
olabilir. Bunlardan ilki, partinin tüzük ve programının açıkça Anayasa ve yasa
kurallarına aykırı olması; ikincisi ise böyle bir izlenim edinilmekle birlikte
bu konuda yeterli açıklık bulunmamasıdır. Birinci olasılığın, başka bir
araştırmaya gerek olmaksızın kapatma nedeni oluşturacağında duraksanamaz.
Ancak, partinin tüzük ve programının açık bir kapatma nedeni oluşturmamakla
birlikte bu yönde farklı değerlendirmelere yol açabilecek içerikte olması
durumunda, partinin eylemlerine bakarak sonuca ulaşılması zorunludur. Tersine
bir tutum, siyasî partileri, demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurları
kabul eden Anayasa güvencesinden yoksun bırakarak onların, varsayımlara
dayanılarak kapatılmaları sonucunu doğurabileceğinden hukukun üstünlüğü esasına
dayanan hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmaz. Yalnız burada şunu belirtmek
gerekir ki; bir partinin tüzük ve programındaki gerçek amacını saptamak için
eylemlerine bakılırken, Anayasa'nın 69., Siyasî Partiler Yasası'nın 103.
maddesinde belirtilen "odak haline gelme" koşulunu aramaya gerek
yoktur. Çünkü bu ayrı bir kapatma nedenidir. Oysa, kimi zaman partinin tek bir
eylemi de tüzük ve programındaki gerçek amacını ortaya koyabileceğinden, bu
bağlamda, kapatma nedeni oluşturabilir.
Anayasa'nın
2. maddesinde, "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve
adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine
bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve
sosyal bir hukuk Devletidir." denilmektedir. Bu maddenin atıfta bulunduğu
Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 3., 5., 13., 14., 28. ve 68. maddelerinde Türkiye
Cumhuriyeti'nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünden söz edilmektedir.
Anayasa'nın bu düzenleme biçimi, Türkiye Cumhuriyeti'nin 2. maddede
belirtildiği gibi demokratik lâik ve sosyal bir hukuk devleti olma
niteliklerinin yanısıra millî ve üniter devlet olma niteliklerini de taşıdığını
göstermektedir. Bu bağlamda, siyasî partilerin, tüzük ve programları ile
eylemlerinin Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer alan ve devletin
üniter yapısını yansıtan ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı
olamayacağına ilişkin Anayasa ve Siyasî Partiler Yasası hükümleri bir bütünlük
oluşturmaktadır.
Davalı
Parti'nin programında, ülkedeki etnik ve inanç gruplarının eşitlik ilkesi
temelinde bir arada yaşamalarına ilişkin öneriler getirilirken, bölünmez
bütünlüğe aykırı açık bir anlatıma yer verilmemiş, tersine bölünmeden yana
olunmadığı vurgulanmıştır. Parti genel başkanının çeşitli yayın organlarındaki
açıklamalarında da, "bölünmez bütünlüğe" aykırılık konusunda kesin
kanıya ulaşmayı sağlayacak bir söylemde bulunulmamıştır.
Bu
durumda, Parti'nin programı ile Genel Başkanı'nın açıklamalarının Anayasa ve
Siyasî Partiler Yasası'na aykırı olmadığı sonucuna varılmıştır.
Açıklanan
nedenlerle, davanın reddine karar verilmesi gerektiği düşüncesiyle çoğunluk
görüşüne katılmıyoruz.
|
Üye
Yalçın ACARGÜN
|
Üye
Sacit ADALI
|
Üye
Fulya
KANTARCIOĞLU
|
KARŞIOY VE
DEĞİŞİK OY GEREKÇELERİ
Anayasa
Mahkemesi'nin 26.2.1999 günlü, E. 1997/2, K. 1999/1 (Siyasî Parti Kapatma)
kararı ile ilgili olarak karşıoy ve değişik oy gerekçelerimiz bulunmaktadır.
Bunlar ayrı ayrı irdelenecektir :
l-
KARŞIOY GEREKÇESİ
Demokratik
Kitle Partisi'nin, programının Anayasa'nın Başlangıç ile 2., 3., 14., 68. ve
136. maddelerine ve 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a),
(b) bentlerine, 80. maddesine, 81. maddesinin (a), (b) bentlerine ve 89.
maddelerine aykırılığı savıyla, aynı Yasa'nın 101. maddesinin (a) ve (b)
bentleri uyarınca kapatılması istemiyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca
açılan davada :
Davalı
Parti'nin, 1995 Anayasa değişikliğinden sonra, Siyasî Partiler Yasası'nın 78.
ve 81. maddelerinin (a) ve (b) bentleri ile 80. ve 89. maddelerinin yürürlükte
bulunmadıkları; yürürlükte oldukları kabul edilse bile, Anayasa'nın Geçici 15.
maddesinin bu hükümler üzerindeki etkisinin sona erdiğinin kabulü ile,
Anayasa'ya aykırılık iddialarının incelenmesi gerektiği yolundaki savları,
Anayasa Mahkemesi'nce kabul edilmemiştir.
