ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı:2008/1 (Siyasî
Parti Kapatma)
Karar Sayısı:2008/2
Karar Günü:30.7.2008
DAVACI: Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı
DAVALI: Adalet ve
Kalkınma Partisi
DAVANIN KONUSU: Davalı
Partinin laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği savıyla
Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası, 69. maddesinin altıncı fıkrası ve
2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin birinci fıkrasının (b)
bendi ve 103. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca temelli kapatılmasına karar
verilmesi istemi.
I- DAVA
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın Anayasa
Mahkemesi'nin 30.3.2008 günlü toplantısında 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanunu'nun 175. maddesi uyarınca kabul edilerek davanın açılmasına esas alınan
kapatma istemli 1 sayısından 170 sayısına kadar delil numaralarına göre
sıralanmış belgeleri içeren 10 adet klasör ile çeşitli belgeleri kapsayan 7
klasör olmak üzere 17 klasör ekli 14.3.2008 günlü ve SP 115 Hz.2002/3 sayılı
İddianamesi:
'A-
GİRİŞ
Toplumların
yerleşik bir yaşama geçmeleri giderek örgütlenmelerini gerektirmiş; örgütlü
toplumlarda ise yönetime katılma istekleri, ortak paydalar çerçevesinde bir
araya gelen siyasal yapılanmaları doğurmuştur.
Ortak
düşünce sahibi bireylerden oluşan yapılanmaların yönetimde yer alma ve siyasi
iradeyi kullanma istekleri, bu amaca ulaşabilmek için siyasi parti denilen
örgütlenmeleri ortaya çıkarmıştır. Hatta giderek düşüncelerin farklılaşması
karşısında, çoğulculuk içerisinde bu parçalar, farklı siyasi partilerin
oluşmasını sağlamıştır. Demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez ögeleri
olmalarına karşılık modern siyasi partiler toplumsal yaşamdaki yerlerini 19 ncu
Yüzyılda almışlardır. Tarihsel evrimleri sonucunda günümüzdeki siyasal partiler
belirli siyasal düşünce ve amaçlar çerçevesinde birleşen yurttaşların, özgürce
kurdukları ve özgürce katılıp ayrılabildikleri kuruluşlardır. Kamuoyunun
oluşmasında diğer kurumlardan daha güçlü etkisi bulunan siyasal partiler,
yurttaşların ülke yönetimine ilişkin istem ve özlemlerinin gerçekleşmesine
çalışan ve siyasal katılımı somutlaştıran hukuksal yapılardır.
Demokrasinin
vazgeçilmezleri, olmazsa olmaz kurumları olarak nitelenen, özgürlük, siyasal
katılım ve hukuksallığın ulusal araçları durumunda bulunan siyasi partilerin,
devlet yönetimindeki etkinlikleri ve ulusal istencin gerçekleşmesindeki rolleri
nedeni ile, anayasakoyucu, partileri öteki tüzel kişilerden farklı
değerlendirerek, kurulmalarından başlayıp çalışmalarında uyacakları esasları ve
kapatılmalarında izlenecek yöntem ve kuralları özel olarak belirlemiştir. Temel
hak ve özgürlüklerin ve özellikle örgütlenme özgürlüğünün kullanılmasındaki
kurumsal önem ve işlevleri çerçevesinde uluslararası sözleşmelerde de siyasi
partiler hakkında düzenlemelere yer verilmiştir.
Siyasal
partilerin, uyacakları esasların Anayasa'da yer alması, çalışmalarının anayasa
ve yasalara uygunluğunun özel biçimde denetlenmesi, onların olağan bir dernek
sayılmadıklarını, demokratik yaşamın vazgeçilmez öğesi olduklarını doğrulamaktadır.
Ancak
siyasi partilerin demokratik siyasi yaşamın vazgeçilmez öğeleri olmaları,
devlet örgütü ve kamu hizmetleriyle yoğun ilişki içinde bulunmaları, onlara
sınırsız bir faaliyet alanı ve özgürlük olanağı sunmaz. Siyasal partilerin
baskı ve engellerden uzak kalmasını sağlamaya yönelik 'kurulma ve çalışma
özgürlüğü', Anayasa ve bu alanı düzenleyen yasalarla sınırlıdır. Uluslararası
sözleşmelere uygun yorumlanan bu düzenlemeler çerçevesinde, varlık nedeni
demokrasi olan siyasi partilerin demokrasi düşüncesinden uzaklaşmaları ve
demokrasiyi yok etmeye çalışmaları durumunda, yaptırımlarla karşılaşmaları söz
konusudur. Eylemlerinin yoğunluğu ve sosyal gereksinim yönünden başvurulacak
son yöntem ise demokrasi düşüncesiyle bağdaşmayan eylemlerin odağı olan bir
siyasi partinin kapatılmasıdır.
B-
SİYASİ PARTİ KAPATMA NEDENLERİ
1- Uluslararası
hukuk yönünden
Korporatif
hukuk bağlamında örgütlenme özgürlüğü içerisinde değerlendirilen siyasi
partiler, kural olarak BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ve İnsan Hakları
Avrupa Sözleşmesi (İHAS) tarafından korunmaktadır. Her iki sözleşmedeki
düzenlemeler ana hatlarıyla aynı paralel de olup, siyasi partiler konusunda
İHAS'ın öngördüğü koruma, ana hatlarıyla şöyledir:
İHAS'ın
11 nci maddesinde konu düzenlenmiştir. Ancak, madde de açıkça siyasi
partilerden kurum olarak söz edilmemiştir. Siyasi Partiler İnsan Hakları Avrupa
Mahkemesi (İHAM) tarafından dernekler kapsamında değerlendirilmektedir.
İHAM'a
göre, 11 nci madde ile bir siyasi partinin kurulmasından başka ve
faaliyetlerini özgürce sürdürmesi de korunmaktadır (TBKP/Türkiye Kararı). Çünkü
İHAS, sözleşmede yer alan hakları teorik ve hayali olarak değil, pratikte ve
etkin olarak koruma amacına dayalıdır (Artico/İtalya Kararı). Bu nedenle
sözleşme sadece siyasi partilerin kurulmalarını değil, özgürce faaliyette
bulunabilmelerini de koruma altına almıştır. Ancak bu özgürlük, sınırsız
olmayıp nispi niteliktedir.
Yukarıda
değinildiği üzere siyasi partilere tanınan bu özgürlük kuşkusuz
sınırlandırılamayan bir özgürlük değildir. Avrupa kamu düzenini oluşturan ve
koruyan sözleşme uyarınca, bir siyasi partinin eylemlerinin, Avrupa kamu
düzeniyle çatışması ve sözleşmeyle korunan alanın dışına taşması durumunda,
yine sözleşmede öngörülen nedenlere dayalı olarak yasaklama ve sınırlandırmalar
öngörülebilecektir.
İHAS'ın
'temel haklar' kapsamında görerek, 11 nci maddesinin birinci fıkrasıyla
koruduğu siyasi partiler konusunda, aynı maddenin ikinci fıkrasındaki 'Bu
hakların kullanılması, demokratik bir toplumda zorunlu tedbirler niteliğinde
olarak, ulusal güvenliğin, kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin
sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya
başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amaçlarıyla ve ancak yasayla
sınırlanabilir. Bu madde, bu hakların kullanılmasında silahlı kuvvetler, kolluk
mensupları veya devletin idare mekanizmasında görevli olanlar hakkında meşru
sınırlamalar konmasına engel değildir' biçimindeki düzenlemeden hareketle,
siyasi partiler hakkında yaptırımlar ve bu bağlamda kapatma yaptırımı
uygulanması olasıdır.
Bu
düzenleme gözetildiğinde, ülkedeki demokratik rejimi tehlikeye sokacak siyasi
projesi bulunan ve/veya siyasi amaçlar için gerektiğinde şiddete başvurmayı
amaçlayan siyasi parti için kapatma yaptırımı öngörülmesi İHAS'a aykırı
değildir (Emek Partisi/Türkiye kararı).
İHAS'ın
11 nci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan nedenlere dayanarak bir siyasi
partinin kapatılması konusu, Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu tarafından
incelenerek 'Venedik İlkeleri' adıyla da raporlaştırılmıştır. Buna göre, ifade
özgürlüğünü düzenleyen İHAS'ın 10 ncu maddesiyle çok yakın ilişkisi olan 11 nci
madde uyarınca bir siyasi partinin, 'ırkçılığı, terörü, yabancı düşmanlığını,
şiddeti, şiddet çağrısını teşvik etmesi veya hoşgörüsüzlüğe dayanması' halinde,
İHAS'ın 11 nci maddesinin bir ve ikinci fıkrasındaki düzenlemelerden hareket
ile kapatılması gündeme gelebilecektir.
Siyasi
partilere uygulanacak yaptırımlar arasında kuşkusuz en ağırı, bir siyasi
partinin kapatılmasıdır. Ancak kapatma yaptırımının, bir siyasi partiye
uygulanabilecek en radikal yaptırım olması karşısında, bu yaptırımın
uygulanabilmesi, eylemlerin belirli bir ağırlığa ulaşması koşulunu da
beraberinde getirmektedir.
Bir
siyasi partinin kapatılması, örgütlenme özgürlüğüne müdahale niteliğindedir. Bu
nedenle bir siyasi parti hakkında uygulanacak kapatma yaptırımının İHAS' a
uygun olarak değerlendirilebilmesi, yani bu müdahalenin haklı sayılabilmesi
için İHAM kararları ışığında konuya yaklaşılmalıdır.
Bu
bağlamda;
- Müdahalenin haklılığı,
kapatma yaptırımını içeren yasanın, herkesçe erişilebilir, bilinebilir,
anlaşılabilir, öngörülebilir, açık ve kesin ifadeler içeren ve ilan edilen bir
yasa olmasını gerektirmektedir (Refah Partisi/Türkiye Kararı).
- Kapatma yaptırımı, amaca
uygun olmalı; yani İHAS'ın 11 nci maddesinin ikinci fıkrasında sayılan neden
veya nedenlere dayanmalıdır. Kapatma yaptırımının, bir siyasi partiye
uygulanabilecek en radikal yaptırım olması, bu yaptırımın inandırıcı ve
zorlayıcı koşulların varlığı durumunda uygulanmasını gerektirmektedir. İHAS'ın
11 nci maddesinin ikinci fıkrasındaki nedenlerin, kapatma yaptırımı söz konusu
olduğunda, dar ve katı bir biçimde yorumlanması zorunludur (TBKP/Türkiye,
ÖZDEP/Türkiye, HEP/Türkiye, RP/Türkiye Kararları).
- Kapatma yaptırımı ile
birlikte siyasi yasaklamalar öngörülmesi için de, bu yasaklamaların, 'ilgili ve
yeterli' olması gerekmektedir (RP/Türkiye kararı).
- Müdahalenin haklılığı
için, uygulanan kapatma yaptırımı 'demokratik toplum gereklerine uygun
olmalıdır'. Burada kastedilen çoğulcu demokrasidir. Siyasi partiler hedeflerine
şiddeti teşvik ederek değil, mevcut yasal sistem içerisinde ulaşmayı amaç
edinmelidir (TBKP/Türkiye, ÖZDEP/Türkiye, HEP/Türkiye Kararları). Siyasi
partiler devletin hukuksal, anayasal ve yasal yapısını değiştirmek için
mücadele edebilmelidirler. Ancak bu mücadele için kullanılan araçlar herhalde
hukuka uygun olmalı, demokratik araçlara dayanmalı, önerilen değişim temel
demokratik ilkelere uyumlu olmalıdır (TBKP/Türkiye Kararı). Bu çerçevede
olaylar, ulusal mercilerce kabul edilebilir şekilde değerlendirilmiş olmalıdır
(ÖZDEP/Türkiye Kararı).
İHAM'a
göre bir siyasi parti, mevzuatın veya yasal ve anayasal yapının değiştirilmesi
konusunda iki koşulda kampanya yürütebilir: Bunlardan birincisi, kullanılan
bütün yollar her bakımdan yasal ve demokratik olmalıdır. İkincisi ise, önerilen
değişikliğin kendisi temel demokratik prensiplerle bağdaşmalıdır. Bu kuraldan
hareketle, sorumluları şiddete başvurmayı teşvik eden veya demokrasinin bir
veya birçok kuralına uymayan veya demokrasiyi yıkmayı amaçlayan ve de
demokrasinin tanıdığı hak ve özgürlükleri tanımayan 'siyasi bir projeyi öneren'
partinin, bu nitelikteki eylemleri, kapatma yaptırımına konu olabileceği gibi,
bu nedenle uygulanacak yaptırıma karşı da ilgili siyasi parti İHAS korumasından
yararlanamaz (RP/Türkiye, Emek Partisi/Türkiye Kararları).
Kapatma
yaptırımı boyutundaki müdahale, takip edilen meşru amaçla orantılı, uygun ve
yeterli olmalı, sosyal bir ihtiyaca cevap vermelidir, yani demokratik bir
toplumda gerekli olmalıdır (TBKP/Türkiye, Sosyalist parti/Türkiye,
ÖZDEP/Türkiye, HEP/Türkiye, RP/Türkiye Kararları).
Müdahalenin
orantılılığı için, müdahalenin özü ve ağırlığına bakılmalı, kapatma yaptırımı
en ciddi durumlarda uygulanmalı, radikal bir önlem niteliğinde olmamalıdır. Bu
konuda tarihsel şartlardan kaynaklanan ihtiyaçlar dikkate alınmalıdır
(RP/Türkiye, ÖZDEP/Türkiye, TBKP/Türkiye Kararları).
Zorlayıcı
sosyal gereksinim yönünden aranılacak hususlar ise şunlardır; demokrasiye
yönelen tehdidin varlığına ve yeterince yakın olduğuna ilişkin kanıtlar
inandırıcı olmalı; siyasi parti lider ve üyelerinin konuşma ve eylemleri,
partiye isnat edilebilmeli; isnat edilebilen eylem ve konuşmalar, 'demokratik
toplum ' kavramıyla çelişen parti tarafından algılanan ve savunulan toplum
modelinin, sarih bir resmini çizen bir bütün oluşturmalıdır (RP/Türkiye
Kararı). Zorlayıcı sosyal gereksinim yönünden, ülkelerin takdir hakkı da
bulunmaktadır. Takdir hakkı, İHAM tarafından somut olay bazında ve ilgili
ülkedeki koşullar da gözetilerek değerlendirilmektedir (RP/Türkiye,
Lingens/Avusturya Kararları).
Kuşkusuz
hiç kimse, demokratik bir toplumun ideallerini ve değerlerini zayıflatmak ya da
yok etmek amacıyla sözleşme hükümlerine dayanamaz. Modern Avrupa tarihinde de
görüldüğü üzere, siyasi partiler şeklinde örgütlenen totaliter hareketlerin,
demokratik rejim içerisinde güçlendikten sonra demokrasiden kurtulmak
isteyeceklerinin olasılık dâhilinde olduğu düşünülmelidir. Böyle bir durum
ulusal makamlarca titizlikle tespit edildiğinde, kuşkusuz sözleşme ve
demokrasinin standartlarıyla çelişen somut adımlar henüz atılmadan, ulusal
makamlar bunları engelleme hakkına sahiptir. Bir devlet, medeni barışa, ülkenin
demokratik rejimine zarar verebilecek somut adımlar atılmadan önce, sözleşme
hükümleriyle çelişen böyle bir uygulamayı makul biçimde engellemekle
yetkilidir. Örneğin iktidardaki bir siyasi partinin, planlarını gerçekleştirmek
için yasama organından yasaları geçirmesini beklemek gerekmemektedir. Bu
noktada uygun bir zamanlama seçilmelidir (RP/Türkiye Kararı).
Bir
siyasi parti eylemlerinin kapatma yaptırımına konu olabilmesi, her şeyden önce
bu eylemlerin niteliği ve siyasi partiye isnat edilebilirliği sorununu gündeme
getirmektedir. Konu İHAS yönünden İHAM kararlarıyla açıklığa kavuşturulmuştur.
İHAM kararlarına göre;
Kapatma yönünden tüzük ve programdaki aykırılık tek
başına yeterli olmayıp, eylem de olmalıdır (RP/Türkiye Kararı). Bir siyasi
partinin tüzük ve programındaki aleni hedeflerinden farklı hedef ve
niyetlerinin varlığı olasıdır. Bu nedenle programın içeriği ile sahibinin eylem
ve tutumlarını karşılaştırmak gerekmektedir (TBKP/Türkiye Kararı). Türk toplumu
ve devleti için gerçek bir tehlike oluşturduğuna ilişkin somut kanıtlar ortaya
konulmalıdır (TBKP/Türkiye Kararı) Eylemler aşırı uç ve terörist grupları
teşvik etmeye yönelik olmalıdır (Sosyalist Parti/Türkiye Kararı). Yine Avrupa
kamu düzeniyle bağdaşmayan şeriatı yerleştirme amacıyla çoğulcu demokrasinin
argümanlarından yararlanarak işlenen eylemler de kapatma yaptırımına dayanak
olarak kullanılabilir (RP/Türkiye Kararı).
Siyasi
parti, çoğulcu demokrasiyle çatışmayan hedeflerini, sadece yasal araçlarla elde
etmeye çalışmalıdır. Demokratik ve çoksesli sistemin ortadan kaldırılması
amaçlanmamalı, temel insan hakları ihlali teşvik edilmemelidir (ÖZDEP/Türkiye
Kararı).
Bir genel başkanın açıklama ve eylemleri partiyi
tartışmasız olarak bağlayıcıdır. Çünkü genel başkan partinin simgesel
figürüdür. Genel başkanın siyasi veya hassas konularda açıkladığı düşüncelerin,
kişisel görüşü olduğu vurgulanmadığı sürece, kurumlar ve kamuoyu tarafından
partinin görüşünü yansıttığı şekilde yorumlanır ve partiye isnat edilebilir.
Genel başkan için söylenenler, genel başkan yardımcıları içinde geçerlidir. Milletvekilleri
veya yerel yönetimlerde görev üstlenen üyeler de, partinin amaç ve eğilimlerini
sergileyen ve yaratmak istedikleri toplum modeline ilişkin bir imajı yansıtan
bütünü oluşturan eylemleri sergilemeleri durumunda, bunlar da partiye isnat
edilebilir. Bu tür eylemler soyut programlara göre potansiyel seçmenler
üzerinde daha etkilidirler. Bu tür eylem ve konuşmalardan parti kendini
uzaklaştırmadığı sürece, bunlar da partiye isnat edilebilir (Refah
Partisi/Türkiye Kararı).
Yukarıda belirtilen nitelikteki eylemlerden parti
kaçınmamış, bu fiilleri işleyenler için disiplin işlemi yapmamış ve
eleştirmemiş, göstermelik olarak disiplin soruşturması yapmış veya öngörülenden
daha az bir disiplin yaptırımı uygulamış ise bu eylemler de partiye isnat
edilebilir (RP/Türkiye Kararı).
2- İç hukuk yönünden
Bir
siyasi parti hakkında uygulanacak en radikal yaptırım kuşkusuz kapatma
yaptırımıdır. İç hukukta siyasi partilere uygulanacak yaptırımlar
düzenlenirken, bu yaptırımlar arasında siyasi partinin kapatılmasına da yer
verilmiştir.
a- Anayasal düzenleme
Siyasi
parti kapatma yaptırımı ve bu yaptırımın hangi hallerde söz konusu olabileceği
Anayasa'nın 69 ncu maddesinde düzenlenmiştir. Böylece anayasakoyucu kapatma
yaptırımı nedenlerinin yasa ile artırılmasını engellemiştir.
Anayasa'nın
69 ncu maddesinin dördüncü fıkrasına göre, siyasi partilerin kapatılması,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesi'nce
kesin olarak karara bağlanır.
Anayasa'nın
69 ncu maddesine göre siyasi partilerin kapatılması ancak üç nedenle söz konusu
olabilmektedir. Buna göre:
- Bir siyasi partinin tüzük
ve programının Anayasa'nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine
aykırı olması (Anayasa md 69/5),
- Bir siyasi partinin
Anayasa'nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin odağı
durumuna gelmesi (Anayasa md 69/6)
- Bir siyasi partinin,
yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan
gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alması (Anayasa md 69/10)
halinde
siyasi partinin kapatılmasına hükmedilmesi gerekmektedir.
Anayasa'nın
68 nci maddesinin dördüncü fıkrasında, 'siyasi partilerin tüzük ve
programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine,
millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz;
sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.' denilmektedir.
Bir
siyasi partinin Anayasa'nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ise, 69 ncu maddenin altıncı fıkrasındaki
düzenleme uyarınca '68 nci maddenin dördüncü fıkrasına aykırı fiillerin, o
partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlenmesi ve bu durumun, o partinin büyük
kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye
Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen
veya açıkça benimsenmesi yahut bu fiillerin doğrudan doğruya anılan parti
organlarınca kararlılık içinde işlenmesi durumunda' söz konusudur.
b- Yasal düzenleme
SPY'ndaki hükümler, Anayasa'nın 69 ncu maddesinin son
fıkrasından hareketle, Anayasa'daki esaslar çerçevesinde düzenlenmiş, bu
bağlamda siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin düzenlemeler de, Anayasa'nın
68 nci ve 69 ncu maddesindeki esaslar gözetilerek 2820 sayılı Siyasi Partiler
Yasası'nda da (SPY) yer almıştır.
SPY'nda, siyasi partiler hakkında uygulanacak
yaptırımlar;
- Devlet
yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılması
-Ve
siyasi partinin kapatılması
olarak düzenlenmiştir.
SPY'nda Anayasaya paralel olarak yapılan düzenlemelere
göre, bir siyasi partinin kapatılması, ancak Anayasa'daki yasaklara aykırılık
durumunda ve üç nedenle olasıdır. SPY'nın 101 nci maddesindeki düzenlemelere
göre;
- Bir
siyasi partinin tüzük ve programının Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik
cumhuriyet ilkelerine aykırı olması, sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya
herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlaması, suç
işlenmesini teşvik etmesi,
- Bir siyasi partinin, Anayasanın 68 inci maddesinin
dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin işlendiği odak haline geldiğinin Anayasa
Mahkemesince tespiti,- Bir siyasi partinin, yabancı devletlerden, uluslararası
kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi
yardım alması,
durumlarında, siyasi parti hakkında kapatma kararı
verilmesi gerekmektedir. Ancak belirtilen ilk iki durumda, kapatma yaptırımı
yerine dava konusu eylemlerin ağırlığına göre, siyasi partinin almakta olduğu
son yıllık devlet yardımı miktarının kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına
karar verilebilmektedir.
Yukarıda belirtilen ikinci nedene dayanarak bir siyasi
partinin kapatılması, ancak Anayasa'nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasına
aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmesi koşuluna bağlıdır. Odak haline gelmiş
sayılmak ise, Anayasa'nın 68 ve 69 ncu maddelerindeki düzenlemelerle aynı
paralelde, SPY'nın 103 ncü maddesinde düzenlenmiştir.
SPY'nın 'siyasi partilerle ilgili yasaklar'
başlıklı dördüncü kısmının;
- Birinci bölümü, 'amaçlar ve faaliyetlerle ilgili
yasaklar' başlığını taşımaktadır. Bu bölüm tek maddeden oluşmakta olup, 78 nci
maddede 'demokratik devlet düzeninin korunması yönünden' öngörülen
yasaklamalara yer verilmiştir.
- İkinci bölümü, 'milli devlet niteliğinin
korunması' başlığını taşımaktadır. Bu bölümde, bağımsızlığın korunmasına (md
79), devletin tekliğinin korunmasına (md 80), azınlık yaratılmasının
önlenmesine (md 81), bölgecilik ve ırkçılık yasağına (md 82) ve eşitlik
ilkesinin korunmasına (md 83) yönelik yasaklamalar gösterilmiştir.
- Üçüncü bölümü ise, 'Atatürk ilke ve
inkılâplarının ve laik devlet niteliğinin korunması' başlığını taşımaktadır. Bu
bölümde ise, Atatürk ilke ve inkılâplarının korunması (md 84), Atatürk'e saygı
(md 85), laiklik ilkesinin korunması ve halifeliğin istenemeyeceği (md 86), din
ve dince kutsal sayılan şeyleri istismar yasağı (md 87), dini gösteri yasağı
(md 88) ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nı yerinin korunması (md 89) konusunda
yasaklamalar açıklanmıştır.
3- Anayasa'nın 90/son maddesi çerçevesinde
siyasi partiler hakkındaki kapatma yaptırımında uluslararası sözleşmelerin
gözetilmesi
Anayasa'nın 90 ncı maddesinin son fıkrasında, 'yöntemince
yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarla
yasaların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek
uyuşmazlıklarda, uluslararası antlaşma hükümleri esas alınır'
denilmektedir.
1982 Anayasası'nın nitelemesine göre, Anayasa'nın 12 nci
ila 74 ncü maddeleri arasında yer alan hakların hepsi 'temel hak ve
özgürlüklerden' olup, Anayasa'nın 68 nci ve 69 ncu maddelerinde siyasi haklar
kapsamında düzenlenen siyasi partiler de, temel hak ve özgürlükler
kapsamındadır. Aynı şekilde temel hak ve özgürlüklerin bir bölümünü konu alan
İHAS'a göre, siyasi partiler İHAM'ın yorumlarıyla bu sözleşmenin 11 nci maddesi
kapsamında temel hak ve özgürlükler içerisinde kabul edilmiştir.
Bu bağlamda SPY'nın öncelikle İHAS gözetilerek ve Anayasa
hükümleri de İHAS'a göre yorumlanarak, siyasi partiler hakkındaki kapatma
yaptırımın irdelenmesi gerekmektedir.
4- Siyasi parti kapatma davalarının ve kapatma
yaptırımının hukuksal niteliği
Anayasa'nın 69 ncu maddesinin dördüncü fıkrası ile
SPY'nın 98 nci maddesine göre, siyasi partilerin kapatılması Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı'nın açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesi'nce kesin
olarak karara bağlanmaktadır.
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkındaki Yasa'nın 33 ncü maddesi gereğince, açılan bu davalar Ceza Muhakemesi
Yasası hükümleri uygulanmak suretiyle, dosya üzerinde incelenerek kesin olarak
karara bağlanmaktadır.
Kapatma davalarında Ceza Muhakemesi Yasası hükümlerinin
uygulanması demek, bu davaların bir ceza davası ve yaptırımın da ceza hukuku
kapsamında bir ceza olduğu anlamında değildir. Aksine, siyasi parti kapatma
davaları, ceza davası olmayıp, kendine özgü nitelikte bir dava türü olduğundan,
bu davalarda uygulanacak usul kurallarının açıklanması gereği duyulmuş ve maddi
gerçeği araştırmak yönünden, siyasi partilerin lehine olarak bu davalarda Ceza
Muhakemesi Yasası kurallarının uygulanacağı belirtilmiştir (Anayasa
Mahkemesi'nin 22.6.2001 tarih ve 2/2 sayılı kararı). Bu düşünceden hareketle,
siyasi parti kapatma davasına yönelik iddianame düzenlenmesinden önce, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın hangi yetkileri kullanarak dava açabileceği de özel
olarak SPY'nın 98 nci maddesinde gösterilmiştir.
Siyasi parti kapatma davalarının, ceza muhakemesi hukuku
anlamında ceza davası olmaması, kapatmaya konu eylemlerin de ceza hukuku
kapsamında suç olma zorunluluğunu gerektirmemektedir. Anayasa'nın 69 ncu
maddesinin altıncı fıkrası ile SPY'nın 101 ve 103 ncü maddesindeki
düzenlemelere göre, kapatmaya konu eylemlerin 'sadece işlenmiş' olması yeterli
olup, bu eylemlerin hükmen sabit olması koşulu da aranmamaktadır. Bu nedenle
kapatmaya konu eylemler hakkında açılmış ve mahkümiyetle sonuçlanmış davaların
bulunmaması sonuca etkili değildir.
C- LAİKLİĞE AYKIRI EYLEMLERİN ODAĞI OLMAK DURUMUNDA
SİYASİ PARTİ KAPATMA NEDENLERİNİN İRDELENMESİ
1- Kapatma nedeninin hukuksal yönden irdelenmesi
Kısaca 'laikliğe aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmek'
olarak isimlendiren kapatma nedeni, Anayasa'nın 69 ncu maddesinin altıncı
fıkrası yoluyla, 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasında düzenlenmiş
bulunmaktadır.
Ancak siyasi parti kapatma nedenlerinden birisi olan
'laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmak' olgusunun anayasal ve yasal
düzenlemelerden hareketle değerlendirilmesine geçmeden önce laiklikten ne
anlaşılması gerektiği, bu ilkenin Anayasa'da ve Anayasa Mahkemesi kararlarında ne şekilde yer aldığı hususlarında açıklama
yapılmasında fayda bulunmaktadır.
Lâiklik, ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü,
bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışının, uluslaşmanın,
bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli olan bir uygar
yaşam biçimidir. Çağdaş bilim, skolâstik düşünce tarzının yıkılmasıyla doğmuş
ve gelişmiştir. Lâiklik, toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son
aşaması; ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal,
sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir. İnsanı kul olmaktan çıkarıp
birey yapan, bireye kişiliğini geliştirmesi için özgür düşünce olanaklarını
veren, bu yolla siyaset-din ve inanç ayrımını gerekli kılarak din ve vicdan
özgürlüğünü sağlayan ilkedir. Dinsel düşünce ve değerlendirmelerin geçerli
olduğu dine dayalı toplumlarda, siyasal örgütlenme ve düzenlemeler de dinsel
niteliklidir. Lâik düzende ise din, siyasallaşmadan kurtarılır, yönetim aracı
olmaktan çıkarılır, gerçek ve saygın yerinde tutularak kişilerin vicdanlarına
bırakılır. Dünya işlerinin lâik hukukla, din işlerinin de (inanç ve ibadet
çerçevesinde) kendi kurallarıyla yürütülmesi, çağdaş demokrasilerin dayandığı
temellerden biridir. Bu bağlamda; laik devlet düzeninde kamusal düzenlemelerin
kaynağı dinî kurallar olamaz ve bu düzenlemelerin dinî kurallara göre yapılması
düşünülemez.
Demokratik ve lâik devlet, bireyler arasında inançlarına
göre ayırım gözetemez. Herkes, dinini seçmekte, inançlarını açıklamakta, din ve
vicdan özgürlüğü sınırları içerisinde serbesttir. Lâik bir toplumda, Devletin
dinlerden birini tercih fikri, ayrı dinlere bağlı yurttaşların yasa önünde
eşitliğine de aykırı düşer. Lâik ülkelerde, gerçek vicdan özgürlüğünden söz
edilebilmesi, lâikliğin bu özgürlüğün de güvencesi olduğunu göstermektedir.
Ayrıca devletin, her dinin mensuplarının kendi dinsel kurallarına tabi olarak
yönetilmesini benimsemesi, çok hukukluğunun geçerlilik kazanması anlamındadır.
Bu durum ise, devleti dışlayıcıdır ve dinler yönünden de ayrımcılık
yaratmaktadır.
Laik düzende, devlet dinlere karşı tarafsız olup,
devletin tarafsızlığı dinsel özgürlüklerin sınırsızlığı anlamında değildir.
Devlet, hak ve özgürlüklerin korunması yönünden bu alanda düzenlemeler
yapabilir ve sınırlamalar öngörebilir. Ancak bu sınırlamalar yapılırken
kuşkusuz, bir dinin korunması ya da baskılanması amaçlanmaz; demokratik toplum
gereklerine göre hareket edilir.
Türkiye'de lâiklik ilkesinin uygulanması, kimi batılı
ülkelerdeki lâiklik uygulamalarından farklıdır. Lâiklik ilkesinin, her ülkenin
içinde bulunduğu koşullarla her dinin özelliklerinden esinlenmesi ve buna göre
değişik nitelikleri ve uygulamaları ortaya çıkarması doğaldır. İslâm ve
Hıristiyan dinlerinin farklı özellikleri gereği, ülkemizde ve batı
ülkelerindeki uygulamalar farklı olmuştur. Kaldı ki, aynı dinî benimseyen batı
ülkelerinde de lâiklik anlayışı ayrılıklar göstermiş, değişik ülkelerde ayrı
ayrı yorumlandığı gibi aynı ülkede farklı dönemlerde, kimi kesimlerce kendi
anlayışları ve siyasal tercihleri doğrultusunda değişik biçimde
yorumlanabilmiştir. Yalnızca felsefi bir kavram olmayıp yasalarla yaşama
geçirilerek hukuksal bir değer kazanan lâiklik, uygulandığı ülkelerin, dinsel,
sosyal ve siyasal koşullarından etkilenmektedir. Tarihsel gelişiminin
farklılığı nedeniyle Türkiye için ayrı bir özellik taşıyan lâiklik, Anayasa ile
benimsenen ve korunan bir ilkedir.
Bu bağlamda Türkiye'deki siyasal İslamı esas alan
partiler ile Avrupa'daki Hıristiyan Demokrat Partiler arasında hiçbir benzerlik
bulunmamaktadır. Türkiye'de siyasal İslam, yalnızca kişi ile Tanrı arasındaki
alanla sınırlı kalmayarak, devlet ve toplum kurallarını da düzenleme
iddiasındadır. Siyasal İslam7ın temel düsturu şeriattır. İslam şeriatı kişinin
inanç dünyasına ilişkin kurallar kadar dünyevi yaşamını ve bunun ötesinde
devlet ve toplum yaşamını da düzenleyen, bu kuralları Tanrı buyruğu olarak
kabul edip değiştirilmesi bir yana tartışılmasını bile yasaklayan kurallar
bütünüdür. Bu nedenle siyasal İslam ve onun anayasası niteliğindeki şeriat
demokratik değil, totaliterdir. Siyasal İslam demokrasiyi bir araç, şeriatı da
bir amaç edindiği için demokrasinin kendisini korumaya ilişkin kural ve
kurumlarının takibinden kurtulmak için kaynağını da yine şeriat düzeninden alan
takiyye yöntemini kullanmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin ve çağdaş demokrasilerin en
önemli yapı taşlarından olan lâiklik ilkesi ile devletin akla ve bilim
kurallarına göre kurumsallaşması amaçlanmıştır. Laik devlet, ilkelerine,
hükümet icraat ve prensiplerini, kanun ve nizamlarını dini kayıt ve
düşüncelerle bağlı olmayarak doğrudan doğruya bilimin verilerinden
yararlanarak, kişi ve toplum gereksinmelerini göz önünde bulundurarak
oluşturur. Dini kurallar Devlet yönetim ve prensiplerinden tamamen ayrılır ve
kişilerin vicdanlarında yerini bulur. Karşılıklı saygı, hoşgörü ve anlayışa katkıda
bulunan lâiklik, ulusal birliğin de temelini oluşturmuştur. Batı aydınlamasının
da temeli olan lâikliğin, insana, dine saygısı, dinî kendi yerinde tutan
anlayışı, aklın ve bilimin öncülüğünde çağdaşlaşmayı gerçekleştirmiştir. Oysa
tarih, dini kural ve prensiplerle yönetilen hiçbir ülkede demokrasinin ve tüm
insanlığın ortak kazanımları olan temel hak ve özgürlüklerin yaşama
geçirildiğine tanıklık etmemiştir. Demokrasinin ve çağdaşlığın temeli olan
demokratik ve laik Cumhuriyet sayesinde Türk insanı ümmetten ulusa, kulluktan
yurttaşlığa, geçebilmiştir.
Lâiklik ilkesinin kabulüyle, dogmatizmin katı ve değişmez
kalıpları yerine akla ve bilime dayanan değerler geçmiş, dinsel duygular
sahibinin vicdanında dokunulmaz yerini almıştır. Değişik inançlara sahip
olanlar, inançlarına sağlanan güvence sayesinde birlikte yaşama gereğini
benimseyerek devletin kendilerine karşı eşit yaklaşımından güven duymuşlardır.
Böylece, iç barış sağlanarak vatandaşlar, ulus bilinciyle, Türkiye
Cumhuriyeti'ni kuran Türk Ulusu'nun bireyleri olmuşlardır. Hukuk devleti ve
hukukun üstünlüğü ilkesi, gücünü lâiklikten almış, milliyetçilik ilkesi
lâiklikle tamamlanmış, Türk Devrimi lâiklikle anlam kazanmıştır. Anayasa'da da
bu ilkenin değiştirilemeyeceği öngörülmüştür. Lâiklik, devlet etkinliklerinde
dinin, bilimin yerine geçmesini önleyerek çağdaşlaşmayı hızlandırmıştır.
Devlete, dinsel konularda denetim ve gözetim hakkı
tanınması, din ve vicdan özgürlüğünün, demokratik toplum düzeninin gereklerine
aykırı bir sınırlama sayılamaz. Devlet-din özdeşliğinin yol açtığı zararlar
lâiklikle önlenmiş, çağdaş uygarlık yolu lâiklik ilkesiyle açılmış, bağımsız
bir hukuk kurumu olarak yeni yapısına kavuşmuştur. Demokrasiye geçişin de aracı
olan lâiklik, Türkiye'nin yaşam felsefesidir. Lâik devlette, kutsal din
duyguları politikaya, dünya işlerine, hukuksal düzenlemelere kesinlikle
karıştırılamaz. Bu tür düzenlemeler, dinsel gerekler ve düşüncelerle değil,
bilimsel verilerden yararlanılarak kişi ve toplum gereksinimlerine göre yapılır.
Laiklik ilkesi; 5 Şubat 1937 tarih ve 2115 sayılı Yasa
ile Türkiye Cumhuriyeti'nin nitelikleri arasında yer almıştır. Laik devlet
ilkesinin cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer verilmesine 1961 ve 1982 Anayasalarında
devam edilmiş ve her iki Anayasa laiklik ilkesini sıkı bir korumaya almıştır.
Laiklik, Türkiye Cumhuriyeti'nin en temel özelliğidir.
Devlet düzenini yansıtan anayasa ve dolayısıyla hukuk düzeni, laiklik ilkesine
göre biçimlenmiştir. Bu durum, Anayasa'nın başlangıç bölümünde ve birçok
maddesinde ifade edilmiştir.
1982 Anayasa'sının, Başlangıç kısmının 7. paragrafında: 'Hiçbir
faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle
bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk
milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma
göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet
işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı' ifadesine yer verilerek,
laiklik
ilkesinin, anayasanın dayandığı temel değer ve
prensiplerden biri olduğu ilan edilmiş, kutsal din duygularının devlet işlerine
ve politikaya karıştırılamayacağı belirtilmiştir.
Anayasanın 176. maddesi göre, Anayasa metnine dâhil olan
ve uygulanabilirlik açısından diğer maddelerden bir farkı bulunmayan Başlangıç
bölümü Anayasa Mahkemesinin ifadesiyle 'Anayasanın dayandığı temel görüş ve
ilkeleri içermekle Anayasa maddelerinin amacını ve yönünü belirleyen bir kaynak'tır.
Laiklik ilkesi, Anayasa'nın 4. maddesine göre 'değiştirilemez
ve değiştirilmesi teklif edilemez' vasfa sahip 2. maddede Cumhuriyetin
nitelikleri arasında da sayılmıştır.
Anayasanın 2. maddesinde, 'Türkiye Cumhuriyeti,
toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına
saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere
dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.' hükmüne yer
verilmiştir.
Ancak Başlangıç Kısım 7. paragraf dikkate alındığında
laikliğin sadece cumhuriyetin niteliklerinden biri olmanın ötesinde
cumhuriyetin temeli olduğu anlaşılır.
Laiklik 2. maddenin gerekçesinde şöyle açıklanmaktadır 'Hiçbir
zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik, her ferdin istediği inanca, mezhebe
sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer
vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.'
Görülüyor ki gerekçede vurgu yapılan laikliğin 'dinsizlik' olarak
yorumlanamayacağı, başka bir ifadeyle laikliğin toplumsal ilişkilerin manevi
değerlerden soyutlanmasını gerektirmediğidir.
Anayasanın 6. maddesinde yer alan 'Egemenlik, kayıtsız
şartsız Milletindir.','Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye,
zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan
almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.' hükümleriyle egemenliğin ilahi değil
beşeri bir iradeden kaynaklandığını ifade edilerek laikliğe vurgu
yapılmaktadır. Yasama yetkisi, Ulus adına TBMM'nin olup; yürütme yetki ve
görevi ise Anayasa ve yasalara uygun olarak kullanılarak yerine getirilir. Bu
anlamda, Ulus devlette, kaynağını bizatihi dinden alan bir yetki kullanılamaz
ve böyle bir görev yerine getirilemez.
Laikliğin bir başka gerekliliği olan eşitlik ilkesi Anayasa
10. maddede şöyle ifade edilmiştir: ' Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî
düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım
gözetilmeksizin kanun önünde eşittir' Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya
sınıfa imtiyaz tanınamaz.'
11 nci maddede Anayasa hükümlerinin herkesi bağladığı,
12. maddede ise temel hak ve özgürlüklerin kişinin topluma, ailesine ve diğer
kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da içerdiği hükme bağlanmıştır.
Anayasa'nın 13 ncü maddesine göre, temel haklar da
sınırlama yapılırken, bu sınırlamalar demokratik toplum düzeninin ve laik
Cumhuriyetin gereklerine ve de ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.
Anayasa 14. madde 1. fıkrasında yer alan 'Anayasada
yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti
ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.' hükmü ile
temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasının hiçbir koşulda koruma
göremeyeceği, bu yolla laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan
faaliyetlere girişilemeyeceği öngörülmüştür.
Anayasanın 'Din ve vicdan hürriyeti' başlıklı 24. maddesi
1. fıkrasında 'Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.'
cümlesiyle din ve vicdan özgürlüğü tanınmış, ikinci fıkrada '14 üncü madde
hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini âyin ve törenler serbesttir'
ifadesiyle dinin uygulama kısmına bir sınırlama getirilmiştir. Maddenin 3.
fıkrasında 'Kimse, ibadete, dini âyin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve
kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı
kınanamaz ve suçlanamaz.' denilerek dini inanç ve kanaat özgürlüğü
düzenlenmiştir. Maddenin 5. fıkrasında ise 'Kimse, Devletin sosyal,
ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına
dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne
suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan
şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz' hükmü öngörülerek dinin ve
dini duyguların siyasi amaçlara alet edilmesi yasaklanmıştır. Bu yasakla
amaçlanan; dinin ve din duygularının şahsi veya siyasi nüfuz elde etmek
amacıyla dinin aldatma aracı haline getirilmesinin önlenmesidir.
Anayasa'nın 26 ncı maddesinde düzenlenen düşünce
özgürlüğü ile 34 ncü maddesinde düzenlenen toplantı ve gösteri yürüyüşü
düzenleme hakkı da, başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla yasayla
sınırlanabilmektedir. Bu bağlamda laik düzenin ortadan kaldırılmasına dayalı
olarak başkalarının hak ve özgürlüklerini korumaya dayanarak, yasayla bu
özgürlükle sınırlanabilecektir.
Anayasa'nın 42 nci maddesi uyarınca, eğitim ve öğretim
Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına
göre yerine getirilebilir ve eğitim ve öğretim özgürlüğü Anayasaya sadakat
borcunu ortadan kaldırmaz.
Anayasanın 58 nci maddesinde gençlerin pozitif bilim ve
Atatürk ilke ve devrimleri çerçevesinde yetiştirileceği, 130 ncu maddesinde ise
yükseköğretimde çağdaş eğitim ve öğretim esaslarına dayanan bir düzen
içerisinde bilimsel ilkelere uygun olarak eğitim, öğretim ve araştırmalar
yapılabileceği öngörülmüştür.
Anayasanın 174. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin
laiklik niteliğini koruma amacını güden devrim yasalarının hükümlerinin,
Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamayacağı ve yorumlanmayacağı
belirtilmiştir.
1961 Anayasası'nın 153. maddesi, 1982 Anayasası'na 174.
madde olarak alınmış, ayrıca 1982 Anayasası'nın Başlangıcıyla kimi maddelerinde
açıkça yer verilerek laiklik anlayışı benimsenmiştir. Bu nedenle Anayasa
Mahkemesi gerek 1961 Anayasası gerekse 1982 Anayasası döneminde birçok
kararında ayrıntılarıyla açıkladığı laiklik ilkesinin anayasal düzenin temeli
ve Anayasa'da benimsenmiş bütün temel ilkelere egemen bir düşünce olduğunu belirtmiş,
laikliğin koruması yönünde son derece hassas davranmıştır.
Kararlarda ilk göze çarpan unsur batı dünyasından alınan
laiklik kavramının Türkiye'de farklı bir anlam taşıması bu nedenle farklı bir
uygulama şeklinin gerekliliğidir. Uygulama farklılığı ülkelerin içinde
bulundukları özgün şartlar, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasında laikliğin
önemi, modern devlet yaratma sürecinde laikliğin rolü ya da İslam dininin öznel
yapısı ile gerekçelendirilmiştir;
'Her şeyden önce şurasını belirtilmelidir ki, laiklik
ilkesi din ve Devlet ilişkilerini düzenleyen bir ilke olması nedeniyle, her
ülkenin içinde bulunduğu ve her dinin bünyesinin oluşturduğu koşullar
arasındaki ayrılıkların, laiklik anlayışında da ortaya ayrımlar çıkarması
zorunlu bir sonuçtur.'
'Türkiye'de laiklik ilkesinin uygulanması, rejimleri
değişik kimi batılı ülkelerdeki laiklik uygulamalarından farklıdır. Laiklik ilkesinin,
her ülkenin içinde bulunduğu koşullarla her dinin özelliklerinden esinlenmesi,
bu koşullarla özellikler arasındaki uyum ya da uyumsuzlukların laiklik
anlayışına da yansıyarak değişik nitelikleri ve uygulamaları ortaya çıkarması
doğaldır.'
'İslamlık bireylerin yalnız vicdanlarına ilişkin olan
dinî inanç bölümünü düzenlemekle kalmamış, aynı zamanda bütün toplum
ilişkilerini, devlet faaliyetlerini ve hukuku da tanzim etmiştir'
Anayasa Mahkemesi değişik kararlarında tekrar ettiği
laiklik anlayışını şöyle açıklamaktadır:
1- Dinin devlet işlerinde etkili ve egemen olmaması,
2- Dinin, bireyin manevi yaşamına ilişkin olan dini inanç
bölümünde, aralarında ayrım gözetilmeksizin, sınırsız bir özgürlük tanınarak
dinlerin anayasal güvence altına alınması,
3- Dinin, bireyin manevi yaşamını aşarak toplumsal yaşamı
etkileyen eylem ve davranışlara ilişkin bölümlerinde, kamu düzenini, güvenliğini
ve yararını korumak amacıyla sınırlamalar yapılması ve dinin kötüye
kullanılmasının ve sömürülmesinin yasaklanması,
4- Kamu düzeninin ve haklarının koruyucusu sıfatıyla,
dinsel hak ve özgürlükler konusunda devlete denetim yetkisi tanınması.
Görülüyor ki Anayasa Mahkemesi din ile devletin
birbirinden ayrılmasını laikliğin gereği saymıştır: 'Hukuki yönden, klasik
anlamda laiklik, din ve Devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına
gelmektedir. Ayrılık, dinin Devlet işlerine, Devletin de din işlerine
karışmaması biçimindedir. ...'
'Devlete, dinsel konularda denetim ve gözetim hakkı
tanınması, din ve vicdan özgürlüğünün demokratik toplum düzeninin gereklerine
aykırı bir sınırlama sayılamaz.'
'Laik düzende özgün bir sosyal kurum olan din, devlet
kuruluşuna ve yönetimine egemen olamaz' '' sınırsız, denetimsiz bir din
hürriyeti ve bağımsız bir dini örgütlenme anlayışının ülkemiz için pek ağır
tehlikelerle yüklü olduğu uzak ve yayın tarihi tecrübelerle anlaşılmıştır. Bu
nedenlerle Anayasakoyucu, mabedin ve din işleriyle uğraşan kimselerin özerkliği
veya bağımsızlığı biçiminde sınırsız ve Devlet denetimi dışında kalan bir din
hürriyeti anlayışının Anayasa'da kabul edilen laiklik düzeni ve ilkelerine
uygun görmemiştir'
Temel hak ve özgürlükler açısından konuya yaklaştığımızda
Anayasa Mahkemesi'nin, devlet yönetiminde din kurallarından esinlenilmemesi
gerektiği biçimindeki en geniş laiklik anlayışına bağlı kaldığını görüyoruz:
'laik devlette, kutsal din duyguları politikaya, dünya
işlerine, hukuksal düzenlemelere kesinlikle karıştırılamaz. Bu tür
düzenlemeler, dinsel gerekler ve düşüncelerle değil, bilimsel verilerden
yararlanılarak kişi ve toplum gereksinimlerine göre yapılır.... Dinsel
kurallardan arındırılmış, akla ve bilime dayanan, dinsel inancı kişilerin
vicdanlarına bırakan laik devlette, hukuk düzeninin dinsel gereklerle sağlanıp
sürdürülmesi benimsenemez.... Yasalar dine dayanamaz ve bağlanamaz. Yasalar
ilkelerini dinden değil, yaşamdan ve hukuktan almazlarsa hukuk devleti niteliği
zedelenir. Yasalar dinsel temele oturtulamaz.'
'Anayasa'daki laiklik ilkesine ... karşı eylemlerin
demokratik bir hak olduğu savunulamaz. anayasal ayrıcalığa sahip laiklik
ilkesi, demokrasiye aykırı olmadığı gibi tüm hak ve özgürlüklerin de bu temel
ilke ele alınarak değerlendirilmesi zorunludur.... laiklik ilkesine özel bir
önem ve üstünlük tanıyan Anayasa, özgürlüklere karşı laiklik ilkesini özenle
korumayı amaçlamış ve bu ilkenin özgürlüklere kıydırılmasına olanak
tanımamıştır.'
'Türk Ulusu'nun yücelmesi bakımından laikliğin Anayasa'da
öngörülen kimi sınırlamaları zorunlu kılan bir neden, Anayasa'da benimsenmiş
bütün temel ilkelere egemen bir düşünce olduğu yinelenerek ortaya konulmuştur.'
'' laiklik karşıtı beyan ve davranışlarıyla, demokratik
hak ve özgürlükleri, demokrasiyi ortadan kaldıracak olan şeriat düzeninin
getirilmesi için araç olarak kullandıkları anlaşılmıştır. Bu tür davranışların,
. . .korunmaları olanaksızdır'.
Bu tavır laiklikle Cumhuriyet'in diğer nitelikleri
arasında ilişki kuran Mahkeme kararlarında açıkça görülmektedir.
'Demokratik düzen, dinsel gerekleri egemen kılmayı
amaçlayan şeriat düzeninin karşıtıdır. Dinsel gereklere yönetimde ağırlık veren
bir düzenleme demokratik olamaz. Demokratik devlet ancak laik devlettir'
'Hukuk Devleti, hukukun üstünlüğü ilkesi gücünü
laiklikten almış, milliyetçilik ilkesi laiklikle tamamlanmış, Türk Devrimi
laiklikle anlam kazanmıştır.'
'Laikliğin, Türk Devrimi'nin, Cumhuriyetin özü ve ulusal
yaşamın temeli olduğu bir gerçektir.'
'Gerçekte laiklik din-devlet işleri ayrılığı biçiminde
daraltılamaz. Boyutları daha büyük, alanı daha geniş bir uygarlık, özgürlük ve çağdaşlık
ortamıdır. Türkiye'nin modernleşme felsefesi, insanca yaşama yöntemidir,
insanlık idealidir.'
'Laiklik, orta çağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü,
bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışını, uluslaşmanın,
bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli kılan bir uygar
yaşam biçimidir. Çağdaş bilim, skolâstik düşünce tarzının yıkılmasıyla doğmuş
ve gelişmiştir'
'Devlete egemen ve etkin güç, dinsel kurallar ve gerekler
değil, akıl ve bilimdir. Din, kendi alanında, vicdanlardaki yerinde,
Tanrı-insan arasındaki inanış olgusudur. Kişinin iç inanç dünyasının
düzenleyicisi olan dinin, devlet işlerinde söz sahibi ve çağdaş değerlerle,
hukukun yerine geçerek yasal düzenlemelerin kaynağı ve dayanağı olması
düşünülemez.'
'Çağdaşlaşmayı hızlandıran ve Türk Devrimi'nin kaynağı
olan laiklik ilkesi toplumun akıl ve bilim dışı düşüncelerle yargılardan uzak
kalmasını amaçlar'
Bu açıklamalardan sonra, 'laikliğe aykırı eylemlerin
odağı olmak' olgusunun anayasal ve yasal düzenlemelerden hareketle
değerlendirilmesi gerekmektedir.
Anayasa'nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasına göre 'siyasi
partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, ' insan haklarına, eşitlik ve
hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet
ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik
edemez.' Belirtilen bu kurallara aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmek
kapatma nedenidir.
Anayasa'nın 68 nci ve 69 ncu maddelerine göre, siyasi
partiler demokratik hayatın vazgeçilmez unsurlarından olup, çalışmaları ve
faaliyetleri demokrasi esaslarına aykırı olamaz.
Anayasa ile kastedilen demokrasi, kuşkusuz çoğulcu ve
laik demokrasidir. Anayasa ve yasaların Atatürk'e, Atatürk ilke ve
devrimlerine, Atatürk milliyetçiliğine özel önem vermesi ise, konumuz yönünden
kuşkusuz Atatürk'ün bir İslam toplumunda ilk kez şeri düzeni ortadan kaldırıp
laik hukuk düzenine dayalı Ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve
simgesi olmasıdır. Laikliğe aykırılığın odaklığı irdelenirken, Atatürk'e yönelik
saldırı ve eylemler özellikle bu yönüyle ele alınmalıdır.
SPY'da laikliğin korunmasına özel önem vererek bu konuda
düzenlemeler getirmiştir.
Buna ilişkin olarak :
Yasanın 3 üncü maddesinde siyasi partilerin çağdaş
medeniyet düzeyine ulaşmayı amaç edinmeleri hükme bağlanmış, 4 ncü maddesinde
ise demokratik siyasi hayatın vazgeçilmezi olan siyasi partilerin, Atatürk ilke
ve devrimlerine ve Anayasa'daki demokrasi esaslarına bağlı olarak çalışmaları
gerektiği belirtilmiştir.
SPY'nın 78 nci maddesi uyarınca siyasi partiler, Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini; Anayasanın başlangıç kısmında ve 2 nci maddesinde belirtilen esaslarını; egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunun ancak, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanılabileceği esasını; hiçbir kimse veya organın, kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağı hükmünü değiştirmek; Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler. Yine bu maddeye göre, bölge, ırk, belli kişi, aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat esaslarına dayanamaz veya adlarını kullanamazlar. Herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamazlar ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar. Anayasanın hiçbir hükmünü, Anayasada yer alan hak ve hürriyetleri yok etmeye yörelik bir faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlayamazlar.
SPY'nın 81 nci maddesine göre dini kültür veya mezhep farklılığına dayalı azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyecekleri gibi; 83 ncü madde hükmü gereğince felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin herkesin yasa önünde eşit olduklarına aykırı amaç güdemezler ve faaliyette bulunamazlar.
Siyasi partiler SPY'nın 84 ncü ila 89 ncu maddeleri uyarınca; Türkiye Cumhuriyeti'nin laiklik niteliğini koruma amacı güden devrim yasalarına aykırı amaç güdemezler ve faaliyette bulunamazlar. Türk Ulusu'nun Kurtarıcısı, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk'ün şahsiyet ve faaliyetlerini veya hatırasını kötülemek veya küçük düşürmek amacını güdemez ve buna yol açabilecek davranış ve faaliyetlerde bulunamazlar. Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğinin değiştirilmesi ve halifeliğin yeniden kurulması amacını güdemez ve bu amaca yönelik faaliyetlerde bulunamazlar. Devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapamaz, istismar edemez veya kötüye kullanamazlar. Siyasi partiler, herhangi bir şekilde dini tören ve ayin tertipleyemez veya parti sıfatıyla bu gibi tören ve ayinlere katılamazlar. Dini bayramlar, ayinleri ve cenaze törenlerini parti gösterilerine ve propagandalarına vesile yapamazlar.
Bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti yönünden olmazsa olmaz
değer taşıyan laiklik ilkesini korumak amacıyla getirilen düzenlemelere, siyasi
partiler uymak; hatta laikliği pekiştirici iş ve işlemlerde bulunmak
durumundadırlar. Bu cümleden olarak; siyasi partilerin Anayasa'da tarif edilen
laiklik ilkesinin içeriğini boşaltmaya, değiştirmeye yönelik düşünce
açıklamaları, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, ulus
egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemlerde
bulunmaları, yine herhangi bir tür diktatörlüğü/totalitarizmi savunarak, bu
çerçevede suç işlenmesini özendirmeleri de temel de laikliğe aykırılık
oluşturmaktadır. Şöyle ki, laiklik ilkesi, çoğulcu demokratik düzenin olmazsa
olmaz koşuludur. Çoğulcu demokrasi de ise, egemenliğin kaynağı Tanrı değil,
Ulustur. Çoğulcu demokrasi, insan haklarını ve eşitlik ilkesini koruyan ve
içselleştiren bir hukuk devletinin varlığını da gerektirir. Şeriat, din
egemenliği ve totalitarizm boyutu nedeniyle, ayrıca buna ulaşmak için mevcut
düzene aykırı ve suç teşkil eden eylemlerin işlenmesi de bu çerçevede değerlendirilmektedir.
Bu konuların biri, bir kaçı ya da hepsine aykırı eylemlerin odağı olmak,
sonuçta laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmak anlamındadır.
Bir siyasi partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı
olması ise, Anayasa'nın 69 ncu maddesinin altıncı fıkrası ve SPY'nın 101 nci
maddesi gereğince, kapatma nedenidir. Tarihi deneyimleri nedeniyle laiklik
ilkesi, Türkiye için çok özel bir öneme sahiptir ve bu konuda Türkiye'nin
takdir hakkı da geniştir. Takdir hakkının genişliği, temel hak ve özgürlükler
alanındaki sınırlamaların en dar anlamıyla yorumlanması gerektiği yolundaki
İHAM görüşüne aykırılık oluşturmamaktadır. Bu nedenden dolayı bir siyasi
partinin kapatılması, İHAS'ın 11 nci maddesinin ikinci fıkrası kapsamındaki
yasal amaçlara uygundur. Laiklik kavramı, Avrupa kamu düzeni içerisinde de
koruma görmektedir. Bu bağlamda şeriat ta Avrupa kamu düzeniyle
bağdaşmamaktadır(RP/Türkiye Kararı). Avrupa kamu düzeni içerisinde yer alan
Türkiye yönünden, açıklanan kapatma nedeni, hem bu bütünün parçası olmasının,
hem de ayrıca kendi hukuk düzeninin bir gereğidir.
2- Kapatma yaptırımına konu eylemler ve siyasi partiye
isnat edilebilirliği
Bir siyasi partinin, laikliğe aykırı eylemlerin odağı
durumuna gelmesi ve bu nedenle kapatılabilmesi için, bu eylemlerin, Anayasa'nın
69 ncu maddesinin altıncı fıkrası ve SPY'nın 103 ncü maddesine göre;
- Bu eylemlerin, o partinin üyelerince yoğun bir biçimde
işlenmesi ve bu durumun da, o partinin büyük kongre veya genel başkan veya
merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup
genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsenmesi,
- Ya da bu eylemlerin, doğrudan doğruya anılan parti
organlarınca kararlılık içinde işlenmesi,
gerekmektedir.
Bir siyasi partinin kapatılmasını gerektiren eylemlerin,
aleniyet kazanmış, belli bir konuyu ihtiva etmesi yeterli olup, ceza hukuku
kapsamında mutlaka suç olarak düzenlenmiş ve bu konudaki davaların da
mahkumiyetle sonuçlanmış olması gerekmemektedir. Ancak eylem aynı zamanda ceza
hukuku kapsamında suç olarak düzenlenmiş ise, bu konuda ceza mahkemesindeki
davaların sonuçlanmasını beklemeye gerek bulunmamaktadır. Ceza mahkemesinde
sonuçlanarak kesinleşen davalarda verilen kararlar ise, sadece eylemin kesin
olarak işlenmemiş olduğu veya işlenmiş olduğu yönündeki tespitler yönünden
bağlayıcıdır.
Siyasi partiler, demokratik bir rejimde hak ve
özgürlüklerden en çok yararlanması gereken örgütlerdir. Bu durum siyasi
partiler için daha geniş bir faaliyet alanını ortaya çıkarmaktadır. Geniş
faaliyet alanının bulunması demek ise, siyasi partilerin eylemleri için farklı
bir değerlendirme yapılmasını gerektirmektedir.
Siyasi partinin geniş hareket sahasının bulunması, ona
isnat edilen eylem aynı zamanda suç teşkil ediyorsa, toplum ve hukuk düzeni
yönünden kınanan bu davranışın, siyasi parti yönünden kınanmayarak hukuka uygun
değerlendirilmesini gerektirmez. Ancak toplum ve hukuk düzeni tarafından açıkça
kınanmayan ve suç olarak düzenlenmeyen davranış ve eylemlerin, daha çok hak ve
özgürlüklere sahip olan siyasi partiler yönünden kapatma davasına konu
edilebilmesi, çok özel ve sınırlı durumlarda söz konusudur ki, bunlar da
Anayasa'nın 68 nci maddesinin 4 ncü fıkrasına ve İHAS'ın 11 nci maddesinin
ikinci fıkrasına uygun nitelikteki, yoğunluk ve kararlılıkla işlenen
eylemlerdir.
Hukuk düzeninin suç olarak öngörmediği eylem, bu eylemin
bir siyasi parti tarafından veya siyasi parti aracı kılınmak yoluyla işlenmesi
durumunda, yarattığı ve kaçınılmaz olarak yaratacağı sonuçları gözetildiğinde,
siyasi parti için yasaklama gerektirebilir. Eylemin suç olarak düzenlenmemesi,
o eylemin hiçbir biçimde kınanamaması sonucunu doğurmaz.
Kaldı ki Anayasa'nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasına
dayanan ve bu fıkrayı açıklayarak siyasi partiler hakkındaki yasaklamaları
sıralayan SPY'nın 78 nci ila 89 ncu maddeleri arasındaki düzenlemelere
aykırılık, SPY'nın 117 nci maddesinde suç olarak ta öngörülmüştür. Siyasi
partiye isnat edilen eylem hakkında, ceza davasının veya soruşturmasının
açılmamış veya dokunulmazlık gibi yasal engeller nedeniyle açılamamış olması
da, sonuca etkili değildir.
Kapatma davasına konu edilen eylemlerin işlendiği
tarihlerin bir önemi bulunmamaktadır. Eylemlerin üzerinden ne kadar süre geçse
de, bu eylemlere, 'odaklığın' ortaya konulması yönünden iddianamede dayanılması
olasıdır.
İHAS irdelenirken, siyasi parti kapatma yaptırımı ile
ilgili olarak eylemlerin niteliği ve isnat edilebilirliği konusunda açıklanan
durumlar, burada da geçerlidir.
Siyasi partinin genel merkez organlarının (SPY md 13), il
ve ilçe teşkilatlarının (SPY md 19, 20), TBMM grup genel kurulu ve grup yönetim
kurulunun (SPY md 24, 25), üyelerinin (SPY md 12) eylemleri; o siyasi partinin,
yasa, anayasa ve İHAS tarafından korunmayan, hedeflediği amaç veya siyasi
projeyi gerçekleştirmek, kolaylaştırmak, altyapı hazırlamak veya bunları
ifadeye yönelik ise, siyasi partiye isnat edilebilecektir. Bu noktada şunu da
belirtmek gerekmektedir ki, partiyi temsil eden organlarca gerçekleştirilen
eylem veya söylemlerin, partinin değil kendi kişisel görüşleri olduğu
açıklanmadıkça, bu söylem ve eylemler de partiye isnat edilebilecektir. Ancak,
siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmak adına, siyasi partinin amaç ve
hedefleriyle örtüşen eylem ve söylemlerin, kendi kişisel görüşleri olduğunun
açıklanması da, kuşkusuz siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmayacaktır.
Yine eylem ve söylemlerin özellikle bir iktidar partisi
yönünden somutlaşması yani sonuçlarının ortaya çıkması gerekmemektedir. Yasama
organında çoğunluğa sahip bir siyasi partinin, bu eylem ve söylemleri her an
için gerçekleştirebilecek konumda olması karşısında, bu eylem ve söylemlerin
gerçekleşebilir olması karşısında, soyut olarak varlığı dahi, kapatma
yaptırımına dayanak olabilecektir.
Ancak özellik arzeden aşağıdaki konuların da açıklanması gerekmektedir.
Bir siyasi parti üyesi olup, yerel yönetimlerde görev
alanların eylemleri de, o siyasi partinin hedeflediği siyasi projeyi
gerçekleştirmek veya ifade etmek amacına yönelikse, siyasi partiye isnat
edilebilir.
İktidarda bulunan bir siyasi parti, kuşkusuz kendi
kadrolarını da, (bir örnek olarak bakan düzeyinde) devlet birimlerine
taşımaktadır. Bu noktada, siyasi parti mensuplarına organik anlamda yakın
planda çalışan, böylece siyasi partililerle yakın ve/veya yoğun ilişkide
bulunan kamu görevlilerinin eylemlerinin, siyasi partiye isnat edilebilir olup
olmadığının açıklanması gerekmektedir.
Devletin idare mekanizması, söz konusu görevlinin
bulunduğu makamın ışığında, ancak dar bir yoruma tabi tutulmalıdır
(Vogt/Almanya Kararı). Bu bağlamda, devlet birimlerinde siyasi parti
mensuplarına yakın planda çalışan (müsteşar, genel müdür gibi) kişilerin
eylemleri, siyasi partinin amaçlarını ifadeye yönelikse, bu eylemler o birim
üstü parti mensuplarınca ve ayrıca/dolayısıyla siyasi parti organlarınca zımnen
veya açıkça benimseniyorsa, bunlarda siyasi partiye isnat edilebilecektir.
Çünkü, siyasi partinin özellikle iktidardaki siyasi partinin amaçladığı modeli
oluşturmak adına, bir bütünlük içerisinde ve bir bütünün parçalarını oluşturmak
adına bu eylemler gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla devlet kadrolarında yer
alan anılan görevlilerin belirtilen eylemleri de, siyasi partinin bakış açısına
ve bunun bir gereği olarak ortaya çıktığından, biçimlendiğinden, siyasi partiye
isnat edilebilecektir.
Bu bağlamda halen Adalet ve Kalkınma Partisi
Milletvekilli olan eski Başbakanlık Müsteşarı'nın konumu nedeniyle anılan
kişinin iş ve işlemleri, ayrıca önem taşımaktadır. Bürokrasinin en tepesindeki
bu kişinin de etkisiyle yapılanan kadrolarda, iktidar partisinin eylem ve söylemleri
gerçekleştiriliyor veya dile getiriliyorsa, siyasi partinin kendisini sorumlu
kılmamak adına, devlet mekanizması gereğince yakın ilişkide bulunduğu bu
kadrolardaki kişilerin, siyasi parti tarafından da benimsenen iş ve işlemleri,
tartışmasız olarak siyasi partiye eylem olarak isnat edilebilecektir.
Yine TBMM Başkanı ve Başkanvekillerinin de konumları
itibarıyla, eylemlerinin mensubu oldukları siyasi partiye isnat edilebilirliği
önem taşımaktadır. Anayasa'nın 94 ncü maddesinin altıncı fıkrasına ve SPY'nın
24 ncü maddesinin ikinci fıkrasına göre, 'TBMM Başkanı ve Başkanvekilleri,
üyesi bulundukları siyasi partinin ve parti grubunun Meclis içinde veya
dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis
tartışmalarına katılamazlar; Başkanı ve oturumu yöneten Başkanvekili oy
kullanamazlar.' Ancak TBMM Başkanı ve Başkanvekillerine yönelik bu
düzenleme, Başkan ve Başkanvekillerinin hiçbir eyleminin siyasi partiye isnat
edilemeyeceği sonucunu doğurmamaktadır. Eğer Başkan ve Başkanvekillerinin
eylemleri, açıkça bu kuralı da ihlal ederek, mensubu oldukları siyasi partinin
eylem ve söylemiyle örtüşüyor ve bu kişiler, siyasi partinin gerçekleştirmek
istediği projeyi ifade ve bu projeye destek anlamında diğer parti mensupları
gibi hareket ediyorlar ise, siyasi parti tarafından kabul gören bu eylemler de
siyasi partiye isnat edilebilecektir.
Diğer taraftan parti üyeliğinden ayrılanların fiil ve
söylemleri de partiye isnat edilebilir. Bu anlamda Abdullah Gül'ün, parti
kurucu üyesi, başbakan, başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı olarak eylem ve
beyanları da partiye yüklenebilecektir.
Bir iktidar partisi yönünden, hükümetin icraatları,
siyasi parti söylemiyle biçimlendiğinden, bu bağlamdaki iş ve işlemler de siyasi
partinin eylemi olarak, o siyasi partiye isnat edilebilecektir. Bu bağlamda,
yasa tasarıları, eğer siyasi partinin kapatmaya konu olan eylemlerinin
yöneldiği amacı gerçekleştirmeye veya kolaylaştırmaya yönelikse, bu tasarılar
da siyasi parti eylemi olarak o siyasi partiye isnat edilebilecektir. İHAM
kararlarında da açıklandığı üzere, TBMM'nde çoğunluğu oluşturan siyasi parti
için, bu tasarıların eylem olarak isnadiyeti için, yasalaştırılmalarını
beklemek zorunluluğu bulunmamaktadır. Çünkü bu eylemlerin yasalaşması yani
somuta indirgenmesi, yasama organın da çoğunluğa sahip bir iktidar partisi
yönünden her an için olasıdır. İsnat edilebilen eylem niteliğindeki bu
tasarıların yasalaşması da, eylemin yasama organı işlemi niteliğine geldiğinden
bahisle, siyasi partiye isnadiyeti ortadan kaldırmamaktadır. Aksine, siyasi
partinin eylemini sürdürmesi niteliğindedir (RP/Türkiye Kararı).
Bu bağlamda, o siyasi partiye mensup milletvekilleri
tarafından sunulan yasa teklifleri de, siyasi partinin kapatma yaptırımına konu
olan siyasi projesiyle veya eylemleriyle örtüşüyorsa, yasama organın da
çoğunluğu oluşturan bir siyasi partiye, bu tekliflerin yasalaşmalarını
beklemeden isnat edilebilecektir.
Anayasa'nın 83 ncü maddesinin birinci fıkrası, yasa
tasarısı veya yasa teklifleri hatta yasa olarak ortaya çıkan bu eylemler
nedeniyle siyasi partinin sorumlu tutulmasını bertaraf etmemektedir. Bireysel
anlamda mutlak dokunulmazlık yaratan madde kapsamındaki eylemler, siyasi parti
yönünden bu maddenin koruma alanında kalmamaktadır (RP/Türkiye Kararı)
Siyasi partinin hedef ve amaçlarıyla bağdaşmayan eylem
veya söylemler nedeniyle ilgili kişilerin eleştirilmemesi ve haklarında
disiplin soruşturmasının başlatılmaması, bu eylem ve söylemlerin o siyasi parti
tarafından benimsendiği anlamındadır.
Siyasi partinin hedef ve amaçlarıyla açıkça örtüşen eylem
ve söylemler nedeniyle siyasi partinin bu eylem veya söylem sahiplerini
eleştirmesi veya haklarında soruşturma yapması, sadece partinin kendisini bu
eylemlerden sorumlu kılmamak amacına yönelik olduğunda, bu eylem ve söylemler
de siyasi partiye isnat edilebilecektir. Göstermelik olarak başlatılan,
sonuçsuz kalan veya öngörülenden daha az yaptırımla sonuçlanan soruşturmalar
da, o siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmamaktadır.
D- DAVALI SİYASİ PARTİ HAKKINDAKİ İSTEMİN İRDELENMESİ:
1- Adalet ve Kalkınma Partisi
Davalı siyasi parti, gerekli bildirim ve belgeleri
14.08.2001 tarihinde İçişleri Bakanlığı'na vererek 2820 sayılı Siyasi Partiler
Yasası'nın 8 inci maddesine göre tüzel kişilik kazanmıştır.
Tüzel kişilik kazanmasından sonra 03 Kasım 2002 ve 22
Temmuz 2007 Milletvekili Genel seçimleri sonucunda Parlamento çoğunluğunu elde
ederek tek başına iktidar olmuştur.
Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip
Erdoğan, daha önce Refah Partisi'nde siyaset yaparken, bu parti listesinden beş
yıl süre için 1994 İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmiş, ancak
06.12.1997 tarihinde Siirt'te yaptığı konuşma nedeniyle halkı din ayrımı
gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek suçundan on ay hapis cezasına
mahkûm edilmiştir. Bu mahkûmiyeti nedeniyle 2820 sayılı Siyasi Partiler
Kanununun 11 nci maddesi gereğince siyasi parti kurucusu (veya üyesi) olmasına
yasal engel bulunmasına rağmen, Adalet ve Kalkınma Partisi'nde kurucu üye olmuş
ve bilahare partinin genel başkanı seçilmiştir.
Bu durumun yasal olarak olanaksızlığı karşısında
Başsavcılığımızca 21.8.2001 tarihli başvuru üzerine Yüksek Mahkemenizce,
09.01.2002 tarih ve 8/9 sayılı kararla adı geçenin parti kurucu üyesi
olamayacağı belirtilerek mevcut aykırılığın giderilmesi konusunda ihtar kararı
verilmiştir. Bu ihtar kararında öngörülen altı aylık süre içerisinde aykırılık
giderilmediğinden, Başsavcılığımızca SPY'nin 02.01.2003 tarih ve 4778 sayılı
yasa ile değişiklik yapılmadan önceki 104 ncü maddesi uyarınca adı geçen parti
hakkında 23.10.2002 tarihinde kapatma davası açılmıştır.
Adalet ve Kalkınma Partisi, 27.12.2002 tarih ve 4777
sayılı yasa ile Anayasa'nın 76 ncı maddesinde; 02.01.2003 tarih ve 4778 sayılı
yasa ile SPY'nin 8 nci, 11 nci, 104 ncü ve Milletvekili Seçim Yasası'nın 11 nci
maddelerinde değişiklik yapmış, ayrıca adli sicil kaydından kaynaklanan yasal
engeli bertaraf etmek için (veto edilen 4779 sayılı yasa yerine) 4809 sayılı
yasayı da çıkartmıştır. Yasalardaki ve Anayasa'daki bu değişikliklerle Recep
Tayyip Erdoğan hakkında söz konusu olan mevzuat engelleri ortadan
kaldırılmıştır. Açılan kapatma davasında karar halen açıklanmamış ise de, yasa
değişikliği ile bu davaya konu SPY'nin 104 ncü maddesindeki yaptırım devlet
yardımından yoksunluğa dönüştürülmüştür.
Recep Tayyip Erdoğan, Adalet ve Kalkınma Partisi
kurulmadan önce, laikliğe aykırı eylemlerin odağı oldukları için Anayasa
Mahkemesi'nce 1998 yılında kapatılan Refah Partisi ve 2001 yılında kapatılan
Fazilet Partisi'nde siyaset yapmıştır.
Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından 18.11.2002 ila
14.3.2003 tarihleri arasında kurulan 58. hükümette Başbakanlık görevini
Abdullah Gül, siyasi yasaklılığının mevzuat değişikliği ile kalkması sonrasında
yapılan ara seçimde milletvekili seçilmesi üzerine 14.3.2003 tarihinde kurulan
59 ncu ve daha sonra kurulan 60.ncı hükümetlerde ise Başbakanlık görevini Recep
Tayyip Erdoğan üstlenmiştir.
Abdullah Gül, Abdüllatif Şener, Mehmet Ali Şahin,
Abdülkadir Aksu, Ali Coşkun ve Zeki Ergezen daha önce Refah Partisi ve Fazilet
Partisi'nde siyaset yapmışlardır. Cemil Çiçek, Mehmet Vecdi Gönül ise Fazilet
Partisi'nde siyaset yapmışlardır.
22. dönemde TBMM Başkanı olan Bülent Arınç daha önce
Refah ve Fazilet Partisi'nde siyaset yapmıştır. TBMM Başkanvekillerinden İsmail
Alptekin daha önce Fazilet Partisi kurucu genel başkanlığı görevinde
bulunmuştur.
Laikliğe aykırı eylemleri nedeniyle 1997 yılında
Kırıkkale Üniversitesi Rektörlüğü görevinden alınan Beşir Atalay ise 58 nci ve
59 ncu hükümette Devlet Bakanı, 60 ncı hükümette İçişleri Bakanı olarak görev
almıştır.
Recep Tayyip Erdoğan'ın İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanı olduğu dönemde, aynı belediyenin şirketleri olan İDO Genel Müdürü
Binali Yıldırım Ulaştırma Bakanı, İGDAŞ yönetim kurulu üyesi Mehmet Hilmi Güler
ise Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı, yine aynı belediyenin Veteriner İşleri
Müdürü Mehmet Mehdi Eker Tarım ve Köyişleri Bakanı olarak görev almışlardır.
TBMM Başkanvekili Nevzat Pakdil, Erdoğan'ın belediye başkanı olduğu dönemde
belediyeye bağlı İETT Genel Müdürlüğü görevinde bulunmuştur
Milletvekilleri, örgütler, yerel yönetimler ve üyeler
bağlamında ise, Adalet ve Kalkınma Partisi'nde halen siyaset yapanlardan,
geçmişte başka bir siyasi parti ile bağlantısı olanlar esas alındığında;
geçmişte siyaset yapılan partiler sıralamasında Refah Partisi - Fazilet Partisi
ilk sırada yer almaktadır.
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin tüzük ve programı
incelendiğinde, soyut metinlerde hedeflenen laiklik karşıtı modele yönelik
hükümlerin yer almadığı görülmektedir. Ancak davalı parti, laiklik karşıtı
eylem ve söylemleriyle yasalara ve Anayasa'ya aykırı olarak tüzük ve
programının ötesine geçmiştir.
2- Adalet ve Kalkınma Partisinin davaya konu eylemleri
a- Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan'ın laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçleri
1) 2003 yılı Mayıs
ayında Malezya'ya yapmış olduğu gezide bu ülkede yayımlanan News Straits Times
adlı gazeteye demeç veren Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan'ın ''Modern bir İslam devleti olarak Türkiye,
medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir'' dediği, (Ek.1)
2) Yargıtay
Onursal Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya'nın ülkede yaşanan gelişmeleri ve gidişatı
da gözeterek 2003 Yılı Adli Yıl açılış konuşmasında, ''Sınırsız din ve vicdan
özgürlüğü isteyenlerle İslami devlet kurmak isteyenlerin amaçları aynı''
şeklindeki tespitine, Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan'ın ' 'Bu bir defa çirkin ve olumsuz bir yaklaşım, Bir
defa özgürlükleri farklı bir noktada olan kişinin özgürlük alanına kadar o
alana giremezsiniz. Siz bir dinin mensubuysanız, farklı bir dinin mensubunun
olduğu alana giremezsiniz. İnancınızın gereği neyse, bu inanca saygı duymak
yönetimlerin görevidir.(') Kaldı ki, şu anda yaşanan süreçte gerek
Türkiye'de, gerek Batı'da, gerek Dünya'da tamamıyla dinlere saygılı olan bir
anlayışın egemen kılınması, aynı şekilde düşünceye ve örgütlenmeye saygılı
yapıların, özgürlüklerin oluşmasına fırsat verilmesini devamlı olarak imkânını
hazırlıyor. Biz de böyle bir gayretin içindeyiz '' diye beyanda
bulunduğu, (Ek.2)
3) Genelkurmay 2.
Başkanı Org. İlker Başbuğ'un imam hatip lisesi mezunlarıyla ilgili askerlerin
rahatsızlığını ortaya koymasından sonra, Üniversitelerarası Kurul üyesi
profesörler ve Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile görüşen Adalet ve Kalkınma
Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 16.10.2003 tarihinde
yazılı basında yer alan ifadesinde, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in acil
olarak çıkarılmasını savunduğu imam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye
girişini zorlaştıran katsayı engelini ortadan kaldırması amacıyla YÖK Yasasında
yapılacak değişikliğe ilişkin tasarıyı 'acelemiz yok' diyerek
geri çektiklerini bildirdiği, tasarının TBMM Milli Eğitim Komisyonu Başkanı
Tayyar Altıkulaç tarafından YÖK Yasa taslağı içerisinde değerlendirilmek üzere
alt komisyona gönderildiği, (Ek.3)
4) Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın 29.05.2004 tarihinde Oxford Üniversitesinde yaptığı konuşma sonrası
verdiği demeçte imam hatip liselilerin önünü açan YÖK Yasası'nı laikliğe aykırı
olduğu gerekçesiyle veto eden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'e, 'Bu
okullar çok partili dönemden beri var. Dün laikliğe aykırı değildiler, bugün
niye aykırı oldular' Bunun laiklikle alakası yok' ''Normal liselerde okutulan
birçok ders İHL'de de okutuluyor. Ayrıca din dersi için de bir yıl fazla
okuyorlar. Bu tür bir eğitim almak laikliğe aykırı mı'' diye söylediği, 'Son 5
yılda bu yasağı koymak hangi adalet duygusuyla bağdaşır',,' 'Sizin için ılımlı
İslamcı deniyor. Biz Avrupalılar bu tanıma şaşırıyoruz. Hem İslamcı hem laik
birbiriyle nasıl bağdaşır'' sorusuna 'Ilımlı denilince, ılımlı olmayanı
varmış gibi oluyor. Sadece bir İslam vardır. Önüne bir şey konulamaz. Bu İslamı
zedelemeye yönelik bir tezdir. Laiklik çok farklı bir konudur. Laik olduğumuz
Anayasa'da belirtilmiştir. İnsanlar dini gereklerini böylece yerine
getirebilir. İslam ile laikliği yan yana tanım olarak getirmek yanlış olur.
Kişiler laik olmaz.' yanıtını verdiği, (Ek.4 )
5) RP İstanbul İl
Başkanı olarak Ümraniye'de 1994 tarihinde yaptığı konuşmanın kasedinin Kanal
D'de yayınlanması üzerine Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip
Erdoğan'ın 22.08.2001 tarihli Akşam gazetesinde yayınlanan açıklamasında, söz
konusu konuşmayı günün şartları içinde, üyesi bulunduğu partinin söylemleri ve
disiplini gereği gerçekleştirdiğini ifade ederek, 'Bazıları laikliği din
gibi algılıyor. Laiklik din olursa aynı anda Müslüman olunamaz. İnsan iki dine
mensup olamaz. Asıl itibarıyla laiklik bir sistemdir ve fertlerin değil,
devletin laikliği söz konusudur. Dine mensupluksa ferdi bir tasarruftur. O
manada söyledim.' dediği, (Ek.5)
6) Christchurch
kentinde, 'Ulusal Avrupa Etütleri Merkezi' tarafından düzenlenen
konferansa katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, 'Türkiye'de Türkü
vardır, Kürdü vardır, Lazı vardır, Çerkezi vardır, Gürcüsü vardır, Abhazı
vardır, aklınıza ne gelirse. Bizdeki etnik unsurları birbirine bağlayan
önemli bir din bağı vardır. Çünkü Türkiye'nin yüzde 99'u Müslüman'dır.
Bizdeki etnik unsurları birbirinden ayıran ya da bağlayan bağ, Yugoslavya'daki
gibi Hırvat, Boşnak, Sırp gibi değildir. Yugoslavya'da savaşlar başladığı zaman
birbirlerinden boşanmışlardır, ayrılmışlardır. Türkiye'de Kürt kökenli
vatandaşlarımızın sorunu, Türk vatandaşın sorunu kadardır, Laz kökenli
vatandaşımın sorunu ne kadarsa Kürt kökenli vatandaşımın sorunu da o kadardır.'
şeklindeki beyanlarının 6.12.2005 tarihli basın yayın organlarında yer aldığı, (Ek.6)
7) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, Avustralya'nın Sydney Kentini gezerken, 'Herkes kendi
kimliğiyle övünebilir. Bu onun en doğal hakkıdır. Kürt Kürtlüğüyle, Türk
Türklüğüyle, Çerkez Çerkezliğiyle, Laz Lazlığıyla övünebilir. Etnik kimlik
anlamında söylüyorum. Ama bizi üstte birbirimize bağlayan üst kimlik TC
vatandaşlığıdır. Bu ortak paydadır'...'Hepimizi yaratan mutlak yaratıcı
Allah'tır. Ayrıma ne gerek var. O üst ortak paydada birleşip el ele vereceğiz'
dediği, (Ek.7)
8) Yeni Zelanda ve
Avustralya'ya yaptığı ziyareti tamamlayarak Ankara'ya dönen Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın Esenboğa Havaalanı'nda 11.12.2005 tarihinde yaptığı basın
toplantısında; 'Türkiye'de etnik unsurları birleştiren ana unsur dindir'
şeklinde bir ifadeniz oldu mu, yoksa yanlış anlaşılma mı oldu'' sorusu
üzerine, 'Ben ne söylediğimi çok iyi biliyorum. Bakın bunu ne zaman, ne
üzerine söyledim. İşin başını, arkasını bir tarafa koyup ortasını almayın.
Biliyorsunuz konu, Sayın Baykal'ın Yugoslavya benzetmesi üzerine söylenmiştir.
Türkiye, bir Yugoslavya değildir. Orada Sırp, Hırvat, Boşnak hepsi ayrı
dinlerin mensuplarıdır. Aynı dinde olup farklı mezheplerde olanlar da vardır.
Ama Türkiye'de ise 30'a yakın etnik unsur var. Bunu her zaman sizler de
yazıyorsunuz, yüzde 99'u Müslüman bir ülke Türkiye'de din bir çimentodur.'
cevabını verdiği,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bugüne kadar 'din bir
üst kimliktir' ifadesi kullanmadığını vurgulayarak, 'Üst kimlik olarak
kullandığım ifade; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır ve bunun defaatle
açıklamalarını yaptık. Ama buna rağmen bazıları anlamak istemiyor. Yine
söylüyorum, din bir çimentodur ve şu anda en önemli birleştirici unsurumuzdur.
Tarih boyunca bu böyledir'.' diye söylediği, (Ek.8)
9) 2005 yılı Mayıs
ayında Kazakistan ziyareti dönüşü Atatürk Havalimanı'nda gazetecilerin
sorularını yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın; izinsiz açılan Kuran
kurslarıyla ilgili olarak'Bir defa, şu ifade, çok çirkin bir ifade (')
Kaçak Kur'an kursu diye bir ifade olmaz. Yanlış bir şey. Bir defa, kanunun
ruhuna aykırı. Kur'an öğrenilir. Kuranı öğrenmede kimse suç ifadesi kullanmaz.
Bu millet Müslüman'dır ve Müslüman olan millet, kendi kitabı Kuranı da
rahatlıkla öğrenebilir. 'Kaçak Kuran kursları' diye bir kanun maddesi yok. Ortada
olan madde şudur; kanuna aykırı eğitim kurumlarıyla ilgilidir. Bu, birçok
alanda eğitim veren kurumları kapsamaktadır. Bu tür yanlışlarla ülkemizi, halkının
yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkede, kendi kitabını öğrenme konusunda, kalkıp
da böyle laflar kullanmayalım. Ondan sonra da kalkıp 'efendim niye İncil
dağıtılıyor' diye bağırmanın bir anlamı yoktur. Önce bu millet, Müslüman
olarak, tabiî ki kendi kitabını öğrenecektir, bilecektir ama onun ruhunu
kavrayacaktır. Onun ruhunu kavramasına yönelik de kendi çarelerini bu
millet, yasalar içerisinde, tabiî ki üretecektir.''Türban konusunda
ise; 'ben toplumun talebini çok iyi biliyorum ve duyarlılığı çok iyi
anlıyorum. Bu duyarlılığın bilinci içerisinde de geleceğe bakıyorum. Çünkü ben
yaşıyorum, ben konuşmuyorum' şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.9)
10) 2005 yılı
Haziran ayında Amerika'ya giderken uçakta Dünden Bugüne Tercüman gazetesinden
Nazlı Ilıcak ile görüşen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın laiklik konusunda, 'Laikliği
din haline getirirseniz halkı üzersiniz'''Bizim laiklikle derdimiz yok.
1982 Anayasası'nın laikliği düzenleyen maddesinin gerekçesinde bir tanım
mevcut. Gerekçe, 'bütün dinlere eşit mesafede olmak' diyor. İnançlar, devlet
güvencesinde. Tekrar ediyorum: Ben insan olarak laik değilim; devlet
laiktir. Buna mukabil laik düzeni korumakla yükümlüyüm. Ama siz laikliği
bir din gibi takdim ederseniz, bu ülkenin halkını üzersiniz. Türkiye iyiye
gidiyor, hükümet başarılı, laikliği gündeme getirip, bundan nemalanmak isteyenler
var. Türkiye'de 'niyet okuyucuları' haksız isnadlar ortaya atıyor'''Eski
TCK'daki 261. madde yerine, 263. madde ikame edildi. Biz sadece cezayı 1 yıla
indirdik veyahut hâkimin takdirine bağlı olarak para cezası koyduk. Şunu
söyleyeyim ki, bu madde eğitim ve öğretim özgürlüğü açısından hatalı. Eğitim
ve öğretim nasıl kanuna aykırı olur' Artık kendimize güvenen toplum olmak
zorundayız. ABD'de, İngiltere'de, örgün eğitimin dışında, çocuk evinde
oturuyor, eğitimi evde alıyor, ona diplomayı da veriyorlar. Biz ise, oradan
buradan buduyoruz, okuma imkânlarını kısıtlıyoruz. Sonra da 700 bin kız, okuma
yazma bilmiyor diye feryat ediyoruz. Aslında, 263. maddeye 'Kaçak Kur'an kursu'
maddesi demek çok çirkin. Eğitim ve öğretim, suç kapsamına sokulmaz ama, bazı
hassasiyetlere saygımız olduğundan, hafifletmekle birlikte, kanuna aykırı
eğitim kurumlarına verilen cezayı kaldırmadık.' dediği, (Ek.10)
11) 2005 yılı
Haziran ayında Beyrut'tan İstanbul'a dönerken, uçakta gazetecilere, açıklamalarda
bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Kur'an kursları için yaş sınırı
konulmasına karşı olduğunu söylerken, kendisinin de 7 yaşında Kur'an kursuna
gittiğini hatırlatarak, 'Çok açık net bir şey söylemek istiyorum. Bir
defa eğitimin kanuna aykırılığının tartışılması lazım. Adı üzerinde eğitim
kurumu. Burada eninde sonunda eğitim yapılıyor. Bu kişileri silahlı eyleme
götüren bir olaysa, zaten başka maddelerde bu var. Nedir eğitim' Çünkü bugüne
kadar bizim en büyük sıkıntımız madde konur, kelime orda durur, ama nedir diye
geldiğinizde tanımda yok. Orada biz arkadaşlara dedik ki bu eğitim kurumunun
gerekçede tanımını yapalım. Bu tanım orada açıkça yapılıyor. Bu kadar açık ve
net olduğuna göre, bunu başka bir yere saptırmak gerçekten de çirkin. Kaldı ki
Kuran öğrenecek. Kuran'ın eğitimi olmaz. Kuran'ın öğrenimi olur. Yani bir
taraftan kalkacağız diyeceğiz ki, yani işte misyonerler geldi şunu bunu
yapıyor, İncil dağıtıyor, Tevrat dağıtıyor, ama öte yandan geleceksin Kuran'ı
öğrenmeyi yasaklayacaksın. Bir şey söyleyeyim. Çeşitli yazılarınızda mesela
Orhan Pamuk un kitabında (Sütlüce Kaymakamı'nın kitabın toplatılması isteği) ne
yaptınız, hep beraber isyan ettiniz. Öbür tarafta şiir okuyan bir çocukla
ilgili bir durum oldu. Hepiniz dediniz ki böyle bir şey olmaz. Peki bir
Müslüman'ın kendi arzusuyla, Kuran'ı öğrenmesine niçin karşı çıkıyoruz'Kuran
öğrenimi konusundaki tartışmalar gerginliğe yol açıyor. Ondan sonra bunun
sorumluları kimse bunları aramaya başlıyor. Bir çocuğun Kuran'ı öğrenmesinin
ona getireceği olumsuz ne olabilir' Burada bir yaş sınırı getirildiği zaman
öğrenme kolay olsun diye değil, tam tersine bunun önünü nasıl keseriz; bu
anlayışla getirildi. Şu anda Diyanet konu üzerinde çalışıyor. Milli Eğitim de
çalışıyor. Birisinde 12 yaş, diğerinde 15 yaş. Diyor ki bu yaşlardan önce
öğretemezsin. Bırakılım kitabını, Kuran'ı öğrensin. Bu durumdan
niye rahatsız olalım. Bırakalım rahat rahat öğrensin. Tommiks-Teksas okumaya
hiç kimse mani olmuyor ama kendi kitabını öğrenmesine niye mani oluyoruz.''
'Benim tezgâhımdan geçmiş olanların, ülkeme ne zararı var ki. Bunu
öğrenenlerin ülkelerine ne zararı var. Varsa üzerinde duralım. Ben,
ülkeme zarar verecek bir şeyi niye yapayım' Deli miyim'...' Din kültürü,
ahlâk bilgisi dersinde Kur'an öğrenmiyorlar ki. Ben biliyorum, sûre
ezberleme problemi olan çocuklar aradı. Şimdi bakın, burada namazla ilgili
bahislerde, namazla ilgili bazı sureleri öğretmenler öğretebilir. Ama, bu,
Kur'an öğretmek değil. Orada birkaç tane sûreyi öğretmişsin; başka bir şey
değil. Kur'an dersi dediğimiz zaman bunda tecvid var, tilavet var, tefsir var;
bunlar ayrı şeylerdir' dediği,
Başörtüsü konusunda ise 'Ülkenin bir gerçeği olduğuna
inanıyorum'''Toplumda mutabakat olduğuna göre, kurumlar arasındaki, kuruluşlar
arasındaki uyumsuzluğu anlamak mümkün değil. Ülkede toplumsal mutabakatı tesis
etmişsin. Kurumsal mutabakat da tesis edilsin ki, birbirine şüpheyle bakan bir
ülke olmayalım' dediği, Başbakan, 'türban sorunu'nu nihai kertede aşmak için
referanduma gidilmesi gereğinin de 'zaman zaman kendi düşünce dünyasına
girdiğini' söylerken, 'Tabii, bunun taymingi (zamanlama) önemli.
Olayın sosyal boyutu var, siyasal boyutu var. Bütün bunların değerlendirmesini,
analizini aramızda hükümet olarak, parti olarak yapmamız lazım. Diğer
partilerle bunu değerlendirmemiz lazım. Ben yaptım oldu, şeklinde olmaz'
diye söylediği, (Ek.11)
12) a- Başbakan
Recep Tayip Erdoğan'ın basına yansıyan geçmişteki beyanlarında:
- Fanilere kul olmayacağız, dedik. Biz sadece bir
zihniyetin, bir sistemin bu ülkede iktidarı için çalışıyoruz. Bu zihniyet, bu
sistem er geç bu ülkede iktidar olacak. Dolayısıyla kula kul olmayacağız,
çıkara kul olmayacağız. Fanilere kul olmayacağız, sadece Allah'a kul olmanın
hazzını yaşayacağız.
- Türkiye'de şu anda birilerinin şeriatı var. Ama bu
şeriat tükendi. Şu anda kahrolsun şeriat diyenler, kendi kendilerine
kahroluyorlar.
- Ben İstanbul'un imamıyım.
- Elhamdülillah şeriatçıyım.
- Yılbaşına karşıyım.
- Ata' ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek
yok.
- Bizim için günah dosyası hazırlamışlar. Bizim günah
dosyamızda ne var, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi'ni fatiha ile açmak
var. Bir Meclis'i fatihayla açtık. Fatiha ile Meclis'i açmak nedir' Önce bunu
açıklayalım... Fatihanın manası nedir' Fatiha, karanlığı aydınlığa açmaktır.
- Yirmi yıl önce, yirmi beş yıl önce deselerdi, pop
yıldızlarının çılgınlıklarını sergiledikleri Gülhane Parkı'nda bir gün gelecek,
Allah'a âşık olanlar, ona sadık olanlar, muhlisler bu çınarların altını
dolduracak ve buradan dünyaya nasıl ortaçağın karanlıklarından bir yeni çağ
açmışlarsa, Allah'ın izniyle bir yeni çağ açılmışsa, Allah'ın izniyle yeni bir
çağ, zulüm çağı kapatılacak, aydınlık bir çağ açılacaktır.
- İmamlar da nikâh kıysın.
- Minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız,
müminler asker.
- Ben tekkeye değil dergâha gittim'.,
şeklinde ifadelerde bulunduğu,
RP İstanbul İl Başkanı olduğu 1994 yılında Refah
Partisi'nin Ümraniye İlçe Örgütü'nün yeni hizmet binasının açılış töreninde:
''1 Kasım bir dönüm noktasının adıdır. Zafer değil. Zafer
böyle yakalanmaz. Şu anda daha henüz bir yoldayız. İnanıyorum ki yeşil ışıklar
gözükmüştür. Fakat biliniz ki oraya kadar daha çok işaretler var. Ama
inanıyorum ki zafer Allahın lütfuyla er geç bizim olacaktır. Çünkü vahi ilahi
böyledir bunun işaretleri gözüküyor. Biz Cezayir gibi olmayız. Biz hazmettire
hazmettire geliyoruz. Allahın izniyle.'
'Bir buçuk milyarlık İslam alemi Müslüman Türk milletinin
ayağa kalkmasını bekliyor. Kalkacağız. Şu anda içte onun ışıkları göründü.
Allahın izniyle. Bu kıyam başlayacak. Koşmaya mecbursun. çalışmaya mecbursun.
Eğer çileyi çekmezsen gelmez. Eğer çocuklarınız, eğer mallarınız, eğer
zevceleriniz sizi bu davadan gayretten alıkoyuyorsa bu zaferi beklemeyin
değerli kardeşlerim. Bunu aşmaya mecbursun. Bunu aştığımız gün zaferin ışıkları
bize yakın olacaktır. Ve o zaman hak nurunu tamamlayacaktır.'
'Bu ülkenin yüzde 99'u Müslüman. Hem laik, hem
Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın, ya laik. İkisi bir arada olduğu zaman
adeta ters mıknatıslanma yapar. Mümkün değil, ikisinin bir arada olması. Durum
böyle olunca ben Müslüman'ım diyenin tekrar yanına gelip bir de aynı zamanda da
laikim demesi mümkün değil. Niye' Çünkü Müslüman'ın yaratıcısı olan
Allah kesin hakimiyet sahibidir. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Bak
yalan koskoca bir yalan.'
'Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, laiklik elden
gidiyor. Yahu, bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek yahu! Sen bunun önüne geçemezsin ki. Yani zorla bu milletin elinde
tutmaya gücün yetmez. Millete rağmen bu yürümez zaten. Sonra nedir bu laiklik
Allah aşkına. Bir tarif edin diyorsun, tarif etmiyor. Bugün her kavramın
lugatta bir tarifi vardır. Ama çıkıyor içişleri bakanı devlet dine karışır.
Eee!... Gerisini niye, söylemiyorsun. Din de devlete karışır niye demiyor.'
'Belediyelerimiz hastaneler, doğumevleri yapıyor.
Doğumevlerinde sadece kadın doktorlar çalışacak. Adil düzenin sağlık anlayışı
da görülecek. Psikolojide, çocuk bakımında, öğretmenlikte yetişmiş başörtülü
kızlarımız var. Şimdi işe alınmayan bu başörtülü kızlarımız anaokullarında
yavrularımızı yetiştirecek...' diye
söylediği, (Ek.12)
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldikten sonra
sürekli ''gelişerek değiştiğini'' savunan ve Milli Görüş için ''Biz o
gömleği çıkardık'' biçiminde beyanda bulunan Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın TRT 1 de 21.06.2006 tarihinde yayınlanan 'Enine Boyuna'
programında söylem değiştirerek; ''Siyasete girerken farklı, siyasetten
sonra farklı bir yaşam tarzı mı uygulayacağım, halkımı mı aldatacağım' Dün
neysem, bugün de oyum, değişemem, değişmedim'' dediği, (Ek.12)
13) 9 Temmuz 2004
tarihinde Kanal D isimli yayın kuruluşunun 'Teke Tek' isimli programına
katılan Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın, NATO Zirvesinde yaşanan türban gerginliğini
değerlendirerek, 'Kamusal alan sadece bizde var.(') Sivil
toplum örgütleri vakıf üniversitelerinde başörtülü eğitime ilişkin bir
dayanışma ortaya koyarlarsa, burada hazır bir hükümet var. Bunu zorlayamam.(')
Özel üniversitelerde türbanla eğitimi serbest bırakalım. Devlet'te görev
verilmesin. Özel sektörde çalışsınlar.''''Türkiye'de kavramlar kargaşası var.
İşimize geldiği zaman sahipleniyoruz, işimize gelmediği zaman sahiplenmiyoruz.
Bu konunun Türkiye'de uzmanları var. Önüne gelen, ağzı olan konuşuyor. İlgisi
alakası olan, olmayan, din, diyanet bilmeyen konuşuyor. Bir toplumun dini
değerlerle ilgili ihtiyacı var. Yok mu'. Anayasamızın 24. maddesi çok açık,
bütün bunlara rağmen bütün bunları işine geldiği gibi yorumlayanlar var. Bir
ülkede devletin en önemli görevlerinden bir tanesi de o ülke halkına dini
eğitimi, öğretimini vermektir. Ama diyorlar ki yapmayın. Siz bunu vermediğiniz
zaman illegal yapanlar devreye girer. Sizin yasak koyduğunuz o yapılar
kendileri için müşteri bulmaya başlar, yeraltına girer.''''Bizde ülkenin ileri
gelenleri caminin semtine uğramazlar. Uğradığı zaman bazı değerlerini
kaybettiğini düşünür veya elden gidiyor diye düşünür. Eski ABD Başkanı
Ronald Reagan'ın cenaze töreninde ABD'nin en büyük katedralinin içindeydik.
Herkese dağıtılan ilahi kitabı vardı, ilahilere katılarak, okudular. Hiçbir
kutsalları veya değerleri kaybolmadı, ellerinden gitmedi. Bizde ise bu endişe
niye, niçin biz bu noktada rahat olamıyoruz. Bu değerlerimizi kaybetmek mi iyi,
yoksa yakalamak mı iyi. Doğru, gerçek olduğu şekilde yakalamak.'''''Biz de
ortada yönetim tarzını icra ediyoruz. O dediğimiz zihniyetler aynı şeyi bizim
için de söylüyorlar. Yahu kardeşim ben senin yaşadığın gibi yaşamaya mecbur
muyum, değilim ya...' diye beyanda bulunduğu, Konuşmasında 'Haydi
Kızlar Okula' kampanyası sırasında yaşadığı ilginç bir olayı anlatarak,
genç kızların okula gönderilmesini istediklerinde bir kızın 'Okula gideyim;
ama başörtüm var!' cevabını verdiğinden söz ederek; 'Başörtülüyü devlet
okuluna sokmuyorsun, bari bırak özelde okusun. Gelin bunun önünü
açalım. Sen yarın yine bu çocukları devlette işe alma, özel sektörde çalışsın. Şimdi
bunların mantığı şöyle; 'Sen başörtünle tarlada çalış, çapa yap; ama sosyolog
olma, psikolog olma.' Bunu artık aşmamız lazım.' diye söylediği (Ek.13)
14) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, Alman Welt am Sonntag gazetesine 2005 yılı Şubat ayında
verdiği demeçte, kızlarının neden türban taktığı sorusunu, kızları Sümeyye
Erdoğan ve Esra Albayrak'ın Kuran'a uyduğunu dile getirerek 'İnançlı
Müslümanlarız. Kuran'da kadının toplum içinde türban takması gerektiği
yazıyor'' 'Bundan, din ve devlet işlerinin ayrılmasına karşı olduğum anlamı
çıkmaz. Ayrıca kızım türbanı şık buluyor' 'Yüksekokullardaki türban yasağını
hata olarak görüyorum. Bir demokratik ülke din özgürlüğünü sağlamalı. Buna,
vatandaşların dinlerini yasalara saygı koşuluyla semboller vasıtasıyla ifade
etmesi de dâhildir. Türban yasağı liberal değildir.' biçiminde
yanıtladığı,
Yasağı değiştirerek, yüksekokullarda türbana izin vermeyi
istiyor musunuz' sorusuna; 'Evet, bunu araştırıyoruz. Bu adımı, vatandaşa
daha çok din özgürlüğü verilmesi açısından doğru buluyorum.'
AB'yi İslamlaştırmaya çalışacak mısınız' sorusuna; 'Biz
dini misyonerler değiliz... Türkiye'de laiklik geleneği var. Avrupa bir
Hıristiyan kulübü değildir. İslami haçlı seferleri asla olmadı. Bizim
topraklarımızdan ne dini, ne de askeri şiddet çıkmayacaktır', Fransa'daki
başörtüsü yasağı konusunda ise 'Yasaklama, Fransızların kullandığı bir
yöntem. Türkler, laikliğin Anglo-sakson yorumunu daha uygun buluyor.
İnsanlara 21. yüzyılda bir şeyleri yasaklamayı saçma buluyoruz.' yanıtını
verdiği,
Başbakan Recep Tayip Erdoğan, daha sonra bu röportajın
'aslı astarı' olmadığını açıklamış, röportajı yapan gazetecinin ses kaydının
olduğunu söylemesi üzerine ise basın danışmanı Ahmet Tezcan'ın, yazının doğru,
ancak eksik olduğunu, yazıda Başbakan'ın ''toplumsal mutabakat şartıyla''
sözlerine yer verilmediğini açıkladığı, (Ek.14)
15) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, 2004 yılı Ocak ayında New York'taki Dış İlişkiler
Konseyi'nde 'Türkiye'nin dış politikası' konulu bir konuşma yaptıktan
sonra 'Fransa'daki başörtüsü yasağını hatırlatan bir katılımcının,
Türkiye'deki durumu sorması' üzerine; 'Başörtüsü, yüzde 98'i Müslüman
olan Türkiye'de gerek millet ve gerekse kurumların ortak sorunu. Biz bunu
toplumsal mutabakatla çözmek istiyoruz. Ama sonuçta şunu da söylemek
zorundayım ki, bu sorun Türkiye'de vardır.'''Farklı olan bu yaklaşımın, Avrupa
Birliği'nin (AB) temel ilkesi olan Kopenhag kriterleriyle, yani din ve
vicdan özgürlükleriyle, inanç özgürlüğüyle açıklanması nasıl olur, merak
ediyorum'' dediği, (Ek.15)
16) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, Adalet ve Kalkınma Partisi Kadın Kolları Başkanlığı'nın 2004
yılı Mart ayında Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla Dedeman Otel'de düzenlediği 'Siyaset
ve Kadın' konulu panelin açılışında yaptığı konuşmada, türban sorununa
dikkat çekerek 'Her gün üniversite kapılarından töre cinayetlerine,
fabrikadan mahkeme salonlarına, gazete sütunlarından televizyon ekranlarına
yürekleri yakan binlerce dram karşımızdayken, yılda bir kez Kadınlar Günü
kutlamanın bana göre anlamı yok. Kadına karşı ayrımcılık, ırkçılıktan daha
tehlikeli, daha ilkel bir tutumdur. Her tür ayrımcılığa karşı mücadele etmek
zorundayız. Kadına ve kız çocuklarına karşı ayrımcılık insanlığın cahiliye
dönemlerinden kalma meselesidir.'' diye söylediği, (Ek.16)
17) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan 2004 yılı Nisan ayında Ukrayna ziyareti sırasında kaldığı otelde
bu ülkede okuyan ikisi türbanlı Türk öğrencilerinin denklik sorununu gündeme
getirmesi üzerine; 'Bu soruyu her yerde soruyorlar, ama artık sormayın. Ben
bu konuyu iyi biliyorum. Benim çocuğum Boğaziçi'ni kazandığı halde imam hatip
lisesi mezunu olduğu için puanı düşürüldü, buraya gidemedi. Kızlarım başlarını
örttükleri için Türkiye'de okuyamadı. Biz ailece bu konunun mağduruyuz. Bu tip
ayrımlara karşıyız. Ama sizin bu sorunlarınızın çözümü sadece bizim
isteğimizle değil tüm siyasi partilerin katılımı ve uzlaşmasıyla çözülmeli.
Bunu tek başımıza getirmek istemiyorum, çünkü o durumda gerginlik çıkıyor. Ben
ülkede gerginlik yaratmak istemiyorum' Kızlarım başını örttükleri için
Türkiye'de okuyamadı' dediği, (Ek.17)
18) 2007 yılı
Mayıs ayında NTV'de katıldığı canlı yayında Ankara Temsilcisi Murat Akgün'ün
sorularını yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Dışişleri Bakanı ve
Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül'ün 'Türban daha modern olabilir'
sözlerinin ardından yaşanan tartışmaya ilişkin görüşlerini de aktararak 'Sizce
türban modernleşir mi'' sorusuna karşılık: 'Ben o şekilde bir ifadeyi
doğru bulmuyorum. Bu işin aslı başörtüsüdür. Türban ifadesini yanlış buluyorum.
Olay türban ifadesiyle siyasallaştırıldı. Başörtüsü inançtan geliyor. Takan,
dinimizin bir gereği olarak takıyor. Moda noktasında buna çeşitli şekiller
getirebilirsiniz. Kalkar boynun altından bağlarsınız. Kimin estetik anlayışı
neyse buna saygı duymak lazım. Ama burada yerellik öne çıkar. Doğu bölgelerinde
kadınlarımız farklı, batıda farklı örter. İslam ölçü koymuş, o ölçüyü değişik
şekilde ortaya koyar. Bazıları düz kumaş, bazıları çiçekli kumaşlar kullanıyor.
Dünyanın tanınmış marka firmaları bunlara yönelik ürünler kullanıyor. Burada
ölçü vardır. Örtmek, örtmemek, bunun hesabını sormak bizim görevimiz değil.
Sormamamız lazım. Bu ülkede başörtüsüne de başını örtmeyene de saygı
duyulmalıdır. Bireysel tercihini başını örtmekten yana kullanıyorsa, ona saygı
duymak zorundayız. Bizim ülkemizde her siyasi partinin mensupları içinde eşi
başı örtülü olan da var, başı açık olan da var. Bunlara takılıp kalmamalıyız.
CHP'nin grup toplantılarına başörtülü geldiğinde kıyamet kopmuyor, Adalet ve
Kalkınma Partisi'ne geldiğinde kıyamet kopuyor. Türkiye bunları aşmalı.
Aşmazsak yazık olur. Bu ülkenin evlatları arasında ayrımcılık yapmamamız lazım.
Ağlayan yavrular onları affetmeyecektir. Bu konuda toplumsal
mutabakat var, ama kurumsal mutabakatta sıkıntımız var. Başörtüsü bir oy
zemini olmamalı. Ben bir oy zemini olarak görmüyorum. 3 Kasım
seçimlerinde de 'böyle bir vaatle gelmiyorum' dedim. Kurumsal mutabakat
sağlandığında bu zaten çözülecektir. Yavrularıma da asla bu noktada
müdahale edemem.' diye beyanda bulunduğu, (Ek.18)
19) 2005 yılı
Temmuz ayında ABD'de San Francisco'daki 'World Affairs Council of Northern
California'' ve ''Commonwealth Club of California' isimli kuruluşlar
tarafından Fairmont Oteli'nde düzenlenen toplantıda Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın, 'Laik toplumda din, laik yönetimin güvencesindedir. Laiklik, tüm
inanç gruplarına eşit mesafede olmak şeklinde tanımlanmıştır ve zaten bu temin
edildiği içindir ki, laiklik bizim için bir yerde sigortadır. Kamusal alanın
henüz tanımı yoktur. Sıkıntı biraz buradan kaynaklanmaktadır. Bizdeki
sorun, üniversitelerde başörtülü kızlara yer verilmemesi sorunudur. Tabii bu
sorunu burada dile getirmem de hemen sanki bunu burada şikâyet etmiş gibi ifade
ediliyor. Benim böyle bir şikâyete ihtiyacım yok. Bu noktada benim bu tür
sorunları paylaştığım, ülkemin insanıdır. Tek sorunum, ülkemde toplumsal bir
mutabakat var, ama kurumsal bir mutabakat yok, bunu halletmenin gayreti
içerisindeyiz. Ve artık bunları aşmanın gereğine inanıyoruz' diye
konuştuğu, (Ek.19)
20) 2005 yılı
Kasım ayında Almanya dönüşü uçakta gazetecilerle sohbet eden Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, Fransa'nın varoşlarında başlayan isyan eylemlerini okullardaki
türban yasağıyla ilişkilendirerek; 'Başörtüsünün yasaklanmasının da etkisi
var. Bu gibi tutumlarla göçmen toplumlarının dışlanması şiddet olaylarını
fitilledi. Daha önce Fransa'da hiç böyle bir şey olmamıştı. Bir
buçuk yıl önce Fransız iş adamları ve entelektüellerinin de bulunduğu bir
grupla bir araya geldim. Kendilerine anlattım, bizi dikkate almadılar. Bizim,
Türkiye olarak bu gelişmeleri engellemek açısından yapabileceğimiz çok şey var.
Medeniyetler ittifakında biz yardımcı olabiliriz. Avrupa da yasaklarla bir yere
varılamayacağını anlamalı. Türkiye'siz bir Avrupa'nın geleceğinin güven içinde
olmadığı belli olmuştur.' şeklinde beyanda bulunduğu, bu beyanının tepki
çekmesi üzerine Erdoğan, Partisinin 8.11.2005 tarihli Grup Toplantısı'nda
yaptığı konuşmada Fransa'daki olaylarla ilgili değerlendirmelerinde, tek sebep
olarak 'türban yasağını' gösterdiğini yazan gazeteleri eleştirerek; 'Bu
tür sosyolojik hadiseler, tek bir sebebe indirgenemeyecek kadar karmaşık ve
derinliklidir. Bunların altında yılların birikimi vardır. Sosyo-ekonomik ve
kültürel faktörlerin tesiri vardır. Yanlış politika ve anlayışların rolü
vardır. Bunların hepsi doğrudur. Bizim söylediğimiz de budur. Yoksa bazı
yasakçı uygulamaların bu olaylardaki etkisine dikkat çekerken meseleyi tek
bir sebebe indirgemiyoruz. Fransa'daki bundan aylarca önce başörtüsüyle ilgili
yasağının da bugünlere gelinmesindeki, bu süreç içerisindeki etkenlerden bir
tanesi olduğunu orada ifade etmişizdir. ' açıklamasını yaptığı, (Ek.20)
21) 2005 yılı
Nisan ayında Zaman Gazetesi yayın yöneticilerini kabul eden Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın; imam hatip liseleri ve başörtüsü sorunu ne zaman çözülecek'
sorusuna 'Başörtüsü sorunu konuşulmaz, yaşanır.' ' 'Halk nezdinde bir
mutabakatı kastetmiyorum. Orada zaten mutabakat var. Parlamento içi mutabakat
gerekir. Parlamento halkın iradesini yansıtmıyor. Sıkıntı burada.'
dediği, (Ek.21)
22) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın 2005 yılı Nisan ayında, Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa
Bumin'in 'türbanla' ilgili yaptığı uyarılara, 'Türkiye'de, bir halkın
mutabakatı, bir de halkın temsilcisi olanların ve kurumların mutabakatı vardır.
Görünen o ki, halkın mutabakatı ile kurumların mutabakatı henüz oluşmuyor''
'Bugün çok daha net olarak söylüyorum; Türkiye'de halkın mutabakatı ile halkın
temsilcisi olanların ve kurumların mutabakatı henüz oluşmuyor' ''Eğer evrensel
hakları görmemezlikten gelirsek, ülkemize yazık ederiz. Bir hak, dünyanın
bir ucunda farklı, bir başka ucunda farklı olamaz. Çünkü hak, hukuktan doğar;
kanundan doğmaz. Hak, kanunlarla güvence altına alınır. Şu anda bütün
gayretimizi ülkemizdeki bu mutabakat üzerine tahsis ediyoruz.' şeklinde
yanıt verdiği, (Ek.22)
23) 2005 yılı
Mayıs ayında Bolu'da Kredi ve Yurtlar Kurumu'nun yaptırdığı öğrenci yurdunun
açılışına katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, 'Gençler yurtdışına
eğitim almaya gidiyor ve bunun için 1 milyar 250 milyon dolar ödüyor. Buradan
nerelere, ne mesajı verdiğimi anladınız. Bu sorunu halledersek onlar da gitmez'
dediği, (Ek.23)
24) 2005 yılı
Haziran ayında Lübnan seyahati dönüşü uçakta gazetecilerin sorularını
yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın; 'Başörtüsü ülkenin bir gerçeği.
Ortadaki gerginlikleri kaldırmakla yükümlülüğümüz olduğuna göre bu sorun
çözülmeli. Bu konuda araştırmalar var, üç dört sene olmuştur. Sonraki süreçte
tespitler değişmedi. Lehte gelişme var, aleyhte gelişme yok. Bugün toplumda
mutabakat olduğuna göre kurumlar arası, kuruluşlar arasındaki uyumsuzluğu
anlamak mümkün değil. Ülkede toplumsal mutabakatı da tesis etmişsin. Kurumsal mutabakat
da tesis edilsin ki birbirine şüpheyle bakan bir ülke olmayalım. (')Referandum
anayasal bir süreçtir. Gerekirse o da düşünülebilir, gerekirse bu yönde
gidilebilir. Tabii taymingi önemli'' diye beyanda bulunduğu, (Ek.24)
25) Adalet ve
Kalkınma Partisi grubunda konuşan Tokat milletvekili Resul Tosun,
üniversitede türbana serbestlik tanınmasını isterken hükümetin AİHM'deki
duruşmada yanlış taktik izlediğini ileri sürmüş, Anayasa ve yasalarda türban
yasağı bulunmadığını belirterek 'Hükümet pasif kalabilirdi, hiç savunma
yapmayabilirdi. Öyle anlaşılıyor ki, Anayasa Mahkemesi kararları ve Anayasa
Mahkemesi Başkanı'nın etkisinde kalınarak bu savunma yapılmış. Daha sağlıklı
bir cevap verilebilirdi. Dışişleri Bakanımız Abdullah Gül 'ün bunu hükümetin
görüşü olarak söylemesi de hükümeti sıkıntıya soktu, töhmet altında bıraktı. Bu
savunmayı tasvip etmemiz mümkün değil', 'Partimiz güçlü, çoğunluğumuz var. Bu
konuları halletmemiz lazım, önümüzde kısa bir zaman kaldı. Bu düzenlemeleri
niye yapamıyoruz'' diye sorması üzerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın;
'Metnin tamamını okuyun, ona göre konuşun. Metnin tamamı basında yer aldığı
gibi değil'' şeklinde cevap vererek savunma metnini getirttikten sonra
''Bu, hükümetin savunması ve bu savunmayı bilinçli olarak yaptık. Biz AB
kriterlerini koyduk ve arkasından 'takdirlerinize bırakıyoruz' dedik. (TBMM
Genel Kurulu'nu işaret ederek) Burada 'Egemenlik milletindir' yazıyor. Ama bazı
kurumların, bunun böyle olmadığı, egemenliğin bölüşüldüğü yönünde görüşleri
var. Biz de böyle olmadığını biliyoruz. Bir karar alıyoruz,
Cumhurbaşkanı'ndan dönüyor, Anayasa Mahkemesi'nden dönüyor. Hani hükümet tek
başına karar veriyordu. Resul Bey sen bu gruptan birisin; ne zorluklarla bu
düzenlemeleri getirdiğimizi biliyorsun. Bunlar basit şeyler değil, kolay
halledilecek meseleler değil. Çok acelecisiniz, biz sorumluluk sahibiyiz. Bu
işi kangren haline getirenlerin şimdi dışarıdan konuştuklarını görüyoruz, siz
de onların oyununa geliyorsunuz, sabırlı olun.' dediği, (Ek.25)
26) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, Yeni Şafak gazetesi yazarlarına 2005 yılı Haziran ayında
yaptığı açıklamalar sırasında; YÖK, kamu reformu, 2B gibi konularda takvimin ne
olduğu, başörtüsü sorununun nasıl çözüleceğinin sorulması üzerine; 'Kesin
bir takvimimiz yok. Biraz atmosfer ve zemin olayı. Bunlar anayasa
değişikliği gerektiren konular. Anayasa değişikliğiyle netice alıp
alamayacağımız, referandum yolunun denenip denenmeyeceği, bunlar aramızda
tartışılan konular. Paket olarak referanduma gidilir gerekirse. Ancak başörtüsü
anayasa konusu değil. Farklı bir konu. Burada biz toplumdaki bütün
hassasiyetleri düşünerek adımlar atıyoruz. Onun için şu saatte bunu yapacağız
diye bir şey yok. Zemin ve atmosfer elverirse adımı atarız. Yoksa bunu
erteleyebiliriz de. Bizim parametreleri kaybetmememiz lazım. Ekonomik
öncelikleri gözetmemiz lazım' diye söylediği, (Ek.26)
27) 2005 yılı Mayıs ayında Haldun Alagaş
Spor Salonu'nda düzenlenen '1. Bölge Teşkilat Toplantısı'nda konuşan
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın: 'Genciyle, yaşlısıyla, bak buradan bir kez
daha açık ve net söylüyorum, başı örtülü, başı örtüsüz, kim olursa olsun bütün
benim bayan kardeşlerim canımdır, ciğerimdir. Bu ülkede haksız yere ayrımcılık
yapıldı. Ama biz asla ayrımcı değiliz. Bu çatı, bütün vatandaşlarımı bir arada
toplama çatısıdır. Bunu böyle bilin. Çok değişik şeyler konuşabilirler. Şu anda
biliyorum, bazı sıkıntıları yaşıyoruz. Bunu ben de yaşıyorum. Gönlümün
derinliklerinde yatan hıçkırıklar var. Bunu da açıkça söylemek zorundayım.
Fakat şunu bilmenizi istiyorum; her şey zamana gebe. Zira millet iradesi birçok
şeyi halledecektir. Ama sabırlı olmaya mecburuz. Niçin' Bu toplumda
gerilmeyi asla Adalet ve Kalkınma Partisi yaratmayacaktır. Varsın olsun,
birileri yaratsın. Onların cevabını birileri veriyor ve verecektir. Ama bu
oyuna asla benim kardeşlerim gelmeyecektir ve gelmemelidir'' 'Türkiye'de
marjinal siyaset yapan grupların yıllarca başörtüsü üzerinden siyaset yaparak
ülkeye nasıl faturalar ödettiklerini biliyorsunuz. Ama Adalet ve Kalkınma
Partisi başörtüsü üzerinden siyaset yapmayacak, yapılmasına da müsaade
etmeyecek. Bu olay konuşulmaz, bu olay yaşanır. Biz felsefemizi insanları tüm
inançlarını yaşama noktasında olduğu gibi yaşamaya kabul etmeye mecbur
olduğumuzu anlatıyorum'' 'Ülkemizin yüzde 99'u Müslüman. Ve bu ülke bir
Müslüman ülkesidir. Halkının yüzde 99'u Müslüman olan ülkemizde şunu
unutmayalım ve gerçekleri birbirine hiçbir zaman karıştırmayalım; İslam
devleti olmak başka bir şey, bir İslam ülkesi olmak başka bir şey. Bir defa bunu
çok iyi kavrayacağız, çok iyi anlayacağız ve bu anlayışla yarına bakacağız. Ben
teşkilatımızın insanlarını bu hassasiyete özellikle davet ediyorum'' diye
beyanda bulunduğu, (Ek.27)
28) 2005 yılı
Haziran ayında resmi ziyaret için Washington'da bulunan Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın, Amerikan CNN International televizyonundan Wolf Blitzer'ın; 'Başörtülülerin
kamu okullarına ve kamu binalarına girmeleri yasak. Buna mukabil, eşiniz
başının örtüsüyle Beyaz Saray'a davet edildi. Amerikalılar Türkiye'de dini
hoşgörünün bulunup bulunmadığı hususunda endişe ediyorlar. Türkiye'de
değiştirilmesi gereken bir kanun mu var'' şeklindeki sorusuna; ''Bunu
yasaklayan bir konu yok ki. Sıkıntı burada. Sadece şu anda buna yönelik olarak
bir algılama var, yorumlama var. Ama biz özellikle ülkemizde bir toplumsal
gerilim olmasın diye sabırlı hareket ediyoruz. Ve diyoruz ki bir
toplumsal mutabakat olsun. Bakın benim kızlarım ABD'de okuyor. Burada o
özgürlük anlayışı var. Ama ülkemde yok. Şu anda ben bu acıya sadece ülkemde bir
toplumsal gerilim olmasın diye katlanıyorum. Halkımın arasında böyle bir
sıkıntı yok. Ama kurumların yaklaşımı toplumun yaklaşımıyla örtüşmüyor. Onun
için biraz sabredeceğiz. Biraz daha bu işin çilesini çekeceğiz gibime
geliyor. Ama inanıyorum ki eninde sonunda hak yerini bulacaktır.'' şeklinde
beyanda bulunduğu, (Ek.28)
29) 2005 yılı
Haziran ayında AB büyükelçileri onuruna Başbakanlık Konutu'nda verdiği yemekte
Belçika Büyükelçisi Mark Van Rysselberghe'nin Türkiye'de dini azınlıkların
özgürlükleri kapsamında Fener Rum Patrikhanesi'nin statüsü ve Devlet Bakanı
Mehmet Aydın'ın misyonerlik faaliyetlerine yönelik eleştirilerini anımsatması
üzerine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, 'Bu sorunu sadece azınlıktaki
gayrimüslümler değil çoğunluktaki Müslüman kesim de çekiyor. Bu konu bizim için
de zor' demiş, türban yasağı konusundaki rahatsızlığını da 'Bu
sorunu bizzat ben yaşıyorum. Eşim başörtülü. Eşim Başbakanlık Konutu'nda
takabiliyor, karşıda (Cumhurbaşkanlığı'nı işaret ederek) takamıyor. Bu
konularda bir toplumsal ve kurumsal mutabakat henüz sağlanmadı.' diye
konuştuğu, (Ek.29)
30) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, 2005 yılı Temmuz ayında ABD'ye giderken uçakta gazetecilerle
yaptığı sohbette; 'Biz niye türbana karışıyoruz' Bırakalım kadınlar, kızlar
kendileri karar versinler. Bakın Türkiye'de dekolte aldı başını gidiyor. Karın
kısmı açık pantolonlarla üniversiteye bile gidiliyor. Biz bunları düzenlemek
için bir kanun çıkarıyor muyuz'...'Biz önce devlet üniversiteleri ile özel
ve vakıf üniversiteleri arasında bir ayrım yapalım, diyoruz. Hiç olmazsa
isteyen kızlar özel ve vakıf üniversitelerine türbanla girebilir, eğitim hakkı
alabilir. Bu toplumsal sorunu böyle çözebiliriz. Ama buna bile itiraz
ediyorlar... Bu yüzden kızların okula gönderilmemesi yönünde sosyal baskı var.
Bir genç kız üniversiteye gidip eğitim alsa, bu baskılara daha kolay direnemez
mi' Ama muhalefet buna tam tersinden bakıyor' .Camilere kadro verilmesine bile
karşı çıkıyorlar. Anadolu'ya gidin, birçok caminin kadrolu imamı yok. Peki
insanlara kim namaz kıldıracak' İşte o zaman cahil insanlar imamlık yapmaya
başlıyor'Ailede başı açık niye kabul etmeyeyim' Kayınbiraderimin eşinin başı
açık. Kızlarının başı da açık. Ama bu soruları sormak doğru mu' Ben de size,
'Niye çevrenizde hiç başı örtülü kadın yok'' diye sorabilirim. Benim eşimin
başına örttüğü türban değil, başörtüsü' Biz niye buna karışıyoruz' Benim
idealim hep şu oldu: Başı açık kız ile örtülü kız yan yana okusun, kol kola
gezsin' Üniversite kapıları açık olsaydı kızlarım Türkiye'de okurdu. Oğlum da
burada katsayı engeline takıldı. Aldığı puan Boğaziçi Üniversitesi'ne girmesine
müsaitti. Ama imam hatipte okuduğu için giremedi. İmam hatipin tarihi Atatürk'e
dayanıyor. İmam bu toplumda dini ihtiyaçları karşılayan insan. Hatip iyi
konuşmacı. Bu okullara niye itiraz ediliyor, anlamıyorum. Biz imam hatiplere
arka bahçe diyenlerle o yüzden ayrıldık...Ben,'Referandum yapacağız' demedim.
'Gerekirse referanduma da gidebiliriz' dedim. Çıkardığımız yasaya Kuran kursu
maddesi demek yanlış. Bu, adı itibarıyla talihsiz bir kanun. Dünyanın herhangi
bir yerinde, 'Kanuna aykırı eğitim kurumları' diye bir ifade var mı' Anayasa
Mahkemesi bunu iptal ederse gerekçeli kararları tarihe büyük bir not
düşecektir. Siyasi bir karar almamaları gerekir. Bu gibi sorunları konsensüsle
çözmek istediğimizi söyledik. Ama kimse bize yardımcı olmadı. Tam aksine, tam
aksini yaptılar. Bize bu konulardan vurmaya çalıştılar...' dediği, (Ek.30)
31) 2005 yılı Ekim
ayında Londra'da AB zirvesine katıldıktan sonra London Shools of Economics'te 'Kültürel
Çeşitlilikte Kadının İnsan Hakları' konulu konferansta katılımcıların
sorularını yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın; İngiltere,
ağırlıklı olarak Hıristiyan ülke olmasına karşın kamu kurumlarında başörtülü
insanların çalışabildiğini, ancak çoğunluğu Müslüman olan Türkiye'de kamu
kurumlarında başörtülü çalışılamadığını, başörtüsünün insan hakkı olduğunu,
türban konusunda toplumsal mutabakata önem verdiklerini söyleyerek;
'Tartışılmaz tabii ki insan hakkıdır. Yani 'din ve vicdan özgürlüğü'
diyoruz. Din ve vicdan özgürlüğünün gereği neyse şüphesiz ki sağlanmalıdır.
Bu, ağırlığı Hıristiyan olan ülkelerde sağlanmışsa, ağırlığı Müslüman olan
Türkiye'de de konsensüsle başarılmalıdır, sağlanmalıdır. Biz
geldiğimizden beri hep şunu söyledik; seçim öncesinde de ben söyledim; 'bir
toplumsal mutabakat sağlandığı anda çözüleceğine inanıyorum' dedim. Bugün de
aynısını söylüyorum. Bu konuda toplumsal mutabakat Tükiye'de vardır. Mutabakat
yüzde 100 değildir ama yüzde itibariyle, daha önce birçok kurumun yaptığı
araştırmalar bu, yüzde 70-80'lerde. Bu konuda mutabakat vardır. Kurumlar
arasında mutabakat var mı derseniz, parlamento içi siyasi partilerde henüz bir
mutabakat oluşmamıştır. Parlamento içinde bu mutabakat oluştuğu anda
parlamentoda bu işi çözeriz. İnanıyorum ki parlamento dışı kurumlarda da
mutabakat büyük ölçüde vardır. Eğer özgürlükten yanaysak, özgürlükleri
savunuyorsak, o zaman 'özgürlüğün bir kısmını kabul ediyorum' deyip, 'bir
kısmını kabul etmiyorum' mantığı yanlış bir mantıktır. Bunu özgürlük tanımı
içine sokamazsınız ve insanları olduğu gibi kabul etmek durumundasınız. Kabul
etmiyorsanız, o zaman sizin değişmez tabularınız vardır. Bu tabuları yıkamadığınız
sürece işte o zaman yine kadın haklarıyla ilgili özgürlüklerde de maalesef bir
yanlış ve eksik yaklaşım tarzı doğar ki ben, buna da doğru bakmıyorum.
İnanıyorum ki Türkiye, bu yanlışını düzeltecektir. Bu yanlışı da bir an önce
aşacaktır çünkü gerilim noktalarından bir tanesi de maalesef budur. Bunu
başardığımız anda el ele başörtülüsüyle, başı açığıyla herkes yürüdüğü zaman,
toplumun birbirine olan saygısı, sevgisi, dayanışması daha misli olacaktır.
Bizim bu noktada bir endişemiz yok.' dediği, (Ek.31)
32) 2005 yılı
Kasım ayında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Tayland Başbakanı Thaksin
Shinawatra ile yaptığı ortak basın toplantısında AİHM'in türban yasağı
konusunda verdiği kararı değerlendirmiş;'Neyin noktasını koymuşsunuz' Neye
göre koymuşsunuz' Böyle bir şey olabilir mi' Başlıkların atılış şekli de çok
yanlış. Dünya, özgürlüklerde nerelerden nerelere geldi. AİHM'deki bu kararı
verenlere şu soruyu sormak istiyorum; sizin ülkelerinizde mevcut yasalarınızın
inançlarla örtüşen veya çakışan yanlarını değerlendirdiniz mi' Bu soruyu
bir sormak lazım. Acaba örtü nedir' Bunu acaba sorarak, bunun yetkilisi
olanlardan bu konuda herhangi bir cevap alınmış mıdır' Böyle bir cevap
alınmamıştır ve bu cevap alınmadan böyle bir karara varmak bir defa din ve
vicdan özgürlüğüne ters düşer, eğitim özgürlüğüne de ters düşer. Bu karar,
bu dosya olsa olsa kendi içinde değerlendirilebilir. Bunu böyle bir
genelleştirme gayreti içine girmek maalesef art niyetli davranmaktan başka bir
şey değildir. Bunu da özellikle ülkemdeki, bu konuyu böyle değerlendirme
gayreti içinde ideolojik yaklaşımlarını ortaya koyanlara ifade etmek
istiyorum.''... 'İnsanların hukukunu yanlış yasalarla yok edemezsiniz. Geçici
bir süre yok edebilirsiniz ama eninde sonunda bu hukuk yasa haline gelir, geldiği
zaman da beklenen çözüme kavuşulmuş olunur. Bu sorunu da Türkiye kendi içinde
toplumuyla halletmiştir. Millet olarak halletmiştir. Her zaman söylüyorum
kurumların sorunu vardır, müesseselerin sorunu vardır, siyasi partilerin sorunu
vardır. Bu sorun, kendi içinde çözülecektir. Çözüldüğünde de inanıyorum ki bu
gerginlikler de kalkacaktır.' şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.32)
33) 2005 yılı
Kasım ayında Katar'a hareketinden önce Esenboğa Havalimanı'nda basın toplantısı
düzenleyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, bir gazetecinin, 'Sayın
Cumhurbaşkanı, AİHM'in türban kararı ile ilgili olarak 'AB'nin gereğini
yapanlar bunu da uygulamalıdır. Konu hukuken kapanmıştır' dedi. Bu konu hukuken
kapandı mı' Bundan sonra hangi düzlemde tartışılacak'' şeklindeki sorusuna;
'Ben düşüncelerimi daha önce söyledim. Sayın Cumhurbaşkanı ile bir atışma
içerisine girmek istemem. Benim düşüncem bellidir. Bu genellenmemelidir. Burada
verilen karar bir genel karar değildir, bir dosya ile ilgili karardır.
Dolayısıyla bundan sonraki süreci de bu anlayış içerisinde değerlendirmenin
gereğine inanıyorum. AB sürecine kim saygı duyuyorsa, AB üyesi ülkelerdeki
icraatlara da saygı duysunlar. Çünkü yüzde 99'u Müslüman olan Türkiye'deki bu
uygulama, AB üyesi ülkelerden acaba hangisinde var' Bu soruya da cevap
bulmalarını özellikle isterim. Eğer bu soruya da cevap bulabilirlerse, o zaman
bu düşüncelere çok daha farklı bir şekilde ben de saygı duyarım.' yanıtını
verdiği, (Ek.33)
34) Katar'a
gidişinde uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın; 'Emredici bir hüküm getirseydi, tüm AB ülkelerinde uygulanması
gerekirdi. Avrupa'da ve dünyada genel olarak üniversitelerde başörtüsü yasağı
yok. AİHM'nin Türkiye'ye özgü şartlar nedeniyle böyle bir karar aldığını
düşünüyorum. Böyle bir yasak Anayasa'da yok. Sadece Anayasa Mahkemesi'nin
bir yorumu var. Yasama yeni bir yasa çıkarırsa, Anayasa Mahkemesi durumu gözden
geçirmek zorundadır, bu yorum da kalıcı değildir. Yasa çıkarabiliriz. Ama
arzumuz bu sorun toplumsal gerilime yol açmasın ve özgürlükler noktasında
çözülsün.' şeklinde konuştuğu, (Ek.34)
35) 2005 yılı
Aralık ayında Avustralya'da yaşayan Türklerin temsilcileriyle bir araya gelen
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, 'Türban sorunu ne zaman bitecek' sorusuna,
'Burada böyle bir sorun yaşamıyorsunuz değil mi'' sorusuyla karşılık
vermiş, kalabalıktan, 'hayır' yanıtını alan Erdoğan, Türkiye'de kabul
edilse de, edilmese de bunun bir sorun olduğunu söyleyerek, Avustralya'da
ilkokulda bile türban yasağı olmadığı söylenince; 'Gerginlik olmasın diye
toplumsal mutabakat ifadesini kullandık. Toplumun yüzde 80'inde bu mutabakat
var. Ama kurumlar arası mutabakat ve parlamentoda mutabakat olması gerekiyor.
Parlamentoda ve diğer kurumlarla mutabakat sağlandığı anda bu işi çözeriz.
Yasama organı içerisindeki mutabakat önemli. Yoksa toplumsal gerginlik olur. Hassasiyet
içerisindeyiz. Böyle davranmaya mecburuz.' dediği, (Ek.35)
36) 2005 yılı
Aralık ayında İzmir ili Buca'da parti örgütüyle bir araya gelen Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın ''İzmir'in üzerindeki o zaman zaman yakıştırılan bazı
ifadeler vardır ya, bu ifadelerin olmadığı da görüldü. Çünkü İzmir'in hakkı bu
değil. O yakıştırmalar değil. İnşallah o yakıştırmaları da bir şekilde silip
atacaktır İzmir. Ben buna inanıyorum. Biz böyle bir ifadeye hiçbir zaman
inanmadık. Bugün de inanmıyoruz. Yarın da inanmayacağız'' diye konuştuğu,
adını anmadan ''türban'' ve öteki konularda örgütten ''sabırlı''
olmalarını isteyen Erdoğan, ''Şunu unutmayın, sağlıklı bir doğum, 9
ay 10 günde olur''..: ''Bazılarının tahriklerine sakın aldanmayın.
Biz dertliyiz. Biz nerde, neyin, nasıl dertleri olduğunu biliyoruz. Ama her
şey bir yol haritası içerisinde yürüyecektir. Öyle, kimse Adalet ve
Kalkınma Partisi'ni gaza getirmeye çalışmasın. Bizim gaza gelmeye niyetimiz
yok. Burada gaza basan biziz ve gaza ne kadar basacağımızı da iyi biliyoruz. Bu
gaza, ben örgütüme de söylüyorum, özellikle dikkatli olun. Ne siz
milletvekillerimize baskı yapın, ne milletvekillerimiz bize baskı yapsın.''
şeklinde konuştuğu, (Ek.36)
37) 2005 yılı
Kasım ayında Danimarka Avrupa Hareketi tarafından Kopenhag'da düzenlenen 'Medeniyetler
arası ittifak: Türkiye'nin rolü' konulu toplantıya katılan Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın 'Bu (başörtüsü yasağı) 8 yıllık bir süreçtir. Bu süreç
içerisinde üniversiteye giden kızlarımız, başları örtülü olarak devlet
üniversitelerinde ve vakıf üniversitelerinde başörtülü olarak derslere
girememektedir. Bu, bana göre din ve vicdan özgürlüğünün, eğitim
özgürlüğünün kısıtlanmasıdır. AİHM'nin son kararı var. Ben bu kararlara
şaşıyorum. Bazı hukuki yorumlara, bazı köşe yazarlarına baktığımız zaman, bizim
yaklaşım tarzımızı 'Bunların hukuka saygısı yok' diye değerlendiriyorlar. Bu
bir dosya kararıdır. Ben cezaevine girdiğim zaman gazeteler 'Artık muhtar bile
olamaz' diyorlardı. Recep Tayyip Erdoğan TC'ye Başbakan oldu. Neyle oldu' Gene
yargıyla, değişen, gelişen yasalarla oldu. AİHM'nin verdiği bu karara ben yargı
kararı olarak uyarım, ama haklar, özgürlükler noktasında doğru bakmam. Niye'
Çünkü nasıl olur da bir insan başını örtüyor diye eğitim, din ve vicdan
özgürlüğü ortadan kalkar' 'İnanç hiçbir zaman yasanın önüne geçemez' diyor.
Benim bu kızımın böyle bir iddiası yok ki... İnancı böyle olduğu için başını
örtüyor, o halde saygı duymak lazım. Mahkemenin de bu konuda söz söyleme
hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır. Açarsın o dinin
mensubuna, Musevi ise o dinin mensubuna, Hıristiyansa o dinin mensubuna
sorarsın, bunun dinde gerçekten emredici bir hükmü var mı' Varsa saygı duymak
zorundasınız. Yoksa ayrı bir konudur, o zaman siyasi, ideolojik olur. O
farklı bir olay. Dinde bunun yeri varsa saygı duymak zorundasınız. Ben
diyorum ki dinde bunun yeri var. Biraz bu alanda mürekkep yaladık. Bu
alanda hiç alakası olmayanların, İslam dininin aydınlarına sormadan böyle bir
kararı farklı bir yere çekmek suretiyle vermek yanlıştır Bu bir sorundur ve er
veya geç çözülmelidir. Okula gidemeyen yüz binlerce kızımız var. Bu aşıldığı
anda gidebileceklerdir. İmkânı olanlar Avrupa'ya, Amerika'ya gidiyor, okuma
fırsatını buluyor, olmayan kaderiyle baş başa kalıyor. Kurumlar arası mutabakat
sağlandığı anda bu sorun aşılacaktır.' diye konuştuğu, (Ek.37)
38) Açılışlara
katılmak üzere gittiği Denizli'de 'ulema' tartışmalarına
değinen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, 'Cehalet içinde konuşuyorlar.
Açsınlar Türk Dil Kurum lugatını. Milli Eğitim Ansiklopedisi'ni, diğer
lugatları açsınlar. Ulemanın ne anlama geldiğini okusunlar. Bunlar şecaat
arzederken sirkatlerini de ortaya koyuyorlar. Yani kendilerini överken açıklarını
da ortaya koyuyorlar. Ulema, alimin çoğuludur. Bugünkü söyleyişle bilginin
çoğuludur. Ulema ise bilginler anlamına gelir.(')Danimarka'da yaptığımız
konuşmada, AİHM'nin Müslümanlara ait örtü ile ilgili karar verirken bu
konuda bilirkişi olarak İslam'ın din bilginlerine sorması gerekirdi. Bu örtü
ideolojik mi, sosyolojik mi, dinin gereği mi' (') Sorduktan sonra kararını yine
orası versin. Biz onların kararına uyarız. Türkiye'de de kimse bunu saptırma
yoluna gitmesin.' dediği, (Ek.38)
39) Adalet ve
Kalkınma Partisi Kadın Kolları Başkanlığı'nın 3. kuruluş yıldönümü nedeniyle
Bilkent Otel'de düzenlenen etkinliğe katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın,
Danıştay 2. Dairesi'nin Aytaç Kılınç'a ilişkin 26.10.2005 gün ve
2004/4051-2005/3366 sayılı kararı ile ilgili olarak; 'Bugün kadına karşı
adaletsizlikler dünyanın neresinde varsa orada zulüm ve acı vardır. Tabii ki bu
haksızlık ve acıları onaylamak imkânsızdır'Bütün dünyada, özelde ise Müslüman
toplumlarda, kadınların toplumsal hayata katılması ve üretim süreçlerine dahil
edilmesiyle ilgili bazı sorunlar yaşanıyor. Hiç kimse bu sorunu yalnız bize
özgü bir sorun olarak görmesin. Bu sorun, en gelişmiş ülkelerden, en geri
kalmış ülkelere kadar bütün dünyanın gündeminde var'Kadına karşı ayrımcılık
bizim geleneğimizde cahiliye örneğidir. Kadını özel alana hapseden, kamusal
alandan dışlayan, cinsiyet ayrımcılığına dayanan baskıcı ve tutucu
anlayışlar medeni olamaz. Bazı eksiklerimiz var. Biraz zaman alacak, ama
kurumlararası, toplumsal mutabakat sağlanarak elimizden geleni yapacağız. Bu
ülke bu sorunu da çözecek'Sorun adalet sorunu. Bugün kadına karşı
adaletsizlikler dünyanın neresinde varsa orada zulüm ve acı vardır. Bu
haksızlık ve acıları onaylamak imkânsız. Kadına karşı ayrımcılık, kız
çocuklarını temel haklarından mahrum bırakmak, kadını üretim sürecinden
dışlamak gibi anlayışlar cahiliye geleneği'Günlük hayatta toplumsal ve
geleneksel yapıdan kaynaklanan kadınlarımızın halen karşılaştığı sorunları
görmezden gelemeyiz. Bu sorunların çözümü için yasal düzenlemeleri yapan bir
kurumu, bir duyarlılığı hayata hâkim kılmalıyız. Toplumların olduğu gibi
devletlerin de kadına karşı ayrımcılığı töre haline getirmesi kabul edilemez.
Kadına karşı cinsiyet ayrımcılığı en az ırkçılık kadar tehlikeli. Hiçbir
mazeret insana karşı şiddet kullanılmasını haklı kılamaz. ' diye söylediği,
(Ek.39)
40) 2006 yılı Mart
ayında Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 6. İstişare Toplantısı'nın açılış
konuşmasını yapan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Adalet ve Kalkınma Partisi
iktidarı ile özgürlükler alanında önemli iyileşmeler sağlandığını ifade ederek 'Biz
iktidara gelmeden önce bu ülkede düşünce özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü
yüzünden hapis yatanlar vardı. Şimdi bunlar kalmadı. Bugün bunlar suç olmaktan
çıktı. Özgürlükler konusunda genel mutabakat ile bütün mağduriyetleri
giderme kararlılığındayız. Niyetimizden hiç kimsenin şüphesi olmasın'
biçiminde konuştuğu, (Ek.40)
41) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın 2006 yılı Mayıs ayında Berlin'de halkla buluşma
toplantısında, vatandaşların pasaportlarında türbanlı fotoğraf bulunması
hususunda tartışma yaşanmış, Büyükelçinin durumu açıklamaya çalışması sırasında
Başbakan Erdoğan'ın; 'Türkiye Cumhuriyeti'nin Büyükelçiliği'ne benim
vatandaşım bu kıyafetiyle girer, bir genelge olduğunu hiç zannetmiyorum, bunu
bir kere göreceğim, 'Bakacağım. Çözümünü de buraya emredeceğim inşallah. Bu
genelge nasıl gönderildiyse o şekilde de iptal edilir' dediği,
Büyükelçimizin Başbakan'ın yanında yuhalandığı, (Ek.41)
42) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, 2006 yılı Şubat ayında partisinin Mersin Merkez İlçe İkinci
Olağan Kongresi'nde Danıştay 2. Dairesi'nin Aytaç Kılınç'a ilişkin 26.10.2005
gün ve 2004/4051-2005/3366 sayılı kararı ile ilgili olarak; Bu kararı hukuk
ilkeleri içerisinde tanımlayamıyorum. Tarif edemiyorum. Kalkıp da bir anaokul
öğretmenine, öğretmenlik yaparken başını açtın, dışarda da başın açık olarak
gezeceksin deme hakkına kimse sahip değildir. Hangi makamda olursa olsun. Bu
anlayış, hiçbir hukuk anlayışı içerisinde tanımlanamaz. Türkiye'de kendilerine
göre alanlar belirlemek suretiyle vatandaşımızın din ve vicdan özgürlüğünü
kimsenin kısıtlamaya hakkı yoktur. Bu böyle biline. Özgürlüklerin egemen olduğu
bir ülkede alınan bu kararı ben bu ülkenin bir başbakanı olarak, evladı
olarak,-bu karar alındığı için bu yorumu yapıyorum, yapmak zorundayım- doğrusu
kınıyorum. Bunu hiçbir yere sığdıramıyorum. İnsanın bir özel alanı vardır,
kamusal alanı vardır bir de kamu alanı vardır. Bu alanlara hükmetmeye kimsenin
hakkı yoktur. 'Bunlar bu gidişle evin içine de karışacaklar. Şöyle şöyle
davranacaksınız diyecekler. Kusura bakmayın. Türkiye yolgeçen hanı değil.
Herkes yerini belirlemek zorunda. Biz gerilim olmasını istemiyoruz. Birileri
nemalanmasın diye sabrediyoruz. Ancak hukuk adına yargı makamını işgal edenler,
bu ülkede böyle bir zemini hazırlama gayreti içine girmesinler. Ben
milletin vekili olarak konuşuyorum, konuşmak zorundayım. Ben yargı makamı
değil, yürütme makamıyım. Sorumluluğum ne ise onu yapıyorum. Yargıdan da adil
yaklaşmalarını bekliyorum'''Meslek liseleriyle ilgili biz üzerimize düşeni
yaptık. Meslek liselilere bizim dönemizde olduğu gibi fark derslerini
vererek düz liseden mezun olma hakkı verdik. Ancak YÖK bu konuyla ilgili
Danıştay'a gitti. Danıştay da maalesef bunu reddetti. Bunu anlamak mümkün
değil. Düz lise mezunu meslek lisesine başvurarak fark dersleri vererek mezun
olma hakkına sahip. Meslek liselilerin düz liseyi bitirme hakkının önünü niye
kesiyorsunuz' Danıştay'ın kararını anlamakta zorlanıyorum. Bu eğitimde nasıl
bir eşitliktir' İster meslek, ister düz liseli olsun ÖYS imtihanına hepsi eşit
gitsin. Kazanan devam eder, kazanamayan da mesleğine devam eder. Dünyanın
gelişmiş ülkelerine bakıyorsunuz yüzde 70'i meslek lisesi, yüzde 30'u düz lise.
Bizimkiler de ama inadına düz lise diyorlar. Bunlar ne yapıyorlar' İmam
hatipten çekindikleri için diğer meslek liselerini de mahrum ediyorlar. Ama ne
kadar imam hatipli var, yüzde 3. Ne kadar meslek liseli var, yüzde 27. İnsaf
edin ya. Bunu niye bu kadar engelliyorsunuz' İHL'nin önünü kesmek için. Diğer
meslek liselilerin de yazık ediyorlar. Ama bu noktada herhalde eninde sonunda
bir gün aklı selim hakim olacaktır.' ''Şimdi çıkmışlar dürüstlük adına
dolaşıyorlar. Bunların hedefi, 'Çamur at, tutmazsa iz bırakır'. Güneşi balçıkla
sıvamaya uğraşmasınlar. İşimiz var. Yolumuza devam ediyoruz. Böyle bir kaba
gürültüye de pabuç bırakma niyetinde de değiliz. Biz fani olduğumuzu aklından
çıkarmayan bir anlayışın mensuplarıyız. Kalıcı değiliz. Bugün varız, yarın
yokuz. Baki kalan bir hoş sada... Ölümün nerede ne zaman geleceği belli mi'
Musalla taşına yatırıldığınız zaman 'Falanca cumhurbaşkanıydı, falanca
başbakandı' veya 'Cumhurbaşkanı niyetine ya da başbakan niyetine' demeyecekler.
'Er kişi niyetine' diyecekler. Bu makamlar, bu mevkiler gelip geçici. Bunlar
bizleri şımartmasın. Ben tüm Adalet ve Kalkınma Partiler'e şunları söylüyorum:
Mütavazı ol'''Sınıf öğretmenliğinden alan öğretmenliğine geçiyoruz. Yani artık
din kültürü ve ahlak bilgisi dersini ilahiyat mezunları verecek. Uygun olan
odur. Ama 'Din kültürü ve ahlak bilgisi dersini ilahiyat mezunları niye versin'
diyenler olabilir. Niye, Çünkü bunlar ideolojik yaklaşımlardır. Halen ilahiyat
fakültelerine öğrenci almamak suretiyle adeta ilahiyat fakültelerini kapatma
gayreti içerisindeler. Kimse, bu konularda belli mevkilere, makamlara gelmiş
olanlar bana laf yetiştirmeye kalkmasınlar. Ülkede din kültürü dersi
öğretmenine ihtiyaç var mı, yok mu' Diyanet İşleri 16 bin camimizin boş
olduğunu belirtiyor. Bazıları da çıkıp 2 yıllıklar var, şu var bu var diyorlar.
Efendi bak. Bu senin işin değil. Diyanet İşleri'nin işi. Benim ihtiyacım
var diyor. Eskilerin dediği gibi 'yarım imam dinden, yarım doktor candan'
etmesin. Camilerde dinimizi hakkıyla bilenler olsun. Köyden gelen birine Cuma
hutbelerini verirsen farklı İslam dini olur.' şeklinde konuştuğu (Ek.42)
43) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın 2005 yılı Haziran ayında Yeni Şafak gazetesi yazarları ile
yaptığı kahvaltılı toplantıda; 'Anadolu'ya gidiyoruz. Sizin tabanınızdan
insanların rahatsızlıkları var. İktidar olup muktedir olamamaktan söz
ediliyor... Türkiye'de hiçbir kurum kayıtsız şekilde tek başına muktedir
değildir. Buna siyaset de dâhil. Parlamentoda egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir deniyor. Bunun tanımına bile son zamanlarda dikkat ederseniz çok
farklı cümleler getirenler oluyor. Türkiye'de iki devlet vardır diyenler de
oldu. Fakat biz bu alanlarda da mesafe aldığımıza inanıyoruz. Eğer
hıçkırıklarımızı içimize atıyorsak, sebepleri var. Gerilim istemiyoruz.
Gerilimin faturaları çok ağır oldu. Ormanı yanmaktan kurtaralım istiyoruz.
Onun için üç beş ağaç yanıyor, bunu feda ediyoruz. Anadolu'daki serzenişler.
Bunun içinde başörtüsü var, sonra 263 var... Ana muhalefet lideri, kaçak Kur'an
eğitimi diyor. Kur'an eğitimi almanın kaçak olması mümkün değil. Zaten kanunun
metninde böyle bir şey yok, ruhuna aykırı. Bu ülkenin yüzde 98'i Müslüman olan
halkına hakaret ve saygısızlıktır. ' dediği, (Ek.43)
44) 2007 yılı Ekim
ayında Ankara Mehmet Akif Kız Kız Öğrenci Yurdu'nda öğrencilerle birlikte iftar
yemeği yiyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, bir öğrencinin türbana ilişkin
sorusuna, ''En büyük dileğim başı kapalı kızlarımızla, başı açıkların el
ele dolaştığı bir üniversite, bir ülkedir. Bunun için uğraşıyoruz. Bunu çözmek
en büyük aşkımdır (') Bunun için çalışıyoruz. Bunlar aşama aşama
yapılacak şeyler, birden olmuyor. Bazı mutabakatlar aranıyor. Bu konuyu her
getirdiğimizde önümüze engel çıkarılıyor. Şu an tek sorunumuz başörtüsü değil.
Anayasa meselesi de var.(') Bu durumun da sonu gelecek. Üniversitelere özgür,
istediğiniz gibi girebileceksiniz.(') İki oğlumun ikisi de istedikleri
üniversiteleri katsayı nedeniyle kaybetti. Bu bana hak mı' Çocuklarım da
katsayı kurbanı. Bizim imkânımız var da yurtdışında okutuyoruz(')' şeklinde
yanıtladığı, (Ek.44)
45) 2007 yılı Aralık ayı
başlarında Adana/Kozan ilçesinde bir kompozisyon yarışmasında ödül alan Tevhide
Kütük isimli lise öğrencisinin, resmi ödül töreninde türbanı ile yer almak
isteyince kürsüden indirilmesine tepki gösterdiği, aynı tarihlerde benzer bir
olayın Rize'de meydana geldiği, Emine Elif Azder isimli bir ilköğretim
öğrencisinin birincisi olduğu bir kompozisyon yarışmasının resmi ödül törenine
başı açık katıldığında, öğrencinin babasının kızının başının zorla açıldığı
iddiasında bulunduğu, Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın her iki öğrencinin
ailelerine telefon ederek üzüntülerini bildirdiği, bu haksızlıkların bir gün
mutlaka biteceğini, başörtüsü ile resmi toplantılara katılmalarına izin
vermeyen kamu görevlileri hakkında inceleme talimatı verdiğini belirttiği,
Başbakanın
kamuoyuna yansıtılan 'aileleri arama' eyleminden hemen sonra 12.12.007
tarihinde, TUBİTAK tarafından Milli Eğitim Bakanlığı Şura Salonunda düzenlenen
ve Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in de katıldığı ödül töreninde, lise 1.
sınıf öğrencisi türbanlı Elif Büşra Doğan'a ödülünü Milli Eğitim Bakanlığı
Müsteşar Yardımcısı Mehmet Temel'in verdiği,
Aynı
törende bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi Adıyaman Milletvekili Fehmi
Hüsrev Kutlu'nun, ödül alan türbanlı öğrenci ile birlikte basın
fotoğrafçılarına poz verdiği, (Ek.45)
46) Başbakan
Tayyip Erdoğan'ın 2007 yılı Aralık ayında '2. AB-Afrika Zirvesi'ne katılmak
üzere Lizbon'a giderken 'Yeni Anayasa'da türbanla üniversiteye girişi serbest
bırakacak mısınız'' şeklindeki soruyu; 'Benim özellikle üzüldüğüm konu şu: Anayasa
tartışmalarını başörtüsüne niye indirgiyoruz' Eğitim özgürlüğü başka bir şey,
din ve vicdan özgürlüğü başka bir şey. Zaten pazarda çarşıda bu insanlar
arasında bir problem yok. Problem seçkincilerin kafasında. Hizmet alanlar
noktasında genelde sorun yok. Gerçi bazı yerlerde son zamanlarda maalesef sorun
başladı ama genelde sorun yok. Eğitime gelince, ülkemizde eğitim özgürlüğü
noktasında kızlarımızın bu sıkıntısının aşılması gerekir diye düşünüyorum.
Türban yüzünden kızlarımız eğitim hakkından yararlanamıyor. İmkánı olanlar
yurtdışına gidiyor, olmayanlar ilkokuldan sonra eğitimi bırakmak zorunda
kalıyorlar. Üniversitede nasıl olsa önüm tıkanıyor diyerek liseye de
gitmiyorlar. Ben buna üzülüyorum. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan uygulama
başka ülkelere de örnek teşkil ediyor. Bazı Batı ülkelerinde eyalet düzeyinde
de olsa 'Siz Müslüman ülkesiniz, bakın sizin ülkenizde türban yasağı var'
diyerek böyle bir uygulamaya gidiyorlar. Bunu bir yerden çözmemiz lazım ama hep
beraber çözmemiz lazım. Rejim elden gidiyor diyorlar, rejim niye elden gitsin'
Bu hepimizin rejimi, hep beraber koruruz.' biçiminde yanıtladığı, (Ek.46)
47) Başbakan Recep
Tayip Erdoğan'ın 2008 yılı Ocak ayında 'Medeniyetler İttifakı Forumu' için
gittiği İspanya'da Europa Press'in konuğu olarak katıldığı kahvaltılı
toplantıda, 'Türban sorununu yeni anayasa ile çözecek misiniz'' sorusunu; 'semboller
dediniz, Benim partim içinde nasıl başörtülü varsa diğer partiler içinde de
var. Hepsinin siyasi tercihidir bu. Bu onların siyasi tercihine, dinin bir
gereği olarak başını örttüğüne inanan ve bunu bu şekilde uygulayana zorla şu
söyleniyor; 'sen bunu siyasi simge olarak takıyorsun ' deniyor. Hayır ben bunu
siyasi simge olarak takmıyorum, diyor. Velev ki (türbanı) bir siyasi simge
olarak taktığını düşünün. Bir siyasi simge olarak takmayı da suç kabul
edebilir misiniz' Simgelere, sembollere bir yasak getirebilir misiniz'
Özgürlükler noktasında dünyanın neresinde böyle bir yasak var''
şeklinde cevapladığı, (Ek.47)
48) Başbakan Recep
Tayip Erdoğan'ın, İspanya dönüşü Ankara Esenboğa Havaalanı'nda yaptığı
konuşmada; 'Yeni Anayasayı beklemeye gerek yok, onun çözümü çok kolay.
Oturup beraber mutabık kaldığımız bir cümleyle çözülür.(')bizim kafamız gayet
nettir. Karmaşıktır diyenler, kendi kafalarının durumunu düşünsünler.(')
Türkiye hala bu sorunu çözemiyorsa bu özgürlükler noktasında ciddi sıkıntıdır.
Bunu beraber aşarız.' dediği, (Ek.48)
49) Başbakan Recep
Tayip Erdoğan'ın 2008 yılı Ocak ayında partisinin İstanbul Ümraniye Kadın
kollarının düzenlediği bir toplantıda yaptığı konuşmada; Üniversitelerde
türbanın serbest bırakılmasının laiklik ilkesiyle çelişeceği yönünde
açıklamalar yapan kurumları hedef alarak,''Bizim önümüze ikide bir
Anayasayı çıkarmasınlar. (') En az onlar kadar Anayasa'yı biz de biliriz. (')kimse
kendini yasama-yürütme organının üstünde göremez. Yargı ihsası rey makamı
değil.(')Herkes konumunu, yerini gayet iyi bilmeli'' diye söylediği,
(Ek.49)
50) 9 Şubat 2008
günü Almanya'da gazetecilerin 'İslamiyet ile AB sürecini nasıl bağdaştırdığını'
sormaları üzerine Başbakan Erdoğan'ın; ''Farklı dinlerin mensuplarına bizler
nasıl 'siz niçin dininizi bu kadar iyi yaşıyorsunuz ya da bu kadar hassasiyetle
yaşıyorsunuz' deme hakkına sahip değilsek, bir müslümanın da dinini yaşamasına
kimse kalkıp 'sen niçin dinini bu kadar iyi yaşıyorsun, başarılı yaşıyorsun'
deme hakkına sahip değildir. Bir taraftan din ve vicdan özgürlüğü diyeceksiniz,
öbür taraftan kalkıp Müslüman için böyle bir defans uygulayacaksın. Bu defansa
uygulamaya bir defa kimsenin hakkı yok' dediği, (Ek.50)
51) Milli Eğitim
Bakanlığının düzenlediği 'Eğitime Yüzde Yüz Destek' kampanyasının
başlatılması töreninde konuşan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın; mesleki ve
teknik eğitime büyük önem verdiklerini kaydederek 'üniversite
sınavlarında meslek liseleri aleyhine işleyen katsayı uygulamasının da
önümüzdeki yıldan itibaren kaldırılacağını' belirttiği, (Ek.51)
52) 24.11.2003
tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 'Diyanet İşleri Başkanlığı Kur'an
Kursları ile Öğrenci Yurt ve Pansiyonları Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına
Dair Yönetmelik' ile ilköğretimi bitirmiş veya ilköğretim çağını geçmiş,
gündüz çalışmak zorunda olan ve kursa devam edemeyenlerden 10 kişinin müracaatı
üzerine, müftülüğün teklifi ve mülki amirin onayı ile kurs binaları ve
müftülükçe uygun görülen yerlerde 'akşam Kur-an kursları', okulların yaz
tatiline girmesinden bir hafta sonra, ilköğretimin 5. sınıfını tamamlayan
öğrenciler için kanuni temsilcilerinin talebine bağlı olarak Kur-anı kerimi ve
mealini öğrenebilmeleri ve dini bilgilerini geliştirebilmeleri amacıyla Milli
Eğitim Bakanlığının denetim ve gözetiminde 'yaz Kur-an kursları' açılabileceği,
kadrolu öğretici bulunmadığı takdirde imam hatip lisesi mezunlarının öğretici
olabilecekleri, okulların tatil olduğu zamanlarda iki ayrı ve haftada 5 günü
geçmeyecek şekilde sınırlanan yaz Kuran kursları için bu sınırlamanın
kaldırılması, önceden eğitim öğretim yılı devamınca açık olan yurt ve
pansiyonların, kurslarda eğitim öğretim yapıldığı sürece açık olması hükmünün
getirildiği,
Oluşan tepkiler ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in
9.12.2003 günü Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu ile Devlet Bakanı Mehmet
Aydın'ı ayrı ayrı kabullerinde yaptıkları görüşmesi sonrasında, Diyanet İşleri
Başkanlığı değişiklik üzerinde yeniden çalışma yaparak 23.12.2003 tarihli Resmi
Gazete'de yayımlanan Diyanet İşleri Başkanlığı Kur'an Kursları ile Öğrenci
Yurt ve Pansiyonları Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik'
uyarınca 24.11.2003 tarihinde yapılan değişiklik ile getirilen düzenlemelerin kaldırıldığı,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın; 'öğrencilerin
önündeki eğitim engellerinin kaldırılması gerektiğini' söyleyerek,
önceki değişikliğin destekçisi oldukları mesajını verdiği,
03.12.2004 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 'Özel
Öğrenci Yurtları Yönetmeliği'nin 51. maddesi ile 13.1.1989 tarih ve
89/13715 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan Öğrenci
Yurtları ile Benzeri Kurumların Açılması, İşletilmesi ve Denetlenmesi Hakkında
Yönetmelik'in yürürlükten kaldırıldığı, yeni düzenleme ile eski
yönetmeliğin 51/c maddesinde yer alan özel öğrenci yurtlarında, dinin veya dini
hissiyatı veya dince mukaddes sayılan şeyleri alet ederek faaliyette bulunmak
hükmünün, kapatma nedeni olmaktan çıkartıldığı, (Ek.52)
53) Birlik Vakfı tarafından
Grand Cevahir Otel'de düzenlenen 'Meseleler ve Çareler' konulu
toplantıda, imam hatip liseleriyle ilgili düzenlemelerin Cumhurbaşkanı'nın
13.05.2004 gün ve 5171 sayılı 'Yükseköğretim Kanunu ve Yükseköğretim
Personel Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunu'nun' vetosunun
ardından yeniden TBMM gündemine alınmamasıyla ilgili eleştirilerle karşılaşan
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Yasanın tartışıldığı dönemde, başta
Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı olmak üzere, sivil toplum örgütlerinin
tepkisini 'yasanın karşısına dikilenler' olarak niteleyip, meslek liselerinde
çocuklarını okutanları çocuklarının durumuna sahip çıkmamakla suçlayarak,
toplumun gerektiği cevabı vermediğini öne sürerek, Yasanın Mecliste ikinci defa
görülmemesinin nedenini; 'Şunu hatırlatmak isterim, biz bunun ikincisini
de yaparız, yapardık. Ama bunun bedelini siz ödemeye hazır mısınız' Bunun
bedeli var. Biz hükümet olarak bu bedeli ödemeye hazır değiliz. Çünkü daha önce
ödenen bedeller var. Biz şimdi bu meslek liselerinde okuyanlara da aynı bedeli
ödetemeyiz. Bunun için de bu adımı atamayız. Toplum buna hazır olduğu zaman bu
adım atılır.'' şeklinde ifade ettiği, (Ek.53)
54) 23.6.2005 günü
Nizip'te halka hitap eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın:
'İmam hatip ve meslek liseleriyle diğer düz liseler
arasında üniversiteye girişte uygulanan katsayı farkını doğru bulmuyorum. YÖK'ün bu tavrını tasvip etmemiz mümkün değil. YÖK şu
anda, düz liselerle meslek liseleri arasında ayrımcılık yapar durumda. YÖK bu
ayrımcılığı yapma hakkına sahip değil. Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde, 'Sen
meslek, sen düz liselisin' ayrımı yapılmaz. Şüphesiz bunlar kendi içinde
yapılmadığı sürece o zaman bizler, yasama organı olarak yapılması gerekeni
yaparız. Ben ve çocuklarım imam-hatip mezunuyuz. Türkiye'de böyle bir
ayrımcılığı kabul edemeyiz. Sürekli olarak imam-hatip okullarını öne çıkarmak
suretiyle meslek liselerini mahrum etmek ayrımcılıktır. Bu yanlıştan
vazgeçmelisiniz. Eninde sonunda bu ülke bu sorunu halledecek. Yavrularımızın
önünü açın ki okusunlar' Katsayı adil bir yaklaşım değil. Bir defa üniversiteye
girecek olan öğrencilerin önüne böyle bir katsayı zulmünü koymak çok büyük bir
adaletsizlik. Çünkü bu bir yarış. Siz bir imtihan yapıyorsunuz. O zaman 'Bu
imtihanı niçin yapıyorsunuz' diye sorarlar. Eğer bir meslek lisesi mezunu da bu
imtihana giriyor ve başarıyorsa yola devam eder. Önünü kesemezsiniz. Dünyanın
hiçbir yerinde böyle bir şey yok. Diğer ülkelerde, öğrenciler imtihana katılır
ve başarırsa istediği üniversiteye girer. Bunu kendi ailemde de yaşadım.
Yavrularımın hepsi arzu ettikleri üniversiteye imtihanları neticesinde
girdiler. Bu süreci icat edenler sadece meslek liseleri noktasından bakmadılar.
Niyet okuyarak baktılar ve bu niyet okuyucuları süreci şu anda bir zulme
dayalı olarak maalesef devam ediyor' Sen YÖK yönetimi olarak başarılı olmayı
istiyorsan, ben de buradan YÖK yönetimine sesleniyorum: Şu anda Türkiye
üniversiteleri dünyada ilk 500'ün içerisinde yer alamamış. İkinci 500'ün
içerisinde iki üniversite var. Birisi 600 küsur, diğer 900 küsur sırada. Önce
bunu halledin. Sen buralarda başarılı olamıyorsun, gelip yavrularımızın önünü
kesiyorsun. Bu, adalet değil.'''Diyorlar ki, bu bir siyasi simge. Ne siyasi
simgesi, ne alakası var' Bu siyasi simge ise bu başörtülü vatandaşım sadece
Adalet ve Kalkınma Partisi de mi var' Diğer siyasi parti mensupları arasında
başörtülü yok mu' Milleti bölme yoluna gitmeyiniz. Bu ülkede başı açık olan da
örtülü olan da benim canım, ciğerim, kardeşimdir'' 'Bu ülkede imam-hatip
okulları bizim dönemimizde kurulmadı. Bu okuldakiler, tüm dersleri okuyor,
bunun yanında dini ilimleri de okuyor. Ben ve çocuklarım da imam-hatip
mezunuyuz. Zamanında bu engelleri bana da çıkardılar. Gidip bir de liseyi
bitirdik, sonra üniversiteye girdik. Bu yanlıştan vazgeçmelisiniz. Eninde
sonunda bu ülke bunu halledecektir.'
dediği (Ek.54)
55) 2006 yılı
Nisan ayında Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) Genel Kurulu'na
katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, 'irticanın siyasete, eğitime ve
devlete sistemli bir şekilde sızmaya çalıştığını' söyleyen Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer'e tepki göstererek, bazılarının zaman zaman 'laiklik
tehlikede' diyerek havayı bulandırma gayreti içine girdiğini savunduğu, 'Bu
yanlıştır. 14 milyon kişinin oyunu almış ve iktidar olmuş bir parti, laiklik
karşıtı olarak bu sahneye çıkmadı' dediği, İrticanın ikide bir gündeme
getirilmesinin yanlış olduğunu vurgulayarak, 'Önce irticanın bir tanımını
yapın' Eğer irtica dini siyasete alet etmekse, Türkiye'de dini siyasete
kimlerin alet ettiği bellidir. Ama eğer siz dindar insanları siyasetten
alıkoymak için bunu konuşuyorsanız, bu millet de sizi affetmez. Bunu böyle
bilin. Bu ülkede dindar insanların da siyaset yapma hakkı vardır. '
şeklinde konuştuğu, (Ek.55)
56) Başbakan Recep
Tayyip ERDOĞAN'ın 12.02.2008 tarihinde AKP TBMM Grubunda yaptığı
konuşmada, kendisini ve partisini eleştiren Doğan Medya Grubuna hitaben 'Bunların
derdi laiklik değil, menfaat hesabı. Bunlar köşeye sıkıştırma metotları.
Tehditle bizden bir şey alamazsınız. Bunların istediği düzen demokrasi değil,
diktatoryal düzen' dediği, CHP Genel Başkanı Deniz BAYKAL'a yönelik olarak
da 'İdam sehpasının yolunu gösteriyor. Biz bu yola çıkarken daha önce de
demokrasiye inanmış insanların söylediğini söylüyoruz. Biz o beyaz
çarşaflarla beraber yola çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız. Bu
konuda rahatız.' diye söylediği, (Ek.161)
57) Başbakan Recep
Tayyip ERDOĞAN'ın 13.02.2008 tarihinde partisinin İl Başkanları Toplantısında
yaptığı konuşmada 'Biz küçük olsun, benim olsun mantığı ile hareket etmedik.
Yüzde yüzün hizmetkarıyız, belli bir kesimin değil. Bizlere karşı gösterilen
bir farklı yaklaşım varsa cevapsız kalmayız. Zira bize de inanan, güvenen
bir kitle var. O kitle, sessiz yığınlar olarak yıllar yılı bekledi. O dille
tercüman olacak siyasetçiler olarak bizi buraya gönderdi. (') 'Öfkeli
olduğumu söylüyorlar, öfke de bir hitabet sanatı. Çünkü ben zulmü alkışlayamam,
zalimi de sevmem. Yumuşak başlıysak uysal koyun değiliz'' dediği, (Ek.
162)
58) Başbakan Recep
Tayyip ERDOĞAN'ın 17.02.2008 günü ATV isimli televizyon kanalında gazetecilere
verdiği mülakatta 'Kızlarımızın önündeki en önemli engel birinci derecede
'Ben ülkemde üniversiteye gidemiyorum, neden'' 'başörtüm olduğu için
gidemiyorum' işte bunu aşabilmenin gayreti içinde, bundan sonraki beklentilere
yönelik olarak Türkiye'de yasalar zaten belli. (') Kurumsal mutabakatı yüzde
yüz bekleyenler bir defa yanlışın içindeler. Hiçbir zaman mutabakat yüzde yüz
olur diyemezsiniz. (') Her şeyden önce sessiz duran yığınların bir
temsilcisiyim. Bakın alanlara, belli insanlar gelip toplanıyor. Onlar da benim
vatandaşım ve oralarda bazı senaryolar düzenleniyor. Sabırla izliyorum.
Bulunduğum makam nedeniyle. Ama şu anda böyle bir şeyin karşısında eğer gerilim
taraftarı olsam o meydanlara 10 katını biz toplarız. (') 5 yıl başörtüsü
konusunda ses çıkarmadık. Hep sabır sabır dedik. (') Din İşleri Yüksek Kurulu
1980'de Kuran-ı Kerim'den bir ayeti alıyor şöyle diyor: Cenab-ı Hak bu ayeti
ile celile ile cahiliye devrinin bu adetini kesinlikle yasaklamış. Müslüman
kadınların başörtülerini, saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun ve
gerdanlarını örtecek şekilde yakalarının üzerine salmalarını emretmiştir.' şeklinde
beyanda bulunduğu, (Ek.163)
59) 28 Şubat 2008
tarihinde Vakıf Üniversiteleri Birliği üyelerini kabulden sonra Başbakanlık
koridorunda bazı üniversite yöneticileriyle yaptığı sohbette türban konusunun
gündeme gelmesi üzerine Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN'ın,'Sizin
üniversitelerinizin rektörleri de ÜAK Üyesi. Ancak bildiriye imza atanlar oldu.
Bu konuda daha ilkeli tavır bekliyoruz. Bu bildiriye niye karşı çıkmıyorsunuz'
Tavır göstermenizi beklerdik.' dediği,(Ek.164)
60) Başbakan Recep
Tayip Erdoğan'ın 7 Mart 2008 tarihinde partisinin Uşak ilinde düzenlediği
bir toplantıda kendisine 'Af yok mu'' diye seslenen bir vatandaşa, '..Af
yok, suç işleyen cezasını çeker, Devlet katili affetme yetkisine sahip değildir.
Katili affetme yetkisi aslında maktulün varislerine aittir. Öyle olması lazım''
diye yanıt verdiği, (Ek.165)
61) NTV'de katıldığı canlı yayında Ankara
Temsilcisi Murat Akgün'ün sorularını yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın, Anayasa Mahkemesinin Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili olarak
verdiği karar hakkında; ''Halk 3 kurumun değil 2 kurumun seçimini yapıyor.
Meclis Başkanı'nı halk seçmiyor. Bu beton bariyerler koymaktır. Biz Anayasal
olarak ne gerekiyorsa, bugüne kadar uygulama neyse bunu yaptık. Bunun dışına
çıkmadık. Kimse bize Anayasa'nın dışına çıktınız diyemez. Anayasa Mahkemesi'nin
verdiği karar çok konuşulacak. Bitmedi. Bu yargı için talihsizliktir,
yüzkarasıdır. Açık net her şey ortada.('). Bizim adayımızın ülkemizi temsil
noktasında neyi eksikti. Kariyerinden karizmasına kadar neyi eksikti. Her
şey art niyetli.' Dediği, (Ek.178)
Tespit edilmiştir.
b- Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Bülent Arınç'ın
laik devlet ilkesine aykırı eylem ve demeçleri
1) 'Girişim'
dergisinde hem kendi ismi ve hem de 'Mir Mahmut Rıza' adıyla Cumhuriyet karşıtı
yazıları yayımlanan, yazdığı 'Rahmetli-Bir Garip Oğlanın Hikayesi'
isimli kitabında, Atatürk'ten rahmetli diye söz eden, laiklik ve Devlet
hakkında küçültücü yorumlar yapan, hazırladığı 'İlk meclis' adlı
belgeseli resmi ideolojiye aykırı bulunduğu gerekçesiyle yasaklanan Kemal
ÖZTÜRK'ün, TBMM Başkanı Bülent ARINÇ tarafından 2003 yılında 'İletişim
Danışmanlığı' görevine getirildiği, (Ek.56)
2) TBMM Başkanı
Arınç'ın, Dolmabahçe Sarayı'nda, ''2. Değerli Eşya Bölümü'' nün açılışının
ardından Erdoğan'ın başlattığı kamusal alan tartışmasını sürdürerek; 'Anayasa
ve kanunlarda ''kamusal alan'' diye açıkça tarif edilmiş hiçbir şeyin
bulunmadığını' Anayasada olmayan, bir kanun içerisinde yer almayan bir kavramı
kimse kendi düşüncesiyle böyle olmalıdır diye kural olarak koyamaz ve
dayatamaz'' ''Anayasayı yapan kurum Meclis'tir. Başka hiçbir kimse yasama
yetkisini paylaşamaz'' dediği, (Ek.57)
3) TBMM Başkanı
Bülent Arınç'ın, 2005 yılı Nisan ayında katıldığı CNN Türk'te yayımlanan 'Ankara
Kulisi' programında, Milliyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Fikret Bila ile
Hürriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Nur Batur'un, 'Meclis'e çarşaflı bile
girebilir; bir kadın milletvekiline 'Bikiniyle Meclis'e girmemeli, yaşı
geçmiş' dediniz gürültü koptu. 'Laik demokratik sistemi Türk halkı
benimsedi' dediniz. Laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nden yana mısınız yoksa
gönlünüzde bir İslam devleti mi yatıyor'' sorusunu: 'Sözümü sakınmam.
Konumum engellemese hiçbir haksızlığa tahammül etmem. Espri yapmış olabilirim.
O hanımefendi, 'Bikiniyle gelsem ne olur'' dedi, kendimce cevap verdim, o da
kendine yakışır bir cevap verdi, alacağımız vereceğimiz kalmadı.' biçiminde
yanıtladığı,
'Cumhuriyetin temel ilkelerini düzenleyen ve
değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek olan Anayasa maddelerinin hukuk mantığı
içinde kendisine uygun gelip gelmediğinin' sorulması
üzerine; 'Anayasa Mahkemesi'nin yetkisi Anayasa'da sayılmış. Anayasa'nın
değiştirilmesi teklif bile edilemez maddelerine amenna, buna hiç kimsenin bir
şey söylediği yok. Başka bir şey söylüyorum. Bu Anayasa Mahkemesi'ni
Meclis'te yapacağım bir Anayasa değişikliğiyle kaldırabilir miyim'
Kaldırabilirim. Avrupa ülkelerinin hiçbirinde Anayasa Mahkemesi'ne benzer bir
kurum yok. Tartışmaya açmıyorum, bir şikâyetim yok. Bugün üye sayısını,
görev sahasını değiştirebilirim. Yüce Divan yetkisini alabilirim. Her kanunun
Anayasa Mahkemesi'ne gitmesini engelleyebilirim. Her şeyi yapabilirim. Ben
Meclisim. Başkana cevap vermiyorum. Cevap vermeyi arzu etsem kisvelerimizi
çıkarır geliriz, ne kadar güzel olur o zaman. AİHM türbanı yasakladı, yaşasın;
Abdullah Öcalan'ı yeniden yargılanmasına karar verdi, yuh. Böyle şey olur mu''
şeklinde yanıt verdiği, (Ek.58)
4) Dolmabahçe
Sarayında Karaman Valiliği ve Belediye Başkanlığı tarafından düzenlenen 'Karaman
Türk Dili Ödülleri Töreni'nin ardından, basın mensuplarının sorularını
yanıtlayan TBMM Başkanı Bülent ARINÇ'ın; 'Benim söylediğim şeyler, eski
tabirle malumu ilandır. Yani herkesin bilmesi gereken, aslında da bildiği
şeylerdir. Ben Meclis başkanı olarak 'Biz istemedikçe siz yasama yapamazsınız.
Sizin yaptığınız şeyi mutlaka iptal ederiz. Biz bir karar vermekle, her şeyi
kökünden hallettik' gibi bir tavra yabancı olduğumuzu, bunun doğru olmadığını
ifade etmek istiyorum. Yoksa sayın Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın şahsı ve
makamıyla da herhangi bir sıkıntımız yok. Çok da iyi ilişkilere sahibiz. Ama
yasama yetkisini elinde tutan Meclis'in üstünde hiçbir organ yoktur. Bugüne
kadar yoktu, bundan sonra da olmayacak. Yasama yetkisini biz, halkımızın
egemenliğinden alıyoruz. Bunu da kimseyle paylaşmaya niyetimiz yok.'
dediği,
Bir gazetecinin, Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa
Bumin'in sözlerine atıfta bulunarak, Bumin'in bütün Avrupa ülkelerinde Anayasa
Mahkemesi bulunduğuna ilişkin sözlerini nasıl değerlendirdiğini sorması üzerine
de; 'Sayın Başkan'ın bunları söyleyip söylemediğini bilmiyorum. Kendisine
selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Türbanla ilgili olarak konuşan veya
konuşamayan pek çok insanın düşüncelerini hepimiz biliyoruz. Bu benim konumun
dışında. Bu konuya bizleri çekmeye çalışanlara ben rica ediyorum ki, sizler bu
konuyu yerli yersiz gündeme getirmeyin ki, ülkemizde bir gerginlik olmasın. Bu
konuların daha çok muhatabı biz olurduk. 'Konuştu, ortamı gerdi' derlerdi.
Şimdi görüyoruz ki, biz konuşmayınca başkalarının canı sıkılıyor ve onlar
konuşmaya başlıyorlar. Onlara rica ediyorum, türban konusunda konuşacak
kimseler olaya pozitif yaklaşsınlar ve çözümü konusunda öneriler getirsinler.
Bu önerilere ihtiyacımız olabilir. Ben sayın başkanın konuşmalarıyla ilgili
olarak türbanı bir kenara bırakıyorum, niçin konuştuğu konusuna da girmiyorum.
Bir siyasetçi, Meclis'in bir mensubu olarak, Meclis'in yasama yetkisine gölge
düşürecek hiçbir söze tahammül edemem. Bu sözü hiçbir zaman kabul edemem. Bu
benim sorunum değil. Ülkeyi bağımsızlık savaşından Cumhuriyet'e, Cumhuriyet'ten
güçlü ve bağımsız bir devlet olmaya götürenlere, Meclis'e saygı duyduğum için
bunu yapıyorum. Bu tepkisel bir davranış değil. Dünkü televizyon programını
izleyenler meseleye nasıl hukuk ve Anayasa açısından yaklaştığımı görmüşlerdir.
Türkiye sahipsiz değildir. Meclisimiz hiç sahipsiz değildir. Bu Meclis'in
sahibi 70 milyon insanımızdır. Meclis kimsenin şamar oğlanı değildir. Bundan
sonra da olmayacaktır. Meclis'in yasama yetkisini gelişi güzel sözlerle 'sayın
başkanı dışında bırakarak söylüyorum. Başkalarının da bu konuda niyeti
olabilir' sarsmaya, örselemeye, yıpratmaya kimsenin hakkı yok.' yanıtını
verdiği,
Bir gazetecinin 'Anayasa Mahkemesi'nin
kapatılabileceğini söylüyorsunuz. Burada hukuk ne işe yarıyor'' şeklindeki
sorusunu, '(Anayasa Mahkemesi'ni kapatırız) şeklinde bir cümlem olmadı.
Anayasa Mahkemesi kaldırılabilir, Anayasa Mahkemesi ile ilgili Anayasa'nın
hükümleri değiştirilebilir. TBMM, yasama yetkisine sahiptir. Bir örnek olarak
söylenmiştir.' biçiminde yanıtladığı,
TBMM Başkanı Arınç'ın, katıldığı bir televizyon
programında Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin'in geçtiğimiz günlerde
yaptığı konuşmayla ilgili kendi düşüncesinin sorulduğunu, kendisinin de bunun
üzerine şunları dile getirdiğini söyleyerek, 'Sayın Bumin'in türbanla ilgili
sözlerini çok önemsemiyorum. Çünkü bu konular zaten geçmişten bu yana
konuşuluyor. Herkesin hemen hemen fikirleri aynı. Sayın Başkan'ın emekliliğine
2 ay kala niye böyle bir konuya temas ettiği konusuyla da ilgili değilim. Bu da
beni ilgilendirmiyor. Ama beni ilgilendiren bir yönü var. Bir siyasetçi,
milletvekili, TBMM'nin Başkanı olarak Sayın Bumin'in konuşmasıyla ilgili önemli
gördüğüm husus şudur: TBMM, Anayasa'nın 7. maddesi gereğince egemenliği
halkı adına kullanır ve yasama yetkisi O'na verilmiştir. Bu yasama yetkisi
mutlaktır. Yasama yetkisini kısıtlayacak, üzerine gölge düşürecek, bölecek,
birbirinden ayıracak bir mekanizma yoktur. Yasama yetkisini Meclis,
halkının adına, egemenlik adına kullanır dedim.' açıklamasında bulunduğu,
Arınç'ın Anayasa'yı yapanın Meclis olduğunu, halkoyuna da
Meclis'in sunduğunu ifade ettiği, Meclis'in bugüne kadar Anayasa'nın 40'dan
fazla maddesini değiştirdiğini hatırlatarak; 'Anayasa'nın değiştirilemeyecek
1, 2 ve 3. maddelerinin dışında her kurum değişebilir', 'Türkiye'de
demokrasi varsa, Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletiyse, bu Anayasa 1982'den
beri yürürlükte. Bunun hükümleri milletimiz tarafından kabul edilmişse, yasama
yetkisi önüne engel koymak isteyenlere demokratik ülkelerde ancak gülerler.
Dolayısıyla eğer Anayasa Mahkemesi, Anayasa içinde bugün hiç kimsenin
tartışmadığı bir kurum olarak, hiç kimsenin tartışmadığı bir konumda ise ama
yeri geldiğinde TBMM, Anayasa Mahkemesi üyelerini, üyelerinin seçiliş şeklini,
görevlerini değiştirebilir. Bugünkü bazı görevlerini alıp, yeni görevler
yükleyebilir. Buna hiç kimsenin itirazının olmaması lazım. Bu iktidar,
muhalefet meselesi değildir. Bütün siyasetçilerin, TBMM'nin bütün üyelerinin,
yasama yetkisinin Meclis'te olduğunu bilerek ona sahip çıkması lazım. Kim ki,
Meclis'in bu yasama yetkisini elinden almaya kalkışır, kim ki, Meclis'in yasama
yetkisine dil uzatmaya veya O'nu bölmeye çalışır, yanlış yapar. Ben bu
yanlışlığı söylemek istiyorum.', '312. madde nasıl değişti ki, 5 yıl
önce mahkûmiyet alan bir insan, bugün bütün sonuçlarıyla affa uğrayabiliyor.
Artık suç olmaktan çıkarıldı. 158 ve 159. maddeler değişti. Yani Anayasa'nın
değiştirilebilecek hükümlerinin hepsi Meclis, tarafından değiştirilebilir. Bazı
eski Anayasa Mahkemesi başkanlarının bugünkü sözlerine bakıyorum, yani Meclis,
bir yasama görevi yapacak. Bunun check-balans sistemi içinde kontrol
mekanizmaları vardır. Ama hiçbirisi mutlak değildir. Sayın Cumhurbaşkanı,
Anayasa değişikliğini tekrar görüşülmek üzere Meclis'e gönderebilir. Meclis de
bunu tekrar çıkarabilir. Sayın Cumhurbaşkanı, bunu halk oylamasına götürebilir.
Halk oylamasının sonucunu beklememiz gerekir. Ama hiçbir şey, Meclis'in yasama
yetkisini elinde tuttuğunun aksini göstermez. Anayasa Mahkemesi'ne gidilebilir.
Anayasa Mahkemesi, Anayasa değişikliklerini esas yönünden de incelemez. Sadece
şekil yönünden inceler. Niye bu kadar büyük laflar konuşanlar, Anayasa'yı bir
kere açıp da okuma zahmetine katlanmazlar' Anayasa Mahkemesi bir kanunu iptal
edebilir. Tümünü, bir ya da birkaç maddesini iptal edebilir. Ama Anayasa
Mahkemesi'ne vücut veren Anayasa'nın kendisi diyor ki; bu mahkemenin kararları
kanun koyucu yerine geçmez. Geriye yürümez. Ancak gerekçeli olarak yayınlandığı
zaman hüküm ifade eder.' şeklinde konuştuğu, (Ek.59)
5) Başkanlığını
yaptığı TBMM'nin mescidinde Kuran kursu açıldığının yazılı basında yer aldığı, (Ek.60)
6) TBMM'nin
açılışının 86. yıldönümü, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı nedeniyle
özel gündemle toplanan Genel Kurul'da konuşan TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın; 'Özgürlüklerin
genişletilmesinde, yasakların kaldırılmasında ve demokratikleşmede temel iki
zorunluluk vardır: Birincisi, Anayasa'ya uygun olarak Meclisin karar alması.
İkincisi ise, milletin mutabakatıdır. Yeni bir düzenleme yapılmasında, Anayasa
değişikliğinde kurumların görüşünü almak başka bir şeydir, kurumların mutabakat
şartını aramak başka bir konudur. Dünya üzerinde daha çok demokrasi için,
sadece 'kurumların mutabakatını' arayan demokratik başka bir ülke yoktur.Türkiye'de
doğal bir durummuş gibi gösterilen bu tutumun, demokrasi anlayışımızı,
özgürlüklere yaklaşımımızı ve hukuka olan inancımızın nasıl olduğunu açıkça
gösterdiği inancındayım. Anlaşılmaz bir şekilde özgürlüklerin genişletilmesi,
yasakların kaldırılması için yıllarca bu kurumların mutabakatı beklenir
olmuştur. Ancak bir mutabakat aranacaksa sadece Yüce Meclis çatısı altında
halkı temsil eden Milletvekillerinin mutabakatının aranması gerekir. Eğer
burada bir mutabakat sağlanamazsa gidilecek bir tek merci vardır, o da yüce
milletimizin iradesidir. Ülkenin rejimine karşı bu kadar güvensiz olunamaz.
Türkiye'nin rejimi her konu tartışıldığında sarsılacak, etkilenecek kadar zayıf
değildir. Hiç kimse Cumhuriyetten, demokrasiden, temel özgülüklerden vazgeçme
niyetinde değildir. Dolayısıyla ülkede bir rejim sorunu değil, rejimin sahibi
olma tartışması vardır. Ülke yönetiminde inisiyatif alanlarını genişletme ya da
sahip oldukları gücü kaybetmeme tartışmaları vardır. Laikliğin, Yüce Önder
Atatürk'ün, Cumhuriyetin, bayrağın, rejimin sahibi milletin kendisidir.
Milletin temsilcileri olan bizler tüm bu değerlere bağlı kalacağımıza, sahip
çıkacağımıza milletvekili olduğumuzda yemin ettik. Bugüne kadar bu yeminimize
muhalif bir tek davranış dahi bu Yüce Meclisimiz içinde vuku bulmamıştır.