Çoğunluğun
bu konudaki görüşü özetle; 22.4.1983 günlü ve 2820 sayılı Siyasî Partiler
Yasası, Anayasa'nın Geçici 15. maddesinde belirtilen dönem içerisinde yani, 12
Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanan Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin Başkanlık Divanını oluşturduğu, 6.12.1983 tarihine kadar geçen
dönem içerisinde çıkarılmış olduğundan, belirtilen tarihten sonra değiştirilmiş
olmadıkça, bu yasa kurallarının Anayasa'nın Geçici 15. maddesinin koruması
altında bulunduğu ve Anayasa'ya aykırılığının ileri sürülemeyeceği
biçimindedir.
Anayasa'nın
Geçici 15. maddesinde, "12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler
sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını
oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk
milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Millî Güvenlik Konseyinin,
bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetleri, 2485 sayılı Kurucu Meclis
Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve
tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası
ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz"
denilmektedir.
Anayasa
Mahkemesi kimi kararlarında, "bu dönem" içerisinde çıkarılan
yasalarda ya da yasa maddelerinde herhangibir değişiklik yapılmış ise, artık o
kuralın Anayasa'nın Geçici 15. maddesinin getirdiği sınırlamaların dışına
çıktığı sonucuna varmıştır. (Örnek: Anayasa Mahkemesi'nin 12.9.1991 günlü, E:
1991/31, K: 1991/27 sayılı kararı.)
Demokratik
Kitle Partisi'yle ilgili davada, 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın
uygulanması gereken, 78. maddesinin (a), (b) bentlerinin, 80. maddesinin, 81.
maddesinin (a), (b) bentlerinin, 89. maddesinin ve 101. maddesinin (a), (b)
bentlerinin, daha sonra herhangibir değişikliğe uğramamış olmaları nedeniyle,
Anayasa'nın Geçici 15. maddesi kapsamında olduğu tartışmasızdır. Ancak, 2820
sayılı Yasa'nın belirtilen maddelerinin dayanağını oluşturan Anayasa'nın 68. ve
69. maddelerinde, 29.7.1995 günlü, 4124 sayılı Yasa ile değişiklik yapılmıştır.
Anayasa'nın
yasaya göre daha üstün bir hukuk normu olduğu ve Anayasa'nın bağlayıcılığı
ilkesi düşünüldüğünde; yasa ile sonradan yapılan bir değişikliğin Geçici 15.
madde kapsamından çıkacağı ve Anayasa'ya aykırılığının incelenebileceği kabul
edilirken, üstün norm olan Anayasa'da yapılan değişiklik sonunda, o Anayasa
kuralının verdiği olura göre çıkarılan bir Yasa'nın Anayasa'ya aykırılığının
incelenemeyeceğini ileri sürmek olanaksızdır.
Anayasa'nın
Geçici 15. maddesi ile, belli dönemde çıkarılan yasaların Anayasa'ya uygunluk
denetimine bağlı tutulmasının yasaklanmış olmasını, 1982 Anayasası çerçevesinde
değerlendirmek gerekir. Anayasa'nın genel kuralı, yasaların Anayasa'ya aykırı
olamayacağı yolundadır. Anayasa, bu konuya verdiği önemi belirtmek için de,
yasaların, yasa hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi
İçtüzüğü'nün Anayasa'ya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunun denetlenmesi
için Anayasa Mahkemesi'nin kurulmasını kurala bağlamıştır.
Belirli
bir dönemde çıkan yasaların Anayasa'ya aykırılığının ileri sürülememesi
yasağını, Anayasa'nın sonradan değiştirilen kurallarına dayandırılan aykırılık
savlarının da incelenmesine olanak vermeyecek biçimde yorumlamak, yasak
kapsamındaki kurallara, Anayasa'nın üstünde bir yer vermek anlamına gelir. Bu
nedenle, Anayasa'nın herhangibir maddesinde, Geçici 15. maddede belirtilen
dönemden sonra yapılan bir değişiklikte, değişiklik yapılan maddenin oluru ile
çıkarılmış olan yasaların, Anayasa'ya aykırılığının da incelenmesi gerekir.
Anayasa'nın, o yasanın çıkarılmasına olur veren maddesinde bir değişiklik
yapılmış olmasına karşın, Yasa'da herhangibir değişiklik yapılmadıkça bunların
Geçici 15. maddenin kapsamında kaldığını düşünmek, Anayasa'nın bağlayıcılığı
ilkesi ile de ters düşer.