Tartışmaların odağında yer alan ve nerdeyse tüm fikir ayrılıklarının gelip
dayandığı bir başka konu da laiklik ilkesidir. Açıkça belirtmeliyim ki,
Anayasa'mızın değiştirilemez maddesi olan laiklik ilkesine, Türkiye'de karşı
çıkan kimse yoktur. Bütün tartışmalar laiklik ilkesinin farklı yorumlanmasından
kaynaklanmaktadır. Bu yorum farkı nedeniyle kamusal alanda her dönemde farklı
uygulamalar yapılmış ve tartışma yaşanmıştır. Kamusal alan, yurttaşların ortak
meselelerini eşit ve özgürce tartıştığı alandır. Dolayısıyla her bireyin ayrım
yapılmadan haklarının korunduğu, haklardan yararlandığı ve kendilerini özgür
hissettiği bir alandır. Bu alanı güvence altına almak ve tüm yurttaşlarına
eşitçe kullanım hakkı sağlamak devletin görevidir. Kamu yararı devletin değil,
halkın yararına doğru genişletilmelidir. Devlet kamusal alanın sahibi değil,
koruyucusudur. Bu koruyuculuk; oradaki eşitliğin, adil paylaşımın ve
hizmetlerin her birey tarafından kullanılmasını sağlamaktır. Kamusal alandaki
özgürlüklerin ve hakların bir gruba, bir kesime kayması anında devlet
koruyuculuğu devreye girer ve haksızlığı önler. Devlet kamusal alanda herkes
için geçerli olan hakları bir kesime yasaklayamaz ya da sınırlayamaz. Buradan
hareketle laiklik ilkesinin yorum farklılığını gündeme getirmek gerekir.
Anayasamızın değiştirilemez maddesi olan laiklik maddesi, ilelebet var
olacaktır. Ancak günün şartlarına, toplum yapımıza uygun olarak yorum
farklılıklarını ortadan kaldırmak gerekir. Bu, laikliğin özünü değiştirmeyecek,
bilakis toplumun bir arada daha uyum içinde yaşamasına katkı sağlayacaktır.
Dünyada birçok örneği olan laiklik uygulamasının, Türkiye'dekine benzer tek
örneği sadece Fransa vardır. Orada bile laiklikten yola çıkarak hak ve
özgürlükler bizdeki kadar kısıtlanmamıştır. Laikliği bir toplumsal barış ve
uzlaşı mekanizması olarak algılamak gerekir. Laiklik, devletin inançlar
karşısında tarafsızlığını zorunlu kılar. Bütün inançların kendisini ifade
etmesine imkân vermek, bireylerin ibadet hürriyetini sağlamak laiklik ilkesinin
temel işlevidir. Devlet, bu işlevi uygulayan ve tüm inançlara eşit mesafede
davranan aygıttır. Sorun işte burada başlamaktadır. Devlet, dini inançların
yaşamasını teminat altına alması gerekirken, tam tersine kamusal alanda bazı
inançların yaşam hakkını, ifade hürriyetini kısıtlamaktadır. Bunu da
laiklik adına yapmaktadır ki, siyaset bilimi açısından büyük bir çelişkidir.
Bu çelişki yıllardır Türkiye'nin iç huzurunu zedelemekte ve bitmez tükenmez sorunları
beraberinde getirmektedir. Aydınların, siyasetçilerin ve akademisyenlerin hep
birlikte çözmesi gereken yorum farkından kaynaklanan işte bu
çelişkidir.' şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.61)
7) 23 Nisan
2006'daki TBMM özel oturumunda yaptığı konuşmanın ardından Anayasa
Mahkemesi'nin 44. kuruluş yıldönümü törenine katılan TBMM Başkanı Bülent
Arınç'ın, 'Konuşmanız hem takdir gördü, hem eleştirildi. Ne diyorsunuz'
sorusunu; 'Türkiye büyük bir devlet. Şu anda Türkiye'de en çok ihtiyacımız
olan şey toplumsal barış. Toplumsal barış projemizi gerçekleştirmek zorundayız.
Bunun gerçekleşebilmesi için bazı konularda elbirliği yapmamız gerekir. Bu
laikliğin yorumlanmasıdır. Laiklik ilkesine ne benim, ne başka bir kimsenin
hiçbir zaman ciddi bir itirazı olmaz. Ama laiklikten ne anladığınızı ortaya
koymalısınız. Katı laiklik uygulamasıyla insanlara sosyal hayatı bir cezaevine
çevirecek anlayışlar ne kadar zararlıysa, laikliği bir barış ve özgürlük, din
ve vicdan hürriyeti olarak tanımak ve insanların inançlarına müdahale etmemek
de o kadar toplumsal barışa hizmet edecektir.' biçiminde yanıtladığı, (Ek.62)
8) 2006 yılı Mayıs
ayında ATV de katıldığı Teke tek programda TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın, türban
tartışmalarıyla ilgili olarak, 'Kurumlar arası mutabakatı en çok başbakan
konuşuyor. Bu güzel bir şey ama, çok gerekli bir şey de değil. Çünkü Anayasa
görevi bize vermiş. Bireysel bir hakla ilgili referandum olmaz. Kurumların
mutabakatını aramak için gün geçirilmez. Kanun çıkarılırken vekillerin
mutabakatı aranır. Buradan da sonuç alınamadı ikinci yer millet iradesi yani
referandumdur. Bakalım halk ne diyecek' ifadelerini kullandığı, 'Anayasanın
hiçbir yerinde, 'laiklik şu anlama gelir' şeklinde bir madde yok' diye
söylediği, 'laikliğin, devletin, Cumhuriyetin bir vasfı olduğunu,
insanların laiklik vasfının olmadığını' ifade ettiği, (Ek.63)
9) TBMM Başkanı
Bülent Arınç'ın, 22. Dönem 3. yasama yılını değerlendirmek üzere düzenlediği
07.07.2007 günlü basın toplantısında; 'Yaşanan tartışmaların merkezinde
başörtüsü, laiklik, YÖK, imam hatipler, Kuran kursları ve benzeri konulardır.
Ancak tartışmanın ana merkezi bizce bu konular değildir. Tartışmanın ana
merkezi özgürlüktür. Türkiye'nin sorunu özgürlüklerin sınırını kimin
belirleyeceğidir. Sınırın Meclis tarafından belirlenmesini savunuyoruz. Bu,
demokrasinin gereğidir. TBMM, halkın temsil edildiği tek yerdir. Bu yüzden de
ülkenin kaderi için son sözü Meclis söyler. Ancak nedense bazı kurumlar ya da
kişiler, bu gerçeği kabullenmek istemiyorlar. Halk bu Meclis'i, partilerin program
ve projelerine bakarak seçmiştir. Ortaya çıkan aritmetik tablo ne olursa olsun,
Meclis'in her tasarrufu halkın kararıdır ve herkesin buna saygı göstermesi
gerekir. Dolayısıyla halka hesap verecek siyaset kurumunun, hiçbir siyasi
sorumluluğu olmayan kurumlar tarafından iş yapamaz hale getirilmesi, bloke
edilmesi kabul edilebilir bir durum değildir. Daha da şaşırtıcı olan şey,
'Meclis bu kanunu çıkaramaz, değiştiremez', diyerek, halkın iradesine meydan
okuyanların bile ortaya çıkmasıdır.' dediği (Ek.64)
10) TBMM Başkanı
Bülent Arınç'ın, 01.06.2006 tarihinde CNNTürk televizyonunda katıldığı canlı
yayında; 23 Nisan konuşmasındaki sadece laiklik konusunu birkaç kişinin
tartıştığını ileri sürerek; ''Söylediğimiz tek şey şudur: Anayasanın 2.
maddesinde demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlanan Türkiye
Cumhuriyeti'nin bu niteliklerine benim de kimsenin de bir itirazı yok.
Anayasanın 3. maddesi, bu ilkenin değiştirilmesini ve kaldırılmasını
yasaklıyor. Doğru olan da bu. Laiklik ilkesine 'evet' diyoruz ama burada
konuştuğumuz konu, bu ilke nasıl yorumlanacak' Anayasada laiklik tarif
edilmemiştir. Laiklik ilkesi söz konusudur. Başka hiçbir yasada laiklik ilkesi
tarif edilmemiştir.'' şeklinde konuştuğu,(Ek.65)
11) TBMM Başkanı Bülent
Arınç'ın, Yeni Şafak Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu ile
2006 yılı Mayıs ayında yaptığı mülakatta;
'Laiklik, Türkiye Cumhuriyet Devleti'nin niteliklerinden
bir tanesidir. Hiçbir itirazımız yok. Bunu çıkaralım gibi bir düşüncemiz kesinlikle
yok. Gerçek laikliğe bir itirazımız yok. Laiklik Türkiye'ye Batı'dan
gelmiştir. Bugün Batı kültürünün kendi içinde yaşattığı laiklik duygusu ile
Türkiye'de dayatılmak istenen laiklik arasında çok büyük farklar var.
Geçirdiğimiz değişimler sonucunda artık liberalizm, özgürlükler, insanların
kendilerini rahatlıkla ifade etmesi gibi bir noktaya geldik. Biz burada
laikliği din ve vicdan özgürlüğü olarak anlayabiliriz.'''Yargıtay
içtihatlarında 1985'e kadar katı laiklik anlayışı vardır. Bu tarihten sonra
katı laiklikten ayrılmıştır. Bir içtihatta der ki: 'Laikliğe iman etmek
mecburiyetinde değilsiniz.' Bugün 'dini ibadetler bile yasaklanabilir'
anlayışını kabul etmiyorum. Bir bayanın başındaki örtüsünü sokakta bile
giyemeyeceğini, taşıdığı kamusal görev sebebiyle yasaklayan bir anlayışın,
dünyanın hiçbir ülkesinde olmadığını düşünüyorum. Hem 'egemenlik milletindir'
diyoruz, hem de millete biraz korkuyla, biraz endişeyle, biraz şüpheyle
bakıyoruz. Geçmişten beri ceberrut bir zihniyet yani milleti 'güvenilmez, ne
yapacağı belli olmaz, çok fazla imkan vermemek lazım' düşüncesiyle kabul
ediyorsa tartışma oradan çıkıyor. Rejiminde, laikliğin de, demokrasinin de,
cumhuriyetin de bir tek koruyucu vardır o da Türk milletidir. Hiç bir kurum ben
korurum dememelidir.'
'Benim konuşmama bütün kurumlar dururken, sadece YÖK'ten
cevap geldiyse, ben şunu düşünürüm: Niçin sadece YÖK' Yani halk tabiriyle
yarası olan gocunur; kendilerine atfettiğimi anladılar da onun için mi' Bunu
düşünerek Sayın YÖK Başkanı Erdoğan Teziç bana cevap verdi. Teziç 'kuvvetler
ayrımı vardır bütün yetki ve egemenlik Meclis'te değildir' diyor. Evet doğru.
Ama sen bunların içinde yoksun! Sen yasamayı, yürütmeyi, yargıyı temsil
etmiyorsun! Senin bana cevap vermek veya beni eleştirmek hakkın yok! Sen ne
hakla kendini bu erklerden birisi olarak görüp bana cevap getiriyorsun'!..
Yüksek öğretim YÖK'e bırakılmayacak kadar önemlidir.'
'Biz birbirimizin görev sahasına müdahale etmeyeceğiz.
Anayasa Mahkemesi eski başkanı gözümüzün içine baka baka: 'Bizim kabul
etmediğimiz bir konuda siz yasama yapamazsınız' dediğinde, ben gereğini
söylemiştim. Eğer yürütme ve yargı kendi hukuklarını korumazsa, bazı kurumlar
kendilerini çok güçlü görerek, bunlar üzerinde söz söylemeye devam ederse,
büyük yıpranma olur. Ben Meclis Başkanlığım süresince Meclis'e sahip çıkmaya
çalıştım.'
'Ben kamusal alan derken, halkın özgürce paylaştığı
alanlar olarak tarif ediyorum. Birisinin, burası kamusal alandır, diyerek,
yasak levhası koyması bugüne kadar Avrupa'da kabul görmemiştir. Bazılarının
anladığı gibiyse kamusal alan, orada yaşamak mümkün değildir. Ne belediye
otobüsünde, ne hastanede, ne Tapu Kadastro'da ne belediye binası içinde, ne
Meclis'te, ne Çankaya Köşkü'nde, ne şurada ne burada... Kamusal alanı
devletin hizmet verdiği alanlar olarak sınırlamaya sokamazsınız. Burada insan,
halk önemlidir. Toplumda yaşayan insanların, eşit olarak paylaştıkları
özgürlüklerden eşit olarak istifade ettikleri alan olarak anlamak lazım. Devlet
bunun koruyucusudur, sınırlayıcısı değildir.'
'Tartışmalar yanlış yerlere çekildi, çünkü tam demokrasi
isteğine verecekleri bir cevap yoktur. Azınlık antireformcu bir grup tarafından
Türkiye'nin küresel güç olması engelleniyor. Bunlar güçlerini Türkiye'nin daha
özgür ve demokrasiye sahip olmasına engel olmak için kullanıyorlar. Çünkü, tam
demokrasi olsa bu azınlık antireformcular güçlerini kaybederler. Demokrasi
elitlerin rejimi değildir. Demokrasi, azınlık bir grubun rejimi değildir.
Demokrasi zenginlerin rejimi değildir. Demokrasi, fakirler, mağdurlar, mazlumlar
ve sokakta yaşayan herkes için vardır. Hiçbir ayrım yapmadan her birey için
vardır demokrasi. Bu hakkı kullanmaya kimse engel olamaz.'
'Bu kızlar Türkiye'de okuyamaz Suudi Arabistan'a
gitsinler, demek hem bizim için hem kızlarımızın için aşağılayıcı bir kelimedir.
Niçin Arabistan'a gitsinler' Başı örtülü olanlar sadece Arabistan'da mı
tahsillerini görüyor' Dünyadan habersiz. Avusturya'dan Güney Kore'ye,
Avustralya'dan ABD'ye kadar bütün ülkelerdeki üniversitelerin hepsinde çocuklar
başörtülü okuyabiliyor. Niçin o ülkeleri örnek vermiyorsunuz, Suudi Arabistan'a
gidin diyorsunuz' Bunun içerisinde bir aşağılama seziyorum. Bu söz bence bir
aşağılamadır..' dediği, (Ek.66)
12) TBMM Başkanı
Bülent Arınç'ın 2003 yılı Eylül ayında, Türkiye Demokrasi Vakfı'nca Armada
Otel'de düzenlenen toplantıda 'Meclis ve Demokrasi' konulu yaptığı konuşmada 'Siz
ifade özgürlüğüne tam sahip değilseniz, kapatılmamak için, önünüze engeller
çıkmaması, iktidara giderken bir takoza ayağınız takılıp da düşmemek için yalan
söylemeye, samimiyetsiz davranmaya, takiyye yapmaya mecbursunuz.' diye
söylediği, (Ek.67)
13) TBMM Başkanı
Bülent ARINÇ'ın 2007 yılı Nisan ayında Turgut Özal Düşünce ve Hamle Derneği
tarafından TBMM'ne verilen 'Demokrasi Ödül Töreni'nde yaptığı konuşmada;
''.1950 yılında 12 Nisan'ında Mareşal Fevzi Çakmak vefat ettiğinde O'na
görkemli bir dini tören yapılması tartışması çıkmıştı. Tartışmaların bir kısmı
sanırım yine laikliğe aykırı olacağı gerekçesiyle yapılmıştı. Ancak sonunda
halkın büyük sevgi beslediği Mareşal için Beyazıt Camiinde büyük bir katılımla
cenaze namazı kılındı ve sonra da defnedildi. O tartışmaların içinde 23 yaşında
bir genç öğrenci lideri daha vardı: Turgut Özal. Tarihin cilvesine bakın ki,
rahmetli Özal'ın cenazesi de aynı tartışmalara sahne oldu. Ancak yine aynı
görkemli kalabalık Fatih Camiinden O'nu hakkın rahmetine uğurladı. O zaman
sadece sevenleri değil, O'nu desteklemeyenler de o cenazeye katıldı ve
tekbirlerle 8. Cumhurbaşkanımız Edirnekapı'da defnedildi. O cenazede küçük
kartona elle yazılmış pankart taşınmıştı. Halkın arasından biriydi kuşkusuz.
Tekbirler eşliğinde taşınan cenazenin arkasından tutuluyordu. Şöyle yazıyordu o
kartonda: 'Sivil, dindar, demokrat Cumhurbaşkanı' Bu Özal'ın
kendisiydi. Bu milletin özlediği Cumhurbaşkanının tanımıydı. Baylar,
Bayanlar son elli yılda yaşanan tartışmaların nedeni işte bu kartona yazılmış
bu tanımdır. Sivil, dindar ve demokrat Cumhurbaşkanı taraftarları ile onun tam
tersi tanımların tartışması son elli yıldır hiç bitmedi. Bugün de tartışmanın
adı budur. Meclisimizin sivil, dindar, demokrat bir Cumhurbaşkanı seçecek
olmasına yine itiraz ediliyor. Menderes'in Başbakanlığına, Özal'ın
Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığına yapılan itirazların altında hep bu kimlik tanımı
vardır. Bu tanım kim ne derse desin, Türk milletinin kendi öz Cumhurbaşkanı
tanımıdır. Rahmeti Özal dindar olduğu için hakkında söylenmedik şey
bırakılmadı. 'Takunyalı' gibi seviyesiz sıfatlar Özal'a ve onun çalışma
arkadaşlarına o dönemde takıldı. Cuma namazına gitmesi, bayram namazına
gitmesi, Hacca gitmesi hep eleştirildi. Sivil olması, dindar olması,
demokrat olması nasıl sorun çıkartabilirdi bu ülke için'...' şeklinde
beyanda bulunduğu, (Ek.68)
14) TBMM Başkanı
Bülent Arınç'ın, 13.11.2005 tarihinde TBMM Sabit Osman Avcı Eğitim Tesisi'nde
basınla düzenlediği sohbet toplantısında ''Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi'nin (AİHM) Leyla Şahin hakkındaki kararının hukuki anlamda Türkiye
için bağlayıcı olmadığını, yasaklılığı savunmadığını, bu yasakların kaldırılması
halinde de kendisinin herhangi bir kısıtlayıcı madde getirmeyeceğini
düşündüğünü'' kaydetmiştir. ''AİHM bir mahkemedir ve verdiği karar da
bir yargı kararıdır. Bunun üzerinde söz söylerken, hukuki, objektif ve adil
olmak mecburiyetindeyiz. Duygularımızı işin içine sokarsak bir tartışmayı devam
ettirmiş oluruz. Türkiye'de maalesef pek çok konu tartışma yerine kavgaya
dönüştüğü için; tartışma, fikirlerini rahatlıkla ortaya koyma yerine,
birbirlerinin düşüncelerine karşı hasmane mücadele edildiği için, çoğu zaman da
ne olduğunun farkına varmıyoruz. Bu mahkeme kararlarına karşı bir şey
söylerken, 'mahkeme kararı yüzde yüz doğrudur, buna katılıyoruz' deme konusunda
biraz ihtiyatlı olmak mecburiyetindeyiz. Çünkü bu mahkemenin bugüne kadar ki
pek çok kararına karşı çıktık. Bu kararları hukuki olmaktan çok, siyasi olmakta
nitelendirdik. AİHM'in birçok konuda verdiği kararı eleştirirken, sadece bu
konuda verdiği kararı alkışlamanın bir çifte standart olacağını söyleyenler,
doğrusu çok da haksız sayılmazlar.'''''Dolayısıyla AİHM'in bu kararının hukuki
anlamda Türkiye için bağlayıcı olmadığını, yasaklılığı savunmadığını, bu
yasakların kaldırılması halinde de kendisinin herhangi bir kısıtlayıcı madde
getirmeyeceğini düşünüyorum. Bu karar sebebiyle Avrupa ya da ABD'de de yüksek
öğretimde, yani üniversitelerinde başörtüsünün yasaklanmayacağını düşünüyorum. Laiklik
tartışmaları eskiden beri devam eder, zaman içerisinde laiklik de gelişir. Ama
bugün bütün dünyada görebildiğimiz kadarıyla, din ve vicdan özgürlüğünün genel
anlamda kabul edilmesi halinde, Türkiye'de bu sebeple laikliğin ihlal
edildiğini söylemek de mümkün değildir.'' ''Bu kararı yanlış
bulduğumu ifade ediyorum. AİHM büyük bir yanlış yapmıştır''' ''Buradan söylüyor
ve iddia ediyorum. Hukukçulardan rica ediyorum; Bu konunun cevabı eğer bir soru
ise 'evet doğrudur, hayır yanlıştır...' ikisinden biri. Doğruysa sözümün
arkasına dikkat etsinler, yanlışsa biri bana desin ki hayır 3. bir kanun daha
var ki o kılık kıyafeti tanzim ediyor, yasaklıyor veya serbest bırakıyor. Böyle
bir hukuk normunu Anayasa içinde ya da kanun olarak bulmak mümkün değildir.
Anayasa Mahkemesi, kendisine yapılan başvurular sonucunda, Anayasa'nın 2, 3, ve
4. maddelerine atıf yaparak, 'çağdaş giysinin böyle olamayacağı konusunda' bir
hüküm getirmiştir. Anayasa Mahkemesi, Anayasa'da ve yasalarda açıkça ortaya
konulmamış bir hüküm konusunda, yorum yapmak suretiyle bir karar vermiştir.
Oysa Anayasa ve hukuk normları, mahkemeler tarafından uygulanacak
normlardır.(') Bugün Leyla Şahin davası nedeniyle tartıştığımız konu
üniversitelerde başörtüsüyle tahsillerine devam edip edemeyecekleri konusudur.
Ve benim bu konudaki argümanın Avrupa'da ABD'de pek çok ülkede de başörtüsüyle
üniversiteye devam edilebildiği, yasaklamanın ilköğretim okulları ve kamu
görevlileriyle sınırlı olduğudur. Hukukçuların meseleye bu açıdan da bakmasını
istiyorum. 70 milyon insanı huzursuz eden yasakların hangi anlamda konulduğunu
hangi anlamda kaldırıldığını bu açıdan düşünmeleri gerektiği için bunları
söylüyorum. 'Dünyanın her yerinde inandığı mesele için doğru haklı yolda
mücadele edenler sonunda bu özgürlüklerine kavuşurlar. Yapacağınız tek şey
demokrasi ve hukuk içinde kalmaktır. Devletimizi, toplumumuzu çiğnemeden 'benim
bu hakkım var' diyebilmeliyiz' ''Stilistler olsa da 5 tane baş örtme modeli
belirlese 'bu siyasi simge değildir' dese, TSE olmasa da Yüksek Öğretim Kurumu
yapsa iyi bir iş yapmış olur. Bu insanların hiçbiri devlete, Cumhuriyete,
Atatürk'e karşı değil.'''Türkiye'de eğitim birliği olduğunu anımsatan Arınç; 'Farklı
grupların okulları olsaydı, bunun yanında laik okullar olsaydı, ikili yapıyı
anlamak mümkündü. İnsanların tercih hakkı olurdu.' biçiminde konuştuğu, (Ek.69)
15) TBMM Başkanı
Bülent Arınç'ın, 15.11.2005 tarihinde Romanya'ya hareketinden önce Esenboğa
Havalimanı'nda düzenlediği basın toplantısında AİHM'in türban kararıyla ilgili
tartışmalara ilişkin olarak, ''Herkesi bu konuda dürüst olmaya
çağırıyorum''' ''Türban konusunda, 'bu iş bitmiştir' demekle iş bitmiyor. Eğer
bir sorun varsa bu sorunun çözümü konusunda herkesin yardımcı olması lazım.
Herkesin beyaz sayfa açarak olayda doğrudan taraf olmayı bir kenara bırakıp
toplumun, insanlarımızın huzuru için milletimizin kardeşliğinin, beraberliğinin
pekişmesi için bir çözüm bulmaya mecburuz. Ben size soruyorum; türbana 'siyasi
simge' diyorsunuz, türban da örtünme biçimlerinden birisidir. Böyle bir kabul
varsa, Anayasa Mahkemesi kararlarına bu girmişse ve devletin tüm kurumları bu
konuda bir hassasiyet gösteriyorsa peki eyvallah. Türban olmasın da ne olsun ben
bunu soruyorum. Benim bu soruma kaçamak cevap vermeyin lütfen. Benim bu sorumu
yanlış, gülünç, tartışılabilir bulabilirsiniz. O zaman da lütfen sizin
düşünceniz ne, siz bu konuda bir uzlaşma meydana getirebilmek için ne
öneriyorsunuz' Şimdi Türkiye'de bir kesim diyebilir ki, 'başını örtmek
kesinlikle yasaktır ve mümkün değildir. Bunu anlamak mümkün. Katılmazsınız ama
bu bir tavırdır. Denir ki şu veya bu şekilde başını örtmek kesinlikle yasaktır.
Bunun tartışması olmaz. Yani 'yasaktır' denmişse bunun azı mı, çoğu mu nasıl
olacağı konusunda kimsenin tartışmaya girmesi düşünülemez.'' '''Bu kızların, bu
bayanların üniversitede örttükleri şeye türban denir ve türban bizim geleneksel
baş örtülerinden birisi değildir. Bir inancın gereği değildir. 'Bu bir siyasi simgedir'.
Buradan şunu anlayabiliriz, türban takmamak suretiyle baş örtülebilecekse bu
serbesttir. Bilmem yanlış mı anlıyorum' Bu konuda dürüst ve samimi davranan
çevreler, Türkiye'de böyle bir çıkar yol bulmaya çalışıyorlarsa, mesela bazı
toplumlarda türban şeklinde değil de 'geleneksel başörtüsü' denen şekilde yok
aşağıdan bağlayarak, kelebek yaparak, önden biraz açarak, arkadan biraz fazla
bırakarak, bu tip birbaş örtmenin siyasi simge sayılamayacağı ve serbest
olacağı konusunda bir duyarlılık varsa ben teklifte bulunuyorum; diyorum ki,
türban değil, siyasi simge değil ama başını örtmek isteyen nasıl örtsün' Siz
bunu tarif edin hukukta...' dediği, (Ek.70)
16) Türbanın
yükseköğretim kurumlarında serbest bırakılması amacıyla Adalet ve Kalkınma
Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisisin ittifak yaparak Anayasanın 10 ncu ve
42 nci, Yüksek Öğretim Kanunun Ek 17 nci maddesinin değiştirilmesi teklifini 1
Şubat 2008 tarihinde TBMM'nin gündemine taşımaları sonrasında, 22 nci dönem
TBMM Başkanı ve halen davalı parti milletvekili olan Bülent Arınç'ın, ''İnsanlar
sokakta teneke çalmaya başladı. Yüzde 47 oy almış bir parti,
mütevazi olacağım diye, teneke çalıp gürültü yapanların karşısında neredeyse
mahcup durumda'' dediği, türbanlı öğrencileri kastederek, ''Onlar bu kıyafetiyle
giremezken, çok sevgili arkadaşları hangi kıyafetle okula giriyorlar,
hepiniz biliyorsunuz'' diye söylediği, (Ek.71)
Anlaşılmıştır.
c- Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün laik devlet ilkesine
aykırı eylem ve demeçleri
1) Laik
devlet yapısını değiştirerek yerine dini kurallara dayalı bir devlet kurmak
amacıyla yasadışı örgüt kurup bu amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulunmak
suçundan hakkında dava açılan Fetullah GÜLEN isimli tarikat liderinin yurt
dışında kurduğu okullar bir ticari şirket olarak değerlendirilip temas ve
işbirliği yapılması, Abdullah Gül'ün Dışişleri Bakanı olduğu dönemde Bakanlığın
genelgesi ile Büyükelçiliklerimizden istenmiştir.
Şöyle ki;
Genelkurmay Harekat Başkanlığının Mart 2002 tarihli 'PKK,
DHKP/C ve İrticai Örgütlerin Avrupa'daki Faaliyetleri' adlı raporunda 'demokratik
yollardan devlet kademelerinde kadrolaşarak, Atatürk İlke ve Devrimlerini
ortadan kaldırıp Şeriat esaslarına dayalı bir devlet kurmayı ve bunu takiben
Dünya İslam birliğini gerçekleştirmeyi hedeflediği' belirtilen Fetullah
GÜLEN isimli cemaat liderinin yurt dışında kurduğu ve faaliyetleri nedeni ile
bulundukları ülke Devletleri tarafından Türkiye'nin uyarılmasına neden olan
okullar bir ticari şirket olarak değerlendirilip temas ve ilişki kurulması,
Abdullah Gül'ün başında bulunduğu Dışişleri Bakanlığının bir genelgesi ile
Büyükelçiliklerimizden istenildiği,
Dışişleri Bakanlığı'nın, Büyükelçiliklere gönderdiği bir
başka genelge ile de; Milli Görüş örgütlenmesinin Genelkurmay Harekat
Başkanlığınca düzenlenen ve yukarıda sözü edilen raporda, 'şer'i esaslara
dayalı devlet düzeni kurmayı amaçladığının' belirtilmesine (Ankara 2 Nolu
Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin 1999/37 sayılı dava dosyası. Klasör no:17) ve
Almanya ile imzalanan Güvenlik İşbirliği Anlaşması'nda Avrupa Milli Görüş
Teşkilatı'ndan 'köktenci terör örgütü' olarak söz edilmesine rağmen, bu
teşkilat mensuplarının yurtdışındaki vatandaşlarımızın sorunları ve milli
konularda dış temsilciliklerimizce gerçekleştirilen faaliyetlere katkıda
bulundukları belirtilerek bu örgütle temas ve işbirliği kurulmasının
istenildiği, (Ek.72)
2) Dışişleri
Bakanı Abdullah Gül'ün 2005 yılı Kasım ayında bir gazetecinin, Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, AİHM'nin türban kararını din alimlerinden görüş almadan
vermesini eleştirdiği açıklamasını hatırlatarak 'AİHM kararından önce din
bilginlerine danışması gerekir mi'' şeklinde soru sorması üzerine 'Bunu
AİHM'ne sormanız gerekir. Sayın Başbakan'ın söylediği gayet açık. Mademki din
ve inançlarla ilgili konular söz konusu, o zaman din bilginlerinden de görüş
almak gerekir şeklinde düşüncelerini paylaşmış arkadaşlarla. Bunu farklı
mecralara çekmenin bir anlamı yok. Buradaki tuzağı da gayet iyi görüyoruz biz.
O açıdan bu konularla ilgili dikkatli hareket etmeye devam edeceğiz. İnanıyorum
ki günü geldiğinde Türkiye kendi sorunlarını kendisi çözecek olgunluğa
ulaşacak.' dediği, (Ek.73)
3) Dışişleri
Bakanı Abdullah Gül'ün, 2003 yılı Kasım ayında Roma'daki AB Troykası
toplantısına giderken uçakta yaptığı söyleşide Avrupa Birliği İlerleme Raporu'nun
demokrasi ve insan hakları alanlarındaki sorunlar listesinde türban yasağının
dâhil edilmemesini eleştirdiği, (Ek.74)
4) 2004 yılı Ekim
ayında SKY-Türk televizyonunda soruları yanıtlayan Dışişleri Bakanı Abdullah
Gül'ün, türban yasağının AB insan hakları standartları içinde bulunmayan bir
yasak olduğunu ve günü geldiğinde bu yasağın Türkiye'de kalkacağından şüphe
duymadığını belirterek, raporda türban konusuna yer verilmemesi konusunda; 'Tabii
ki bunlar AB insan hakları standartları içinde olmayan yasaklardır. Günü
geldiğinde bunların hepsi kalkacak Türkiye'de. Ben doğrusu bundan eminim.
Paris, Londra veya Berlin'deki bir üniversitede olmayan yasakların, Türkiye'de
de olmaması gerekir. Üstelik bizim kendi kültürümüzün bir parçasıysa hiç
olmaması gerekir. Bunlara zamanla, soğukkanlılıkla halledilmesi gereken
konular olarak bakıyoruz. O açıdan toplumun da bunları bu şekilde göreceğine
inanıyorum, ama muhakkak ki bu tip yasaklar Türkiye'de kalkacaktır. Bunlar AB
standartlarındaki özgürlük, demokrasi, insan hakları anlayışıyla bağdaşmaz. AB
söz konusu olmasa bile bunlar bizim partimizin, hükümetimizin zaten öncelik
verdiği konulardır. Bunların uzlaşma ortamı içinde çözülmesi gerektiğine
inanıyoruz.' şeklinde açıklamalarda bulunduğu, (Ek.75)
5) Dışişleri
Bakanı Abdullah Gül'ün, BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin kabulünün 55.
yıldönümü nedeniyle özel gündemle toplanan TBMM İnsan Hakları İnceleme
Komisyonu toplantısında, hedeflerinin ifade ve inanç özgürlüğünün işkence ile
terörden arındırılması olduğunu, bununla ilgili yasal düzenlemelerin hepsinin,
kararlı şekilde gerçekleştirileceğini belirterek; 'ifade ve inanç
özgürlüğünde kararlıyız; herkes inandığını yaşayabilmeli..Herkes güven içinde,
korkudan, endişeden uzak olmalıdır. Düşündüğünü inandığını rahatlıkla ifade
etmeli, inandığını rahatlıkla yaşayabilmelidir. İfade ve inanç özgürlüğü,
işkenceden ve terörden tamamen arınmak, bizim hedefimizdir. Bununla ilgili
yasal düzenlemelerin hepsi, kararlı şekilde gerçekleştirilmeye devam
edilecektir' şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.76)
6) İstanbul
Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Leyla Şahin'in, 1998 yılında derslere
türbanla girmekte ısrar edince 15 gün okuldan uzaklaştırma cezası aldığı,
ardından okuldan atıldığı, iç hukuk yollarını tüketen Şahin'in türban yasağının
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin, 'hiç kimsenin dinsel inanç ve
kanaatlerinden dolayı eğitim görmekten men edilemeyeceğine' ilişkin din ve
vicdan hürriyetiyle ilgili 9. maddesinin ihlali olduğunu ileri sürerek AİHM'ne
başvurduğu,
Strasbourg'daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde
görüşülen Leyla Şahin davasında Hükümet adına Abdullah Gül'ün başında bulunduğu
Dışişleri Bakanlığı kanalıyla gönderilen yazılı savunmada; Türkiye'nin laiklik
ilkesi, çağdaş eğitim konusundaki tutumu, çağdaş eğitim ilkeleri, yasal
düzenlemeler ve mahkemelerin aldığı kararlara yer verilerek, Türkiye'de
Anayasa'nın, din istismarını yasakladığı, türbanın üniversitelerde laik
eğitimle çeliştiği ve bağdaşmadığı, gericiliği teşvik ettiği gerekçesiyle,
türban yasağının Anayasa'ya uygun olduğunun vurgulandığı, 'Türbanın
üniversitelerde laik eğitimle çeliştiği ve bağdaşmadığı, gericiliği teşvik
ettiği, çağdaşlaşma yolunda bir geri adım niteliğinde bulunduğu, amacın
modernleşme ve çağdaş görüntüyü korumak olup, siyasal simge haline getirilen
başörtüsü, özgürlük sorunu değil politikacılar tarafından şeriat amaçlı
kullanılmış bir olgu olduğu' görüşü dile getirildiği, üniversitelerde
başörtüsü yasağının kaldırılmasının dinin siyasal alana çekilmesi ve siyasal
araç durumuna getirilmesi açısından taşıdığı sakıncalara da dikkat çekildiği,
Savunmada, Anayasa Mahkemesi'nin 1989 yılındaki kararına
atıfta bulunularak, türbanın kamusal alanda yasaklanmasının Türkiye
Cumhuriyeti'nin temel niteliklerinin düzenlendiği ve 'değiştirilemez'
maddeleri arasında yer alan 'Başlangıç Bölümü' ile 'laiklik'
ilkesinin yer aldığı 2. maddesine, 'eşitlik' ilkesinin düzenlendiği 10.
maddesine, 'din ve vicdan özgürlüğü'nü tanzim eden 24. maddesine ve 'İnkılap
Kanunlarının Korunması'nı düzenleyen 174. maddesine uygun olduğunun
belirtildiği, türbanın masum bir yaşam biçimi olmanın dışında cumhuriyet ilke
ve inkılaplarına karşı bir sembol olduğunun vurgulandığı,
Dava sırasında Leyla Şahin'in Avukatının ek görüş belirtmesine
müteakip AİHM'nin bu ek görüşü ülkemize ileterek savunma yapılıp
yapılmayacağının sorulması üzerine Türkiye'nin Strazburg'daki Avrupa Konseyi
neznindeki daimi temsilciliği, 2003 yılı Kasım ayında türbanın gericiliği
teşvik ettiği, çağdaşlaşma yolunda geri adım olduğu, laik eğitim ilkesine ters
düştüğü, siyasilerce şeriat bayraktarlığı için siyasi amaçlı kullanıldığı
gerekçelerini içren ek savunmayı gönderdiği,
Hükümet adına gönderilen ek savunmadan bir ay sonra
Aralık 2003 başında haberdar olan ve ek savunmadaki ifadeleri öğrenen Dışişleri
Bakanı Abdullah Gül'ün kendisini ve partisini zor durumda bırakacak ek
savunmayı geri çekilmesini istemesi üzerine Türkiye'nin 10 Aralık'ta AİHM'e
başvurarak ek savunmasından vazgeçtiğini, belgeyi geri çektiğini bildirdiği,
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün, 2003 yılı Aralık
ayında, Hükümetin bilgisi dışında AİHM'ne verilen savunmayı, onaylamadıkları
için geri çektiklerini, davayla ilgili olarak yeni bir savunma
vermeyeceklerini, Türkiye Cumhuriyeti adına 2002 yılında bir savunma
verildiğini, davanın savunma aşamasının tamamlandığını belirterek, 'Dolayısıyla
hükümetimiz adına yeni bir savunma mevcut değildir. Kaldı ki, hükümetimizin
konuyla ilgili tutumunun yasaklama yerine özgürlükten yana olduğu bütün
kamuoyunca bilinmektedir'' dediği, (Ek.77)
7) 2005 yılı
Aralık ayında Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül'ün Akşam
Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Serdar Turgut ile yaptığı mülakatta; 'Düşünsenize
ben toplumda hak ve özgürlüklerin gelişmesi için bu kadar mücadele vermişim,
sonra da hayattaki en yakınım olan eşimin hakları için mücadele etmemem
istenecek, böyle bir şey olabilir mi' Adalet ve Kalkınma Partisi olarak
türban konusunu biz fikir ve ifade özgürlüğü kapsamında görüyoruz ve
değerlendiriyoruz. İsteyen başını örter, isteyen de örtmez, örten de nasıl
örteceğine karar verir. Meselenin benim için özeti budur. Düşünsenize ben
bu toplumda hak ve özgürlüklerin gelişmesi için bu kadar mücadele vermişim,
sonra da hayattaki en yakınım olan eşimin hakları için mücadele etmemem
istenecek, böyle bir şey olabilir mi' Ben bu türban konusunda en zor konumdaki
insanlardan bir tanesiyim. Bu İnsan Hakları Mahkemesi'ndeki Leyla Şahin davası
sürecinde de daha net olarak ortaya çıktı. Ben devletin görüşünü ve var olan
kanunları savunmak zorundayım, bu yüzden vicdanım ile devlet işleri arasında
sıkışıp kalıyorum. Ancak Türkiye'de insanlar baş örtülmesi işine fikir ve
vicdan hürriyeti bağlamında bakmaya başladıklarında benim gibi insanların
vicdanları ile devlet kuralları arasında sıkışıp kalması da sona erecektir.
Buna inanıyorum.' şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.78)
8) Dışişleri
Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül'ün, 2005 yılı Kasım ayında AİHM'nin
türbanla ilgili Leyla Şahin kararı üzerine görüşlerini; 'Bildiğim kadarıyla
bu, yasakları savunan bir şey değil. Bir kurumun uygulaması, o kurumun yetkisi
dahilinde diyor. Bu, yasakların devam ettiği anlamına gelmez. Bunun ötesinde
bu, Türkiye'nin kendi sorunudur. Bu tip yasaklarla Türkiye'nin bir yere gitmesi
mümkün değildir. Türkiye'de azınlıkların dini hakları, özgürlükleri söz
konusu olurken, çoğunluğun hak ve hukukuyla ilgili konularda eğer kısıtlamalar
varsa, bunlar savunulacak işler değildir. Ama bunlar kendi
meselelerimizdir. Kendi sorunlarımızı kendimizin çözeceğimize inanıyorum. Muhakkak
ki bunların bir süresi vardır. Kimse de çıkıp yasaklarla övünmesin.
Yasakları savunmak, yasaklarla övünmek kimseye şeref getirmez, kimseye de onur
kazandırmaz. O açıdan hep beraber günü gelecektir ki, bunların hepsi kendi
inisiyatifimizle temizlenecektir.'İleride görürsünüz, yapılır mı, yapılmaz
mı' Bu bir turnusol kağıdı gibi; kimin ayrımcılığı, kimin yasakçılığı savunduğu
görülmektedir. Çağdaşlık, demokrasi, şeffaflık, hukukun üstünlüğü, en
bireysel hak ve özgürlüklerin teminat altına alınmasıdır. Bu olay turnusol
kağıdı gibi herkesin görüşünü ortaya koyuyor. Hükümet yasakları kaldırmakta
kararlıdır. Türkiye'nin bütün meseleleri çözülmedi. 3 sene öncesinin
özgürlükleriyle bugünü mukayese ederseniz çok farklı bir ortam var. 3-4 sene
önce neredeyse başörtülü insanlara Kızılay'ı (Kızılay Meydanı) bile yasak
edeceklerdi. Bugün öyle mi' Bunlar şüphesiz ki, hâlâ tam bir demokratik ülkede
olması gereken özgürlüklerin kullanıldığı anlamına gelmiyor.' şeklinde
açıkladığı, (Ek.79)
9) Dışişleri
Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül'ün 2005 yılı Kasım ayında; 'Türkiye'de
kadınların yüzde 70'e yakını başörtüsü kullanırken, hâlâ üniversitelerde,
birçok yerlerde ne yazık ki sıkıntılar var. Ama bunları kesinlikle unutmuş
değiliz, bunu açık söyleyeyim. Önce bu sıkıntıyı kendi evinde yaşayan insanlar
olarak böyle bir şey söz konusu olabilir mi' Bunlar Türkiye'ye yakışmayan
yasaklardır. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin bir meselesi olarak da görmüyorum.
Bütün Türkiye'nin meselesidir. İsteyen başını açar, isteyen örter bu bireysel
bir özgürlüktür. Bir problem varsa, çözülecektir. Gittiğim yerlere eşimle davet
ediliyorum. Zirve toplantıları da dahil, en ufak protokol sıkıntısı çekiyor
değilim. Eşime uygulanacak protokol ne ise o uygulanıyor. En ufak bir sıkıntı
görülmüyor. Milli Eğitim Bakanlığımız'ın bu adaletsizlikleri (katsayı)
gidermeye yönelik çalışmaları var, tahmin ediyorum bu uygulamalar bu yıl
geçerli olacak. Bir Anayasa değişikliği olmadan YÖK'te reformları
gerçekleştirmek mümkün değil. Türkiye'nin her tarafında reformlar olurken,
'Üniversite dokunulamaz, YÖK dokunulamaz' demek çok mantıksız, kabul edilemez
bir şey' şeklinde konuştuğu, (Ek.80)
10) Danıştay 2.
Dairesi'nin Aytaç Kılınç'a ilişkin 26.10.2005 gün ve 2004/4051-2005/3366 sayılı
kararı ile ilgili olarak Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah
Gül'ün; 'Doğrusu bunu kaygıyla karşılıyorum ve hayretler içinde kaldık.
Türkiye'nin giderek demokratikleşme eğilimine ters bir davranıştır bu. Bu yaklaşımın
altında negatif özgürlükler anlayışı vardır. Bu anlayış bildiğiniz gibi
otoriter, diktatör rejimlerin felsefesidir. Halbuki Türkiye giderek
demokratikleşen, bireyin, toplumun haklarının daha da genişletilmesine doğru
bir yöneliş içindedir. Bu, Türkiye'nin yönelişine ters bir karardır'' 'Bizim
anlayışımız hep pozitif özgürlüklerden yanadır. Bu açıdan kararı yanlış ve
tehlikeli görüyorum' 'Çünkü böyle bir yaklaşımla giderek, yarın oruç tutan bir
öğretmeni bile, (öğreniciye yanlış örnek oluyor) diye suçlarsınız. Çünkü
görebildiğim kadarıyla bu karar dini bir vecibeyi yanlış bir örnek olarak
gösteriyor. Bunlar çok tehlikeli ve yanlış şeylerdir, umut ederim ki
düzelir. Bütün bu kararlar alınırken, şu herkesin zihninde olması gerekir ki
Türkiye giderek özgürleşen, demokratikleşen, sivil alanı daha da genişleten bir
toplum olacaktır. Buna kararlıyız. Toplum olarak, meclis olarak, hükümet olarak
kararlıyız. Bu bakımdan bu kararın ciddi şekilde kamuoyunda büyük bir
olgunlukla tartışılacağını ve herkesin bir kez daha düşüneceğini ve
yanlışlarını düzelteceğini tahmin ediyorum.' dediği, (Ek.81)
Tespit edilmiştir.
d- Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in laik devlet
ilkesine aykırı eylem ve demeçleri
1) Milli Eğitim
Bakanı Hüseyin Çelik'in, mesleki teknik eğitim mezunlarına ÖSS'de uygulanan
katsayılarla ilgili sorunu yapacakları değişikliklerle çözeceklerini söylediği,
İmam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye girişini
zorlaştıran katsayı engelini ortadan kaldırmaya söz veren Hükümet tarafından
hazırlanan imam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye girişlerine kolaylık
sağlayan, üniversiteye giriş sınavını Milli Eğitim Bakanlığı ile Yükseköğretim
Kurulu'nun ortaklaşa düzenleyeceğini ve kılık-kıyafet yönetmeliğinin
üniversiteler tarafından hazırlanacağını öngören 'Yükseköğretim Kanununda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun' TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildiği, ancak
Cumhurbaşkanı tarafından veto edildiği, (Ek.82)
2) Açık Öğretim
Lisesi Yönetmeliğinde yapılan değişikliklere ilişkin gösterilen tepkileri
değerlendiren Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in 2005 yılı Aralık ayında; 'Açıköğretim
Lisesi Yönetmeliğine, sırf imam hatipliler de faydalanacak diye karşı çıkanlar,
gerginliği hedefleyenlerdir' Yönetmelikte imam hatipler geçmiyor. Bu
Yönetmeliğe 'İmam Hatip Yönetmeliği' adını koyuyorlar. Sonra da verdikleri bu
ismi öne sürerek, gerginlik ortamı meydana getirmeye çalışıyorlar. Bu
istismardır. Bu hasmane tutumdur. Bizleri imam hatipler üzerinden siyaset
yapmakla' suçluyorlar. Ben mi koydum o ismi' O isim senin koyduğun isim. Biz,
'Herkesin faydalandığı bir haktan imam hatipler de faydalansın' diyoruz.
'Hayır, onlar faydalanmasın' tavrının izahı yok. Ortada iyi niyetle bağdaşmayan
bir tutum var... Doğrusu ben ortada zerre kadar hukuksuzluk göremiyorum.
Hukuksuzluk yok, aksine, bir adaletsizliğin bir ölçüde de olsa giderilmesi var.
Eşitlik ilkesinin gereğinin yerine getirilmesi var. Bunun dışında bir şey yok.
Ama, hukuk mekanizmalarına herkes başvurabilir. Bunun için kimseyi
eleştiremeyiz'.Burada, çifte diplomadan bahsediliyor. Bir hak verilmiş. Bu
haktan, İlahiyatçılar da yararlanıyormuş. Bu haktan, Siyasal okuyanlar da
yararlanıyor. O yararlansın, öbürü yararlanmasın. Ayrımcılık mı yapalım'
Eşitlik ilkesine aykırı mı hareket edelim' Bir Milli Eğitim Bakanı'ndan
beklenen, eşitlik ilkesine aykırı hareketler midir' Yoksa, ayrım yapmaksızın
bütün memleket evlatlarını aynı muhabbetle kucaklamak mıdır'...Şimdi birileri,
İmam Hatiplilerin nefes almasına karşı çıkıyor. Yani, biz 'Herkes nefes alacak'
dediğimizde, hemen soruyorlar: 'İmam Hatipliler de nefes alacak mı'..' 'Evet,
onlar da nefes alacak. Onlar nefessiz kalmasın' diyoruz. 'Hayır' diyorlar.
'Onlar nefes almasın. Onlar nefessiz kalsın.' Böyle bir yaklaşımı kabul etmek
mümkün mü' Bu, eğitime ideolojik bakmak değil mi'.. Bu saplantı değil mi' Bu
istismar değil mi'..'Bir düzenleme hazırladık. Kanun geçmiş olsaydı, takılmamış
olsaydı adaletsizlik giderilmiş olacaktı. Ancak bu olmadı. Demokratik sistem
içinde bazı uygulamalar yasayla, bazı uygulamalar da yönetmelikle gerçekleştirilir.
Önemli olan; hukuk mantığının, hukukiliğin ön planda olmasıdır. Burada bana
göre hukuk mantığı ile bağdaşmayan hiçbir taraf yok.' şeklinde beyanda
bulunduğu, (Ek.83)
3) 2004 yılı
Haziran ayında Isparta Yalvaç İlçesinde bir anaokulunun açılış töreninde
konuşan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in, 2 türbanlı kızın ellerinde
bulunan pankartlara atıfta bulunarak; 'meslek liselerini unutmuş falan
değiliz, her şeyin zamanı vardır, siz bir şey yapmak istersiniz, onun zamanı
gelmediyse, onu bir süre ertelemiş olabilirsiniz, ama biz bu haksızlığın bu
yanlışlığın, bu zulmün giderilmesi için bundan sonraki süreçte de
gereğini yapacağız, bundan emin olabilirsiniz' dediği, (Ek.84)
4) 2005 yılında
Milli Eğitim Bakanlığı 'Din Öğretimi Genel Müdürlüğü'nce din kültürü ve ahlak
bilgisi dersi müfredatında değişiklik yapılarak, öğrencilere 'dinsel
etkinlik programı' hazırlandığı, Talim Terbiye Kurulunun onayladığı
programa göre; etkinlikler kapsamında ders veren öğretmenin öğrencileri
camilere, mezarlıklara götürerek uygulamalı ders verebileceği,
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in, ortaöğretimde
2005-2006 eğitim ve öğretim yılında uygulanacak din kültürü ve ahlak bilgisi
dersi müfredatında, camide abdest, namaz ve mezarlık ziyareti gibi uygulamaları
içeren etkinliklerin mecburi olmadığını belirtirken, 'Müfredat hazırlanırken
laiklik ilkesinden kesinlikle taviz verilmedi. Aksine laiklik ilkesini
pekiştirmek esas alındı. Müfredatın içinde yer alan bir cümleden hareket ederek
eleştiri yöneltildi. Müfredatlarda esas olan ana konulardır. Sonra öğrencilerin
bunlardan ne kazanacağıdır. Şerh anlamına gelebilecek bir açıklamadan, bir
cümleden yola çıkarak, bütün bu dersler sanki camilerde yapılacakmış gibi,
laiklik ayaklar altına alınmış gibi bir propaganda başladı. Öğrenciler camilere
götürülecek, abdest alınacak... Bunlar öğretmenin ne yapabileceğini anlatan bir
cümledir. Bu bir mecburiyet değildir. Ama önemli olan sizin ne dediğiniz değil,
iletişimde karşı tarafın ne anladığıdır. Bu meseleye ben de muttali olduğum
zaman arkadaşlarıma dedim ki 'Bunları çıkarın'. Talim ve Terbiye Kurulu da
çıkardı.' diye konuştuğu, (Ek.85)
5) 2005 yılı Kasım
ayında Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in, AİHM'in Leyla Şahin kararı ile
ilgili olarak sorulan soru üzerine; 'Karar, hukuki olmaktan ziyade siyasidir.
Avrupa tarihinde benzeri kararlar vardır. Bu, bir çeşit Dreyfus Davası'dır.
Genelleştirilmesi sıkıntılar doğurabilir. İnsanları öteki, beriki şeklinde
ayırmak tehlikelidir. Başörtüsü takanların radikal fundamantalizmin birer
temsilcisi olarak görülmesini sağlar. Bu da vahim bir sonuçtur' Eğer bu
kararı genelleştirirseniz, çok ciddî sıkıntılara yol açarsınız. Çünkü daha önce
de Doğu ve Güneydoğu'da 'terör ortamında mağdur olduğunu' beyan ederek AİHM'e
müracaat eden insanların durumunu da yine bu şekilde genelleştirirseniz, burada
da büyük sıkıntılar çıkarırsınız' Bu karar, hukuki olmaktan ziyade siyasi bir
karar mahiyetindedir' Leyla Şahin'in kocası kendisiyle aynı dünya görüşüne
sahip olmasına rağmen, kocası üniversiteye gittiğinde herhangi bir engel
çıkartılmayacak. Böyle değerlendirdiğiniz zaman karar, kadınlara karşı
ayrımcılığı teşvik eden bir karardır. AİHM'in Leyla Şahin ile ilgili
verdiği kararı genelleştirirseniz, evdeki hanımların, tarlada başörtülü
hanımların, bütün Müslüman başörtülü hanımların radikal fundamantalizmin birer
sembolü, temsilcisi olduğu gibi yoruma varırsınız. Bu da son derece vahimdir.
Mahkeme, Leyla Şahin davasında son noktayı koymuş olabilir, ama hak, hukuk son
nokta tanımaz.' dediği, (Ek.86)
6) Milli Eğitim
Bakanı Hüseyin Çelik'in, 2005 yılı Kasım ayında TBMM Genel Kurulu'nda yaptığı
konuşmada: Başbakan Erdoğan'ın ''ulema'' açıklamasıyla ilgili sözlerinin
''tefsire gerek olmayacak kadar açık'' olduğunu belirterek, ''İnancım
gereği yapıyorum diyen insanın yaptığının dinde olup olmadığını tartışmak, size
düşmez'' '''Yapılan, dini inançlardan dolayı yapılıyorsa, tesettür dinin emrine
göreyse buna inanır veya inanmazsınız. Niçin 5 vakit namaz '''İsterseniz İslam
dininden değil, Hıristiyan dininden örnek vereyim'' '''Laik devletin tanımı,
'devletin icraatlarına dini esasları karıştırmayan' devlettir. Bu, Hıristiyan,
ateist, Budist olur, şu veya bu din olabilir. Sihler başlarına sarık sarıyor.
Kanunlar yasaklayabilir ama 'inancımız gereği takarız' demiş ve takmışlar.
Başbakan'ın söylediği de bu... Öyle kabul etmek zorundasınız. Hâkim, hukuk
kararlarıyla bunu yasaklayamazsınız. Türkiye Cumhuriyeti'nin, demokratik,
laik, sosyal, hukuk devletinin sahibi biziz. Hiç kimsenin uyarısına ihtiyacımız
yok.'' şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.87)
7) Milli Eğitim
Bakanı Hüseyin Çelik'in, Ufuk Kitapları'ndan çıkan ve ilk baskısı Eylül 2002'de
yapılan 'Türkiye'de Değişim, Demokrasi ve Aydınlar' adlı kitabında: 'Amerika'da
Washingtoncılık, İngiltere'de Churchillcilik, Fransa'da De Gaullecülük, Hindistan'da
Gandicilik ve Pakistan'da Cinnahcılık diye bir şey yoktur, ancak Türkiye'de
üstelik resmi ideoloji haline getirilmiş Atatürkçülük diye bir şey vardır.'''Atatürk
bir asker ve devlet adamı idi. O, ne bir filozof ne de bir müçtehit idi. Onun
altı okta topladığı prensiplerin hiçbiri kendi icadı değildi. Kaldı ki, 'altı
ok' artık onu kendine amblem yapmış partilerin mensuplarınca bile tartışılır
olmuştur. Çizginin üstünde olan her devlet başkanının kendinden sonra bir
'-cılık' bıraktığını veya birilerinin onlar adına birer icat ettiğini bir an
düşünelim. Bu işin sonu nereye varır' '''Bütün dünyada, milli lider olarak
kabul edilmiş kimselerin değil, bizimki gibi binlerce, yüz binlerce büstüne,
belki onlarcasına bile rastlanmaz.'''Çocukluğumda dümeni kırık, pusulasız,
sisten yararlanarak İngiliz zırhlılarını atlatacak kadar da becerikli olan
Bandırma Vapuru'nda, kaptanla baş başa soğuktan titreyen bir Mustafa Kemal
düşünürdüm. Çünkü bana böyle anlatılmıştı. Gemideki diğer kurmay heyetinin
varlığından bile söz edilmemişti.'''Kimsenin küçümseme gibi bir küçüklüğü
gösteremeyeceği, bitmiş tükenmiş bir milletin şahlanışı olan Milli Mücadele'de
'Atatürk yedi düveli denize döktü' diye körpe beyinlere telkinde bulunursanız
ve günün birinde işgalcilere karşı vatanperverlik örnekleri veren Şahin'ler,
Sütçü İmam'lar takdir edilmekle beraber İngilizlerin, Fransızların ve
İtalyanların hiç de öyle ordularla, silah zoruyla çıkarılmadıkları öğrenildiği
zaman, tarih kitaplarında anlatılan Milli Mücadele şaibe altına girmez mi'
'''Atatürk'ü her türlü beşerüstü vasıftan arındırarak anlamak ve anlatmak
zorundayız. Onu sevapları ve günahlarıyla, her türlü art niyet ve karalamanın
dışında ele almak aklın gereğidir.'''Atatürkçü Düşünce Derneği Kadıköy Şubesi,
Cumhuriyet Bayramı (2000) dolayısıyla 24 saat kesintisiz Nutuk okuttu. Sabah
gazetesi yazarı Can Ataklı, Topkapı Sarayı Mukaddes Emanetler Dairesi'nde Yavuz
Sultan Selim 'den beri kesintisiz Kuranıkerim okunmasına bir çeşit nazire
olarak yapılan bu faaliyeti kınayan yazılar yazdı. Ataklı haklı olarak, 'Nutuk
Kuran değil, Atatürkçülük de din değildir' dedi.'''Atatürk büstlerinin önünde
esas duruşa geçip saygı duruşunda bulunurken, özel defterlere yazdığımız
yazılarda neredeyse onun ruhaniyetinden istimdat ederken bizim yaptığımızın adı
nedir Allah aşkına' Halk ne yaparsa cehaletinin gereğidir, ama biz ne yaparsak
ayn-ı hikmettir, öyle mi''''Dünyanın hiçbir yerinde ülkesini kurtarmış bir
liderin öldükten sonra kanunla korumaya muhtaç hale getirildiği
görülmemiştir.'''Hele son yıllarda Atatürkçülük askeri darbelerin ilham kaynağı
ve ideolojisi olunca büsbütün fikri ve kültürel zeminden uzaklaşıp dogmatik ve
ideolojik bir mecraya sürüklenmiştir. Hatta Türkiye'nin itilmek istendiği
laik-antilaik kamplaşmasında muharrik güç olarak Atatürkçülüğün kullanılması
tesadüfi değildir. Türkiye'de iyi saatte olsunları çağırmayı düşünen insanların
her defasında Atatürkçülüğü çıkış noktası yapmaları da
düşündürücüdür.'''Atatürk'ü sevmek için geçmişi ayaklar altına almak zorunda
olmadığımız gibi bu ülkede yaşayan herkesi ille de Atatürk'ü sevmek zorunda
bırakmak gibi bir mecburiyetimiz de yoktur. Zorladığımız zaman o insanları
takiyyeci ve ikiyüzlü yaparız. Tahran'da lokantasına kocaman bir Humeyni
posteri asan Azeri Türkü'ne 'Bunu buraya asmanız mecburi midir, siz Humeyni'yi
sevdiğiniz için mi astınız' sorusunu sorduğumda, sağa sola bakıp kimsenin
duymadığından emin olduktan sonra hafif bir sesle: 'Ağa! Mecburi değil, men
Humeyni'yi hiç sevmirem, ama bizim menfeetimiz için eyi olar' cevabını verdi.'''1990'lı
yıllardan itibaren komünizm korkunç olmaktan çıktı. Korku mönümüze yeni bir şey
ilave edildi: İslami fundamentalizm. Bunun bizdeki adı, 200 yıldan beri
'irtica' idi. Bu sefer irticadan, sarıktan, sakaldan, cüppeden, takkeden,
başörtüsünden korkmaya başladık.'''Genç kızlarımızın sadece başlarını
kapattıkları için eğitim haklarından mahrum edilmeleriyse kendi başına bir
dramdır'' görüşlerini savunduğu, (Ek.88)
8) CHP
Milletvekili Ahmet ERSİN'in soru önergesine karşı Milli Eğitim Bakanı Hüseyin
ÇELİK'in öğrencilerinin çoğunluğunun türbanlı olduğu öne sürülen Özel Şefkat
Kolejinde yönetmeliğe aykırı bir durum olmadığını açıkladığı, TÜBİTAK'ın ödül
töreninde Milli Eğitim Bakanlığı müsteşar yardımcısının bu okulun türbanlı
öğrencisine ödül vermesi hakkında ise; 'Öğrencilerin kılık kıyafetlerine
ilişkin yönetmeliğin okul içindeki düzenlemeye yönelik olduğu, adı geçen
öğrencinin diğer öğrencilerden ayrı olarak sonradan salona geldiği ve adı
okununca geldiği, günlük kıyafetiyle gayrı ihtiyari sahneye çıktığı dikkate
alındığında bakanlığımız ilgililerinin öğrencinin başı kapalı olarak ödülünü
alması hususunda kusurlu olmadıkları' şeklinde konuştuğu, ( Ek.166 )
9) Milli Eğitim
Bakanı Hüseyin ÇELİK'in YÖK Yasasının Ek 17. maddesinde değişiklik yapılmadığı
gerekçesiyle türbanlı öğrencileri üniversitelere almayan ve Ankara'da bir
toplantı yaparak YÖK Başkanını istifaya davet eden ÜAK üyelerini eleştirerek
'YÖK Kanunu, Üniversitelerarası Kurulun görevlerini belirliyor. Bunlar arasında
yasa koyma ve kaldırma yoktur. Kurul siyaset yapamaz. Rektör adı altında kurul
adı altında, Türk milletinin iradesine karşı durmak gibi bir görevi kimse
kurula vermemiştir.' (') 'Hukuk devletinde anayasa hükmü değişse, yürürlüğe
girse bile, özgürlükleri sınırlandırıcı bir şey olmamasına rağmen, 'Ben
üniversiteme almam' sözünü dillendirmek kimsenin hakkı olamaz. Üniversite
rektörlerin, yöneticilerin malı değildir. Pozisyonu ne olursa olsun, hukuk
devletinde herkes haddini bilmek zorunda' dediği,
YÖK Başkanı Yusuf Ziya ÖZCAN'ın yasal değişiklik
yapılmadan üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasına ilişkin genelgesi ve
sonrasında rektörleri baskılayan açıklaması karşısında hakkında görevi kötüye
kullanmak ve benzeri suçlardan suç duyurularında bulunulduğunun basında yer
alması üzerine basına demeç veren Milli Eğitim Bakanı Hüseyin ÇELİK'in,
'Soruşturma açmaya yetkim var. Ama ben YÖK Başkanı'nın söylediklerinin suç
teşkil ettiğini düşünmüyorum. Soruşturmaya izin vermeyeceğim.' diye açıklamada
bulunduğu, (Ek.174)
Anlaşılmıştır.
e- Diğer Milletvekillerinin Laikliğe Aykırı Eylem ve
Demeçleri.
1) Başbakanlık
eski Müsteşarı ve halen AKP Milletvekili Ömer Dinçer'in, 19-21 Mayıs
1995 tarihinde Sivas'ta yapılan bir konferansta yaptığı ve 'Bilgi ve Hikmet'
dergisinin Güz 1995 Tarihli -12. sayısında yayınlanan '21. Yüzyıla Girerken
Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam' konulu konuşmasındaki ''Türkiye'de
Cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve
nihayet laiklik ilkesinin yerinin İslam'la bütünleşmesinin gerekli olduğu
kanaatini taşıyorum' ' ifadeleri kamuoyunda yoğun tepkilere sebebiyet
verdiği,
Ömer Dinçer'in 24.12.2003 günü yaptığı yazılı açıklamada:
bu konuşmasına sahip çıkıp, yazının bir bütün olarak okunup
değerlendirildiğinde, söz konusu konuşmanın o dönemde tartışılan konuları
analiz eden bilimsel bir sempozyum bildirisi olduğunun görüleceğini belirterek,'Yaklaşık
dokuz yıl önce halka açık bir sempozyumda bildiri olarak sunulmuş ve daha sonra
bilimsel bir dergide kısmen kısaltılarak makale olarak yayımlanmış bir
çalışmanın 'takiyye belgesi' türünden yakışıksız sıfatlarla ve bağlamından
kopartılıp, çarpıtılmış cümlelerle bir 'niyet sorgulama aracı'na dönüştürülmesi
üzücüdür' diye söylediği,
Ömer Dinçer'in makalesi hakkında yapılan eleştirilerde
kişilik haklarına saldırıda bulunulduğundan bahisle açtığı ve yerel mahkemece
kabul edilen manevi tazminat istemine ilişkin dava, temyizen yapılan inceleme
üzerine Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 13.3.2006 gün ve 2005/73718 Esas,
2006/92575 sayılı hükmüyle bozulduğu,
Bozma Kararında özetle; ''Davacı 1995 yılında bir
sempozyumda yaptığı konuşmasında Cumhuriyet ve laiklik ilkelerinin yerini
İslam'la bütünleşmeye terk etmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Davacının, ileri
sürdüğü bu görüşleri Türkiye Cumhuriyeti anayasasında yer alan değiştirilemez
ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez nitelikteki hükümler ile
bağdaşmamaktadır. Davalı da dava konusu konuşmasında davacının bu fikirlerini
eleştirmiş ve davacının Şeyhülİslam gibi fetvalar verdiğini ileri sürmüştür.
Davacı Anayasa ile bağdaşmayan görüşler savunduğuna göre eleştirilere de
katlanmak durumundadır. Davalının davacı ile ilgili olarak söylediği sözler bu
açıdan değerlendirildiğinde eleştiri kapsamında kalmakta olup düşünce
açıklaması niteliğindedir. Bu nedenle hukuka aykırılıktan söz edilemez.'
denildiği, (Ek.89)
2) 2007 yılı Ocak
ayında Eskişehir ilinde imam hatip liseleri arasında yapılan 'Hafızlık,
Kuran-ı Kerim'i Güzel Okuma ve Ezan Okuma' etkinliğine katılan Eskişehir
Milletvekili Fahri Keskin'in, imam hatip mezunlarının valilik,
kaymakamlık gibi görevlere gelmesi ile yolsuzlukların önünün kesileceğini, imam
hatiple ilgili verdikleri sözleri unutmadıklarını, yeri ve zamanı geldiğinde
yerine getireceklerini, bir takım mecburiyetlerden dolayı geciktiklerini, bu
okullara karşı olanların İslamdan ve milli duygulardan uzaklaştırılmış bir
nesil elde etmek amacıyla mücadele verdiklerini, inşallah bu milletin
sahiplerinin onlara pabuç bırakmayacağını söylediği, (Ek.90)
3) İstanbul
Milletvekili ve TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu, İstanbul
Milletvekili Hüseyin Kansu, Eyüp İlçe Başkanı Mehmet Er, Üsküdar Belediye
Başkan Yardımcısı Nemci Aköz'ün katıldığı İmam Hatip Liseleri Mezunları ve
Mensupları Derneği (ÖNDER) tarafından 30.5.2003 tarihinde Ümraniye Haldun
Alagaş Spor Kompleksi'nde düzenlenen 'İyi ki Varız' konulu toplantıda
bir konuşma yapan Burhan Kuzu'nun, 'İmam hatip mezunlarına üniversite
ve polis okullarına girişte zulüm yapıldığını, Anayasa'da fırsat
eşitliği var. Üniversite sınavlarında İmam hatiplilere yapılan haksızlığı
kaldıracağız. Bu okullardan mezun olanların polis okullarına alınması
sağlanacak' dediği, (Ek.91)
4) AKP Ordu
Milletvekili ve Grup Başkan Vekili Eyüp Fatsa'nın, Ordu İslami İlimler
Hizmet Vakfı tarafından 2003 yılı Temmuz ayında düzenlenen 'Ordu İmam Hatip
Lisesi Mezunları ve Mensuplarının Anı Tazeleme Yemeği'nde yaptığı
konuşmada; 'Ben de imam hatip lisesi mezunuyum. Başbakan Sayın Recep Tayyip
Erdoğan da imam hatip mezunu. Onların çektiği sıkıntıların ne olduğunu iyi
biliyorum. Çok badireler atlattık. Önümüze birçok engeller konuldu.
Üniversitede okumamız engellenmek istendi. Yüksek puanlar aldık, ancak farklı
puan sistemleriyle önümüz kesilmeye çalışıldı. Ancak bunları da aştık. Şimdi
çıkaracağımız yeni YÖK Yasası'yla bu durumlar yaşanmayacak. Bu haksızlıklar
ortadan kalkacak. Okullar arası farklı puan uygulamaları kaldırılmak
suretiyle, okuması istenmeyen, ilminden irfanından endişe edilen imam
hatiplilerin yolu bu kez açılacak.' 'Artık imam hatipli olmanın mutluluğunu hep
birlikte doyasıya yaşacağız. İmam hatipli olmak bir ayrıcalıktır'
şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.92)
5) Adalet ve
Kalkınma Partisi Mardin Milletvekili Nihat Eri'nin TBMM Dışişleri
Komisyonu toplantısında 2003 yılı Aralık ayında yaptığı konuşmada din eğitiminin
yeterince verilmemesinden yakınarak 'Böyle olunca da gençler illegal
örgütlerin eline düşüyor. Tehvid-i Tedrisat Kanunu getirildi tekkeler
kaldırıldı, ama tekkelerde verilen bilgi, mevcut düzenleme ile verilemiyor.
Bu yüzden insanlar yanlış yerlere, hatta örgütlere yöneliyorlar,' dediği,
Bu sözler komisyonun bazı üyeleri tarafından tepki ile
karşılaşınca, Adalet ve Kalkınma Partisi Ankara Milletvekili Eyüp Sanay'ın
''Bizi tekkeleri istiyormuş gibi zannetmeyin.(') Bu Türkiye'nin bir gerçeğidir.
Bir Vak'adır. göz ardı edilemez. Medreseler, tekkeler kapatıldı ama yasak
olmasına rağmen bunların verdiği eğitimler bir şekilde veriliyor. ' diye
konuştuğu, (Ek.93)
6) İmam Hatip
Liselerinde türban takılmasının yasaklanmasına ilişkin Yönetmeliğin
uygulanmasına tepki gösteren Antalya Anadolu İmam Hatip Lisesi öğrencileri
10.12.2003 günü sınıflara türban ile girmek istemelerinin okul idaresi
tarafından engellenmesi üzerine yolun trafiğe kapatılarak araçları
yumruklanması, okulun tabelasına türban asılması şeklindeki eylemler üzerine;
Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekillerinden;
Grup Başkanvekili Eyüp Fatsa'nın; 'Bu sorun
çözülmeli. İşe ideoloji katılmamalı. Ancak şartları zorlamamak gerekir. Türkiye
bu sorunu aşamadığı için hep ayağına bağlanıyor. Bu iş sokakta değil, ancak
uzlaşmayla çözülebilir.' dediği,
Milli Eğitim Komisyonu Başkanı Tayyar Altıkulaç'ın;
'Hiçbir eylemi desteklemem. Haklılar, ama sokak çözüm değil. Ancak
öğrencilerin bireysel tercihlerinin engellenmesiyle yaşadıkları ruh bunalımını
görmezden gelemeyiz. Konu, bir parti ve iktidarın her zaman tartışmaya açık
tercihine ve yaklaşımına bırakılmamalı. Farklı tercihlerimize saygı göstererek
birlikte yaşamanın çözümünü bulmalıyız. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara
gelince, 'Bu konuyu Adalet ve Kalkınma Partisi çözer, kadroları bu konuda
samimi' inanışıyla eylemler durmuştu. Ancak Adalet ve Kalkınma Partisi
kadrolarının konuyu ele almamış olması sabırlarını taşırdı.' diye
söylediği, (Ek.94)
7) AİHM'nin
verdiği Leyla Şahin kararıyla ilgili olarak;
AKP Milletvekili ve Milli Eğitim Komisyonu Başkanı Tayyar
Altıkulaç'ın, türban sorununun AİHM kararından sonra yargı yoluyla
çözülmesinin mümkün olmadığını belirterek, 'Artık top yasamada. Anayasa
değişikliğinden başka çare kalmadı. AİHM kararı, yasağı onaylayan ve
genelleyen bir karar değil. Başörtülülere diyor ki, 'gidin kendi
yöneticilerinizle bu sorunu çözün'. Bu kararla birlikte anlaşılmıştır ki, yargı
yoluyla bu yasağı kaldırmak mümkün değil. Bu yasak yasağı koyanların ikna
edilmesiyle kaldırılabilir. İş yine toplumsal mutabakat ve yasakçıların
kafasının değişmesine geliyor. Çünkü, AİHM bu kararı ile 'bu yasak bizim
hukukumuzu bağlamaz' demek istiyor. Bu karar türban yasağının insan hakkı
ihlali olduğu teziyle çelişse de, o tezi çürütmüyor. Bize 'aksini yapamazsınız'
demiyor. Tam tersi bu yasağı kaldıracak bir karar da alabilirsiniz, bu beni
ilgilendirmez' diyor. Aksi ise yasal düzenleme ile bunu çözüme
kavuşturmaktır. Bunun yolu da Anayasa değişikliğidir'Anayasa Mahkemesi
kendisini Yasama Organının yerine koyarak bu kararı almıştır. Anayasa
Mahkemesi'nin yapısını değiştirmek gerekiyor.',
Adalet ve Kalkınma Partisi Erzurum Milletvekili Ömer
Özyılmaz'ın; türban yasağının bu karardan sonra, Anayasa ve YÖK yasalarında
yapılacak değişiklikle kaldırılabileceğini belirterek; 'sorun kurumların
birbirlerine güvensizliğinde yatıyor. Ama Cumhurbaşkanımızı ikna etmek mümkün
değil. Bu açıdan Anayasa değişikliğiyle çözülebilecek bu sorun için Köşk
seçimlerini beklemek en uygunu. Anayasa değişikliği için ancak o noktadan sonra
adım atılabilir.'
Şeklinde beyanatlar verdikleri,
AKP Milletvekili ve Grup Başkan Vekili Sadullah Ergin'in
ise :
-'Evrensel insan hakları, kurumların ya da mahkemelerin
'var' demesiyle var olan, 'yok' demesiyle yok olan haklar değildir. Bunlar
doğuştan, insan olmamızdan dolayı taşıdığımız haklardır. İçtihatlar ve kararlar
zamanla değişir ama evrensel haklar ilanihaye devam edecektir. Mahkeme, Şahin
lehine karar verse duracağımız zemin yine aynıydı.' ,
- Söz konusu kararın AİHM'nin evrensel insan hakları
noktasında gösterdiği titiz tavrına gölge düşürdüğünü, türbanın evrensel bir
insan hakkı olduğunu ileri sürerek; ''İnanma, inandığını kişisel hayatında
tatbik etme bir haktır'' ''YÖK'ün almış olduğu yasaklama kararını kendi içinde
tutarlı bulmuştur. Bu durumda YÖK'ün bu yasağı uygulamaması durumu insan
haklarına aykırı olmayacaktır. Orada ince bir çizgi var. Türkiye'de
azınlıkların hakları konusunda kılı kırk yaran AİHM'nin, çoğunluğun inancı
gereği yaşaması konusunda verdiği kararla derin bir çelişki içine düşmüştür.''
,
- Başörtüsünün kamusal alanda yasaklanmasının, temel bir
hak ve özgürlüğün ihlali olarak yorumlandığını, özellikle üniversitelerde başı
örtülü kız öğrencilerin derslere alınmamasının uzun zamandır protestolara neden
olduğunu kaydederek, ''Türban, kabul edin ya da etmeyin Türkiye'de bir
realitedir. İdareler de halklarına kapalı olamazlar. Var demekle var olmaz, yok
demekle yok olmaz'' ,
biçiminde beyanlarda bulunduğu, (Ek.95)
8) AKP Diyarbakır
Milletvekili Cavit Torun'un, TBMM'nin 19.6.2003 tarihli 96. birleşiminde
şahsı adına yaptığı konuşmada; 'Bu ülkede azınlıkların değil, çoğunlukların
bile inanç, düşünce ve fikir özgürlüğünün bulunmadığı bir vakıadır. Bu yönde
ileri sürülen aksi fikirler, mızrağın çuvala sığdırılmasına yetmemektedir. Hala
binlerce kız öğrenci inançları sebebiyle özgürce okullarına gidememekte,
mağduriyet ve mahzuniyet, sabır taşlarını çatlatacak duruma gelmiş
bulunmaktadır. Yine bu ülkede, ilköğretim okullarını bitirmemiş olan
çocuklarımız, inançlarının kitabını serbestçe, gidip okuma imkânını
bulamıyorlar. ' dediği, (Ek.96)
9) Ankara
Üniversitesi Senatosu'nun Kuran kurslarıyla ilgili olarak; 'Yasadışı
gerçekleştirilen Kuran kurslarına zemin hazırlanarak gizli din okullarına yol
açılmasının, türbanın serbest bırakılmasının istenmesinin, öğretimde dinsel
pratiklere ağırlık verilmesinin laiklikten uzaklaşıldığının göstergesidir'
Laiklik, siyasal iktidarın derinden ve kararlı uygulamaları ile hızla
aşındırılmaya çalışılmaktadır' değerlendirmesinde bulunması, Rektör Prof.
Dr. Nusret Aras'ın, TCK.nun izinsiz eğitim kurumlarıyla ilgili olarak 263.
maddesinde yapılan değişiklik hakkında milletvekillerine 'laiklik
aşındırılmaya çalışılıyor' şeklinde yazı göndermesi üzerine; Adalet ve
Kalkınma Partisi milletvekillerinin konuya sert tepki gösterdikleri,
Bunlardan Adalet ve Kalkınma Partisi Diyarbakır
Milletvekili Cavit Torun'un; 'Halktan ve onun isteklerinden tamamen
kopuk, hiçbir gerçekle ilgili olmayan, laiklik dinciliği adına ahkam kesen
ve inanca davet eden, milletin gerçek temsilcilerinin halk yararına
çalışmalarını ve bu alanda büyük başarılar elde etmelerini çekemeyen, haset,
kıskançlık, kin dolu paçavrayı aynen iade ediyorum. Bunun; aziz milletimize,
onun şanlı tarihine ve mukaddes geleceğine en önemli görev ve katkı olacağı
inancımı belirtiyor, Yüce Allah'ın bu Aziz Milleti, sizin gibilerin umuduna ve
düşüncelerine bırakmamasını diliyorum.' şeklinde kaleme aldığı bir yanıtla
yazıyı üniversiteye iade ettiği, (Ek.97)
10) Adalet ve Kalkınma
Partisi Trabzon Milletvekili Asım Aykan'ın, 2003 yılı Aralık ayında Türk
Standartları Enstitüsü'nden (TSE) türbanın tanımı ve boyutlarıyla bir standart
belirlenmesini istediği, TSE'nün başvuru üzerine Dünyada kriteri olmayan bir
standardı üretemeyeceklerini belirttiği, (Ek.98)
11) Adalet ve
Kalkınma Partisi Milletvekili Asım Aykan'ın, 2005 yılı Kasım ayında
kendisine ait internet sitesinde de bulunan açıklamasında: 'Tarihin her
döneminde yönetenlerin en önemli görevi yönettikleri insanların; mal, can,
akıl, nesil, inanç, ibadet, fikir seyahat ve ticaret emniyetlerini sağlamaktır.
Mümin kadınların Allah'ın emri istikametinde başlarını örtmeleri imanlarının
gereğidir. İdarenin görevi bunu yasaklamak değil, teminat altına almaktır. AİHM
(Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) kararını verirken Kur'anı incelemiş,
erbabından görüş istemiş midir' Çok merak ediyorum. Allah'ın emrine yerine
getiren insanların bu hakkı elinden hangi sebeple olursa olsun alınırken, HANGİ
İNSAN HAKKINDAN bahsedilebilir' AİHM kararı sonrası mahkemeyi otorite olarak
ilân edenler, aynı mahkemenin terörist başı Öcalan için aldığı kararı nasıl
yorumlayacaklardır' Leyla ŞAHİN Hanım kızımız iyi niyetli olarak olayı AİHM ne
taşımıştır. Ancak bir Müslüman için mecburiyet olan örtü konusunda, ayni
hassasiyeti dinlerinde taşımayan Hıristiyanların insaflı karar vermesini
beklemek çokta gerçekçi sayılamaz. İslâm, kültürümüzün temel dinamiğidir.
Başörtüsü de İslâm'ın emridir. Sorunda ülkemizin sorunudur. Çözüm getirme
görevi de bizimdir. Görevimizin de farkındayız. Problem zamanla gündemden
çıkacaktır. Kamuoyuna saygı ile duyurulur.' dediği, (Ek.99)
12) Anayasa
Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin, Anayasa Mahkemesi'nin 43. kuruluş yıldönümü
töreninde 'Laiklik ilkesinin Türkiye için önemi' konusunda:
''İlk kez 25 Nisan 2001 günü yaptığım Anayasa
Mahkemesi'nin 39. Kuruluş Yıldönümü konuşmasında, laiklik ilkesinin Türkiye
Cumhuriyeti için taşıdığı öneme, başta Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olmak
üzere bu konuyu düzenleyen kimi uluslararası normlardan da söz ederek değinmiş,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi, Danıştay 8. Daire ve İdari
Dava Daireleri Genel Kurulu kararlarında türbanın inanç gereği takılan giysi
olmadığı, bir nevi simge olarak kullanıldığı, resmi daire ve üniversitelerde
başörtüsü serbestisi tanımanın bir tür yönlendirme ve bir anlamda zorlama
olduğu biçiminde gerekçelere yer verildiğini belirtmiştim.
Bu konuşmanın yapıldığı günden bugüne kadar geçen (4)
yılda konu güncelliğini yitirmemiş, aksine giderek artan biçimde gündemde tutulmak
istenilmiştir. Ancak, bu (4) yıllık süre içinde Anayasa Mahkemesi ile Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'nin verdiği kararlar konuya daha da netlik
kazandırmıştır.
Anayasa'nın 176. maddesi uyarınca Anayasa metni içinde
yer alan 'Başlangıç' kısmında; laiklik ilkesinin gereği olarak, kutsal din
duygularının devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı
vurgulandıktan sonra, Anayasa'nın 2., 4., 10., 14., 15. ve 24. maddelerinde de
bu konuda özel düzenlemeler getirilmiştir.
Din ve vicdan özgürlüğü konusunda evrensel anlayışı
yansıtan kurallara İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 18., İnsan Hakları
Avrupa Sözleşmesi'nin 9., Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi'nin
18., Din ve İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayırımcılığın Kaldırılması
Bildirisi'nin 1. maddelerinde de yer verilmiştir.
Türkiye'de din ve din duyguları ile dince kutsal sayılan
şeylerin istismar edilerek oya çevrilmesi batı ülkelerine göre çok daha kolay
ve olağan olduğundan, geçmişte bu yola başvuran partiler laiklik karşıtı bu
eylemleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi'nce kapatılmış bu karara karşı Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'ne yaptıkları başvurular da reddedilmiştir.
Ülkemizde zaman zaman kimi parti yetkilileri, bayanların
inançları gereği türban takabilecekleri, bu tür bir giysi ile yükseköğretim
kurumlarına devama engel olunmasının; Anayasa ile tanınan temel haklardan olan
'eğitim ve öğrenim hakkı' ile 'inanç özgürlüğü'ne müdahale olduğu yolunda
savlar ileri sürmüşlerdir.
Oysa bu konuda Danıştay, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'nce verilmiş pek çok kararlar vardır ve yargının
değerlendirmesine göre, dinsel nedenlerle türbanla boyun ve saçların
örtülmesine resmi daire ve üniversitelerde serbestlik tanınması, bir tür yönlendirme
ve bir anlamda zorlama olup; kişileri şu ya da bu biçimde giyindirip başlarını
örtmeye zorlamak, dinsel inanç ve görüşler nedeniyle gençler arasında
çatışmalara neden olacak ortamın yaratılmasını sağlayacak, hatta aynı dinden
olanlar arasında bile ayrılıklar yaratacağından, bu davranış biçimi laiklik
ilkesine aykırı düşecektir.
Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin
başörtüsüne ilişkin istikrar bulmuş kararları varken, kimi yazılı ve görsel
yayın organlarınca bu konunun gündemde tutulmaya çalışılması, kimi siyasal
partiler yetkililerince de, yasal düzenlemeler yapılarak, türbanla öğrenim
yapma olanağının tanınacağı yolunda beyanlarda bulunulması, bu konudaki yargı
içtihatlarını bilmemekten kaynaklanmıyorsa, din duygularını kullanarak siyasi
avantaj sağlamaya yöneliktir.
Anayasa'daki laik düzenlemeler kaldığı sürece, türbanlı
kızların yükseköğretim kurumlarına öğrenci sıfatıyla, öğrenimlerinden sonra da
resmi dairelere kamu görevlisi olarak girmelerini sağlayacak tüm yasal
düzenlemeler Anayasa'ya aykırı olacaktır. Hatta bu konuda Anayasa'ya kural
konulsa bile bu kez, Anayasa'nın bu yeni kuralı Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'ne uygun olmayacaktır.
Öte yandan, Anayasa Mahkemesi'nin, 2547 sayılı
Yükseköğretim Kanunu'na eklenen 'EK MADDE 17'de yer alan; 'yürürlükteki
kanunlara aykırı olmamak kaydı ile; yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet
serbesttir.' kuralının iptali istemiyle açılan davada, 2.4.1991 günlü, Esas:
1990/36; Karar: 1991/8 sayılı kararla başvurunun reddine karar verdiğinden söz
edilerek, yükseköğretim kurumlarında türban takılmasını sağlayacak yasal
düzenleme yapılabileceğini söylemek, ya anılan kararın gerekçelerini bilmemek
veya gerekçe gözardı edilerek sadece sonuç bölümüne bakıp değerlendirme
yapmaktır. Bilindiği gibi, Mahkeme kararları gerekçeleri ile bir bütün teşkil
eder, idareyi ve yasamayı bağlar. Başka bir söylemle, kararların sonuç bölümüne
anlam kazandıran kararların gerekçeleridir.
Söz konusu kararın gerekçesine bakıldığında, hiçbir
duraksamaya yer kalmayacak biçimde yükseköğretim kurumlarında türban
takılmasına olur veren açıklama bulunmadığı görülecektir. Aksine, bu konudaki
açıklamalar yapıldıktan sonra ilgili bölümün sonunda; '...sonuç olarak, ister
dini inanç gereği olsun, isterse başka nedenlerle olsun, yükseköğretim
kurumlarındaki kılık-kıyafetin çağdaş duruma ters düşmemesi gerekir.'
denilmektedir.
Açıklanan nedenlerle, bu kararın sonuç bölümünde
'başvurunun reddine' denildiğinden hareketle, yasal düzenleme yapılarak
türbanlı kız öğrencilerin yükseköğretim kurumlarına devamının sağlanabileceği
söylenemez. Bu konuda yapılacak yasal düzenlemenin, 2547 sayılı Yükseköğretim
Kanunu'na eklenen Ek Madde 16'nın iptaline ilişkin 7.3.1989 günlü, Esas:
1989/1; Karar: 1989/12, Refah Partisi'nin temelli kapatılmasına ilişkin
16.1.1998 günlü, Esas: 1997/1; Karar: 1998/1, Fazilet Partisi'nin temelli
kapatılmasına ilişkin 22.6.2001 günlü, Esas: 1999/2; Karar: 2001/2 sayılı
kararlarla Refah Partisi'nin kapatılmasına ilişkin Anayasa Mahkemesi kararına
yapılan itiraz sonucu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 3.Dairesince verilen
31.7.2001 günlü ve 41.340/98 sayılı, bu karara yapılan itirazın reddine ilişkin
31.02.2003 günlü ve aynı sayılı Büyük Daire kararlarına aykırı olacağı
kuşkusuzdur. ...' şeklindeki sözlerine karşı:
Adalet ve Kalkınma Partisi Grup Başkanvekili İrfan
Gündüz'ün, Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin'in 'Önüne konulan
metni daha önce okumadan hazırlıksız yakalandığını' iddia ederek;
'Geleceğe ambargo koyan bir hukuk sistemi olmaz. Toplumda bu konuda mutabakat
var. Türban konusunda Anayasa Mahkemesi fetva veren bir kurum mudur''
dediği,
Adalet ve Kalkınma Partisi Yozgat Milletvekili Mehmet
Çiçek'in, vekil imam ve hatiplere kadro olanağı sağlayan tasarının TBMM
Genel Kurulu'nda görüşülmesi sırasında, 27.4.2005 günlü 90. Bileşimin 4.
oturumunda Adalet ve Kalkınma Partisi grubu adına söz alarak; 'Sayın Anayasa
Mahkemesi Başkanımız Mustafa Bumin, geçmişten ibret almamışa benziyor;
geçmişte, bu metodu kullanarak, durup dururken, bu konuyu gündeme getiren,
taşıyan ve emekli olanlar, belli bir süre sonra, 'kullanıldık ve bir yerlere
atıldık' diye hala bağırmaya devam ediyorlar''Dini, ahlaki ve kültürel
değerlerimiz, toplum önünde, sorumsuz ve liyakatsiz kişiler tarafından, hala
tartışılmaya devam ediyor. 'Ülkemizde, hiçbir kimsenin, Anayasanın ona
verdiği yetki ve görevin dışında misyon yüklenerek ortaya çıkması düşünülemez.
Ne gariptir ki, Türkiye'de gündem oluşturmak istendiğinde ilk ele alınmak
istenen konu, din ve dinî değerlerimizdir; günah keçisi yapılmak istenen kurum
ve kuruluş ise, Diyanet Teşkilatı ve onun müntesipleridir. Başörtüsü,
imam-hatip lisesi, cami, Kur'an kursu gibi konular, zamanlı zamansız, yeterli
yetersiz kişiler ve kuruluşlarca, hiç gereği yokken dile getirilmekte ve
tartışmaya açılmaktadır. Bu tartışma, hem Yüce dinimize hem Diyanet İşleri
Başkanlığı Teşkilatımıza zarar veriyor demiştik. Bu bağlamda, Anayasamız, diğer
kurumların yetkilerini belirlediği gibi, Anayasa Mahkemesinin de görevlerini,
yetkilerini belirlemiş ve sınırlamıştır. Hiç kimse ve hiçbir kurum, ülkemiz
insanını Allah ile kanun arasına sıkıştırmamalıdır. İnsanlarımız, bir tarafta
Allah'a ibadet maksadıyla uygulamalarda bulunmak isterken önüne farklı engeller
konulmamalıdır. Bugünlerde durup dururken başlatılan türban tartışmasının çözümüne
muhatap, kesinlikle Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kuruludur. Anayasa
Mahkemesinin içtihatları neyse, dinî konularda anayasal bir kuruluş olan
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun içtihatları da odur.
Ülkemizde kurum ve kuruluşlar arasındaki yetki, kavram tecavüzü ve kargaşası
mutlaka önlenmelidir. Bu, iktidar -muhalefet, hepimizin görevidir. Mesela,
hiçbir kurum ve kuruluş, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun
görevini üstlenmemelidir; buna, hiçbir hakkı ve salahiyeti yoktur. Anayasa
Mahkemesinin, kendisini, Parlamentonun üzerinde görmesinin de gereği yoktur..'
dediği, (Ek.100)
13) Yozgat
Milletvekili Mehmet Çiçek'in 2006 yılı Şubat ayında Star Tv'de katıldığı
bir programda Danıştay 2. Dairesi'nin Aytaç Kılınç'a ilişkin 26.10.2005 gün ve
2004/4051-2005/3366 sayılı kararı ile ilgili olarak; 'Mahkemenin vermiş
olduğu bu kararla Avrupa'da yaşadığımız yanlışlığı Türkiye'de yaşayabiliriz. Türkiye
toplumu Allah'la kanun arasına, Allah'ın emriyle kanunun emri arasına
sıkıştırılmamalıdır.'''Kamu alanı ne demek' İslam, dini hayatın her
safhasında yaşanmayı emreden bir dindir. Affedersiniz insanların tuvalette
nasıl davranacakları belirtilmiştir, kurallaştırılmıştır. O zaman bir hâkim
karar vermeden önce Kuran'daki bu ayete bakacak, bu ayeti insan nerede uygular,
nerede uygulamaz'...'Dini konu olduğu için bakmalı. Dini bir konuysa, hâkim
elbet, 'Acaba ben bu kararı verirsem sonuç ne getirir' diye bakmalı(')
Ahlaki bir konuysa ahlaki değerlerimize bakmalı. Kimi başörtüsü diyor, kimi
türban diyor, kimi sıkmabaş diyor, kimi soğanbaş diyor, sarımsakbaş diyor. Bu
kadar gülünç hale geldi bu iş. Artık bir hâkim 'bu konuda gerçekten din ne
diyor...' Dinin dediği yer de Kuran'dır, şahıslar değildir.'''Türkiye
demokratik, laik bir ülkedir. Diyanet İşleri Başkanlığı anayasal bir
kuruluştur. Başörtüsü ile ilgili karar verme, neyin dini, neyin dini olmadığına
karar verme görevi Diyanet'e aittir.'''Şimdi yarın bir başka mahkeme de, '5
vakit namazı 1 vakte indirdik, cuma namazlarını kaldırdık' dese. Böyle şey olur
mu'' şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.101)
14) 2006 yılı
Nisan ayında Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda Kur'an-ı Kerim ve İstiklâl
Marşı'nın okunmasıyla başlayan İlim Yayma Cemiyeti'nin 52. Genel Kurultayına
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Adalet ve
Kalkınma Partisi Genel Sekreteri İdris Naim Şahin, Adalet ve Kalkınma Partisi
İstanbul Milletvekilleri Burhan Kuzu, Hüseyin Kansu, Sakarya Milletvekili
Süleyman Gündüz'ün katıldıkları,
İlim Yayma Cemiyeti Genel Başkanı Hamza Akbulut'un
yaptığı konuşmada, 'Yasaklar sebebiyle İmam Hatip lisesi ve Kur'an Kursu
öğrencileri çok azaldı. İlköğretim çağındaki çocukların dinini öğrenmeleri hâlâ
mümkün değil. Hâlbuki AB ülkelerinde din eğitiminin okul öncesinden başladığını
biliyoruz. Eğitimde fırsat eşitliği yok. Özellikle İHL öğrencilerine
uygulanan haksızlık, hâlâ giderilemedi. İmam Hatip Lisesi öğrencilerine normal
lise öğrencilerinin sahip olduğu haklar verilmeli. Öğrencilerin kılık
kıyafetleriyle uğraşılmaya artık son verilmeli. Yabancı dil ile eğitim gün
geçtikçe genişliyor. Eğitimin her kademesinde dine ihtiyaç vardır. Eğitimde
gösterilen bir eksikliğin zararı, yıllar sonra da olsa çıkar. Bugün okullarda
kötü alışkanlıkların faturasını ağır ödeyebiliriz. İlk ve ortaöğretimdeki din
eğitimine önem verilmeli. Çocuklarımıza Peygamberimiz'i anlatmalıyız.
Peygamberimiz, her genç için model olmalı' dediği,
Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Sekreteri İdris Naim
Şahin'in 'Bizim kendimize göre stratejilerimiz var. Değişen
Türkiye'de siyasetin yeni diliyle konuşmak gerekir. Konuşurken de geçmişten
ders alarak yolumuza devam edeceğiz. Biz empati yaparak, olayları anlamak
zorundayız. İktidar da bunu gerektiriyor. Herkesin kendisine göre bir yöntemi
var. Bunlar da normaldir. Eleştirilerde insaflı davranmak gerekir' ,
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın ise 'Reformlar
sancılı olur. Güle oynaya yapılmaz. Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken
birçoğu kanlı oldu. Bu konuda sabır ve zamana ihtiyacımız var.
Önemli olan bir şeyi yaparken kırıp dökmemek ve bu da bizim hassasiyetimiz.
Yolumuza da bu şekilde devam edeceğiz. Devam ederken de gerekenler yapılacak.'
şeklinde konuştukları, (Ek.102)
15) Adalet ve
Kalkınma Partisi Genel Başkan Yardımcısı Akif Gülle'nin 2006 yılı Şubat
ayında, Danıştay 8. Dairesinin Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliğinin,
imam-hatipliye çifte diploma olanağı veren ve böylece katsayı engeline
takılmadan üniversiteye girme olanağı sağlayan hükmünün yürütmesini durdurma
kararına tepki göstererek 'Danıştay kararından öte, eşit yarışma şartlarında
olmak isteyenlerin talebini YÖK'ün yargıya taşımasını olağanüstü yadırgıyorum.
Yanlış buluyorum. Buradaki düzenleme sadece meslek liselerine eğitimde fırsat
eşitliğinin tanınmasıdır. Bunlara bir tolerans gösterilmesi değildir. Bu
düzenlemeyi yargıya götürme ihtiyacı hisseden YÖK, düşünülmesi gereken bir
organ. Beni en çok üzen YÖK' ün bu konuyu yargıya götürmesi.' dediği,
(Ek.103)
16) TBMM'de gazetecilerle
sohbet eden Adalet ve Kalkınma Partisi Grup Başkanvekili İrfan Gündüz'ün,
8 yılık kesintisiz temel eğitimi eleştirerek, ''İmam hatiplerin önüne kesmek
için çıkarılan kanun, gençliğin, mesleki eğitimin, hatta Türkiye'nin önünü
kesti''''Misyonerlik faaliyetleri alabildiğine arz-ı endam ediyor. Misyonerlik
faaliyetleri bu kadar cirit atarken toplum niye sessiz kalıyor' Bugün
Türkiye'de din eğitimi, 15 yaşından önce yasak. 15 yaşından sonra hangi din
eğitimini vereceksiniz' Tabiat boşluğu sevmez, sizin boş bıraktığınız alanı
birileri gelir doldurur. Rahşan Hanım da geçenlerde (din elden gidiyor) diye
feryat ediyordu. Fakat bunu kendileri yaptılar. Camilerde verilen yaz Kuran
kurslarına 15 yaşından küçüklerin gönderilmesi yasak. Bu kanunu çıkaran da Ecevit'in
başkanlığındaki hükümetti. Biz o zaman feryat ettik. Bu yasakların hepsini
kaldırmak lazım. Misyonerliği yasaklayalım anlamında değil. Bunlar
söylensin, toplumda tartışılsın. Türkiye artık şekille uğraşmak gibi bir
yanılgıdan kurtulma olgunluğuna erişti diye düşünüyorum. Baş açma, kapatmak
değil... İnsanların beyninin içi, eylemleri, icraatları önemli.'' şeklinde
beyanda bulunduğu,
Türban konusuyla ilgili olarak da 'Sayın Başbakan
eşiyle Beyaz Saray'a, Versay'a, Kremlin'e gidiyor sorun olmuyor. Ama bizim
Çankaya'ya gitmesi büyük problem oluyor. Çankaya'nın uçağına binmesi
bile problem oluyorsa Türkiye böyle küçülen bir dünyada böyle bir yanlışa ne
kadar direnebilir' Ben gideceğini sanmıyorum'' ' ''Zamanı gelirse adımlar
atılır, birisi bu adımları atar',
Misyonerlik konusunda Türkiye'de herhangi bir verinin
olmadığına işaret ederek; ''Türkiye'de köpekler serbest taşlar ise bağlı
görünüyor. Akşam televizyonlarda gösterilen ayini Türkiye'deki yerli bir
tarikat veya imam yapsa, kıyamet kopar. Ama Kanadalı göçmen yapıyor,
fazla ses çıkmıyor. Türkiye'de Müslümanların önünün açılması lazım ki biz de
kendi dinimizi savunalım, doğruları anlatalım. Bu, özgürlük ortamında çözülür.
Türkiye'de sıkıntı, Müslümanların pek çok konuda bağlı olmasından kaynaklanıyor.
Diyanet bile bu konuda üzerine düşeni yapamıyor',
'Türkiye'de bazı meselelerde sistem gelip önümüzü
tıkıyor. Zamanı geldiğinde bu adımlar atılacak. İktidarların görevi
meseleleri çözmek. Biz toplumda gerilim ve gerginlik yaratacak hiçbir konuda,
ekonomik istikrarı gölgeleyecek adım atmak istemiyoruz. Öncelikle bu sefaletin
ortadan kaldırılması lazım. Amacımız, bu meseleleri, tek başına (dediğim dedik,
çaldığım düdük) mantığıyla getirmek yerine, toplumda geniş konsensüs yaratarak
çözmektir'' 'Bunlarda toplumsal
konsensüs olması gerekir. Konu her gündeme geldiğinde (imam hatiplerin önü
açılıyor) diye saptırılıyor. İmam hatiplerin önünü kesmek için çıkarılan kanun,
gençliğin, mesleki eğitimin, hatta Türkiye'nin önüne kesti'',
şeklinde görüşlerini ifade ettiği (Ek.104)
17)
Eğitim özgürlüğünü kısıtlıyor gerekçesiyle İslami kesimde büyük tartışma
yaratan, yeni TCK Tasarısının 263. maddesinin birinci fıkrasında yer alan 'Kanuna
aykırı eğitim kurumu' başlıklı 'yasadışı eğitim kurumu açan ve işletenlere,
bu kurumlarda kanuna aykırı olarak açıldığını bildiği halde öğretmenlik
yapanlara yönelik 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası öngören' ve ikinci
fıkrasında 'yukarıdaki fıkrada gösterilen yerlerin kapatılmasına da karar
verilir' şeklindeki düzenleme ile ilgili olarak, AKP'li Hasan Kara ve
arkadaşları tarafından verilen ve teklife 29. madde olarak yerleştirilen 'Kanuna
aykırı eğitim kurumu açan veya işleten kişi 3 aydan 1 yıla kadar hapis cezası
veya adli para cezası ile cezalandırılır' yönündeki değişiklik önergesi
TBMM Genel Kurulunda 27.5.2005 tarihinde kabul edilerek '5357 sayılı Türk
Ceza Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun' olarak yasalaştığı, 765
sayılı TCK'nunda bu suçlar için 6 aydan 2 yıla, 1 Haziran'da yürürlüğe girecek
5237 sayılı yeni TCK'da ise 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası öngörüldüğü, yeni
düzenleme ile üst sınırın 3 yıldan 1 yıla indirilerek hapis cezasının erteleme
kapsamına alındığı, yalnızca adli para cezasıyla cezalandırılma olanağı
getirildiği, kanuna aykırı olarak açılan eğitim kurumlarında (Kuran
kurslarında) eğitim veren öğretmenlere ise herhangi bir ceza öngörülmediği,
kapatma yaptırımının da kaldırıldığı,
Cumhurbaşkanlığının 3.6.2005 gün ve 451 sayılı yazıları ile; 'Düzenlemeyle
yasaya aykırı eğitim kurumlarının açılıp işletilmesi özendirilmekte ya da
çalışmalarını sürdürmesine olanak sağlanmaktadır. Mevcut yasalarda yer alan
hükümlerin hedefi ise ayrılıkçı terör örgütlerinin, misyonerlik etkinlikleriyle
uğraşanların ve din devleti yanlısı tarikatların, devletin ilgili kurumlarından
izin almadan, yasadışı yollarla okul ya da kurs açmalarının önlenmesi; böylece,
sapkın yöntemlerle gençlerin çağdışı, bölücü ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş
felsefesine aykırı biçimde eğitilmelerinin önlenmesi olduğu açıktır. Söz konusu
düzenlemede ise bu hedefin korunmadığı görülmektedir.'''Yeni düzenlemeye göre
yasaya aykırı olarak açıldığı saptanan eğitim kurumunu açan ve işleten kişi ya
da kişiler yargılanıp yalnızca adli para cezası ile cezalandırılabilecek; bu
tür yerlerde öğretmenlik yapanlar ise cezalandırılmayacak, bu yerlerin
kapatılabilmeleri de yönetimin takdirine kalacaktır.'''Devletin görevi yasalara
aykırı eğitim kurumlarını yaşatmak değil, temelli ortadan kaldırmaktır. Devlet,
yasaya aykırı eğitim kurumlarının açılmasını, yapacağı düzenlemelerle başından
önlemek zorundadır.'''Suç cezasız kalmamalı.'''Tüm kurumlar için olduğu gibi,
eğitim kurumlarının da açılıp işletilmesinin yasalara uygun olması zorunludur.
Kurumlar, kurumları işletenler ve bu kurumlarda çalıştırılacakların yasal
koşulları ve nitelikleri taşımaları kamu düzeninin zorunlu gereğidir. Bir
eğitim kurumunun yasaya aykırı olarak açıldığının yargı yerince saptanması
durumunda, bu suçun cezası mutlaka kapatma olmalı, suç, kurum yönünden cezasız
kalmamalıdır.(')'Yasaya aykırı eğitim kurumlarına kapatma cezası verilmeyerek,
kapatma işleminin bir yönetsel işleme, yöneticilerin takdirine bırakılması,
yasaya aykırılığa süreklilik kazandırabilecektir ki bu durumu hukuk devleti
ilkesiyle bağdaştırmak olanaksızdır.'''Demokrasiyi ve çağdaş değerleri
özümsemiş, cumhuriyetin temel niteliklerini benimsemiş, her türlü dogmadan uzak
kalıp sorgulayabilen, özgür düşünceli bir gençlik yetiştirmenin ve ulusun
aydınlık geleceğinin temel koşulu, bu amaçlara odaklanmış eğitim kurumları ve
eğitim personeline sahip olmaktır. Bu da ancak anayasal ilke ve kurallar
çerçevesinde çıkarılmış yasalarla sağlanabilir.'''Devletin eğitim ve
öğretimdeki gözetim ve denetim görevi, laiklik ve bunun eğitimdeki yansıması
olan öğretim birliği ilkesine aykırı etkinlik ve öğretim yapılmasına izin
verilmemesi görevini de kapsamaktadır.''' Anayasanın 1. maddesinde,
cumhuriyetin niteliklerinin değiştirilemeyeceği, değiştirilmesinin
önerilemeyeceği kurala bağlanmıştır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti'nin
niteliklerinden olan laiklik, anayasal içeriğiyle güvence altına alınmıştır.
Anayasanın başlangıç bölümünde, hiçbir etkinliğin Atatürk ilke ve devrimleri
karşısında koruma göremeyeceği, laiklik ilkesi gereği kutsal din duygularının devlet
işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı belirtilmiştir.'''Anayasa,
bireyin inanç alanında kaldığı sürece din ve inanç olgusuna sınırsız bir
özgürlük tanımakta, buna karşın toplumsal yaşamı etkilediğinde, açığa
vurulduğunda kamu düzenini koruma amacıyla bu özgürlük sınırlanabilmektedir. Bu
bağlamda, devlet, dinin kötüye kullanılmasını ve sömürülmesini önleyecek
önlemleri almakla yükümlü kılınmıştır.'''İkili öğretim kaos yaratır.'''Öğretim
birliği ilkesinin amacı, akla ve bilime dayalı programlarla çağdaş uygarlık
hedefine yönlendirilmiş yurttaşlar yaratmaktır. İkili öğretim, yani bir yanda
akla ve bilime, öte yanda dinsel öğretiye dayalı öğretim toplumda ikiliğe yol
açacak, kaos ve karmaşa yaratacaktır.'''Bir yandan eğitim kurumlarının, bu
bağlamda Kuran kurslarının Atatürk ilke ve devrimleri ile çağdaş bilim ve
eğitim esaslarına aykırı eğitim verip vermediği devletin gözetimi ve denetimine
bırakılırken, öte yandan da Kuran kursu öğreticiliği gibi dini hizmetleri
yerine getirebilecek elemanların yetiştirilmesi görevi devlet okullarına
verilmektedir. Devlet gözetimi ve denetiminin olmadığı ya da sonuç vermediği
ortamlarda dinsel ve bilimsel ikili eğitimin gelişip yerleşmesi
kaçınılmazdır.'''Açıklanan nedenlerle, incelenen yasanın 3 ve 29. maddelerindeki
düzenlemeler; hukuk devleti, eşitlik, laiklik, ülke ve ulus birliği, öğretim
birliği ilkeleriyle, cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle, çağdaş ve bilimsel
eğitim anlayışıyla bağdaşmamakta, toplumun adalet duygularını incitecek
nitelikte bulunmaktadır.' şeklindeki gerekçelerle veto edilen metin TBMM
Genel Kurulunun 29.6.2005 günlü oturumda aynen kabul edilerek, 5377 sayılı Yasa
olarak Resmi Gazete'nin 8.7.2005 tarihli sayısında yayımlandığı,
Yasa'nın Anayasaya aykırı bulunduğu iddialarına karşı;
Adalet ve Kalkınma Partisi Milletvekili Fehmi Hüsrev Kutlu'nun;
'Biraz olayı abartıyoruz. Bu laiklik, cumhuriyet, ceza 6 ay olunca kurtuluyor
da, 5 ay olunca tehlikeye mi düşüyor' Kaçak Kuran kursu olmaz, Kuran
kursu olur. Bu madde Kuran kurslarını kapsıyorsa bu maddedeki 3 ay ceza da
yanlıştır, utanç vericidir. Hiç kimse dininin kitabını öğretiyor diye
cezalandırılamaz. ''İzinli Kuran kurslarına öğrenci gitmiyor'' deniyor. Siz
kalkıp da şu yaşa kadar Kuran öğretilemez diyemezsiniz..' dediği, (Ek.105)
18) TBMM Anayasa
Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu'nun, Bahçeşehir Üniversitesi tarafından
2005 yılı Mayıs ayında Beşiktaş Yerleşkesi'nde düzenlenen 'Siyaset ve
Liderlik Okulu' kapsamında 'Bağımsızlık ve Hürriyet' konulu yaptığı
konuşma sonrasında, yeni TCK ve yasaya aykırı eğitim kurumlarına yönelik
madde hakkındaki tartışmalarla ilgili bir soru üzerine, bu maddenin komisyonda
da tartışıldığını, hapis cezasının önce 3 yıla, sonra 1 yıla indirildiğini,
Yasada 'Kuran kursu' değil, 'izinsiz eğitim kurumu' denildiğini belirterek ''Neticede
devletin valiliği, savcılık takip edecektir, yasadışı bir durum olursa gerekli
şey yapılır. Sonuç itibariyle biz insanların özgürlüğünü savunalım. Ama bir
boşluk olursa onu düzeltiriz' 'Kuran kursunun yasağı mı olur' Hepimiz
evde öğrendik. 'Kaçak yapı' gibi söylüyorsunuz. Yasadışı dediğimiz
izinsiz yapılan şeyler, ille de hapis vermek gibi bir şey olamaz... Bana
sorarsanız hiç ceza vermemeniz gerekir... Şahsi kanaatim bu. İlgili
soruşturma açılır, varsa bir suçu, para cezası mı olur, başka bir şey mi olur
yaparsın. Orada yasadışı bir faaliyet varsa, örgüt anlamında, o zaten ayrı bir
suç. Yasadışı örgüt kurma diye müstakil bir suç var zaten.' diye söylediği,
(Ek.106)
19) TBMM Plan ve
Bütçe Komisyonu'ndaki SHÇEK, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Aile ve Sosyal
Araştırmalar Genel Müdürlüğü ve Özürlüler İdaresi Başkanlığı'nın 2007 yılı
bütçe görüşmelerinde söz alan Adalet ve Kalkınma Partisi Samsun Milletvekili Musa
Uzunkaya'nın; 'kızların istediği okula gidemediğini, gitse bile daha
sonra kamu hizmetine katılamadığını, 3 binden fazla kız öğrencinin
Viyana, İtalya, Almanya, ABD, Hollanda'ya gitmek zorunda kaldığını, YÖK'ün 20
küsur yıldır kızların iki kimlik taşımasını zorunlu hale getirdiğini,
üniversiteye girişte ve üniversitede farklı kimlik kullanmak zorunda kaldığını,
bunun kadının aşağılanması olduğunu, katı laiklik uygulamasının Fransa
ve Türkiye'de söz konusu olduğunu''' beyan ettiği, (Ek.107)
20) Plan ve Bütçe
Komisyonu'nda, Başbakanlık ve bağlı kuruluşların 2006 yılı bütçeleri görüşülürken,
CHP milletvekillerinin TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın türban konusunda
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'e yönelik sözlerini ve Ömer Dinçer'in görevde
tutulmasını sert biçimde eleştirmeleri üzerine Adalet ve Kalkınma Partili Musa
Uzunkaya'nın; ''Atatürk'ün eşi Latife Hanım, köşkteki toplantılara
başörtüsüyle katılıyordu. İsmet İnönü'ye yurtdışı gezilerinde eşi kara çarşafla
eşlik ediyordu. Bu da mı çağdışılık'' demiş, Ömer Dinçer'e yönelik
eleştiriler üzerine ''Ben bu makalenin altına imzamı atarım''
diye konuştuğu, (Ek.108)
21) Devlet Bakanı Mehmet
Aydın'ın; 2004 yılı Nisan ayında Almanya'da Frankfurter Allgemeine
gazetesine verdiği demeçte 'Eğer bir kadın kapanması gerektiğini
düşünüyorsa, bu konuda bir demokrat olarak sadece şunu söyleyebilirim: buna hakkı
var'Türban takılması, kamu kuruluşlarında mümkün olabilir'Bizim
kadınlara kendi kurallarımızı zorlamaya hakkımız yok. Aksi halde bir yan
konudan büyük sorun yaratırız.' dediği, (Ek.109)
22) Devlet Bakanı Güldal
Akşit'in, 2005 yılı Ocak ayında ABD'de katıldığı Birleşmiş Milletler'e
bağlı Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW)
Komitesi'nin Türkiye konulu özel komite toplantısında; 'Türkiye'de bir
başörtüsü sorunu vardır. Genç kızlarımızın eğitim alması önünde engel teşkil
etmektedir. Üniversitelerimize fiilen devam edemedikleri için eğitim
almaları engellenmektedir' şeklinde konuştuğu, (Ek.110)
23) Hükümetin
Leyla Şahin hakkındaki AİHM 4. Dairesi'nin kararının onaylanmasını istemesi üzerine
2005 yılı Mayıs ayında Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekillerinden:
Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbay'ın; 'Türban
yasağı savunmasına katılamayız. Türban bireysel, inanç özgürlüğüne girer. Giyim
kuşam özgürlüğü var. Hükümetin türban yasağını savunması Anayasa'ya aykırıdır.
Anayasa'daki din ve vicdan hürriyeti ne olacak' Bu işi 'mecburiyetten yaptık'
anlayışı olmaz. İktidara bireysel özgürlükleri genişletmek için geldik. Bu
unutulmamalı'',
Adıyaman Milletvekili Ahmet Faruk Ünsal'ın; 'Eğer
hükümet türban yasağını savunduysa bunun demokratik gerekçeye sığınarak
yapılmasını doğru bulmam. Biz demokratiksek, o zaman Avrupa ülkeleri
teokratiktir. Hükümet keşke farklı savunma yapsaydı. Avrupa'da bazı liselerde
yasak var, üniversitede yok. Keşke hükümet, 'Bizde alternatif eğitim kurumları
yok' deseydi.',
Nevşehir Milletvekili Mehmet Elkatmış'ın: 'Türban
yasağı insan haklarına aykırıdır. Türban yasağı savunulamaz',
Ankara Milletvekili Eyüp Sanay'ın: 'Türban
yasağı gibi kısıtlamalar olmamalı. Hükümetin verdiği savunma siyasidir.
Birtakım güçlerin etkisi altında kalarak verilen bir savunmadır. Asıl
düşünceleri benim gibidir. Gizli güçlerin etkisi altında bu karar, verilmiştir.
Başbakanın eşi başörtülü, kızları başörtüsü yüzünden yurtdışında okuyor,
Dışişleri Bakanı'nın eşi okuyamadı. Yasağı savunmaları mümkün mü' Yürekleri
sızlaya sızlaya savunmayı veriyorlar',
Adana Milletvekili Abdullah Çalışkan'ın: 'Hükümet
olabilirsiniz, ancak şimdi olduğu gibi bazı konularda irade ortaya
koyamayabilirsiniz. İçeride anayasal kurumların yarattığı bir 'de facto' durum
var...,'
şeklinde beyanda bulundukları, (Ek.111)
24) Adalet ve
Kalkınma Partisi Ankara Milletvekili Eyüp Sanay'ın 2005 yılı Kasım
ayında, TBMM'de yaptığı açıklamada üniversitelerin yanı sıra kamu kurumlarında
da çalışanlara türban serbestliği getirilmesi gerektiğini ileri sürerek;
''Her yerde, yapılan işe zarar verilmediği sürece kıyafet sınırlaması
olmamalıdır. İsteyen başörtüsüyle isteyen başı açık, isteyen mini etek, isteyen
maksi etek ile çalışabilmelidir'' dediği, (Ek.112)
25) Adalet ve
Kalkınma Partisi Kocaeli Milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı Nihat Ergün'ün
divan başkanlığı yaptığı Adana Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Salonu'ndaki
Adalet ve Kalkınma Partisi Adana Gençlik Kolları 2. Danışma Meclisi'nde, toplantıya
katılan partili gençlerin boyunlarında parti amblemi bulunan turuncu renkli
atkıların kendine Ukrayna'da yaşanan 'Turuncu devrimi' hatırlattığını
belirten Adalet ve Kalkınma Partisi Adana Milletvekili Abdullah Çalışkan'ın
'Gençler devrim istiyor. Ben de bir romantik devrimci olarak elbette
devrimden yanayım. Ama devrimin turuncusu olmaz. Ara renk olmaz devrimde.
Devrim ya kırmızıdır, ya da yeşildir. Ben yeşilden yanayım'''Bu devrimci
ateşinizin asla sönmemesini diliyorum. Yaş 30'u geçtikten sonra ana
kademeye geçince, devrimci ruhunuzun asla sönmemesini diliyorum. O ateş, her ne
kadar cürümü kadar yeri yaksa da sizi mezara kadar götürecek bir ateştir. Ben
yüreğinizdeki o ateşin mezara kadar devam etmesini diliyorum.' diye
söylediği,
Konuşmasının ardından DHA muhabirinin 'Yeşil devrimden
kastınız nedir'' sorusuna Abdullah Çalışkan'ın; 'Gençlere
yönelik duygulu bir konuşma yapmak istedim. Asıl olan ülkedeki mevcut
gidişattır. Çünkü bugüne kadar ülkemizde bir takım yönetimler olmuş, bir takım
iktidarlar gelmiş, ama köklü değişimler bir türlü gerçekleşmemiştir. Önemli
olan burada toplumun talep ettiği köklü değişimlerdir. Siz onun adına ister
devrim deyin, ister fetih deyin. Bir şekilde bu köklü değişimlerin
yapılması lazım. Ben köklü değişimlerden yanayım, benim kastettiğim şey budur.
Devrimlerin esası şudur, ara devrim olmaz. Bir şekilde 'turuncu devrim', 'pembe
devrim', 'sarı devrim' gibi devrimler olmaz. Devrimlerin rengi ya 'yeşildir',
ya da 'kırmızıdır' Kastettiğim köklü değişimlerdir. Devrimin darbe gibi
farklı şekilde anlaşılması zaten mümkün değildir. Yeşil devrim zaten halkın
anlayacağı bir dildir. Ben renklerle ifade ettim, renklerin dilini
kullandım, anlaşılmıştır.' yanıtını verdiği, (Ek.113)
26) Adalet ve
Kalkınma Partisi Genel Başkan Yardımcısı Nihat Ergün'ün , Adalet ve
Kalkınma Partisi Genel Merkezi'nde 2005 yılı Nisan ayında düzenlediği basın
toplantısında; türban konusunda geleceğe dönük uyarılarda bulunarak ''Dindar
bir kimlik ve görünümle modern hayata aktif şekilde katılmak isteyen bireylerin
mağdur edildiğini'' '. Laikliğin sulandırılması da katılaştırılması
da onu çağdaşlıktan, bilimsellikten ve rasyonellikten uzaklaştırmaktır. Çağdaş,
bilimsel ve rasyonel laikliğin hem devlet hem de dinler ve dindarlar için
sağlam bir güvence, demokrasinin ve sosyal barışın güçlenmesinde en etkili
faktör olduğuna inancımız tamdır.'' dediği, (Ek.114)
27) Adalet ve
Kalkınma Partisi Adıyaman İl Başkanlığı'na 2005 yılı Aralık ayında yaptığı
ziyarette basın mensuplarının sorularını cevaplandıran Adalet ve Kalkınma
Partisi Genel Başkan Yardımcısı Bülent Gedikli'nin; 'Adalet ve
Kalkınma Partisi olarak başörtüsüyle ilgili toplumsal mutabakat aradığımızı
söylemiştik. Biz vatandaşlarımıza bu sorunu belli bir zaman içerisinde çözeceğiz
sözünü vermedik. Fakat başörtüsünün bir sorun olduğunu ve başörtülü
kızlarımızın üniversitede eğitim görememelerinin ciddi bir sorun olduğunu dile
getirdik. Fakat bir mutabakat içersinde çözüleceğini söyledik. Bu konuda da
epeyce mesafe alındığını düşünüyorum. Başörtüsü sorununun çözümü için belirli
bir süre veremeyiz. Başörtüsünün insan hakları ihlali olduğu ortadadır.
Başörtülü bir kızımızın eğitim görmemesi bizi de üzüyor, kamuoyunu da üzüyor.
Kamuoyu araştırmalarında kızlarımızın başörtüsüyle eğitim görmesini
isteyenlerin oranı yüzde 70-75'dir. Partimiz bu halkın tercihlerini göz önünde
bulunduruyor. Bu sorunun çözülmesi için toplumun her kesimi muhataptır.
Mutabakatın sağlanması olayı sosyal bir süreçtir. Kurumlar arasında mutabakat
olmadığı için, başörtüsü sorun olmaya devam ediyor. Bu anlamda toplumsal
mutabakat sağlanacaktır. Kurumlar arasında böyle bir mutabakat sağlanmadığı
için sorun gündemde kalmaya devam ediyor' şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.115)
28) Adalet ve
Kalkınma Partisi MKYK Üyesi ve Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı
İstanbul Milletvekili Egemen Bağış'ın, 2005 yılı Aralık ayında Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'nin Leyla Şahin davası hakkındaki kararı ile ilgili
olarak; 'Başörtüsü kullananların kullanma hakkına saygı duyuyorum. Aynı
şekilde ben başörtüsünü savunduğum kadar mini eteği de savunuyorum. Çünkü ikisi
de ifade özgürlüğünün gereğidir. İnsanlar ülkede istedikleri gibi
yaşayabilmelidir, diye düşünüyorum' Leyla Şahin davasında karar verenler bu
acıyı yaşayanlar değil, onların ülkesinde böyle bir sorun yok. Benim
üniversiteye gidemeyen kardeşlerim, bacılarım arkadaşlarım var' Bu tamamen bir insan
hakları ayıbıdır benim açımdan' dediği, (Ek.116)
29) AKP Tokat
Milletvekili Resul Tosun'un, İmam Hatip Liseleri Mezunları Derneğince
2005 yılı Mayıs ayında düzenlenen toplantıda AİHM'nin Leyla Şahin davası
hakkındaki kararı ile ilgili olarak; ''...Temyiz duruşmasında
hükümet adına verilen savunmanın, milli iradeyi kesinlikle temsil etmediğini'' söylemiş,
3 Kasımdan sonra oluşan TBMM'de insan hakları konusunda hassas davrandıklarını,
ideolojik bir tavır içine girmediklerini belirterek, Hükümetimizin de, Meclis
grubumuzun da hassasiyete sahip olduğunun altını önemle çizmek istiyorum, (')
Siz Başbakanın eşini bir toplantıya götürememesinden, her gün yaşadığı bu
sıkıntıdan bu meseleleri dert edinmediğini mi sanıyorsunuz'' demiş,
salondan gelen tepkiler üzerine ''Bizim yanlış yaptığımız yerde sizin
ikazınız, eleştirileriniz bize güç verir. Bu ikazların hükümetimize etki
edeceğine inanıyorum. Hatırlat. Hatırlatmakta fayda var. Bazen susarak,
bazen baldıran zehiri içerek bu sorunu çözmeyi hedeflemeliyiz'' ifadesini
kullandığı, (Ek.117)
30) Tokat
Milletvekili Resul Tosun'un, 2005 yılı Mayıs ayında, parti grup
toplantısında AİHM'nin Leyla Şahin davası hakkındaki kararı ile ilgili olarak;
Türban konusunda hükümetin kredisinin bitmediğini, sorun çözülmediği takdirde
seçim sonuçlarına yansıyacağını belirterek; 'O nedenle bir an önce halka
gidilmesi ve referanduma sunulmasını savunuyorum' dediği, Referandum için
Meclis'te gerekli çoğunlukları bulunduğunu hatırlatan Tosun'un, sözlerini 'Oligarşik
kurumların direnci, toplumsal taleple kırılacaktır. Rusya bile ayakta duramadı.
Ezici bir çoğunlukla halk bu yasakları kaldıracaktır. Eğer halk bizim
savunduğumuzu yerinde görmezse, bunu halka doğru anlatamamışız derim. Bunu
halka anlatmaya çalışırız. Hak bildiğimiz bir şeyden vazgeçecek değiliz' şeklinde
devam ettiği, (Ek.118)
31) Adalet ve
Kalkınma Partisi Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı'nın, AİHM'nin
Leyla Şahin davası hakkındaki kararı ile ilgili olarak; 'Biz parlamenter
demokratik bir cumhuriyetiz. Parlamenter demokrasilerde erkler ayrılığı vardır,
yasama, yürütme ve yargı. Parlamenter rejimlerde kuralı koyan yasama
organıdır. Bunun dışında yargının görevi önüne getirilen somut olayla ilgili
hüküm vermektir. Kural koyması söz konusu değildir. Dolayısıyla AİHM'in veya
başka bir mahkemenin türbanla ilgili veya benzeri konularla ilgili kural koymuş
olduğu iddiaları hukuki temelden yoksundur. Karar konusu o kararın öznesi
kimse onunla alakalıdır. Kimdir öznesi' Sayın Leyla Şahin. AİHM, Leyla Şahin
ile ilgili işlemi hukuka aykırı bulunmamıştır. Karar bundan ibarettir.'.. 'O
olay için bağlayıcıdır' 'Düzenleyici işlemler farklı, yargısal işlemler farklıdır,
düzenleyici işlemleri yasama organı koyar. Bizim Anayasamızda açıktır. Anayasa
Mahkemesi düzenleyici işlem niteliğinde karar alamaz diye. Bu işlemde idare
haklıdır, haksızdır, mahkeme bunu tespit eder. Somut olayın tarafları için
sadece bağlayıcıdır. İddia edildiği gibi bu konu tamamen bitmiştir, burada
kural konamaz. Hele hele bize hukuk dersi de vermiş hocaların bu anlama gelecek
hocalarımızın beyanlarını ben hayretle karşıladım. Artık kural konamaz demek
Türkiye'nin geleceğini veya bir ulusun geleceğini 16 yargıçtan oluşan bir ekibe
havale etmek anlamına gelir. Geleceğe ipotek koymak anlamına gelir. Böyle bir
şeyin demokrasilerde kabulü mümkün değil. Demokratik kurallarla bağdaşır olması
da düşünülemez.' diye konuştuğu, (Ek.119)
32) TBMM Başkan Vekili
ve Adalet ve Kalkınma Partisi Kayseri Milletvekili Sadık Yakut'un Adalet
ve Kalkınma Partisi İl Başkanlığı tarafından 2005 yılı Temmuz ayında düzenlenen
basın toplantısında YÖK'ün meslek liseleri mezunlarına uygulanacak ÖSS
katsayısının düşürülmesine ilişkin kararıyla ilgili bir soruya 'Adalet ve
Kalkınma Partisi seçimlerde yüzde 35 oranında oy alarak iktidar oldu. Partimiz
milli iradenin temsilcisidir. Milli iradenin yargıya da yansıması gerekir.
Kurum ve kuruluşlar milli iradenin bir parçasıdır.' şeklinde yanıt verdiği,
(Ek.120)
33) 2005 yılı
Nisan ayında 'Başörtüsüne Özgürlük Diyarbakır Girişimi'ne mensup 20 kişi,
Adalet ve Kalkınma Partisi Diyarbakır İl Başkanlığına giderek destek talebinde bulunmuş,
Adalet ve Kalkınma Partisi Diyarbakır İl Başkanı (Halen AKP Diyarbakır
Milletvekili) Abdurrahman Kurt'un; 'Türkiye'de toplumun yüzde 75-80
civarında ittifak ettiği bir konuda, aynı şekilde mağduru olduğumuz bir konuda
halkın iradesini topluma yansıtmakta ne kadar zorlandığımızı ve bunun ne denli
acılara sebep olduğunu başörtüsü olayı çok açık bir şekilde ortaya
koymaktadır.(')Halkın ekseri çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede dinin
gereği olan bir hali yaşama talebinde olan insanlarımız mağdur edilmeye devam
edilmektedir. Biz hükümet partisi olarak bunun acısını çok açık bir şekilde
hissetmekle beraber halkın iradesinin topluma yansıtılmasındaki zorlukları
ciddi şekilde hissetmekteyiz. Allah'ın onlara hak olarak verdiği
özellikleri, tavsiyeleri, yönlendirmeleri yaşamayı talep eden insanların önüne
hangi gerekçeler sunulabilir diye düşünüyorum. Ve şahsen benim söyleyeceğim bir
gerekçem yok. Söyleyecek bir savunmam yok. Şunu söylüyorum: Allah hepimizin
yar ve yardımcısı olsun, ama inşallah ve inanıyorum ki bu süreç bütün mağdur
kardeşlerimizin onurlu tavırları ve direnişiyle hayra vesile olacak vebir sonuç
getirecektir') biçiminde beyanda bulunduğu, (Ek.121)
34) Danıştay 2.
Dairesi'nin Aytaç Kılınç'a ilişkin 26.10.2005 gün ve 2004/4051-2005/3366 sayılı
kararı ile ilgili olarak;
Adalet ve Kalkınma Partisi Çorum Milletvekili ve TBMM
Adalet Komisyonu Üyesi Muzaffer Külcü'nün, 'Bu çok önceden
planlanmış, tek tip toplum oluşturma projesinin bir tezahürüdür' ''Bu
karar tek kelime ile 'ayıp' olarak özetlenebilir' ''Zaten
Danıştay, kendi kafasında kurguladığı bazı gerekçeler üzerinden karar alıyor.
Danıştay kararlarında Anayasa, yasa, evrensel hukuk ilkelerinin gereklerini
görmek çok zordur',
Adalet ve Kalkınma Partisi Sivas Milletvekili Selami
Uzun'un; Danıştay'ın verdiği bu karara 'ancak dehşet denebilir' şeklindeki
sözleri ile tepki göstererek 'Bu kararı verenler önce dünyaya baksınlar.
Dünya istikrar ararken Türkiye yargının eliyle kaosa sürükleniyor'
Adalet ve Kalkınma Partisi Kilis Milletvekili Hasan
Kara'nın; 'Danıştay başörtüsü konusundaki yorumu çok genişletiyor. Bu
karar artık kamusal alan olayını da geçti. Bunu sokaklara yaymak istiyorlar. Böyle
bir karar toplumda infiale neden olur ve vatandaşlarımız üzerinde sıkıntıya
yol açar. Peygamberimize yapılan hareket tüm dünya Müslümanlarında tepki
oluştururken kendi içimizde birlik olamamak çok acı',
şeklinde beyanda bulundukları, (Ek.122)
35) 2007 yılı
Aralık ayında gazetecilerle sabah kahvaltısında bir araya gelen AKP Genel
Başkan Yardımcısı Nükhet Hotar Göksel'in; 'Bunu biz ilk günden beri
söylüyoruz. Buna bir sorun da denmez. Özellikle eğitimde kızlarımız için bir
engel. Bu engelin kaldırılması da ancak bir toplumsal mutabakatla sağlanabilir.
Bu herkesin sorunu olmalı. Herkes bunun kaygısını taşımalı. Taşıyabildiği
ölçüde de toplumsal bir mutabakatla bu soruna bir çözüm getirilmeli'''Somut bir
şeyimiz yok. Ama anayasa olabilir, ama yönetmelikler olabilir. Ama insanlar bu
konuda bilinç oluşturur, öyle de olabilir. Bütün partiler bir araya gelip bu
konuda bir çalışma yapabilir. Bunların her biri bir alternatiftir, bir şıktır.
Şekli buralardan herhangi biri de olabilir, hepsi de olabilir. Ama biz temel
olarak özellikle eğitimde her türlü yasağın kalkmasından yanayız''diye
söylediği,
'Eğitim derken ilköğretimi mi, ortaöğretimi mi,
yükseköğretimi mi kastediyorsunuz' sorusunu 'Tabii öncelikle
yükseköğretim' şeklinde yanıtladığı, yeni anayasa taslağında bu konuda
nasıl bir düzenleme olacağı yönündeki soru üzerine ise, 'yükseköğretim
kurumlarında eğitim hakkı herhangi bir şekilde kısıtlanamaz gibi bir
ifade olabileceğini, başka seçenekler üzerinde de durulduğunu' söylediği, (Ek.123)
36) AKP İstanbul
İl Kadın Kollarınca Muammer Karaca Tiyatrosu'nda 2007 yılı Aralık ayında
düzenlenen '5. Pera Buluşması'nda, 'Türk Kadınının Seçme ve Seçilme Hakkının
73. Yılı' dolayısıyla 'Yerel Siyaset' konulu panelde konuşan TBMM Anayasa
Komisyonu Başkanı ve AKP İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Burhan Kuzu'nun,
'Başörtülü kadınların siyaset yapma engeli kalkar diyemem ama başörtülü
kızların üniversitede okumalarının önündeki engelin kalkması için yeni
anayasada açık düzenleme olacak' şeklinde beyanda bulunduğu, başörtülü
bir öğrencinin ödül almasının engellenmesi olayını da 'insanlık ayıbı'
olarak nitelendirdiği, (Ek.124)
37) Show TV' de
yayınlanan 17.01.2008 tarihli ' Siyaset Meydanı' isimli programda AKP'nin
Merkez Karar ve Yönetim Kurulu Üyesi Ayşe Böhürler ile Meclis Anayasa
Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu arasında geçen konuşmada, Ayşe Böhürler'in
türbanlı olarak hukuk öğrenimini bitirmiş bir kadının yargıçlık yapmasını
savunduğu, bu doğrultudaki önerilerini Burhan Kuzu'nun, 'Acele
etmeyin ona da sıra gelecek ' diye yanıtladığı, (Ek.125)
38) AKP Genel
Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat'ın 2007 yılı Kasım ayında
Anayasa taslağı üzerindeki çalışmalarda sona yaklaştıklarını söylediği ve 'Başörtüsü
inanç özgürlüğünün kullanılması nedeniyle bir insanın hakkı. Başörtüsüyle
ilgili yasalarda, Anayasa da dahil olmak üzere herhangi bir yasaklama yok. O
zaman Türkiye'de eksik olan başka bir şey var. Türkiye'de sistemin tam
demokratikleşmediği, tam bir hukuk devleti oluşmadığı ve kişi özgürlüklerine
karşı büyük bir saygının oluşmadığı sonucu ortaya çıkıyor. Tartışma
başörtüsüyle ilgili değildir, problem de başörtüsü değildir. Aslında birileri
genç kızlarımızın, kadınlarımızın başında olan örtüyü aldılar, kendi yüzlerine
örttüler. Aslında tartışma konusu olan şey, egemenliğin kime ait olduğu ve bu
egemenliğin kimin eliyle kullanılacağı tartışmasıdır. Cevaplanması gereken iki
soru var. Cumhuriyetçi misin, demokrat mısın' Kavga bunun üstünedir.'
dediği,
2008 Yılı Şubat ayında yaptığı bir konuşmada ise;
Üniversitelerde uygulanan türban yasağının Anayasa ihlali olduğunu ileri
sürerek, ' Çünkü beğensek de, beğenmesek de 1982 Anayasası yürürlüktedir.
Herkes bu Anayasaya uymak mecburiyetinden. 13'cü maddesi açık ve seçiktir.
Özgürlükler yasa ile sınırlandırılabilir. Hiçbir makam, hiçbir organın emri
ile, karıyla sınırlandırılamaz. Bunun aksini yapan Anayasayı ihlal eder. Bunu
uygulayan her kişi de kanunsuz emri uygulamış olur. Kanunsuz emri uygulamak,
emir verilmiş olsa dahi uygulayanı cezadan kurtarmaz.' şeklinde beyanda
bulunduğu, (Ek.126)
39) TBMM İnsan
Hakları Komisyonu Başkanı ve AKP'li Prof. Dr. Mehmet Zafer Üskül'ün,
seçim bölgesi Mersin'de 2007 yılı Kasım ayında yaptığı açıklamada; türbanlı
öğrencilerin de üniversiteye girmesi gerektiğini, başkalarının da haklarının
bulunmasından ötürü insan haklarının sınırsız olmadığını, insan haklarının,
olması gerekenin dışında sınırlandırılmaması gerektiğini belirterek, 'aynı
zamanda kamusal düzenin oluşturulması insan haklarının sınırlandırılmasını
beraberinde getirir. Anayasalar da bu sınırlamanın nasıl yapılabileceğini
öngörürken sınırlamaya da bir sınır getirir. Mesela hakkın özüne dokunmamak, ölçülü
olmak ve demokratik haklara karışmamak gibi zorunluluklar vardır'' 'Ancak
türbanlı öğrencilerimiz şu anda bu haklarını üniversitelerimizde kullanamıyor.
Ama bu doğru mudur' Getirilen bu sınırlamalar bana göre doğru değildir. Sonuç
olarak öğrenci yurttaştır ve hizmet alandır. Bir öğrenci tapu dairesindeki
işini yapabiliyor, suç işlerse karakola götürülebiliyor ve mahkemeye
çıkarılabiliyor. Buralar da devletin kurumları. Ama devletin üniversitelerine
alınmıyor. Burada bir çelişki var, bunun ortadan kaldırılması gerekir. Ama
hukuken üniversitelerimiz başka bir şey yapamaz. Çünkü Danıştay ve Anayasa
Mahkemesi kararı var. Dolayısıyla bu sorunu başka bir biçimde çözmeye çalışmak
gerekiyor'.' şeklinde konuştuğu, (Ek.127)
40) AKP Kütahya
Milletvekili Hüseyin Tuğcu'nun, 2008 yılı Ocak ayında 'Cemevleri
resmi statüde camiler gibi birer ibadethane olamaz. Bu durum, Müslüman Türk
toplumunun ayrışmasında ve birbirlerine karşı bakış açılarının sertleşmesinde
etkin rol oynayabilir', ne Osmanlı ne de Cumhuriyet döneminde cemevi kavramının
olduğunu, Alevi-Bektaşi Türk kültüründe toplantı mekânı olarak geçmişte
'dedeevi' tabiri kullanılırken günümüzde cemevi kavramı ön plana çıkmıştır, ...
Nakşi, Rufai, Kadiri, Nurcular, Süleymancılar, Fethullahçılar gibi grupların
toplantı yaptıkları özel mekânlar ile Alevi-Bektaşi toplumunun toplantı
mekânları da özel mekânlardır' diye söylediği, bu kapsamda bir dönem
zorunluluktan dolayı kaldırılan tekke ve zaviyelere ilişkin yasanın sosyal
gereksinimler çerçevesinde yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini savunan Tuğcu,
'Zaten bu dini sosyal gruplar varlıklarını yıllardır sürdürüyorlar. Devleti
millete, milleti devlete küstürmenin ne gereği ne de anlamı vardır' görüşünü
dile getirdiği, (Ek.128)
41) Adalet ve
Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisinin Türbanın Yükseköğretimde
serbest bırakılmasına yönelik Anayasa ve yasa değişiklikleri önerilerini
müzakereye başladıkları süreçte bazı AKP milletvekilleri ve partililer, konuya
ilişkin görüşlerini açıkladıkları ve hatta serbestliğin sadece yükseköğretimle
sınırlı kalmayacağını da içeren beyanlar verdikleri,
AKP Balıkesir Milletvekili Mehmet Cemal Öztaylan'ın
Burhaniye AKP Kadın Kolları Kongresinde yaptığı konuşmada; ''Yasalara göre
bize zulüm Cumhuriyet Yürüyüşleri yapacaksın, bizlere küfür edeceksin,
Cumhuriyet Yürüyüşleri yapanlar 'Cumhuriyet Çocuğu' da biz 'Patagonya Çocuğu
muyuz''(') Ulan biz neyiz, ağaç kökü müyüz'(') Birçok şeyin olduğu gibi
AKP'nin de simgesi var'' şeklinde beyanda bulunduğu,
AKP Konya Milletvekili Hüsnü Tuna'nın Konya
Gazeteciler Cemiyetini ziyareti sırasında; ''Üniversitelerde kılık
kıyafet serbest olursa, kamu hizmetinde yasak devam eder mi' İnşallah hedefimiz
kamu hizmetlerinde de, yani kamu hizmeti veren personellerde de böyle bir
yasağın olmamasıdır. Bu utanç verici bir şey diye düşünüyorum ben. Ama
bunun yeri 42 nci madde değil. Çünkü 42 nci madde eğitim hakkıyla ilgili madde
olduğu için. Orada çalışma hakkını düzenleyemiyoruz. Zamanı gelince inşallah o
çerçevede düzenlemelerde gündeme gelecektir'.' dediği,
AKP'nin Kurucu ve halen Merkez Karar Yönetim Kurulu üyesi
olup Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın danışmanlığı görevini yürüten Hasan
Cüneyt Zapsu'nun, Dünya Ekonomik Forumu için gittiği İsviçre'nin Davos
kentinde gazetecilerle yaptığı sohbet toplantısında ''Yok efendim şu kanun..
Bana ne kanundan' İnsan yapmış kanunu, değiştirirsin kanunu..' şeklinde
konuştuğu, türbanın liseye, ilkokula ineceğine dair korkular olduğunu belirten
Zapsu sözlerine devamla ''Kamuda da oldu diyelim. Sonunda ne olacak' Korkulan
nedir' Şeriat' Türkiye'ye hiçbir şey olmaz. İsterse kamuda da olsun, bana ne'
700 sene Osmanlı şeriat ile idare edilmiştir. Türk halkı Yunus Emre
ve Mevlana ile büyümüştür. 'şeriat gelecek, Türkiye işte İran gibi olacak' gibi
şeyler' Bunlar tarih okumuyorlar..' biçiminde konuştuğu,
AKP Gaziantep Milletvekili ve Kadın Kolları Başkanı Fatma
Şahin'in ''.Bizim önceliğimiz eğitim hakkının verilmesidir.(')
Anayasada hizmet alan, hizmet veren diye bir düzenleme yaparsanız ihtiyaca
cevap vermez. Kamuda çalışanların türban takması konusunu bugünden konuşmak
yanlış olur. Bir gün gelir, kurumsal mutabakat sağlanır, 'tüm yasakları
kaldıralım' noktasına gelinirse o gün kamuda çalışanların türban takması
konuşulabilir.(') Adım adım gitmek lazım'' şeklinde beyanda bulunduğu,
Adalet ve Kalkınma Partisi Erzurum İl Başkanlığı Danışma
Meclisinin 3 şubat 2008 tarihli toplantısına katılan Erzurum Milletvekili Muzaffer
Gülyurt'un öğretim üyelerinin cübbeleriyle yürüyüş yapmalarını eleştirerek,
'Kutsal cübbeyi giyip başörtüsüne karşı yürüyenler gidip proje üretsinler.
Birçok hoca akşama kadar oturup para hesabı yapıyor. Ondan sonra da
'başörtülüleri okula almayız' diyorlar. Bu böyle olmaz. Bu zulümdür,' dediği,
Adalet ve Kalkınma Partisi Erzurum Milletvekili Muhyettin
Aksak'ın 'Artık kimse haydi kızlar dışarı diyemeyecek. Önümüzdeki
hafta bu ülkenin bütün gençleri okula rahatça gidebilecek. İnşallah bu
beladan hep beraber kurtulacağız.' diye konuştuğu,
Yukarıdaki sözlerinden dolayı AKP Konya
Milletvekili Hüsnü Tuna'nın 'uyarı' istemiyle Müşterek Disiplin
Kurulu'na sevkedildiği, Gaziantep Milletvekili ve Kadın Kolları Başkanı Fatma
ŞAHİN hakkında AKP Grup Yönetim Kurulunun bir işlem yapılmamasının
kararlaştırdığı,(Ek.129)
42) Adalet ve
Kalkınma Partisi Kurucu ve MKYK Üyesi olan İstanbul Milletvekili Egemen
Bağış'ın 2008 Ocak ayı içinde Konrad Adaneur Vakfı'nı davetlisi
olarak gittiği Berlin'de bir gazetecinin türban konusundaki sorusu üzerine: 'MHP
Milletvekilleri Meclis kapısına kadar başörtüsü ile gelip, kapıda başını açıp
giriyorlardı. Böyle çifte bir hayat yaşamanın kime ne faydası olabilir. Ben
bunu insanlık adına çok daha utanç verici buluyorum. Kapıya kadar gelecek bir
milletvekili ve kapının ağzında açacak ve çıkınca bağlayacak. Bu daha saçma.
Ama insanları bunu yapmak durumunda bıraktık Türkiye'de', dediği,
gazetecinin, 'Bu durumda siz Meclis çatısı altında başörtülü vekiller de
bulunabilirler mi diyorsunuz'' şeklindeki sorusunu ise 'Mecliste görev yapan
kimlerdir' Milletvekilleri, Kimin vekil, milletin vekili. O zaman millet neyse,
vekil de o olmalıdır. Farklı olmamalı. Bu benim düşüncem. Partimin düşüncesini
soruyorsanız, henüz bu konuyu konuşmadık' diye yanıtladığı, (Ek.130)
43) Adalet ve
Kalkınma Partisi Kurucu üyesi ve Kütahya Milletvekili Hüseyin Tuğcu'nun
2007 yılı Eylül ayında bir gazetecinin, 'Son dönemde, devletten iş alacak
müteahhitlerin eşlerinin örtünmeye başladığı, hükümetin bu tür uygulamalarında
da söz edilen iddialar var, bunlara ne diyorsunuz' şeklindeki sorusunu 'Evet
tabiî ki bunlar olabilir, insanın olduğu her yerde her şey mümkün' Elbette
iş alacaksa kendine çeki düzen verecektir insan. Bu yönetimin durumuna göre
şekillenecektir'' biçiminde yanıtladığı, (Ek.131)
44) 2008 yılı
şubat ayı içersinde, AKP Trabzon milletvekili Cevdet Erdöl'ün 'başörtülü
olarak okula alınmayan kız çocuklarının önündeki engellerin kaldırılması da '
haydi kızlar okula' kampanyasının bir tamamlayıcı ayağı olacaktır. Ebeveynler
kız çocuklarını okula göndermede daha istekli davranacaklardır.' dediği, bu
beyanıyla; ilköğretim ve ortaöğretim çağındaki kız öğrencilere de türban
serbestisi sağlanacağının işaretini verdiği, ( Ek.167)
45) 2007 yılının
Aralık ayında başlayıp 2008 yılının 14 Ocak'ında Başbakan Recep Tayyip
ERDOĞAN'ın İspanya'da yaptığı konuşmada türbanı dinsel ve siyasal bir simge
olarak tanımlaması ve üniversitelerde türbana serbesti tanınacağını açıklaması
ve bundan sonra yaşanan tartışmalar sürecinde 17.02.2008 tarihinde Kayseri'de
AKP Gençlik Kolları İl Kongresinde bir konuşma yapan Genel Başkan Yardımcısı ve
Manisa Milletvekili Hüseyin TANRIVERDİ'nin, basında çıkan haberlere
tepki göstererek 'Tepkilerin dozunu öylesine yükselttiler ki, ağızlarından
akan salyalarıyla 'TBMM'de kaosa kalkan 411 el' diye manşet attılar. Yazıklar
olsun onlara. Bunlar kendi kişisel menfaat ve çıkarlarını düşündükleri için
böylesi manşet attılar. Buradan ifade ediyorum, milletvekili arkadaşlarımla
birlikte biz ellerimizi kaos için kaldırmadık. Türkiye'nin geleceği için
kaldırdık ve bilesiniz ki sayın genel başkanımız başbakanımız ERDOĞAN ifade
etti. Biz beyaz çarşaflarımızla meclise geldik. Onun için siz varın,
ağzınızdan akan salyalarla manşetler oluşturun. Bunlar bizim için vız gelir,
tırıs gider.' dediği, (Ek. 168)
46) AKP Grup
Başkan vekili Sadullah ERGİN ile MHP Genel Sekreteri Cihan PAÇACI'nın 17 Şubat
2008 tarihinde Kanal 24'ün Ankara Masası programında gazeteci Şamil TAYYAR ile
Taşkın KOÇ'un gündeme ilişkin sorularını yanıtlarken Sadullah ERGİN'in iki
parti arasında gizli mutabakat imzalandığı ve mutabakatta çatlak olduğu yönündeki
iddiaları yalanladığı,söz konusu mutabakatın başörtüsü yasağını kaldıran
anayasanın 10. ve 42. maddeleri ile YÖK yasasının ek 17. maddesinin
değişikliğine ilişkin metne atılan imzadan ibaret olduğunu söylediği, devamla
'mutabakatın arkasındayız. Gizli hiçbir şeyimiz yok. Ek 17, anayasa
değişiklikleri üzerine bina edilecek bir maddedir. Ne yapacağımız teknik bir
konudur. Zamanlamasını beraber ayarlayacağız.' dediği, (Ek. 169)
47) AKP Genel
Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet FIRAT'ın, Anayasanın 10. ve 42.
maddelerinde yapılan değişikliğin henüz Cumhurbaşkanı tarafından imzalanıp
yürürlüğe girmesinden önce 20.02.2008 tarihinde basına verdiği demeçte
'Anayasanın 10. ve 42. maddelerinin değiştirilerek Yükseköğretimde türbanın
önünü açan düzenlemenin yürürlüğe girmesi halinde buna uymayan rektör dâhil tüm
yöneticilerin cezalandırılması için TCK'ya bir madde eklenmesi gerektiğini'
ifade ettiği, (Ek.170)
48) Cumhurbaşkanı
Abdullah GÜL'ün Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yapan yasayı
onaylaması ve bahse konu yasanın 22 Ocak 2008 tarihli Resmi Gazete'de
yayınlanarak yürürlüğe girmesinden sonra, 2008 yılı şubat ayı içersinde TBMM
Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan KUZU'nun; 'Uygulamaya
üniversite yönetimleri ve YÖK karar verecek. ('). Derlerse ki 'Anayasa
değişikliği yeterli', uygulamayı hemen başlatabilirler. 'Bekleyelim' derlerse
ek 17. maddenin çıkmasını da bekleyebilirler.' dediği,
AKP Grup Başkan Vekili Sadulah ERGİN' in de
aynı konu ile ilgili olarak; 'Hukuk devletinde hukuka saygılı olmak lazım. Artık
uygulayıcıların da bu düzenlemeye uygun hareket etmesini umuyoruz. ('). YÖK
Kanununun ek 17. maddesi konusunda MHP ile birlikte karar vereceğiz.' diye
söylediği, (Ek.171)
49) YÖK Başkanı
Prof. Dr. Yusuf Ziya ÖZCAN' ın 24.02.2008 gün ve 225 sayı ile üniversite
rektörlerine gönderdiği bir yazıda, üniversitelerde türban serbestîsini
getirmeyi amaçlayan Anayasanın 10. ve 42. maddelerine göre uygulama
yapılabilmesi için ayrıca kanuni düzenlemeye ihtiyaç olmadığını bildirdiği, bir
örneği İçişleri Bakanlığı ve valiliklere de gönderilen yazıda Anayasa
değişikliği yapan kanun teklifindeki genel gerekçede 'Yükseköğretim
kurumlarında kılık kıyafetlerinden dolayı bazı öğrencilerin eğitim ve öğretim
hakkının engellenmesi kronik bir sorun haline gelmiştir.' ifadesi kullanıldığı
,
YÖK Başkanı Yusuf Ziya ÖZCAN'ın bahse konu genelgesinden
sonra bazı üniversitelerde türbanlı öğrencilerin derslere alınmadığı, bunun
üzerine YÖK Başkanı bir basın açıklaması yaparak türbana izin vermeyen
rektörlerin kişi hak ve hürriyetleri açısından çifte suç işlediklerini; TCK'nın
106. maddesinde tanımlanan tehdit suçunu ve 112. maddesinde tanımlanan eğitim
ve öğretimin engellenmesi suçunu işlediklerini iddia ettiği,
Bu gelişmelerden sonra 28.02.2008 tarihinde toplanan Üniversitelerarası
Kurul'un (ÜAK) yayınladığı bildiride; YÖK Başkanının üniversitelerde
gerilimi tırmandırdığı belirtilerek, 'Cumhuriyetin temel nitelikleri, kişi hak
ve hürriyetlerinin sınırlandırılmasına gerekçe gösterilemez. ' gibi sözlerle
kişi hak ve özgürlüklerine sanki Cumhuriyetin temel nitelikleri engelmiş gibi
asla kabul edilemeyecek ifadeler kullanması nedeniyle Türk üniversitelerini
temsil edemez konuma geldiği için istifaya davet ediyoruz, denildiği,
Türban konusunda yaşanan kargaşalar üzerine AKP Genel
Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet FIRAT'ın, yasağı devam ettiren
rektörlerin suç işlediğini ileri sürerek savcıların harekete geçmesini,
'Anayasa, kanunlar ve evrensel hukuk kaideleri ihlal edilerek genç kızlar giyim
kuşamlarından dolayı üniversitelerde eğitim ve öğretim hakkından mahrum
bırakılıyor'(') hukuk tanımazlık, aymazlık ve ceberut anlayışın bir sonucu
anayasayı ihlal suçu dahil, TCK'nın birçok maddesinin ihlali anlamına
geldiğini, söylediği,
Anayasa Taslağının tanıtımı için Fetullah Gülen'in
himayesindeki bir kuruluşun düzenlediği konferanslara katılmak üzere Profesör
Dr. Ergun ÖZBUDUN, AKP milletvekili Cüneyt YÜKSEL ile birlikte ABD'de bulunan
Dengir Mir Mehmet FIRAT'ın, 5 Mart 2008 günü 'Voice of
America' radyosuna verdiği mülakatta 'türbanın serbest bırakılması ters
tepkiler yaratabilir ya da başını örtmeyenler üzerinde baskılara neden
olabileceği yolundaki kaygılar'la ilgili bir soru üzerine; '' Benim tavsiyem bu
nevi korkular ile hayatını zehredenlerin, başkalarının hayatını zehretmelerinin
ötesinde bir doktora başvurarak, bu fobilerinden kurtulmalarıdır. Yani başını
örterek ne rejimin tehlikeye gireceğini, kendisinin yaşam tarzının tehlikeye
girmeyeceğini, ben inanıyorum ki bir psiyaktr kendilerine çok daha makul bir
şekilde anlatır' dediği,
Dengir Mir Mehmet Fırat'ın, ABD'deki konferans programı çerçevesinde 04.03.2008
günü Colombia Üniversitesin'nde yaptığı konuşmada; 'türbanlı öğrencilerin
üniversitelere alınmaması ile ilgili akılların karışmaması gerektiğini belirterek,
şu andaki yasalar çerçevesinde üniversitelere 'çırılçıplak' bile girilebilir,' demiş,
devamla,(')' Rektörlerin türbanlı öğrencilere üniversiteye almamakla
anayasayı ihlal etmişlerdir.(') ihbarlara rağmen savcılar görevlerini
yapmıyorlar.(') anayasa ihlali ağır bir suçtur, Türk Ceza Kanununa göre
bundan dolayı insan idam edilmiştir, bir başbakan idam edilmiştir, iki bakan
idam edilmiştir, ' diye söylediği,
TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu'nun,
Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinde yapılan değişikliğini Anayasa Mahkemesinin
esastan inceleyeceği yorumlarını yapanlar için, '' böyle bir yorum yapmak
beyinsizliktir, densizliktir'' dediği,
AKP'nin kurucu üyesi Cüneyt ZAPSU'nun 5
Mart 2008 günü Almanya dönüşü uçakta gazetecilerin türbanla ilgili gelişmeleri
sormaları üzerine; ''Türban takanların sadece yüzde 50'si inancı yüzünden
takıyor deseniz bile, bu yüzde 50'ye 'türbanını çıkar demek, sokaktaki kadına
donunu çıkar' demekten farksızdır' demiş, devamla ''Türkiye de türban nedeniyle
şişmiş bir balon oluştu. Erdoğan, üniversitelerde türbana izin vererek bu
balonun patlamasını önledi, (') Türkiye'de her zaman din istismarı yapan
partiler olmuştur. 'hatta bizimkiler bile yapmıştır, Ama dini öcü olarak
göstermeye çalışarak siyasi prim yapmaya uğraşan partiler de var.' biçiminde
beyanda bulunduğu,
YÖK Başkanlığının yasal değişiklik beklenmeksizin
üniversitelere türbanlı öğrencilerin alınmasına dair talimatı ve bazı
üniversite rektörlerinin söz konusu talimatın konusunun suç teşkil ettiğinden
bahisle uygulamamaları karşısında, bazı siyasetçiler basına verdikleri
demeçlerle türbana izin vermeyen üniversite rektörlerini eleştirdikleri, AKP
Grup Başkan Vekili Bekir BOZDAĞ'ın 'Anayasa değişiklikleri uygulama
kabiliyeti olan düzenlemelerdir. 'Uygulamam' deme hakkı hiç kimsede yoktur. Ek
17 sadece sınırlama getiriyor. ' dediği, (Ek. 174)
50) Üniversitelerde
türbanın serbest bırakılmasının yolunu açacak Anayasa değişikliğinin yürürlüğe
girmesinden önce ve sonra tartışmalar sürerken yurdun muhtelif yerlerinde, ortaöğretim
kurumlarında, devlet hastanelerinde ve bazı kamu kurumlarında yasağa rağmen
türbanlı öğrencilerin serbestçe okullara girdikleri, hastaneler ve kamu
kurumlarında memurlar, doktor ve hemşirelerin türbanlarıyla görev yaptıkları
basına yansıyan haberlerden izlenmiştir.
Bu cümleden olarak;
Ankara'da Cebeci Eğitim ve Araştırma Hastanesinin
başhekimlik binasındaki mutemetlik ve matbu evrak deposu odalarında türbanlı
personelin görev yaptığı,
Kartal İlçe Milli Eğitim Müdürü Eyüp ATASOY'un izinli
olan sekreterinin yerine türbanlı bir kamu personeli çalıştırdığı,
İstanbul'da Haseki Ulviye Aygüler Çocuk Polikliniğinde
İstanbul Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Ümraniye Eğitim ve Araştırma
Hastanesinde Vakıf Gureba Hastanesinde çok sayıda sağlık personelinin
türbanlarıyla görev yaptıkları,
Edirne Ayşe Kadın Sağlık Ocağında Zeynep MAHMUT isimli
bir doktorun türbanıyla görev yaptığı,
İstanbul Güngören'deki İzzet Ünver Lisesi'nde çok sayıda
türbanlı öğrencinin okula ve derslere girdiği ve öğretmenlerin müdahale
etmedikleri,
Bolu'da Zübeyde Hanım Kız Meslek Lisesi ile İzzet Baysal
Sağlık Meslek Lisesi'nde çok sayıda kız öğrencinin okula ve derse türbanlarıyla
girdikleri,
Görülmüştür.
Kamu kurumlarında türbanlı çok sayıda personelin görev
yapması ve bazı liselerde de türbanlı öğrencilerin derslere girdiğinin tespiti
üzerine basına demeç veren AKP Grup Başkan Vekili Bekir BOZDAĞ'ın 'Kamu
kurumları ve ortaöğretime yönelik bir çalışmamız, böyle bir niyetimiz yok.
Anayasaya açık açık yazdık. Buna rağmen hala bu noktada sorgulama yapanlar var.
Görüntülerin çoğunun yalan çıktığı, başka haberlerden de anlaşılıyor. Bu konuda
süreci tıkamak isteyenlerin, iyi niyetten uzak gayretlerinin ürünü diye
düşünüyorum.' dediği, gazetecilerin basında yer alan fotoğrafları görüp görmediğini
sormaları üzerine Bekir BOZDAĞ, ' Gördüm. Daha önce de gördüm. Hepsi yalan
çıktı.' diye yanıtladığı,
Çok sayıda sağlık personelinin türbanla görev yaptıkları
hususunun basına yansımasından sonra TBMM'de bu konuyla ilgili olarak verilen
bir soru önergesine yanıt veren Sağlık Bakanı Recep AKDAĞ'ın, basına
yansıyan fotoğrafları kendisinin de gördüğünü, yerel yönetimlerin, vali ve
kaymakamların görevlerinin bilincinde olduklarını, Anayasa değişikliği
sonrasında farklı bir hava estirilmeye çalışıldığını söyleyerek 'Türkiye'de son
zamanlarda Anayasa değişikliği ile nerede, nasıl çekildiği belli olmayan,
mekanı bile anlaşılmayan birtakım haberler yer alıyor. Devlet gazete haberleri
ile yönetilmez. Bizim kamuyla ilgili tavrımız açık ve nettir. Ülkeyi yönetirken
birtakım provokasyonlara gelmeyiz. Hiç kimsenin de provokasyonlara gelmemesini
söylüyorum' diye açıklama yaptığı,
Yurdun muhtelif yerlerindeki çok sayıda sağlık
kuruluşunda doktor, hemşire vb, kamu görevlilerinin türbanlarıyla görev
yaptıklarının basına yansımasından sonra Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Orhan
Gümrükçüoğlu imzasıyla 7 Şubat 2008 tarihinde bir genelge yayınlandığı, bahse
konu genelgede; ''Sağlık kurum ve kuruluşlarımızın huzur ve sükunet içersinde
hizmet verebilmesi ve mahremiyet haklarının korunması için kurum/kuruluş
sahasında fotoğraf ya da kamera çekimi yapılmaması, kurum/kuruluş amirinin
onayı ve geçerli bir gerekçe olmadan bu tür faaliyetlere izin verilmemesi'.'
talimatı verilerek, sağlık kurumlarındaki yasadışı uygulamaların gizlenmesine
çalışıldığı,
Sağlık Bakanı Recep AKDAĞ'ın Anayasa ve
Yüksek Öğretim Kanununun ek 17. maddesinde yapılacak değişiklikten sonra, tıp
fakültelerinin 6. sınıfında okuyan 'intern' denilen stajyer doktorların da
başörtüsü takabileceklerini söylediği, (Ek. 175)
Belirlenmiştir.
f- Adalet ve Kalkınma Partili yerel yöneticiler ile
partinin il, ilçe ve belde teşkilatı yöneticilerinin laik devlet ilkesine
aykırı eylem ve demeçleri
1) 2004 yılında yapılan
mahalli idareler seçimi sırasında Niğde Ulukışla İlçe teşkilatı il genel
meclisi üye adayları Ali Uğurlu, Kamil Ünal, Mustafa Burna
ile belediye başkan adayı Ali Tekin, Cumhuriyet dönemi kastedilerek
üzerine 'İktidarla el ele-84 yıllık karanlığa son' yazılan araçla seçim
propagandası yaptıkları, (Ek.132)
2) Samsun
ili Gazi Beldesi Belediye Başkanı Adalet ve Kalkınma Partili Süleyman
Kaldırım'ın önsöz yazdığı 'Muhtasar İlmihal-Resimli Namaz Hocası'
adlı 'gözleri ve ayakları sağlam olmayanların cuma namazı kılamayacağı,
insan pisliğinin 3.2 gramdan fazlasının namaza mani olduğu, 'ah' diye
inlemenin, saç ve sakal taramanın da namazı bozduğu' gibi dini kuralların
anlatıldığı 190 sayfalık kitabın ilköğretim okulu öğrencilerine 2005 yılı Eylül
ayında bedava dağıtıldığı, (Ek.133)
3) Dinar
İlçesi'nin ilahiyat kökenli Belediye Başkanı Adalet ve Kalkınma Partili Mustafa
Tarlacı'nın, 2005 yılı Ramazan ayı boyunca 8 camide teravih namazı
kıldırdığının öne sürülmesi üzerine Valiliğin, buna izin veren 8 cami imamı
hakkında soruşturma açtırdığı, (Ek.134)
4) Adalet ve
Kalkınma Partisi İzmir Yönetim Kurulu Üyesi Avukat Ayşe Yüreklitürk'ün
İzmir İl Genel Meclisi'nin 2005 yılı Aralık ayında yapılan toplantısına türbanla
gelerek, Adalet ve Kalkınma Partili meclis üyelerinin arasına oturduğu, bu
tutumunun ağır tartışmalara sebebiyet verdiği, (Ek.135)
5) Başkanlığını
APK'li Ahmet Genç'in yaptığı Eyüp Belediyesi'nce, 2005 yılında ÖSYM'nin
yaptığı Kamu Personeli Seçme Sınavı'yla alacağı zabıta memurları için
imam-hatip mezunu olma şartı getirdiği, (Ek.136)
6) Adalet ve
Kalkınma Partili Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç'in, 2006 yılında
10.000 adet bastırdığı ''Örtünmemek elbette dinden çıkmak değildir. Sadece
günahkar olmaktır. Ancak başörtülüye eğitim ve sosyal sahalarda reva görülen
muamele, sadece zulüm ve haksızlık olarak değerlendirilemez. Aynı zamanda İslam
dinini hatırlatan her şeye düşmanlıktır. Din ve vicdan özgürlüğüne açık bir
müdahaledir' görüşlerini içeren 'Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed'
başlıklı broşür ile Diyanet İşleri Başkanlığının 'Hz. Peygamberin Örnek
Hayatı' isimli kitabını okullarda izinsiz olarak dağıttığı, (Ek.137)
7) Adalet ve
Kalkınma Partili Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç'in 2006 yılı ramazan
ayında Eyüp Sultan Cami bahçesine kurulan ramazan çadırına 2820 sayılı Siyasi
Partiler Yasasının 87. maddesine aykırı olarak ismini ve sıfatını içeren
afişler astırttığı, tutanak tutulduğu, (Ek.138)
8) Başkanlığını
AKP'li Mehmet Demirci'nin yaptığı Tuzla Belediyesince, 2006 yılında
evlenen çiftlere üzerinde belediyenin ambleminin de yer aldığı şeriat
hükümlerine göre yaşamalarını ve bunun için cihat yapmalarını öneren Bursa
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof Dr Hamdi Döndüren tarafından
yazılan 'Delilleriyle Aile İlmihali' isimli kitabın dağıtıldığı, (Ek.139)
9) Başkanlığını
AKP'li Ahmet Misbah Demircan'ın yaptığı Beyoğlu Belediyesi'nin, 2006
yılında ilköğretim öğrencilerine trafik kurallarını öğrenmesi amacıyla dağıtmak
için kendisini 'hoca' ve 'ilahiyatçı' olarak isimlendiren Halis
Ece'ye hazırlattığı ve önsözünü Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan'ın
yazdığı 'Çocuklara Trafik Bilgileri ve Eğitimi' adlı trafik rehberinde,
kazaların 'takdir-i ilahi' olduğunu belirtilerek, 'Trafik kazaları kader
değildir teraneleri, bizim tevhid, birlik esası üzerine kurulu inançlarımıza
aykırı' denildiği, (Ek.140)
10) Başkanlığını
AKP'li Hüseyin Turan'ın yaptığı Silivri Belediyesince 2006 yılında
belediye adına özel olarak bastırılan ve M.Ertuğrul Düzdağ tarafından yazılan
önsözünde Atatürk'ün kişiliğine, ilke ve devrimlerine ağır saldırılar yapılan
Mehmet Akif Ersoy'un 'Safahat' isimli kitabın ilçedeki tüm lise
öğrencilerine bedava dağıtmak üzere belediyeye ait taşıtlarla okullara
getirildiği ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünce dağıtım izni bulunmayan
kitapların bir kısmının lisedeki öğrencilere dağıtımının yapıldığı, (Ek.141)
11) AKP'li Kocaeli
Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu'nun, 2006 tarihinde
üzerinde kartviziti ve AKP logosu bulunan 5.000 adet Kuran-ı Kerim'i Büyükşehir
amblemini taşıyan çantalar içerisinde belediye personeli aracılığıyla kentte
dağıttırdığı, (Ek.142)
12) AKP'li Bolu
Belediye Başkanı Alaaddin Yılmaz'ın 2004 yılı Kasım ve Aralık aylarında
belediyenin görevleri içerisinde bulunmadığı halde belediye ait otobüsü seyyar
mescit haline dönüştürdüğü ve bu eylemi nedeniyle hakkında soruşturma izni
verildiği, (Ek.143)
13) Adalet ve
Kalkınma Partisi Gençlik Kolları Ankara İl Başkanlığı tarafından 2006 yılında
Kurtuluş semtinde, üzerinde 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanununun 87. maddesine
aykırı olarak 'Hoş geldin Ya Şehr-i ramazan', 'Adalet ve Kalkınma Partisi',
'Gençlik Kolları', 'Her şey Türkiye için', 'Adalet ve Kalkınma Partisi Gençlik
Kolları Ankara İl Başkanlığı İftar Çadırı' yazıları ile Adalet ve Kalkınma
Partisi'nin amblemi ve genel başkanının dört ayrı fotoğrafı bulunan iftar
çadırı açıldığının belirlendiği, (Ek.144)
14) Konya'nın
Seydişehir ilçesinde, 18 Mart Çanakkale Şehitleri'ni Anma Günü nedeniyle
düzenlenen şiir ve müzik yarışmasında birinci olan imam hatip lisesi
öğrencilerine ödüllerinin verilmesi için okul bahçesinde düzenlenen törende
konuşma yapan AKP'li Belediye Başkanı İbrahim Halıcı'nın ''Ben
de bu okulda okudum. O dönem okul çok kalabalıktı, şimdi azalmış. İnşallah
bütün okullar imam hatip olacak'' dediği, (Ek.145)
15) Denizli
Endüstri Meslek Lisesi'nde sınıf tahtasına 'şeriat gelecek, zulüm
bitecek' diye yazan ve namaz kıldığı için derslere geç giren öğrencisi
İmdat Niyaz'ı uyardığı için öldürülen Öğretmen Yusuf Batur'un bir caddeye
verilen ismi AKP'li Denizli Belediye'si tarafından 'Meclis Caddesi'
olarak değiştirildiği, adının yazılı olduğu tabelaların yerinden söküldüğü,
Yusuf Batur'un eşi Ümmühan Batur'un söz konusu idari
işlemin iptali için Denizli İdare Mahkemesine açılan dava sonucunda hukuka
aykırı meclis kararının iptaline karar verildiği, (Ek.146)
16) Adalet ve
Kalkınma Partisi Konya Milletvekili Halil ÜRÜN'ün danışmanlığını yürüten Ahmet
Şükrü KILIÇ'ın; türbanlı olduğu için 28 Şubat döneminde görevine son
verildiği bildirilen eşi Nilgün Kılıç'ın Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 2003
Yılı Kasım ayında yapılan büyük kongresinde MKYK üyeliğine seçilmesini 'işte
28 Şubat'ın rövanşı diye ben buna derim' şeklinde değerlendirdiği, (Ek.147)
17) 'Türbanlı
Belediye Başkanı da olmalı' çıkışıyla adı sıkça gündeme gelen AKP'li Isparta
Belediye Başkanı Hasan BALAMAN'ın İlköğretim öğrencilerine içinde Said-i
Nursi propagandası yapılan bir kitap dağıttığı, 'Küçük Gezgin, Güller Ve
Halılar Diyarı Isparta'da' adlı kitapta Said-i Nursi için 'keskin zekası,
harikulade hafızası yüzyılın mütefekkiri' gibi övücü ifadeler
kullanıldığı, belediye tarafından Bahattin ATAK'a hazırlatılan kitabın Ülkü
İlköğretim Okulunda 200 öğrenciye verildiği, ( Ek.172)
18) AKP'li Isparta
Belediye Başkanı Hasan Balaman'ın Isparta Müftülüğü tarafından
düzenlenen 'Hafızlık Taç Giyme Töreninde' yaptığı konuşmada; '' böyle
bir şey olmaz. Yasak her yerden kalkmalı (') başörtülü bir kadın da belediye
başkanı, daire başkanı olabilmeli (') imam hatipli bir kişinin hırsız veya
uğursuz olduğu görülmemiştir.' dediği, (Ek.129)
Tespit edilmiştir.
g- Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetlerinin laiklik
ilkesine aykırı diğer eylemleri
1) Milli Eğitim
Bakanlığı'nın, 13.8.1999 gün ve 23785 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak
yürürlüğe giren ''Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Müfettişleri
Başkanlıkları Yönetmeliği'nde değişiklik yaparak 30 dan fazla maddesini
değiştirdiği, Yönetmeliğin 42. maddesinde yapılan değişiklikle ilköğretim
müfettişlerinin görev alanının yeniden belirlendiği, düzenleme ile 'Milli
Eğitim Yayınevleri ile öğretmenevleri, halk eğitim merkezi ve akşam
sanat okullarıyla bunlara bağlı kurslar, çıraklık eğitim merkezleri, eğitim
araçları ve donatım merkezi ve akşam sanat okulu müdürlükleri, rehberlik ve
araştırma merkezleri ve sağlık eğitim merkezleri, hizmetiçi eğitim enstitüleri
ve akşam sanat okulları ile hizmet içi eğitim merkezleri, spor ve izcilik
merkezleri, gençlik ve izcilik eğitim tesisleri, Diyanet İşleri
Başkanlığı'na bağlı Kuran kursları, dernek ve vakıflarca açılan ve bakanlığın
denetimi ve gözetimi altında bulunan gerçek ve tüzelkişilere (şirket) ait
öğrenci yurtları''nın denetim görevinin ilköğretim
müfettişlerinden alındığı, Yönetmelik değişikliği sonucu ilköğretim
müfettişlerinin denetim alanlarının ''Okulöncesi eğitim kurumları,
ilköğretim kurumları, özel eğitim gerektiren çocuklar için açılmış ilköğretim
seviyesindeki okullar ve sınıflar, yetiştirici ve tamamlayıcı sınıflar ve
kurslar, ilköğretim seviyesinde açılan öğrenci yetiştirme kursları, özel
öğretim kurumlarına bağlı, ilköğretim seviyesindeki dershane, kurs, etüt eğitim
merkezleri ve okulları, valilikçe uygun görülen bakanlığın gözetimi ve
denetimine tabi diğer okul/kurumlarda inceleme ve soruşturma işleri.'' ile
sınırlandırıldığı, böylece Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlı Kuran
kursları ile vakıf yurtlarının denetiminin ilköğretim müfettişlerinin görev
alanından çıkarılarak, Kuran kurslarını denetleme görevinin Diyanet İşleri
Başkanlığı'na bağlı murakıplara bırakıldığı,
Danıştay'ın yönetmelik değişikliğini iptal etmesi
üzerine, yönetmelikte yeniden bir değişiklik yapıldığı, Diyanet İşleri
Başkanlığı'na bağlı ilköğretimin 5. sınıfını bitiren öğrenciler için açılan yaz
Kuran kursları ilköğretim müfettişlerinin denetim kapsamına alınırken diğer
Kuran kursları ile dernek ve vakıflarca açılan öğrenci yurtlarının yine denetim
kapsamı dışında tutulduğu, (Ek.148)
2) Milli Eğitim
Bakanlığı, Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliği'nde 2006-2007 öğretim yılından
itibaren geçerli olmak üzere İmam Hatip Lisesi öğrencileriyle ilgili önemli bir
düzenleme yaparak, İmam Hatip Lisesi son sınıf öğrencileri ya da mezunlarının,
Açık Öğretim Lisesinde bir dönem öğrenim gördükten sonra Öğrenci Seçme
Sınavı'nda (ÖSS) istedikleri alandan sınava girebilmelerine olanak tanındığı,
Yönetmeliğin 14 Aralık 2005 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe
girdiği,
14.12.2005 tarih ve 26023 sayılı Resmi Gazetede
yayımlanarak yürürlüğe giren Milli Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim Lisesi
Yönetmeliğinin bazı maddelerinin yürürlüğünün durdurulması ve iptali istemiyle
YÖK tarafından açılan davada Danıştay 8. Dairesi 7.2.2006 gün ve 2005/6384 Esas
sayılı kararla istemi yerinde görerek yürütmenin durdurulması kararı verdiği,
Milli Eğitim Bakanlığının bu karara kadar yapılan yeni kayıtların geçerli
ocağına dair işlemin de iptali amacıyla YÖK tarafından açılan davada Danıştay
8. Dairesi 7.6.2006 gün ve 2006/1249 Esas sayılı karar ile işlemin yürütmesinin
durdurulmasına hükmettiği, (Ek.149)
3) 8.11.2003
tarihli resmi gazetede yayımlanan 'Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye
Kurulu Başkanlığı Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik'in
15. maddesinin kaldırıldığı, kaldırılan madde hükmünün 'Gençleri Cumhuriyet
esaslarına göre hazırlayacak ve okullarda milli terbiyeyi kuvvetlendirecek
tedbirleri almak' şeklinde olduğu, (Ek.150)
4) Fakir ve
başarılı öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulmasıyla ilgili yönetmelik
hakkında Danıştay'ca yürütmenin durdurulması kararı verildiği, bunun akabinde
aynı konuda çıkartılan 31.7.2003 tarih ve 4967 sayılı Yasanın da Cumhurbaşkanı
tarafından bu okullara alınacak öğrenci yapısı ve öğretmenler gözetilerek,
devlet niteliklerine aykırılık söz konusu olacağı gerekçesiyle veto edildiği, (Ek.151)
5) Milli Eğitim
Bakanlığının (MEB), Şubat 2002 tarihli Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan Merkezi
Sistem Sınav Yönergesi'ni yenileyerek Ortaöğretim Kurumları Sınavı (OKS),
devlet parasız yatılılık ve bursluluk, açık öğretim okulları, motorlu taşıt
sürücü adayları sınavlarıyla resmi, özel kurum ve kuruluşlarla imzalanan
protokollere göre yapılan seçme, yerleştirme, atama, görevde yükselme, unvan
değişikliği ve benzeri sınavlarla ilgili esasları yeniden düzenlediği, mevcut
yönergede MEB'in yaptığı merkezi sınavlara adayların girebilmesi için 'baş
açık' olması gerektiği belirtilirken, Mayıs 2006-2584 sayılı Tebliğler
dergisinde yayımlanan 19.4.2006 gün ve 5855 sayılı Merkezi Sistem Sınav
Yönergesi'nde bu ifadenin kaldırıldığı, mevcut Yönergenin 10/ı maddesinde yer alan
'Tüm sınav görevlilerinin, yürürlükteki mevzuata
uygun kılık ve kıyafet ile görevlerine gelmelerini, örgün ilk ve orta öğretim
kurumlarında öğrenim gören adayların merkezi sistem
sınavlarına başı açık, temiz, düzenli ve aşırılığa kaçmayan bir
kıyafetle girmelerini sağlamak' maddesi, yeni Yönergenin 11/i
maddesi ile 'Adayların temiz, düzenli ve aşırılığa kaçmayan bir kıyafetle
sınava girmelerini sağlar' ifadesiyle değiştirildiği,
Eğitim-İş'in, Milli Eğitim Bakanlığının 19.4.2006 gün ve
5855 sayılı Merkezi Sistem Sınav Yönergesi'nin 11/i hükmünün iptali amacıyla
açtığı dava sonucu, Danıştay 8. Dairesinin 3.8.2006 gün ve 2006/3481 Esas
sayılı hükmü ile 'Kararda, dava konusu yönerge ile yürürlükten kaldırılan
Milli Eğitim Bakanlığı Merkezi Sınav
Yönergesinin, Sınav Görevlileri ve Sorumları başlıklı 10.
maddesinin Bina Sınav Komisyonu Kuruluşu ve Görevleri
bölümünün ( ı) bendinde yer alan ; 'Tüm sınav
görevlilerinin, yürürlükteki mevzuata uygun kılık ve kıyafet ile görevlerine
gelmelerini, örgün ilk ve orta öğretim kurumlarında öğrenim gören adayların merkezi sistem sınavlarına başı açık, temiz, düzenli ve
aşırılığa kaçmayan bir kıyafetle girmelerini sağlamak' hususunun bina sınav komisyonunun görevleri arasında sayıldığı, dava konusu
olan ve eski düzenlemeyi yürürlükten kaldıran yeni yönergede aynı başlığı
düzenleyen 11. maddesinin (i) bendinde ise, Sınav
Komisyonuna 'sınava başı açık' girilmesinin sağlanması görevinin yüklenmesinin
eksik bırakıldığı, yeni yönergeden 'başı açık' ibaresinin 'çıkarılarak
soyut ve genel ifadelere' yer verilmesinin,' hukuka aykırı bulunduğu
gerekçesiyle sözü edilen yönergenin 11/i maddesinin iptaline karar verdiği,
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun, Danıştay 8.
Dairesi'nin kararına MEB'in yaptığı itirazı da reddettiği, (Ek.152)
6) 7.12.2004 günü
yürürlüğe giren 5272 sayılı Belediye Kanununun 15. maddesinin 1. fıkrası 'gayrisıhhi
müesseseler ile umuma açık istirahat ve eğlence yerlerini ruhsatlandırmak ve
denetlemek' görevini belediyelere, belediye sınırları dışında ise 5320 sayıl
İl Özel İdaresi Kanununun 7. maddesi mucibince 'İl Özel İdaresi'ne
verdiği,
24.11.2004 tarih ve 5259 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet
Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun ile 4.7.1934 gün
ve 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun 6, 7, 8, 12. maddeleri,
8.6.1942 gün 3572 sayılı İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına Dair Kanun
Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulüne Dair Kanunun 3. maddesinin a
bendi, 14.6.1989 tarih ve ve 4250 sayılı İspirto ve İspirtolu İçkiler İnhisarı
Kanunun 19. maddesinin ikinci fıkrasında yapılan değişikliklerle içkili
yerlerin ruhsatlandırılması görevinin belediye ve il özel idarelerine
verildiği, yasalarda yapılan bu değişiklik üzerine İşyeri Açma ve Çalışma
Ruhsatlarına İlişkin Yönetmelik hazırlanarak 10.8.2005 tarih ve 25902 sayılı
Resmi Gazete'de yayımlandığı,
İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına İlişkin Yönetmelik
hükümlerinin uygulanmasına ilişkin İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler
Genel Müdürlüğü'nün 14.10.2005 gün ve 82663- 2005/107 sayılı genelgesinde; '10.8.2005
tarih ve 25902 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren İşyeri Açma
ve Çalışma Ruhsatlarına İlişkin Yönetmeliğin 29. maddesine göre içkili yer
bölgesi mülki amirlerin genel güvenlik ve asayiş durumu hakkındaki görüşü
doğrultusunda belediye sınırları ve mücavir alanlar içinde belediye meclisince,
bu sınırlar dışında il genel meclisince tespit edilecektir. Ancak, içkili yer
bölgesinin bir belediye sınırı dahilinde birden çok alanda tespit edilmesine
engel bir husus yoktur. Bununla beraber, içkili yer bölgesi adres ve nokta
işyeri olarak değil bölge olarak tespit edilmelidir. Dolayısıyla işyeri ve
adres bazında içkili yer bölgesi tespitinin yapılması Yönetmeliğin genel
düzenlemesine ve bölge tespitinden beklenen amaca aykırıdır. Çünkü bar, gazino,
pavyon vb içkili eğlence yerlerinde, gerek müşterilerin gerekse işyeri
çalışanlarının sebep olduğu çeşitli asayiş olaylarının meydana gelmesi veya
yüksek sesle müzik yapılması gibi nedenlerle çevreye rahatsızlık verildiğinden,
bu gibi yerlerin kolluk veya zabıtaca sürekli kontrol ve denetim altında
bulundurulması gerektiği için bölgesel tespit yapılması esas alınmıştır. Diğer
yandan, gerek imar planında gerekse şehir planlarında park alanları, okul
bölgeleri, spor alanları, kültürel merkezler yanında oyun ve eğlence
merkezlerinin açılabileceği alanların da belirlenmesi, hem şehrin düzenli
gelişimini, hem de kişilerin yaşam alanlarında huzurlu ve güven içerisinde
bulunmalarını sağlayacaktır. Bu çerçevede, kişilerin huzur ve sükunu ile beden
ve ruh sağlığını temin edecek bir çevre oluşturulması, umuma açık istirahat ve
eğlence yerlerinin daha etkin bir şekilde kontrollerinin yerine getirilmesi
esas alınarak, bu tür iş yerlerinin özellikle konut ve yerleşim alanları ile
gürültüye duyarlı kurumların bulunduğu yerlerde açılmaması, bunların şehir
içerisinde veya yakınında konutlardan ayrılmış, özel olarak bu şekilde faaliyet
gösteren işletmelere tahsis edilmiş, alt yapısı, ulaşım hizmetleri buna göre
yapılmış ayrı bir bölgede, tarihi kültürel ve turistik özellikler taşıyan cadde
ve sokaklarda veya içerisinde sadece işyerlerinin bulunduğu iş merkezi, pasaj
gibi yerlerde açılabilmesine yönelik bölge tespitlerinin yapılması
sağlanmalıdır. Bu itibarla içkili yer bölgesi tespiti yapılırken, Yönetmelikte
yer alan hükümler dışında yukarıdaki açıklamalarında dikkate alınarak,
işletmelerden gelen içkili yer bölgesine dâhil edilme taleplerinin her işletme
için değerlendirilmesi yerine toplu olarak ve bölgesel çapta ele alınması
hususuna dikkat edilmelidir. Ayrıca daha önce içkili yer bölgesi olarak tespit
edilen bölgelerin kaldırılması veya daraltılması yoluna gidilmesinde de
işletmelerin kazanılmış haklarına uyulması gerekmektedir.' denildiği,
Yapılan bu düzenlemeler üzerine Belediyelerin,
Yönetmeliğe ve Yönetmeliğe aykırı çıkarılan genelge hükümlerine göre işlemler
yaptığı, 'ruhsat iptali, yeni ruhsat verilmemesi, eğlence vergisi ve
hafta tatili ruhsat harcı artırımına gidilmesi, içkili yerlerin kent dışındaki
alanlarda toplanmalarına zorlanmaları' uygulamalarının başlatıldığı, içki
içilmesi ve satılmasını kısıtlama kampanyasına dönüştürüldüğü, resmi kurumlara
ait sosyal tesislerde içki yasağı uygulamasına başlandığı,
İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü'nün
14.10.2005 tarihli genelgesinin iptali amacıyla Ankara Barosu'nun açtığı
davada, Danıştay 8. Dairesi 7.3.2007 gün ve 2005/6261 Esas, 2007/1246 Karar
sayılı hükmü ile; genelgenin Bakanlar Kurulu'nca 10 Ağustos 2005'te çıkarılan 'İşyeri
Açma ve Ruhsatlarına Dair Yönetmelik'e aykırı hükümler içerdiğini,
genelgede içkili yerler için 'konut ve yerleşim alanlarında, konutlardan
ayrılmış, özel olarak bu şekilde faaliyet gösteren işletmelere tahsis edilmiş,
altyapısı, ulaşım hizmetleri buna göre yapılmış ayrı bir bölge' tanımları yapılarak,
üst hukuk normu olan yönetmelikte sayılmayan kısıtlamalara yer verildiği,
genelgenin sadece yasal değişiklikleri açıklamaya yönelik olarak çıkarılma
amacının aşıldığı, içkili yer bölgesiyle ilgili yönetmelikte olmayan yeni
kısıtlamalar getirilmesinin, üst hukuk normlarına aykırı olduğu gerekçeleriyle
genelgeyi hem içerik, hem de şekil açısından iptal ettiği, (Ek.153)
7) Sağlık
Bakanlığı'nca hazırlanan Sağlık Kuruluşları Ruhsatlandırma Yönetmeliği
Tasarısı'nın 113. maddesinde birinci basamak sağlık kuruluşlarında, hastaların
dini gereklerini yerine getirebilecekleri mekânlar ayrılmasının öngörüldüğü, (Ek.154)
8) Devlet Planlama
Teşkilatı'nın 9. Kalkınma Planı hazırlıkları kapsamında oluşturulan Gelir
Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonun taslak raporunda, 'zekat'
sisteminin özel kurum ve teşkilatına kavuşturulması, bu amaçla 'Zekat
Mağazalar Zinciri' oluşturulması önerisinde bulunulduğu, (Ek.155)
9) 13.6.2006 gün
ve 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanununun 'Mükellefler' başlıklı 2. maddesinin
beşinci fıkrasında; 'Dernek veya vakıflara ait iktisadî işletmeler: Dernek veya
vakıflara ait veya bağlı olup faaliyetleri devamlı bulunan ve bu maddenin
birinci ve ikinci fıkraları dışında kalan ticarî, sınaî ve ziraî işletmeler ile
benzer nitelikteki yabancı işletmeler, dernek veya vakıfların iktisadî
işletmeleridir. Bu Kanunun uygulanmasında sendikalar dernek; cemaatler ise
vakıf sayılır.' hükmü getirilerek, cemaat kavramının yasalara girdiği, (Ek.156)
10) Diyanet İşleri
ile Milli Eğitim Bakanlığı'nın denetim ve gözetiminde yaz Kuran kurslarının
açılması, halen Diyanet'in kış aylarında düzenlediği Kuran kurslarına gitmek
için gereken ilk ve ortaöğretimi bitirmiş olma, yani 15 yaş ve yaz aylarında
aranan 12 yaş sınırı şartının kaldırılmasının öngörüldüğü yasa teklifinin TBMM
Başkanlığı'na sunulduğu, (Ek.157)
11) Milli Eğitim
Bakanlığı tarafından hazırlanan 14.12.2005 gün ve 26023 sayılı Resmi Gazete'de
yayımlanarak yürürlüğe giren 'Milli Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim Lisesi
Yönetmeliği'nin amaçlarının açıklandığı 5/a maddesinde; 'İlköğrenimini
tamamlayan, ancak orta öğretime devam edemeyenler ile orta öğretimden ayrılan,
mezun olan ve yüksek öğretimden ayrılan veya mezun olanlara farklı alanlarda
öğrenim görme fırsatı vererek eğitim-öğretim imkanı sağlamak', Diploma
başlıklı 35. maddesinde; 'Lise'den mezun olanlara, bitirdikleri program
türüne göre diploma verilir.' Kılık ve kıyafet başlıklı 45. maddesinde 'Sınavlarda
kılık-kıyafetin, öğrencinin rahatlıkla tanınmasını sağlayacak şekilde sade ve
temiz olması esastır. hükümleri getirilmiş, böylece açık öğretimin kural,
örgün öğretim ise istisna haline getirilerek, meslek lisesi mezunlarına
(imam-hatip lisesi) çift diploma edinmeleri suretiyle üniversiteye girişte 1999
yılından beri uygulanan meslek liseleri ve düz lise mezunları arasında
uygulanan katsayı uygulamasının bertaraf edilmesi imkanının sağlandığı, ayrıca
öğrencilerin türbanlı, sakallı olarak derslere devam etmeleri olanağının
tanındığı,
Bahsedilen Yönetmeliğin bazı maddelerinin iptali ve yürütmesinin
durdurulması istemiyle Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı ve Eğitim-Sen'in
Danıştay 8. Dairesine dava açtıkları,
Danıştay 8. Dairesi Yükseköğretim Kurulu Başkanlığının
açtığı davada 7.2.2006 tarihli karar ile dava konusu edilen Yönetmelik
maddelerinin yürütmesini durdurduğu, 7.3.2007 gün ve 2005/6384 Esas, 2007/1259
sayılı karar ile de Yönetmeliğin 5/a, 15/b-c, 18/c, 20/b-e, 25/2, 26/b, 26/son
paragraf, 32/2 ve geçici 4. maddelerini iptal ettiği, Eğitim-Sen tarafından
açılan davada da 7.3.2007 gün ve 2005/6465 Esas, 2007/1257 sayılı karar ile;
Yönetmeliğin 5/a, 15/b-c, 20/b-e, 25/2, 26/b ve son paragraf, 32/2 ve geçici 4.
maddenin iptaline karar verildiğinden yeniden karar verilmesine yer olmadığına,
22, 45, 46/1, 35/d, 41. maddelerinin ise iptaline karar verdiği,
Milli Eğitim Bakanlığının, Danıştay 8. Dairesinin
7.2.2006 tarihinde verdiği Yönetmeliğin dava konusu edilen maddelerinin
yürürlüğünün durdurulması kararını etkisiz kılmak amacıyla 1.3.2006 tarihinde,
Yönetmeliğin yayımlanmasından sonra açık öğretim liselerine kayıt yaptıranların
kazanılmış haklarının korunacağını duyurduğu, Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı
bu idari işlemin de hukuka aykırı bulunduğu gerekçesiyle yürütmesinin
durdurulması ve iptali istemiyle açtığı davada Danıştay 8. Dairesi 7.6.2006 gün
ve 2006/2349 Esas, 2006/1249 Karar sayılı hükümle ile 1.3.2006 tarihli işlemin
de yürütmesinin de durdurulmasına karar verdiği,
Buna karşın, 24.6.2007 tarihinde Milli Eğitim
Bakanlığı'nca (MEB) düzenlenen açıköğretim lisesi sınavlarına bazı öğrencilerin
türbanla katıldıkları,
Alanya'daki Açık Lise sınavlarına türbanla girenleri
rapor eden ve buna izin veren okul müdürleri hakkında suç duyurusunda bulunan 3
öğretmen hakkında Antalya Milli Eğitim Müdürlüğünce soruşturma açıldığı, konuyu
araştıran Milli Eğitim Müdürlüğü Müfettişleri, şikayete konu olan müdürler için
yapılacak herhangi bir işlem olmadığına karar verdikleri, Alanya
Kaymakamlığının da müfettiş raporları doğrultusunda şikayetin işleme
konulmaması yönünde karar aldığı, bunun üzerine Antalya Milli Eğitim
Müdürlüğünün şikayetçi olan 3 öğretmen için 'toplu dilekçe verdikleri
iddiasıyla' valilikten soruşturma izni aldığı, öğretmenler hakkında
görevlendirilen müfettişlerce soruşturmaya başlandığı, (Ek.158)
12)
Üniversitelerde türban yasağının kaldırılması ve diğer yandan serbestliğin tüm
kamusal alana taşınması tartışmalarının yapıldığı 2008 yılı ocak ayı içinde
yapılan açık öğretim lisesi sınavlarına başta Ankara olmak üzere, Erzurum,
Edirne, Denizli, Konya ve İzmir' de çok sayıda öğrencinin sınavlara türbanla
girmesinin sağlandığı, hatta bu öğrenciler arasında çarşaflı kişilerin de
sınava alındığı,
Denizli ve Ankara Cumhuriyet Lisesi'nde yapılan Açık
İlköğretim Okulu sınavlarında salona başörtüleriyle alınan bazı öğrencilerin,
sınavın başlamasına dakikalar kala görevlilerce dışarı çıkarıldıkları, ancak
öğleden sonra yapılan sınavlara ise alındıkları,
Ankara Sincan İmam Hatip Lisesi'nde, 13 Ocak 2008 Pazar
günü yapılan Milli Eğitim Bakanlığı Açık İlköğretim Okulu sınavına
türbanlıların hatta 'çarşaflı' bir kişinin alındığı, bu hususta herhangi bir
işlem yapılmadığı, okul ya da milli eğitim müdürlüğü yetkililerinin duruma
herhangi bir müdahalesinin olmadığı, (Ek.159)
13) Türbanın
yükseköğretim kurumlarında serbestçe takılmasına olanak sağlamak üzere
Anayasanın 10 ncu ve 42 nci maddelerinde değişiklik yapılmasını içeren kanun
teklifinin Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partili
milletvekillerinin imzalarıyla, aynı amaca yönelik olarak 2547 sayılı
Yükseköğretim Kanunun Ek 17 nci maddesinde değişiklik yapılmasına dair kanun
teklifinin ise her iki partili yedi milletvekilinin imzalarıyla 29.01.2008 ve
30.01.2008 tarihlerinde TBMM'ne sunulduğu, 2547 sayılı Kanun'da değişiklik
yapılmasına ilişkin kanun teklifinde Adalet ve Kalkınma Parti Milletvekilleri Bekir
Bozdağ, Sadullah Ergin, Nurettin Canikli, Mustafa Elitaş ve Nihat Ergün'ün
imzalarının bulunduğu, (Ek.160)
14) Prof. Dr.