Açıklanan
nedenlerle, çoğunluğun bu konudaki görüşüne katılmıyorum.
2-
DEĞİŞİK OY GEREKÇESİ
Anayasa'nın
68. maddesinde siyasî partiler, demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurları
olarak belirtilmiştir. Siyasî partiler, önceden izin almadan kurulurlar ve
Anayasa ve yasa hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürürler.
Siyasî
partilerin faaliyetleri, parti içi düzenlemeleri ve çalışmaları demokrasi
ilkelerine uygun olur. Bu ilkelerin uygulanması da yasa ile düzenlenir.
Siyasî
partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, devletin bağımsızlığına, ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine
aykırı olamaz; sınıf ve zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir diktatörlüğü
savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.
Bir
siyasî partinin tüzüğü ve programı yukardaki hükümlere aykırı bulunursa,
Anayasa Mahkemesi'nce temelli kapatılmasına karar verilir.
Bir
siyasî partinin, eylemlerinin yukarda belirtilen hükümlere aykırı bulunarak
temelli olarak kapatılması için, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir
odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi'nce saptanması gerekir.
Anayasa'nın
kimi maddelerinde siyasî partilerin temelli olarak kapatılacağı kurala
bağlanmış (örneğin 69. maddenin beşinci ve altıncı fıkralarında olduğu gibi),
kimi maddelerinde de (örneğin, 69. maddenin ikinci fıkrasında olduğu gibi),
yaptırımların saptanması yasakoyucunun takdirine bırakılmıştır.
Ancak
2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nda, kimi koşullarda geçici bir
"Kapatma" kabul edilmemiş, Anayasa ve Yasa'ya aykırılığı saptanan her
koşulda, partilerin sadece temelli olarak kapatılması öngörülmüştür.
Oysa,
Anayasakoyucu, Anayasa'da yalnızca "temelli kapatmayı" değil,
"kapatma"yı da öngörmüştür. Bu görüşümüzün dayanağı Anayasa'nın 149.
maddesinin son fıkrasıdır. Bu fıkrada şöyle denilmektedir :
"Anayasa
Mahkemesi Yüce Divan sıfatıyla baktığı davalar dışında kalan işleri dosya
üzerinde inceler. Ancak, gerekli gördüğü hallerde sözlü açıklamalarını dinlemek
üzere ilgilileri ve konu üzerinde bilgisi olanları çağırabilir ve siyasî
partilerin 'temelli kapatılması' ve 'kapatılmasına' ilişkin davalarda, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısından sonra kapatılması istenen siyasî partinin genel
başkanlığının veya tayin edeceği bir vekilinin savunmasını dinler".
Kuşkusuz
geçici ya da süreli "kapatma"nın hangi hallerde olabileceğinin ve
koşullarının neler olacağının, bu gibi durumlarda bir yaptırım uygulanıp
uygulanmayacağının, yasakoyucu tarafından belirlenmesi gerekir.
Anayasa'nın,
69. maddesinin beşinci fıkrasında olduğu gibi, bir siyasî partinin tüzüğü ve
programının 68. maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı bulunması halinde
Anayasa Mahkemesi'nce "temelli kapatılma"sının öngörülmesi durumunda
da, yasakoyucunun, doğrudan temelli kapatma kararı verilmesi yerine, tüzük ve
programdaki, Anayasa'ya ya da Siyasî Partiler Yasası'na aykırılıkların
giderilebilmesi için siyasî partiye öncelikle Anayasa Mahkemesi'nce "ihtar"da
bulunulması yolunda bir yasal düzenleme yapmasına engel herhangi bir husus
bulunmamaktadır.
Böyle
bir yasal düzenleme yapılırsa, siyasî partinin tüzük ve programında Anayasa'ya
veya Siyasî Partiler Yasası'na aykırı bir durum saptandığında öncelikle siyasî
partiye ihtarda bulunularak aykırılığın giderilmesi için bir süre verilebilir
ve bu süre içinde aykırılık giderilmezse siyasî parti kapatılabilir.
Anayasa'nın 69. maddesinde bir değişikliğe gidilmeden de böyle bir düzenlemenin
yapılabileceği görüşündeyim.
Halen
bu konuda yasal bir düzenleme yapılmadığı ve tüzük ve programındaki
aksaklıkların giderilmesi için siyasî partiye ihtarda bulunulması ya da geçici
bir süre için kapatılması olanağı bulunmadığı için, davalı partinin temelli
olarak kapatılmasına bu gerekçelerle katılıyorum.