İrfan ERDOĞAN'ın Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı, Ali İlker GÜMÜŞELİ'nde başkan
yardımcılığı görevinden Milli Eğitim Bakanı Hüseyin ÇELİK'le izlenen çizgide
uyuşamadıklarından ayrıldıkları, müfredat konusunda işinin ehli olmasına değil,
talimatla kitap onaylayıp onaylamayacağına bakılarak kurula üye atandığı, bunun
da günün koşullarından, bilimsellikten, çağdaşlıktan ve Atatürkçülük'ten uzak
öğelerle dolu kitapların çıkmasına yol açtığı, Talim Terbiye Kurulu'na
danışılmaksızın tepeden inme bir yöntemle MEB Personel Genel Müdürü Remzi KAYA
tarafından kurula üye görevlendirildiği, yine Talim Terbiye Kuruluna
sorulmaksızın görevlendirilen 33 kişinin Cumhuriyet devrimlerine aykırı
faaliyetleriyle bilinen Eğitim Bir-Sen'e üye olanlar arasından seçildiği,
okutulan kitapların ve müfredat içeriğinin eksik ve yanlışlarla dolu olduğu,
Türkçe kitapların da sihir, peri, büyü gibi soyut ve gerçekten uzak kavramlara
yer verilirken devrim tarihi ve Atatürkçülük dersinin içeriğinin ise Osmanlı
yanlısı bir tutumla verildiği,( Ek.173)
Belirlenmiştir.
3- İç Hukuk ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Siyasi
Parti Kapatma Davalarında Esas Aldığı Ölçütler de Nazara Alınarak Eylemlerin
Değerlendirilmesi
Laiklik gerek Anayasa Mahkemesi, gerekse İHAM'ne göre,
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin değişmez ve temel ilkelerinden birisi olup;
hukuk ve insan haklarına verilen önem ile aynı karede yer almaktadır. Bu ilkeye
saygı duymayan hiçbir hareket kabul edilemez ve koruma göremez(RP/Türkiye Daire
Kararı, Kalaç/Türkiye kararı)
Batıda laisizm ruhban sınıfına karşı halkı korumak,
ruhban sınıfının iktidarına son vermek için geliştirilmiş bir ilkedir. Yüzlerce
yıl süren mücadeleler ve deneyimlerden sonra tartışma konusu olmaktan çıkarılıp
genel bir kabul gördüğünden, bazı batı anayasalarında laikliğe ağırlıkla yer
verilmesine gerek bile duyulmamıştır. Türkiye, nüfusunun çoğunluğu Müslüman
olan milletler arasında laiklik ilkesini Anayasasına alan ilk Cumhuriyet
olduğundan, laiklik Türkiye Cumhuriyetinin esasını oluşturmakla, diğer
devrimler de bu ilkeler üzerine yapılandırılmış olup, ilk ve yeni olan bu
ilkenin daha çok korunması gerekmekle Türkiye'deki laisizm, batıdakinden farklı
ve yaşamsal bir yapıya sahip bulunduğundan, toplumca içselleştirildiğinden
Türkiye'nin bu tehdit ve tehlikeler karşısında gerekli koruma önlemlerini alma
hakkı bulunmaktadır. Bu noktada davalı partinin dinsel simgelere getirilen
yasağın sadece Türkiye ile sınırlı olduğuna ilişkin iddiası yanıltıcıdır.
Batıda da her devlet kendi toplumunun kamu düzeninin gereklerine göre tedbirler
almak ve uygulamak durumundadır. Nitekim Avrupa'da en fazla Müslüman nüfus
barındıran devletlerden Fransa'da türbanı okullarda ve kamusal alanda
yasaklamıştır. Almanya'da bazı eyaletlerde yasaklanmış, diğer bazı eyaletlerde
de yasaklanması tartışılmaktadır. İsviçre ve Belçika'da da benzer yasaklar
vardır ve en son İspanya ve Hollanda'da türbanın belli alanlarda yasaklanmasına
karar verilmiştir.
Siyasal İslam, yalnızca kişi ile tanrı arasındaki alanla
sınırlı kalmayıp, devlet ve toplum düzenini de kapsamına alma iddiasında
olmakla, totaliterdir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetinde siyasal İslam'ı esas
alan partilerin Avrupa'daki Hıristiyan demokrat partilerle benzerliği söz
konusu değildir.
Türkiye'de siyasal İslamcı akımların ve aynı esasa dayalı
politikalarıyla davalı siyasi partinin nihai amaçlarının hukuk devleti yerine,
dini esaslara dayalı bir devlet sistemi kurmak (şeriat) olduğu görülmüştür. Bu
amaca ulaşıncaya kadar 'takiyye' yöntemini kullanacakları kendi ifadeleriyle
açıklanmaktadır. Tabanlarından gelen baskı karşısında sabır ve itidal
tavsiyeleri bunun işaretidir. Oysa şeriat düzeni Anayasa, İHAS ve buna bağlı
olarak Avrupa kamu düzeni ile hiçbir biçimde bağdaşmamaktadır.
Bu yolda siyasal İslam'ın ya da Türkiye'ye giydirilmek
istenen 'ılımlı İslam' modelinin bir şeriat devletine dönüşmesi ve gerekirse bu
yolda İslami terörün de kullanılması uzak bir olasılık değildir. Nitekim yakın
tarihte bölgemizde geçiş dönemi örneği olarak, sıkça öne çıkarılan kimi
devletlerin daha sonra kaçınılmaz biçimde radikal bir değişikliğe uğrayarak
köktendinci bir rejime dönüştüğü görülmüştür.
Şeriat, Müslümanların kendi aralarındaki ve diğer dinlere
mensup olanlarla arasındaki ilişkilere uygulanan bir hukuk sistemidir
(RP/Türkiye Kararı). İslam'ın düzenleyici kuralları çok hukukluğu (ceza hukuku,
devletler hukuku, aile hukuku, miras hukuku alanlarını) kapsadığı gibi; insanın
sosyal yaşamının (kişinin giyinmesi, evlenmesi, boşanması, karşı cinsle her
türlü beşeri ilişkisi) şeklini de belirler. Diğer bir anlatımla, dünyevi
ilişkilerde de belirleyici olması şeriata göre bir zorunluluktur. Sonuçta
statik kurallar bütünü şeriat total bir sistemdir. Özü itibarıyla da baskıcıdır
ve demokrasi, insan hakları düşüncesiyle bağdaşmaz.
Anayasamız ile partiler siyasal yaşamın vazgeçilmez bir
unsuru olarak kabul edilmiş ise de, siyasi partiler için Anayasa'ya sadakat
yükümlülüğü de öngörülmüştür. Bu bağlamda Anayasa'daki özgürlükçü demokratik
düzenin temeli olan laiklik ilkesine bağlı olmayan diğer bir anlatımla
anti-laik partiler yasaklanmış ve bu konuda kapatma yaptırımı benimsenmiştir.
Bu yasaklama ve yaptırım, laik rejim için olası tehlikeler gözetildiğinde
Almanya ve Avusturya'da Nazi Partisinin, İtalya'da Faşist Partinin yasaklanması
kadar yasal ve hukuka uygundur.
Cumhuriyet öncesi dönemde İslami teokratik rejim
tarafından diğer inanç topluluklarının toplumsal yaşamlarını düzenlemek için,
şeriat hukuku çerçevesinde çok hukuklu bir sistem uygulanmıştır (RP/Türkiye
Kararı). Davalı parti ileri gelenlerinin gerek siyasal alandaki söylemlerinde,
gerekse eğitim ve öğretim programlarındaki uygulamalarında, Cumhuriyet öncesi
döneme sıklıkla vurgu yapmaları; o döneme ait uygulamaların ve şeriata özgü çok
hukukluluğun üstü kapalı olarak canlı tutulması ve yerleştirilmeye
çalışılmasıdır.
Çok hukukluluğu ve İslami yönden sınırsız özgürlüğü
savunmak, İslam'a yönelik pozitif ayrımcılıktır. Bu suretle devlet ve laik
hukuk dışlanmaktadır. Sonuçta bu doğrultuda atılan adımlar yoğunlaştıkça İslami
düzen ortaya çıkmakta ve laiklik de ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Bu bağlamda dinsel bir simge olan türbanın yükseköğretimde
ve giderek tüm alanlarda serbestçe takılmasına yönelik politikalar, imam hatip
okullarının sayısının arttırılması ve katsayı sisteminin kaldırılması gibi
uygulamalar genel nüfusun ağırlıklı inanç yapısı gözetildiğinde İslam için bir
pozitif ayrımcılıktır.
Laik devlet, yapısı ve değerleriyle dini hüküm ve
kurallara bağımlı olmayan, bilimin esaslarına uygun ve din kurallarından
bağımsız olarak her türlü düzenlemeyi yapabilen, din kurallarının yasa koyucuyu
sınırlayamadığı devlettir. Bireyler de laik devletin koyduğu kuralların din
kurallarına aykırı olduğunu ileri sürerek bu kurallar nedeniyle eğitim ve
öğrenim haklarının engellendiğini ileri süremezler. Çünkü laik devlet fertlerin
toplumsal yaşamdaki işlerini ilgilendiren konularda din kurallarıyla bağlı
olmaksızın kamu düzeni ve yararını gözeterek serbestçe düzenleme yapabilir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının başlangıç dâhil birçok maddesinde yer alan
laikliği başka bir biçimde anlama ve yorumlamanın imkanı yoktur. Oysa başta
davalı partinin genel başkanı ve bir dönem TBMM Başkanlığı da yapmış olan
Bülent Arınç ve diğer parti ileri gelenlerinin 'anayasada laikliğin bir
tanımının bulunmadığını,(') Türkiye'deki laiklik uygulamasının Fransız laiklik
anlayışına yakın olduğunu, oysa anglo sakson bir laiklik anlayışının
Türkiye'nin laiklikle ilgili sorunlarını çözeceğini,(') insanların laik
olamayacağını, ancak devletin laik olabileceğini, kendilerinin dini inançları
nedeniyle laik olmadıklarını', sıklıkla tekrarlamaktadırlar.(Ek.14) Burada
dini inancı olanların laik olamayacaklarını vurgulamaktaki asıl amaç, laiklik
ilkesini hukuksal yerinden uzaklaştırarak, inançsızlık- inanca dayalı bir
ayrımcılık oluşturmaktır.
Ayrıca lâikliğin yanlış tanımlandığı iddiası, resmî daire
ve üniversitelerde uygulanan türban ve başörtüsü yasağını hak ve özgürlüklerin
kullanılmasını engelleyen, zulüm ve zorbalık olarak gösterilmesi, kamu düzenini
bozacak nitelikte görülmüştür. Başbakanın ve davalı Partinin diğer üyelerinin
bu ve benzeri söylemlerle dinsel konularda kişiler için sınırsız bir alan
yaratmak ve bu ayrımcı yaklaşımla dinlere (sayısal çoğunluk gözetildiğinde
İslam'a) serbest bir ortam sağlamak amacını taşımaktadır. Kişilerin dinsel
konularda (ki İslam'ın dünyevi ve uhrevi tüm alanları kapsadığı gözetildiğinde)
tam bir serbesti içinde olmaları demek, kişilere uygulanacak kuralların,
benimsedikleri din ekseninde belirlenmesi anlamındadır. Bu ise kişiler yönünden
laik devletin kurallarını dışlayıcıdır ve dini (İslam'ı), tartışmasız olarak
kişilerin uhrevi değil tüm dünyevi ilişkilerinde de tek belirleyici unsur
olarak kabul etmek anlamındadır.
Nitekim bir Yargıtay Başkanı, ülkede yaşanan gelişmeleri
ve gidişatı da gözeterek yaptığı 2003 Yılı Adli Yıl açılış konuşmasında, ''Sınırsız
din ve vicdan özgürlüğü isteyenlerle İslami devlet kurmak isteyenlerin amaçları
aynı'' (Ek.2) şeklinde tespit yaparak sınırsız din ve vicdan özgürlüğü
isteyenlerin gerçek siyasi amaçlarını ortaya koymuş, Başbakan Erdoğan, ''Bu
bir defa çirkin ve olumsuz bir yaklaşım, Bir defa özgürlükler farklı bir
noktada olan kişinin özgürlük alanına, kadar o alana giremezsiniz. Siz bir
dinin mensubuysanız, farklı bir dinin mensubunun olduğu alana giremezsiniz.
İnancınızın gereği neyse, bu inanca saygı duymak yönetimlerin görevidir.(')
Kaldı ki, şu anda yaşanan süreçte gerek Türkiye'de, gerek Batı'da, gerek
Dünya'da tamamıyla dinlere saygılı olan bir anlayışın egemen kılınması, aynı
şekilde düşünceye ve örgütlenmeye saygılı yapıların, özgürlüklerin oluşmasına
fırsat verilmesini devamlı olarak imkânını hazırlıyor. Biz de böyle bir
gayretin içindeyiz '' (Ek.2) şeklinde yanıt vererek, aslında din ve vicdan
özgürlüğü konusundaki düşüncelerinin siyasal İslam'a sınırsız bir özgürlük
alanı yaratmak olduğunu bir kere daha açıklıkla ifade etmiştir. Bu bakış açısı
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve tüm parti ileri gelenlerinin söylem ve
eylemlerine yansımış, devlet adeta bir inancın hüküm ve kuralları çerçevesinde
yeniden biçimlendirilmeye, dönüştürülmeye çalışılmıştır. Nitekim türbanın
Yükseköğretim kurumlarına girmesine olanak sağlayacak Anayasa değişikliğin
yapıldığı 9 Şubat 2008 günü Almanya'daki resmi seyahati sırasında gazetecilerin
'İslamiyet ile AB sürecini nasıl bağdaştırdığını' sormaları üzerine; ''Farklı
dinlerin mensuplarına bizler nasıl 'siz niçin dininizi bu kadar iyi
yaşıyorsunuz ya da bu kadar hassasiyetle yaşıyorsunuz' deme hakkına sahip
değilsek, bir Müslüman'ın da dinini yaşamasına kimse kalkıp 'sen niçin dinini
bu kadar iyi yaşıyorsun, başarılı yaşıyorsun' deme hakkına sahip değildir. Bir
taraftan din ve vicdan özgürlüğü diyeceksiniz, öbür taraftan kalkıp Müslüman
için böyle bir defans uygulayacaksın. Bu defansı uygulamaya bir defa kimsenin
hakkı yok' (Ek.50.) demiş, 7 Mart 2008 tarihinde partisinin Uşak ilinde
düzenlediği bir toplantıda kendisine 'Af yok mu'' diye seslenen bir vatandaşa, '..Af
yok, suç işleyen cezasını çeker, Devlet katili affetme yetkisine sahip değildir.
Katili affetme yetkisi aslında maktulün varislerine aittir. Öyle olması lazım''
demiştir. (Ek.165) Başbakan ilk söylemiyle, bir Müslüman'ın dininin emrettiği
her şeyi serbestçe yapabileceğini, dini özgürlüklerin sınırsız olduğunu, ikinci
söylemiyle de laik hukuk sistemini yok sayarak, adam öldürme suçuna şeriat
hukukundaki 'kısas' uygulamasını ifade etmekte, 'öyle olması gerekir' cümlesiyle
de, sistemin şeriat hukukuna dönüşmesine olan özlem ve niyetini açığa
vurmaktadır. Başbakanın bu yaklaşımlarına göre dini inancın bütün vecibeleri
din ve vicdan özgürlüğü kapsamındadır ve kısıtlanamaz. Bu yoruma göre, özel ve
kamusal yaşamın tümünü kapsama iddiasındaki İslam şeriatı için hiçbir kısıtlama
öngörülemeyecek, ceza hukuku uygulamalarında da şeriat hukukunun kapıları
açılacaktır. Bu bakış açısıyla türban bir dini vecibedir ve dini vecibelere
kısıtlama getirilemez. Yine din kurallarının uygulanması dini vecibe (dini
ödev) kabul edildiğinde, bu kuralların tüm özel ve kamusal alanlarında da
(aile, miras, ceza, ticaret hukuku vb.) yaşanması talebi kendiliğinden ortaya
çıkacak, aksini savunanlar yine İslam şeriatının yaptırımlarına maruz
kalabilecektir.
Gösterilen deliller, Anayasanın 10. ve 42 nci
maddelerinin laiklik ilkesinin özüne dokunmak amacıyla değiştirildiğini
kanıtlamaktadır. Çünkü artık köktendinciler isteklerini türbanın kamusal alanda
da serbest kalmasının ötesine taşımışlar, televizyonlardaki açık oturumlarda 'türbanın
yasaklanmasını savunanların Mussolini gibi yargılanacaklarını ve
cezalandırılacaklarını çekinmeden söylemeye başlamışlardır. Sadece bu durum
bile laik devlet ilkesini ve Türkiye'de laikliği savunanları nasıl bir
tehlikenin beklediğini göstermeye yeterli olup, şeriatın içerdiği şiddet
unsurunu da sergilemektedir.
Davalı parti, başta laiklik olmak üzere Cumhuriyetin
bütün kazanımlarına karşı mücadeleyi esas alan, Milli Nizam Partisi, Milli
Selamet Partisi, Refah Partisi ve Fazilet Partisi çizgisinin devamı niteliğinde
siyasi bir oluşumdur. Ancak bu partilerin geçmişte kullandıkları radikal,
anti-laik eylem ve söylemleri nedeniyle hukuki koruma görmemeleri ve
bazılarının kapatılmaları gözetilerek, tarihi deneyimden ders alan bir grup
tarafından kurulmuştur. Şeriat hedefine ulaşmada, demokrasiyi bir araç gören bu
zihniyet, 'gerçek amacını doksanlı yıllardan sonra dünyada küreselleşmenin
merkez güçlerinin ülkemiz ve bölge ülkeleri için ürettiği 'ılımlı İslam'
ideolojisi ve onun siyasi hedefi 'Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) eşbaşkanları
sıfatıyla söylemlerini insan hakları, demokrasi, din ve vicdan özgürlüğü,
öğrenim hakkı gibi asıl referansları olan şeriatla hiç bağdaşmayan kavramların
arkasına gizlenerek' göstermişlerdir. Başta Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan
ve diğer partililer, 2001 yılından önce mensubu bulundukları partilerde
Cumhuriyeti ve onun devrimlerini doğrudan hedef alarak eleştirmişler,
söylemlerinde; ''hakimiyet Ulusa değil Allah'a aittir,(')Millet isterse
laiklik elbette elden gidecektir. (')laiklik dinsizliktir..' (Ek.12)
diyenler, her türlü din istismarını yapanlar, bu söylemlerini
değiştirerek takiyye yapmaya başlamışlar, partinin önemli isimlerinden Bülent
Arınç, Türkiye Demokrasi Vakfı'nca düzenlenen bir toplantıda, TBMM Başkanı iken
yaptığı bir konuşmada; ''Siz ifade özgürlüğüne tam sahip değilseniz,
kapatılmamak için, önünüze engeller çıkmaması, iktidara giderken bir takoza
ayağınız takılıp da düşmemek için yalan söylemeye, samimiyetsiz davranmaya,
takiyye yapmaya mecbursunuz'' (Ek.67) diyerek, takiyyenin yeni
dönemdeki siyasal yöntemleri olacağının işaretini vermiş, buna rağmen davalı
parti gerçek siyasi hedefini gizleyememiş, laiklik ilkesine ilişkin Anayasa ve
yasa hükümlerine, Anayasa Mahkemesinin Refah Partisi ve Fazilet Partisinin
kapatılmasına, resmi daire ve üniversitelerde türban-başörtüsü kullanmayı
teşvik eden konuşmaların laik düzen karşıtları için bir mesaj oluşturduğuna
ilişkin kararlarına karşın, türban konusunu belirledikleri politikalara temel almakta
bir sakınca görmemiştir.
Davalı parti özellikle 22 Temmuz 2008 seçimlerinden
sonra, alınan oy oranının etkisi ve cüretiyle toplumu İslam devletine
dönüştürecek projelerini önce yeni bir Anayasa taslağı hazırlamak sonra da
türbanı gündeme getirmek suretiyle laiklik ilkesini hedef alarak adım adım
gerçekleştirmeye başlamıştır.
Davalı parti iktidarda olduğu süreçte, insanlığın dinsel
dogma ve hurafelere karşı verdiği mücadele sonrasındaki ortak kazanımları olan
din ve vicdan özgürlüğü, öğrenim özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, laiklik
ilkesi gibi birçok kavram tersyüz edilmiş, 'laikliğin yeniden
tanımlanması' gibi suni sorunlar yaratılarak Cumhuriyetin değerleri
tartışılır hale getirilmiştir. Dinsel taassubun göstergesi olan türban, inanç
özgürlüğünün zorunlu bir parçası olarak gösterilmiş ve türban takmanın bir hak
olduğu inancı topluma benimsetilmeye çalışılmıştır. Oysa daha yakın tarihte
yapılan bir araştırmanın sonuçları
çok açık göstermiştir ki, liseden sonra üniversiteye gidemeyen kadınların yüzde
30'u sınavı kazanamadığından, yüzde 15'i sınavı kazanmasına rağmen evlenip
okulu bıraktığından, yüzde 15'i daha fazla okumasına ailesi izin vermediğinden,
yalnızca yüzde 1'i türban nedeniyle yüksek öğrenim görememiştir. Bu araştırma
sonuçları da çok açık bir biçimde ortaya koymuştur ki, davalı partinin asıl
amacı, iddia edildiği gibi öğrenim özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırmak
değil, türban sayesinde eğitim ve öğretim alanından başlamak üzere, tüm kamusal
alanı ve toplumsal yaşamı dinselleştirmek ve giderek laik devleti ortadan
kaldırmaktır.
Türban, davalı partinin Cumhuriyet devrimlerine ve
özellikle laiklik ilkesine yönelik kararlılıkla yürüttüğü mücadelesinde eğitim,
kültür, ekonomik ve sosyal yaşam alanlarında toplumu dönüştürecek karşı
devrimin adımlarını atarken kullandığı özgürlükçü söylemli bir dini ve siyasi
simgedir.
Yargı kararlarında, doktrinde, çağdaş düşünsel ve felsefi
düzlemde; din ve vicdan özgürlüğünün yükseköğretim kurumlarında türbanı da
kapsayacak şekilde salt olmadığı, bu özgürlüğe laiklik ilkesi gereğince
sınırlama getirilebileceği tartışmasızdır.
Gerek iç hukuk gerekse, uluslar arası hukuk boyutuyla
incelenip, irdelendiğinde; yargısal içtihatlarla türbanın temel bir insan hakkı
olmadığının din ve inanç özgürlüğü kapsamında kalmadığının açık ve tartışmasız
olarak vurgulandığı görülmüştür. Şöyle ki;
- Danıştay 8. Dairesi'nin 23.02.1984 gün ve 207/330
sayılı; 16.11.1987 gün ve 128/486 sayılı ; 27.6.1988 gün ve 178/512 sayılı,
- Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu'nun
16.6.1994 gün ve 61/327 sayılı,
- Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun 15.3.2005 gün ve 201/30
sayılı,
- Anayasa Mahkemesi'nin 07.3.1989 gün ve 1/12 sayılı,
9.4.1991 gün ve 36/8 sayılı, 16.01.1998 gün ve 1/1 sayılı; 22.6.2001 gün ve 2/1
sayılı kararları ile daha bir çok kararlarda; başörtüsünün laiklikle
bağdaşmadığı, temel bir insan hakkı olarak korunmadığı ve özgürlük alanının
dışında kaldığı ve bu yolla 'dine dayalı bir devlet modeli' adımlarının
atıldığı belirtilmiştir.
Türbana ilişkin olarak verilen Danıştay ve Anayasa
Mahkemesi kararlarında; '.. Türban takanların sırf laik
cumhuriyet ilkelerine karşı çıkarak dine dayalı bir devlet düzenini
benimsediklerini belirtmek amacıyla başlarını örttükleri,(')laik devlet
ilkelerine karşı bir tutum içinde bulunmaları nedeniyle okula alınmamalarında
yasalara aykırılık olmadığı,(')Hiçbir görüş ve düşüncenin Atatürk
milliyetçiliği, medeniyetçiliği, ilke ve devrimleri karşısında korunma
göremeyeceği,(') Dinsel inanç nedeniyle başörtüsüne olanak
tanımanın hukuk kurallarını dinsel esaslara dayandırmak anlamına geldiğinden
laiklik ilkesine aykırılık oluşturacağı,(') Din kurallarına göre yapılan
düzenlemelerin hukuksal nitelik taşımadıkları, hukukun kaynağının hukuku
yaratan istenç olarak kendi ulusunun istenci olduğu ve yasalar ilkelerini
dinden değil, yaşamdan ve hukuktan almak zorunda oldukları için, türbanın
Yükseköğretimde serbestçe takılmasına ilişkin bir düzenlemenin hukuk devleti
ilkesine de aykırılık oluşturacağı,(') İslami bir örtünme biçimi ve dini
bir zorunluluk olduğu ileri sürülen başörtüsüne ayrıcalık tanımanın biçimsel
yönden eşitlik ilkesine de ters düşeceği,(') Lâik eğitimde dinsel inançlara
göre hiçbir ayrım gözetilemeyeceği,(' ) (Belli biçimde giyinmek özgürlüğü
dinsel inancı aynı, ayrı olanlar ve olmayanlar arasında farklılık yaratacağı,
vicdan özgürlüğünün istediğine inanmak hakkı olduğu, laiklikle vicdan özgürlüğü
karıştırılarak dinsel giyinme özgürlüğünün savunulamayacağı,(') kamu alanında giyinmeyi
düzenleyen kuralların dinsel inanca dayalı olarak değil ancak hukukun
gereklerine göre düzenleneceği,(') laikliği ortadan kaldıran ya da zedeleyen
bir özgürlük ya da özerkliğin geçerlilik kazanamayacağı, (' ) 'dinsel inanç
gereği' sözcükleri kullanılmasa da Cumhuriyetin niteliklerine yönelik, bu amaç
ve anlamdaki dinsel kaynaklı düzenlemeleri içeren girişimlerin Anayasa
karşısında geçerli olamayacağı, özgürlüklerin Anayasa ile sınırlı olduğu,
Anayasa'daki lâiklik ilkesine ve lâik eğitim kuralına karşı eylemlerin
demokratik bir hak olduğunun savunulamayacağı, (') vurgulanarak türbanın
bir özgürlük konusu olmadığı son derece bilimsel ve yetkin gerekçelerle
açıklanmıştır.
Türban sorununa Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
çerçevesinde bakıldığında; bu konu ile ilgili aşağıda belirtilen
kararlardan özellikle 3 tanesi AİHM'nin üniversitelerdeki türban sorununa bakış
açısını açıkça ortaya koymaktadır. Bu kararlar :
Karaduman /Türkiye
Eczacılık Fakültesi'nden mezun olmaya hak kazanan Şenay Karaduman
isimli öğrenci, çıkış belgesine türbanlı fotoğrafının yapıştırılması talebinin
idarece reddedilmesi üzerine AİHS'nin 9.
maddesinin ihlal edildiği gerekçesiyle Komisyona başvurmuştur.
Komisyon öncelikle üniversitelerdeki günlük yaşamı düzenleyen
disiplin kurallarıyla doğrudan ilgili olmayan, diplomalara yapıştırılacak
fotoğraflara ilişkin kuralların 'üniversitelerin laik ve cumhuriyetçi
niteliğini koruma amacını güden üniversite kurallarının bir parçası' olduğunu
tespit etmiştir.
Somut uyuşmazlıkta, kılık-kıyafete ilişkin üniversite
yönetmeliğinin, öğrencilere türban takmama
zorunluluğu getirdiğine işaret ederek, yüksek öğrenimini laik bir üniversitede yapmayı
seçen bir öğrencinin, bu üniversitenin düzenlemelerini kabul etmiş sayılacağı görüşünü
ifade etmiştir. Ayrıca Komisyon'a göre laik bir üniversitede öğrencilik
statüsü, doğası gereği, başkalarının hak ve özgürlüklerini saygı gösterilmesini
sağlamaya yönelik bazı davranış kurallarıyla bağlılığı da içermektedir.
Mahkeme burada 'laik üniversiteler'de öğrenim görmeyi
tercih eden başvurucuların, bu üniversitelerin koyduğu kurallara uymak zorunda
olduklarını vurgulamaktadır.
Komisyon özellikle, nüfusun büyük çoğunluğunun belirli
bir dine mensup olduğu ülkelerde, bu dinin tören ve simgelerinin herhangi bir
yer ve biçim sınırlaması olmaksızın sergilenmesinin, sözü geçen dini
uygulamayan veya başka bir dine mensup olan öğrenciler üzerinde bir baskı
oluşturabileceği görüşündedir. Bu nedenle farklı inanışlardaki öğrencilerin
birlikteliğini sağlamak amacına yönelik olarak öğrencilerin dinsel inançlarını
açığa vurma özgürlükleri yer ve biçim bakımından sınırlanabilmektedir.
Komisyon'a göre, 'laik bir üniversitenin yönetmeliği,
öğrencilere verilecek olan diplomaların, bir dinden esinlenen ve öğrencilerin
de dahil olabileceği (köktendinci) hareketleri hiçbir şekilde yansıtmamasını
düzenleyebilir.'
Bunun yerine doğrudan 'laik üniversite düzeninin
gerekleri dikkate alındığında, öğrencilerin kılık-kıyafetlerinin
düzenlenmesinin ve bu düzenlemeye uyulmadıkça, kendilerine diploma verilmesi
gibi bazı idari hizmetlerden yararlandırılmamalarının, din ve vicdan
özgürlüğüne bir müdahale oluşturmadığı düşüncesini' ifade etmiştir.
Sonuç olarak Komisyon başvurucunun, çıkış belgesine
türbanlı fotoğraf yapıştırma talebinin idarece reddedilmesinin Sözleşmenin 9.
maddesiyle korunan din özgürlüğüne bir müdahale
oluşturmadığı gerekçesiyle, başvuruyu kabul edilemez bulmuştur.
Bulut/Türkiye
Eğitim Fakültesi'nden aldığı çıkış belgesinin türbanlı
fotoğrafının bulunduğu bir diploma ile değiştirilmesi talebinin idarece
reddedilmesi üzerine Lamiye Bulut, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na
başvurmuştur..
Komisyon, 'başvurucunun kendisine bir diplomanın
sağlayacağı bütün avantajları temin eden bir çıkış belgesine zaten sahip
olduğuna' dikkat çekerek, başvuruyu kabul edilemez bulmuştur.
Kararın kalan kısmı Karaduman/Türkiye kararıyla aynı
ifadelerle kaleme alınmıştır.
Dahlab/İsviçre Kararı
Katolik iken sonra İslam Dinini seçen ve türban takmaya
karar veren İsviçre vatandaşı ve anaokulu öğretmeni olan Lucia Dahlab, beş yıl
süresince velilerden herhangi bir itiraz gelmeden türbanlı olarak görevine
devam ettikten sonra, İlköğretim Genel Müdürlüğü tarafından, türbanın
'özellikle kamusal ve seküler bir eğitim sisteminde bir öğretmenin öğrencilerine
empoze ettiği açık bir kimlik aracı' olduğu gerekçesiyle görevinden alınması
üzerine, laiklik ilkesinin öğretmenlerin dinsel inanca sahip olmalarına ve
inançları gereği sembol taşımalarına engel oluşturmadığı ve öğrencilerinin
farklı etnik ve dinsel kökenlerden geldiği için çeşitliliğe alışkın oldukları,
dolayısıyla türbanlı oluşunun okuldaki dinsel uyumu bozmadığı gerekçelerine
dayanarak türbanlı olduğu için görevden alınmasının AİHS'nin 9 ve 14.
maddelerini ihlal ettiği gerekçesiyle AİHM'ne başvurmuştur.
Sonuç olarak AİHM, öğrencilerin başvurucudan kolaylıkla
etkilenebilecek kadar küçük yaşta olmalarının ve başvuru sahibinin dinsel
açıdan tarafsız davranmak zorunluluğunun altına çizerek, yasaklayıcı işlemin,
başkalarının hak ve özgürlüklerini, kamu güvenliğini ve kamu düzenini koruma
şeklindeki meşru amaçları güttüğüne karar vermiş ve başvurucunun ders sırasında
türban taktığı için görevine son verilmesini, din özgürlüğüne bir müdahale
saymış, ancak bu müdahalenin demokratik bir toplumda
gerekli olduğu gerekçesiyle başvuruyu kabul edilemez bulmuştur.
Leyla Şahin/Türkiye Kararı
Leyla Şahin Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde okurken,
İstanbul Üniversitesi'nin 23.02.1998 tarihinde yayınladığı sakallı ve türbanlı
öğrencilerin derslere ve pratik çalışmalara alınmamalarını öngören genelgesi
gereği derslere alınmamış ve bazı bölümlere kayıt yaptıramamıştır. Genelgenin
iptali istemiyle açılan davalar ise idari yargı organlarınca reddedilmiştir.
Daha sonra türban taktığı gerekçesi ile yazılı sınavlardan birine alınmayan
başvurucunun kayıt talebi de aynı gerekçe ile reddedilmiştir.
Başvurucu kılık kıyafet kurallarına uymadığı için önce
kınama cezası, daha sonra türban yasağını protesto gösterisine katıldığı için
bir dönem okuldan uzaklaştırma cezası almıştır. Başvurucunun disiplin cezaları
ile ilgili açtığı dava İstanbul İdare Mahkemesi tarafından reddedilmiştir.
Yüksek öğretim kurumlarında türban takma yasağının Sözleşmenin 8, 9, 10 ve
14.maddeleri ile 1.Protokolün 2.
maddesindeki haklarını ihlal ettiği gerekçesi ile AİHK'na başvurmuş, dava 11 No'lu
Protokolün 5/2 maddesi gereğince 1.11.1998'de AİHM'ne devredilmiştir
Mahkeme'nin üniversitede İslami türban takılmasını
yasaklayan ve bu yasağa aykırı davranmayı disiplin yaptırımına bağlayan
düzenlemelerin, din ve vicdan özgürlüğü hakkına müdahale olduğunu varsayımsal
olarak kabul etmiş ancak üniversitelerde türbana izin vermenin Anayasa'ya
aykırı olduğunun Anayasa Mahkemesi'nce açıkça belirtildiğini ve ayrıca İslami
türban takılmasına ilişkin düzenlemelerin, başvurucunun Üniversiteye kayıt
yaptırmasının öncesinden itibaren mevcut olduğunu vurgulayarak, davada 'kanunen
öngörülme' kriterinin gerçekleştiğine, 'davanın şartlarını ve milli
mahkemelerin kararlarındaki tabirleri dikkate alarak, ' söz konusu tedbirin
öncelikle başkalarının haklarının ve özgürlüklerinin korunmasına ve kamu
düzeninin korunmasına ilişkin meşru amaçları güttüğünü ve 'takdir yetkisinin
alanını göz önüne alarak, İstanbul Üniversitesinin İslami türban takılmasına
sınırlamalar getiren düzenlemelerinin ve bunları uygulamaya yönelik
tedbirlerin, güdülen amaçlarla orantılı ve haklı olduğuna ve demokratik bir
toplumda gerekli olarak kabul edilmesi gerektiğine karar vermiştir.'
AHİM'nin 29.06.2004 tarihli bu kararına müteakip
başvurucunun davanın Büyük Daire'ye iletilmesini istemesi üzerine Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Dairesi 10 Kasım 2005 tarihli kararında:
'Bu bağlamda, yükseköğrenim kurumları, bir dinin sembol
ve törenlerinin tezahürünü değişik dinden öğrenciler arasında huzurlu ortak
yaşamı sağlamak ve böylece kamu düzenini ve diğerlerinin haklarını korumak
amacıyla böyle bir tezahürün yeri ve şekline sınırlamalar getirerek
düzenleyebilirler. Küçük çocukların sınıfında görevli bir öğretmenle ilgili
olan, Dahlab davasında, Mahkeme, diğer konuların yanı sıra öğretmenin başörtüsü
takmasının temsil ettiği 'güçlü dış sembol' üzerinde durmuş ve cinsiyet
eşitliği ilkesiyle bağdaştırılması zor olan dini davranış kuralları kadınlara
başörtüsü takma zorunluluğu getirmiş olduğuna göre, bunun bir tür başkalarını dini
inancından vazgeçirme etkisi oluşturup oluşturmayacağını sorgulamıştır. Ayrıca,
İslami başörtüsü takmanın, demokratik bir toplumda bütün öğretmenlerin
öğrencilerine aktarması gereken hoşgörü, başkalarına saygı ve hepsinin ötesinde
eşitlik ve fark gözetmeme mesajı ile kolaylıkla bağdaştırılamayacağını
kaydetmiştir.'Laiklik kavramı Mahkeme'ye göre Sözleşme'nin temelini oluşturan
değerlerle uyumludur. (...) Bu ilkeye saygı göstermeyen bir davranış, kişinin
dinini ifşa etmesi özgürlüğü kapsamında kabul edilmeyecek ve Sözleşme'nin 9.
maddesinin korumasından yararlanmayacaktır.'Mahkeme, Türkiye'de kendi dini
sembollerini ve dini dogmalar üzerine kurulmuş bir toplum kavramını toplumunun
tümüne empoze etmeye çalışan aşırı siyasi hareketlerin olduğunu gözden kaçırmamıştır.
(')
'Sonuç olarak, söz konusu kısıtlama, başvuranın eğitim
hakkına zarar vermemektedir. (')
Görüşlerine yer vermiştir.
Türbanın dinsel ve siyasal bir simge olduğunun ulusal ve
uluslararası yargı kararlarıyla kesinleşmesine karşılık davalı parti, kuruluşlarının
hemen ertesinde başlattıkları karşı propagandalarla toplumdaki geleneksel bir
örtünme olgusunun varlığından yola çıkarak türbanı bu kalıplar içinde halka
benimsetmeye çalışmıştır.
Kadın özgürlüğü ve Cumhuriyetin temel ilkelerine karşı
çıkmanın siyasal bir simgesine dönüştürülen ve temel bir hak algısıyla topluma
sunulan türbanın toplumu topyekûn teokratik bir düzene dönüştürecek karşı
devrimin en önemli anahtarı olduğu, giderek tüm alanlara yayılacağı, ertesinde
başka bazı anti laik talepleri de bir hak algısıyla ve yeni 'mutabakat
süreçleriyle' toplumun gündemine taşınacağı, davalı parti yetkililerince de
şüphesiz bilinmektedir! Üniversitelerde türbana sağlanan serbestinin büyük bir
geriye dönüşün miladı olduğu Başbakan'ın 14 Ocak 2008 tarihinde yaptığı İspanya
konuşmasının hemen ardından ortaya çıkmış, aynı ay içinde yapılan Açık Öğretim
Lisesi sınavlarında öğrencilerin sınavlara türbanla ve hatta çarşafla
girmelerine müsamaha gösterilmiş, partililerin sürekli olarak türban yasağının
bir insan hakkı ihlali olduğu yönündeki ısrarlı demeçleriyle teşvik edilmiştir.
Aynı günlerde Adalet ve Kalkınma Partisi çizgisindeki bazı sivil toplum
örgütleri türban yasağının kaldırılmasının sadece Yükseköğretim kurumlarıyla
sınırlı kalmamasını isteyen gösteriler yapmışlardır.
İzleyen günlerde davalı partili milletvekilleri Hüsnü
Tuna, Fatma Şahin, MKYK üyesi Ayşe Böhürler, Isparta Belediye
Başkanı Hasan Balaman gibi partililer türbanın üniversitelerde serbest
bırakılmasının varılmak istenen amacın ilk aşaması olduğunu, adım adım tüm
kamusal alanda serbestçe takılmasının bundan sonraki hedefleri olduğunu açıkça
ifade etmişlerdir.(Ek.129) Davalı Partinin İstanbul Milletvekili Egemen
Bağış, Merve Kavakçı isimli Fazilet Partili milletvekilinin türbanıyla TBMM
genel kurula girmesinin bu partinin kapatılma nedenlerinden biri olduğu
gerçeğini unutmuş gözükerek, milletvekillerinin türbanla genel kurul
çalışmalarına katılabileceklerini ima eden sözler sarfetmiştir.(Ek.129)
İktidarın türban konusunu tırmandırmasından cesaret alan
başta sağlık kurumlarında çalışan doktor ve hemşireler, eğitim kurumlarında
öğretmen ve öğrenciler olmak üzere birçok kurumda kamu personelinin göreve
türbanla geldikleri 2008 Yılı Ocak ve Şubat aylarında yayınlanan gazete ve
televizyon haberleri arasında sıkça yer almıştır.(Ek.159)
Örnekleri daha önce de yaşanan benzer olaylar karşısında
siyasi iktidarın bu kurumların başına atadığı kendi dünya görüşlerine yakın
baştabip, okul müdürü vb. idareciler soruşturmaları göstermelik, sudan
gerekçelerle savsaklamışlar, adeta kamu kurumlarında türbanlı görevlilerin
çalışmasını teşvik etmiş, cesaretlendirmişlerdir.
Örneğin;YÖK Başkanı Yusuf Ziya ÖZCAN, henüz yasal
değişiklik yapılmadan 24.02.2008 gün ve 225 sayı ile üniversite rektörlerine
gönderdiği yazıda; üniversitelerde türban serbestîsini getirmeyi amaçlayan
Anayasanın 10. ve 42. maddelerine göre uygulama yapılabilmesi için ayrıca
kanuni düzenlemeye ihtiyaç olmadığını bildirmiş, bir örneği İçişleri Bakanlığı
ve valiliklere de gönderilen yazı içeriğinde Anayasa değişikliği yapan kanun
teklifindeki genel gerekçede belirtilen 'Yükseköğretim kurumlarında kılık
kıyafetlerinden dolayı bazı öğrencilerin eğitim ve öğretim hakkının
engellenmesi kronik bir sorun haline gelmiştir.' ifadesi kullanılmıştır.
(Ek.174)
Çoğu Üniversite rektörleri bu kanunsuz emre
uymayacaklarını belirtip YÖK Başkanı hakkında görevi kötüye kullanmak ve
benzeri suçlardan suç duyurularında bulunmuşlar, ancak konu resmi olarak
kendisine intikal etmeden bir açıklama yapan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin
ÇELİK', 'Soruşturma açmaya yetkim var. Ama ben YÖK Başkanı'nın
söylediklerinin suç teşkil ettiğini düşünmüyorum. Soruşturmaya izin
vermeyeceğim.' diyerek hiçbir araştırmaya gerek duymadan YÖK Başkanının bu
kanun dışı eylemini onaylamıştır. (Ek.174)
Üniversitelerde başlı başına türban serbestisi getirmeyen
Anayasa değişikliği henüz yürürlüğe girmeden ve Yüksek Öğretim Yasasının ek
17'nci maddesi değiştirilmeden birçok üniversitede türban ile derslere girme
uygulaması başlatılmış, başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere birçok
davalı parti yetkilisi eylem ve demeçleriyle söz konusu yasadışı uygulamayı
cesaretlendiren ve üniversitelerde bir kaos ortamının yayılmasına sebebiyet
veren bir tavır sergilemişlerdir.
Başbakan Erdoğan, Vakıf Üniversitelerinin
rektörleri ile yaptığı bir görüşmede, Yüksek Öğretim Yasasının Ek 17.
maddesinde değişiklik yapılmadan Üniversitelerde türbanın serbestçe
takılabileceğine ilişkin bir genelge yayınlayan YÖK Başkanının bu hukuk dışı
tasarrufuna bir bildiri ile karşı çıkan Ünivesitelerarası Kurul'u (ÜAK)
kastederek; '' Sizin üniversitelerinizin rektörleri de ÜAK Üyesi. Ancak
bildiriye imza atanlar oldu. Bu konuda daha ilkeli tavır bekliyoruz. Bu
bildiriye niye karşı çıkmıyorsunuz' Tavır göstermenizi beklerdik'' diyerek
YÖK Başkanının hukuka aykırı davranışına destek verilmesini istemiştir.
(Ek.164)
YÖK Başkanlığının yukarıda hukuka aykırı
olduğunu belirttiğimiz işlemi aleyhine açılan davada, Danıştay 8. Dairesi, Yükseköğretim
Genel Kurulu'nun tesis edeceği işlemle düzenleme getirilecek bir alanda
Yükseköğretim Kurulu Başkanı'nın tek başına işlem tesis etmek suretiyle
düzenleme yapma yetkisi bulunmadığından, yetki unsuru yönünden açıkça yasaya
aykırı olan dava konusu işlemin yürütülmesinin durdurulmasına karar vermiştir
Başbakan Erdoğan Anayasanın 10. ve 42. maddelerinin
değiştirildiği süreçte söylem ve demeçlerinde toplumu geren ve kutuplaşmaya yol
açan sert bir üslup takınmış; '' Biz o beyaz çarşaflarla beraber yola
çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız. (')Bizlere karşı gösterilen bir
farklı yaklaşım varsa cevapsız kalmayız. Zira bize de inanan, güvenen bir kitle
var. O kitle, sessiz yığınlar olarak yıllar yılı bekledi. O dille tercüman
olacak siyasetçiler olarak bizi buraya gönderdi. (') 'Öfkeli olduğumu
söylüyorlar, öfke de bir hitabet sanatı.(') Sabırla izliyorum. Bulunduğum makam
nedeniyle. Ama şu anda böyle bir şeyin karşısında eğer gerilim taraftarı olsam
o meydanlara 10 katını biz toplarız. (') 5 yıl başörtüsü konusunda ses
çıkarmadık. Hep sabır sabır dedik. (') Din İşleri Yüksek Kurulu 1980'de Kuran-ı
Kerim'den bir ayeti alıyor şöyle diyor: Cenab-ı Hak bu ayeti ile celile ile
cahiliye devrinin bu adetini kesinlikle yasaklamış. Müslüman kadınların
başörtülerini, saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun ve gerdanlarını örtecek
şekilde yakalarının üzerine salmalarını emretmiştir'' şeklindeki sözleri
ile dinsel inanç yada dinsel kurallarla doğrudan ilişki ve bağlantı kurularak
yapılacak düzenlemelerin hem devrim yasalarını hem de laiklik ilkesini
ilgilendireceğini (Any. Mah. 9.4.1991 gün ve 1990/36-1991/8 sayılı kararı)
dikkate almadan sorunlara yaklaşımda dini ve dince kutsal sayılan kuralları
referans gösterme ve istismar etme eylemlerini sürdürmüştür.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Mir Dengir Mehmet Fırat, bu
süreçte yaptığı konuşma ve mülakatlarda; Anayasanın 10. ve 42.
maddelerinin değiştirilerek Yükseköğretimde türbanın önünü açan düzenlemenin
yürürlüğe girmesi halinde buna uymayan rektör dâhil tüm yöneticilerin
cezalandırılması için TCK'ya bir madde eklenmesi gerektiğini ifade etmiş,
sonrasında da; '' Yasağı devam ettiren rektörler suç
işliyor(')savcılar harekete geçmeli,(...) Anayasa, kanunlar ve evrensel hukuk
kaideleri ihlal edilerek genç kızlar giyim kuşamlarından dolayı üniversitelerde
eğitim ve öğretim hakkından mahrum bırakılıyor'(')Benim tavsiyem bu nevi
korkular ile hayatını zehredenlerin, başkalarının hayatını zehretmelerinin
ötesinde bir doktora başvurarak, bu fobilerinden kurtulmalarıdır. Yani başını
örterek ne rejimin tehlikeye gireceğini, kendisinin yaşam tarzının tehlikeye
girmeyeceğini, ben inanıyorum ki bir psiyaktır kendilerine çok daha makul bir
şekilde anlatır,(') şu andaki yasalar çerçevesinde üniversitelere 'çırılçıplak'
bile girilebilir,(')Rektörlerin türbanlı öğrencilere üniversiteye almamakla
anayasayı ihlal etmişlerdir.(') ihbarlara rağmen savcılar görevlerini
yapmıyorlar.(') anayasa ihlali ağır bir suçtur, Türk Ceza Kanununa göre bundan
dolayı insan idam edilmiştir, bir başbakan idam edilmiştir, iki bakan idam
edilmiştir' ' diyerek Anayasa'da yapılan değişikliklerin Üniversitelerde
türban ile öğrenim görülmesini sağlamadığı ve YÖK Yasasının Ek 17. maddesinde
yapılması düşünülen değişiklik gerekçesinde belirtilen yasal düzenleme
gerçeğini de göz ardı ederek Üniversite rektörleri ile hukukun uygulayıcıları
olan Cumhuriyet savcılarına kuvvetler aykırılığı ilkesine de aykırı biçimde
kendi düşünceleri doğrultusunda hareket etmeleri konusunda telkin ve tavsiyeler
de bulunmuştur. (Ek.174)
Davalı partinin kurucu üyesi Cüneyt ZAPSU, 5
Mart 2008 günü Almanya dönüşü uçakta gazetecilerin türbanla ilgili gelişmeleri
sormaları üzerine; ''Türban takanların sadece yüzde 50'si inancı yüzünden
takıyor deseniz bile, bu yüzde 50'ye 'türbanını çıkar demek, sokaktaki
kadına donunu çıkar' demekten farksızdır' (') Türkiye'de her zaman din
istismarı yapan partiler olmuştur. 'hatta bizimkiler bile yapmıştır''' diyerek
partisinin din istismarı konusundaki yaklaşımının seviyesini ortaya koymuştur.
(Ek.174)
2008 yılı Şubat ayı içersinde de çok sayıda sağlık
kuruluşu ve ortaöğretim kurumlarında doktor, hemşire, sağlık personelinin
türbanla görev yaptıkları, öğrencilerin derslere türbanla girdikleri yönündeki
basında çıkan haberler üzerine TBMM'de bu konuyla ilgili olarak verilen bir
soru önergesine yanıt veren Sağlık Bakanı Recep AKDAĞ, basına yansıyan
fotoğrafları kendisinin de gördüğünü, yerel yönetimlerin, vali ve kaymakamların
görevlerinin bilincinde olduklarını, Anayasa değişikliği sonrasında farklı bir
hava estirilmeye çalışıldığını söyleyerek 'Türkiye'de son zamanlarda Anayasa
değişikliği ile nerede, nasıl çekildiği belli olmayan, mekanı bile anlaşılmayan
birtakım haberler yer alıyor. Devlet gazete haberleri ile yönetilmez'.' diyerek
özelikle sağlık kuruluşlarında yoğun olarak yaşanan laikliğe aykırı bu durumu
görmezden gelmiş, akabinde Bakanlık Müsteşarı imzasıyla bir genelge
yayınlayarak, sağlık kurum ve kuruluşlarında fotoğraf ve kamera çekimini
yasaklamış, laikliğe aykırı olası davranışları gizleme telaşına
düşmüştür.(Ek.175)
Sağlık Bakanı Recep AKDAĞ, Anayasa ve
Yüksek Öğretim Kanununun ek 17. maddesinde yapılacak değişiklikten sonra, tıp
fakültelerinin 6. sınıfında okuyan 'intern' denilen stajyer doktorların da
başörtüsü takabileceklerini söyleyerek üniversitelerde türban serbestîsinin
kamudaki olası genişlemesinin işaretini vermiştir.(Ek.175)
Kamu kurumlarında türbanlı çok sayıda personelin görev
yapması ve bazı liselerde de türbanlı öğrencilerin derslere girdiğinin tespiti
üzerine basına demeç veren AKP Grup Başkan Vekili Bekir BOZDAĞ, ''Görüntülerin
çoğunun yalan çıktığı, başka haberlerden de anlaşılıyor. Bu konuda süreci
tıkamak isteyenlerin, iyi niyetten uzak gayretlerinin ürünü diye düşünüyorum.' demiş,
gazetecilerin basında yer alan fotoğrafları görüp görmediğini sormaları
üzerine, ' Gördüm. Daha önce de gördüm. Hepsi yalan çıktı'' diye
yanıtlamış, böylece kamuda gittikçe yaygınlaşan bu yasadışı tutumu, türbanın
kamusal alanda yayılmasını onaylamış ve cesaretlendirmiştir (Ek.175)
Bir özgürlük algısıyla topluma sunulan türbana karşılık
ülkemizde kadınların yoksulluk ve aşırı dinsel taassup nedeniyle ataerkil erkek
egemenliğine tabi oldukları, bu ve benzeri nedenlerle yüksek öğretim hakkından
yararlanamadığı toplumsal bir gerçektir. Davalı parti bütün bu sorunlara aklın
ve bilimin, Cumhuriyetin laik eğitim politikalarının yol göstericiliğinde
çözümler üretmek yerine, tarihteki tüm köktendinci hareketler gibi toplumu
çağın gerisine götürmek ve dönüştürmek noktasında yargı kararlarında siyasal
simge olarak kullanıldığı belirtilen türbanı-başörtüsünü araç olarak
kullanmaktadır. Oysa insanlığın aydınlanma süreci dinin toplumsal yaşamın tüm
alanlarındaki egemenliğine karşı verilen ve insanın vicdanına yükseltilmesiyle
sonuçlanan bir süreçtir. Aklın egemen kılındığı bu süreçte kadının da dini
taassubun koyu karanlığından kurtarılıp özgürleştirilmesi, insan denilen
varlığın diğer eşit bireyi haline gelmesi sağlanmıştır. Bugün davalı partinin
toplumu dönüştürmek yolunda bir siyasal simge olarak kullandığı türban, aslında
kadının tarihi özgürleşme mücadelesini ve Cumhuriyetin laik kazanımlarını yok
sayacak bir araçtır.
Türbanın yüksek öğretim kurumlarında serbest bırakılması,
giderek tüm kamusal alanda kullanılmasına, giymeyenlerin de buna zorlanmasına
ve giderek hayatın bütün alanlarında dinsel ayrımcılığa yol açılmasına neden
olacak tehlikeli bir süreçtir. Önce kadını, giderek tüm toplumu birey, yurttaş
ve ulus kimliğinden soyutlayarak ümmet ve kul kimliğine götürecek bu anlayışın
bir hak ve özgürlük algısıyla topluma sunulabilmesi de, kutsal din duygularının
devlet işlerine ve politikaya karıştırılmış olduğunun göstergesidir.
Davalı parti yöneticileri ve üyeleri, yargı organlarının
belirlediği hukuksal tespitler karşısında türbanı serbest bırakmanın mümkün
olmadığını kavradıklarından, takiyye yöntemiyle halkın dinsel inançlarını
kullanarak, türbanın bir insan hakkı olduğunu, eğitim kurumlarında ve kamuda
serbest olması gerektiğini ileri sürüp, bu konuda tabanlarının beklentilerini canlı
tutmuşlar, mutabakat söylemleriyle tabanlarını besleyip gelen baskıyı
frenlerken bir yandan da türban, imam hatip liseleri, kuran kursları gibi
konularda sürekli laik sistemi eleştirerek halkın bir bölümünü Devlet'e karşı
durdurmuşlar, toplumu tehlikeli bir çatışmaya sürüklemesi olası, laik-anti laik
kamplaşmalara sürüklemişlerdir.
Anayasa'nın ikinci maddesinde laik bir hukuk sisteminin,
Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılması ve bu madde hükümlerinin
değiştirilemeyeceğinin ve de değiştirilmesinin teklif edilemeyeceğinin de
dördüncü maddede vurgulanması karşısında; hukuk sistemimiz Türkiye Cumhuriyeti
var olduğu sürece laik niteliğiyle varlığını sürdüreceğinden Anayasa ve
yasalarda değişiklik yapılarak türbana serbestlik tanınması olanaklı değildir.
Hukuk düzeni, kuşkusuz sadece pozitif düzenlemelerden oluşmamaktadır. Pozitif
düzenlemelerdeki kavramların içeriğini somut olaylardan hareketle yargı
kararları biçimlendirmekte, bu biçimlendirmede de türban olarak adlandırılan
örtünme biçiminin, laik hukuk düzeni içerisinde koruma göremeyeceği açık ve
tartışmasız biçimde ortaya konulmakta, türbanın laik bir sistemde özgürlük
sorunu olmayıp, özgürlük alanı dışında kaldığı belirtilmektedir. Yargı
kararlarına karşın türbanı özgürlük sorunu olarak göstermeyi ve sunmayı;
türbanın özgürleşeceği, ilk adımı ılımlı İslam olan şer'i hukuk sistemine
yönelik atılan adımlar zinciri içerisinde görmek gerekmektedir.
Tarihsel süreç irdelendiğinde, laikliğe aykırı eylemlerin
odağı olduğu gerekçesi ile Anayasa Mahkemesi'nce kapatılan Milli Nizam Partisi,
Refah Partisi ve Fazilet Partisi'nin aksine; Adalet ve Kalkınma Partisi
yöneticileri, bu partilerde yaşanan tecrübelerden hareketle, amaçlarına eylem
ve söylemler itibarıyla tek adımda değil birkaç adımda ulaşmak ve bunu kademeli
olarak gerçekleştirerek, olası tepki ve refleksleri bertaraf etmek
amacındadırlar. Partinin iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimlerinden bugüne
uzanan süreçte izledikleri türban politikaları da bu düşünceyi doğrulamaktadır.
Ancak yürüttükleri bu takiyye politikasına rağmen tabandan gelen baskılar
karşısında gerçek niyetlerini her zaman saklayamamışlardır. ''Gönlümün
derinliklerinde yatan hıçkırıklar var, (') Ama sabırlı olmaya mecburuz,(')
Değişmedik.(')Hedefimize acele etmeden adım adım ulaşacağız. (') Sabredin. (')Bazen
susarak, bazen baldıran zehiri içerek bu sorunu çözmeyi
hedeflemeliyiz.(')Toplumsal mutabakatla sorunu çözeceğiz.,,' (Ek. 18, 25,
27, 36, 44, 117, 123, 129...) gibi söylemler, kaynağı siyasal İslam olan bu
yapının temel hedeflerinin değişmediğini göstermektedir.
Davalı siyasi partinin tüm eylem ve söylemleri; ilk
aşamada İslami kural ve değerlerin ön planda tutulduğu ve referans olarak
alındığı bir İslam toplumunu oluşturmak, ortaya çıkacak bu ılımlı model
arkasından, hukuksal düzenlemeleri de gerçekleştirerek şeriata adım atmak kast
ve amacını içermektedir.
Çoğunluk iktidarına sahip olan bir siyasi parti için,
önce hukuksal düzenlemeleri yapması ve arkasından toplumun bu İslami
düzenlemelere göre biçimlendirmesinin tabloya daha uygun olacağı söylenebilirse
de, laikliği bütünüyle yok edecek hukuki düzenlemeler yapılması halinde
devletin hukuksal yollarla, kendisini koruyacağı düşüncesi yöntem değişikliğini
zorunlu kılmaktadır. Türbanı serbest bırakmanın hukuksal yönden koruma
göremeyeceğini kavramalarına rağmen, bu tutumları uzun vadede sonuç almaya
yönelik olup; iktidarın olanaklarından da yararlanarak, topluma yavaş yavaş
benimsetme ve düşünce platformlarında da giderek yandaş kazanma ve böylece
sonuca ulaşma yöntemini kullanmaktadırlar. Bu nedenle bireysel, giderek
kitlesel ve toplumsal istek olarak konuya ivme kazandırıp, esas olan şeriat
amacına ulaşılmaya çalışılmaktadır. Nitekim Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
14.01.2008 tarihinde bir resmi ziyaret için bulunduğu İspanya'da yaptığı basın
toplantısında sorulan bir soru üzerine; ''Türkiye'de türbana siyasi simge
olarak karşı çıkılıyor, velev ki siyasi simge olarak takıyor. Bunu suç kabul
edebilirmisiniz' Simgelere, sembollere yasak getirebilirmisiniz'.... Bunu
en yakın zamanda çözeceğiz', ' ( Ek.47) diyerek ve yine türbanı bir
kuvvet gibi kullanarak toplumu ve devleti İslami bir yapıya dönüştürmedeki
kararlılığını göstermiş, hemen akabinde, yurda dönüşte Ankara Esenboğa
Havaalanında gazetecilere verdiği demeçte; '..türban sorununun çözümü konusunda
'yeni anayasayı beklemeye gerek yok, onun çözümü çok kolay. Oturup beraber
mutabık kaldığımız bir cümleyle çözülür'' Toplumda türban konusunda mütakabat
sıkıntısı yok, ancak kurumlar arasında sıkıntı yaşanmaktadır'' (Ek.48) diyerek
sürece yeni bir ivme kazandırmış, mutabakat arayışı Milliyetçi Hareket
Partisinden yanıt bularak türbanın yüksek öğretim kurumlarında serbestçe
takılabilmesine olanak sağlayacak Anayasa ve yasa değişikliklerinin ilk adımı
atılmıştır.
Türban-başörtüsü ile yüksek öğretim kurumlarında öğrenim
görülmesinin laiklik ilkesine aykırı olmasına, ulusal ve uluslararası yargı
kararlarının da bu doğrultuda bulunmasına karşın; yüksek öğretim kurumlarında
türban-başörtüsü ile öğrenim görülmesini sağlamak için Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan ile AKP'li ve MHP'li milletvekillerinin imzaladığı Anayasa'nın 10. ve
42. maddelerinde değişiklik yapılmasını ve 7 milletvekilinin imzaladığı 2547
sayılı Yükseköğretim Kanununun ek 17 nci maddesinde değişiklik yapılmasını
içeren teklifler 29-30.1.2008 tarihlerinde TBMM Başkan'ı tarafından Anayasa ve
Milli Eğitim Kültür Gençlik ve Spor Komisyon'larına gönderilmiştir.Anayasa
değişikliğine ilişkin teklifin gerekçesi ile
Anayasa Komisyonunun raporu kapsamından
ve 2547 sayılı Yasanın Ek 17. maddesinin değiştirilmesine ilişkin teklif metni
ile gerekçesinden;
yükseköğretim kurumlarında türban-başörtüsü ile öğretim yapılmasının
amaçlandığı açıkça anlaşılmaktadır.
Cumhuriyetin değiştirilmesi ve değiştirilmesi teklif dahi
edilemeyen nitelikleri arasında bulunan laiklik ilkesi gereğince
üniversitelerde türban ile öğrenim görülmesinin mümkün bulunmamasına binaen;
Yüksek Öğretim Kanununda üniversitelerde türbanla öğrenim görülmesini
sağlayacak bir değişikliğin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edileceğini
öngören davalı Parti önce Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yapmak
ve daha sonra bu değişikliğe dayanmak suretiyle Yüksek Öğretim Yasasında
yapacağı değişiklikle üniversitelerde türbanla öğrenim görülmesinin yolunu
açmak istemektedir. Yükseköğretim Yasasında değişiklik içeren teklifin
Anayasaya aykırı olduğu tartışmasızdır. Anayasa değişikliği içeren teklif ise
amaç yönünden Anayasaya aykırılık taşımaktadır.
Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik öngören
teklif TBMM'de 09.02.2008 tarihinde kabul edilmiş, Cumhurbaşkanı tarafından
onaylanmasını müteakip 5735 sayılı Yasa olarak 23 Şubat 2008 tarihinde Resmi
Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu yasanın iptali için Ana Muhalefet
Partisi 27.02.2008 tarihinde Anayasa Mahkemesine başvurmuştur.
2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun ek 17 nci maddesinde
değişiklik yapan teklif ise TBMM Milli Eğitim Kültür Gençlik ve Spor
Komisyon'unda beklemektedir.
Laik Cumhuriyet ilkesinin türban vasıta kılınarak
değiştirilme çabasının ivme kazandığı bu dönemde, Başsavcılığımız, Anayasa ve
Yasalarda yer alan görev ve yetkiler çerçevesinde 17 Ocak 2008 günü bir basın
bildirisi yayınlamıştır. Bildiride; ''türban serbestliğinin laik üniter
yapıya aykırı bir faaliyet alanı yaratacağı, böyle bir serbestliğin dini ve
bölücü örgütler tarafından rahatlıkla kullanılacağı, eğitim kurumlarını
gruplara ve kamplara ayıracağı vurgulanmış, siyasi partilerin kutsal sayılan
şeyleri istismar etmemesi gerektiğine'' dikkat çekilmiş, ''siyasi
partilerin demokrasinin bir veya birçok kuralına
uymayan veya cumhuriyetin temel ilkelerinden olan laik ve
üniter yapıyı, demokrasiyi yok etmeyi amaçlayan ve de demokrasinin tanıdığı hak
ve özgürlükleri yasa dışı yorumlarla tarif ederek oluşturulan siyasi projeleri
öne süremeyecekleri, bu nitelikteki beyan ve eylemlerin gerek iç hukuk gerekse
de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi korumasından yararlanamayacağı
gözetilmelidir'.' denilerek, yapılacak
Anayasa ve yasa değişikliklerinin Anayasanın laiklik ilkesini zedeleyeceği
vurgulanmıştır.
18.01.2008 tarihinde Danıştay Başkanlığı'nca da türban
yasağının kaldırılmasına ilişkin tartışmalarla ilgili olarak yapılan
açıklamada; '' 'Yeni düzenlemeler yapılırken Anayasa'nın temel ve değişmez
ilkelerine ve yargı kararlarına uygun davranılmamasının, Cumhuriyetin
kazanımlarına aykırı olacağı' belirtilerek, 'söz konusu girişimlerin
eğitim kurumları ile sınırlı kalmayacağı ve sonuçta toplumsal barışı da
zedeleyeceği kaygı ile izlenmektedir'' denilmiş, (')son günlerde yazılı
ve görsel basında, Anayasada yapılacak yeni düzenlemeler tartışılırken, yüksek
öğretim kurumlarında türban yasağının kaldırılmasına yönelik girişimler ve
ortaya atılan görüşler karşısında, anayasal bir kurum ve yüksek yargı organı
olmanın sorumluluğu ile' kamuoyuna bir açıklama yapılmasının zorunlu görüldüğü,
Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olduğu' vurgulanarak,
bu dört nitelik, Cumhuriyetin değiştirilemeyecek, değiştirilmesi teklif bile
edilemeyecek anayasal temel hükümleridir'' denilmiştir.
Yargı Kurumlarının laik cumhuriyet ilkelerinin
zedelenmesine yönelik girişimlere gösterdiği bu tepkiye Yargıtay da katılmış,
Yargıtay Birinci Başkanvekili, 04.02.2008 günü düzenlenen bir törende yaptığı
konuşmada, ''Laiklik ilkesinin doğrudan veya yeni düzenlemelerle
zayıflatılmasının kesinlikle kabul edilemez olduğu..' gerçeğine vurgu yaparak
yapılması düşünülen Anayasa değişikliğinin laiklik ilkesine aykırı olacağını
belirtmiştir.
Mevcut Anayasa, Devrim Kanunları ve yargı kararları
karşısında Cumhuriyetin laiklik ilkesinin değiştirilmesini ya da etkisiz
bırakılmasını sağlayacak hiçbir düzenlemenin hukuki koruma görmeyeceğine ve
yaptırımla karşılanacağına vurgu yapan bu açıklamalar karşısında; davalı
partinin Genel Başkanı ve bazı parti yetkilileri demokrasiyi çoğulcu değil,
çoğunlukçu algılarla anladıklarını ve uyguladıklarını gösteren sert açıklamalarla
laiklik karşıtı eylem ve söylemlerini sürdüreceklerine dair kararlılıklarını
sergilemişlerdir. Başbakan Erdoğan Partisinin Ümraniye Kadın Kollarının
19.01.2008 tarihli kongresinde yaptığı konuşmada, ''.Bizim önümüze ikide bir
Anayasayı çıkarmasınlar. En az onlar kadar anayasayı biz de biliriz.(..) Kimse
yasama, yürütme organının üstünde kendini göremez, bulamaz'' (Ek.49 )
diyerek, anayasal kurumların ve yargının uyarılarını, türban konusunda ulusal
ve uluslararası yargı kararlarını önemsemediğini açık bir mesaj olarak
kamuoyuna duyurmuştur.
Başbakan bu söylemiyle de yetinmeyerek partisinin grup
toplantısında yaptığı bir konuşmada, ''Biz şuna inanıyoruz; biz yola
çıkarken daha önce de demokrasiye inanmış insanların söylediğini söylüyoruz.
Biz o beyaz çarşaflarla yola çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız''
demiş, kefen veya idam gömleğiyle özdeşleşen 'beyaz çarşaf' betimlemesiyle
devleti ve toplumu dönüştürme kararlılığını ve bu uğurda neleri göze aldığını vurgulamış,
ölüm ve idam çağrıştırmalarıyla halkın bir kısmını laik devlet aleyhine
kışkırtıcı tavrını sürdürmüştür. (Ek.161)
Başbakan Erdoğan ve diğer partililerin laiklik ilkesini
savunanlara ve Yargının laiklik ilkesini koruyan kararlarına karşı takındıkları
bu sert üslup yeni değildir. Başbakan Recep Tayip Erdoğan Anayasa Mahkemesinin
Cumhurbaşkanı seçiminde toplantı yeter sayısının 367 olması gerektiği yönündeki
kararını, ' Bu bitmedi, çok konuşulacak. Bu yargı için bir
talihsizliktir, yüz karasıdır.(') Açık net ortada olduğu halde zorlamayla,
dayatmayla bu karar verilmiştir' (Ek.178) gibi sözlerle eleştirerek çoğulcu
demokrasinin güçler ayrılığı ilkesine dayandığı gerçeğini adeta reddederek
totaliter bir anlayışın savunuculuğunu yapmıştır. 22 nci dönem TBMM başkanı ve
halen davalı parti milletvekili olan Bülent Arınç, kurumların ve toplumun
türbana ilişkin tepkilerini alaycı bir dille eleştirerek, ''İnsanlar sokakta
teneke çalmaya başladı. Yüzde 47 oy almış bir parti, mütevazı olacağım diye,
teneke çalıp gürültü yapanların karşısında neredeyse mahcup durumda''
demiş, türbanlı öğrencileri kastederek, ''Onlar bu kıyafetiyle
giremezken, çok sevgili arkadaşları hangi kıyafetle okula giriyorlar, hepiniz
biliyorsunuz'' (Ek.71) diyerek, adeta türban takmayan öğrencileri ve
kıyafetlerini aşağılayan bu sözleriyle sorunun önümüzdeki süreçte alacağı
boyutu ve türbansız öğrencilere ileride uygulanması muhtemel baskıların ilk
işaretlerini vermiştir.
Davalı parti 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde oyların %
34.28'ni alarak iktidar olduğu süreçte; türban, imam hatip liseleri ile katsayı
ve eğitimin dinselleştirilmesi konularında toplumda mutabakatın sağlanması,
kurumlarla mutabakatın sağlanması, TBMM'de mutabakatın sağlanması gibi
kavramlarla gündemi sürekli sıcak tutarak anılan kavramları siyasete alet etmiş
ve laik cumhuriyet ilkesini zayıflatmıştır.
Davalı parti 'mutabakat sürecinin!' tamamlandığına kanaat
getirmiş olmalıdır ki, nihai amaçlarına ulaşabilmek için 22 Temmuz 2007 genel
seçimlerin hemen akabinde hazırlattığı yeni bir anayasa taslağını toplumun
gündemine taşımış, gelen tepkilerin yoğunlaşması ve yeni bir anayasa yürürlüğe
sokmanın alacağı süreç düşünülerek, çalışmaların bitmesi beklenilmeden mevcut
Anayasanın 10. ve 42 nci maddelerinde değişiklik yapmak suretiyle türbanın
yüksek öğretim kurumlarına girmesinin yolunu açmaya çalışmış, bu suretle laik
devlet ilkesinin eğitim kurumlarından başlayarak tasfiyesi sürecini
hızlandırmıştır.
Davalı parti dini esaslara dayalı bir devlet sistemine
giden yolda toplumu dönüştürmenin en önemli adımlarından birisinin milli eğitim
politikalarının dinselleştirilmesi olduğunun bilinciyle eğitimin milli olmaktan
çıkarılması, Cumhuriyet devrimlerinin kötülenmesi, küçümsenmesi, İslam'a karşı
yapılmış gibi gösterilmesi, Cumhuriyete ve laikliğe karşı olan bir nesil
yetiştirilmesi, laikliğin dinsizlikle eş anlamlı olduğu şeklinde zihinlerde
yanlış bir algı yaratılması konularında ısrarlı bir gayret içinde bulunmuştur.
Bu gayretin bir sonucu olarak;
1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasasına göre Türk Milli
Eğitiminin amacı; Türk Milletinin bütün bireylerinin, Atatürk ilke ve
devrimlerinin, Anayasada ifade edilen Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk
Milletinin milli, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve
geliştiren ('), insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere
dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine
karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş
yurttaşlar olarak yetiştirmektir. Oysa Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetleri
bu temel ilkelerle çatışan icraatlarda bulunmuşlardır.
Bu bağlamda; öncelikle sadece din görevlisi yetiştirmek
üzere açılmış bulunan imam hatip lisesi mezunlarına üniversiteye girişte
uygulanan katsayıyı ortadan kaldırmak amacıyla Yüksek Öğretim Kanununda
değişiklik yapılmış, ancak yasa Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmiştir. Veto
gerekçesinde; ''Yasanın imam hatip liselerini özendirdiği, bu okullarla genel
liselerin eşit statüye getirilmesinin Anayasanın Atatürk ilke ve devrimlerini
temel alan ruhuyla bağdaşmadığı (') Anayasanın 42. maddesinde eğitim ve
öğretimin Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda yapılacağının öngörüldüğü,
laiklik nedeniyle kutsal din duygularının devlet işleri ve politikaya
karıştırılamayacağı, laikliğin Türkiye Cumhuriyetini oluşturan değerlerin temel
taşı olduğu (') laikliğin Türkiye Cumhuriyetinde ümmetten ulusa geçmenin itici
gücü olduğu (') bir yanda akla ve bilime diğer yanda dinsel öğretiye dayalı
öğretinin toplumda ikiliye yol açacağı kaos ve kargaşa yaratacağı Tevhid-i
Tedrisat Kanununun toplumu batıl inançlardan kurtaracak din adamları
yetiştirmeyi amaçladığı, bu amacın imam hatip liselerinin yalnızca din adamı
yetiştirilmesi için erkek öğrencilerin öğrenim görmeleri ve bunların orta öğretim
sonrasında kendi alanlarında Yükseköğrenim görmelerinin amaçlandığı (')
başlangıçtaki amaçlardan sapıldığı, imam hatip liselerinin genel liselere
alternatif öğretim kurumları konumuna getirildiği, ikili öğretim sistemi
getirilerek laikliğe aykırı uygulamalar yapıldığı'' vurgulanmıştır. (Ek.82)
Yine Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan
14.12.2005 gün ve 26023 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 'Milli
Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliği'nin amaçlarının
açıklandığı 5/a maddesinde; 'İlköğrenimini tamamlayan, ancak orta öğretime
devam edemeyenler ile orta öğretimden ayrılan, mezun olan ve yüksek öğretimden
ayrılan veya mezun olanlara farklı alanlarda öğrenim görme fırsatı vererek
eğitim-öğretim imkanı sağlamak', Diploma başlıklı 35. maddesinde; 'Lise'den
mezun olanlara, bitirdikleri program türüne göre diploma verilir.' Kılık ve
kıyafet başlıklı 45. maddesinde 'Sınavlarda kılık-kıyafetin, öğrencinin
rahatlıkla tanınmasını sağlayacak şekilde sade ve temiz olması esastır.'
hükümleri getirilmiş, böylece açık öğretim kural, örgün öğretim ise istisna
haline getirilerek, meslek lisesi mezunlarının (imam-hatip lisesi) çift diploma
edinmeleri suretiyle üniversiteye girişte 1999 yılından bu yana meslek liseleri
ve düz lise mezunları arasında uygulanan katsayı uygulamasının bertaraf
edilmesi imkanı sağlanmış, ayrıca öğrencilerin türbanlı, sakallı olarak
derslere devam etmeleri olanağı tanınmıştır.
Bahsedilen Yönetmeliğin bazı maddelerinin iptali ve
yürütmesinin durdurulması istemiyle açılan davalar sonunda Danıştay 8'nci
Dairesi, Yönetmeliğin başta 5'nci madde olmak üzere, 22, 45, 46/1, 35/d, ve
41'nci maddelerinin iptaline karar vermiştir. (Ek.158)
Böylece; Eğitim sistemine dahil olup, yönlendirme
suretiyle kademelerden geçerek bu haklardan yararlanmış bireylerin yeniden
yararlandırılması, öncelikli olarak yararlanma hakkına sahip olan bireyler
açısından eşitsizlik yaratılmasına sebep olacak olan, meslek lisesi (imam-hatip
lisesi) öğrencilerine çifte diploma şansı veren Yönetmeliğin 5'nci maddesi ile
sınavlarda kılık kıyafetin öğrencinin rahatlıkla tanınmasını sağlayacak şekilde
sade ve temiz olmasını yeterli sayan 45'nci maddesi iptal edilmiştir.
Ancak yargı kararına rağmen, Milli Eğitim Bakanlığı,
Danıştay 8'nci Dairesinin 7.2.2006 tarihinde verdiği Yönetmeliğin dava konusu
edilen maddelerinin yürürlüğünün durdurulması kararını etkisiz kılmak amacıyla
1.3.2006 tarihinde, Yönetmeliğin yayımlanmasından sonra açık öğretim liselerine
kayıt yaptıranların kazanılmış haklarının korunacağını duyurmuş, Yükseköğretim
Kurulu Başkanlığı'nın bu idari işlemin de hukuka aykırı bulunduğu gerekçesiyle
yürütmesinin durdurulması ve iptali istemiyle açtığı davada Danıştay 8'nci
Dairesi'nin 7.6.2006 gün ve 2006/2349 Esas, 2006/1249 Karar sayılı hükmü ile
1.3.2006 tarihli işlemin de yürütmesini durdurmuştur. (Ek.158)
Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetleri Cumhuriyetin
laiklik ilkesine, Eğitim Birliği Yasasına, Milli Eğitim Temel Kanunundaki amaç
ve ilkelere aykırı olarak eğitimin dinselleştirilmesi çalışmalarını geçtiğimiz
5 yılı aşan iktidarları süresince ısrarla sürdürmüşler, İlköğretim çağındaki
çocukların Kuran kurslarına devamına olanak sağlayan bazı düzenlemelerin
yasalaşması için çaba sarf etmişlerdir.
Kanuna aykırı eğitim
kurumu açanlara, bunları çalıştıranlara ve bu kurumlarda öğretmenlik yapanlara 6 aydan 3 yıla kadar hapis
cezası ile bu kurumların kapatılmasını öngören 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe
giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 263 ncü maddesinin (29.06.2005 tarihinde değiştirilmiştir), kanuna
aykırı eğitim kurumlarının kapatılması yaptırımının kaldırılması, hapis
cezasının alt ve üst sınırlarının indirilmesi,
sadece adli para cezası verilmesi olanağının getirilmesi, izinsiz açılan eğitim
kurumlarında çalışan öğretmenlerin eylemlerinin suç olmaktan çıkarılması
suretiyle değiştirilmesi sürecinde Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN; ''Bu
milletin yüzde 99'u Müslümandır, kendi kitabını, Kuran'ını rahatça
öğrenmelidir. Kaçak Kuran kursu ifadesi çok çirkindir. Kuran'ı öğrenmeye kimse
suç ifadesini kullanamaz'' (Ek.130) biçimindeki sözleriyle, devletin
Öğretim Birliği içinde verdiği laik eğitim sistemine karşı seçenek olarak
açılan, yasaya aykırı eğitim kurumlarını korumuş, bir biçimde eğitim sisteminde
Öğretim Birliği'nin bozulması, eğitimin dinselleştirilmesi çabalarını
desteklediğini ifade etmiş, yasaya karşı çıkanları ise Kuran ve din öğretimine
karşı oldukları izlenimini yaratmaya çalışmış, bir devrim yasasını
etkisizleştirirken yine dini istismardan kaçınmamıştır.
Yukarıda bahsedilen somut olaylardan ve iddianame eki
belgelerden de (Klasör 12-13) anlaşılacağı üzere; ilk ve orta öğretim ders
kitaplarında, yardımcı kaynaklarda Milli Eğitim Temel Yasasının hedeflerinden
sapılmış; tarih, sosyal bilgiler, din kültürü ve ahlak bilgisi gibi kitaplarda
Cumhuriyet devrimleri görmezden gelinmiş, kitaplarda bir din kültüründen çok,
İslam'ın dinsel öğretisine ve hurafelere yer verilmiş, Atatürk sıradan bir
devlet adamı gibi tanıtılmış, bazı ders kitaplarında ve sınavlarda sorulan sorularda
Atatürk hakkında küçümseyici ve aşağılayıcı ifadeler kullanılmıştır.
Milli eğitimdeki bu dinselleştirme sürecinden Dünya
Klasikleri bile nasibini almış, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından okullara
tavsiye edilen bazı yayınevlerinin çevirilerinde orijinal metinler
değiştirilerek roman ve hikaye kahramanları bile İslami söylemlerle
konuşturulmuşlardır.
İlköğretim çağındaki çocuklara Milli Eğitim Temel
Kanununa aykırı olarak ve dinsel etkinlik adı altında cami ve mezarlıklara
götürülmek suretiyle uygulamalı din dersleri verilmiş, gelen tepkiler üzerine
buna ilişkin mevzuat geri çekilmiştir. (Klasör 12-13)
Milli eğitimdeki dinselleştirme süreci bir çok okulun
internet sitelerine ve hatta ilan panolarına kadar yansımış, davalı partinin
Milli Eğitim Temel Yasasına aykırı tutum ve söyleminden güç alan yönetici ve
öğretmenler kurumlarının internet sitelerinde şeriat propagandası yapan özel
kuruluşların ve yayınevlerinin internet sitelerine link (bağlantı)
vermişlerdir. (Klasör 12-13)
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarları zamanında devleti
dinsel, teokratik bir yapıya dönüştürme kararlılığının bir sonucu olarak Devlet
Planlama Teşkilatı'nda oluşturulan bir özel ihtisas komisyonunda bir şeriat
uygulaması olan zekât sisteminin kurumsallaştırılması önerisinde bulunulabilmiştir.
(Ek.155)
Parti toplantılarında haremlik-selamlık uygulamasından,
tarikat şeyhlerinin cenazelerine topluca katılmak, köktendinici derneklerin
konferans, panel adı altında düzenledikleri toplantılarda topluca görünmek,
bayan eli sıkmamak, belediye başkanı sıfatıyla Ramazan ayında cami cami
dolaşarak imamlık yapmak, bu suretle kutsal dinimizi istismar etmek, davalı
partinin gündelik icraatları arasına girmiştir. Başbakandan belediye başkanına
kadar her kademedeki Adalet ve Kalkınma Partilinin istismar yarışından cesaret
alan kamu görevlileri de, 'çeşme açılışlarından, orman yangınlarına' kadar her
konuda dinsel motiflerle süslü demeçler verip genelgeler yayınlamışlar,
uluslararası havaalanlarımızın apronlarında kurban kesmişler, tarikat toplantılarına
sponsorluk yapmışlardır. (Klasör 14'17)
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN, örnekleri yukarıda
gösterilen birçok konuşmasında, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 'Cumhuriyetin
nitelikleri' başlıklı 2. maddesinde ve başlangıç kısmında yer almamasına rağmen
İslamiyet'i 'Türk milletinin birleştirici bir unsuru, çimentosu' olarak
tanımlamış, laik cumhuriyetin tüm inançlara eşit mesafede olması zorunluluğunu
göz ardı ederek sık sık Türk Halkının yüzde 99'unun Müslüman olduğuna vurgu
yapmış, bu suretle İslamiyet'in toplum yaşamında temel belirleyici olduğu imaj
ve algısını öne çıkarmaya çalışmıştır. (Ek.8)
Davalı Partinin devleti ve toplumu teokratik bir yapıya
dönüştürmek konusundaki kararlılığının bir işareti de, bazı yasadışı irticai
yapılar ve cemaatler karşısında aldığı içselleştirici tavırdır. Her ne kadar
AKP Genel Başkanı ve parti ileri gelenleri her fırsatta, ' değiştiklerini,
Milli Görüş gömleğini çıkardıklarını' ifade etseler de, laiklik ilkesine aykırı
olarak ve uluslararası bazı ilişkileri bile bozmak pahasına bu tür irticai
örgüt ve cemaatleri desteklemekten geri durmamışlardır. 'Cemaat' kavramının
mevzuatımızda Lozan Anlaşması paralelinde, Türk Vatandaşı bazı gayrimüslim
toplulukları ifade için kullanıldığı ve bu Anlaşmaya hakim olan ilkeler ve Devrim
Yasaları dikkate alındığında 'Türk Vatandaşı ve Müslüman olan ' kişiler için
cemaat tanımlamasının kullanılmasının hukuken mümkün olmamasına karşılık
'demokratik yollardan devlet kademelerinde kadrolaşarak, Atatürk İlke ve
Devrimlerini ortadan kaldırıp Şeriat esaslarına dayalı bir devlet kurmayı ve
bunu takiben Dünya İslam birliğini gerçekleştirmeyi hedeflediği' iddiasıyla
hakkında dava açılıp yurt dışına kaçan Fetullah GÜLEN isimli tarikat liderinin
yurt dışında kurduğu ve faaliyetleri nedeni ile bulundukları ülke devletleri
tarafından Türkiye'nin uyarılmasına neden olan okullar bir ticari şirket olarak
değerlendirilip temas ve işbirliği yapılması, Dışişleri Bakanlığının bir
genelgesi ile Büyükelçiliklerimizden istenebilmiştir! (Ek.72)
Dışişleri Bakanlığı tarafından Büyükelçiliklere
gönderilen bir genelge ile, Almanya ile imzalanan 'Güvenlik İşbirliği
Anlaşması'nda' köktendinci terör örgütü olarak söz edilen, şer'i esaslara
dayalı devlet düzeni kurmayı amaçladığı belirtilen (Ankara 2 Nolu Devlet Güvenlik
Mahkemesi'nin 1999/37 sayılı Dava dosyası. Klasör no:17) Avrupa Milli Görüş
Teşkilatının yurtdışındaki vatandaşlarımızın sorunları ve milli konularda dış
temsilciliklerimizce gerçekleştirilen faaliyetlere katkıda bulundukları
belirtilerek, bu örgütle temas ve işbirliği kurulması istenmiştir. (Ek.72)
Davalı Partinin Genel Başkanı, yöneticileri ve
milletvekilleri türban, eğitim, özelleştirme, kadrolaşma gibi konularda çoğulcu
demokrasiyi ve onun gereği olan güçler ayrılığı prensibini, hukukun üstünlüğünü
ve yargı kararlarını hedeflerine ulaşmada bir engel olarak görmüşler, yargı
kararlarına yönelik söylemlerini eleştiriden öte, bir saldırı noktasına
taşımışlardır. TBMM Başkanı Bülent Arınç, 01.05.2005 tarihinde konuk olduğu CNN
Türk'te yayımlanan 'Ankara Kulisi' programında gazetecilerin sorularına;
''Bu Anayasa Mahkemesi'ni Meclis'te yapacağım bir Anayasa değişikliğiyle
kaldırabilir miyim' Kaldırabilirim. Avrupa ülkelerinin hiçbirinde Anayasa
Mahkemesi'ne benzer bir kurum yok. (...) Bugün üye sayısını, görev sahasını
değiştirebilirim. Yüce Divan yetkisini alabilirim. Her kanunun Anayasa
Mahkemesi'ne gitmesini engelleyebilirim. Her şeyi yapabilirim. Ben Meclisim'' (Ek.58)
diyerek çoğulcu demokrasi ve gereği olan hukukun üstünlüğünden uzaklaşması
örneklerinden birisini daha sergilemiştir.
Danıştay 2 nci Dairesinin türban konusuna ilişkin
26.10.2005 günlü, 2004/4051 E, 2005/3366 K. sayılı kararıyla ilgili olarak;
Partisinin Mersin Merkez İlçe Kongresinde konuşan Başbakan ve AKP Genel başkanı
Recep Tayyip Erdoğan; ''Bu kararı hukuk ilkeleri içerisinde
tanımlayamıyorum. Tarif edemiyorum. Bu anlayış, hiçbir hukuk anlayışı
içerisinde tanımlanamaz.(') Türkiye'de kendilerine göre alanlar belirlemek
suretiyle vatandaşımızın din ve vicdan özgürlüğünü kimsenin kısıtlamaya hakkı
yoktur. Bu böyle biline. (')doğrusu kınıyorum. Bunu hiçbir yere
sığdıramıyorum. (') 'Bunlar bu gidişle evin içine de karışacaklar. Şöyle
şöyle davranacaksınız diyecekler. Kusura bakmayın. Türkiye yolgeçen hanı değil.
Herkes yerini belirlemek zorunda. (') Birileri nemalanmasın diye
sabrediyoruz. Ancak hukuk adına yargı makamını işgal edenler, bu ülkede
böyle bir zemini hazırlama gayreti içine girmesinler. (') Böyle bir kaba gürültüye
de pabuç bırakma niyetinde de değiliz. Biz fani olduğumuzu aklından
çıkarmayan bir anlayışın mensuplarıyız. Kalıcı değiliz. Bugün varız, yarın
yokuz. Baki kalan bir hoş sada... Ölümün nerede ne zaman geleceği belli mi..',
(Ek.42) aynı partiden Çorum Milletvekili Muzaffer Külcü; 'Bu çok önceden
planlanmış, tek tip toplum oluşturma projesinin bir tezahürüdür' ''Bu
karar tek kelime ile 'ayıp' olarak özetlenebilir' ''Zaten Danıştay,
kendi kafasında kurguladığı bazı gerekçeler üzerinden karar alıyor.',(Ek.122.)
Sivas Milletvekili Selami Uzun 'ancak dehşet denebilir', (Ek.122)
Adalet ve Kalkınma Partisi Kilis Milletvekili Hasan Kara'da 'Böyle bir
karar toplumda infiale neden olur ve vatandaşlarımız üzerinde sıkıntıya yol
açar. Peygamberimize yapılan hakaret tüm dünya Müslümanlarında tepki
oluştururken kendi içimizde birlik olamamak çok acı' (Ek.122) şeklindeki
sözleriyle tepkilerini göstermişlerdir.
Başbakan ve milletvekillerinin beyanlarının ertesinde bir
gazetede Danıştay Kararını veren Daire üyelerinin resimlerinin yayınlanmasından
kısa bir süre sonra da, 17 Mayıs 2006 günü 'Alparslan Arslan' adındaki bir
köktendinci Danıştay'ın 2 nci Dairesine müzakere sırasında silahlı saldırıda
bulunmuş, Üye M. Yücel Özbilgin'i öldürmüş, diğer yargıçları da ağır yaralamıştır.
Olayın sanıklarının yargılanıp kararın verildiği 13.02.2008 tarihli karar
duruşmasında sanıklardan Alparslan Arslan'a son sözü sorulduğunda, 'Genel
Kurmay şeriatın önüne geçmeye çalışmasın, Abdullah Gül'den, Başbakan
Erdoğan'dan ve imanlı kişilerden Türkiye'de şeriatı ilan etmelerini istiyorum,
yoksa kan dökülür.' Diğer sanık Osman Yıldırım'da Atatürk'ü kastederek,
'O İngiliz piçinin kurduğu cumhuriyeti başınıza yıkacağız, benim yegane görevim
cumhuriyeti yıkıp 2 nci Osmanlı Devletini kurmak.' ve bunun gibi sözler ve
hakaretlerde bulunmuşlardır.
Sanıkların son duruşmadaki bu sözleri bile eylemi hangi
saiklerle yaptıklarını, laikliği savunanları ve laik Cumhuriyeti bekleyen
tehlikeleri göstermeye yeterlidir. (Ek.176)
Davalı partinin yöneticileri yargı kararlarına yönelik
eleştirilerinde dinsel argümanları da referans almaktan kaçınmamışlardır.
Nitekim Genel Başkan Recep Tayyip ERDOĞAN İHAM'ın Leyla ŞAHİN/Türkiye davasında
türbana ilişkin verilen kararı eleştirirken mahkemenin karar vermeden önce konuyu
din ulemasına sorması, görüş alması gerektiğini iddia ederek, 'Söz söyleme
hakkı din ulemasınındır' (Ek 37) demiş, benzer bir konuda davalı partinin
milletvekili Mehmet ÇİÇEK' de 'Hakimler Diyanetten görüş alacak'
(Ek.101)diyerek laik hukuku dönüştürmek konusundaki niyetlerini açığa
vurmuşlardır.
2007 yılında 11'nci Cumhurbaşkanlığı seçimi arifesindeki
tartışmalarda Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Bülent ARINÇ 8'nci
Cumhurbaşkanı Turgut ÖZAL'a gönderme yaparak, onun gibi ' Sivil, dindar
ve demokrat bir cumhurbaşkanı''(EK.68) seçeceklerini ifade
etmiş, cumhurbaşkanın seçilme nitelikleri arasına Anayasada sayılmayan 'dindar'
niteliğini de ekleyerek TBMM Başkanı sıfatıyla bile din istismarı yapmaktan ve
laik devlet ilkesine aykırı hareket etmekten çekinmemiştir. Oysa böyle bir
hüküm ancak şeriatla yönetilen bir ülkenin Anayasasında yer alabilir. (Şeriat
rejimiyle yönetilen İran İslam Cumhuriyeti Anayasasının 115 nci maddesi aynen
şöyledir: 'Cumhurbaşkanı aşağıdaki şartları haiz, dini ve siyasi şahsiyetler
arasından seçilmelidir. İran asıllı, İran vatandaşı, tedbirli ve idareci, iyi
geçmişli, güvenilir ve takva sahibi olmak, İslam Cumhuriyeti'nin ve ülkenin
resmi dininin ilkelerine inançlı olmak.) (Ek.68) Dindar Cumhurbaşkanı
söylemi 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan genel seçimlerde davalı partililerce
yoğun bir biçimde kullanılmış, 'Abdullah Gül'ün eşinin türbanlı olması
nedeniyle seçilemediği' propagandası adeta bu seçimin temel malzemesi
yapılmıştır.
Davalı Partinin söylemleri incelendiğinde Cumhuriyet devrimlerinin
ve özellikle laiklik uygulamalarının 'İnananlar için bir zulüm'
olduğu iddiası sürekli vurgulanarak toplumda Cumhuriyete ve devrimlerine karşı
bir inancın oluşturulmasının amaçlandığı görülmüştür. Oysa Cumhuriyet tarihi
de, insanlık tarihi de, zulmedilenlerin köktendinciler değil, farklı bir şeye
inandığı, inancının gereğini yerine getirmediği ya da inanmadığı, laik hukuka
göre karar verdiği, laikliği savunduğu için yakılanların, öldürülenlerin,
laikler olduğuna tanıklık etmiştir. İnsanlığın aydınlanma mücadelesi aklın ve
bilimin ışığına değil, taassup ve dogmatizmin zulmüne karşı verilmiş, Batıda
yüzlerce yıl süren bu mücadeleyi Türk Milleti Atatürk'ün önderliğinde çeyrek
yüzyıldan az bir zamana sığdırma başarısını göstermiştir. Ancak, Cumhuriyete ve
onun aydınlanma felsefesine karşı olanlar, uluslararası dengelerdeki değişim ve
küreselleşmenin yarattığı tek kutupluluğun yönlendirmesiyle Laik Cumhuriyete
karşı bir rövanş arayışına girişmişlerdir. Yakın tarihimiz, bu arayışın ürünü
irticai kalkışmalarla doludur. Ancak bugünkü Laik Cumhuriyet karşıtları
geçmişte hiç olmadığı kadar ve üstelik bu kez uluslararası desteği de
arkalarına alarak, karşı devrim fırsatını ellerine geçirmişlerdir. AKP
milletvekili Abdullah Çalışkan'ın yukarıda yer verilen bir konuşmasında açıkça
ifade ettiği 'yeşil devrim', (Ek.113) laik Cumhuriyete yönelik bir karşı
devrimin adıdır. Laik Cumhuriyet hiç olmadığı kadar tehlikededir. Çünkü karşı
devrimci unsurlar bugün marjinal unsurlar değil, iktidardırlar.
Davalı partinin devleti ve toplumu İslami bir yapıya
dönüştürmedeki hedeflerinden biri olan, siyasi simge sayılan başörtüsünün önce
toplumun geleceği olan gençlerimizin yetiştirildiği yükseköğretim kurumlarında
serbest bırakmaktaki amacı kamusal alanlara da yansımasını sağlamaktır. Türbana
serbesti sağlayan Anayasa ve yasa değişikliği henüz partiler arası müzakere
aşamasında iken partili milletvekilleri, belediye başkanları, kurucuları, demeç
ve söylemlerinde türbanı tüm kamusal alana yayacaklarını açıkça duyurmuşlar,
Partinin bağlı kuruluşları gibi faaliyet gösteren bazı sivil toplum kuruluşları
siyasal İslam'ın tüm kamusal alana yayılmasının temel hedefleri olduğunu ve bu
yolda mücadele vereceklerini açık açık ilan etmişlerdir. (30-31 Ocak ve 1-2
Şubat tarihli Gazeteler)
Davalı parti, iktidar olmanın getirdiği güç ve
olanaklarla devleti İslami bir yapıya dönüştürmeye çalışırken bürokrasi
kadrolarının da siyasal İslamcılardan oluşturulmasına özel bir önem vermiş,
İslami kimlikleriyle öne çıkanları atamada özel bir gayret göstermiştir. Bu
kadrolaşma gayretlerinden Sayıştay gibi bir yüksek kurum bile nasibini almış,
boş bulunan üyeliklere, adayları partiye yeterince yakın bulmadıklarından, 2
yılı aşan bir süre seçim yapılamamıştır. Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı atandığı
gün mahkeme kararlarına uymayacağını açıklamış, bir bilim adamı kimliği ve
bağımsızlığıyla değil, belirlenmiş bir düşünce yönünde çalıştığı gerçeği,
kendisi ile TBMM Başkanı ve Maliye Bakanı ile bir bürokratı arasında geçen ve
basına yansıyan diyaloglardan anlaşılmıştır.
Devletin en önemli kadrolarını birçoğu tarikatçı
faaliyetleri ve kimlikleriyle bilinen yöneticilere teslim etmiştir. Geçmişte
'laiklik ilkesinin yerini İslam'la bütünleşme modeline bırakmasının gerekli
olduğu' yönünde makaleler yazan ve bugün de bu görüşlerinin arkasında olduğunu
ifade etmekten çekinmeyen kişinin Başbakanlık Müsteşarlığına, bir tarikata
aidiyeti fotoğraflarla kanıtlanan kişiyi de tarikat ve cemaatlerin Laik
Cumhuriyet aleyhine faaliyetlerini takip etmekle görevli İçişleri Bakanlığı Müsteşarlığına
atanmasında bir beis görülmemiştir. Devlet kadrolarının islami bir yapıya
dönüştürülmesi süreci bununla da sınırlı kalmamış, Diyanet İşleri Başkanlığı
kadrosunda görev yapan çok sayıda memur, hastane yöneticiliğinden belediyelerde
daire başkanlığına, ortaöğretim kurumlarında din ve ahlak bilgisi
öğretmenliğine kadar birçok alanda görevlendirilmişlerdir. (Klasör 11)
Kamuda kadroların İslami bir yapıya dönüştürülmesi
sürecinde yukarıda örneği görüldüğü üzere, bir Adalet ve Kalkınma Partili belediye
(Eyüp Belediyesi), açtığı zabıta memurluğu sınavında, öğrenim durumu olarak
yalnızca 'imam hatip lisesi mezunu' olma koşulu getirebilmiştir. (Ek.136)
Davalı Parti iktidarı döneminde siyasal İslamcı
kimlikleriyle bilinen kişilere Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumunda (TRT)
program yaptırılmış, çerçevesi yasa ile çizilmiş yayın ilkelerine ve laiklik
ilkesine açıkça aykırı yayınlar TRT ekranlarına taşınmıştır. Şüphesiz bunlardan
en çarpıcı olanı 'Düşünce İklimi' isimli programı sunan Prof. Dr. Mim Kemal Öke'nin
gazeteci Hayrettin KARAMAN ile yaptığı mülakatta görülmüştür. 20 Ekim 2005
tarihinde yayınlanan ve 27 Ekim 2005 tarihinde tekrarlanan programda Şeriata
göre miras paylaşım kuralları savunulmuş, Hayrettin KARAMAN mevcut laik düzeni
kastederek''Böyle bir düzenin içinde Müslüman olarak yaşamak zorunda
kalırsanız. O zaman işte siz Kuran-ı Kerim'in miras ahkâmını değiştiremezsiniz.
Böyle bir hakkınız yok..' diyerek, laik devrimin en önemli belgelerinden
olan Medeni Kanunu ve laik düzeni şer'i bir bakış açısıyla eleştirmiş ve bu
yayınlar Anayasanın ve Devrim Yasalarının öngördüğü laik devlet ilkeleri
çerçevesinde yapmak zorunda olan devlet kurumu TRT'de gerçekleşmiştir. (Ek.177)
Toplumu ve devleti İslami bir yapıya dönüştürmek
noktasında gerekli gördükleri her alana müdahale eden davalı parti, her konuda
olduğu gibi yine dini referansları esas alarak, gençleri alkol ve uyuşturucu
maddelerden koruma bahanesiyle, fakat aslında şeriatın alkollü içki yasağı esas
alınarak, alkollü içki satılması ve tüketilmesine ilişkin mevzuatta da hukuka
aykırı kısıtlamalara gitmiştir. 7.12.2004 günü yürürlüğe giren 5272 sayılı
Belediye Kanununun 15. maddesinin 1. fıkrası 'gayrisıhhî müesseseler ile
umuma açık istirahat ve eğlence yerlerini ruhsatlandırmak ve denetlemek'
görevini belediyelere, belediye sınırları dışında ise 5320 sayıl İl Özel
İdaresi Kanununun 7. maddesi mucibince 'İl Özel İdaresi'ne vermiştir.
Yapılan bu düzenleme ve çıkarılan yönetmeliğe aykırı genelge ile Belediyeler 'ruhsat
iptali, yeni ruhsat verilmemesi, eğlence vergisi ve hafta tatili ruhsat harcı
artırımına gidilmesi, içkili yerlerin kent dışındaki alanlarda toplanmalarına
zorlanmaları' uygulamaları başlatmış, başta Ankara olmak üzere tüm AKP'li
belediyeler içki içilmesi ve satılmasını adeta genel bir yasaklama uygulamasına
dönüştürmüşlerdir. (Ek.153)
Davalı parti hükümetlerinin laik devleti dönüştürme
çabalarından cesaret alan partili belediye başkanları yukarıda belirtilen
örneklerinden de anlaşılacağı üzere, belediyecilik hizmetleri kapsamında
bulunmamakla birlikte dini içerikli ve birçoğu din dışı hurafelerle donatılmış
kitapların basım ve dağıtımını yapmışlar, bu tür bilim dışı yayınlar özellikle
İlköğretim çağındaki çocuklara belediyelerce bedava dağıtılmış, kadını
küçümseyen, onu erkeğin yanında daha aşağı bir yaratık olarak tanımlayan sözde
evlilik kılavuzları yeni evli çiftlere hediye olarak verilmiş, bazı belediye
başkanları din istismarını çocuklara kadar indirerek, Kur'an kursu
öğrencilerine bisiklet, bilgisayar, top gibi hediyeler dağıtmışlar, çocuklara
hitaben yaptıkları konuşmalarda yaşıtlarının Kur'an öğrenmek yerine,
yazlıkta, denizde tatil yapmalarını eleştirmişlerdir. Bu suretle kutsal
dinimizi siyasete alet ederek istismara yönelmişlerdir. (Klasör 16)
Davalı partinin iktidarda olduğu yaklaşık beş buçuk
yıllık süreçte Türkiye'nin uluslararası camiadaki laik ülke imajı da erozyona
uğramış, Dünya ülkeleri, özellikle AB ülkeleri nezdinde Türkiye bir 'ılımlı
İslam Cumhuriyeti' modelinde algılanmıştır. Özellikle Amerika Birleşik
Devletleri ile olan ilişkilerde ise bu bakış açısı resmi söylemlere de
yansımış, başta eski ABD Dışişleri Bakanı (Colin L. Powell) olmak üzere birçok
ABD yetkilisi Türkiye'nin laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu
gerçeğini görmezden gelerek ülkemizi bir 'Ilımlı İslam Cumhuriyeti' olarak
tanımlamışlar, bu söylemlerindeki cüretkarlığı 'bir ABD projesi olan ve
kapsamındaki ülkeleri ılımlı İslami rejimlerle yönetmeyi amaç edinen 'Büyük
Ortadoğu Projesi'nin eş başkanı olduğunu her fırsatta tekrarlayan Türkiye
Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayip Erdoğan'ın söyleminden ve davalı parti
iktidarlarının dini istismara dayalı icraatlarından, kutsal din duygularının
devlet işlerine ve politikaya karıştırmalarından devleti dini esaslara göre
şekillendirme amaç ve faaliyetlerinden' aldıkları gözlenmiştir.
Yukarıda irdelenen tüm bu eylemler, davalı siyasi parti
tarafından algılanan ve savunulan İslami toplum modelinin açık bir resmidir.
Diğer yandan davalı parti iktidarı zamanında, iktidarın
tutum ve davranışından güç alarak gerek kamuda, gerekse diğer alanlarda meydana
gelen, dinsel içerikli ve dini istismarı esas alan, laik devlet ilkesine aykırı
eylem ve söylemlere ilişkin belgeler de 14 -17 sayılı klasörlerdedir.
Sonuç olarak ve yukarıda ayrıntılarıyla açıklandığı
üzere:
Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidara gelişinin henüz
birinci yılından itibaren çerçevesi Anayasa ve Yüksek Mahkeme kararlarıyla
belirlenmiş laiklik ilkesinin Anayasadaki tanımının yeterli olmadığı söylemiyle
tartışmaya açarak aşındırmaya çalışılması,
Laik devletin bütün inançlara eşit mesafede olması, ancak
dünyevi ilişkilere ilişkin konularda devletin akıl ve bilimin ışığında ve
dinden bağımsız olarak düzenleme yapma yetkisini görmezden gelerek 'ulemaya
danışma (') af yetkisi maktulün mirasçılarına aittir' gibi söylemlerle dini
hükümleri referans gösterme çabaları,
Din ve vicdan özgürlüğünü sınırsız ve kısıtlanamaz bir
hak gibi topluma benimsetilmesi ve benimsetilen bu inanç üzerinden türbanın
üniversitelerde serbest bırakılması ve bu serbestinin giderek tüm kamusal alana
yaygınlaştırılması için partili milletvekillerinden, belediye başkanlarına
kadar ortak bir söylem kullanılmaya başlanılması,
İmam hatip lisesi mezunlarına üniversiteye girişte
uygulanan katsayı sistemi bir hak ihlali algısıyla sürekli eleştirilerek
Tehvid-i Tedrisat Yasasına ve eşitlik ilkesine aykırı olarak Cumhuriyet öncesi
gibi ikili bir öğretimin özendirilmesi ve bu okulları meslek okulu hüviyetinden
çıkararak orta öğretimin asıl unsurları haline getirecek sosyal ve mali
desteklerin sağlanması,
Eğitimin müfredat da dahil olmak üzere Milli Eğitim Temel
Kanununa aykırı olarak dinselleştirilmesi,
12 yaşın altındaki çocukların Kuran kurslarına devamını
engelleyen düzenlemelerin kaldırılmasına yönelik söylem ve çabaları,
Devlet kadrolarında siyasal İslamcı bir yapının
oluşturulması, özellikle üst düzey atamalarda liyakat ve kariyer yerine dini
inanç ve aidiyetin ölçüt olarak öne çıkarılması,
Halk sağlığı ve gençliğin korunması bahane edilerek,
adeta şer'i nizam uygulanırcasına alkollü içki satış ve tüketim alanlarının
daraltılması ve giderek yasaklanması,
Yurt içi ve yurt dışı her türlü resmi toplantı ve
törenlerde laik bir Cumhuriyetin yöneticileri oldukları hiçe sayılarak, dinsel
kimlik ve aidiyetlere vurgu yapılması, tanıtımlarda dini motiflerin öne
çıkarılması,
Dini bayram ve günlerin ulusal bayramları gölgeleyecek
bir tanıtım ve gösteriş içinde kutlanması, her türlü siyasi faaliyette din ve
dince kutsal sayılan şeylerin tüm parti kademelerince istismar edilmesi,
Çoğulcu demokrasinin kuvvetler ayrılığı ve hukukun
üstünlüğü prensibine dayandığı ilkesini gözardı ederek ve parlamento
çoğunluğunu kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının değiştirilemez ve
değiştirilmesi dahi teklif edilemez laiklik ilkesinin ortadan kaldırılmaya
kalkışılması,
Bu eylemlerin davalı partinin genel başkanı, genel başkan
yardımcıları, milletvekilleri ile teşkilatlarında ve ayrıca yerel yönetimlerde
görev alan partililerin kararlı, ısrarlı ve süreklilik gösteren beyan ve
fiilleri ile işlenmesi,
Davalı partinin, temel hak ve özgürlüklerin geçerli
olduğu laik ve demokratik bir hukuk devletini değil, din kurallarının geçerli
olduğu, referanslarını dinden alan bir toplumsal modeli gerçekleştirmeyi
amaçladığını, bu tür eylemlerin partinin genel başkanından başlayarak her
kademesince kararlılık ve yoğunlukla
işlenmesi suretiyle laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğini ortaya koymaktadır.
Davalı siyasi partinin yukarıda belirtilen beyan ve
eylemlerinin bir kısmı dahi laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiğini
göstermeye yeterli bulunmaktadır.
Kuşkusuz açıkça dini kuralların egemen kılınmasını,
şeriatı hedefleyen bu beyan ve eylemler çoğulcu demokrasi içerisinde bile
Anayasa'nın 14 ve İHAS'ın 17 nci maddeleri karşısında koruma göremez.
Anayasakoyucu, siyasi partilere çalışmalarında sınırsız
bir özgürlük tanımamış ve ülke zararına olabilecek çalışmaların odağı haline
gelme olasılığını öngörerek, bu gibi hallerde kapatılabileceklerini kabul
etmiştir.
'Odak olma' kavramı, 2001 yılında 4709 SK ile Anayasanın
69. maddesinin 6. fıkrasına eklenen bir cümle ile hangi hallerde siyasi
partilerin 'odak' haline geleceği saptanmıştır.
Buna göre;' Bir siyasî partinin 68 inci
maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli
kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline
geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verilir. (Ek
cümle: 3.10.2001-4709/25 md.) Bir siyasî parti, bu nitelikteki fiiller o
partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük
kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye
Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen
veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti
organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı
haline gelmiş sayılır.'
Siyasi partilerin yasaklanmış eylemlerin odağı haline
gelebilmesi için:
1- Anayasaya aykırı fiillerin bir partinin üyelerince
'yoğun' bir şekilde işlenmesi ve bu durumun o partinin yetkili organlarınca
zımnen veya açıkça benimsenmesi.
2- Anayasaya aykırı fiillerin doğrudan doğruya bir
partinin yetkili organlarınca 'kararlılık' içinde işlenmesi gerekmektedir.
Yukarıda ana başlıkları belirtilen eylemler
gözetildiğinde:
Davalı partinin geçmişte üyesi veya yöneticisi oldukları
'Milli Görüş' yanlısı partilerin savunduğu çok hukukluluk ilkesinden
ayrılamadığı, kendi hukuklarını egemen kılmak için iddianamede belirtilen yargı
kararlarına rağmen yüksek öğretim kurumlarında kılık ve kıyafetin serbest
olduğu düzenlemesini Anayasa'da hüküm altına almak amacıyla TBMM'ne verilen
yasa teklifi ile açıkça ortaya çıkmaktadır.
Kişilerin inançlarının veya giyimlerinin ölçü alınması,
bazı kesimlere toplum ve Devlet içinde ayrıcalık tanımak olur ki; bu, eşitliği
bozacağı gibi demokrasiye de aykırı düşer ve oluşturulan farklı kimliklerin
önce ayrımcılık sonra da kaçınılmaz bir şekilde bölünme nedeni olması sonucunu
doğurur.
Davalı partinin;
Belirtilen eylemleri ve özellikle Anayasa ile Yüksek
Öğretim Kanunu'nda değişiklik içeren tekliflerinin, Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin temel ilkelerini değiştirecek zemini oluşturmak niyetini ortaya
koyduğu,
Laik sistemlerde dini simgelerin siyasi amaçla
kullanılamayacağını gözardı ettiği,
Laik Cumhuriyet'i yeni bir yaşam ve Devlet düzenine
dönüştürme kararlılığı içinde olduğu, toplumu dindar olanlar ' olmayanlar diye
ikiye ayırmaya başladığı,
Ülkenin laik hukuk yapısını aşamalı olarak yeniden
biçimlendirip yönlendirmeye çalıştığı,
Rejimin ve Cumhuriyet'in geleceğini tartışmaya açtığı,
Belirlenmiştir.
Laik demokratik hukuk devletinin egemen olduğu
rejimlerde; yargıya, 'bireyi ve demokrasiyi', sistemin sınırları dışına çıkan
siyasal partilerin/iktidarların eylemlerine karşı koruma görevi de verilmiştir.
Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez
bir hükmü olan laik ilkesi zedeleniyorsa Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının
rejimi koruma yetki ve görevi başlayacaktır. Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığının temel görevi; Cumhuriyet'i, ilkelerini ve kazanımlarını
korumaktır.
Davalı partiyi laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı
haline getiren yukarıda açıklanan fiiller ve beyanlar, siyasi partinin
Anayasanın 68/4. maddesi delaletiyle 69/6. maddesi gereğince kapatılmasını
gerektirmektedir.
4- Eylemlerin zorlayıcı sosyal gereksinim de gözetilerek
hukuksal yönden irdelenmesi
Adalet ve Kalkınma Partisinin
iktidar partisi olması nedeniyle yukarıda belirttiğimiz beyan ve eylemleri laik
Cumhuriyet aleyhine
giderilmesi olanaksız zararlar doğurmasının kapatma yaptırımını gerektirmekte, ortaya konulan eylemler gözetildiğinde kapatma
yaptırımının uygulanmasında zorlayıcı sosyal
gereksinim bulunmaktadır.
Zorlayıcı sosyal gereksinim değerlendirilirken gözetilen
uygun zaman, eylemlerdeki ağırlık, eylemlerin isnat edilebilirliği, partinin
hedeflediği siyasi model, eylemlerdeki kullanılan yöntem karşısında öngörülen
yaptırım eylemlerle orantılıdır.
Kapatma davasının açıldığı tarihte davalı iktidar
partisinin türbanın yükseköğretim kurumlarına sokulması için Anayasa
değişikliği ile neden olduğu toplumsal kutuplaşma ve gerginlik dikkate
alındığında ve özellikle demokratik toplumun düzenli bir biçimde işlemesinin
sağlanmaya çalışıldığı ülkemizde, laiklik ilkesinin korunması yasal ve anayasal
bir zorunluluk olduğu gibi, bu ilkenin korunmasında genel bir çıkar da
bulunmaktadır.(RP/Türkiye Kararı)
Bu nedenle, laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı
durumuna gelen Adalet ve Kalkınma Partisinin, bu genel çıkar da gözetilerek
kapatılması, zorlayıcı sosyal gereksinim de dikkate alındığında demokratik
toplum gereklerine uygundur.
a- Yaptırım yasayla öngörülmüştür.
Eylemler, Anayasa'nın 68 nci maddesinin 4 ncü fıkrası
kapsamında 'insan hakları, eşitlik ve hukuk devleti ilkeleri, ulus
egemenliği, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine ve ayrıca herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmak ve yerleştirmeyi amaçlamanın yasak olması' kuralına
aykırılık oluşturmaktadır.
Bu çerçevede kapatma yaptırımı, İHAS'ın 11 nci maddesinin
ikinci fıkrası uyarınca 'kamu düzeninin sağlanması, başkalarının hak ve
özgürlüklerinin korunması' ilkeleri kapsamında, demokratik toplum
ilkelerine uygun ve yasa ile öngörülmüş bir yaptırımdır.
Davalı siyasi parti, laiklik karşıtı eylemlerinin kapatma
yaptırımı gerektirdiğini öngörebilecek ve bilebilecek durumdadır. Anayasa ve
Siyasi Partiler Yasası'ndaki kurallar da İHAS'nin öngörülebilirlik ve
bilinebilirlik ölçütlerine uygundur. Davalı partinin laiklik karşıtı eylemleri
nedeniyle bu eylemleri suç oluşturmasa bile, parti hakkında Anayasa'da
öngörülen kapatma yaptırımının uygulanabileceği bilinebilir niteliktedir. Laiklik
karşıtı eylemlerin, ceza yasalarında suç olarak tanımlanmaması Anayasa ve SPY
gözetildiğinde sonuca etkili değildir (RP/Türkiye Kararı).
b- Kapatma yaptırımı yasal bir amaca dayanmaktadır.
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi, Anayasa'nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasındaki
siyasi partilerin eylemleri 'insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, ulus egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine' aykırı
olamaz ve ayrıca 'herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi
amaçlayamaz', suç işlenmesini teşvik edemez' kapsamında kapatma yaptırımını
gerektirmektedir.(ANY.Madde:68/4, 69/9, SPY.Madde: 101/1/b, 103, 95)
Geniş anlamda laiklik karşıtı eylemler olarak nitelenen
yukarıda ve 11-17 sayılı klasörlerde gösterilen ve değerlendirilen eylemler,
Anayasanın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasında belirtilen hükümlere aykırılık
oluşturmaktadır.
Şöyle ki, laiklik karşıtı eylemlerin odağı olarak ılımlı
İslam yoluyla şeriatı amaçlayan bir siyasi partinin bu model projesi
gerçekleştiğinde, evrensel insan hakları ve çoğulcu demokrasi hiçbir boyutuyla
söz konusu olamayacak, iktidar şeriat çerçevesinde hareket edecek, şeriatı
benimsemeyenler sisteme ve kurallarına tabi kılınacak ve eşitlik ilkesi de
yaşam alanı bulamayacaktır. Yine şer'i modelde, dinsel kurallar ölçü norm
olarak kullanılacağından, hukuk devletinden de söz edilemeyecektir. Egemenliğin
kaynağı ve tüm referanslar din ve Tanrıya dayanacağından, ulus egemenliği de
söz konusu olmayacaktır. Sonuçta şeriatın demokrasiyle ve laiklikle
bağdaşmazlığı karşısında, demokratik ve laik düzen ortadan kalkacak, dine
dayalı ve bunu zorla benimseten bu yönüyle bir dikta rejimi ortaya çıkacak,
demokrasiye, insan haklarına aykırı, ancak şeriata uygun eylem ve suçlar hoş
görülüp teşvik edilecektir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, şeriatla yönetilen ve
başında İslam şeriatını da simgeleyen halifenin bulunduğu bir modele karşı
verilen mücadele sonucu ortaya çıkmıştır. Türk Ulusunun 20 Yüzyılın başında
verdiği kurtuluş mücadelesi sadece yabancı işgal güçlerine karşı yürütülmemiş,
mandacılara, işgalcilerle işbirliği yapanlara, isyan ve kışkırtmalarla kurtuluş
ve kuruluşu baltalayan mollalara, şeyhlere ve her türlü din bezirgânlarına
karşı da verilmiştir. Ulusal Kurtuluş Savaşımızda mandacıların ve
işbirlikçilerin tenkit edilecek tarihi hatalarını gerçekleri çarpıtarak
saptırmaya çalışanlar bugün de dini ve dince kutsal sayılan şeyleri istismar
ederek ve dine, dini inanca en büyük kötülüğü yaparak özgürlük ve insan hakları
gibi aslında hiçte ilgili olmadıkları kavramları kullanarak yeni bir
teslimiyetçiliğin yolunu açmaktadırlar. Şer'i bir düzene ve onun yerleşik
değerlerine karşı verilmiş bir mücadelenin sonucu olarak benimsenen ve önemi
nedeniyle Anayasada değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez bir
biçimde yerleştirilip kabul edilen laiklik ilkesi, bu nedenle Türkiye
Cumhuriyeti için diğer çağdaş ülkelerden daha fazla önem arz etmekte,
uygulamasında Batı ile aramızda farklılıklar oluşmaktadır. Çünkü ülkemizde
şeriat düşüncesi ve özlemi komşu ülkelerde uygulama örnekleri de bulunduğundan
henüz çağdaş ve uluslararası hukuk karşıtı olduğu düşüncesi kategorisine
girmemiş, hatta serbest seçimler yoluyla iktidar bile olabilmiştir.
Bu nedenle; İHAS'ın 11 nci maddesinin ikinci fıkrası
gereğince 'ulusal güvenliğin, kamu güvenliğinin, kamu düzeninin korunması,
kargaşa ve suçun önlenmesi ve başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması'
kapsamında, laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmuş davalı siyasi partinin
kapatılmasını haklı kılmaktadır(RP/Türkiye Kararı).
c- Kapatma yaptırımı demokratik toplum gereklerine
uygundur.
Davalı partiye kapatma yaptırımının uygulanması, çoğulcu
demokrasinin gereklerine uygundur. Çünkü yukarıda sayılan eylem ve söylemleri gözetildiğinde,
çoğulcu demokrasi içerisinde, ancak bu demokrasinin olanaklarından hareketle,
sonuçta çoğulcu demokrasiyle bağdaşmayan ve onu ortadan kaldıran bir sistemi
amaçlamaktadır. Oysa çoğulculuk prensibi olmadan demokrasiden bahsedilemez
(RP/Türkiye Kararı). Çoğulcu demokrasi, güçler ayrılığına ve hukukun
üstünlüğüne dayanır. Hukuk ise, temelini insanlığın aydınlanma mücadelesinde
bulan, akla ve bilime dayanan, ortak aklın ürünü, evrensel kabul gören, dinamik
kurallar bütünüdür. Şeriatın kuralları bu tanımın çerçevesine girmez. Şeriat
özünde demokrasiye kapalı bir yönetim biçimi olup totaliterdir. Dini kurallara
dayalı bir rejimin çoğulcu demokrasi ile bağdaşabileceğini iddia etmek en hafif
deyimiyle insanlığın aydınlanma mücadelesini ve sonrasındaki kazanımlarını
inkâr etmektir. Ortaya çıktığı çağın ve coğrafyanın sosyal ve ekonomik,
kültürel değerleriyle biçimlenmiş statik bir düşüncenin insanlığın tüm
çağlarına hükmetmesi anlayışı bilimsel değildir, dolayısıyla yüzlerce yıllık
mücadelenin ve aklın ortak değerleri olan insan hakları ve demokrasi kapsamında
savunulamaz, koruma göremez, kısıtlanabilir.
Kuşkusuz İHAS ile de korunan din ve vicdan özgürlüğü
demokratik bir toplumun da gereklerindendir. Anılan özgürlük farklı dinsel
değerlere inanmak yanında inanmamak özgürlüğünü de içermektedir. Bu bağlamda
çoğunluğu Müslümanlardan oluşsa bile, farklı inanışlara sahip olan kişilerin
korunması anlamında, din ve vicdan özgürlüğüne de sınırlandırmalar
öngörülmüştür. Bu manada devlet, dini inançlar konusunda yansız kalmalı, dini
inançların meşruiyetinin değerlendirilmesinde tarafsız olmalı, karşıt inanışlar
arasında hoşgörüyü tesis etmelidir (RP/Türkiye Kararı). Bu bağlamda devletin
kamu alanında, üniversitelerde türban takarak dini inançların sergilenmesine kısıtlama
getirmesi veya programlarında İslam dinine ilişkin konulara ağırlık veren ve
kuruluş amacı yalnızca din görevlisi yetiştirmek olan İmam Hatip Liseleri
mezunları için üniversiteye giriş sınavlarında katsayı esasının uygulanmasını
öngörmesi; başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak, kamu düzen ve
güvenliğini sağlamak amacı taşıdığından, din ve vicdan özgürlüğünün özüne
aykırı değildir. Aksine, davalı partinin bunlara aykırı eylemleri özendirmesi,
destek yaratması ve teşvik etmesi, demokratik toplum gereklerine açıkça
aykırılık oluşturmaktadır.
İHAS'ın 9 ncu maddesinde de koruma gören din ve vicdan
özgürlüğü, bir din tarafından yönlendirilen her hareketi korumaz, bu kapsamda
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından türbanın dinin gereği
olduğunun belirtilmesi, bu örtünme biçiminin laik hukuk düzeninde korunma
göreceği sonucunu doğurmaz, aksi düşünce, dinin gereği olduğu tartışma
götürmeyen İslam şeriatının miras, devletler, aile, ceza hukuku gibi
konulardaki bazı kurallarının da uygulanmasına kapı açar. Oysa davalı partinin
eylemleri, bu saptamayla açıkça çelişmektedir. İHAM tarafından da vurgulandığı
üzere, laikliğe saygı gösterilmemesi biçimindeki bir tutum, din ve vicdan
özgürlüğü kapsamında hiçbir biçimde koruma göremez (RP/Türkiye Kararı). Bu
nedenle bir taraftan laikliği savunur gibi görünmek ve bunu ifade etmek, diğer
taraftan giderek yoğunlaşan eylemlerle laikliğe aykırı bir model yaratan davalı
siyasi partinin eylemleri, Anayasa, Siyasi Partiler Yasası ve İHAS yönünden
koruma göremez.
İHAM'a göre bir siyasi parti, mevzuatın veya yasal ve
anayasal yapının değiştirilmesini iki koşula bağlı olarak önerebilir: Bunlardan
birincisi, kullanılan bütün yollar her bakımdan yasal ve demokratik olmalıdır.
İkincisi ise, önerilen değişikliğin kendisi temel demokratik prensiplerle
bağdaşmalıdır. Bu kuraldan hareketle, sorumluları şiddete başvurmayı teşvik
eden veya demokrasinin temel prensiplerine saygı duymayan, demokrasinin bir
veya birçok kuralına uymayan veya demokrasiyi yıkmayı amaçlayan ve de
demokrasinin tanıdığı hak ve özgürlükleri tanımayan/yok etmeyi amaçlayan siyasi
bir projeyi öneren' partinin, bu nitelikteki eylemleri, kapatma yaptırımına
konu olabileceği gibi, bu nedenle uygulanacak yaptırıma karşı da ilgili siyasi
parti İHAS korumasından yararlanamaz. İHAS ve demokrasi arasındaki oldukça açık
ilişki karşısında, hiç kimse demokratik toplumun ideallerini ve değerlerini yok
etmek amacıyla Anayasa ve İHAS hükümlerine dayanamaz. Bu bağlamda siyasi
partiler biçiminde örgütlenen totaliter hareketlerin, demokratik rejim
içerisinde güçlendikten sonra, bu kimliklerini ön plana çıkararak demokrasiden
kurtulmak amacı güdebilmeleri söz konusudur. (RP/Türkiye, Emek Partisi/Türkiye
Kararları).
Davalı siyasi parti bu değerlendirmelere açıkça aykırı
hareket ettiği gibi, eylemleriyle sadece İslam dininin moral değerlerini ifade
etmeyip, bu dinin dünyevi yaşama ilişkin gereklerine yönlendirme ve İslam
dinine (inanç ve ibadet ötesinde bütünüyle) tabi kılma amaç ve iradesi
taşımaktadır.
d- Eylemlerin isnat edilebilirliği
Davalı siyasi partinin amaç ve eğilimlerini ortaya
koyabilmek için tüzük ve programına dayanarak sonuca gidilemez. Çünkü gerçekte
amaçladığı modeli gerçekleştirene kadar, laikliğe aykırı eğilimlerinin resmi
metinlerine yansımayacağı; geçmişte bu amaca yönelik eylemlerde bulunan
partilerin kapatıldığı hususu gözetildiğinde karşılaşılabilecek bir durumdur.
Bu bağlamda, davalı siyasi partinin tüzük ve programı ile dava konusu edilen
eylemleri arasında belirgin bir aykırılık göze çarpmaktadır.
Bir genel başkanın açıklama ve eylemleri partiyi
tartışmasız olarak bağlayıcıdır. Çünkü genel başkan partinin simgesel
figürüdür. Siyasi Partiler Yasasına göre partiyi temsil yetkisine sahip olan
genel başkan, merkez karar ve yönetim kurulunun da başkanıdır. Genel başkanın
siyasi veya hassas konularda açıkladığı düşüncelerinin, kişisel görüşü olduğu
vurgulanmadığı sürece, kurumlar ve kamuoyu tarafından partinin görüşünü
yansıttığı biçiminde algılanır ve partiye isnat edilebilir. Genel başkan için
var olan isnat edilebilirlik, genel başkan yardımcıları içinde geçerlidir. Aynı
durum partili başbakan ve bakanlar yönünden de söz konusudur.
Bir iktidar partisi yönünden hükümetin icraatları, siyasi
parti söylemiyle biçimlendiğinden, bu bağlamdaki iş ve işlemler de siyasi
partinin eylemi olarak, o siyasi partiye isnat edilebilecektir. Bu bağlamda,
yukarıda belirtilen yasa, yasa teklifleri ile diğer düzenleyici işlemler siyasi
partinin kapatmaya konu olan eylemlerinin yöneldiği amacı gerçekleştirmeye veya
kolaylaştırmaya yönelik olduğundan, bu düzenlemeler de siyasi parti eylemi
olarak o siyasi partiyi bağlamaktadır. TBMM'nde çoğunluğu oluşturan siyasi
parti yönünden, bu düzenlemelerin eylem olarak isnadiyeti için, İHAM
kararlarında da açıklandığı üzere, yasalaştırılmalarını beklemek zorunluluğu
bulunmamaktadır. Çünkü bu eylemlerin yasalaşması yani somuta indirgenmesi,
yasama organın da çoğunluğa sahip bir iktidar partisi yönünden her an için
olasıdır. İsnat edilebilen eylem niteliğindeki bu tasarıların yasalaşması da,
eylemin yasama organı işlemi niteliğine geldiğinden bahisle, siyasi partiye
isnadiyeti ortadan kaldırmamaktadır. Aksine, siyasi partinin eylemini
sürdürmesi niteliğindedir.
TBMM Başkanı ve Başkanvekillerinin de konumları
itibarıyla, eylemlerinin mensubu oldukları siyasi partiye isnat edilebilirliği
önem taşımaktadır. Anayasa'nın 94 ncü maddesinin altıncı fıkrasına ve SPY'nın
24 ncü maddesinin ikinci fıkrasına göre, 'TBMM Başkanı ve Başkanvekilleri,
üyesi bulundukları siyasi partinin ve parti grubunun Meclis içinde veya
dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis
tartışmalarına katılamazlar; Başkanı ve oturumu yöneten Başkanvekili oy
kullanamazlar.' Ancak TBMM Başkanı ve Başkanvekillerine yönelik bu
düzenleme, Başkan ve Başkanvekillerinin hiçbir eyleminin siyasi partiye isnat
edilemeyeceği sonucunu doğurmamaktadır.
Yukarıda gösterildiği üzere TBMM'nin 22 dönem
Başkanlığını yapan Bülent Arınç'ın eylemleri, bu kuralı da ihlal ederek, açıkça
mensubu olduğu siyasi partinin eylem ve söylemiyle örtüşmektedir. Siyasi
partinin gerçekleştirmek istediği projeyi ifade ve bu projeye destek anlamında
diğer parti mensupları gibi hareket etmektedir. Görevi süresince yaptığı bu
eylemler, mensubu olduğu davalı parti tarafından destek görmüştür. Bu nedenle
Bülent Arınç'ın beyan ve eylemleri Adalet ve Kalkınma Partisi'ne isnat
edilebilir niteliktedir.
Davalı partinin amaç ve eğilimlerini sergileyen, yaratmak
istedikleri toplum modeline ilişkin imajı yansıtan beyan ve eylemler, milletvekilleri
veya yerel yönetimlerde görev üstlenen üyeler tarafından işlendiğinde de
partiye isnat edilebilir. Bu tür beyanlar soyut programlara göre potansiyel
seçmenler üzerinde daha etkilidirler. Bu nedenle, eylemleri yukarıda sıralanan
milletvekilleri ve yerel yöneticilerin beyan ve eylemleri de partiyi
bağlamaktadır.
Ayrıca partili milletvekilleri tarafından sunulan ve
kapatmayı konu alan modeli gerçekleştirmeye yönelik olan yukarıda gösterilen
yasa teklifleri de, bu tekliflerin yasalaşmaları beklenmeksizin, yasama
organında çoğunluğu oluşturan davalı siyasi partiye isnat edilebilir
niteliktedir. Anayasa'nın 83 ncü maddesinin birinci fıkrası, yasama çalışmaları
kapsamında ortaya çıkan bu eylemler nedeniyle siyasi partinin sorumlu
tutulmasını bertaraf etmemektedir. Bireysel anlamda mutlak dokunulmazlık
yaratan madde kapsamındaki eylemler, siyasi parti yönünden bu maddenin koruma
alanı dışındadır.
Siyasi partinin genel merkez organlarının (SPY md 13), il
ve ilçe teşkilatlarının (SPY md 19,20), TBMM grup genel kurulu ve grup yönetim
kurulunun (SPY md 24, 25), üyelerinin (SPY md 12) eylemleri; Adalet ve Kalkınma
Partisi'nin, yasa, Anayasa ve İHAS tarafından korunmayan, hedeflediği amaç veya
siyasi projeyi gerçekleştirmek, kolaylaştırmak, altyapı hazırlamak veya bunları
ifadeye yönelik olup, bu eylemler de davalı partiye isnat edilebilir
niteliktedir.
Bu noktada şunu da belirtmek gerekmektedir ki, partiyi
temsil eden organlarca gerçekleştirilen eylem veya söylemlerin, partinin değil
kendi kişisel görüşleri olduğu açıklanmadıkça, bu söylem ve eylemler de partiye
isnat edilebilecektir. Ancak, siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmak adına,
siyasi partinin amaç ve hedefleriyle örtüşen eylem ve söylemlerin, kendi
kişisel görüşleri olduğunun açıklanması da, yoğunluk ve sıfatlara bakıldığında,
(çok sayıda milletvekili ve belediye başkanı tarafından) kuşkusuz siyasi
partiyi sorumluluktan kurtarmayacaktır.
Davalı partinin çoğulcu demokrasi ilkelerine aykırı
olarak, zaman zaman milletvekillerine ve diğer partililere konuşma yasağı
getirmesi de, bu yasağa rağmen en yetkili konumda bulunan milletvekillerinin
dahi açıklama yapmayı sürdürmeleri gözetildiğinde, yasaklamanın partiyi
sorumluluktan kurtarmaya yönelik aldatıcı bir tavır olduğunu ortaya
çıkarmaktadır.
İktidarda bulunan her siyasi parti, kuşkusuz kendi
kadrolarını da, (bir örnek olarak bakan düzeyinde) devlet birimlerine
taşımaktadır. Bu noktada, siyasi parti mensuplarına devlet mekanizması gereği
yakın planda çalışan, böylece siyasi partililerle yakın ve/veya yoğun ilişkide
bulunan kamu görevlilerinin eylemleri önem kazanmaktadır. 3046 sayılı Yasa'nın
21 nci ve 22 nci maddeleri de bu irdelemeyi zorunlu kılmaktadır.
Devletin idare mekanizması, söz konusu görevlinin
bulunduğu makamın ışığında, ancak dar bir yoruma tabi tutulmaktadır. Bu
bağlamda, devlet birimlerinde siyasi parti mensuplarına yakın planda çalışan
müsteşarların ve müsteşarların bakış açılarını yansıtan müsteşar yardımcıları
ile genel müdürlerin eylemlerinin, siyasi sorumluluğu Bakan ve dolayısıyla
Başbakan'a aittir. Bu siyasi sorumluluk, yukarıda gösterilen eylemlerin parti
politikaları doğrultusunda biçimlenmesi, partinin amaçlarını gerçekleştirmeye
yönelik olması karşısında anılan bürokratların iktidar partisinin bakış açısına
göre biçimlenen eylemlerinden, iktidarı yöneten partinin dolayısıyla Adalet ve
Kalkınma Partisi'nin sorumluluğu söz konusudur.
Yine 5442 sayılı Yasa'nın 9 ncu maddesinin birinci
fıkrasına göre, il'lerde hükümetin ve her bir bakanın temsilcisi ve siyasi
yürütme organı olan valiler ile bu Yasa'nın 31/A maddesine göre kaymakamların,
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kapatmaya konu modeli gerçekleştirme anlamındaki
uygulamalarına göz yummalarından, desteklemelerinden ve bu eylemleri
uygulamalarıyla kolaylaştırmalarından, parti kaynaklı çıkış noktası uyarınca
bakan, başbakan ve hükümet siyasi yönden sorumludur. Buradaki siyasi
sorumluluk, iktidarın siyasetini belirleyen davalı Adalet ve Kalkınma
Partisi'ni de sorumlu kılmakta ve bağlamaktadır.
Yukarıda anlatılan eylemlerde bulunan bürokratların bu
davranışları, bütünüyle siyasi iktidar çıkışlı ve iktidarın bakış açısıyla
biçimlenmiştir. Bu yönden, siyasi sorumluluk iktidara aittir. Bu siyasi
sorumluluk hükümet siyasetini yönlendiren Adalet ve Kalkınma Partisi'nden
biçimlendirildiğine göre, kuşkusuz davalı partinin sorumluluğu söz konusudur.
Çünkü iktidardaki siyasi partinin amaçladığı modeli gerçekleştirmek için, bir
bütünlük içerisinde ve bir bütünün parçalarını oluşturmak adına bu eylemler
ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla devlet kadrolarında yer alan anılan
görevlilerin (Müsteşar, Müsteşar yardımcısı, genel müdür, vali, kaymakam,
baştabip, belediye başkanı, okul müdürü, vb.) eylemleri de, siyasi partinin
bakış açısına ve bunun da bir gereği olarak ortaya çıkması ve biçimlenmesi
nedeniyle siyasi partiye isnat edilmesi gerekmektedir.
Bu bağlamda 22 Temmuz 2008 Genel Seçimi ile Adalet ve
Kalkınma Partisinden milletvekili seçilen Başbakanlık Eski Müsteşarı Ömer
Dinçer'in müsteşarlığı dönemindeki konumu nedeniyle anılan kişinin bu dönemdeki
iş ve işlemleri, ayrıca önem taşımaktadır. Bürokrasinin en tepesinde bulunduğu
sırada bu kişinin de etkisiyle yapılanan kadrolarla, iktidar partisinin
laikliğe aykırı eylem ve söylemleri gerçekleştirilmekte ve dile getirilmekte,
siyasi parti kendisini sorumlu kılmamak adına, devlet mekanizması gereğince
yakın ilişkide bulunduğu bu kadrolardaki kişilerin, siyasi parti tarafından da
benimsenen iş ve işlemleri, tartışmasız olarak siyasi partiyi bağlamaktadır.
Siyasi partinin hedef ve amaçlarıyla bağdaşmayan eylem
veya söylemler nedeniyle, ilgili kişilerin eleştirilmemesi ve haklarında
disiplin soruşturmasının başlatılmaması, bu eylem ve söylemlerin o siyasi parti
tarafından benimsendiği anlamındadır.
Siyasi partinin hedef ve amaçlarıyla açıkça örtüşen eylem
ve söylemler nedeniyle siyasi partinin bu eylem veya söylem sahiplerini
eleştirmesi veya haklarında soruşturma yapması, sadece partinin kendisini bu
eylemlerden sorumlu kılmamak amacına yönelik olduğunda, bu eylem ve söylemler
de siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmamaktadır. Göstermelik olarak
başlatılan, sonuçsuz kalan veya öngörülenden daha az yaptırımla sonuçlanan
soruşturmalar da, o siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmamaktadır (RP/Türkiye
Daire Kararı). Bu nedenle yukarıda irdelenen eylemlerin soruşturma konusu olması,
bu eylemlerin Adalet ve Kalkınma Partisi'ne yüklenmesine engel değildir.
(Ek.129)
e- Eylemlerdeki 'yöntemin' hukuksal yönden irdelenmesi
Davalı partinin din ve dince kutsal sayılan şeyleri
istismar ederek, ancak 'mutabakat süreçleri' olarak adlandırdıkları yöntemle
toplumun İslami bir yapıya doğru evrimleşmesini sağladıktan sonra şeriatı
egemen kılacakları gerçeğinden hareketle ve şeriatın tüm toplumu İslami bir
düzene kavuşturmayı esas alan 'cihat' boyutu ile davalı partinin halen iktidar
partisi olması gözetildiğinde; laik rejimi değiştirmek noktasında maddi güç
kullanması ve bu tehlikenin uzak olmadığı bir gerçektir. Nitekim Adalet ve
Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayip Erdoğan ve diğer partililerin
demokrasiyi çoğulcu değil, 'çoğunlukçu' olarak algıladıklarını gösteren eylem
ve demeçleri olası bir 'çoğunluk diktasının' açık işaretleridir.
Davalı siyasi partinin ortaya konulan eylemlerinin laik
bir hukuk düzeniyle bağdaşmadığı yukarıda açıklanmıştır.
Laik hukuk düzeniyle bağdaşmayan eylemlerin odağı
durumuna gelen siyasi parti için, kapatma yaptırımı dışında ara çözüm ve
yaptırımların uygulanabilmesi; gerek eylemlerdeki yoğunluğun ulaştığı boyut,
gerekse iktidarı çoğunluk olarak elde etmeleri karşısında, ortaya çıkan somut
ve açık tehlike, gerekse mevzuat gözetildiğinde, söz konusu olamaz.
Davalı siyasi parti, demokratik düzende faaliyette
bulunarak, Anayasa ve SPY'ye aykırı olarak, demokrasi ötesi bir sisteme
ulaşmaya ve bu sistemi gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Adalet ve Kalkınma
Partisi'nin, demokratik sistemin sağladığı serbestilerden hareket ederek
amacına ulaşmaya çalışması, gerek Anayasa'nın 14 ncü maddesi, gerekse İHAS'ın
17 nci ile BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi'nin 5 nci maddesi
gözetildiğinde koruma göremez.
Davalı siyasi parti, bu eylemlerini gerçekleştirirken,
çoğunluk iktidarına sahip olmanın avantajlarını da kullanmaktadır. Öncelikle
yaratılan kadrolaşma boyutuyla, kamuda laik hukuk düzeninin gereklerini yerine
getirenler sindirilmekte ve baskı uygulanmaktadır. Mevcut kadrolaşmayla,
yukarıdan aşağıya doğru bir yapılanmaya adım atılmaktadır. (Ek. 164, 174)
Laikliğe aykırı bir sistemi, öncelikle toplumsal,
sonrasında hukuksal modelle gerçekleştirmek söz konusu olduğuna göre, 'amaç
sistemin' içeriğinin irdelenmesi gerekmektedir.
Amaçlanan şer'i sistem ve son noktada şeriat, kuşkusuz
cihadı da içinde barındırmaktadır. Demokratik bir sistem, Nazi Almanya'sı
örneğinde olduğu gibi demokratik yolları kullanarak iktidarı ele geçirip
demokrasiyi ortadan kaldırılabileceği gibi, demokratik olmayan yöntemlerle de
ortadan kaldırılabilir. Davalı partinin amaçladığı rejimi demokratik yollardan
gerçekleştirememesi durumunda, şeriatın gereği olan cihadın devreye girmesi söz
konusu olabilecektir. Dolayısıyla gerektiğinde cihada, yani şiddete başvurulması
olasıdır.
Bir iktidar partisinin, iktidar olanaklarından hareketle
hukuksal yollardan ya da cihat yoluyla amacına her zaman ulaşması olanaklıdır.
Ülkemizde şeri sistem, ancak bir devrimle tasfiye edilmiştir. Bu devrim
öncesinin şeriat uygulamalarından günümüze miras kalan kültür ve o kültürün
yeşerdiği dinsel iklim gözetildiğinde ilk etapta şiddete başvurmadan bile ciddi
bir şeriat yanlısı taraftar kitlesi bulmak mümkündür. Çünkü din istismarı
yoluyla kolayca harekete geçirilebilecek bir tabanın her zaman mevcut olduğu
yakın tarihsel deneyimlerle kanıtlanmıştır. Bu nedenle, egemen olan dinsel
inancın (şeriatının) içeriği ve tarihsel deneyimler gözetildiğinde laiklik
ilkesinin korunması anlamında Türkiye'nin daha hassas davranması zorunluluğu
doğmakta ve bu durum ülkemizin takdir hakkını genişletmektedir.
Eylemleriyle ve özellikle laiklik ilkesini dolaylı yoldan
bertaraf edecek Anayasa'nın 10'ncu ve 42'nci maddelerinin değiştirilmesi,
Yüksek Öğretim Yasasının Ek 17'nci maddesinde düşünülen değişiklik ile İslami
modeli gerçekleştirmeyi açıkça ortaya koyan siyasi partinin kapatılmasının
zorlayıcı sosyal gereksinim ve demokratik toplum gereklerine aykırı, soyut,
uzak ve gerçekleşemez olduğu ileri sürülemez. Çünkü iktidar olanaklarını
kullanan bir siyasi parti için, bu konuların somutlaşması demek, zaten
demokratik sistemin ortadan kaldırılmasıyla eş anlamlıdır. Dolayısıyla,
şeriatın yani şiddetin somutlaşması durumunda, ortada kendini korumaya
çalışacak bir demokratik sistem de söz konusu olmayacaktır.
Dini esaslara dayanan bir devlet sistemi kurmaya
(Şeriata) aşama aşama geçilmesi karşısında, iktidar açıkça şiddete
başvurmadığı, bu nedenle kapatılmasının söz konusu olamayacağı ileri sürülemez.
RP/Türkiye kararı da bu konuya işaret etmektedir. Kaldı ki, davalı siyasi
partinin, hoşgörünün olmadığı ve ayrımcılığın ön planda tutulduğu bir sistemi
hedeflediği ve bu doğrultuda eylemlerde bulunduğu açıktır. Zaten iktidar
olmanın avantajları ile ve demokratik yöntemi kullanarak hedefe ulaşma olanağı
elde edilmişse, bu aşamada şiddet kullanmanın gereksizliği de ortadadır.
Kapatma yaptırımı, son aşamada şiddet ve şiddet çağrısını amaçlayan bir modeli
engellemeye yönelik olması nedeniyle hukuka uygundur.
Kaldı ki davalı partinin sahip olduğu iktidar olma
çerçevesinde amaçladığı yasa dışı siyasi modele yönelik eylemleri karşısında,
iktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle de söz konusudur. Bu
durum bile davalı partinin hedefine ulaşmasını kolaylaştırmaktadır.
f- Kapatma yaptırımının zamanlama açısından gerekliliği
Davalı siyasi partinin izlediği politikanın ortaya
çıkardığı tehlike belirgin ve yakındır. Medeni barışa ve ülkenin demokratik
rejimine zarar verebilecek somut adımlar atılmıştır. Önce, bu adımların
engellenmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Ulusal iradeyi oluşturmak amacıyla
iktidara gelerek devleti yönlendiren davalı siyasi parti yönünden, çoğulcu
demokrasiyle bağdaşmayan projesinin ancak kapatma yaptırımıyla engellenecek
olması karşısında, kapatma davasına başvurulması gerekli ve iktidar olanaklarının
kullanıldığı dönemi yansıtan tablo gözetildiğinde zorunludur.
Evvelce de belirtildiği üzere olayda kapatma yaptırımı
uygulanması, çoğulcu demokratik sistemde yapılması gereken ve hukuksal yoldan
uygulanabilecek amaca uygun ve orantılı tek seçenektir.
İddianamemizde ve ek klasörde gösterilen davalı siyasi
partinin eylemleri, Anayasanın 68. maddesinin 4. fıkrası kapsamında 'insan
haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik
ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı bulunmaması ve ayrıca herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlamanın yasak olması' kurallarına
aykırılık oluşturmaktadır. Kapatma yaptırımı, İHAS'ın 11. maddesinin 2. fıkrası
gözetildiğinde 'kamu düzeninin sağlanması, başkalarının hak ve özgürlüklerinin
korunması' ilkeleri çerçevesinde demokratik toplum ilkelerine uygun ve yasa ile
öngörülmüş bir yaptırımdır.
Çoğunluk iktidarına sahip davalı siyasi partinin
eylemlerinin yoğunluğu gözetildiğinde, onu amacından alıkoyacak ara yaptırımlar
ve ara çözümler, somut duruma göre olanaklı değildir. Bu nedenle kapatma
yaptırımı, dava yönünden radikal olmayıp, olaya uygun ve orantılı bir
yaptırımdır.
Olayda, laik hukuk düzenine aykırı eylemlerin odağı olan
bir siyasi partinin söz konusu olması karşısında, üstelik bu partinin de
çoğunluk iktidarına sahip olduğu gözetildiğinde, amaçlanan modelin
gerçekleştirilmesi anlamında bir tehlikenin var olduğu ve tehlikenin de
yeterince yakın olduğu, davalı partinin eylemlerinin öngördüğü toplum modelini
oluşturmaya elverişli bulunduğu, iktidarları süresince her geçen gün riskin
arttığı görülmektedir. Kamusal alanda ve TBMM'nde de türbana serbestlik
sağlanmasına yönelik beyanlar ile imam hatip lisesi mezunlarına uygulanan
katsayı sisteminin kaldırılması girişimleri bu tehlikeyi daha somut ve yakın
kılmaktadır. Davalı Partinin, toplumsal barışı tehlikeye düşürene ve öngördüğü
modeli gerçekleştirene kadar beklenilmesi doğal olarak söz konusu olamaz.
Bu noktada davalı siyasi partiyi amacından uzaklaştıracak
ve sosyal yönden de gereksinim duyulan tek ve zorunlu yöntem, yalnızca kapatma
yaptırımı olup, toplumu karşılaştığı bu tehlikeden başka türlü korumanın
olanağı kalmamıştır.
5- Kapatma yaptırımının orantısallığı
Siyasi parti kapatma yaptırımı, bir siyasi partiye
uygulanabilecek en radikal ve en ağır yaptırımdır. Bu nedenle, kapatma
yaptırımı en ciddi ve en ağır durumlarda uygulanmalı, eylemlerle arasında
orantısal bir denge bulunmalıdır.
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin laiklik karşıtı eylemlerin
odağı durumuna gelmesinden başka, söz konusu eylemlerdeki yoğunluğun ve
kararlılığın düzeyi gözetildiğinde, eylemleri toplumu çok ciddi ve ağır
sonuçlarla yüz yüze bırakmaya elverişlidir. Cumhuriyetin kurulmasıyla terk
edilen bir sistemin değerlerinin gündeme getirilmesi, demokratik sistem ve
toplum yönünden laik düzenin tesisi ve korunmasında kaçınılmaz olarak çok ağır
sonuçlara neden olacaktır.
Bu bağlamda davalı siyasi partinin kapatılması; dava
konusu eylemler ile uygulanacak kapatma yaptırımının sonuçları ve yaşanan
tarihsel koşullardan kaynaklanan ihtiyaçlar gözetildiğinde; orantısız ve
radikal bir yaptırım olmayıp, uygun, gerekli ve orantılı bir yaptırımdır.
6- Eylemleriyle siyasi partinin kapatılmasına neden olan
(kurucu dahil) üyeleri
Kapatma yaptırımını gerektiren davaya konu eylemler
gözetildiğinde, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kapatılmasına beyan ve
eylemleriyle neden olan kurucu dahil üyelerinin belirlenmesi, bu kişilere
Anayasa'nın 69 ncu maddesinin dokuzuncu fıkrası ve SPY'nın 95 nci maddesi
uyarınca uygulanacak önlem (yasaklılık) yönünden önem kazanmaktadır.
Anılan önlemin uygulanabilmesi için, eylem ile önlem
arasında, 'ilgili ve yeterli olma' ölçütlerinin gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu
anlamda iddianamede irdelenen, kararlılık ve yoğunlukla işlenen eylemler
gözetildiğinde; aşağıda sıralanan kişiler ve eylemleri, kapatma yaptırımı ile
doğrudan ilgili olup, eylemlerinin boyutu ve niteliği itibarıyla, Anayasa ve
SPY'da belirtilen önlemin uygulanmasını zorunlu kılmaktadır. Eylemlerin boyut
ve niteliği itibarıyla, söz konusu önlemin uygulanması da somut olay yönünden
yeterlidir.
Davalı partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline
gelmesi ile ilgili olarak fiil ve beyanları bulunan:
1- Recep Tayip Erdoğan
2- Bülent Arınç
3- Abdullah Gül
4- Hüseyin Çelik
5- Ömer Dinçer
6- Fahri Keskin
7- Burhan Kuzu
8- Eyüp Fatsa
9- Nihat Eri
10- Eyüp Sanay
11- Tayyar Altıkulaç
12- Ömer Özyılmaz
13- Sadullah Ergin
14- Cavit Torun
15- Asım Aykan
16- İrfan Gündüz
17- Mehmet Çiçek
18- İdris Naim Şahin
19- Binali Yıldırım
20- Akif Gülle
21- Hasan Kara
22- Fehmi Hüsrev Kutlu
23- Musa Uzunkaya
24- Mehmet Aydın
25- Güldal Akşit
26- Ersönmez Yarbay
27- Ahmet Faruk Ünsal
28- Mehmet Elkatmış
29- Abdullah Çalışkan
30- Nihat Ergün
31- Bülent Gedikli
32- Egemen Bağış
33- Resul Tosun
34- Hayati Yazıcı
35- Sadık Yakut
36- Abdurrahman Kurt
37- Muzaffer Külcü
38- Selami Uzun
39- Fatma Seniha Nükhet Hotar Göksel
40- Dengir Mir Mehmet Fırat
41- Mehmet Zafer Üskül
42- Hüseyin Tuğcu
43- Mehmet Cemal Öztaylan
44- Hüsnü Tuna
45- Fatma Şahin
46- Muzaffer Gülyurt
47- Muhyettin Aksak
48- Bekir Bozdağ
49- Nurettin Canikli
50- Mustafa Elitaş
51- Recep Akdağ
52- Cevdet Erdöl
53- Hüseyin Tanrıverdi
54- Ayşe Böhürler
55- Hasan Cüneyt ZAPSU
56- Hasan BALAMAN
57- Ali Uğurlu
58- Kamil Ünal
59- Mustafa Burna
60- Ali Tekin
61- Süleyman KALDIRIM
62- Mustafa TARLACI
63- Ayşe YÜREKLİTÜRK
64- Ahmet GENÇ
65- Mehmet Demirci
66- Ahmet Misbah DEMİRCAN
67- Hüseyin Turan
68- İbrahim Karaosmanoğlu
69- Alaaddin Yılmaz
70- İbrahim HALICI
71- Ahmet Şükrü Kılıç,
haklarında; Anayasa'nın 69 ncu maddesinin dokuzuncu
fıkrasında ve SPY'nın 95 nci maddesinde belirtildiği üzere, 'kapatmaya
ilişkin kesin kararın, Resmi Gazete'de gerekçeleri olarak yayımlanmasından
başlayarak beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve
deneticisi olamayacaklarına da' hükmedilmesi gerekmektedir.
E- SONUÇ
Yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı;
a- Adalet
ve Kalkınma Partisi'nin, laikliğe aykırı eylemlerin odağı durumuna geldiğinin
tespiti ile eylemlerinin ağırlığı da gözetilerek, Anayasa'nın 69 ncu maddesinin
altıncı fıkrası ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın 101 nci maddesinin b
bendi uyarınca kapatılmasına,
b- Davalı Partinin
Genel Başkanı Recep Tayip Erdoğan'dan başlamak üzere yukarıda isimleri
sayılanların Anayasa'nın 69 ncu maddesinin 9 ncu fıkrası ve 2820 sayılı Siyasi
Partiler Yasası'nın 95 nci maddesi uyarınca temelli kapatılmaya ilişkin kararın
Resmi Gazete'de yayınlanmasından itibaren beş yıl süreyle bir başka siyasi
partinin kurucusu, yöneticisi, deneticisi ve üyesi olamayacaklarına,
karar verilmesi kamu adına arz ve talep olunur.'
II- DAVALI SİYASİ PARTİNİN ÖN SAVUNMASI
Davalı Siyasi Parti'nin 30.4.2008 tarihli ön savunması:
'GİRİŞ
Siyaset alanında, olgular ile algılar arasında ciddi
farklılıklar yaşanabilmekte, olgular siyasi görüşlere göre farklı
yorumlanabilmektedir. Hukuk alanında ise sübjektif değerlendirme ve algılar
yerine olguları, nesnel gerçeklikleri, somut olay ve eylemleri objektif norm ve
kurallarla değerlendirmek bir zorunluluktur.
Hukuk alanında keyfilik, kişisellik ve sübjektiflik, bu
iddianamede görüldüğü gibi gerçeklikten uzaklaşmaya ve hukuk standartlarının
örselenmesine yol açmaktadır.
Hukuk alanında olguların doğru algılanamaması ve çarpık
bir okuma sonucu gerçeklerle ilgisi olmayan sonuçlara ulaşılmasının hepimiz
için telafisi imkansız zararlar doğuracağı açıktır.
Bu iddianame, hukuk sisteminin en temel karakteri olan
objektiflik, nesnellik, nedensellik ve rasyonelliğe dayanmamakta; en iyimser yaklaşımla
bir algılama sorununun varlığını ortaya koymaktadır. Partimiz hakkında
hazırlanan iddianame, baştan aşağı gerçekleri tersyüz eden, değerleri ve
kavramları birbirine karıştıran, dahası koruyor gibi göründüğü ilkelere zarar
veren ön yargılı bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Bu iddianamenin gerçekte olup
bitenle bir ilgisi bulunmamaktadır. Esasen böyle bir ilgi kurma kaygısı
taşımadığı da ortadadır. Bu nedenle, iddianamenin ortaya koyduklarıyla
gerçekler arasında derin bir uçurum bulunmaktadır. Sonuçta iddianamenin
kanıtladığı tek şey de budur.
Bu iddianame, bir çelişkiler yumağıdır. Kurulduğu andan
beri Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün gösterdiği çağdaş
uygarlık hedefine doğru kararlılıkla yürüyen ve bu yürüyüşün en önemli dönemeci
olan Avrupa Birliği'ne tam üyelik hedefinin gerçekleşmesi için gerekli her
adımı atan bir partinin, laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiğini ileri
sürmek bir çelişkidir.
Sorunları derinleştirmek yerine çözüm arayan
siyasetlerin, anayasal düzenimizin temel esaslarını güçlendirmeye mi hizmet
ettiği, yoksa Başsavcı'nın iddia ettiği gibi zayıflatmayı mı amaçladığı sorusu,
bize göre meselenin esasını ortaya koymaktadır.
Milletimizin talep ve ihtiyaçlarıyla, hak ve
özgürlükleriyle, laiklik gibi devletimizin temel esasları arasındaki yapay
çelişkileri ortadan kaldırmayı amaçlayan bu 'büyük uzlaşma' arayışımız,
Başsavcı'ya göre suç oluşturmaktadır.
Dayatmacı, dışlayıcı ve ayrıştırıcı bir siyasi anlayışa
karşı, demokratik ve laik bir hukuk devleti olan Cumhuriyetin değer ve
niteliklerini birleştirici ortak paydalarımız olarak siyasi rekabetin üzerinde
tutmaya çalışan bir partiyi, Cumhuriyetin niteliklerine aykırı bir oluşum
olarak göstermeye çalışmak ciddi bir paradoksu yansıtmaktadır.
Yeni bir siyaset anlayışıyla demokrasinin kökleşmesi ve
özgürlüklerin alanının genişlemesi için gayret gösteren bir partinin siyasi
projesinin, son kertede demokrasiyle bağdaşmadığını söylemek de ciddi bir
çelişkidir. Milletin menfaatlerini içeride ve dışarıda en iyi şekilde savunan,
Cumhuriyetimizin insan hakları, demokrasi, laiklik ve hukukun üstünlüğü gibi
değerlerini koruyup geliştirmeye çalışan bir siyasi partinin demokrasiye aykırı
bir siyasi projesinin olduğunu iddia etmek anlaşılabilir bir durum değildir.
Kuruluşundan itibaren şeffaflığı ve hesap verebilirliği
şiar edinmiş ve bunu uygulamalarıyla da kanıtlamış bir siyasi partiyi, 'gizli
gündem'i olmakla ve 'takiyye' yapmakla suçlamak ise çelişkilerin belki de en
büyüğüdür. Biz ülkemizi daha ileriye taşımaya yönelik tüm adımlarımızı milletin
önünde attık. Açıkladıklarımız ve yaptıklarımız dışında gizli gündemimiz hiçbir
zaman olmadı, bundan sonra da olmayacaktır.
Hakkımızda düzenlenen iddianamede temel sorun, AK
Partinin siyasi felsefesi ve vizyonunun anlaşılamamış, hatta daha da vahimi
yanlış anlaşılmış olmasıdır. İddianamede portresi çizilmeye çalışılan partiyle
AK partinin hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.
Adalet ve Kalkınma Partisi, ekonomik ve siyasi krizlerin
olumsuz tesirlerinin görüldüğü; din-devlet, din-siyaset, devlet-toplum
ilişkisindeki gerilimlerin yoğun olarak hissedildiği bir dönemde yeni bir
siyaset anlayışı ve tarzıyla ortaya çıkmıştır. Muhafazakar Demokrat bir siyasal
kimlik geliştiren AK Parti, siyaseti normalleştirmeyi, siyaseti gerçekçi bir
eksene oturtmayı, Türk siyasetinin kronik gerilim alanlarını rahatlatmayı
amaçlamıştır.
AK Partinin kendisini net, somut ve çerçevesi belirlenmiş
bir şekilde ortaya koyması, 'gizli gündem', 'takiyye' gibi olumsuz
çağrışımların gereksiz gerilimler üretmesini engellediği gibi,
kimlik-eylem-söylem uyumunu sağlayarak siyasete kalite kazandırmak açısından da
önemli bir farklılık oluşturmuştur.
Partimizin siyaseti normalleştirme amacıyla geliştirmeye
çalıştığı siyasal kimlik yapısının ana merkezini çatışmacı 'kimlik siyaseti'nin
reddi oluşturmaktadır.
AK Parti Türkiye'nin geleneksel kültürel değerleri ile
'muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma' hedefi arasında bir çelişki değil,
uyum olduğunu gösteren politikalar üretmiştir. Bunu yaparken AK Parti'nin
sosyolojik gücü ile siyasi perspektifinin ürettiği sinerji, Cumhuriyetimizin
mayasında bulunan modernleşme hedefine odaklanmıştır.
AK Parti, toplumun tüm kesimlerinden, ülkemizin her
bölgesinden, bütün ekonomik ve sosyolojik katmanlarından oy almış bir merkez
partisidir. Partimiz, son genel seçimlerde 81 ilin biri hariç tümünde
milletvekili çıkaran tek partidir. Dolayısıyla AK Parti Türkiye'nin birlik ve
bütünlüğünün teminatıdır. Toplumun tüm kesimleriyle buluşmuş ve toplumsal
barışın, ülkenin birlik ve bütünlüğünün teminatı haline gelmiş bir partinin
Anayasaya aykırı eylemlerin odağı olarak gösterilmesi düşünülemez.
AK Parti, toplumsal merkeze yaslanarak ilk günden
itibaren ülkemizin ve milletimizin tüm hassasiyetlerine duyarlı davranmaya
azami özen göstermiştir.
Üniter devlet, laik devlet, demokratik devlet vurgusu, AK
Parti'nin temel siyasi misyonudur.
AK Parti, 22 Temmuz seçimlerinde her mitinginde 'tek
millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet' vurgusu yapmış, bölge ayırt etmeden
aynı hassasiyeti sergilemiştir.
AK Partinin laiklik konusunda geliştirdiği anlayış ve
siyasi duruş da Türk siyaseti açısından büyük önem taşımaktadır. AK Parti
hükümetleri yasal çerçevede laikliğin kurumsal ve pratik şartlarına saygı
göstermenin ötesinde, geniş kitlelerin devletin laik karakterini sahiplenmesine
önemli bir katkı sağlamıştır. Laikliğin geniş kitleler tarafından
benimsenmesinde, farklı kesimlerin sisteme entegre edilmesinde partimiz, önemli
bir misyon icra etmektedir.
Bu nedenle, AK Parti laikliğe karşı odak olan değil,
laikliği toplumsallaştıran bir harekettir.
Diğer yandan, bu dava maalesef ülkemize ve milletimize
ağır ekonomik ve siyasi bedeller ödetebilecek bir süreci başlatmıştır.
Gerçekten de, AK Parti hakkında düzenlenen iddianame, Türkiye'nin demokratik
hayatını sarsan, milli iradenin üstünlüğünü tartışmaya açan, gerçeklikleri
değil tezvirat ve yakıştırmaları öne çıkaran bir anlayışa dayanmaktadır.
Bu davayla hukuk sistemimiz zarar görmektedir. Hukukun
siyasallaştığı düşüncesi, vatandaşların hukuka karşı güven duygusunu
zedelemektedir.
Bu davayla Demokrasimiz zarar görmektedir. Meclis
demokrasinin kalbi, partiler ise bu kalbe kan taşıyan ana damarlardır.
Partilerin kolaylıkla kapatılabilmesi, çoğulcu demokratik siyasetin sorun çözme
işlevini yok etmektedir. Milletimizin demokrasiye olan inanç ve güvenini
derinden sarsmaktadır.
Bu davayla ülkemiz ve milletimiz zarar görmektedir.
Siyasi ve ekonomik istikrarın tahrip edilmesi ülkenin ve halkın fakirleşmesi,
kaybetmesi demektir. Türkiye'ye onlarca yıl kaybettirmeye kimsenin hakkı olmamalıdır.
Bu davayla Devletimizin bütünlüğü zarar görmektedir.
Türkiye'nin birlik ve bütünlüğünü zedeleyecek düşünce ve hareketler, bu süreçte
güç ve zemin kazanmaya çalışacaktır.
Hakkımızda düzenlenen bu iddianamedeki hiçbir iddia ve
ithamı kesinlikle kabul etmiyoruz. İddianamenin hukuki ve siyasi anlamda hiçbir
meşruiyetinin de olmadığına inanıyoruz.
Biz bu iddianamede partimizin değil, partimize gönül
veren milletimizin ve onun temel değerlerinin itham edildiğini düşünüyoruz. Bu
iddianamenin konusu sadece AK Parti değil, onun üzerinden millet iradesi ve
demokratik siyasettir.
Bu iddianame, Cumhuriyetimizin niteliklerinin halkımızca
yeterince sahiplenilmediği varsayımına dayanmakta, milletimizin devletine ve
Cumhuriyetine olan sadakatini tartışmalı hale getirmektedir. Cumhuriyetimizin
bütün kazanımlarını, bütün başarılarını inkar anlamına gelen bu haksız
varsayımı kabul etmek mümkün değildir. Atatürk, Cumhuriyetin temeli olan ilke
ve inkılâpları millete emanet etmeden yaşatmanın mümkün olmadığına güçlü bir
şekilde inanmış, kurduğu yeni rejimin bütün esaslarını, bu inançla Türkiye
Büyük Millet Meclis'in demokratik iradesiyle hayata geçirmiştir. Bu sebeple
Atatürk ilke ve inkılâplarının koruyucusu, onları hayata geçiren TBMM'dir, bir
bütün olarak Türk milletidir. Türkiye Cumhuriyeti, bütün nitelikleriyle
milletimize mal olmuştur, çağdaşlaşma süreci milletle buluşmak anlamında
amacına ulaşmıştır. AK Parti'nin iktidarda olduğu bu dönemde AB'ye tam üyelik
yolunda kat ettiğimiz mesafe başta olmak üzere, Atatürk'ün işaret ettiği
çağdaşlaşma hedeflerine her zamankinden daha çok yaklaştığımız aşikardır.
Son seçimde neredeyse iki kişiden birinin oyuyla çok
güçlü bir demokratik temsil yetkisi alan AK Parti, milletimizin daha
demokratik, özgür ve çoğulcu bir toplumda müreffeh ve huzur içinde birlikte
yaşama hakkını daima savunmuştur, bundan sonra da savunmaya devam edecektir.
Kapatma talebiyle açılan bu davada, amacımız sadece
partimizi savunmak değildir. Esasen biz milletimize ve devletimize hizmetten başka
savunmayı gerektirecek hiçbir şey yapmadık. Siyaseti her zaman millete hizmetin
aracı olarak gördük. Söylem ve eylemlerimiz insan haklarına saygılı,
demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyetimizin daima ileri
götürülmesine yöneliktir.
Bu bağlamda aşağıda söyleyeceklerimiz, tarihe ve tanıklık
ettiğimiz çağa düştüğümüz notlar olarak görülmelidir. AK Parti olarak bu
açıklamaları, aziz milletimize ve devletimize karşı üstlendiğimiz görev ve
sorumluluğun bir gereği olarak görüyoruz.
I. BU DAVA HUKUKİ DEĞİL, SİYASİ BİR DAVADIR
1. Genel olarak
AK Parti hakkında düzenlenen iddianame, hukuki bir metin
olmaktan ziyade, ülkenin gerçeklerini ve iktidar partisinin icraatlarını
görmezlikten gelerek, korku ve vehimlerden hareketle geleceğe yönelik spekülatif
öngörülere yer veren kurgusal bir metin niteliğindedir. Muhalif siyasi
partilerin iktidarları yıpratmak için bu tür yollara başvurmaları
anlaşılabilir. Ancak, hukuk sanal değerlendirmelere değil, somut gerçekliklere,
belge ve bulgulara dayanmak zorundadır. Özellikle, sonuçları bakımından son
derece ağır yaptırımlar içeren siyasi parti kapatma davalarında doğruluğu bile
araştırılmaksızın gazete kupürlerinden seçilerek bir araya getirilen ve her
siyasi görüşten insanların söyleyebileceği sözlerle bir takım kurguların
temellendirilmeye çalışılması son derece tehlikelidir. Bu tehlike, söz konusu
siyasi parti yasama çoğunluğuna sahip ve yürütme görevini üstlenen iktidar
partisi ise daha da vahim bir boyuta ulaşmaktadır.
İktidar partileri, yasama faaliyetleri ve yürütme
icraatları üzerinden devlet yetkileri kullanan, dolayısıyla meşruiyetini
anayasal ve yasal mekanizmalarla sağlamış olan örgütlerdir. Tam da bu nedenle
siyasi parti kapatma yaptırımına mevzuatlarında yer veren demokratik ülkelerin
hiçbirinde iktidar partisinin kapatılmasına yönelik dava açılmamıştır. Hatta
birçok ülke bakımından böyle bir dava açmak mümkün bile değildir. Örneğin
Federal Alman Anayasa Mahkemesi Kanunu'nun 43 üncü maddesine göre, siyasi
partilerin anayasaya aykırı hâle geldiği iddiasıyla Federal Almanya Anayasa
Mahkemesi'ne başvurma yetkisi, Federal Meclis (Bundestag), Federal Senato
(Bundesrat) veya Federal Hükümet'e aittir. Söz konusu parti sadece eyalet
sınırları içerisinde faaliyet gösteriyorsa eyalet hükümeti başvuru yetkisine
sahiptir. Aynı şekilde Romanya'da Anayasa Mahkemesi Kanunu'nun 39 uncu maddesi
de bir partinin anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle Romanya Anayasa
Mahkemesine başvuru yetkisini Hükümet ile Senato ve Temsilciler Meclisi
başkanlarına vermektedir.
Türkiye'de de bazı anayasa hukukçuları iktidar partisinin
kapatılamayacağını açıkça vurgulamışlardır. Siyasi partiler hukuku konusunda
çalışmalarıyla bilinen Prof. Dr. Erdoğan Teziç, TÜSİAD'ın 1997 yılında
düzenlediği 'Siyasi Partiler' konulu toplantıda aynen şunları söylemiştir: 'Bir
şeyi unutmamak lazım, parti kapatma sayısı bugüne kadar 10'u aşkın, ama
Türkiye'de kapatılan partilere bakarsanız, ya marjinal partilerdir ya da 1982
askeri yönetimindeki [yönetiminden] sıyrılırken Anayasa Mahkemesi'nin önüne gelen
davalardır. Bir iktidar partisi için kapatma mekanizmasının işlemesi
düşünülemez.' (TÜSİAD, Siyasi Partiler Yasası, 'Demokratik Standartların
Yükseltilmesi Paketi', Tartışma Toplantıları Dizisi-1, Mayıs 1997, s.50).
İktidar partisinin kapatılması, yasama ve yürütme
organlarını felç ederek çalışamaz hale getirebilecek bir girişimdir. İçeride ve
dışarıda birçok kişinin kapatma davasını 'yargı darbesi' olarak
nitelendirmesinin arkasında da bu gerçeklik yatmaktadır. Demokratik bir sistemi
diğer rejimlerden ayıran temel özellik iktidarın sadece ve sadece seçim yoluyla
el değiştirmesidir. Bir ülkede iktidarlar seçim dışındaki yollarla değişiyor;
temel siyasi kararlar demokratik temsil meşruluğuna sahip olmayanlar tarafından
alınıyor ya da bunlar tarafından seçilmişlere dayatılıyorsa, o ülkede seçimler
düzenli olarak yapılıyor olsa bile, demokrasiden değil, ancak bir bürokratik
rejimden söz edilebilir.
Nitekim, Anayasa Mahkemesi'ne göre de 'Demokratik devlet,
egemenliğin bir kişi, zümre veya sınıf tarafından, belli sınıflar yararına
kullanılmadığı, serbest ve genel seçimin iktidara gelmede ve iktidardan
ayrılmada tek yol olarak kabul edildiği ve iktidarın bütün millet yararına
kullanıldığı' bir idare biçimidir.' (E.1963/173, K.1965/40, K.T. 26.09.1965).
Kaldı ki, etkin yargısal denetimin bulunduğu bir hukuk
devletinde iktidar partisinin özgürlükçü demokratik temel düzene yönelik bir
tehdit oluşturduğu da ileri sürülemez. Siyasi iktidarın icraatları anayasa
yargısı ve idari yargı yoluyla denetlenmek suretiyle Anayasanın üstünlüğü
etkili biçimde tesis edildiğinden, ayrıca iktidar partisine yönelik kapatma
davası açılmasını demokrasi ve hukuk devleti ile açıklamak mümkün değildir.
Diğer yandan, bu dava tüm zamanların en ironik davasıdır.
Kuruluşundan itibaren gece gündüz çalışarak Türkiye'yi Avrupa Birliği'nin tam
üyesi yapmak için uğraşan, ülkeyi demokratik ve laik bir Avrupa'nın parçası
haline getirmek için tüm adımları atan ve atmakta olan bir siyasi hareketi
'laiklik aleyhine fiillerin odağı' olmakla suçlamak akla, mantığa ve gerçeğe
aykırıdır. Cumhuriyetimizin en önemli çağdaşlaşma projesi olan Avrupa
Birliği'ne tam üyelik, temel dış politika hedeflerimizden biridir. İktidar
partisinin bu projenin gerçekleşmesi için atılması gereken tüm adımları büyük
bir fedakarlık ve gayretle attığı herkesin malumudur.
Türkiye'de devlet politikası haline gelen AB üyeliği
konusunda dönüm noktası sayılan adımlar iktidarımız döneminde atılmıştır.
Müzakere sürecini başlatan bir iktidara yönelik kapatma davasının bu süreci
nasıl bir tehlikeye sokacağını tahmin etmek güç değildir. Nitekim dava açıldığı
andan itibaren AB'nin en üst düzey yetkililerinin yaptıkları açıklama ve
verdikleri mesajlar çok açıktır. Yasama, yürütme ve yargı organlarıyla bir
bütün olarak hepimizin müzakereleri başarıyla tamamlama ve siyasi entegrasyonu
sağlama yükümlülüğümüz karşısında bu davanın süreci dinamitleyen niteliği
ortadadır. Tarihe ve gelecek nesillere şu notu düşmek istiyoruz: Tarih ve ona
şahitlik eden milletimiz ülkemizin çağdaş uygarlık mücadelesini engelleyenleri
affetmeyecektir.
İddianamenin özü, partimizin gerçekleştirmeyi amaçladığı
demokratik değişim ve dönüşümün demokrasiyle bağdaşmadığı varsayımına
dayanmaktadır. Bu iddia ve ithamın ispatı olarak da ifade özgürlüğü kapsamında
olan beyan ve açıklamalar ileri sürülmektedir. Türkiye'de açıklanması ifade
özgürlüğü kapsamında bulunan ve daha da önemlisi farklı siyasi partilerin de
açıkça benimsediği ve ifade ettiği görüşlerin delil olarak sunulması kabul
edilemez. Herkesin her ortamda rahatça söyleyebildiği sözlerin, bir siyasi
partinin mensuplarınca da dile getirilmesi söz konusu partinin aleyhine bir
delil olarak kullanılamaz.
AK Parti, Türkiye'de hak ve özgürlükler alanını
genişleterek demokrasiyi pekiştirmek için kurulmuş ve iktidar olmuş bir siyasi
partidir. İktidara geldiği 2002 yılından bu yana da bu hedefi gerçekleştirmek,
bu ülkeyi çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak için tüm gücüyle
çalışmaktadır.
2. İddianamenin Siyasi/İdeolojik Dili
Kapatma talebinde bulunan iddianame hukuk dışı bir dille
kaleme alınmıştır. Her şeyden önce, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın resmi
kayıtlarında Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kısaltmasının 'AK Parti' olarak
belirtilmesine rağmen, iddianamede ısrarla 'AKP' şeklinde kullanılması siyasi
bir tavrın göstergesidir.
Kamu adına dava açma yetkisine sahip bir makamın
siyaseten tarafsız bir söylem kullanması, iddia ve ithamlarını hukukla sınırlı
tutması gerekir. Halbuki iddianame siyasi ve ideolojik bir tercihi yansıtmakta,
bu haliyle hukuki bir metin olmaktan ziyade önyargıların egemen olduğu bir
siyasi bildiri niteliği taşımaktadır. Birkaç örnek vermek gerekirse:
'Siyasal İslam, yalnızca kişi ile tanrı arasındaki alanla
sınırlı kalmayıp, devlet ve toplum düzenini de kapsamına alma iddiasında
olmakla, totaliterdir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetinde siyasal İslam'ı esas
alan partilerin Avrupa'daki Hıristiyan demokrat partilerle benzerliği söz
konusu değildir.' (s.114)
'Demokrasiyi bir araç gören bu zihniyet, 'gerçek amacını
doksanlı yıllardan sonra dünyada küreselleşmenin merkez güçlerinin ülkemiz ve
bölge ülkeleri için ürettiği 'ılımlı İslam' ideolojisi ve onun siyasi hedefi
'Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) eşbaşkanları sıfatıyla söylemlerini insan
hakları, demokrasi, din ve vicdan özgürlüğü, öğrenim hakkı gibi asıl
referansları olan şeriatla hiç bağdaşmayan kavramların arkasına gizlenerek'
göstermişlerdir.' (s.117).
'Cumhuriyete ve onun aydınlanma felsefesine karşı
olanlar, uluslararası dengelerdeki değişim ve küreselleşmenin yarattığı tek
kutupluluğun yönlendirmesiyle Laik Cumhuriyete karşı bir rövanş arayışına
girişmişlerdir. 'Ancak bugünkü Laik Cumhuriyet karşıtları geçmişte hiç olmadığı
kadar ve üstelik bu kez uluslararası desteği de arkalarına alarak, karşı devrim
fırsatını ellerine geçirmişlerdir' Laik Cumhuriyet hiç olmadığı kadar
tehlikededir. Çünkü karşı devrimci unsurlar bugün marjinal unsurlar değil,
iktidardırlar' (s.142)
Partimize iktidar olduğu tarihten beri bazı marjinal
siyasi partiler, gazete ve dergiler kanalıyla yöneltilen bu tür eleştirilerin
aynen iddianamede yer alması hukuk adına üzüntü ve kaygı vericidir. Biz burada
normalde siyasi muarızlarımızın bize yönelttikleri bu tür ciddiyetten uzak
siyasi iddiaları cevap vermeye değer görmüyoruz. Ancak, partimizin kurulduğu
andan itibaren insan haklarına dayanan, demokratik, laik, çoğulcu bir hukuk
devleti olarak Cumhuriyetin korunması ve ilerlemesi için büyük çaba gösteren
bir siyasi parti olduğu iç ve dış kamuoyu tarafından bilinmektedir. AK Parti
olarak bu tür mesnetsiz iddialara siyasetin sağladığı her türlü meşru zeminde
şu ana kadar gerekli tüm cevapları verdik, bundan sonra da vermeye devam
edeceğiz.
Ancak biz yargının bu tartışmalara alet edilmesine
kesinlikle karşıyız. Zira bu durum, siyasi fikir mücadelesinin meşru zemininden
uzaklaştırılarak, tarafsız olması gereken hukuk ve yargı alanına taşınması
anlamına gelmektedir. Demokrasilerde iktidarlara yönelik muhalefet siyasi
partiler, sivil toplum örgütleri, medya ve aydınlar tarafından yapılabilir.
Yargı kurumları ise hiçbir zaman siyasi muhalefetin aracı olarak kullanılamaz,
kullanılmamalıdır. Aksi takdirde, siyasi görüşler karşısında tarafsız olması
gereken yargının siyasallaşması sürecine girilecektir. Bu da hukuk devleti ve
demokrasinin altını oyacak bir tehlikeyi beraberinde getirecektir. Hukuk
devletinin en önemli unsurlarından biri yargı tarafsızlığıdır. Yargının
tarafsızlığını kaybederek belli bir siyasi düşüncenin sözcüsü haline geldiğine
dair en küçük bir kuşku bile adalete olan güveni ve dolayısıyla hukuk devleti
anlayışını zedeleyecektir. Bu durum her şeyden önce yargıyı yıpratacaktır.
Dolayısıyla en başta yargı mensuplarının bu sonucu doğuracak söylem ve
eylemlerden kaçınmaları gerekmektedir.
Diğer yandan, yargının siyasallaşması beraberinde
demokratik siyasetin alanının daraltılması sonucunu doğuracaktır. Siyasi
muhalefet görevinin açık ya da örtülü şekilde yargı tarafından üstlenildiği,
yargının siyasete müdahale ettiği ve siyaseten alınması gereken kararları
almaya başladığı ülkelerde demokrasi büyük bir tehdit altındadır. Siyasetin yargısallaşması
olarak bilinen bu durum, demokratik rejimi 'hakimler yönetimi' anlamına gelen
jüristokratik bir rejime dönüştürecektir. Bu nedenlerle, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı dâhil, tüm yargı kurumlarının demokratik bir hukuk devleti olan
Cumhuriyetimize 'hakimler yönetimi' görüntüsü verecek her türlü girişimden
kaçınması gerekmektedir.
Ayrıca, iddianamenin dili incelendiğinde siyaset bilimi
ve uluslararası ilişkiler gibi disiplinlerin alanına giren kavramların rasgele
ve çoğu kez de yanlış şekilde kullanıldıkları dikkat çekmektedir. Bunun tipik
örneklerinden biri 'çoğunlukçu' ve 'çoğulcu' demokrasi kavramlarının
kullanımıdır. İddianameye göre 'Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep
Tay[y]ip Erdoğan ve diğer partililerin demokrasiyi çoğulcu değil, 'çoğunlukçu'
olarak algıladıklarını gösteren eylem ve demeçleri olası bir 'çoğunluk
diktasının' açık işaretleridir' (s.156). Evvela, AK Parti demokrasiyi hiçbir
zaman 'çoğunlukçu' olarak algılamamıştır. Genel Başkan başta olmak üzere parti
yetkililerinin 'milli irade'ye vurgu yapması, demokrasinin çoğunlukçu olarak
algılandığı anlamına gelmemektedir. Nitekim, iktidarımız döneminde başta
anayasallık denetimi olmak üzere çoğulcu demokrasinin tüm kural ve kurumlarıyla
işletilmesi için her türlü çaba gösterilmiştir. Modern demokrasilerde
anayasalar ve yasalar çerçevesinde yönetme hakkı elbette azınlığa değil,
çoğunluğa aittir. Yönetme yetkisinin azınlığa ait olduğu rejimlerin adı
demokrasi değil, oligarşidir. Partimiz demokrasinin çoğunluğun sınırsız yönetimi
olarak yorumuna karşı olduğu gibi, demokrasi görüntüsü altında temsil
kabiliyeti olmayan bir azınlığın, belli bir zümrenin yönetimine de karşıdır.
Kaldı ki, siyaset bilimi literatüründe 'çoğunlukçu
demokrasi' (majoritarian democracy) olarak bilinen modelin zorunlu olarak
'çoğunluk diktası'na yol açacağını söylemek siyaset teorisindeki tartışmalardan
ve ampirik gerçeklikten habersiz olunduğunu göstermektedir. İngiltere ve
Hollanda gibi 'çoğunlukçu demokrasi' modeline sahip ülkelerin 'çoğunluk
diktası' olduğunu söylemek her halde mümkün değildir. (Arend Lijphart, Patterns
of Democracy, New Haven: Yale University Press, 1999).
Diğer yandan, iddianamede 'pozitif ayrımcılık' kavramı da
yanlış kullanılmaktadır. İddianameye göre 'dinsel bir simge olan türbanın yükseköğretimde
ve giderek tüm alanlarda serbestçe takılmasına yönelik politikalar, imam hatip
okullarının sayısının arttırılması ve katsayı sisteminin kaldırılması gibi
uygulamalar genel nüfusun ağırlıklı inanç yapısı gözetildiğinde İslam için bir
pozitif ayrımcılıktır.' (s.115). Oysa 'pozitif ayrımcılık' kavramı, kamu
otoritesinin toplumda dezavantajlı konumda bulunan kesimlere, diğer kesimlerle
eşit bir noktaya gelinceye kadar özel olarak yardımda bulunması anlamına
gelmektedir. Bu anlamda 'pozitif ayrımcılık' demokratik ülkelerde temel hak ve
hürriyetleri geliştirmeye yönelik doğru ve olumlu bir politika olarak
benimsenmektedir. Kaldı ki, iddianamede 'pozitif ayrımcılık' örnekleri olarak
sunulan yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbestisi ile üniversiteye
girişteki fırsat eşitliği, bu kişilere tanınacak bir imtiyaz niteliğinde
değildir. Aksine, sözkonusu serbestliği ve katsayı eşitliğini sağlamaya yönelik
politikalar, bu kişilerin ellerinden alınmış hak ve hürriyetlerin kullanımını
sağlamayı amaçlamaktadır.
İddianamedeki bir diğer çelişki de, onun küreselleşme ve
uluslararası toplum karşıtı söylemiyle, küreselleşen dünyanın önemli bir
uluslararası belgesi olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne yaptığı vurgu
arasında ortaya çıkmaktadır. Bir yandan davalı partinin 'küreselleşmenin merkez
güçlerinin', 'küreselleşmenin yarattığı tek kutupluluğun yönlendirmesiyle' ve
'uluslararası desteği de arkalarına alarak' laiklik aleyhine fiillerin odağı
haline geldiği ileri sürülmekte, diğer yandan da bu tez uluslararası bir
mahkeme olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararları ışığında
temellendirilmeye çalışılmaktadır.
İddianamede, 'Davalı parti özellikle 22 Temmuz 2008 [2007
olacak] seçimlerinden sonra, alınan oy oranının etkisi ve cüretiyle toplumu İslam
devletine dönüştürecek projelerini önce yeni bir Anayasa taslağı hazırlamak
sonra da türbanı gündeme getirmek suretiyle laiklik ilkesini hedef alarak adım
adım gerçekleştirmeye başlamıştır,' ifadesi yer almaktadır. Bu cümlede birbiri
ardına eklenen iddialar mantık bilimindeki ifadeyle 'nedensellik bağı'ndan
yoksundur. Bir olgudan alakasız bir yoruma varılmış ya da bir önyargılı yorumun
delili olarak da ilgisiz bir başka olgu gösterilmiştir. İddianamenin temel
mantığı bu şekilde birbiriyle alakasız olguların ve iddiaların zoraki birbirine
bağlanmasıyla oluşturulmaktadır.
Bir partinin seçimlerden yüksek oy alması ile 'cüret'
kelimesinin yan yana getirilmesi, 'demokratik meşruiyet' kavramıyla çelişen,
hukukla ilgisi olmayan tamamen dar politik bir yaklaşımdır.
Öte yandan AK Parti'yi 'toplumu İslam devletine
dönüştürecek proje' sahibi olmakla suçlamak sadece hukuken değil, siyasi açıdan
bile ifade edilemeyecek bir iddiadır. Hukuk maddi dayanaklar gerektirir.
İddianamede anayasal düzene ve AK Parti'nin tüm politikalarına aykırı böylesine
kabul edilemez bir proje ile AK Parti'yi ilişkilendiren yaklaşım maddi
dayanaktan yoksundur. 'İslamcılık', 'siyasal İslam', 'radikalizm',
'köktendincilik' gibi kavramların bilimsel mahiyetiyle örtüşmeyen ve AK
Parti'nin siyasi tasavvuruyla yakından uzaktan ilgisi olmayan nitelemeler ciddi
bir bilgi eksikliğini ortaya koymaktadır.
İddianamede, AK Parti'ye hiçbir zaman isnat edilemeyecek
sözde bir 'siyasal İslam projesi' ile yeni anayasa çalışmaları arasında bağ
kurulması ise tümüyle dayanaksızdır. Yeni bir anayasa yapılması gerektiği
ülkedeki pekçok siyasetçinin, hukuk kurumunun, akademisyenlerin, sendikaların
ve partilerin ortak kanaatidir. Yıllardan beri bu sebeple çeşitli parti ve
kuruluşlar yeni anayasa çalışmaları yapmaktadırlar. Sözgelimi, Meclis'teki
siyasi partiler (1993), Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği (1992), Türkiye
Odalar ve Borsalar Birliği (2000) ve Türkiye Barolar Birliği (2001 ve 2007)
gibi kuruluşların yeni anayasa önerileri bulunmaktadır. Aynı şekilde, Anayasa
Mahkemesi'nin de 2004 yılında anayasa yargısı alanında önemli yenilikler
öngören bir anayasa değişikliği önerisini kamuoyuna sunduğu bilinmektedir.
AK Parti'nin yeni anayasa çalışmalarının, AB'den müzakere
tarihi almış bir ülkede, çağdaş dünya ile daha çok yakınlaşmaya dönük olduğu
açıktır. Kaldı ki, bazı akademisyenler tarafından hazırlanan, ancak partimizce
son şekli verilmeyen söz konusu anayasa taslağında laiklik ilkesinin mevcut
Anayasaya göre daha da güçlendirildiği herkes tarafından bilinmektedir.
Cumhuriyetin temel ilkelerini aynen muhafaza eden hatta pekiştiren bu anayasa
taslağını 'toplumu İslam devletine dönüştürecek proje'nin bir parçası olarak
takdim etmek, akılla, mantıkla ve iyiniyetle bağdaşmaz. AK Parti'nin anayasa
taslağı hazırlama çabalarının gizli bir niyetin ifadesi olarak okunması, hukuk
gibi maddi dayanaklarla işleyen bir sistem açısından kabul edilemez.
Sonuç olarak, 'köktendinci', 'karşı devrimci', 'siyasal
İslam', 'ılımlı İslam', 'aydınlanma felsefesi', 'küreselleşmenin merkez
güçleri' ve 'Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)' gibi teorik siyasi tartışmalarda
kullanılabilecek kavramların bir iddianamede yer alması, bu davanın hukuki
değil, siyasi mülahazalarla açıldığı yönündeki kuşkuları beslemektedir.
Bu kuşkuyu artıran diğer bir husus da, Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın 12.02.2008 tarihli Grup toplantısında anamuhalefet liderine
cevap olarak söylediği şu sözlerin iddianamede yer almış olmasıdır: 'İdam
sehpasının yolunu gösteriyor. Biz bu yola çıkarken daha önce de demokrasiye
inanmış insanların söylediğini söylüyoruz. Biz o beyaz çarşaflarla beraber yola
çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız. Bu konuda rahatız.' (s.53)
İddianameye göre, Başbakan 'kefen veya idam gömleğiyle özdeşleşen 'beyaz
çarşaf' betimlemesiyle devleti ve toplumu dönüştürme kararlılığını ve bu uğurda
neleri göze aldığını vurgulamış, ölüm ve idam çağrıştırmalarıyla halkın bir
kısmını laik devlet aleyhine kışkırtıcı tavrını sürdürmüştür' (s.135). Oysa,
Başbakanın bu sözlerle Başsavcının iddia ettiği gibi toplumu dönüştürme uğruna
değil, milli iradenin üstünlüğünü ve demokrasiyi koruma uğruna ölümü göze
aldığını anlatmak istediği çok açıktır ve takdir edilmesi gereken bir cesaret
örneğidir.
Başsavcı, bu sözleriyle kamu adına hareket etmesi gereken
tarafsız bir hukuk adamı kimliğini bir kenara bırakmış ve söz konusu polemikte
muhalefetin diliyle konuşan siyasi bir kimliğe bürünmüştür. Parlamento içinde
ve dışında bazılarının sürekli biçimde partimizi 1957 sonrasının Demokrat
Partisine, Başbakanı da Adnan Menderes'e benzettiği ve onların sonu ile tehdit
ettikleri herkesin malumudur. Bu benzetmeler ve tehditler karşısında 'Biz bu
yola çıkarken daha önce de demokrasiye inanmış insanların söylediğini
söylüyoruz' diyerek kendisini savunan bir siyasi liderin sözlerini 'halkın bir
kısmını laik devlet aleyhine kışkırtıcı tavır' olarak göstermek, açıkça bir
siyasi tavrın ve siyaseten taraf olmanın işaretidir.
27 Mayıs darbesini yücelten, Adnan Menderes ve
arkadaşlarının idamını 'halkın coşkuyla karşıladığını' söyleyenlerin ve bu
yolla bugün yeni 27 Mayıslara davetiye çıkaranların bulunduğu bir siyasi
ortamda demokrasiye olan inancı cesaretle ve kararlılıkla ifade etmenin hangi
mantıkla kınandığını anlamak imkansızdır. İddianamedeki bu kınama, diğer siyasi
imalarla birleşince daha da anlamlı hale gelmektedir. İddianamenin, bir
zamanlar Demokrat Partiye yöneltilen, 'karşı devrimci', 'çoğunlukçu' ve 'Laik
Cumhuriyete karşı bir rövanş arayışına girişmiş' gibi ithamları bu kez
partimize yöneltmesi, söz konusu siyasi kampanyaya bir destek niteliğindedir.
Sadece bu bile, iddianamenin hukuki değil tamamen siyasi bir metin olduğunu
göstermeye yeterlidir.
Bu siyasi tavır karşısında AK Parti olarak bizim
konumumuz değişmemiştir. Tüm korkutma, tehdit ve sindirme girişimlerine karşı
diyoruz ki: Bu topraklarda demokrasinin kökleşmesi, devletimizin güçlenmesi,
millet iradesinin yüceltilmesi, insan hakları standardının yükseltilmesi,
milletimizin refah, huzur ve özgürlük içerisinde yaşaması için elimizden gelen
her şeyi yaptık, yapıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz.
II. DEMOKRASİLERDE SİYASİ PARTİ ÖZGÜRLÜĞÜ VE SINIRLARI
1. Demokrasi ve Siyasi Partiler
Demokrasi, siyasi yönetimin meşruiyetini yönetilenlerin
rızasına ve temsiline dayandıran bir yönetim biçimidir. 'Halkın iktidarı'
anlamına gelen demokrasi, eşitlik, özgürlük ve çoğulculuk gibi değerleri öne
çıkaran toplumların yegâne siyasi tercihidir. Çağdaş demokrasilerin temel ilke
ve kurumları serbest ve düzenli seçimler, çoğulculuk ve siyasi yarışma, insan
hakları, hukuk devleti ve temel politikaları belirleme yetkisine seçilmişlerin
sahip olmasıdır. Demokrasiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran temel özellik,
yönetilenlerin kendileriyle ilgili karar ve kuralların oluşturulması sürecine
katılmalarıdır. Başka bir ifadeyle, demokrasilerde halk hem yönetilen hem de
yönetendir. Demokratik ülkelerde hukuk kurallarına riayet edenler, son tahlilde
başkalarının iradesine değil, kendi iradelerine itaat etmiş sayılmaktadır.
Kısacası, yönetime ve onun aldığı kararlara meşruiyet sağlayan husus, halkın
temsilcileri yoluyla siyasi sürece katılmasıdır. Dolayısıyla, siyasi katılım
demokrasinin temel unsurudur.
Bu nedenle, halkın yönetime katılımının başlıca aracı
olan siyasi partiler, demokrasilerde merkezi bir role ve öneme sahiptirler.
Siyasi partiler, toplumdaki farklı düşünce ve görüşleri siyasi alana taşıyarak,
halkın temsili, siyasi iktidarın kullanılması ve muhalefet işlevlerini yerine
getirirler. Bu nedenle demokratik hayatın vazgeçilmez unsurları olarak kabul
edilmektedirler. Modern demokrasiler, aynı zamanda 'partiler demokrasisi'
olarak da anılmaktadır. Demokrasiyi geliştiren partilerdir ve demokrasi
partiler dışında düşünülemez. Siyasi partiler, toplumsal alanda oluşan farklı
görüş ve taleplerin siyasi sisteme taşınmasını sağlayan kurumlardır. Bu yönüyle,
partiler sivil toplumla siyasal toplum arasındaki bağlantıyı kurarlar. Siyasi
partiler, bir yandan toplumsal talepleri siyasi karar alma mekanizmasına
taşıyarak aşağıdan yukarıya bir hareketlilik sağlarken, diğer yandan makro
düzeyde politikaların uygulanması yoluyla da bu taleplerin hayata geçirilmesini
sağlarlar. Bu fonksiyon onları siyasi katılımın temel araçları konumuna
getirmektedir. Bu nedenledir ki, siyasi partiler uluslararası sözleşmeler ve
demokratik anayasalar tarafından güvence altına alınmıştır.
Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine göre, siyasi
partiler demokrasinin layıkıyla işleyebilmesi için hayati bir rol oynayan
örgütlerdir. Bu nedenle, partilere yönelik her müdahale, kaçınılmaz olarak hem
örgütlenme özgürlüğünü hem de sonuçta demokrasiyi etkileyecektir.
(TBKP/Türkiye, par.25, 31). Dolayısıyla, bir siyasi partinin kapatılması, ancak
fevkalade ciddi durumlarda başvurulabilecek son derece ağır bir yaptırımdır.
(Sosyalist Parti/Türkiye, par.51; ÖZDEP/Türkiye, par.45).
Siyasi parti özgürlüğü, çoğulcu demokrasilerin olmazsa
olmazı olan düşünce ve ifade özgürlüğünün özel bir kullanım biçimidir. Siyasi
partiler toplumsal ve siyasi sorunların çözümüne yönelik farklı programlara
sahiptirler. Partileri birbirinden ayıran ve siyasi parti özgürlüğünü anlamlı
kılan temel özellik de budur. Tüm siyasi partilerin aynı görüşleri benimsemesi
ve adeta ortak programa sahip olmasının istenmesi çoğulcu demokrasiyle
bağdaşmaz. Siyasi partilerin savunduğu görüşlerin değeri, onların doğru,
tutarlı veya isabetli olmasından değil, demokratik ve barışçıl bir yöntemle
ifade edilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Farklı görüşlerin yasaklanması,
siyasi rejimi özgürlükçü, çoğulcu ve demokratik olmaktan çıkarıp, tek sesli ve
baskıcı bir yapıya dönüştürme tehlikesi doğurabilir.
Demokrasilerde, siyasi partiler kendi görüşleri
doğrultusunda oluşturdukları programları ile halkın karşısına çıkarlar ve
iktidarı yarışmacı seçimler sonucunda elde etmeyi amaçlarlar. Serbest seçimler
sonucunda iktidara gelen bir parti, ülke sorunlarının çözümü için demokrasi ve
hukukun üstünlüğü çerçevesinde programını uygulama yetkisine sahiptir.
Demokrasilerde iktidarların el değiştirmesi ancak seçim yoluyla mümkündür.
Siyasi partiler sahip oldukları vazgeçilmez konumları nedeniyle,
demokrasilerde hukuki güvenceye kavuşturulmuştur. Bu çerçevede partilerin
yasaklanması konusunda çok önemli koruyucu hükümler getirilmiş ve kapatılmaları
oldukça zor koşullara bağlanmıştır. Kapatma biçimindeki yaptırım, siyasi parti
özgürlüğünün özünü ortadan kaldırabileceği içindir ki, ancak zorunlu durumlarda
istisnai ve en son çare olarak düşünülmektedir. Siyasi partilerin keyfi ve
ölçüsüz olarak yasaklanmasının çoğulcu demokratik rejimin özünü zedeleyeceği
kabul edilmektedir.
Batılı demokrasilerdeki siyasi partilerin yasaklanması
konusundaki uygulamada da bu evrensel standartlara uygun hareket edilmiştir.
Nitekim Avrupa'da 1950'lerden bugüne kadarki süreçte sadece üç siyasi parti
kapatılmıştır. Bunlardan ikisi, Avrupa'nın yaşadığı totaliter diktatörlüklerin
etkisiyle Federal Almanya'da verilmiş kapatma kararlarıdır. Bu partilerden Nazi
partisi olan Sosyalist Reich Partisi 1952 yılında, Alman Komünist Partisi ise
1956 yılında kapatılmıştır. Türkiye'de siyasi parti kapatma yaptırımına sürekli
örnek gösterilen Almanya'da, Anayasa Mahkemesi, 1951 yılında Federal Hükümet
tarafından açılan Komünist Partisi davasında, bir siyasi partinin siyasi
yarışma sonucu tasfiye olmasının onun bir yargı kararıyla yasaklanmasına
nazaran daha doğru olacağı düşüncesiyle, yıllarca kapatma kararı vermekten
imtina etmiş, ancak Hükümetin başvurusunu geri çekmeyeceğine kanaat getirince
kapatma kararı vermiştir. (Donald P. Kommers, The Constitutional Jurisprudence
of the Federal Republic of Germany, Durham&London: Duke University Pres,
1989, s.227-228). Ayrıca, bu ülkede kapatılan partilerin devamı niteliğindeki
partilerin halen siyasi alanda faaliyetlerini sürdürdükleri de bilinmektedir.
Avrupa'da daha sonraki dönemde kapatılan yegane parti ise İspanya'daki Herri
Batasuna Partisidir. Bu parti 2003 yılında ayrılıkçı terör örgütü ETA ile
organik bağının bulunduğu gerekçesiyle kapatılmıştır.
Siyasi partilerin kapatılması konusundaki evrensel
standartların, insan haklarına saygılı ve demokratik bir hukuk devleti olan
Türkiye açısından da geçerli olması gerektiğinde kuşku yoktur. Nitekim 1961 ve
1982 Anayasalarında siyasi partilerin demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez
unsurları olduğu açıkça belirtilmiştir. Anayasalarımızda bu evrensel ilke yer
almasına rağmen, uygulamada çok sayıda parti demokratik sistemlerde ve
uluslararası sözleşmelerde öngörülen kriterlere aykırı bir şekilde
kapatılmıştır. Böylece siyasi partilerin demokrasiler açısından
'vazgeçilemezliği' ilkesi adeta tersine çevrilmiştir. Bu durum, siyasi
partileri uygulamada kolaylıkla 'vazgeçilebilir' hale getirmiştir.
1961 Anayasasının yürürlüğe girdiği tarihten bu yana
Anayasa Mahkemesi tarafından yirmidört siyasi parti kapatılmıştır. Bu sayıya
askeri müdahaleler döneminde kapatılan siyasi partiler dâhil değildir. Kapatılan
parti sayısı itibariyle Türkiye, çağdaş demokrasilerde kırılması imkansız bir
rekorun sahibidir. Sadece 1961 Anayasası döneminde kapatılan parti sayısı bile
tek başına demokratik ülkelerde kapatılan partilerin toplamından daha fazladır.
1982 Anayasası döneminde daha yoğun biçimde parti kapatma kararları verilerek
siyasi alan iyice daraltılmıştır. Öte yandan, yoğun biçimde siyasi parti
kapatma kararı vermekle, ülkedeki sorunlara demokrasi ve hukuk sınırları
içerisinde çözümler üretme ve sorunları böylece çözme imkanı da ortadan
kaldırılmaktadır. Yasaklama biçimindeki yaptırım nedeniyle düşünce ve siyasi
parti özgürlüklerinin içi boşaltılmaktadır.
Türkiye uygulamasının evrensel standartlara uymadığının
en açık göstergesi, Anayasa Mahkemesi tarafından verilen siyasi parti kapatma
kararlarının biri hariç tamamının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından
Sözleşmenin ihlali olarak kabul edilmiş olmasıdır.
2. Siyasi Partilerin Yasaklanmasında Evrensel Standartlar
İddianamede siyasi parti kapatma nedenlerinden
bahsedilirken AİHS hükümleri ve Venedik Komisyonu ilkelerine de atıf yapılmakla
birlikte, Venedik Komisyonu ilkelerinin siyasi partiler için son derece
güvenceli bir koruma sistemi getirdiği, sadece şiddeti benimseyen siyasi
partilerin kapatılabileceğine cevaz verdiği gerçeği görmezlikten gelinmektedir.
Avrupa Konseyi bünyesinde ortak bir demokrasi standardını
oluşturmak amacıyla kurulan Venedik Komisyonu, siyasi partilerin yasaklanması
ve kapatılmaları konusundaki 2000 tarihli raporunda şu ilkeleri belirlemiştir:
Siyasi partinin anayasada barışçıl yöntemlerle bir
değişiklik yapmayı savunması tek başına onun yasaklanması ya da kapatılması
için yeterli bir delil olarak görülemez.
Siyasi partiler, ancak şiddet kullanmayı savunmaları ya
da demokratik anayasal düzeni ortadan kaldırmak suretiyle hak ve özgürlükleri
yok etmek amacıyla şiddeti siyasi bir araç olarak kullanmaları durumunda
yasaklanabilir.
Partilerin yasaklanması veya kapatılması biçimindeki yaptırım
istisnai bir tedbir olarak en son çare biçiminde kullanılmalıdır.
Siyasi parti hakkında dava açılmadan önce, davayı açacak
hükümet ya da diğer devlet organlarınca, siyasi partinin özgür ve demokratik
siyasi düzen veya hak ve özgürlükler için gerçek bir tehlike oluşturup
oluşturmadığına ve kapatma ya da yasaklama yaptırımı dışında daha hafif
tedbirlerle bu tehlikenin önlenmesinin mümkün olup olmadığına bakılmalıdır.
Siyasi parti kapatma davaları, hukuki usulün tüm
güvencelerine yer veren, aleni ve adil bir yargılama sonucunda karara
bağlanmalıdır.
Bu ilkelerden de anlaşılacağı üzere, Venedik Komisyonu
siyasi partilerin ancak şiddeti savunma veya şiddeti politik bir araç olarak
kullanma durumunda kapatılabileceğini belirtmektedir.
Diğer yandan, siyasi partilerin kapatılması, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesinin birçok maddesiyle ilgilidir. Partilerin tüzel kişilik
olarak kurulması ve faaliyette bulunması, temel olarak 11 inci maddenin
koruması altındadır. AİHM, siyasi parti özgürlüğünü örgütlenme özgürlüğünün bir
unsuru olarak görmektedir.
Siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin davalar
Sözleşmenin 10 uncu maddesiyle korunan ifade özgürlüğüyle de yakından
ilgilidir. Kapatma davasında sunulan 'delillerin' neredeyse tamamı ilgili parti
üyelerince değişik tarihlerde yapılan açıklamalardan ibaret olduğundan, dava
açısından ifade özgürlüğünün önemi daha da artmaktadır.
Yargılama sırasında ortaya çıkabilecek ihlaller
Sözleşmenin adil yargılanma hakkını düzenleyen 6 ncı maddesini de devreye
sokabilecektir. Kapatma kararının sonuçları dikkate alındığında, mülkiyet hakkı
ihlali de gündeme gelebilecektir.
Ayrıca, bir siyasi partinin kapatılmasına neden olduğu
gerekçesiyle partili milletvekillerinin parlamento üyeliğinin düşürülmesi ve
beş yıl süreyle herhangi bir partide yer alamaması yaptırımı, AİHS'in 1 nolu
Protokolünün 3 üncü maddesine aykırılık sonucunu doğurabilecektir.
Sadak/Türkiye (2002) kararında AİHM, başvurucuların partilerinin kapatılması
sonucu otomatik olarak milletvekilliklerinin düşmesinin orantılı bir yaptırım
olmadığına karar vermiştir. Mahkemeye göre, bu yaptırım Sözleşmenin 1 Nolu
Protokolünün 3 üncü maddesinde korunan seçilme ve parlamento üyesi olma
hakkının özüyle bağdaşmadığı gibi, başvurucuları parlamentoya üye olarak
gönderen seçmenin egemen iradesini de ihlal etmiştir. (par.40).
Aynı şekilde, partilerinin kapatılması sonucu haklarında
beş yıl parti yasağı getirilen Nazlı Ilıcak, Merve Kavakçı ve Mehmet Sılay'ın
başvuruları üzerine, 2007 yılında AİHM, Sözleşme'nin seçme ve seçilme hakkının
ihlal edildiğine karar vermiştir. AİHM'in bu kararlarına göre, Anayasanın
milletvekilliğinin düşmesi ve beş yıllık parti yasağı sonuçlarını doğuran
hükümleri siyasi parti mensupları bakımından oldukça ağır bir yaptırım
öngörmektedir. Başvuru sahipleri hakkında uygulanan bu ciddi yaptırımlar,
sınırlama sebebi olan meşru amaçlarla orantısız bulunmuştur.
Siyasi parti özgürlüğünün sınırları konusundaki AİHM
içtihadı Türkiye'de kapatılan partilerin yaptığı başvurular üzerine
oluşturulmuştur. AİHM bu kararlarında siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin
ilke ve ölçütleri açık bir biçimde ortaya koymuştur. Bu ilke ve ölçütleri şu
şekilde özetlemek mümkündür:
Siyasi parti kararlarında AİHS'in 11 inci maddesi, ifade
özgürlüğünü koruyan 10 uncu maddeyle birlikte değerlendirilmelidir.
Siyasi partilerin program ve projelerinin devletin
anayasal yapısı ve ilkeleriyle uyuşmaması, bunların demokrasiyle de
bağdaşmadığı anlamına gelmez. Buna göre, demokrasinin kendisine zarar vermediği
müddetçe, siyasi partiler mevcut anayasal düzeni sorgulayabilirler, farklı
siyasi görüşleri savunabilirler.
Siyasi parti özgürlüğüyle ilgili Sözleşmenin 11 inci
maddesinin ikinci fıkrasındaki sınırlama sebepleri oldukça dar ve katı
yorumlanmalıdır.
Siyasi partiler, inandırıcı ve zorunlu sebeplerle ve
ancak istisnai olarak kapatılabilir.
Bir siyasi partinin gerçekleştirdiği faaliyetlerde
kullandığı tüm yöntemler hukuki ve demokratik nitelikte olmalıdır.
Siyasi partinin önerdiği değişikliklerin kendisi de
bizzat temel demokratik ilkelere uygun olması gerekmektedir.
Siyasi partinin tüzük veya programındaki ifadelerden
hareketle kapatılması söz konusu olamaz, partinin somut öneri ve faaliyetleri
olmalıdır.
Siyasi partilere yönelik sınırlamalar, demokratik bir
toplumda zorunlu ve meşru amaçla orantılı olmalıdır. Kapatma yaptırımının
'zorlayıcı toplumsal ihtiyaca' cevap vermeye yönelik olması gerekir.
İddianamede siyasi partilerin yasaklanması konusunda AİHM
kararları ile ortaya konulan ölçütlere yer verilmekle birlikte, bu ölçütlere
göre neden AK Partinin kapatılması gerektiği hiçbir şekilde ortaya
konulamamıştır. Aksine, iddianamede yer verilen AİHM ölçütlerinin dikkate
alınması halinde bu kapatma davasının hiç açılmaması gerekirdi.
Nitekim, AİHM'e göre parti kapatma yaptırımının
'zorlayıcı toplumsal gereksinim' şartını sağlayıp sağlamadığını belirlemek için
şu üç temel şartın gerçekleşmesi gerekmektedir (RP/Türkiye, Büyük Daire,
par.104):
Bir siyasi partiden kaynaklanan demokrasiyi ortadan
kaldırmaya yönelik riskin yeteri kadar yakın/kaçınılmaz olduğunu gösterecek,
varlığı ispat edilmiş sağlam, inandırıcı deliller bulunmalıdır.
İlgili siyasi parti yöneticilerinin ve üyelerinin eylem
ve beyanları partiye isnat edilebilir nitelikte olmalıdır.
Siyasi partiye isnat edilebilir nitelikteki eylem ve
beyanlar, partinin 'demokratik toplum' kavramıyla bağdaşmayan bir toplum
modelini tasavvur ettiğini ve savunduğunu açıkça ortaya koyacak şekilde bir
bütün teşkil etmelidir.
Bu şartların hiçbiri bu davada söz konusu değildir,
olamaz da. Çünkü AK Parti, demokrasiye yönelik yakın ya da uzak bir risk teşkil
etmek bir yana, bu ülkenin demokratlarının yöneldiği neredeyse yegane adres
haline gelmiştir. Bu gerçeğe tersinden bakmak ve aksini göstermeye çalışmak
için kullanılan sözler, hiçbir şekilde AİHM'in kastettiği anlamda hukuki ve
inandırıcı delil olarak vasıflandırılamaz. Doğrulukları bile araştırılmadan
dosyaya konan gazete haberleri, bağlamlarından koparılan sözler, tekzip edilen
beyanlar, yanlış çevrilen röportajlar ve tüm bunlardan çıkarılmaya çalışılan
kurgusal ve sanal sonuçlar eğer gerçekten 'delil' kabul edilecekse, bu
'deliller' karşısında yeryüzünde demokrasi için risk teşkil etmeyecek bir
siyasi parti bulmak imkansız hale gelecektir.
Öte yandan iddianame, partimizi geçmiş bazı partilerin
devamı olarak gösterme gayreti içindedir. Burada amaç bellidir. AİHM'in bir
siyasi partiyle ilgili olarak verdiği karardan hareketle, partimizin de
kapatılmasının Sözleşme'ye uygun olacağı izlenimi oluşturulmak istenmektedir.
Ancak, bu gayret beyhudedir. AK Parti 2001 yılında tamamen yeni bir parti
olarak kurulmuş ve bunu sadece söylemleriyle değil, eylemleriyle de
göstermiştir.
AK Parti, programını henüz gerçekleştirme imkanı
bulamamış bir muhalefet partisi de değildir. Şimdiye kadar, ülkenin daha ileri
gitmesi için önerdiği ve yaptığı tüm reformlar, AİHM'in öngördüğü kriterler
çerçevesinde her bakımdan yasal ve demokratik araçlarla gerçekleşmiştir. AK
Partinin şu ana kadar gerçekleştirdiği ve gerçekleştirmeyi taahhüt ettiği
önerilerin tamamı da demokrasinin temel ilkeleriyle uyumludur. Hatta, 2002
yılından beri yapılanlar Türkiye'de insan hakları, demokrasi ve hukukun
üstünlüğünün tarihte hiç olmadığı kadar pekiştirilmesine imkan sağlamıştır. Bu
açık ve yalın gerçeğe rağmen partimizle ilgili doğrudan veya dolaylı olarak
'antidemokratiklik' suçlamasının yapılması, bilinen tüm akıl ve mantık
kurallarını alt üst etmek olacaktır. Bu durum, şayet kavram karışıklığından
kaynaklanmıyorsa, kesinlikle bir önyargı ve kötü niyetin ürünüdür.
3. Türkiye'de Siyasi Partilerin Yasaklanması
Türkiye'de siyasi parti özgürlüğü ve sınırları Anayasa ve
Siyasi Partiler Kanunu tarafından düzenlenmiştir. 1995 ve 2001 yıllarında
yapılan Anayasa değişiklikleri ile evrensel standartlara uyum amacıyla siyasi
partileri korumaya yönelik daha güvenceli hükümler getirilmiş ve kapatma
zorlaştırılmıştır. 1995 yılında Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı
fıkrasında yapılan değişiklikle, siyasi partilerin 68 inci maddenin dördüncü
fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü kapatılmasında 'odak olma'
koşuluna yer verilmiştir. 2001 yılında ise odak olmanın şartları 69 uncu
maddenin altıncı fıkrasına eklenerek, siyasi partilerin eylemleri nedeniyle
kapatılmaları önceki duruma göre daha da zorlaştırılmıştır. 2001 yılında
ayrıca, Anayasa Mahkemesinin siyasi parti kapatma davalarında kapatma için en
az beşte üç oy çokluğuyla karar alma şartı getirilmiş (m.149/1) ve kapatma
yaptırımı yerine, dava konusu fiillerin ağırlığına göre ilgili siyasi partinin
Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına da karar
verilebileceği öngörülmüştür (m. 69/7).
2001 Anayasa değişikliğiyle, bir siyasi partinin
'Anayasaya aykırı eylemlerin odağı olması'nın şartları Anayasada açıkça
düzenlenmiştir. Buna göre, bir siyasî parti, Anayasanın 68 inci maddesinin
dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemler 'o partinin üyelerince yoğun bir
şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya
merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup
genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut
bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde
işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır'.
(m.69/6).
Bu düzenlemeye göre, Anayasaya aykırı eylemlerin siyasi
parti üyelerince yoğun bir şekilde işlenmesi ve bunların yetkili organlarca
benimsenmesi şartlarının gerçekleştiği somut ve açık kanıtlarla
belirlenmelidir. Örneğin, üyeler bir takım eylemler icra ediyor, fakat parti
organları bunları benimsemiyorsa, parti odak haline gelmez. Yine parti
yetkililerinin 'kararlılık içinde' işlenmeyen eylemleri de partiyi odak haline
getirmez. Başka bir ifadeyle, Anayasaya aykırı eylemleri işleyenlerin bu
eylemleri süreklilik içinde ve sıklıkla tekrarlamaları zorunludur.
Ayrıca, 2001 Anayasa değişikliklerinden sonra siyasi
partilerin sadece beyanlardan dolayı 'odak' haline gelmesi mümkün değildir.
Zira, Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrasında 'eylemler'den dolayı bir
siyasi partinin odak olabileceği öngörülmektedir. Bu değişiklik, ifade
özgürlüğünün alanını genişletmek amacıyla Anayasanın Başlangıç kısmının beşinci
paragrafında yapılan değişiklikle de paralellik arz etmektedir. Bu bağlamda,
'beyan' değil de 'faaliyet'i sınırlandıran bir değişiklik yapılmıştır.
Başlangıç kısmında yapılan bu değişiklikle 'düşünce ve mülahaza' ibaresi
'faaliyet' sözcüğüyle değiştirilmiştir. Anayasa değişikliği teklif gerekçesinde
'düşünce ve mülahaza' ibaresinin 'doğrudan düşünceye bir sınır teşkil etmesi
nedeniyle' değiştirildiği açıkça belirtilmiştir.
Diğer yandan, Anayasanın 90 ıncı maddesinde 2004 yılında
yapılan değişiklik de siyasi partilerin kapatılması bakımından önemli sonuçlar
doğuracak niteliktedir. Anayasa Mahkemesi, siyasi partilerin kapatılması
davalarını görürken Anayasa ve Siyasi Partiler Kanununda yer alan hükümlerin
yanı sıra, Anayasa'nın 90 ıncı maddesi uyarınca, uluslararası insan hakları
sözleşmelerini de dikkate almak durumundadır. Zira Anayasa Mahkemesi parti
denetimi yaparken 'bir davaya bakan mahkeme' konumundadır. Nitekim, iddianameye
göre de, 'SPY'nın öncelikle İHAS gözetilerek ve Anayasa hükümleri de İHAS'a
göre yorumlanarak, siyasi partiler hakkındaki kapatma yaptırımın irdelenmesi
gerekmektedir' (s.9).
Türk hukuku bakımından uluslararası sözleşmeler 2004
tarihli Anayasa değişikliğine kadar iç hukukta kanunlarla eşdeğerde iken, 2004
yılında Anayasanın 90 ıncı maddesine eklenen bir hükümle insan haklarına
ilişkin uluslararası sözleşmeler ile kanunların çatışması halinde sözleşme
hükmünün uygulanması esası benimsenmiştir. Bu yeni hükme göre, 'Usulüne göre
yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası
andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle
çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.' Özellikle
parti özgürlüğünü güvence altına alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ifade
ve örgütlenme özgürlüklerine ilişkin hükümleri ile bu hükümlerin uygulanmasına
ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarının göz önünde tutulması ve
bunlar ile iç hukuk kuralları arasında bir çatışma görülmesi halinde, Sözleşme
hükümleri ile Mahkeme içtihatlarının öncelikle uygulanması zorunludur.
Anayasa Mahkemesinin parti kapatma konusundaki kararları
ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihadı arasında önemli farklılıklar
vardır. Dolayısıyla, Anayasa Mahkemesinin 2004 Anayasa değişikliğinden sonra
bakacağı parti kapatma davalarında AİHM içtihadını dikkate alarak 2004'ten önce
ortaya koyduğu ve parti özgürlüğünü büyük ölçüde daraltan içtihadını
değiştirmesi gerekmektedir.
Nitekim Anayasa Mahkemesi, 2.3.2007 tarihli kararıyla,
AİHM'in siyasi parti davalarında verdiği ihlal kararlarını yargılamanın
yenilenmesi sebebi olarak kabul etmiştir. Bu kararında Anayasa Mahkemesi,
'Kapatılan Türkiye Birleşik Komünist Partisi hakkındaki davanın 4.12.2004
günlü, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 311. maddesinin (1) numaralı
fıkrasının (f) bendi uyarınca yargılamanın yenilenmesi yoluyla tekrar görülmesi
isteminin, aynı Yasa'nın 318. maddesi uyarınca KABULE DEĞER OLDUĞUNA' karar
vermiştir.
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Türkiye'de
siyasi partiler hukuku alanında yapılan anayasal ve yasal değişiklikler, siyasi
partileri daha güvenceli bir konuma getirme amacını taşımaktadır. Bu
değişikliklerden sonra, Türk hukuku bakımından da bir siyasi parti ancak
istisnai durumlarda ve en son çare olarak kapatılabilecektir. Siyasi parti
kapatma davalarında yetkili yargısal makamların anayasakoyucunun bu açık
iradesini dikkate alması, Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesinin bir
gereğidir.
III. DAVA HUKUKİ TEMELDEN YOKSUNDUR
1. Bu davada 'odak' olma şartları gerçekleşmemiştir
1982 Anayasasında yapılan değişikliklerle siyasi
partilerin kapatılması zorlaştırıldığı halde, Adalet ve Kalkınma Partisinin
kapatılmasının talep edilmesi Anayasa ile temelden çelişmektedir. Nitekim,
zorlama bir mantıkla hazırlanan iddianamede, eylemlere dayalı olarak
odaklaşmanın gerçekleştiği hiçbir şekilde ortaya konulamamıştır. Partililere
ait, her biri tek başına açıkça ifade özgürlüğü kapsamında bulunan düşünce
açıklamaları delil olarak sunulmak suretiyle odaklaşma koşulunun sağlandığı
izlenimi verilmek istenmektedir. Bu nedenle, dava bir siyasi parti kapatma
davası olmaktan ziyade, adeta bir ifade özgürlüğü davası niteliğine
bürünmüştür. Dolayısıyla, bu davada Anayasaya aykırı eylemlerin odağı olma
koşulu kesinlikle gerçekleşmemiştir. Şöyle ki:
(a) Yukarıda açıklandığı üzere, siyasi parti özgürlüğünü
genişletmeye ve partilerin kapatılmasını zorlaştırmaya yönelik anayasa değişikliklerinden
sonra siyasi partilerin sadece beyanlardan dolayı 'odak' haline gelmesi mümkün
değildir. Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrası, bir siyasi partinin
odak olabilmesi için Anayasaya aykırı eylemlerin varlığını şart koşmaktadır. Oysa,
partimiz hakkında açılan davada sunulan deliller arasında laikliğe aykırı
herhangi bir 'eylem' bulunmamaktadır.
(b) Kaldı ki, iddianamede 'laikliğe aykırı eylemler'
olarak sıralanan hususlar, laikliğe aykırı bir nitelik taşımamaktadır. Bu durum
karşısında iddianame ile kurgulanan tez bütünüyle çökmektedir.
(c) Parti üyelerine ait olduğu belirtilen 'eylemler'in
parti yetkili organlarınca benimsendiğine dair deliller sunulamamıştır.
(d) Parti yetkili organları olarak Anayasada 'partinin
büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya
Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulu'
sayılmıştır. Anayasada sayılan yetkili organlardan sadece Genel Başkan 'tek
kişi'dir, diğer organlar 'kurul' niteliğindedir. Kurul niteliğindeki organların
eylemlerinden söz edebilmek için bu kurullarca alınmış kararların bulunması
zorunludur. Halbuki, iddianamede sunulan deliller arasında tek bir kurul kararı
dahi bulunmamaktadır.
Siyasi Partiler Kanunu'nun 102 inci maddesinin ikinci
fıkrasına göre de, 'parti genel başkanı dışında kalan parti organı, mercii
veya kurulu tarafından Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasında yer
alan hükümlere aykırı fiilin işlenmesi halinde, fiilin işlendiği tarihten
başlayarak iki yıl geçmemiş ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı söz konusu
organ, mercii veya kurulun işten el çektirilmesini yazı ile o partiden ister.'
Oysa, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı iddianamede yer verdiği ve 'eylem'
olarak nitelendirdiği hususların hiçbirisi için partimizden SPK m.102/2 ile
getirilen 'işten el çektirme' başvurusu yapmamıştır. Bu durum da partimizin
hiçbir yetkili organ, mercii veya kurulunun Anayasaya aykırı eylemlerinin
bulunmadığını göstermektedir. Dolayısıyla yetkili organların eylemleri olarak
geriye sadece AK Parti Genel Başkanının 'ifadeleri' kalmaktadır ki, bunların da
'laikliğe aykırılık' oluşturmadığı aşağıda ayrıntılı örneklerle açıklanacaktır.
(e) Genel olarak bireyler bakımından düşünce özgürlüğü
kapsamında kabul edilen ifadeler, siyasi parti mensuplarınca kullanıldığında
bunların kapatma nedeni olarak görülmesi ifade özgürlüğüyle ve onun özel bir
kullanım biçimi olan siyasi parti özgürlüğüyle bağdaşmamaktadır. Herhangi bir
kişinin serbestçe söyleyebileceği bir sözü bir siyasinin evleviyetle
söyleyebilmesi gerekir. Özgürlükçü ve çoğulcu demokrasilerde bundan daha doğal
bir şey olamaz. Aksi halde, farklı toplumsal görüş ve talepleri siyasi alana
taşımak için kurulan siyasi partiler işlevsiz kalacaktır.
Nitekim AİHM, İncal/Türkiye kararında, demokratik bir
toplumun temel unsuru olan ifade özgürlüğünün siyasi partiler ile partilerin
aktif üyeleri açısından özellikle önemli olduğunu, siyasilerin ifade
özgürlüğünü sınırlamaya yönelik müdahalelerin daha sıkı bir denetime tabi
olması ve otoritelerin siyasilerden gelen eleştirilere daha çok tahammül
etmeleri gerektiğini belirtmiştir (par.46). Aynı şekilde Castells/İspanya
kararında da AİHM, ifade özgürlüğünün özellikle halkın taleplerini dile getiren
seçilmiş siyasi temsilciler bakımından daha önemli olduğunu, bu nedenle de
siyasilerin ifade özgürlüğüne yönelik müdahalelerde daha dikkatli olunması
gerektiğini vurgulamıştır (par.42).
Kaldı ki bu bağlamda iddianamede de, 'Siyasi partiler,
demokratik bir rejimde hak ve özgürlüklerden en çok yararlanması gereken
örgütlerdir. Bu durum siyasi partiler için daha geniş bir faaliyet alanını
ortaya çıkarmaktadır' ifadesine yer verilmiştir. (s.21). Ancak aynı iddianamede
daha sonra paradoksal biçimde, son derece yalın ve basit düşünce açıklamaları
kapatmaya delil olarak gösterilmektedir. Bu tür düşünce açıklamalarına
dayanarak bir siyasi partinin kapatılmasının talep edilmesi bile tek başına
özgürlükçü demokratik rejimin ne derece ciddi bir tehlike ile karşı karşıya
bulunduğunu gözler önüne sermektedir. Oluşturduğu mantık kurgusu ile iddianame,
demokratik bir ülkede siyasi parti özgürlüğünün özünü ortadan kaldırması ve
siyasi partileri gerçek işlevinin dışına çıkardığını göstermesi bakımından da
bir ibret vesikasıdır.
İddianamede partililerin Anayasaya aykırı eylemleri
olarak nitelendirilen beyan ve faaliyetlerin neredeyse tamamı, aykırılık
oluşturmak bir yana, insan haklarına bağlı demokrat bir partinin savunması
gereken düşünce ve politikalardan oluşmaktadır. 'Anayasaya aykırı eylem' olarak
iddianameye konulan ifadelerde insan haklarına, demokrasiye, laikliğe ve hukuk
devletine vurgu yapılmaktadır. Kaldı ki, bu nitelikte olmayan, başkalarının
katılmayacağı ya da hoş görmeyeceği düşünce açıklamaları dahi, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınan 'ifade özgürlüğü' kapsamında
değerlendirilmelidir.
2. Partimizin laikliğe aykırı hiçbir eylem ve söylemi
bulunmamaktadır
2.1 AK Partinin Laiklik Anlayışı
Bu davanın açılmasının temel nedenlerinden biri,
iddianamede savunulan laiklik anlayışı ile partimizin laiklik anlayışı
arasındaki farklılıktır. Buradan hareketle laikliğin gerekleri konusunda da
farklı görüşler ortaya çıkabilmektedir. İddianamede laiklik tek boyutlu bir
kavram olarak görülmekte ve bireylerin benimsemesi gereken 'bir uygar yaşam
biçimi' ve 'yaşam felsefesi' şeklinde takdim edilmektedir. Bu yaklaşıma göre,
laiklik 'toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması'dır.
Laikliğin bu yorumu 19.yüzyıl pozitivizminin katı 'ilerlemeci' anlayışına
dayanmaktadır.
Buna karşılık, AK Partinin laiklik anlayışı, çağdaş
demokratik toplumların özgürlükçü laiklik anlayışıyla tamamen uyumlu bir
yaklaşımı yansıtmaktadır. Partimizin savunduğu laiklik anlayışı, başkalarının
temel hak ve özgürlüklerine asla bir tehdit içermemektedir. Aksine, bu anlayış
tüm bireylerin farklı inanış ve yaşam biçimleriyle barışçıl bir şekilde bir
arada yaşamasını öngörmektedir. Buna rağmen, iddianame partimizin demokratik ve
özgürlükçü laiklik anlayışını ve onun gereklerini laikliğe aykırılık olarak
göstermeye çalışmaktadır. Buna delil olarak da, Başbakan'ın laikliğin bir din
olmadığı, dine alternatif olarak sunulmasının yanlış olduğu ve bireylerin değil
devletin laik olabileceği yönündeki bazı sözleri kullanılmaktadır (s.28, 30).
Modern laiklik anlayışı, farklı din ve inançları
sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul ederek, onların bir arada barışçıl
beraberliğini sağlamayı hedefleyen siyasi bir ilkedir. Bu nedenle laiklik
bireyi değil, devleti muhatap alır. Nitekim, Anayasamızın 2 nci maddesinde
değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek bir ilke olan laiklik, Devletin bir
niteliği olarak sunulmuştur. Anayasanın 24 üncü maddesindeki din istismarı
yasağının amacı da, esasen Devletin laik niteliğinin aşındırılmasını
engellemektir. Devletin temel niteliklerinden biri olarak laiklik, toplumdaki
her türlü inanç ve düşünce karşısında eşit mesafede durmayı gerektirmektedir.
Partimizin bu laiklik anlayışı Anayasanın 2 nci maddesinin gerekçesinde de
ifadesini bulmuştur. Bu maddenin gerekçesine göre 'Hiçbir zaman dinsizlik
anlamına gelmeyen lâiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip
olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dinî inançlarından dolayı diğer
vatandaşlardan farklı bir muameleye tâbi kılınmaması anlamına gelir.'
Bu anlamda laiklik, çağdaş demokrasilerin benimsediği temel
ilkelerden biri olan devletin tarafsızlığının din-devlet ilişkilerine
yansımasını ifade etmektedir. Devletin inançlar karşısında tarafsız
kalabilmesi, siyasi ve hukuki düzenini herhangi bir dinin esaslarına
dayandırmaması ile mümkündür. Bu, laik düzende din işleri ile devlet işlerinin
ayrılmasına işaret etmektedir. Kısacası, çağdaş laiklik anlayışı bir yandan
devlet düzeninin dini kurallara dayanmamasını, diğer yandan da devletin
bireylerin sahip olduğu din ve vicdan özgürlüğünü güvenceye almasını gerektirmektedir.
İktidarımız süresince laikliğin bu iki temel ayağını aksatacak herhangi bir
icraatın içinde olmadık, bundan sonra da olmayacağız.
Partimizin bu laiklik anlayışı parti programında da ifadesini
bulmaktadır. Programdaki ilke ve esaslara başta Genel Başkan olmak üzere tüm
partililer her zaman uymuşlardır. Genel Başkan Erdoğan, 'Tüzük ve program
dışındaki veya bunlara aykırı yaklaşımların partide yer bulamayacağını'
defalarca belirtmiştir. Programın 'Temel Haklar ve Siyasi İlkeler' bölümünde şu
ifadeler yer almıştır (EK-1 , AK Parti Programı):
'Düşünce ve ifade özgürlükleri uluslararası standartlar
temelinde inşa edilecek, düşünceler özgürce açıklanabilecek, farklılıklar birer
zenginlik olarak görülecektir.
Partimiz, dini insanlığın en önemli kurumlarından biri,
laikliği ise demokrasinin vazgeçilmez şartı, din ve vicdan hürriyetinin
teminatı olarak görür. Laikliğin, din düşmanlığı şeklinde yorumlanmasına ve
örselenmesine karşıdır.
Esasen laiklik, her türlü din ve inanç mensuplarının
ibadetlerini rahatça icra etmelerini, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda
yaşamalarını ancak inançsız insanların da hayatlarını bu doğrultuda tanzim
etmelerini sağlar. Bu bakımdan laiklik, özgürlük ve toplumsal barış ilkesidir.
Partimiz, kutsal dini değerlerin ve etnisitenin istismar
edilerek siyaset malzemesi yapılmasını reddeder. Dindar insanları rencide eden
tavır ve uygulamaları ve onların, dini yaşayış ve tercihlerinden dolayı farklı
muameleye tabi tutulmalarını anti-demokratik, insan hak ve özgürlüklerine
aykırı bulur. Öte yandan dini, siyasi, ekonomik veya başka çıkarlara alet etmek
veya dini kullanarak farklı düşünen ve yaşayan insanlar üzerinde baskı kurmak
da kabul edilemez.'
İddianamede partimizi laiklik aleyhine fiillerin odağı
olarak göstermek için kullanılan söylem ve eylemlerin hiçbiri, laiklik ilkesine
aykırı değildir. Örneğin, Türkiye'nin Yugoslavya'ya benzetilmesi karşısında
Başbakanın 'Yüzde 99'u Müslüman bir ülke Türkiye'de din bir çimentodur' sözü
laiklik aleyhine bir söylem olarak takdim edilmektedir (s.29). Bu söz,
Türkiye'nin sosyolojik ve kültürel gerçekliğine ilişkin bir tespitten ibaret
olup, ülkemizin asla bir Yugoslavya olmayacağına işaret etmektedir. Bir ülkede
yaşayan insanların ortak değer olarak bir dine mensup olduklarını ve bu değerin
de en önemli birleştirici unsurlardan biri olduğunu ifade etmenin laiklikle
çelişen hiçbir yönü bulunmamaktadır. Farklı etnik kimlikler temelinde bölünmez
bütünlüğe tehditlerin yöneldiği bir ülkede, bu tür birleştirici olgusal
gerçeklikleri ifade eden bir siyasi liderin laiklik karşıtlığıyla suçlanmasını
anlamak ve bunu laikliğin çağdaş yorumuyla bağdaştırmak mümkün değildir.
'Türk halkının yüzde 99'unun Müslüman olması'na yapılan
vurgu, çok farklı siyasiler, gazeteciler, yazarlar ve akademisyenlerce
benimsenen ve yerli ya da uluslararası bilimsel metinlerde de yer alan
'sosyolojik bir tespit' olarak kullanılmaktadır.
Ayrıca, Başbakanın söz konusu konuşmasının bağlamları
dikkatle incelendiğinde, bu konuşmaları, çeşitli kesimlerce toplumumuzda
oluşturulmasından kaygı duyulan 'Alevi-Sünni çatışması' gibi konular gündeme
geldiğinde ifade ettiği ve Müslüman olan-olmayan ayrımıyla hiç alakası olmayan,
vatandaşlarımız arasında mezhep ve görüş çatışmasının körüklenmesine karşı
birleştirici bir tutum olarak dillendirdiği görülecektir. Zaten bunu
destekleyen onlarca konuşmasında Başbakan, AK Partinin 'din eksenli bir parti
olmadığını' açıkça ifade etmiştir (EK ' 2)
Diğer yandan, iddianamede Genel Başkana atfedilen
'Türkler, laikliğin Anglo-sakson yorumunu daha uygun buluyor' sözü de laikliğe
aykırı gösterilmeye çalışılmaktadır (s.34). Aslında, bu bile tek başına
iddianamedeki laiklikle ilgili argümanların tutarsızlığına açık bir örnek
teşkil etmektedir. İddianame, bir yandan partimizi Türkiye'yi 'şeriat devletine
dönüştürme'yi amaçlamakla itham ederken, diğer yandan Anglo-Sakson laiklik
yorumunu daha uygun bulduğumuzu ifade etmektedir. Bu bir çelişkidir, zira
hiçbir Anglo-Sakson ülkesi teokratik bir devlet sistemine sahip değildir.
Kaldı ki, Kıta Avrupası ülkeleri içinde laikliği en katı
şekilde uygulayan Fransa'da bile 'laisizm' ve 'laiklik' kavramları birbirinden
ayrılmaktadır. Laisizm bir fikir akımı, laiklik ise hukukî ve siyasi bir
ilkedir. Laisizmin, toplumun tüm faaliyet alanlarını kilise etkisi ve dini
normlardan arındırmayı amaç edinmesine karşılık, laiklik bunu sadece devletin
görev alanına inhisar ettirmiştir. Oysa, Türkiye'de bu farklılık yeterince
bilinmemekte ve çoğu zaman ikisi birbirine karıştırılarak biri öbürünün yerine
ikame edilmektedir ki, kavram kargaşasına yol açan nedenlerden biri de budur.
Kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi'ne bağlı
Parlamenterler Meclisi'nin 1993 yılında aldığı 1202 sayılı karar da Avrupa
ortak mekanına hakim olan laiklik anlayışını yansıtmaktadır. 'Demokratik
Toplumlarda Dini Hoşgörü' başlığını taşıyan bu kararda birey-toplum ve din
ilişkilerine dair şu tespitlerde bulunulmaktadır:
Din, bireyin kendisi ve yaratıcısıyla olduğu kadar, dış
dünya ve içinde yaşadığı toplumla da ilişkilerini zenginleştirici bir işlev
görür.
Batı Avrupa farklı dini inançların hoşgörü içerisinde
birlikte yaşayabildiği bir seküler demokrasi modeli geliştirmiştir.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (m.18) ve Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi (m.9) tarafından güvence altına alınan ve insan onurundan
kaynaklanan din özgürlüğünün kullanılması, özgür ve demokratik bir toplumu
gerektirmektedir.
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, bu tespitlerin
ardından, Bakanlar Komitesi, Avrupa Topluluğu (Birliği) ve üye devletlere yasal
güvenceler konusunda da şunları tavsiye etmektedir:
Din, vicdan ve ibadet özgürlüğünü güvence altına almaya
yönelik düzenlemeler yapılmalıdır.
Giyim, yiyecek ve dinsel günlerin kutlanması gibi
konularda farklı dini uygulamalar için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.
Görüldüğü gibi, AK Partinin dinin birey, toplum ve devlet
ile ilişkisine bakışı, Avrupa ülkelerindeki hakim anlayışla uyum içindedir.
Dolayısıyla, bu bakış açısını yansıtan beyanların laiklik ilkesine aykırı
olduğunu ileri sürmek, çağdaş demokrasilerdeki anlayıştan habersiz olmak
anlamına gelir.
2.2. Laiklik, Başörtüsü ve İfade Özgürlüğü
İddianamenin partimizi laiklik aleyhtarı olarak takdim
ederken kullandığı en temel argüman üniversitelerde başörtüsü serbestisine
ilişkin söylem ve eylemlerdir. Bu konuda partimiz mensuplarının değişik
tarihlerde basına yansıyan sözleri ve nihayet Parlamentonun kabul ettiği
Anayasa değişiklikleri yeterli 'delil' olarak gösterilmektedir.
Bu iddiaya yönelik cevabımız üç noktada toplanmaktadır.
Birincisi, yükseköğretim kurumlarında kız öğrencilerin başörtüsü ile öğrenim
görebilmesine ilişkin görüşlerin laiklikle ilişkilendirilmesi isabetli
değildir. İkincisi, bu görüşün laikliğe uygun ya da aykırı olup olmadığından
bağımsız olarak, iddianamede delil olarak sunulan sözlerin tamamı ifade
özgürlüğü kapsamında herkesin rahatça dile getirdiği sözlerdir. Üçüncüsü,
Parlamentoda gerçekleşen Anayasa değişikliği ve bu yöndeki kanun teklifleri
birer yasama işlemi olması nedeniyle partimize değil, yasama organına isnat
edilebilecek eylemlerdir.
2.2.1 Üniversitelerde başörtüsü serbestliği bireysel
özerkliğin ve özgürlüğün gereğidir
Yükseköğretim kurumlarında başörtüsü serbestliğinin
laiklikle ilişkilendirilmesi, kavramsal ve ampirik olarak doğru değildir.
Yukarıda açıklandığı üzere, laiklik bir toplumda tüm inanç ve görüşler
karşısında devletin tarafsızlığını gerektirmektedir. Devlet, başkalarına zarar
vermediği takdirde, bireylerin kişisel tercihlerine saygı duymak zorundadır.
Üniversite çağına gelmiş reşit bir öğrenci bireysel tercihleri nedeniyle başını
örtmek istediğinde buna engel olunması onun özgürlük ve özerkliğine yönelik bir
müdahale anlamına gelecektir. Laik devlet, yetişkin insanları kendileri için
neyin doğru ya da yanlış olduğuna karar verebilecek, dolayısıyla tercihlerini
ifade edebilecek özerk bireyler olarak görmek durumundadır. Bu nedenle,
laiklik, bireysel tercihlerde bulunma ve kendi yaşam biçimini belirleyebilme
gücüne sahip bireylerin oluşturduğu özgür ve çoğulcu bir toplum için elverişli
bir ortam sunmaktadır. Bireysel tercihleri hiçe sayan kısıtlamalar, toplumun
birbirinden farklı inanç, düşünce ve yaşam biçimlerine sahip bireyleri
içerdiği, dolayısıyla çeşitli olduğu gerçeğini de dikkate almamaktadır.
Farklılıkların bir arada yaşatılmasını hedefleyen demokratik bir ülkede
üniversite öğrencilerinin şu ya da bu nedenle tercih ettikleri bazı kıyafetleri
yasaklamak, çoğulculuğu, birlikte yaşama arzusunu, hoşgörü ve diyalogu ortadan
kaldırabilecek bir uygulamadır. Laik bir düzende yükseköğretim kurumlarında
kılık ve kıyafetin yasaklanmaması, bireysel özgürlüklere, eşitlik ilkesine ve
farklı tercihlere saygının bir gereğidir.
Cumhuriyetimizin temel ideali, tüm bireylerin ve
özellikle genç kızların modern eğitim sisteminin kazanımlarından faydalanmasıdır.
Unutulmamalıdır ki, Türkiye'de 'eğitim ve öğretimin birliği' (Tevhid-i
Tedrisat) esastır. Bu nedenle başörtülü genç kızların devlet tarafından
çerçevesi belirlenen üniversite eğitimi alması, böylece çağdaş bilgilerle
donanmaları Cumhuriyetin kazanımı olacaktır. Bugün modern toplum tüm
bireylerin, özellikle de kadınların modern eğitim alması sayesinde inşa
edilmekte ve sürdürülmektedir. Bu noktada gerçek bir Cumhuriyetçi bakış açısı,
bir kısım kız öğrencilerin başörtüleri sebebiyle modern eğitim sisteminden
dışlanmasını değil, modern eğitim sistemine dâhil edilmelerini gerektirir.
Böylece bu toplum kesimlerini ve yetiştirecekleri nesilleri toplumsal hayatın
merkezi süreçlerine katmak ve dışlanmalarını önlemek, modern devlet düzeni ve
toplum hayatı için kazanımdır. Unutulmamalıdır ki, modern eğitim sistemi içine
dâhil edilemeyen toplumsal kesimlerin, marjinal ya da radikal bazı fikirler
karşısında bağışıklıkları zayıftır. O nedenle başörtülü olarak eğitim sistemi
içinde yer almak ve çağdaş toplum yapısının gereklerine uygun bilgilerle
donanmak isteyen kişilerin taleplerinin karşılanması laiklik ilkesini
zayıflatan değil, güçlendiren bir yaklaşımdır.
Üniversite eğitimi din ve devlet işlerinin ayrılması
ilkesinin kaynağı olan seküler bir yapıya sahiptir. Bu yapı içinde din ve
vicdan hürriyetinden faydalanarak başörtüsü örten, vatandaşlık görevlerini
yerine getiren kişilerin modern eğitim hizmeti alma taleplerinin karşılanması
siyasi açıdan ayrıştırıcı değil, topluma entegre edici bir yaklaşımdır. Çağdaş
devlet düzeni açısından tehdit unsuru içeren radikal ve marjinal fikirlere set
çekilmesi, ancak toplumun mümkün olan en geniş kesiminin eğitim sistemi içine
dâhil edilmesi ve demokratik prensipler ışığında bunun azamileştirilmesi ile
mümkündür.
Diğer yandan, üniversitelerde kılık ve kıyafete yönelik
kısıtlamaların laikliğin gereği olduğu görüşü ampirik olarak da doğru değildir.
Laiklik ilkesinin şu ya da bu ölçüde benimsendiği demokratik ülkelerin
hiçbirinde yükseköğretim kurumlarında başörtüsü yasağının bulunmadığı bir
gerçektir. İlköğretim ve lise düzeyindeki devlet okullarında başörtüsünü
yasaklayan Fransa'da dahi üniversite düzeyinde böyle bir yasak bulunmamaktadır.
Bu bağlamda iddianamede partimizin bu gerçeklere ilişkin ifadeleri 'yanıltıcı'
olarak nitelendirilmekte ve 'Avrupa'da en fazla Müslüman nüfus barındıran
devletlerden Fransa'da türbanı okullarda ve kamusal alanda yasaklamıştır'
denmektedir (s.114). Oysa gerçekte 'yanıltıcı' olan partimizin görüşleri değil,
Başsavcının bu iddiasıdır. Fransa'da sadece ilk ve ortaöğretim düzeyindeki
devlet okullarında başörtüsü sınırlaması söz konusudur. Üniversite düzeyinde
ise böyle bir sınırlama bulunmamaktadır.
Fransa'da başörtüsü dâhil dini sembollerin eğitim
kurumlarında kullanılması hakkında 2003 yılında oluşturulan Stasi Komisyonu bir
rapor hazırlamıştır. Bu rapor çerçevesinde 10 Şubat 2004 günü çıkarılan
yasayla, ilk ve orta dereceli devlet okullarında öğrencilerin bir dini eğilimi
açıkça ortaya koyan işaretleri taşımaları ve kıyafetleri giymeleri
yasaklanmıştır. Üniversitelerle ilgili olarak, Stasi Komisyonu önceliğin
öğrencilerin dini, siyasi ve felsefi inançlarını ifade etme hakkına verilmesi
gerektiğini kabul etmiştir. Nitekim, devlet okulları dışında ve üniversitelerde
başörtüsü yasağı bulunmamaktadır.
Kısacası, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyeliği için
çalışan bir siyasi partinin Avrupa'nın hiçbir ülkesinde bulunmayan bir yasağı
kaldırmaya çalışmasını laiklikle ilişkilendirerek Anayasaya aykırı saymak doğru
bir yaklaşım değildir.
2.2.2 Kılık ve kıyafet serbestliğine ilişkin sözler ifade
özgürlüğü kapsamındadır
Anayasamızın 2 nci maddesine göre Cumhuriyetin
değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek niteliklerinden biri de 'demokratik
devlet'tir. Demokrasinin temeli de ifade özgürlüğüdür. Sözün özgür olmadığı
yerde hiç kimse özgür değildir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de ifade
özgürlüğü ile ilgili ilkeleri ortaya koyduğu Handyside kararında ifade
özgürlüğünün demokrasiler için önemini açıkça belirtmiştir. Mahkeme, bu
kararında daha sonra ifade özgürlüğüyle ilgili verdiği hemen her kararında
tekrarladığı şu hususları vurgulamıştır:
İfade özgürlüğü, demokratik toplumun asli
temellerindendir, toplumun ilerlemesinin ve bireyin gelişmesinin temel
şartlarından birini oluşturur.
İfade özgürlüğü, demokratik toplumun vazgeçilmez
özelliklerinden olan çoğulculuk, hoşgörü ve geniş görüşlülüğün gereğidir.
İfade özgürlüğünün sağlayacağı özgür siyasi tartışma,
Sözleşmenin bütününe egemen olan demokratik toplum kavramının özünü oluşturur.
İfade özgürlüğü sadece genel kabul gören, zararsız veya
önemsiz fikir ve haberler için değil; fakat aynı zamanda devlete veya toplumun
bir kısmına aykırı gelen, kural dışı, şaşırtıcı veya endişe verici olan fikir
ve haberler için de geçerlidir.
Üniversitelerde kılık ve kıyafet serbestliği konusunda
kişilerin ve siyasi partilerin farklı düşünmeleri son derece normaldir.
Partimiz her fırsatta bu meselenin gerginliğe yol açmadan toplumsal ve kurumsal
mutabakatla çözümlenmesi gerektiğine işaret etmiştir. Bu konuda yapılan kamuoyu
yoklamalarında toplumun yaklaşık yüzde sekseninin bu yasağın kalkması yönünde
görüş bildirdiği de bilinmektedir. Demokratik bir toplumda siyasi partilerin
toplumsal sorunlara barışçıl çözüm önerileri sunması ve bu konuda harekete
geçmesi onların varlık nedenidir. Bir siyasi partiyi bundan dolayı suçlamak
demokratik anlayışla bağdaşmamaktadır. Bu, siyasi alanda tüm partilerden ve
siyasilerden aynı görüşü savunmalarını istemek olur ki, çoğulcu demokrasilerde
bu mümkün değildir. Nitekim açılan bu dava ile adeta, laikliğin iddianamede
ortaya konulan yorumunun bütün siyasi partilere kabul ettirilmeye çalışılması
amaçlanmaktadır.
Oysa siyasi partiler, toplumsal meseleler hakkında farklı
düşündükleri ve farklı çözüm önerileri sundukları için birden fazladırlar. Üniversitelerde
başörtüsü yasağını savunan siyasi partiler vardır ve muhtemelen bundan sonra da
olacaktır. Ancak partimiz ve diğer birçok siyasi parti ise bu yasağın kalkması
gerektiğini dile getirmiştir. Toplumsal sorunlar karşısında sergilenen bu tür farklı
görüş ve duruşlar, ifade ve örgütlenme özgürlüklerini anlamlı kılan en önemli
unsurdur. İddianamede öyle bir anlayış benimsetilmeye çalışılmaktadır ki,
laiklik ilkesi bağlamında bazı hususların talep edilmesi bir yana, laiklikle
ilgili bazı sorunların varolduğuna işaret etmek, bu konularda farklı bir fikir
beyan etmek hatta laiklikle ilgili bazı konuları konuşmak bile laikliğe aykırı
eylemler olarak sunulmaktadır.
Halbuki siyasi parti kararlarında AİHM, demokrasinin
ifade özgürlüğüne dayandığını ve bu bağlamda ülke sorunlarını şiddete
başvurmaksızın, diyalog yoluyla çözme fırsatı sunduğunu belirtmiştir.
Mahkeme'ye göre, toplumun bir bölümünün meselelerini kamuya açık bir şekilde
tartışan ve ilgili tarafları tatmin etmeye yönelik demokratik kurallara uygun
çözüm önerileri bulmak amacıyla siyasi alanda faaliyet gösteren bir siyasi
partinin engellenmesi hiçbir şekilde haklılaştırılamaz. (TBKP/Türkiye, par.57).
Partimizin üniversitelerde kılık ve kıyafet serbestliği
konusundaki görüş ve politikalarının Anayasa Mahkemesi'nin içtihadına aykırı
olduğu, dolayısıyla bu yöndeki eleştirilerin güçler ayrılığı ilkesini hiçe
saydığı yönündeki görüşün de hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Başbakanın
toplumsal gerilimden uzak durmayı ve uzlaşmayı öne çıkardığı şu konuşması bile
iddianamede 'delil' olarak kabul edilmiştir: 'Emredici bir hüküm getirseydi,
tüm AB ülkelerinde uygulanması gerekirdi. Avrupa'da ve dünyada genel olarak
üniversitelerde başörtüsü yasağı yok. AİHM'in Türkiye'ye özgü şartlar nedeniyle
böyle bir karar aldığını düşünüyorum. Böyle bir yasak Anayasa'da yok. Sadece
Anayasa Mahkemesi'nin bir yorumu var. Yasama yeni bir yasa çıkarırsa, Anayasa
Mahkemesi durumu gözden geçirmek zorundadır, bu yorum da kalıcı değildir. Yasa
çıkarabiliriz. Ama arzumuz bu sorun toplumsal gerilime yol açmasın ve
özgürlükler noktasında çözülsün.' (s.43).
Bu ve benzeri ifadelerin iddianamede yer alması, yargı
kararlarının adeta eleştirilemez olduğuna dair bir inancı yansıtmaktadır.
Nitekim, partimiz yetkililerinin bazı mahkeme kararlarını eleştirmesi 'çoğulcu
demokrasinin güçler ayrılığı ilkesine dayandığı gerçeğini adeta reddederek
totaliter bir anlayışın savunuculuğunu' yapmak olarak nitelendirilmiştir
(s.135). Halbuki, yargı kararlarının bağlayıcı olması onların
eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Çoğulcu demokrasilerde bilhassa siyasi
partiler bu kararları eleştirebilir ve en önemlisi bu kararların değişmesi için
faaliyette bulunabilirler. Esasen bunun aksini düşünmek mümkün değildir.
Mahkeme kararları eleştirilemez kabul edildiğinde hukukun gelişmesi ve
kuralların yeni gelişmeler ışığında yorumlanması imkanı kalmayacaktır. Bu da
hukuku statik bir hale getireceği gibi, demokratik bir ülkede siyasi partileri
işlevsiz kılacaktır.
Nitekim, bazı yargı mensuplarımız da özellikle Anayasa
Mahkemesi kararlarının eleştiriye açık ve değişebilir nitelikte olduğunu
vurgulamışlardır. Sözgelimi, 2006 yılında Anayasa Mahkemesi'nin 44.Kuruluş
Yıldönümü töreninde yapılan açış konuşmasında dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı
H.Tülay Tuğcu aynen şunları söylemiştir. (EK ' 3)
'Anayasa Mahkemesi kararlarının kesin ve bağlayıcı
olması, onların eleştirilemez olduğu anlamına gelmemektedir. Diğer deyişle,
mahkeme kararlarına uyma yükümlülüğü, söz konusu kararları eleştirme hakkını
ortadan kaldırmamaktadır. Bir hukuk devletinde, yargı kararlarının da
eleştirilebilmesi doğaldır. Mahkeme kararlarının oybirliği ile alınmadığı
durumlarda, azlık oyu kullanan üyelerin düşüncelerinin de bu anlamda karşı
hukuki düşünceyi oluşturduğu açıktır. Anayasa Mahkemesi'nin işin esasına
girerek reddettiği konularda on yıl geçtikten sonra tekrar başvuruda
bulunulabilmesi, Anayasa Mahkemesi kararlarının eleştiriye açık ve değişebilir
nitelikte olduğunun bir diğer kanıtıdır.
Bir hukuk devletinde, mahkeme kararlarının gerek akademik
çevrelerde, gerekse uygulayıcılar tarafından ele alınıp incelenmesi gerekli ve
yararlıdır. Bu tür eleştirilerin yargıya yeni ufuklar açma olasılığı her zaman
vardır.'
Nitekim Anayasa Mahkemesi, siyasi parti kapatma
davalarında laikliğin gerekleri konusunda birbirinden farklı yorumlar
yapabilmiştir. Örneğin, Özgürlük ve Demokrasi Partisi, 'Devlet din işlerine
karışmayacak, din cemaatlere bırakılacaktır' biçimindeki program hükmüne
dayanılarak kapatılmıştır (E. 1993/1, K. 1993/2, K.T. 23.11.1993). Ancak, daha
sonra Demokratik Barış Hareketi Partisi davasında, yine parti programındaki
Diyanet İşleri Başkanlığının bir Devlet kurumu olmaktan çıkarılmasını amaçlayan
hükümden dolayı kapatma talebi reddedilmiştir (E. 1996/3, K. 1997/3, K.T.
22.5.1997). Bu durum, Anayasa Mahkemesi'nin laiklik yorumunun da sürekli bir
değişim ve gelişim içerisinde olduğunu göstermektedir.
Bu bağlamda partimizin genel başkanı ve üyelerinin
değişik tarihlerde başörtüsünün yükseköğretim kurumlarında serbest
bırakılmasına yönelik konuşmalarının, ifade özgürlüğü kapsamında
değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu konuşmaların hiçbiri, yerleşik mahkeme
içtihatlarının tanınmaması ya da bunların bağlayıcılığının reddedilmesi olarak
görülemez. Kaldı ki, bu konuda birçok siyasi parti görüş açıklamış, hatta sorunun
çözümüne yönelik girişimlerde bulunmuşlardır.
Strasbourg organlarının üniversitelerde başörtüsü
meselesiyle ilgili kararlarına da yer verilen iddianamede, adeta bu konuda son
noktanın konduğu ileri sürülmektedir. Bu görüş, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin
hak ve özgürlükleri koruma konusunda asgari standartları getirdiği ve bunun
üzerinde bir korumanın taraf devletlerce sağlanmasının mümkün olduğu gerçeğini
görmezlikten gelmektedir. Nitekim Sözleşme'nin 53 üncü maddesine göre, 'Bu
Sözleşme hükümlerinden hiçbiri, herhangi bir Yüksek Sözleşmeci Taraf'ın
yasalarına ve onun taraf olduğu başka bir Sözleşme'ye göre tanınabilecek insan
haklarını ve temel özgürlükleri sınırlayamaz veya onlara aykırı düşecek şekilde
yorumlanamaz.'
Leyla Şahin kararında AİHM, 'eğitim kurumlarında dini
sembollerin kullanılması' konusunda Avrupa ülkelerinde farklı uygulamaların
olabileceğini, bu konuda kuralların ülkeden ülkeye değişebileceğini
belirtmiştir. Bu nedenle, Mahkemeye göre, dini sembollerin kullanılmasına
ilişkin hukuki düzenleme yapma konusunda taraf devletler geniş bir takdir
yetkisine sahiptirler (Büyük Daire kararı, par.109).
Kaldı ki, AİHM'in ihlal bulmadığı kararlardan sonra
ilgili devletin hak ve özgürlükleri koruyucu yönde yeni yasal düzenleme
yapmalarının önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Bunun aksini savunmak,
örneğin AİHM'in Sözleşmeye aykırı bulmadığı Türkiye'deki yüzde onluk seçim
barajının hiçbir zaman değiştirilemeyeceğini ileri sürmek anlamına gelecektir.
Nitekim Büyük Daire'nin Leyla Şahin kararından sonra o dönemde AİHM yargıcı
olan Rıza Türmen de, bu kararın Türkiye'de üniversitelerde başörtüsü yasağının
kaldırılmasına engel olmadığını şu sözlerle dile getirmiştir: 'AİHM, Şahin
davasında Türkiye'nin yasak gerekçelerini AİHS'ye aykırı bulmadı. Karar,
üniversitelerde türban yasağının kaldırılmasının AİHS'ye aykırı olacağı
anlamına gelmez'
Ayrıca, Anayasanın 10 ve 42 inci maddelerinde yapılan
değişikliklerin uygulanması gerektiğine dair açıklamaların 'laikliğe aykırı
beyan' olarak sunulması anlaşılır gibi değildir. Örneğin AK Parti Adana
milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat'ın 2008 yılı Şubat ayında yaptığı bir
konuşmada üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağının Anayasa ihlali olduğunu
ileri sürerek, 'beğensek de, beğenmesek de 1982 Anayasası yürürlüktedir. Herkes
bu Anayasaya uymak mecburiyetindedir'(s.95-96); Anayasa Komisyonu Başkanı
Burhan Kuzu'nun 'Uygulamaya üniversite yönetimleri ve YÖK karar verecek. (').
Derlerse ki 'Anayasa değişikliği yeterli', uygulamayı hemen başlatabilirler.
'Bekleyelim' derlerse ek 17. maddenin çıkmasını da bekleyebilirler'; AK Parti
Grup Başkan Vekili Sadullah Ergin'in 'Hukuk devletinde hukuka saygılı olmak
lazım. Artık uygulayıcıların da bu düzenlemeye uygun hareket etmesini umuyoruz'
(s.100); AK Parti Grup Başkan Vekili Bekir Bozdağ'ın 'Anayasa değişiklikleri
uygulama kabiliyeti olan düzenlemelerdir. 'Uygulamam' deme hakkı hiç kimsede
yoktur' (s.101) şeklindeki sözleri laikliğe aykırı olarak nitelendirilmiştir.
Halbuki, ülkede yaşayan herkesi ve her kurumu bağlayan Anayasanın
uygulanması gerektiğini söylemek, laikliğe aykırı olmak bir yana, hukuk devleti
olmanın zorunlu bir gereğidir.
Sonuç olarak, sadece laiklik konusundaki yorum farkından
dolayı bir siyasi partinin kapatılmasının istenmesi, evrensel standartlara uygun
laiklik ilkesi, ifade ve siyasi parti özgürlükleri ile asla bağdaşmaz. Esasen
partimizin laiklik anlayışı da demokratik ülkelerde ve uluslararası belgelerde
benimsenen laiklik anlayışı ile uyumludur. Dolayısıyla, partimizin laikliğin
içini boşalttığı yolundaki iddia bütünüyle temelsizdir. Ayrıca, Anayasanın 2
nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında laiklik ilkesi yanında insan
haklarına saygılı demokratik hukuk devleti ilkelerine de yer verilmesi, laiklik
ilkesinin bu ilkelerle birlikte ele alınması ve anlaşılması gerektiğini
göstermektedir.
2.2.3 Yasama faaliyeti olan Anayasa değişikliklerinin
laikliğe aykırı olduğu ileri sürülemez
İddianamede TBMM'nin 09.02.2008 tarihinde yaptığı
değişiklikler de partimiz aleyhine en önemli 'delil' olarak kullanılmaktadır.
Nitekim, Başsavcı bir gazeteciyle yaptığı mülakatta bu anayasa
değişikliklerinin partimiz hakkında açılan davanın temel gerekçesi olduğunu
söylemiştir. (EK ' 4)
Nitekim, iddianamede Anayasanın 10 ve 42 inci maddeleri
ile ilgili olarak şu hususlara yer verilmiştir:
'Cumhuriyetin değiştirilmesi ve değiştirilmesi teklif
dahi edilemeyen nitelikleri arasında bulunan laiklik ilkesi gereğince
üniversitelerde türban ile öğrenim görülmesinin mümkün bulunmamasına binaen;
Yüksek Öğretim Kanununda üniversitelerde türbanla öğrenim görülmesini
sağlayacak bir değişikliğin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edileceğini
öngören davalı Parti önce Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yapmak
ve daha sonra bu değişikliğe dayanmak suretiyle Yüksek Öğretim Yasasında
yapacağı değişiklikle üniversitelerde türbanla öğrenim görülmesinin yolunu
açmak istemektedir. Yükseköğretim Yasasında değişiklik içeren teklifin
Anayasaya aykırı olduğu tartışmasızdır. Anayasa değişikliği içeren teklif ise
amaç yönünden Anayasaya aykırılık taşımaktadır.
Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik öngören
teklif TBMM'de 09.02.2008 tarihinde kabul edilmiş, Cumhurbaşkanı tarafından
onaylanmasını müteakip 5735 sayılı Yasa olarak 23 Şubat 2008 tarihinde Resmi Gazetede
yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.'(s.133).
'Türbanın yükseköğretim kurumlarında serbestçe
takılmasına olanak sağlamak üzere Anayasanın 10 ncu ve 42 nci maddelerinde
değişiklik yapılmasını içeren kanun teklifinin Adalet ve Kalkınma Partisi ile
Milliyetçi Hareket Partili milletvekillerinin imzalarıyla, aynı amaca yönelik
olarak 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunun Ek 17 nci maddesinde değişiklik
yapılmasına dair kanun teklifinin ise her iki partili yedi milletvekilinin
imzalarıyla 29.01.2008 ve 30.01.2008 tarihlerinde TBMM'ne sunulduğu'
belirtilmektedir (s.112-113).
Evvela, 'laiklik ilkesi gereğince üniversitelerde türban
ile öğrenim görülmesinin mümkün bulunmaması'na dair görüş, yukarıda
açıkladığımız nedenlerden dolayı isabetsizdir. Bir an için, bu görüşün Anayasa
Mahkemesi'nin 1991 yılında verdiği 'yorumlu ret' kararına dayandırıldığı
düşünülse bile, bu kararın Parlamentonun aynı konuda bir yasa veya Anayasa
değişikliği yapmasını engellediği savunulamaz. Anayasa Mahkemesi'nin iptal
kararından sonra yasama organının aynı konuda düzenleme yapabileceğine dair çok
sayıda örnek bulunmaktadır.
İkinci olarak, 'Yükseköğretim Yasasında değişiklik içeren
teklifin Anayasaya aykırı olduğu tartışmasızdır' sözü de hem hukuken yanlıştır,
hem de Anayasa Mahkemesi'nin yorum yetkisine müdahale niteliğindedir. Bir kere,
bizim anayasal düzenimizde kanun tekliflerinin Anayasaya uygunluğunun
incelenmesi Parlamento dışındaki bir organ tarafından yapılamaz. Bu anlamda
henüz yasalaşmamış, Parlamentoda yasama sürecinin komisyon ve genel kurul
aşamalarından geçmemiş bir metnin 'Anayasaya aykırı olduğu'nun söylenmesi
hukuken hiçbir geçerliliğe sahip değildir.
Üçüncüsü, 'Anayasa değişikliği içeren teklif ise amaç
yönünden Anayasaya aykırılık taşımaktadır' görüşü hem yanlıştır, hem de aynı
şekilde yukarıda belirtildiği üzere, Anayasa Mahkemesi'nin yetki alanına
müdahale niteliğindedir. Yanlıştır, çünkü Anayasanın hükümleri arasında
hiyerarşi bulunmamaktadır. Şekil sakatlığı dışında, Anayasanın bir hükmünün
diğer bir hükmüne aykırı olduğu hukuken ileri sürülemez. Nitekim Anayasamız
anayasa değişikliklerinin esas bakımından denetimini kabul etmediği gibi, şekil
bakımından uygunluk denetimini de 'teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle
görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile sınırlı' tutmuştur
(m.148/2). Bu anlamda iddianamenin yukarıda alıntılanan kısmında da
belirtildiği üzere 23 Şubat 2008 tarihinden bu yana yürürlükte bulunan
Anayasanın 10 ve 42 nci maddelerindeki değişikliklerin laiklik ilkesine aykırı
olduğu iddiası hukuki açıdan ileri sürülemez. Kaldı ki, bu değişiklikler kamu
hizmetlerinden yararlanmada kanun önünde eşitlik ilkesi, üniversite eğitiminde
fırsat eşitliği ve öğrenim özgürlüğünün alanını genişletme gibi amaçlar
taşımaktadır.
Diğer yandan, Anayasayı yapma ve değiştirme yetkisi,
herhangi bir iddianameye konu edilemeyecek kadar önemli, demokratik ve anayasal
bir yetkidir. Bu yetkinin ürettiği temel normu denetleme yetkisi, sadece belli
şekil sakatlıkları bakımından Anayasa Mahkemesine aittir. Hiç kimse, Anayasanın
kurucu iktidar olan Meclise verdiği yetkinin kullanımının, Anayasa karşıtı
eylem grubuna girdiği iddiasında bulunamaz. Böyle bir ilk örneğin, hukuk ve
demokrasi tarihinde Türkiye'de yaşanıyor olması düşündürücüdür.
AİHM de, toplumsal sorunları çözmek için faaliyet
gösteren siyasi partilerin belli şartlar altında temel anayasal değişiklikler
yapabileceğini belirtmektedir. Bu değişikliklerin iki şarta uygun olması
gerekmektedir. 1) Bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan araçların tüm
boyutlarıyla yasal ve demokratik olması gerekir. 2) Değişikliğin bizzat kendisi
temel demokratik ilkelerle uyumlu olmalıdır. (Sosyalist Parti/Türkiye, par. 46
ve 47; Refah Partisi/Türkiye, par.47, Refah Partisi/Türkiye, Büyük Daire,
par.98).
Dördüncüsü, Anayasanın 10 ve 42 nci maddelerindeki
değişikliklere ilişkin kanun teklifi herhangi bir partinin teklifi değil,
milletvekillerinin teklifidir. Anayasaya göre, Anayasa değişikliklerinin
Meclise Bakanlar Kurulu tasarısı olarak getirilmesi de mümkün değildir. Anayasa
değişikliklerinin parlamentoda gizli oyla yapılması, bu tür değişikliklerden
herhangi bir siyasi partinin sorumlu tutulmasını da hukuken engellemektedir.
Nitekim, parlamentodaki oylamada söz konusu Anayasa değişikliklerinin 411 oyla
kabul edilmesi, AK Partiye mensup milletvekilleri dışındaki diğer partilere
mensup milletvekillerinin de bu değişikliğe olumlu oy verdiklerini
göstermektedir. Bir Anayasa değişikliği teklifine bizzat Anayasanın kendisi
tarafından bu konuda münhasıran yetkilendirilen milletvekillerinin imza
atmalarının Anayasaya aykırı olarak nitelendirilmesi asla düşünülemez. AK Parti
ile diğer partilere mensup ve bağımsız milletvekillerinin yaptıkları, meşru
anayasal yetkilerini kullanmaktan ibarettir.
Son olarak, Anayasa ve kanun değişikliği şeklindeki
yasama tasarruflarının nasıl denetleneceğine dair hükümler Anayasamızda açıkça
belirtilmiştir. Bu denetimlerin dışında, yasama tasarruflarından dolayı bir
siyasi partinin kapatılmasını istemek hukukun üstünlüğüne dayanan parlamenter
sistemi işlemez hale getirecektir.
Ayrıca, yükseköğretim kurumlarında kılık kıyafet
serbestliğine ilişkin yasal düzenlemeler daha önceki dönemlerde de yapılmıştır.
Parlamentoda 1988 ve 1990 yıllarında bu konuda iki kez düzenleme yapılmış,
ancak bu düzenlemelerden dolayı dönemin iktidar partisi hakkında bir kapatma
davası açılmamıştır. Öte yandan, yasama organının partilerden ayrı bir tüzel
kişiliği vardır ve yasama faaliyetlerinden dolayı hukuken partiler sorumlu
tutulamaz. Kaldı ki, yasama organınca kabul edilen kanunların Anayasaya
aykırılık taşıması durumunda Anayasa yargısı denetimi işletilebilmektedir.
3. AK Parti Genel Başkanının açıklamaları da ifade
özgürlüğü kapsamındadır
İddianamede AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın 'laikliğe aykırı eylemleri' olarak sıralanan 61 adet
'açıklama' (s.27-54) incelendiğinde bunların büyük çoğunluğunun üniversitelerde
kılık ve kıyafet özgürlüğüne ilişkin beyanlar olduğu anlaşılmaktadır. Bu tür
açıklamalar sadece AK Parti mensupları tarafından değil, başka partilerin
mensuplarınca da yapılmıştır. Kaldı ki, kendi bütünlüğünden koparılarak belli
bölümleri alındığı halde iddianameye alınan kısımlardan bile, bu açıklamalarda
sürekli olarak demokrasiye, laikliğe, hukukun üstünlüğüne, özgürlüğe,
uzlaşmaya, kardeşliğe ve sorumluluğa vurgu yapıldığı açıkça görülmektedir.
Başbakanın, başörtüsünün dini inancın gereği olup
olmadığı hususunun din bilginleri (ulema) tarafından tartışılacak bir konu
olduğuna işaret eden açıklaması da iddianamede (s.44-45) iyi niyetli olmayan
bir değerlendirmeyle, laikliğe aykırı kabul edilmiştir. Halbuki, Başbakanın
iddianamede yer verilen bu sözleri, hukuk sistemimizde yer alan ve uygulanan
bilirkişilik müessesine ilişkindir. Bu sözler, hukuk devletinde adil
yargılamanın önemli bir unsuru olan 'bilirkişilik' bağlamında
değerlendirilmelidir. Laik bir hukuk devletinde yargıçların bir dinin gerekleri
konusunda uzman olmaları beklenemez. Teknik bilgi ve birikim gerektiren bu
hususun yargılama sırasında konunun uzmanlarına sorulması laiklik ilkesine aykırılık
teşkil etmemektedir.
Esasen, Anayasanın 136 ncı maddesi uyarınca Diyanet
İşleri Başkanlığı, 'laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve
düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç
edinerek' görev yapan bir anayasal kurumdur. Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş
ve Görevleri Hakkında Kanuna göre, Diyanet İşleri Başkanlığı 'İslam Dininin
inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda
toplumu aydınlatmak' üzere kurulmuştur. Nitekim, aynı kanunla kurulan Din
İşleri Yüksek Kurulu, dönemin Devlet bakanlarından Mehmet Özgüneş'in talebi
üzerine 30.12.1980 tarih ve 77 sayılı kararı ile başörtüsünün dindeki yeriyle
ilgili olarak yazılı görüş bildirmiştir.
Diğer yandan, Başbakan Erdoğan'ın, Yükseköğretim
Kanununda yapılacak bir değişikliği 'acelemiz yok' diyerek geri çektiklerini
açıklamasının ve 'biz sorumluluk sahibiyiz. Bu işi kangren haline getirenlerin
şimdi dışarıdan konuştuklarını görüyoruz, siz de onların oyununa geliyorsunuz,
sabırlı olun'' şeklindeki sözlerinin (s.38) Başsavcı tarafından laikliğe aykırı
eylem olarak algılanmış olması iddianamenin en ilginç yanlarından birisidir.
Başsavcıya göre, Başbakan'ın bir kanun teklifini geri çekmesi ya da uzlaşma
sağlanıncaya kadar sabır tavsiye etmesi, hatta 'Gönlümün derinliklerinde yatan
hıçkırıklar var' (s.39) demesi bile 'laikliğe aykırı'dır. 'İnsan gönlünün
hıçkırıkları'na müdahale etmek isteyen bu iddianame, böylece laiklik ve insan
hakları teorisine 'çok özel bir katkıda' bulunmuş olmaktadır.
İddianamede, Başbakan Erdoğan'ın açıklamalarından belli
bölümler alınmış, onlarda da yine belli cümle ya da kelimelere 'vurgu'
yapılmıştır. Öne çıkarılan açıklamalar laikliğe aykırı bir nitelik taşımadığı
gibi, aynı açıklamaların Başsavcı tarafından vurgu yapılmayan kısımlarında ise
'demokrasi, mutabakat, insan hakları, laiklik ve hukuk devleti'ni destekleyen
çok sayıda ifade bulunmaktadır. Başbakanın bu yöndeki ifadelerine yine
iddianame metninde bulunan şu örnekler verilebilir:
'- Düşünceye ve örgütlenmeye saygı gösterilmeli ve
özgürlüklerin oluşmasına fırsat verilmelidir.
- Laik toplumda din, laik yönetimin güvencesindedir.
Laiklik, tüm inanç gruplarına eşit mesafede olmak şeklinde tanımlanmıştır ve
zaten bu temin edildiği içindir ki, laiklik bizim için bir yerde sigortadır.
- Laiklik bütün dinlere eşit mesafede olmak anlamına
gelir. İnançlar, devlet güvencesindedir. Laik düzeni korumakla yükümlüyüm.
- Bir demokratik ülke din özgürlüğünü sağlamalı.
- Kadına karşı ayrımcılık, ırkçılıktan daha tehlikeli,
daha ilkel bir tutumdur. Her tür ayrımcılığa karşı mücadele etmek zorundayız.
- Bu sorunlarınızın çözümü sadece bizim isteğimizle
değil, tüm siyasi partilerin katılımı ve uzlaşmasıyla çözülmeli. Bunu tek
başımıza getirmek istemiyorum, çünkü o durumda gerginlik çıkıyor. Ben ülkede
gerginlik yaratmak istemiyorum.
-Bir hak, dünyanın bir ucunda farklı, bir başka ucunda
farklı olamaz. Çünkü hak, hukuktan doğar; kanundan doğmaz. Hak, kanunlarla
güvence altına alınır.
- İnsanların hukukunu yanlış yasalarla yok edemezsiniz.
-Kadını özel alana hapseden, kamusal alandan dışlayan,
cinsiyet ayrımcılığına dayanan baskıcı ve tutucu anlayışlar medeni olamaz.'
Başbakanın iddianameye alınan bu ifadeler dışında da
demokrasi ve laikliği savunan, laikliği demokrasinin vazgeçilmez şartı olarak
değerlendiren pek çok sayıda açıklaması bulunmaktadır. Bu açıklamalardan
bazılarına burada yer vermekte yarar görüyoruz: (EK ' 2)
'-Biz, dine dayalı bir parti değiliz, başka partilerin
devamı da değiliz.
- Biz, herhangi bir partinin devamı değiliz. Din eksenli
siyasi bir parti de değiliz. Biz insan eksenliyiz.
-AK Parti, halkın partisidir. Güvenilir, demokratik,
dürüst, temel hak ve özgürlüklere saygılı ve onları savunan bir partidir. AK
Parti sessiz kitlelerin ve zayıfların savunucusudur.
-Bizim partimiz İslamcı değil, medya bizi bu kategoriye
yerleştirmeye çalıştı.
-Bizim partimiz laikliği, demokrasinin önemli bir unsuru
olarak görüyor. Laiklik, bu ülkenin yönetsel yapısını kuruyor.
-Türkiye'de, hangi taraftan olursa olsun dinin istismar
edilmesine asla taraftar değiliz.
-Laikliğin bir boyutu devletin, siyasi otoritenin;
toplumsal alandaki bütün inanç ve kimliklere eşit yakınlıkta durmasıdır.
-AK Parti din eksenli siyaset yapmıyor ve din üzerinden
siyaset yapmayı kabul etmiyor. Bu, dinin istismarı anlamına gelir.
-Laiklik, toplumsal çeşitliliği, çatışma veya gerginlik
ortamından uzaklaştırıp barış içinde ve özgür olarak bir arada tutabilmenin bir
yolu olarak görülmelidir. Muhafazakar Demokrasi anlayışımız, geleneği
önemsemekle birlikte modern kazanımları reddeden bir gelenekçilik
gütmemektedir. AK Parti körü körüne geleneği veya modern olanı reddetmek
yerine, yeni bir senteze varılması gerektiğini düşünmektedir. Yerelliği
savunmak, evrenselliği red anlamına gelmemeli, yerellik de kendisini çatışmacı
bir mutlaklığa dönüştürmemelidir. AK Parti toplumsal olanı, grup aidiyetini ve
sivil toplumu önemli bulurken, cemaatçi bir yaklaşımı önplana çıkarmamaktadır.
AK Parti dini bir toplumsal değer olarak önemsemekle birlikte din üzerinden
siyaset yapmayı, devleti ideolojik bir dönüşüme uğratmayı, dini sembollerle
örgütlenmeyi doğru bulmamaktadır. Din üzerinden siyaset yapmak, dini araç
haline getirmek, din adına dışlayıcı bir siyaset yürütmek hem toplumsal barışa,
hem siyasi çoğulculuğa, hem de dine zarar vermektedir.
-Nasıl ki AB'nin Hıristiyan Kulübü olmasına karşı
çıkıyorsak, İslam dünyasının da din temelli siyasi ve ekonomik örgütlenmelerden
uzak durması gerektiğini belirtiyoruz.
-Diktatörlüklerin revaçta olduğu bir dönemde, Atatürk'ün
öngörüsü sayesinde yüzyılı kavrayan bir bilinçle Cumhuriyeti inşa eden bu ülke,
sadece kendine bir ulusal devlet kazandırmakla kalmamış, aynı zamanda tüm
bölgeye ve bölgenin ötesine mesaj veren güçlü bir model kurmuştur. Demokrasi,
laiklik ve hukuk devleti prensipleri sayesinde toplumsal barışını tesis ettiği
gibi kendi yakın çevresine çağdaş değerlerin nasıl hayata geçirileceğine dair
ciddi yaklaşımlar sunmuştur. Her geçen gün daha çok değeri ve önemi anlaşılan bu
model sayesinde, ülkemiz önümüzde akan yüzyıla güvenle ve stratejik
avantajlarla donanmış olarak girmektedir. Bugün Hükümetimiz, bu tezleri
güçlendirmenin ve etkili biçimde anlatmanın en önemli aracı olarak tüm dünyanın
önünde durmaktadır.
-Biz ve diğerleri ayrımı yapan, tek bir mezhebi,
ideolojiyi, siyasi kimliği, etnik unsuru veya dini anlayışı siyasetinin ana
gövdesi yaparak diğer seçenekleri karşısına alan söylem ve örgütlenme
biçimlerine karşıyız.
- Biz kimseye 'sen niye böyle giyiniyorsun, saçlarını niye
böyle kestirdin, niye ceket, pantolon giydin'' diye bir şey demeyiz. Hakkımız
da yok. Sen kendinde o yetkiyi, hakkı nereden buluyorsun'
- Din üzerinden siyaset yapmak, dini ideolojik bir araç
haline getirmek, dini düşünceyi dogmalaştırmak ve din adına dışlayıcı siyaset
yürütmek hem toplumsal barışa hem de siyasi çoğulculuğa zarar vermektir. Belki
de en kötüsü, dini yozlaştırmak ve amacından saptırmak anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla bu tutum, bana göre dine, demokrasiye ve insanlığa karşı 'suikast'
düzenlemekten farksızdır. Dini, bir ideoloji haline getirerek, devlet aygıtı
marifetiyle toplumu zorla dönüştürmeye çalışmak, hem topluma hem dine
yapılabilecek en büyük kötülüktür.
- Türkiye, nüfusunun çoğunluğu İslam inancını benimsemiş
bir toplumun, laiklik temelinde demokrasiyi yaşatabileceğinin ve ileri
demokratik normları yerleştirebileceğinin en güzel örneğini vermektedir.
- Ekonomide liberal ekonomiden istifade ediyoruz. Sosyal
noktada ise sosyal adaletin gerçekleştirilmesinin gayreti içindeyiz. Devletimiz
de zaten Anayasa'mızda belirlendiği gibi; demokratik laik sosyal bir hukuk
devletidir. Bütün inanç gruplarına da eşit mesafedeyiz. Laiklik anlayışımız da
budur.
- AK Parti muhafazakarlığı her türlü köktenciliği,
aşırılığı, radikalizmi, toplum mühendisliğini reddeden; din eksenli değil,
insan eksenli; orta yol, uzlaşma ve itidali esas alan bir partidir.
-Tüm sistemler araçtır, dinler de araçtır. Amaç,
insanların mutluluğudur. Onun için kimse dini amaç haline, sistemleri amaç
haline getirme gayreti içine girmesin.
-Aşırı düşünce biçimlerinin ya da radikal, marjinal
hareketlerin bizi yapay, kültürel veya dini fay hatlarıyla ayırmasına izin
vermememiz son derece önemlidir ve kimse bizim partimizi, bunu da açıkça
söylemek durumundayım, din eksenli bir parti olarak tanımlamaya kalkmasın. Bunu
başından itibaren söyledik ve bunu kendimize hakaret telakki ederiz. Niye bunu
söylüyoruz' Çünkü din eksenli bir parti dinin sömürüsünü getirir. Onun için biz
yola çıkarken din eksenli olmadığımızı, muhafazakar demokrat bir parti
olduğumuzu söylemiştik.
Başbakanın 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra yaptığı,
demokrasiyi, birlik ve beraberliği, hoşgörü ve çoğulculuğu vurgulayan konuşması
da partimizin farklı görüşlere yönelik kuşatıcı ve kucaklayıcı bakış açısını
yansıtmaktadır. Ekte tamamını sunduğumuz bu konuşmada Başbakan şöyle
seslenmişti: (EK'5)
'Sizlere sözümüz, hiçbir ayırım yapmadan, Türkiye'yi bir
ve bütün olarak kucaklamaktır. Yeni dönemde Meclis'te temsil edilecek bütün
siyasi partilerimizi kutluyorum. Herkesi bu yeni sayfanın gereklerine göre
hareket etmeye davet ediyorum. Ben şahsım ve partim adına kimseye kırgın
değilim. Kaybeden rakiplerimize de bundan sonrası için başarılar diliyorum.
Bölücü teröre karşı verdiğimiz mücadele de, milletimizin sarsılmaz vatan sevgisinden
aldığımız güçle sürecektir. Uzun soluklu bu mücadelede gereken her adımı, doğru
zamanda atma kararlılığında olduğumuzu buradan bir kez daha ilan etmek
istiyorum. Çeteler başta olmak üzere ulusal güvenliğimizi, vatandaşlarımızın
can emniyetini ve huzurunu hedef alan her türlü tehditle, kararlılıkla
mücadelemizi sürdüreceğiz. Cumhuriyetimizin çağdaşlaşma hedeflerinin takipçisi
olacağız. Yaşam standartlarının yükselmesi için ekonomik kalkınmayı ve
demokratik reformları azimle sürdüreceğiz.'
4. İddianamede yer verilenlere benzer, hatta daha sert
sözler farklı siyasi liderler tarafından da söylenmiştir
Partimizin kapatılması için gerekçe gösterilen, dinin
toplumdaki yeri, başörtüsü serbestisi, imam-hatipler gibi konularda yapılan
açıklamaların benzeri hatta çok daha radikal sayılabilecek beyanlar farklı
siyasi liderlerce de defalarca kamuoyuyla paylaşılmıştır. Aşağıda sadece bir
kısmına yer verdiğimiz bu açıklamalara bakıldığında bile, partimiz hakkında
düzenlenen iddianamenin ne kadar tarafgir ve önyargılı bir şekilde kaleme
alındığı görülecektir.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın beyanları
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, başörtüsünün dindeki yeri
hakkında din bilginlerine atıfla, TBMM'de partisinin 5 Şubat 2008 tarihli grup
toplantısında şunları söylemiştir : (EK ' 6)
'İslamiyet'te bir 'Himar' diye bir örtü kavramı geçer,
himar, çoğulu humur, bu örtü müdür, başörtüsü müdür tartışması vardır.
Genellikle fıkıhçılar, bunun başörtüsü olarak anlaşılması gerektiğinde ittifak
etmişlerdir, ama bunun bir örtü olarak anlaşılması gerektiğini söyleyen din
bilim adamları da elbette vardır. Efendim, örtülmesi söz konusu olan
ziynetlerden kasıt nedir; süs eşyaları mıdır, yoksa vücut mudur' Bu tartışma da
yapılmıştır. Bunun çoğunlukla vücut olduğu da tespit edilmiştir.
Ortak bir anlayış bu konuda ortaya çıkmıştır ve yine bir
önemli tartışma, başın örtülmesi ile ilgili eğer kastedilen himar başörtüsü
ise, örtü değil, başörtüsü ise işte kastedilen başın örtülmesi ise, peki, başın
bir tek saçının telinin gözükmesi de günah mıdır' Bir tek telin, bir tek saç
tutamının gözükmesi de engellenmeli midir, bu konuda yine kendi aralarında
bilim adamlarının tarih boyunca konuşulmuştur. Hiç görünmesin diyenler de
vardır, buna karşılık bazı fıkıhçılar, Hanefi fıkıhçılar, 'Kulakların altındaki
saçların gözükebileceğini' söylemişlerdir. Yani hayatın içinde kadınların yüzün
altındaki saçları gösterebileceğini ifade etmişlerdir.
Yine namazda örtünme tartışması vardır. Namazda
örtünmeyle ilgili olarak ibadetin geçerli olabilmesi için örtünmenin şart
olduğu elbette bir temel anlayıştır, ama mesela namazda örtünme konusunda dahi
çok önemli din bilginlerinin, mesela Ebu Hanefi'nin, Hanefi mezhebinin büyük
ismi Ebu Hanefi'nin, namazda dahi kadının saçının dörtte birinin görünmesinin
namazı bozmayacağına dair değerlendirmeleri vardır.
Kuran'ı Kerim'i öyle yorumlamıştır, böyle anlamıştır.
Yine aynı şekilde, Ebu Yusuf'un, Hanefi fıkıhçılardan
'yarısına kadarının gözükmesinin namazı bozmayacağına' ilişkin
değerlendirmeleri vardır.
Bütün bunları niye söylüyorum' Bütün bunları şunun için
söylüyorum: Yani İslam teolojisi içinde, İslam fıkıhı içinde bir tek saç
telinin dahi gözükmesi kabul edilemez anlayışını söyleyenler olduğu gibi, olayı
böyle görmeyen çok saygıdeğer, çok önemli, çok değerli İslam bilginleri de
vardır.'
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın dini konulardaki
beyanları bununla da sınırlı değildir. Aşağıdaki örnekler de anamuhalefet
liderinin yoğun olarak din, başörtüsü ve laiklik bağlamında açıklamalar
yaptığını göstermektedir : (EK '7)
'Demokrasi ve özgürlük uğruna laiklikten vazgeçeceğiz
derseniz demokrasiyi de tahrip etmiş olursunuz. Türk toplumunda İslamiyet,
laiklik ve demokrasi bir altın üçgen oluşturmuştur. Bunların tümüne aynı
zamanda sahip çıkmak zorundayız.' (Milliyet, 23.4.2008).
'Kamusal düzene dini tercihin doğal bir biçimde yansıması
sorun yaratmamalıdır' Yani kimse toplumsal yaşam, kamusal yaşam içinde dini
inancını saklamak, gizlemek zorunda değildir.' (31.05.2002 tarihinde, Kanal
7'de yayınlanan 'İskele Sancak' Programında yaptığı konuşmadan)
'Bazıları bu bölgede yaygın din olan İslamiyet
dolayısıyla demokrasinin bu coğrafyaya uygun olmadığını söylemişlerdir. Biz bu
iddiayı şiddetle reddediyoruz. Bir milyar Müslüman nüfusun inançları nedeniyle
suçlanmasını kabul edemeyiz. Bu insanların ezici çoğunluğunun terörün
yaygınlaşmasında hiçbir sorumluluğu yoktur. Onlar otoriter rejimlerin sorumlusu
değil, kurbanlarıdır. Türkiye örneği bu iddianın geçersizliğinin kanıtıdır.
Nüfusun yüzde 99'u Müslüman olan bir toplumun demokrasi içinde yaşayabileceğini
biz kanıtlamış bulunuyoruz.' (29.10.2003 tarihinde Sosyalist Enternasyonal'in
genel kurul toplantısında yaptığı konuşmadan).
Ayrıca, CHP'nin 26 Nisan 2008 tarihli kurultayı öncesinde
hazırlanan ve reklam panolarında yer alan afişlerde Deniz Baykal'ın
fotoğrafıyla birlikte verilen şu sözler de dikkat çekicidir: 'Çekil aradan. Din
bizim. Devlet bizim. Millet bizim.'
Eski Başbakanlardan Bülent Ecevit'in beyanları
CHP ve DSP eski Genel Başkanı ve eski Başbakanlardan
Bülent Ecevit, 27 Aralık 1981 tarihli 'Başörtüsü konusu' başlıklı mektubunda
şunları ifade etmiştir : (EK ' 8)
'Başörtüsü ile uğraşmanın gereksiz olduğuna
inanıyorum. Gardırop Atatürkçülüğünün tipik bir örneği'Zaten ondan da dönüş
yapacaklardır. Olsa olsa Atatürkçülüğün başörtüsü yasaklanarak
kanıtlanamayacağı belirtilebilir' Atatürk'ün her türlü dogmacılıktan uzak
bilimci yaklaşımı bırakılıyor; tüm bunların günahı başörtü yasaklamakla
örtülemez.
Kaldı ki, bazılarının farkında olmadığı bir gerçek var:
Atatürk kadınların kılığına kıyafetine hiç karışmamıştır.
O konuda hiç yasa çıkartmamış, herhangi bir zorlamaya da gitmemiştir. Özendirme
yoluyla ve zamana, gelişmeye bırakarak bu sorunun çözümünü daha uygun
bulmuştur'. Kadınlara her hakkı ve özgürlüğü tanımıştır, her olanağı
sağlamıştır, ama ne giyeceklerine müdahale etmemiştir.' (Can Dündar ve Rıdvan
Akar, 'Ecevit'in 12 Eylül'deki Başörtüsü Uyarısı',
Milliyet, 24.01.2008).
ZAMAN /28 ŞUBAT 1998 'Türban meselesi çözülecek'
MİLLİYET / 9 MART 1998 'İsteyen başını örter'
ZAMAN / 28 MAYIS 2004 'İmam Hatipler Türkiye için
yararlı'
Eski Başbakan Mesut Yılmaz'ın Beyanları : (EK ' 9)
HÜRRİYET / 4 MART 1998
'Türban sorunu çözülmezse yönetmeliği değiştirebiliriz.'
MİLLİYET / 11 EYLÜL 1998
'Devlet dairelerinde bile hizmetlilere başörtüsü
konusunda esneklik tanınabilir.'
SABAH / 16 ŞUBAT 1997
'Şeriat'a karşı yürünmez ancak saygı duyulur.'
TÜRKİYE / 18 EYLÜL 1998
'Yetki bende olsa türbanı serbest bırakırım.'
MİLLİYET / 20 MART 1997
'Din eğitiminden vazgeçemeyiz'
SABAH /26 MART 1997
'Din eğitiminden vazgeçilemez'
SABAH / 3 NİSAN 1997
'İmam Hatip liselerinin kapatılmasına müsaade etmeyiz.'
CUMHURİYET / 4 MART 1998
'türban konusunda gerekirse genelgeyi değiştiririz.'
ZAMAN /26 ŞUBAT 1998
'Devlet din eğitimini sağlamazsa boşluğu başkaları
doldurur.2
CUMHURİYET /27 OCAK 1998
ANAP: Türbana destek verilecek
ZAMAN / 3 MART 1998
'Örtüye karışılmayacak'
MİLLİYET / 3 MART 1998
'İHL öğrencileri başlarını açmaya zorlanmayacak.'
MİLLİYET / 23 EYLÜL 1998
Yılmaz İmam Hatip açacak
ZAMAN /1 EYLÜL 1998
'Türbanlı kayıtta sorun olmayacak'
AKŞAM / 11 TEMMUZ 1998
'Türban çağdışı değil'
ZAMAN /27 Ekim 1998
Başörtüsü hakkı için Mesut Yılmaz Rektörleri topluyor
ZAMAN /22 Ekim 1998
Yetkim olsa çözerim
TÜRKİYE /18 MART 1998
Yetkim olsa türbanı serbest bırakırım
Eski Başbakan Tansu Çiller'in beyanları : (EK ' 10)
TÜRKİYE / 4 AĞUSTOS 1997
'Bu milletin Kur'anı ve bayrağıyla oynamayın'
MİLLİYET /7 NİSAN 1999
'Ezanın sesiyle uğraştılar. Devletin okullarını
kapattılar. Kur'an kurslarıyla oynadılar. Yetmedi, başörtülü kızlarımızı
üniversite kapılarında coplattılar.'
YENİ YÜZYIL / 23 EKİM 1998
'Bacılarımın başörtüsüyle uğraşmayın'
AKŞAM /01 MAYIS 1998
'Türban doğal hak'
MHP Genel Başkanı Devlet BAHÇELİ : (EK ' 11)
TÜRKİYE / 8 EYLÜL 1998
'Üniversitelerimizdeki başörtüsü dramına son verilmesini
hem insan hakları hem de ülke huzuru açısından büyük önem taşımaktadır.'
HÜRRİYET / 14 /12/2007
'Üniversitede türban olmalı'
RADİKAL /12 AĞUSTOS 1999
MHP'li Şevket Bülent Yahnici: 'İHL'lere uygulanan
haksızlık giderilmeli.'
Eski Başbakan ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in
beyanları
1991 yılında yayınlanan ve Süleyman Demirel ile yapılan
mülakatları bir araya getiren, 'İslam Demokrasi Laiklik' başlıklı kitapta
Demirel şunları söylemiştir : (EK ' 12)
'Kişi laik olmaz ki. Devlet olur laik. Kişi ya inanç
sahibi olur, ya da inançsız olur. Kişinin laikliği diye bir kavram yok.'
(s.258).
'Türkiye laikliği dinsizlik olarak anlamış, yanlış
tatbikatlar yapmıştır. Din dendiği zaman irtica anlaşılmıştır. Henüz Türkiye'de
zihinler bu tartışmayı neticeye bağlamamıştır. Bana göre mesele gayet açıktır.
Din ve vicdan hürriyetinin bir rahatsızlık vesilesi sayılması kadar yanlış bir
şey düşünemiyorum. Mütedeyyin insanların, dindar insanların, toplumun rahat ve
huzuru için bir teminat olduğu kanaatindeyim. Allah'ı bilen, Kur'an'ı bilen,
Peygamberi bilen insanlardan bir kötülük gelmez.' (s.37).
'Esasen demokrasi yoksa laiklik olmayabilir. Demokrasi
yoksa çağdaş toplum da olmayabilir. Binaenaleyh, demokrasi hem laikliğin, hem
çağdaşlığın temel şartıdır. Gerek laikliği savunanlar, gerek çağdaşlığı
savunanlar, demokrasiyi kurban ederek, demokrasiyi başka planlara atarak
düşüncelerini güçlendirme gibi bir zaafa düşmemelidir.' (s.80).
'İrticanın da, laikliğin de, bunların sınırlarının da vuzuha
kavuşturulması lazımdır. 'Vardır, yoktur'dan evvel, var olan nedir, olmayan
nedir' 'Laiklik çiğneniyor.' Herkesin kendine göre bir laiklik anlayışı var.
Bir kişi tabii olan haklarını kullanıyor veya fevkalade mantıklı şeyler
söylüyor. 'Laiklik çiğneniyor' diyorsunuz. Bu kişiye göre değişiyor. Bunun da
vuzuha kavuşması lazım. Bana göre, laiklik din ve vicdan hürriyetini
sınırlamamalı. Din ve vicdan hürriyetini daraltamazsınız. 'Laiklik çiğneniyor'
diye yapılan tartışmalar bir yerde din ve vicdan hürriyetinin kullanılmasını
baskı altına alıyor.' (s.88).
'Efendim, din Müslümanlıkta devletin işine karışmasın.
Devletin nesine karışıyor din' Nasıl karışacak' Örgütü yok ki. Aksine, devlet
dinin işine karışıyor' Diyanet İşlerinin yerini tayin edememiş bir Türkiye'de
devletin elinde Diyanet Teşkilatı bulunan bir Türkiye'de din mi devletin işine
karışıyor, devlet mi dinin işine karışıyor' Laiklik zedeleniyor, evet, ama
devlet dinin işlerine karışarak laikliği zedeliyor.' (s.89).
'Bir demokrasi ülkesinde din ve vicdan hürriyeti, ibadet
hürriyeti, eğitim hürriyeti, ayin hürriyeti kişinin temel hak ve
hürriyetlerindendir. Bana göre laiklik bu hürriyete müdahale etmek için değil,
bu hürriyeti korumak için konulmuştur. İbadet hürriyetine, vicdan hürriyetine,
ayin hürriyetine, eğitim hürriyetine karışılmasın diye konuşulmuştur.' (s.36).
'İslamın getirdiği ana kaidelerle, hukukun üstünlüğüne
dayanan anayasa devletinin kaideleri arasında çelişki yoktur.' (s.36).
'Eğer Türkiye iki şeyi halledemezse, Türkiye'de huzur
olmaz. Bunlardan biri; bu memleketin her vatandaşı göğsünü gere gere 'Ben
Müslümanım' diyemezse, Türkiye'de huzur olmaz. Siz Müslümanları terakkiyatın,
ilerlemenin ve yücelmenin bir manisi sayıyorsanız, gaflet ve dalalet
içindesiniz, en büyük hatayı işliyorsunuz. Benim bu söylediklerimizden sonra
'Bu adam dini istismar ediyor' diye bir demagoji koparacağınızı da biliyorum.
Yalnız ben, bu damagojiyi, bu yaygarayı koparacaksınız diye bunu söylemekten de
vazgeçmeyeceğim ' (s.65).
'1950-60 döneminde dört iddia vardı: Biri, dini istismar
ve irtica iddiası. Mesela Mecliste 'Müslümanlık'tan bahsettiğiniz zaman
'irtica' ile itham edilirdiniz. Halbuki Müslümanlık Cumhuriyetin temelinde var'
Ve Türkiye Cumhuriyetinde başbakanlık arabasıyla Cuma namazına giden ilk adam
benim.' (s.67).
'İslamiyet hem dünyayı tanzim etmiştir, hem ahireti.'
(s.79).
'Nüfusunun yüzde 90'ı Müslüman olan bir memlekette
dini tedrisat kadar tabii bir şey olamaz. Ancak, birçok çevreler, Türkiye'de Allah'ın
adı ağızlara alınırsa, irticaya mı kayıverir diye endişe ile düşünmüşlerdir.'
(s.107).
'Temelinde ahlak, temelinde manevi değerler manzumesi
mevcut olmayan memleketlerin, temelinde inanç mevcut olmayan memleketlerin
büyük sıkıntılara düştüğünü tarih göstermiştir.' (s.107).
'Türkiye'de Müslümanlık devlet için bir tehlike
değil, Türkiye birliğinin fevkalade kuvvetli bir harcı ve Türk devletinin
ebediyete kadar yaşamasının vasıtasıdır.' (s.108).
'İnanç hürriyeti bu memleketin insanlarının hakkıdır. Devletin
bir lütfu da değildir, haklarıdır. TC yokken Müslümanlık vardı. Aslına
bakarsanız TC'ni var eden, ayakta tutan da Müslümanlıktır. 21 Nisan 1920'de
Atatürk'ün gönderdiği tamim var. TBMM'nin açılmasından iki gün önce. 'Buhari-i
Şerif'ler okunsun, salavat-ı şerife getirilsin, mevlit okunsun, Kur'an kıraat
edilsin' diye.' (s.112).
'Başörtüsü meselesinde, sanıyorum ki, çok yanlış bir
tavır var. Kişi başını örtmek istiyorsa örtsün. Ona niye karışılıyor'
Başörtüsünün laiklikle bir alakası yoktur. Kanunların yasaklamadığı bir
kıyafettir. Yalnız, bugün başlamıyor bunların hepsi. Çok gerilerde. Anadolu
kadınının yüzde sekseninin başı örtülüdür, yazmalıdır, yaşmaklıdır. İşte benim
anam. Yazmayı yaşmağı çıkarabilir miyiz ondan' Lüzum var mı, hacet var mı' Dini
açıdan mütalaa etmiyorum meseleyi. Pekala güzel kıyafettir o. Zaten bunlar
denenmiş. Örtülerin ve diğer kıyafetlerin ortadan kaldırılması denenmiş.
Kaldırılabilmiş mi'' (s.94-95).
'Çeşitli gruplar var. Bunlar, 'Bizim başımızı bağlatacak
mısınız'' diye ayağa kalkıyorlar. 'Biz başımızı bağlamak istemiyoruz' diyorlar.
Size zorla 'Başınızı bağlayın' diyen yok. Bağlamayana karışılmadığı gibi,
bağlayana da karışılmasın.' (s.116-117).
'İmam-hatip okullarının gayesi sadece din adamı
yetiştirmek değildir. Dini bilen Türk vatandaşları doktor, mühendis, hakim olsa
daha iyi değil mi'' (s.189-190).
Adalet Partisi ve Doğruyol Partisi Genel Başkanlığını da
yapmış olan Süleyman Demirel'in dini konulardaki açıklamaları bu konuşmalarla
da sınırlı değildir. Daha yakın tarihli bir konuşmasında Demirel şunları
söylemiştir:
'Türkiye'nin yüzde 99.9'u Müslüman. 1924'te çıkarılan
Tevhid-i Tedrisat Kanununda din eğitimi için ayrı bir tedbir alınacağı taahhüt
edildi. O dönemde din eğitimi ailelere bırakılmıştı. Gençler çok kere babasının
cenazesinde Fatiha okumayı bilmeyecek kadar dini bilgiden yoksun hale geldi.
1949'da din eğitimi meselesi devletin önüne geldi. İmam hatip okullarının
açılması odur. İmam-Hatip'ler imam yetiştirsin diye açılmadı. İmam hatipler
dinini bilen doktorlar, avukatlar, mühendisler olsun diye açıldı.' (28 Aralık
2005 tarihinde Kanal D'de 'Abbas Güçlü ile Genç Bakış' programında yaptığı
konuşmadan).
Bu tür açıklamalar, sadece yukarıda yer verdiğimiz siyasi
liderler tarafından değil, diğer bir çok politikacı tarafından da sıklıkla
yapılmıştır. İddianameye egemen olan mantığa göre, bu ve benzeri açıklamaları
alt alta getirmek suretiyle sözkonusu politikacıların lideri veya üyesi
bulundukları partiler hakkında da 'laikliğe aykırı eylemlerin odağı' olmaktan
dolayı kapatma davası açmak pekala mümkündür. Bu durum bile, bu davada 'delil'
olarak sunulan sözlerin her siyasi görüşten kişilerce ifade edilebilecek
nitelikte olduğunu ortaya koymaktadır. Esasen, bu sözlerin tamamı da demokratik
bir ülkede toplumsal sorunlara çözüm bulma bağlamında dile getirilen ve ifade
özgürlüğü kapsamında olan açıklamalardan ibarettir.
5. Çocukların din eğitimi özgürlüğünü savunmak laikliğe
aykırı değildir
İddianamede partimiz yetkililerinin 15 yaş altındaki
çocukların Kur'an eğitimi alması gerektiğine dair sözleri laikliğe aykırı
olarak nitelendirilmektedir. Öncelikle, bu yöndeki sözler de başörtüsü
konusunda olduğu gibi ifade özgürlüğü kapsamındadır. İkinci olarak, çocukların
din eğitimi özgürlüğü, Türkiye'nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
ve BM Çocuk Hakları Sözleşmesi tarafından güvence altına alınmıştır.
AİHS'e göre 'Devlet, eğitim ve öğretim alanında
yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve
öğretimin kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına
saygı gösterir' (Ek Protokol 1, m.2/2). Çocuk Hakları Sözleşmesi'ne göre de
taraf devletler, 'çocuğun düşünce, vicdan ve din özgürlükleri hakkı'na ve
'ana-babanın ve gerekiyorsa yasal vasilerin; çocuğun yeteneklerinin gelişmesiyle
bağdaşır biçimde haklarının kullanılmasında çocuğa yol gösterme konusundaki hak
ve ödevleri'ne saygı göstermekle yükümlüdürler (m.14). Ayrıca, Türkiye'de
çocukların Kuran eğitimi konusundaki yaş sınırlaması, '28 Şubat süreci' olarak
adlandırılan dönemde getirilmiştir. Bunu kaldırmaya yönelik girişimler eğer
laikliğe aykırı ise, yaş sınırlaması getirilmeden önceki tüm uygulamaların da
laikliğe aykırı olduğunu kabul etmek gerekecektir.
6. Meslek liselerine yönelik katsayı farklılığının
kaldırılmasını savunmak laikliğe aykırı değildir
İddianamede bazı AK Parti mensuplarının İmam-Hatip
liselerini gündeme getirmeleri ve katsayı konusunu ele almaları, kapatma
gerekçesi olarak gösterilmektedir. Burada kastedilen katsayı meselesi, sadece
İmam-Hatip liselerini değil, tüm meslek liselerini ilgilendiren bir konudur.
Nitekim iddianamede yer verilen konuşmaların çok büyük bir kısmında bu durum
açıkça ifade edilmektedir. Üniversiteye girişte uygulanan katsayı kuralları,
Anayasa veya kanunlardan kaynaklanmamaktadır. 1998 yılına kadar mevcut olmayan
bu uygulama YÖK'ün bir kararına dayanmaktadır. Katsayı eşitsizliğini ortadan
kaldırmaya teşebbüs, şayet Anayasaya aykırı bir eylem ise bu, 1998'den önceki
tüm yönetimlerin aynı suçlamaya muhatap olmaları anlamına gelecektir.
Ülkemizde mesleki ve teknik eğitim sistemini çökerten
katsayı uygulamasını değiştirmeye çalışmanın laiklikle ilişkilendirilerek bir
siyasi partinin kapatılmasına gerekçe gösterilmesi, hukukla ve eğitimde fırsat
eşitliğiyle bağdaşır bir yaklaşım değildir.
Ayrıca, İmam-Hatip liseleri meselesi de eğitim
politikaları çerçevesinde siyasi iktidarların görev alanına girmektedir.
İddianamede de belirtildiği gibi, 'laiklik dinsizlik değildir'. Atatürk'ün
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ulusumuzun din hakkında hurafelerden
arındırılmış bilgilere sahip olması yönünde hassasiyeti ve çalışmaları olduğu
bilinmektedir. Modern din öğretimi, bulunduğumuz coğrafyanın hassasiyeti
sebebiyle, hem toplum yaşamını zarara uğratabilecek birtakım din istismarcısı
fikirlerin yaygınlaşmasını önlemek, hem de ulusal bütünlüğümüzü korumamız
açısından gereklidir. Din hakkında sağlıklı bilgilerle donanmak isteyenlere bu
yolun açık olması, dini istismar ederek modern toplum hayatına ve kamu düzenine
karşı fikirler ve tutumlar üretenlerin ellerindeki araçların alınması anlamına
gelmektedir. Farklı siyasi görüşlere mensup çok sayıda eğitimci, akademisyen ve
politikacı katsayı uygulamasının yanlış olduğunu baştan beri dile
getirmektedir. Nitekim, sadece TBMM tutanakları incelendiğinde bile, farklı
partilerden milletvekillerinin bu meseleye temas ettikleri görülebilir.
Günümüz dünyasında din öğretimi ile 'fırsat eşitliği'
temelinde meslek edinme arzusu arasında bir çelişki olmaması gerekir. Devletin
dini bilgileri öğrenmek isteyenlere bu yolu kapatması, vatandaşlarını radikal
ve marjinal fikirlere terketmesi anlamına gelir. Nitekim çağdaş dünyanın en
önemli örgütlenmesi durumundaki Avrupa Birliği'nde de din öğretimi hakkında
kapsamlı bir mevzuat bulunmaktadır. Öte yandan dini bilgileri daha detaylı
öğrenmek isteyen vatandaşlarımızın herkes gibi meslek edinirken ve üniversite
eğitimi alırken, fırsat eşitliğinden yoksun bırakılmamaları gerekir. Bazı AK
Parti mensupları tarafından dile getirilen 'katsayı eleştirisi' tamamen bu
çerçeveyle ilgilidir. Bu eleştirilerden 'laiklik karşıtı odak' olmakla ilgili
sonuca varmak, son derece yanlıştır. Nitekim İmam-Hatip liselerinin müfredatı
da devlet tarafından ve laiklik ilkesine tam uyum içinde belirlenmektedir.
İmam-Hatip liselerine Anayasamızın öngördüğü 'fırsat eşitliği' temelinde
üniversite kapısının diğerleriyle eşit koşullarda açılmasını istemenin 'laiklik
karşıtı odak' başlığı altına yerleştirilmesi, anlaşılması güç bir tutumdur.
7. Fakir öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulması
girişimi laikliğe aykırı değildir
İddianamede, 'Fakir ve başarılı öğrencilerin Devletçe
özel okullarda okutulmasıyla ilgili yönetmelik hakkında Danıştay'ca yürütmenin
durdurulması kararı verildiği, bunun akabinde aynı konuda çıkartılan 31.7.2003
tarih ve 4967 sayılı Yasanın da Cumhurbaşkanı tarafından bu okullara alınacak
öğrenci yapısı ve öğretmenler gözetilerek, devlet niteliklerine aykırılık söz
konusu olacağı gerekçesiyle veto edildiği' belirtilerek, Hükümetin bu
girişiminin laikliğe aykırı olduğu ileri sürülmüştür. (s.107)
Öncelikle belirtmemiz gerekir ki, bizim anayasal
sistemimizde 'veto' kavramı yoktur. Cumhurbaşkanının kanunları Meclise iade
etmesine 'veto' değil, 'geri gönderme' adı verilir. Gazete haberlerinde bu
yanlışlığın yapılması anlaşılabilir: Ancak iktidar partisinin kapatılması
talebiyle hazırlanan bir iddianamede hukuki kavramların daha özenli
kullanılması beklenir.
Diğer yandan, Hükümetin fakir öğrencilerin devletçe özel
okullarda okutulması girişiminin laiklikle hiçbir ilgisi bulunmayıp, sosyal
devlet ilkesinin bir gereği olduğu belirtilmelidir. Benzer bir düzenleme TBMM
tarafından daha önceki hükümetler döneminde yapılmış ve kanun Anayasa
Mahkemesine götürülmüştür. Anayasa Mahkemesi bu davada, 625 sayılı Özel Öğretim
Kurumları Kanununa eklenen ve özel öğretim kurumlarına, öğrenci kapasitelerinin
% 2'sinden aşağıya düşmemek üzere, % 10 oranına kadar ücretsiz öğrenci okutma
yükümlülüğü getiren kanun hükmünün Anayasaya aykırı olmadığına karar vermiştir.
Mahkeme kararında şu hususları vurgulamıştır:
'Anayasa'nın 2. maddesi uyarınca, Türkiye Cumhuriyeti
sosyal bir hukuk devletidir. Sosyal hukuk Devleti güçsüzleri koruyarak gerçek
eşitliği, yani sosyal adaleti ve böylece toplumsal dengeyi sağlamakla
yükümlüdür. Çünkü, gerçek hukuk devleti ancak toplumsal devlet anlayışı içinde
ise bir anlam kazanır. Hukuk devletinin amaç edindiği kişiliğin korunması,
sosyal güvenliğin ve sosyal adaletin sağlanması yolu ile gerçekleştirilebilir'
Maddî imkânlardan yoksun, başarılı öğrencilere, özel okullarda belli oranda yer
ayırma zorunluluğu, nitelikli insan yetiştirme ödevi yanında, Anayasa'nın 5.
maddesinin Devlete yüklediği '... insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi
için gerekli şartlan hazırlama...' ödevinin de yasal sonucudur ve demokratik
toplum düzenini sosyal yönüyle şekillendiren bir anlayışın gereğidir. Onun
için, Devletin bu tutumunu haklara engeller koyan Devlet değil, sosyal devlet
ilkesini gerçekleştiren devlet olarak nitelemek gerekir' (E 1990/4, K 1990/6,
K.T. 12.4.1990).
Anayasa Mahkemesi kararının gerekçesinden anlaşılacağı
üzere, maddi imkanlardan yoksun, başarılı öğrencilerin özel okullarda
okutulması laikliğe aykırı olmak bir yana, sosyal devlet ilkesinin bir
gereğidir. Dolayısıyla Hükümetimizin bu girişimini laikliğe aykırı bir eylem
olarak vasıflandırmak izahı kabil olmayan art niyetli bir yaklaşımdır.
8. Yasama sorumsuzluğu kapsamındaki oy ve sözler delil
olarak kullanılamaz
Yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunan beyanları
nedeniyle milletvekillerinin Anayasanın açık hükmü ile mutlak olarak sorumsuz
kabul edilmesi karşısında, bunlardan dolayı beş yıllık parti yasağı ve
milletvekilliğinin düşmesi gibi yaptırımların uygulanmasının istenmesi Anayasa
83 üncü maddesinin amacıyla bağdaşmaz.
Yasama sorumsuzluğu, milletvekillerinin yasama faaliyetlerini
yürütürken açıkladıkları düşüncelerinden ve verdikleri oylardan dolayı sorumlu
tutulamamalarını ifade eder. Anayasanın yasama sorumsuzluğuna ilişkin hükmüne
göre, 'Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve
sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık
Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis
dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar'. (m.83/1).
Meclis çalışmaları kavramı, Meclis Genel Kurulu
toplantılarını, komisyon toplantılarını, siyasi partilerin grup toplantılarını
ve meclis araştırması ve meclis soruşturması komisyonlarının Meclis dışındaki
çalışmalarını da kapsar. Konusu ve muhtevası ne olursa olsun oy, söz ve düşünce
açıklaması yasama sorumsuzluğu kapsamında kabul edilmektedir. Yasama
sorumsuzluğu mutlak ve sürekli olduğundan, milletvekillerinin hem
milletvekilliği süresince hem de milletvekilliği sona erdikten sonra oy ve
sözlerinden dolayı herhangi bir yaptırıma tâbi tutulmaları mümkün değildir.
Yasama sorumsuzluğunun amacı, milletvekillerinin Meclis
çalışmalarındaki oy, söz ve düşünce açıklamalarından mutlak manada sorumsuz
tutulmasıdır. Demokrasilerde yasama sorumsuzluğu, milletvekillerinin hiçbir
şekilde hukuksal bir engellemeyle karşılaşmaksızın düşündüklerini özgürce ifade
etmek için getirilmiş önemli bir güvencedir. Böylece milletvekilleri kendileri
ya da mensup oldukları parti bakımından her hangi bir yaptırıma maruz
kalmayacakları güvencesiyle yasama faaliyetlerine 'özgür iradeleri' ile
katılabileceklerdir.
Milletvekillerinin, yapmış oldukları konuşmalar ve
açıklamış olduğu düşüncelerinden dolayı partilerinin kapatılabileceğini,
milletvekilliklerinin düşeceğini ve beş yıl siyasi parti yasağına maruz
kalabilecekleri endişesini taşımaları durumunda, yasama faaliyetlerine özgür
iradeleriyle katılabileceklerini düşünmek mümkün değildir. Bu da sonuçta yasama
faaliyetlerinin layıkıyla yerine getirilmesini engelleyecektir. Başka bir ifade
ile eğer partili milletvekillerinin konuşmaları, partilerinin kapatılmasında
gerekçe olarak kullanıldığı takdirde, yasama sorumsuzluğunun pratikte bir
anlamı kalmayacaktır.
Ayrıca parti kapatma davalarında yasama sorumsuzluğunun
dikkate alınmaması, partili milletvekillerinin ifade özgürlüğünün bağımsız
milletvekilleriyle karşılaştırıldığında eşitsiz biçimde kısıtlanması sonucunu
doğuracaktır. Bu durum da demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları
olarak nitelendirilen siyasi partilerin özel olarak cezalandırılması anlamına
gelecektir.
Bu nedenle Anayasanın 69 uncu maddesindeki beş yıllık
siyasi parti yasağı, 84 üncü maddesindeki milletvekilliğinin düşmesi ile 83
üncü maddesindeki sorumsuzluk hükümlerinin birlikte değerlendirilerek uyumlu
bir yoruma tabi tutulması zorunludur. Böyle bir değerlendirme sonucunda da, 83
üncü madde hükmünün daha 'özel' bir hüküm olarak diğerleri karşısında üstün
tutulması gerekir.
Kaldı ki, iddianamede partimiz milletvekillerine atfen
yer verilen beyanların tamamı yasama sorumsuzluğu güvencesini gerektirmeyecek
şekilde ifade özgürlüğü kapsamındadır.
9. Siyasi parti kurulmadan önce söylenen sözler partiyi
bağlamaz
AK Parti'nin kurulmasından önceki dönemlere ait
açıklamalara da iddianamede yer verilmesi bir diğer hukuk garabetidir. Bu
açıklamaların laikliğe aykırı olup olmadığı sorunu bir yana, kapatma davasına
konu edilen partiyi bağladığı da ileri sürülemez.
Bir siyasi partiye isnat edilebilecek söz ve eylemlerin,
zorunlu olarak bu siyasi partinin kurulduğu tarihten sonraki döneme ait olması
gerekmektedir. Oysa iddianamede aksi bir durum hiçbir hukuki dayanağı
olmaksızın kabul ettirilmeye çalışılmakta ve aynen şu ifadeye yer
verilmektedir: 'Kapatma davasına konu edilen eylemlerin işlendiği tarihlerin
bir önemi bulunmamaktadır. Eylemlerin üzerinden ne kadar süre geçse de, bu
eylemlere, 'odaklığın' ortaya konulması yönünden iddianamede dayanılması
olasıdır' (s.22). Siyasi partinin kurulmadan önceki bir dönemde kişilerin
söylediği sözlerinden dolayı o partiyi sorumlu tutan bir yaklaşım, hukuk
devletinin ihlali anlamına gelmektedir.
Bir partinin kurulmasından yıllar önce yapılmış
açıklamaların bu partiye isnat edilmesi ve partinin kapatılmasında gerekçe
olarak kullanılmak istenmesi 'sorumluluk hukuku'na ve hukuk devletinin
unsurlarından olan 'hukuki güvenlik' ilkesine açıkça aykırıdır. İddianamede
(s.31-33), özellikle Başbakanın AK Partinin kurulmasından yıllar önce söylediği
ileri sürülen bazı sözleri ön plana çıkarılarak, Anayasa Mahkemesi üyelerinde
psikolojik bir etki meydana getirilmek istenmektedir. Bu sözlerin, söylenip
söylenmediği bir yana, yıllar sonra kurulan bir partiyi bağlamayacağı açıktır
ve kapatma gerekçesi olarak kullanılması sorumluluk hukuku prensiplerine kesin
olarak aykırıdır.
İddianamedeki bu yaklaşım, siyaset kurumunun ve
siyasetçilerin üzerinde, adeta beşikten mezara kadar süren bir sorumlu tutma
zihniyetini yansıtmaktadır. Hukukta 'süre' denen bir kavramı tanımayan bu
yaklaşımın hukukun genel ilkelerine aykırı olduğu açıktır.
Kaldı ki, siyasi parti kurulmadan önce yapılan
konuşmaların ifade özgürlüğü kapsamında olduğu da bir gerçektir. Nitekim bu
durum yargısal süreç sonucunda teyit edilmiştir. Örneğin AK Parti milletvekili
Ömer Dinçer'in, partimizin kurulmasından yıllar önce, 1995 yılında, bir
bilimsel sempozyumda sunduğu bildiriden dolayı yapılan ceza soruşturmasında
Erzurum Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı takipsizlik kararı
vermiştir. 7.6.2004 tarihli bu kararda söz konusu bildirinin ifade özgürlüğü
kapsamında olduğu şu şekilde vurgulanmıştır:
'Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 'ifade
özgürlüğü' başlığını taşıyan 10. maddesinde herkesin görüşlerini açıklama ve
anlatım özgürlüğüne sahip olduğu belirtilerek, bu hakkın kanaat özgürlüğü ile
kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber
veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerdiği belirtilmiş, sözleşmenin
uygulanmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında da açıkça
şiddet ve şiddete çağrı içermeyen her türlü düşüncenin ifade özgürlüğü
kapsamında kabul edildiği vurgulanmıştır.
Suç ihbarı dilekçesine ekli 'Bilgi ve Hikmet' isimli
derginin Güz/1995 tarihli 12. sayısında neşredilen konuşma metninin kül olarak
değerlendirilmesi neticesinde belirtilen konuşmanın şiddete çağrı ve suç
işlemeye tahrik içermemesi, ifade özgürlüğü kapsamında kalması nedeniyle,
TCK'nun 146/2, 311, 312/1'2 maddelerinde düzenlenen suçların unsurlarının
oluşmadığı anlaşılmakla;
Müsnet fiillerle ilgili olarak sanık hakkında TAKİBAT
YAPILMASINA MAHAL OLMADIĞINA' karar verildi.' (E.2004/128, K.2004/23, K.T. 07.
06. 2004)' (EK ' 13)
Benzer şekilde, iddianamede Milli Eğitim Bakanı Hüseyin
Çelik'in, 'Türkiye'de Değişim, Demokrasi ve Aydınlar' adlı kitabındaki
düşünceleri de 'delil' olarak sunulmaktadır (s.73). Oysa bu kitabın içinde yer
alan ve davada delil olarak gösterilen makale, ilk olarak partimizin
kurulmasından yıllar önce, 1994 yılında bir dergide yayınlanmıştır.
Yayınlandığı tarihten itibaren hiçbir yargısal takibata konu olmayan ve zaten
ifade özgürlüğü kapsamında bulunması nedeniyle Anayasaya da aykırılık taşımayan
görüşler, Cumhuriyet gazetesinin 2.10.2003 tarihli nüshasında haber yapıldıktan
sonra iddianameye dâhil edilmiştir.
10. Siyasi parti üyesi olmayan kamu görevlilerinin söylem
ve eylemlerinin partiye isnat edilmesi mümkün değildir
İddianame kamu görevlilerinin fiillerinden dolayı da
partimizi sorumlu göstermektedir. Buna göre, 'devlet kadrolarında yer alan
anılan görevlilerin (Müsteşar, Müsteşar yardımcısı, genel müdür, vali,
kaymakam, baştabip, belediye başkanı, okul müdürü, vb.) eylemleri de, siyasi
partinin bakış açısına ve bunun da bir gereği olarak ortaya çıkması ve
biçimlenmesi nedeniyle siyasi partiye isnat edilmesi gerekmektedir.' (s.155).
Parti üyesi olmayan kamu görevlilerinin beyan ve
eylemlerinden dolayı da, iktidarda olsalar bile, parti ya da partililer sorumlu
tutulamaz. Aksi düşünce Anayasamızda da ifadesini bulan (m.38) 'cezaların
şahsiliği ilkesi' ile bağdaşmaz. Kamu görevlileri, işledikleri bir suç varsa,
bunlardan dolayı şahsi olarak cezai ya da disiplin soruşturmasına maruz
kalırlar. Kaldı ki, iddianamede yer verilen kamu görevlilerinin beyan ve
faaliyetlerinde de laikliğe aykırı sayılabilecek bir husus bulunmamaktadır.
Keza kamu görevlilerinin yapacağı hukuka aykırı işlemlerin de idari yargı
aracılığıyla denetlenmesi mümkündür.
İddianamede, örneğin, Yükseköğretim Kurulu (YÖK)
Başkanının üniversitelerde kılık kıyafet özgürlüğü hakkındaki açıklamaları ve
bu konuda Anayasa hükümlerine göre işlem yapılması yönünde üniversite
rektörlerine gönderdiği yazı, 'kanun dışı eylem' olarak nitelendirilmiş (s.124)
ve partimizin 'Anayasaya aykırı eylemleri arasında' sayılmıştır. Halbuki, YÖK
Başkanı 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 6 ncı maddesine göre Cumhurbaşkanı
tarafından doğrudan atanmaktadır. Her şeyden önce, YÖK Başkanının anılan
faaliyetlerinde hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Kaldı ki bulunsa da, bundan
dolayı AK Parti Hükümeti sorumlu tutulamaz. Aksi halde, AK Parti Hükümetleri
döneminde görev yapan bütün YÖK başkanlarının faaliyetlerinden de Hükümeti
sorumlu tutmak gerekirdi.
Öte yandan, vali ve kaymakamlar gibi kamu görevlilerinin
icraatlarından dolayı iktidar partisinin sorumlu tutulabileceğine dair görüş,
parti-devlet özdeşliğinin geçerli olduğu tek parti döneminin anlayışını
yansıtmaktadır. Bilindiği gibi, 1935'ten sonra Türkiye'yi yöneten siyasi
partinin Genel Sekreteri İçişleri Bakanlığı, il başkanları valilik, ilçe
başkanları da kaymakamlık görevlerini yerine getirmekteydiler. Bu durum artık
geride kalmıştır. Günümüzde parti üyesi olmayan kamu görevlilerinin beyan veya
işlemlerinden dolayı siyasi partiler, iktidarda olsalar bile, sorumlu
tutulamazlar. Bu görevlilerin atanmasına dair işlemler ve atamadan sonra da
görevlilerin fiilleri yargı denetimine açıktır. Dolayısıyla, Hükümetin
atamalarında ve bu görevlilerin işlemlerinde hukuka aykırı bir durum varsa,
bunun yargısal denetimi zaten yapılabilmektedir. Kaldı ki, kamu görevlilerinin
iddianamede yer verilen beyan ve faaliyetlerinde de laikliğe aykırı
sayılabilecek bir eylem bulunmamaktadır.
Bir an için bir hükümetin kamu görevlilerinin eylem ve
işlemlerinden dolayı 'siyasi' olarak sorumlu olabileceği düşünülse bile,
hükümetlerin siyasi sorumluluğu ile partilerin hukuki sorumluluğunu birbirine
karıştırmamak gerekir. Hükümetlerin siyasi sorumluluğu ancak TBMM içinde işletilebilen
'gensoru' gibi denetim mekanizmalarının harekete geçirilmesiyle mümkün olur.
Seçimler de hükümetlerin halka hesap verdikleri bir diğer siyasi yöntemdir.
Halbuki, partilerin Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmesi hukuki bir
süreçtir ve kapatma yaptırımı da hukuki bir sonuçtur. Dolayısıyla, hükümetlerin
siyasi sorumluluğu kapsamındaki konuların siyasi partilerin hukuki denetimi
sürecine dâhil edilemeyeceği açıktır.
11. Tarafsız Cumhurbaşkanı siyasi parti davasına dâhil
edilemez
Türkiye'nin de aralarında bulunduğu parlamenter
sistemlerde, devlet başkanının siyasi sorumluluğu yoktur. Siyasi sorumluluğu
olmadığı için de Cumhurbaşkanının Türkiye Büyük Millet Meclisi veya başka bir
organ tarafından görevinden uzaklaştırılması mümkün değildir.
Anayasamızın bir bütün olarak anlamı, sistemin üzerine
oturduğu ilkeler ve sorumsuzluk kuralı birlikte değerlendirildiğinde, görevde
bulunan bir Cumhurbaşkanı için yaptırım istenmesini hukuki bir temele
bağlamanın imkanı yoktur.
Anayasamıza göre 'Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu
sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder;
Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını
gözetir.' (m.104/1). Cumhurbaşkanı, ancak vatana ihanetten dolayı, Türkiye
Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye
tamsayısının en az dörtte üçünün vereceği kararla suçlandırılır (m.105/3).
'Suçlandırma' kavramı, yalnızca ceza hukuku anlamındaki suçu değil, aynı
zamanda tüm kamusal yaptırımları içerir.
Parti kapatmada da tarafsız Cumhurbaşkanının
sorumluluğundan söz edilemez. Anayasaya göre, 'Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa
partisiyle ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer.' (m.101/4)
Bu çerçevede Abdullah Gül, 28.8.2007 tarihinde TBMM tarafından Cumhurbaşkanı
seçilmiş ve parti ile ilişiği kesilmiştir. Bu tarihten sonra açılan bir kapatma
davasında Cumhurbaşkanının eskiden üyesi olduğu partinin kapatılması sürecine
dâhil edilmesi ve hakkında beş yıllık parti yasağı talep edilmesi Anayasaya
açıkça aykırıdır.
Kaldı ki, iddianamede Abdullah Gül'e atfedilen eylem ve
beyanların laiklikle de hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Öncelikle iddianamede
'Fetullah Gülen isimli cemaat liderinin yurt dışında kurduğu okullar bir ticari
şirket olarak değerlendirilip temas ve ilişki kurulması(nın), Abdullah Gül'ün
başında bulunduğu Dışişleri Bakanlığının bir genelgesi ile
Büyükelçiliklerimizden istenildiği' ve bir başka genelge ile 'Almanya ile imzalanan
Güvenlik İşbirliği Anlaşması'nda Avrupa Milli Görüş Teşkilatı'ndan 'köktenci
terör örgütü' olarak söz edilmesine rağmen, bu teşkilat mensuplarının
yurtdışındaki vatandaşlarımızın sorunları ve milli konularda dış
temsilciliklerimizce gerçekleştirilen faaliyetlere katkıda bulundukları
belirtilerek bu örgütle temas ve işbirliği kurulmasının istenildiği' iddia
edilmektedir. (s.65- 66).
Hemen belirtilmelidir ki, sözü edilen genelgelerle, adı
geçen cemaat veya teşkilât ile temas ve ilişki kurulması yönünde bir talimat
verilmemiştir. İddianamenin ekinde sunulan genelge fotokopilerinin incelenmesi
hâlinde görüleceği gibi, bahsi geçen dernek, vakıf ve okulların faaliyetleri ve
tutumlarına bağlı olarak ve yerel koşullar çerçevesinde temas ve işbirliğinde
bulunma konusunun misyon şeflerimizin takdir yetkisi içinde bulunduğu
hatırlatılmaktadır.
Esasen, dış temsilciliklerimiz, bu konuda çok uzun süreli
uygulamaları ile oluşmuş teamüllere uygun şekilde davranmaktadır. İddianame
ekinde (EK-72) sunulan deliller arasında yer verilen Sabah Gazetesinin
20/4/2003 tarihli nüshasında yer alan haberde Dışişleri Bakanlığı
yetkililerinin, 'geçmişte yurtdışında Türkiye aleyhinde kampanyalar olduğunda
büyükelçilere oradaki Türk vakıfları ve Türk toplulukları ile irtibat halinde olmaları
yönünde genelgeler gönderildiğini, ancak bu genelgelerde herhangi bir vakıf
adının geçmediğini' belirttikleri ifade edilmektedir. Aleyhte bir delil olarak
sunulan bu gazete haberi bile sözkonusu genelgelerin ilk olmadığını ve bu
uygulamalar konusunda bir teamül bulunduğunu ortaya koymaktadır. (EK ' 14)
Bu genelgelerde bazı dernek, vakıf ve kuruluşların
adlarının geçmesi, dış temsilciliklerimizin somut sorularla görüş istemesinden
kaynaklanan hukukî zorunluluğun bir sonucudur.
Yurtdışında Türkiye aleyhtarı faaliyetlerin güçlendiği
1980'li yılların başından itibaren Ülkemizi hedef alan kampanyalara karşı
Hükümetlerimizin talimatları üzerine Büyükelçiliklerimiz tarafından organize
edilen miting, yürüyüş, imza ve mektup kampanyası gibi karşı etkinliklere yurtdışında
yaşayan her eğilimdeki vatandaş dernek, vakıf ve kuruluşlarının davet edildiği
ve onların da bu davetlere icabet ettiği Dışişleri Bakanlığı ve
Büyükelçiliklerimizin arşiv ve dosyalarından kolaylıkla görülebilir. Gerçekten
de, Ermeni iddiaları ve terörizm konusu başta olmak üzere millî
menfaatlerimizle ilgili konularda Büyükelçilerimiz bu kuruluşlarla irtibat
halinde etkinliklerde bulunmakta ve işbirliği yapmaktadır.
Yurtdışındaki Türk vatandaşlarının hak ve menfaatlerini
korumak ve geliştirmek, sorunlarıyla ilgilenmek ve bu amaçlarla vatandaşlarla
temas kurmak, Dışişleri Bakanlığının aslî görevleri arasındadır. Bu görev,
Dışişleri Bakanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunda açıkça
belirtildiği gibi, diplomasinin temel kaynaklarından kabul edilen 1961 tarihli
Viyana Diplomatik İlişkiler Sözleşmesi ve 1963 tarihli Konsolosluk İlişkileri
Hakkında Viyana Sözleşmesinde de yurtdışındaki vatandaşların çıkarlarını
korumak her diplomatik misyonun aslî görevleri arasında zikredilmektedir.
Sözü edilen her iki genelge de bazı dış
temsilciliklerimizin bu konuda düştüğü tereddütleri Dışişleri Bakanlığına
ileterek yapılacak uygulamalar konusunda talimat istemeleri üzerine
hazırlanmış; ancak mezkûr genelgelerde, iddianamede ileri sürülenin aksine, dış
temsilciliklerimize bu dernek, vakıf ve okullarla temas ve ilişki kurulması
talimatı verilmemiş ve misyon şeflerince herbir kuruluş için ayrı ayrı
değerlendirme yapılarak takdir yetkisinin kullanılması yönündeki teamül
hatırlatılmıştır.
Ayrıca, anılan genelgeler hazırlanırken, diğer hususlar
yanında, 'vatandaşlarımızın aşırılıklara yönelmeleri ve yabancı ülkeler
tarafından kullanılmaları ihtimalinin önüne geçilmesi' gibi millî
menfaatlerimiz bakımından önem taşıyan bir amaç izlenmiş ve bu husus açıkça
zikredilmiştir. Dolayısıyla, iddianamede belirtildiği şekilde bir temas ve
işbirliği talimatı verilmediği gibi millî menfaatlerimiz doğrultusunda dış
temsilciliklerimizce zaten izlenmekte olan teamüller hatırlatılmıştır.
Diğer yandan, bu konularda dış temsilciliklerimize
gönderilen genelgeler bu iki genelge ile sınırlı değildir. Anılan genelgelerin
bazı gazetelerde yayınlanması ve birtakım yanlış yorum ve değerlendirmelere
konu edilmesi üzerine, dış temsilciliklerimize yurtdışı faaliyetler konusunda
18.6.2003 tarihinde 6037 sayılı bir genelge daha gönderilerek, sözü edilen
kuruluşlarla temas ve işbirliği konusunda Dışişleri Bakanlığının teamülleri ve
dış temsilcilerimizin bu konudaki takdir yetkileri teyiden hatırlatılmıştır.
Bu genelgede de, yurtdışında kanunlara aykırı ve
Devletimizin aleyhine faaliyet gösterenlerin bu temas ve işbirliği
yaklaşımından faydalanamayacakları vurgulanmıştır. Konuyla doğrudan ilgili
olmasına rağmen İddianamede hiç bahsi geçmeyen bu genelgenin Anayasa
Mahkemesince Dışişleri Bakanlığından istenmesi gerekmektedir.
Kuşkusuz bu genelgede de daha önceki iki genelgede olduğu
gibi, temel maksat, vatandaşlarımızın aşırılıklara yönelmeleri ve yabancı
ülkeler tarafından kullanılmaları ihtimalinin önüne geçilmesidir.
Kaldı ki söz konusu kuruluşlarla dış temsilciliklerimizin
temas ve işbirliğine girmesinin bu genelgeler üzerine başladığı da ileri
sürülemez. Örnek olarak ekte sunulan dokümanlardan da (EK ' 15) anlaşılacağı
gibi, uzun yıllardır Cumhurbaşkanlarımız (Turgut Özal ve Süleyman Demirel),
TBMM Başkanlarımız (Mustafa Kalemli ve Hüsamettin Cindoruk), Başbakanlarımız
(Turgut Özal, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit),
Dışişleri Bakanları dahil Bakanlarımız (Şerif Ercan, Ahat Andican, Cumhur
Ersümer, Necdet Menzir, Refaiddin Şahin, İstemihan Talay, Enis Öksüz vd.),
Yargıtay Başkanımız Müfit Utku, Milletvekillerimiz (Murat Sökmenoğlu, Hasan
Korkmazcan, Hayri Kozakçıoğlu, Yıldırım Akbulut, Nevzat Ercan, Masum Türker,
Haydar Yılmaz, Lütfullah Kayalar, Onur Öymen vd.) ile diğer devlet adamlarımız
(Alpaslan Türkeş, Em. Tümgeneral Prof.Dr. Ömer Şarlak, eski Hv.K.K. Org. Halis
Burhan vd.) yurt dışı gezilerinde Büyükelçilerimizin de refakati ile anılan
okulları ziyaret etmiş, destekleyici icraatlarda bulunmuş, açıklamalar yapmış
ve takdirlerini bildirmişlerdir. Örneğin, İddianamenin ekinde aleyhte delil
olarak sunulan Cumhuriyet Gazetesinin 17 Eylül 2003 tarihli nüshasının 5.
sayfasında, anılan genelgeye ilişkin değerlendirmeler yapılırken haberin son
paragrafında, Gürcistan'ın başkenti Tiflis'te bulunan aynı nitelikteki
okullardan biri olan Özel Demirel Kolejinin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel
tarafından 1997 yılında ziyaret edildiği belirtilmektedir.
İddianamedeki, 'Almanya ile imzalanan Güvenlik İşbirliği
Anlaşması'nda Avrupa Milli Görüş Teşkilatı'ndan 'köktendinci terör örgütü'
olarak söz edildiği' iddiası da gerçeğe aykırıdır. İddianamenin ekinde delil
olarak sunulan Anlaşma suretinden de anlaşılacağı gibi, sözü edilen Anlaşmanın
adı 'Güvenlik İşbirliği Anlaşması' değil, 'Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile
Almanya Federal Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Başta Terörizm ve Örgütlü Suçlar
Olmak Üzere Büyük Önemi Haiz Suçlarla Mücadelede İşbirliği Anlaşması'dır.
İddianamede, söz konusu Anlaşmanın adının bile yanlış yazılması gerekli titizliğin
gösterilmediğini ortaya koymaktadır. İddianamede ileri sürülenin aksine bu
Anlaşmanın hiçbir hükmünde hiçbir dernek, vakıf veya kuruluştan terör örgütü
veya köktenci ya da köktendinci örgüt olarak söz edilmemektedir.
Dolayısıyla, İddianamenin, 3846 sayılı genelgede
belirtilen dernek ve vakıfların 'köktenci terör örgütü' olduğunu ileri süren ve
Anayasa Mahkemesini yanıltmaya çalışan bu bölümü de tamamen asılsız ve
dayanaksızdır. İddianamede adı yanlış aktarılan söz konusu Anlaşmanın hiçbir
yerinde Avrupa Millî Görüş Teşkilatından 'köktenci terör örgütü' olarak söz
edilmediği gibi, iddianamenin ekindeki yazılarından da anlaşılacağı üzere,
Anlaşmanın onaylanmasının uygun bulunduğuna dair kanunun gerekçesinde de böyle
bir ibare bulunmamaktadır. (EK ' 16)
Diğer taraftan, günümüzde uluslararası kuruluşlar terörle
mücadele konusunda tedbirler alırken terör örgütlerinin listelerini
yayınlamaktadır. İddianamenin ekindeki gazete kupürlerinde ileri sürülenin
aksine, söz konusu genelgelere konu dernek, vakıf ve kuruluşların adları terör
örgütlerini gösteren bu tür listelerde yer almadığı gibi, Federal Almanya
Cumhuriyetinin de bu yönde bir iddiası bulunmamaktadır. Avrupa Birliğinin
terörizmle mücadele amacıyla haklarında özel sınırlayıcı tedbirler
uygulanmasını kararlaştırdığı kişi ve örgütlerle ilgili listelerde de bu
dernek, vakıf ve kuruluşlar yer almamaktadır. (EK ' 17)
Özetle, sözü edilen genelgeler ve buna ilişkin diğer
resmî belgelerin dosyada mevcut bulunmasına ve genelgelerin muhtevalarının çok
açık olmasına rağmen, gerçek dışı ithamlara dayalı yorum ve değerlendirmeleri
içeren gazete haberlerinin delil olarak sunulması kabul edilemez.
İddianamede yer verilen Cumhurbaşkanı'nın Dışişleri
Bakanı olduğu dönemde yaptığı konuşmaların, laikliğe aykırı olmak bir yana, tamamen
özgürlükçü ve demokratik bir toplumun tesisini sağlamaya yönelik olduğu da
açıktır.
Bu bağlamda iddianamede yer verilen şu kısım özellikle
dikkat çekicidir:
'Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün, BM İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesi'nin kabulünün 55. yıldönümü nedeniyle özel gündemle
toplanan TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu toplantısında, hedeflerinin
ifade ve inanç özgürlüğünün işkence ile terörden arındırılması olduğunu,
bununla ilgili yasal düzenlemelerin hepsinin, kararlı şekilde gerçekleştirileceğini
belirterek; 'ifade ve inanç özgürlüğünde kararlıyız; herkes inandığını
yaşayabilmeli..Herkes güven içinde, korkudan, endişeden uzak olmalıdır.
Düşündüğünü inandığını rahatlıkla ifade etmeli, inandığını rahatlıkla
yaşayabilmelidir. İfade ve inanç özgürlüğü, işkenceden ve terörden tamamen
arınmak, bizim hedefimizdir. Bununla ilgili yasal düzenlemelerin hepsi, kararlı
şekilde gerçekleştirilmeye devam edilecektir' şeklinde beyanda bulunduğu'
(s.67).
Öncelikle, bu paragrafta Abdullah Gül'ün tırnak içinde
verilen konuşmasından önce yer alan ve kendisine atfen 'hedeflerinin ifade ve
inanç özgürlüğünün işkence ile terörden arındırılması olduğu' şeklindeki
ifadenin ne anlama geldiği anlaşılamamıştır. Bu durum alıntı yapılan konuşmanın
yanlış okunduğunu ya da mesajının tam olarak algılanamadığını göstermektedir.
Zira alıntı kısmından da kolayca anlaşılacağı üzere, 'ifade ve inanç
özgürlüğü'nü sağlama ve 'işkenceden ve terörden tamamen arınma' hedefler
arasında gösterilmektedir. Muhtemelen bu mesaj anlaşılamadığı için hak ve
özgürlükleri korumayı amaçlayan, herkesin söyleyebileceği ve söylemesi gereken
bu sözler iddianamede yer almıştır.
Eğer bu ifadeler bilinçli biçimde delil olarak sunulduysa
iki nedenle daha vahim bir durum ortaya çıkmaktadır. Birincisi bu konuşma,
iddianamede de belirtildiği gibi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin kabul
yıldönümünde özel gündemle toplanan TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu'nda
yapılmıştır. İkincisi, bu konuşma içeriği itibariyle de günün anlam ve önemine
tamamen uygun olup, temel hak ve özgürlükleri önemseyen herkesin altına
rahatlıkla imza atabileceği bir konuşmadır. Bu konuşmanın iddianameye alınması,
partimiz hakkındaki davanın gerçekte bir demokrasi ve ifade özgürlüğü davası
olduğunu bir kez daha teyit etmektedir.
Ayrıca, iddianamede yer verilmemesine rağmen, ekteki
gazete kupürleri arasına yerleştirilen Posta Gazetesinin 28.11.1995 tarihli
nüshasının 1.sayfasındaki habere ilişkin fotokopi de iddianamenin iyi niyetli
olarak hazırlanmadığını gösteren bir başka örnektir. Anılan gazetenin haberini
dayandırdığı The Guardian gazetesinin köşe yazarı gerekli düzeltmeyi yapmasına
rağmen, Posta gazetesi hatasını düzeltmemiştir. Aynı asılsız haberi
düzeltilmemiş haliyle yine adı geçen İngiliz gazetesinden alıntı yaparak tekrarlayan
Cumhuriyet gazetesine gönderilen tekzip metninin yayınlanmaması üzerine mahkeme
kararı ile bu haberin gerçek dışı olduğu kanıtlanmıştır. (EK - 18)
Başsavcılığın mahkeme kararına dayanan tekzibe konu olan
1.5.2007 tarihli Cumhuriyet gazetesi yerine, aynı içerikli 13 yıl önceki Posta
Gazetesi kupürünü iddianameye delil olarak eklemesi, iyi niyetten uzak şekilde
iddianame hazırlandığının başka bir göstergesidir.
12. TBMM Başkanının ifadeleri delil olarak kullanılamaz
Anayasaya göre, 'siyasi parti grupları başkanlık için
aday gösteremezler.' (m.94/2). Daha da önemlisi, 'Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanı, Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti
grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan
haller dışında, Meclis tartışmalarına katılamazlar; Başkan ve oturumu yöneten
Başkanvekili oy kullanamazlar.' (m.94/6).
Bu hükümden anlaşılacağı üzere Meclis Başkanı tarafsız
olup parti faaliyetlerine katılamamaktadır. Bu tarafsızlığın gereği olarak
Meclis Başkanına, Türkiye Büyük Millet Meclisini Meclis dışında temsil etmek,
Cumhurbaşkanına vekalet etmek, Cumhurbaşkanınca Meclis seçimlerinin
yenilenmesine karar verilirken kendisine görüş bildirmek ve Meclisi doğrudan
doğruya veya üyelerin beşte birinin yazılı istemi üzerine toplantıya çağırmak
gibi anayasal yetkiler verilmiştir.
Kuşkusuz Meclis Başkanı bir partinin üyesi
olabilmektedir. Ancak konumu nedeniyle yaptığı konuşmalar partisi adına değil, kişisel
olarak yapılmış sayılır. Bu nedenle Meclis Başkanının açıklamalarından üye
olduğu partiyi sorumlu tutmak mümkün değildir. Kaldı ki, Meclis eski Başkanı
Bülent Arınç'ın iddianamede 'laikliğe aykırı' beyanlar olarak yer verilen
açıklamaları laikliğe aykırı değildir ve ifade özgürlüğü kapsamındadır.
Öte yandan, TBMM eski Başkanı Bülent Arınç'ın bazı
açıklamalarının tümü değil, bağlamından koparılarak sadece belli kısımları
iddianameye alınmıştır. Örneğin, iddianamede, 13.11.2005 tarihinde TBMM Sabit
Osman Avcı Eğitim Tesisi'nde basınla düzenlediği sohbet toplantısında yaptığı
konuşmanın belli bir kısmı alınmış ve özellikle şu cümleler öne çıkarılmıştır:
'Laiklik tartışmaları eskiden beri devam eder, zaman içerisinde laiklik de
gelişir. Ama bugün bütün dünyada görebildiğimiz kadarıyla, din ve vicdan
özgürlüğünün genel anlamda kabul edilmesi halinde, Türkiye'de bu sebeple
laikliğin ihlal edildiğini söylemek de mümkün değildir.' (s.63-64). Oysa Bülent
Arınç aynı konuşmada laik devlette hukuk kurallarının din kurallarına
dayandırılmayacağı ile ilgili olarak şu sözleri de söylemiştir: 'Çünkü laik bir
ülkenin kanun koyucusu, dini amaçlarla kural koyamaz' Türkiye Cumhuriyeti laik,
demokratik, sosyal bir hukuk devletidir. Laikliği kabul eden bir ülkede yasama
organı, Kur'an-ı, Tevrat'ı, İncil'i esas olarak kural koyamaz, düzenleme
yapamaz.'
Buradan da anlaşıldığı üzere, iddianamede delil olarak
sunulan konuşmalar bütünlüğü bozularak, cımbızlama yöntemiyle, sadece iddia
makamının argümanını desteklediği varsayılan bölümlere yer verilmiştir. Bu
konuşmalar bütünlüğü içinde değerlendirilseydi böyle bir davanın hiç açılmaması
gerekirdi. Partimiz mensuplarının değişik vesilelerle yaptıkları binlerce
konuşmada olduğu gibi, iddianamedeki ifadelerin tamamı da Türkiye Cumhuriyetinin
insan haklarına dayalı, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti niteliklerini
pekiştirme amacına yöneliktir.
Diğer yandan, iddianame Meclis eski Başkanı Bülent Arınç
ile ilgili olarak, '8 inci Cumhurbaşkanı Turgut ÖZAL'a gönderme yaparak, onun
gibi 'Sivil, dindar ve demokrat bir cumhurbaşkanı'' seçeceklerini ifade etmiş'
olduğunu belirtmektedir. İddianameye göre, Arınç, 'Cumhurbaşkanın seçilme
nitelikleri arasına Anayasada sayılmayan 'dindar' niteliğini de ekleyerek TBMM
Başkanı sıfatıyla bile din istismarı yapmaktan ve laik devlet ilkesine aykırı
hareket etmekten çekinmemiştir.' (s.142).
Anlaşılan Başsavcı, sosyolojik ve siyasi olgularla
anayasal hükümleri birbirine karıştırmaktadır. Bülent Arınç'ın sözleri,
özellikle merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal'la ilgili olarak, farklı siyasi
görüşlere sahip kişiler tarafından sıklıkla kullanılan bir tespiti ifade
etmektedir. Elbette Anayasada Cumhurbaşkanının seçilme nitelikleri arasında
'dindar' niteliği yoktur. Ancak, aynı şekilde Anayasada Cumhurbaşkanının
'sivil' ve 'demokrat' olması gerektiğine dair bir hüküm de yoktur. Bu
gerçekliğe rağmen, bir sosyolojik tespitten hareketle 'İran Anayasası'yla
bağlantı kurmak, ancak bilim kurgu kitaplarında rastlanabilecek bir
ilişkisizlik ve şaşırtmaca örneği olabilir.
13. İddianamedeki 'şiddet ihtimali' iddiası tamamen hayal
ürünüdür
İddianamedeki delillerden hiçbirisinde en ufak bir şiddet
içeren, şiddetle bağlantı kurulması mümkün olan ya da tahrik çağrısı olarak
nitelendirilebilecek bir ifade yer almamasına rağmen, tamamen zorlama ve
artniyetli yorumlarla şiddet bu sürecin içerisine sokuşturulmaya
çalışılmaktadır. Partimizi şiddetle ilintili gösterme gayreti akıl ve mantığın
sınırlarını zorlamaktadır.
İddianamede 'Bu yolda siyasal İslam'ın ya da Türkiye'ye
giydirilmek istenen 'ılımlı İslam' modelinin bir şeriat devletine dönüşmesi ve
gerekirse bu yolda İslami terörün de kullanılması uzak bir olasılık değildir.
Nitekim yakın tarihte bölgemizde geçiş dönemi örneği olarak, sıkça öne
çıkarılan kimi devletlerin daha sonra kaçınılmaz biçimde radikal bir
değişikliğe uğrayarak köktendinci bir rejime dönüştüğü görülmüştür'
denilmektedir. (s.114). İddianamenin değerlendirme kısmında yer alan bu hususun
Anayasa Mahkemesini etkilemeye yönelik olduğu açıkça sezilmektedir.
Ayrıca, iktidar partisi ile şiddet arasında bağlantı
kurulurken iddianamede yer verilen ve bünyesinde ciddi bir mantıksal çelişki
barındıran şu görüşün kabulünün de imkansız olduğu açıktır: 'Zaten iktidar
olmanın avantajları ile ve demokratik yöntemi kullanarak hedefe ulaşma olanağı
elde edilmişse, bu aşamada şiddet kullanmanın gereksizliği de ortadadır.
Kapatma yaptırımı, son aşamada şiddet ve şiddet çağrısını amaçlayan bir modeli
engellemeye yönelik olması nedeniyle hukuka uygundur' (s.157).
İddianamedeki bu ifade ile aslında şiddet kullanımının
söz konusu olmadığı da açıkça tescil edilmektedir. Ancak, aynı yerde, şiddetin
bundan sonraki dönemlerde kullanılabileceği biçiminde bir kehanette
bulunularak, bu nedenle partinin kapatılması gereğine değinilmektedir. Unutmamak
gerekir ki, Türkiye demokratik bir hukuk devletidir. Demokratik hukuk
devletinde siyasi iktidarın nasıl denetleneceği de bellidir. Partimizin ileride
şiddete başvurabileceği varsayımı tamamen vehimlere dayalı bir iddiadır.
Demokratik bir hukuk devletinde tüm icraatları yargı denetimine tabi olan bir
iktidar partisinin kapatılmak istenmesi kabul edilemez.
Bu bağlamda iddianamede yer verilen şu ifadeler de
ilginçtir:
'Gösterilen deliller, Anayasanın 10. ve 42 nci
maddelerinin laiklik ilkesinin özüne dokunmak amacıyla değiştirildiğini
kanıtlamaktadır. Çünkü artık köktendinciler isteklerini türbanın kamusal alanda
da serbest kalmasının ötesine taşımışlar, televizyonlardaki açık oturumlarda
'türbanın yasaklanmasını savunanların Mussolini gibi yargılanacaklarını ve
cezalandırılacaklarını' çekinmeden söylemeye başlamışlardır. Sadece bu durum
bile laik devlet ilkesini ve Türkiye'de laikliği savunanları nasıl bir
tehlikenin beklediğini göstermeye yeterli olup, şeriatın içerdiği şiddet
unsurunu da sergilemektedir' (s.117) .
Böyle bir televizyon konuşması, hangi partilimiz
tarafından nerede, ne zaman ve hangi televizyonda yapılmıştır' Eğer böyle bir
konuşma var ise, parti ile ilgisi bulunmayan -yönlendirilmiş- bir kişiye mi aittir'
Yoksa parti yasaklamada sadece şiddeti ölçü alan Venedik kriterlerinin
gerçekleştiği izlenimini uyandırmak için herkesi güldürecek uydurma delil mi
yaratılıyor' İddianamede dayanılan diğer konuşmalar eklerde yer almasına
rağmen, bu faili meçhul ve içeriği hiçbir şekilde kabul edilemeyecek konuşma
neden ekler arasında bulunmamaktadır'
Görüldüğü gibi iddianame, olgulardan tamamen uzak bir
şekilde ideolojik kaygılara dayalı bir iddiaya delil üretme çabası içindedir.
İddianamedeki partimizin şiddetle ilişkisini kurmaya yönelik tüm ifadeler,
tamamen hayal dünyasında üretilen spekülasyon ve vehimlerden ibarettir.
Ayrıca, partimiz dışında bazı basın ve yayın organlarında
farklı kişilerin din özgürlüğü ve laiklik bağlamında ortaya koydukları kişisel
görüş ve değerlendirmelerle partimizin doğrudan ya da dolaylı olarak hiçbir
ilgisi olmadığı halde, böyle bir irtibat varmış gibi gösterilmeye çalışılması
hukuk devletinin gerektirdiği asgari iyi niyet anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
Diğer yandan, iddianameye göre 'davalı partinin sahip
olduğu iktidar olma çerçevesinde amaçladığı yasa dışı siyasi modele yönelik
eylemleri karşısında, iktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle
de söz konusudur. Bu durum bile davalı partinin hedefine ulaşmasını kolaylaştırmaktadır'
(s.158). Bu ifade ile ilgili olarak öncelikle şu soru akla gelmektedir:
'İktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle'nin varlığı nasıl
tespit edilebilmiştir' Başsavcının bu tespite hangi teknolojik ölçüm aletlerini
kullanarak ulaştığı büyük bir merak konusudur. Acaba Başsavcıya bu konuda
'sessiz kitleler'den ulaşan milyonlarca şikayet mi vardır' Varsa her türlü
gazete haberini iddianameye 'delil' olarak ekleyen bir makam, bu şikayetleri
neden eklememiştir'
Kaldı ki, iddianamede ileri sürüldüğü gibi AK Parti'ye
karşı olan ve pek de sessiz oldukları söylenemeyecek hatırı sayılır miktarda
sesli bir muhalefet de vardır. Tüm kitle iletişim imkanlarını ve yasalarımızın
öngördüğü demokratik platformları ve yolları kullanarak, özgür bir biçimde
muhalefetlerini de ortaya koymuşlardır. Bu ortamda gerçekleşen 22 Temmuz 2007
seçim sonuçları, toplumun partimizden ve Ak Parti iktidarından tedirgin
olmadığını aksine memnuniyetinin artarak devam ettiğinin 'demokratik ölçüm
aletleri'yle kesin olarak teyit edilmiş bir delilidir.
14. AK Parti Hükümetinin dış politikası Anayasaya aykırı
değildir
İddianamede AK Parti hükümetlerinin izlediği dış
politikanın da kapatmaya gerekçe olarak sunulması anlaşılır bir durum değildir.
Devletlerin dış politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasından, demokratik
ülkelerin tamamında seçimle işbaşına gelen siyasi iktidarlar sorumludur.
Hükümetler, başarısız dış politika tercih ve uygulamalarının hesabını da
parlamentoya ve halka karşı vermek zorundadırlar. Ancak temel dış politika
tercihlerinden dolayı bir iktidar partisinin suçlanması görülmüş bir olay
değildir. Kaldı ki, AK Parti iktidarlarının bölgemizde ve Ortadoğu'da izlediği
politikalar Cumhuriyetin temel niteliklerine ve milli menfaatlerimize tamamen
uygundur.
Bölgesel bir güç haline gelen Türkiye'nin, Irak başta
olmak üzere çevresinde olup bitenlere seyirci kalması veya sırtını dönmesi
beklenemez. İktidara geldiğimiz 2002 yılından bu yana izlediğimiz proaktif dış
politika sayesinde Türkiye, bölgesinde ve uluslararası kurumlarda etkin ve
saygın bir ülke haline gelmiştir. Irak'tan Lübnan'a, Rusya'dan Avrupa
Birliği'ne, Afrika'dan Latin Amerika'ya kadar geniş bir coğrafyada izlediğimiz
etkin dış politika, Türkiye'ye duyulan güveni artırmıştır. Bunun sonucu olarak
Türkiye'nin itibarı yükselmiş, uluslararası sermaye ülkemizi tercih etmeye
başlamış, NATO zirvesi dâhil olmak üzere Türkiye pek çok uluslararası
toplantıya ev sahipliği yapmış, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş,
Avrupa Birliği'ne tam üyelik yolunda kısa sürede önemli mesafe alınmış, Türk iş
adamlarının dünyaya açılımı hız kazanmış, Türk firmaları çok geniş bir
coğrafyada ticaret yapar hale gelmiş ve Türkiye bölgesinin en önde gelen
aktörlerinden biri olarak kabul görmüştür.
Milli çıkarlarımızı savunmanın içimize kapanmaktan değil,
kendi coğrafyamıza ve tarihimize dayanarak dünyaya açılmaktan geçtiğine inanan
Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetleri, Birleşmiş Milletler, G-8, NATO, OECD,
IKO, AGIT ve AB'nin diğer organları bünyesinde yürütülen çalışmalara etkin
olarak katılmış, çeşitli inisiyatiflere öncülük etmiş ve böylece bölgesel ve
küresel barış ve istikrarın sağlanmasına katkıda bulunmuştur. Bu çerçevede 2004
yılındaki G-8 zirvesine davet edilen Türkiye, dünyanın gelişmiş sekiz ülkesiyle
beraber (ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Japonya, Kanada ve Rusya)
dünya ve bölge sorunlarını masaya yatırmış ve özellikle bölgemizde barış ve
istikrarın sağlanmasına yönelik girişimleri desteklemiştir.
Bölgesel ve küresel barışı milli menfaatlerimiz için
öncelikli bir mesele olarak gören AK Parti hükümetleri, BM bünyesinde İspanya
Devleti ile beraber eş başkanlığını yaptığı Medeniyetler İttifakı projesine de
bu çerçevede katılmıştır. İddianamede 'Büyük Ortadoğu Projesi' (BOP) ile
karıştırıldığı anlaşılan Medeniyetler İttifakı projesine ülkemiz İspanya'yla
beraber öncülük etmiş ve etmeye devam etmektedir. Sadece milli ve bölgesel
unsurlarla evrensel değerler arasında değil, farklı kültürler ve milletler
arasında da barış ve uzlaşmanın olması gerektiğine inanan Hükümetimiz, bu
ilkeye bu tür projelerle kurumsal bir kimlik kazandırmıştır. Evrensel hukuk
normlarının ve demokratik kurumların yaygınlaşması ve desteklenmesi, hem
bölgesel barış ve istikrarı sağlayacak, hem de Müslüman dünya ile Batı
medeniyeti arasındaki ilişkilerin barışçıl ve yapıcı bir zeminde ilerlemesini
sağlayacaktır. Bölgesel ve küresel güvenliğin, barış ve istikrarın sağlanması,
ancak böyle bir dış politika vizyonu ile mümkün olabilir.
Sonuç olarak, AK Parti hükümetlerinin yürüttüğü dış
politikanın, tamamen ülkemizin ve milletimizin yüksek menfaatlerini gözetmeye
yönelik olmasına rağmen, iddianamede adeta laikliğe aykırılığın kanıtı olarak
sunulmaya çalışılması bu tür iddiaların gerçeklikten kopuk ve hayal mahsulü
olduğunu göstermektedir.
IV. İDDİANAME YANLIŞ BİLGİLER, ÇARPITMALAR VE
KURGULAMALARDAN OLUŞMAKTADIR
Partimiz hakkında düzenlenen iddianame baştan sona
okunduğunda ilk göze çarpan husus, çok özensiz ve düzensiz bir şekilde kaleme
alınmış olmasıdır. Gerçekten büyük bir kısmı doğruluğu araştırılmadan gazete
kupürlerine dayanılarak hazırlanmıştır. İddianame, düzeltmeler, açılan davalar
ve mahkeme ilamları dikkate alınmadan, televizyon programlarında yapılan
tartışmaların kayıtlarına bakılmadan, günlük gazetelerde çoğu kez çarpıtılarak
verilmiş haberler ve köşe yazarlarının kasıtlı yorumları 'makaslama' ve
'cımbızlama' yöntemiyle delil hanesine konularak kaleme alınmıştır. Böylece
'klasörleri dolduran deliller' ile desteklenen bir iddianame görüntüsü
verilmeye çalışılmıştır.
İddianamede bir kısmını aşağıda belirttiğimiz çok sayıda
kendi içerisinde çelişkili, gerçeklikten uzak, mesnetsiz ve hukuken yanlış
ifadeler bulunmaktadır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı gibi bir merci
tarafından hazırlanan bir iddianamede bu kadar fazla tahrifat, çarpıtma ve fahiş
hataların bulunması, partimize karşı ciddi bir önyargı ve kuşku beslendiği ve
ele geçen her türlü haber ve rivayetin doğruluğu araştırılmadan 'delil' adı
altında bir araya toplandığı intibaını vermektedir.
İddianame aynı zamanda tam bir 'totoloji' abidesidir.
Gerçekten de, aynı sözlerin birkaç kez tekrarlanması suretiyle iddianame
şişirilmiştir. Bu yöntemle eylemler ve söylemler abartılarak, Anayasanın 'odak'
olmada aradığı 'yoğunluk' ve 'kararlılık' şartlarının gerçekleşmiş olduğu
izlenimi verilmek istenmiştir.
1. Başbakan'ın New Straits Times'a verdiği mülakat tahrif
edilmiştir
Başbakan'a atfedilen ''Modern bir İslam devleti olarak
Türkiye, medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir'' (s.27) sözü, iddianamedeki çarpıtmalara
dayalı kurgulamanın tipik bir örneğidir. Başbakan'ın Malezya'da yayınlanan New
Straits Times adlı gazeteye verdiği mülakat söz konusu gazetede İngilizce'ye
çevrilerek yayınlanmıştır.
Ek'te dönemin Star Gazetesinin talebi üzerine Malezya'nın
Türkiye Büyükelçiliği tarafından gönderilen ve anlaşılan oradan da Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığına iletilen New Straits Times (NST) gazetesinin söz
konusu mülakata ilişkin sayfalarında Başbakan Erdoğan'ın 'İslam devleti'
anlamına gelebilecek hiçbir sözü bulunmamaktadır. Delil olarak sunulan kısmın
İngilizcesi şöyledir. (EK ' 19)
'NST: What role would Turkey want to play in global
affairs as a modern Muslim nation'
Erdogan: Turkey can serve as a model of how Islam and
democracy can coexist in a harmonious way. Turkey will prove (Samuel)
Huntington wrong when he said that there would be a clash of civilisations.
Turkey can show that harmony of civilisations is possible.'
Nitekim, bu mülakatın Türkçe orijinali Başbakanlık Basın
Merkezi'nin resmi internet sitesinde tam metin olarak yer almıştır. Mülakatın
ilgili kısmı şu şekildedir : (EK ' 20)
'SORU: Türkiye modern Müslüman bir ülke olarak, ne gibi
bir rol oynamak ister'
BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN: Türkiye, İslâmiyet'in ve
demokrasinin, ahenkli bir biçimde birarada bulunabildiğini gösteren bir model
olabilir. Türkiye, bir medeniyetler çatışması yaşanabileceğini söyleyen Samuel
Huntington'un yanılmış olduğunu kanıtlayacaktır ve medeniyetlerin ahenk içinde
yaşamasının mümkün olduğunu gösterebilir.'
Tek başına bu örnek bile, İngilizce metinlerin çevirisi
yaptırılmadan ve doğruluğu araştırılmadan, kasıtlı gazete haber ve
yorumlarından önyargılı bir şekilde aynen aktarılmak suretiyle 'Ek' olarak
sunulması, partimiz hakkında 'delil' oluşturma çabasının ne boyutlara ulaştığını
açıkça göstermektedir. Bu sözde 'delil' oluşturma sürecine bazı gazete ve
gazetecilerin de katkıda bulunma gayreti içinde oldukları anlaşılmaktadır.
Ayrıca, bizzat iddianamede yer verilen, Başbakan'ın başka
bir vesileyle söylediği şu sözler de bu kavramların kullanılmasında ne kadar
hassasiyetle davranıldığını göstermektedir:
'' Halkının yüzde 99'u Müslüman olan ülkemizde şunu
unutmayalım ve gerçekleri birbirine hiçbir zaman karıştırmayalım; İslam devleti
olmak başka bir şey, bir İslam ülkesi olmak başka bir şey. Bir defa bunu çok
iyi kavrayacağız, çok iyi anlayacağız ve bu anlayışla yarına bakacağız. Ben
teşkilatımızın insanlarını bu hassasiyete özellikle davet ediyorum'' (s.39)
Başbakanın bu açıklamaları, laikliğe aykırı olmak bir
yana, medeniyetlerin uyumuna vurgu yapmak suretiyle, dinlerin çatışma ve
gerginlik yerine toplumlar arasında barışa ve uyuma katkı yapabilecek biçimde
yorumlanabileceğine ve Türkiye'nin de modern bir İslam ülkesi olarak bunu
başarabildiğine işaret etmektedir.
2. Basında yer alan haberler doğrulanmadan 'delil' olarak
kullanılmıştır
İddianamede, Meclis eski Başkanı Bülent Arınç'ın 'laik
devlet ilkesine aykırı eylem ve demeçleri' arasında, 'Başkanlığını yaptığı
TBMM'nin mescidinde Kuran kursu açıldığının yazılı basında yer aldığı' şeklinde
bir ifadeye de yer verilmiştir (s.57).
Başsavcılık konuyla ilgili biraz araştırma yapmış
olsaydı, bu haberin tamamen düzmece olduğunu öğrenebilirdi. Nitekim bu konuda
CHP Denizli Milletvekili Mehmet Neşşar tarafından TBMM Başkanı Bülent Arınç'a
yöneltilen 'TBMM kampusü içindeki mescitte Kur'an Kursu açılıp açılmadığı'
şeklinde bir soru önergesi üzerine mesele aydınlatılmıştır. Bu soruya verilen
3.7.2005 tarihli cevapta Mecliste Kur'an Kursu açılmadığı, kurs açma yetkisinin
de Diyanet İşleri Başkanlığına ait olduğu belirtilmiştir. (EK ' 21)
3. Anayasanın dili tahrif edilmiştir.
İddianamede Anayasa'nın 90 ıncı maddesinin son fıkrası
tırnak içinde aynen aktarılmasına rağmen dili değiştirilmiştir. Son fıkra şöyle
alıntılanmıştır: 'yöntemince yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere
ilişkin uluslararası antlaşmalarla yasaların aynı konuda farklı hükümler
içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, uluslararası antlaşma hükümleri
esas alınır' (s.9). Halbuki, Anayasanın 90 ıncı maddesinin son fıkrasının son
cümlesi şu şekildedir: 'Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve
özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı
hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma
hükümleri esas alınır.'
Benzer bir yanlışlık, Anayasanın 69 uncu maddesinin
altıncı fıkrası aktarılırken de yapılmıştır (s.7). Anayasadan aynen alıntı
yapılmadan kullanılan terim ve kavramlar kişisel tercihin yansıması olarak
kabul edilebilir. Hiç kimsenin Anayasanın dilini beğenme mecburiyeti yoktur.
Ancak, Türkiye Büyük Millet Meclisi dışında hiçbir kişi veya kurumun Anayasanın
dilini değiştirmeye kalkışma yetkisi de yoktur. İktidar partisinin Anayasaya
aykırı fiillerin odağı haline geldiğini ileri süren bir iddianamenin en azından
Anayasanın diline sadık kalması beklenirdi.
4. Anamuhalefet partisi Anayasa değişikliklerinin şekil
denetimini isteyemez.
İddianameye göre, Anayasanın 10 ve 42 inci maddelerinde
değişiklik yapan 'yasanın iptali için Ana Muhalefet Partisi 27.02.2008
tarihinde Anayasa Mahkemesine başvurmuştur.' (s.133). Bu ifade hem hukuki hem
de olgusal olarak yanlıştır. Anayasanın 148 inci maddesine göre, anamuhalefet
partisinin Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunların şekil bakımından
denetlenmesi için Anayasa Mahkemesine başvurma yetkisi yoktur. Bu yetki
Cumhurbaşkanına ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin beşte birine aittir.
Bilindiği gibi, mevcut anamuhalefet partisinin milletvekili sayısı tek başına
böyle bir başvuru için yeterli değildir. Nitekim söz konusu kanunun iptali için
bağımsız ve bazı muhalefet partilerine mensup milletvekilleri birlikte
başvuruda bulunmuştur.
5. 'Cemaat' kavramı yasalara yeni girmemiştir
İddianamede '13.6.2006 gün ve 5520 sayılı Kurumlar
Vergisi Kanununun 'Mükellefler' başlıklı 2. maddesinin beşinci fıkrasında;
'Dernek veya vakıflara ait iktisadî işletmeler: Dernek veya vakıflara ait veya
bağlı olup faaliyetleri devamlı bulunan ve bu maddenin birinci ve ikinci
fıkraları dışında kalan ticarî, sınaî ve ziraî işletmeler ile benzer
nitelikteki yabancı işletmeler, dernek veya vakıfların iktisadî işletmeleridir.
Bu Kanunun uygulanmasında sendikalar dernek; cemaatler ise vakıf sayılır.'
hükmü getirilerek, cemaat kavramının yasalara girdiği,' ileri sürülmüş ve bu
husus da 'laiklik karşıtı eylemler' arasında sayılmıştır. (s.110-111).
Halbuki 'cemaat' kavramı, yasalara ilk defa girmiş
değildir. (EK ' 22) Türkiye'de Kurumlar Vergisi Kanunu ilk olarak 3.6.1949
tarihinde kabul edilmiştir (5422 sayılı KVK, Resmi Gazete 10.6.1949-7229). Bu
ilk Kurumlar Vergisi Kanununda da, 'Bu Kanunun tatbikatında sendikalar dernek;
cemaatler vakıf hükmündedir' hükmüne yer verilmiştir (m.1,f.2). 13.6.2006
tarihinde ise Kurumlar Vergisi Kanunu yenilenirken bazı hükümler aynen
korunmuş, bazıları değiştirilmiştir. Yeni düzenlemede yapılan değişiklik,
'tatbikatında' kelimesi yerine 'uygulamasında', 'hükmündedir' kelimesi yerine
de 'sayılır' denilmesinden ibarettir. Öte yandan, 'cemaat' kavramı 1961 tarihli
Vergi Usul Kanununun 10 ve 94 üncü maddelerinde de geçmektedir. Kaldı ki, vergi
hukuku tekniği açısından bu maddedeki 'cemaat' kavramı Başsavcının zannettiği
gibi 'tarikatları' değil, Türkiye'nin taraf olduğu bazı uluslararası
andlaşmalarda bahsi geçen 'dini azınlıklara ait cemaatleri' ifade etmektedir. Hükmün
amacı da, bu cemaatlere ait ticari işletmelerin vergilendirilmesini
sağlamaktır.
6. 'Hastalar için ibadet mekanı' düzenlemesi on yıldır
yürürlüktedir
İddianamede 'Sağlık Bakanlığı'nca hazırlanan Sağlık
Kuruluşları Ruhsatlandırma Yönetmeliği Tasarısı'nın 113. maddesinde birinci
basamak sağlık kuruluşlarında, hastaların dini gereklerini yerine
getirebilecekleri mekânlar ayrılmasının öngörüldüğü' belirtilmekte ve bunun
iktidarın laiklik ilkesine aykırı bir eylemi olduğu ileri sürülmektedir
(s.154). Söz konusu yönetmelik taslağının 113.maddesinde 'Sağlık
kuruluşlarında, hastaların dinî gereklerini yerine getirebilecekleri uygun
mekânlar ayrılır' şeklinde bir hükmün olduğu doğrudur. Ancak, bunun laiklik
ilkesine aykırı olduğunu söylemek için hasta hakları konusundaki ulusal ve
uluslararası düzenlemelerden habersiz olmak gerekir. Üstelik bundan haberdar
olabilmek için çok fazla araştırma yapmaya da gerek yoktur. Taslak yönetmeliğin
'laikliğe aykırı' olduğu ileri sürülen aynı maddesinin ikinci fıkrasında atıf yapılan
ve on yıldır yürürlükte bulunan Hasta Hakları Yönetmeliğinin 38 inci maddesine
bakmak yeterlidir.
01.08.1998 tarih ve 23420 sayılı Resmi Gazetede
yayımlanan Hasta Hakları Yönetmeliğinin 'Dini Vecibeleri Yerine Getirebilme ve
Dini Hizmetlerden Faydalanma' başlığını taşıyan 38 inci maddesinde aynen şöyle
denmektedir: 'Sağlık kurum ve kuruluşlarının imkanları ölçüsünde hastalara dini
vecibelerini serbestçe yerine getirebilmeleri için gereken tedbirler alınır.
Kurum hizmetlerinde aksamalara sebebiyet verilmemek, başkalarını rahatsız
etmemek ve personelce düzenlenip yürütülen tıbbi tedaviye hiç bir şekilde
müdahalede bulunulmamak şartı ile hastalara dini telkinde bulunmak ve onları
manevi yönden desteklemek üzere talepleri halinde, dini inançlarına uygun olan
din görevlisi davet edilir. Bunun için, sağlık kurum ve kuruluşlarında uygun
zaman ve mekan belirlenir. İfadeye muktedir olmayıp da dini inancı bilinen ve
kimsesiz olan agoni halindeki hastalar için de, talep şartı aranmaksızın, dini
inançlarına uygun olan din görevlisi çağrılır. Bu hakların nasıl ve ne zaman
kullanılacağı ve bu konuda alınacak tedbirler, sağlık kuruluşunun çalışma usul
ve esaslarını gösteren mevzuatta ayrıca düzenlenir.'
Bu yönetmelik, yayın tarihinden anlaşılacağı üzere,
iktidarımızdan çok önce yürürlüğe girmiştir. Dolayısıyla, hastaların dini
gereklerini yerine getirebilecekleri uygun mekanların ayrılmasını öngören ve
henüz yürürlüğe girmemiş olan bir yönetmelik hükmü 'laikliğe aykırı bir eylem'
olarak görülüyorsa, aynı konuda on yıldır yürürlükte bulunan bir yönetmelik
hükmünü nasıl değerlendirmek gerekiyor'
Kaldı ki, ulusal hukuktaki bu düzenleme hasta hakları
konusundaki uluslararası standartlarla tamamen uyumludur. Sağlık kuruluşlarında
hastaların seçtikleri dine göre din adamlarından destek alabilmeleri ve dini
gereklerini yerine getirebilecekleri imkanlar sağlanması sağlık hizmeti
gereklerine, sağlık kuruluşları akreditasyon standartlarına, hasta hakları
hususundaki evrensel bildirgelere ve uluslararası sağlık kuruluşları
kriterlerine göre yapılmış bir düzenlemedir. Dünya Tabipler Birliği'nin
yayınladığı 1981 Lizbon ve 1995 Bali 'Hasta Hakları Bildirgesi', Amsterdam'da
1994 yılında yayımlanan Avrupa'da Hasta Haklarının Geliştirilmesi Bildirgesi,
Amerika Hastane Birliği Hasta Hakları Bildirisi gibi birçok uluslararası
belgede bu konuda düzenlemeler mevcuttur.
Son yıllarda sağlık hizmeti sunumu, sağlık kuruluşlarının
fiziki yapısı, tıbbî malzeme, sağlık personeli gibi alanlarda Sağlık
Bakanlığımız ve ülkemizin özel sağlık sektörü uluslararası standartları
yakalamış ve ülkemiz bu hususta Dünya ülkeleri arasındaki yerini almış
bulunmaktadır.
Dünyada ve özellikle ABD'de en yaygın ve saygın sağlık
kuruluşlarının akreditasyon kuruluşu olan JCI (Joint Comission
International-Uluslararası Birleşik Komisyon) tarafından 2003 Yılı Ocak Ayında
yayımlanan 'Hastaneler İçin Akreditasyon Standartları'nda, 'Kurum hasta ve
ailelerinin ibadet taleplerine ya da hastanın ruhani ve dini benzer taleplerine
cevap veren bir sürece sahip olmalıdır' ve 'Bir hasta ya da ailesi dini ya da
ruhani inançlarla ilgili olarak birisi ile görüşmek istediğinde, kurum bu
isteğe yanıt verme sürecine sahip olmalıdır' şeklinde ifade edilen standartlar
bulunmaktadır.
Ülkemizde de, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Uludağ
Üniversitesi Tıp Fakültesi hastaneleri, Mesa, Bayındır, Acıbadem, Amerikan
Hastaneleri gibi 20 civarında hastanenin JCI (Joint Comission International-
Uluslararası Birleşik Komisyon) tarafından akredite edildiği ve bu hastanelerin
hastalarının dini ve ruhani taleplerini karşılama standartlarını yerine
getirdiği bilinmektedir.
Diğer taraftan Amerika, İngiltere, Almanya, Avustralya
gibi ülkelerin hastanelerinde her biri kendi çalışma alanında uzman üyelerden
oluşan 'Etik Kurullar' yer almakta olup, 'Hastanenin Din Sorumlusu' da bu
Kurulun üyesidir. Uygar ülkelerde bu tür düzenlemeler yapılmakta ve bu
düzenlemeler insan haklarının ve bunun sağlık alanında yansıması olan hasta
haklarının bir gereği olduğu değerlendirilmektedir.
Sonuç olarak, 'hasta hakları'na ilişkin AK Partiye
yöneltilen bu suçlama da, iddianamenin temel sorunlarından birinin iddialarla
ilgili ulusal ve uluslararası hukuki düzenlemeler ve etik standartlar (EK ' 23)
araştırılmadan kaleme alındığını göstermektedir.
7. Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliğinden
sadece mükerrer hükümler çıkarılmıştır
İddianamede, 'Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye
Kurulu Başkanlığı Yönetmeliği'nin 15 inci maddesinde yer alan 'Gençleri
Cumhuriyet esaslarına göre hazırlayacak ve okullarda milli terbiyeyi
kuvvetlendirecek tedbirleri almak' şeklindeki hükmün 8.11.2003 tarihinde
kaldırıldığı ileri sürülmektedir (s.107). Halbuki, burada kaldırılan hüküm,
aynı yönetmeliğin 6 ıncı maddesinin 's' bendinde ve 16 ıncı maddesinin 'i'
bendinde açıkça yer almıştır. Üstelik bu hükümler söz konusu yönetmeliğe
17.10.2003 tarihinde Hükümetimiz tarafından konulmuştur. Son yapılan
değişikliğin amacı, sadece aynı hükmün Yönetmelikte mükerrer yazımını
önlemektir. Dolayısıyla Yönetmelikten söz konusu hükmün çıkarıldığı iddiası
gerçek dışıdır. (EK ' 24)
8. Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı'nda görevlendirilen
personel tek bir sendikaya üye değildir
İddianamede 'Talim Terbiye Kuruluna sorulmaksızın
görevlendirilen 33 kişinin Cumhuriyet devrimlerine aykırı faaliyetleriyle bilinen
Eğitim Bir-Sen'e üye olanlar arasından seçildiği' ileri sürülmektedir (s.113).
Halbuki, görevlendirilen öğretmenlerin 9'u Türk Eğitim-Sen, 4'ü Eğitim-Bir-Sen,
2'si Eğitim-Sen üyesidir. Diğerleri ise hiçbir sendikaya üye değildir. (EK '
25)
Ayrıca, masumiyet karinesine herkesten çok dikkat etmesi
gereken iddia makamının, yasal bir kuruluş olarak faaliyet gösteren bir
sendikayı 'Cumhuriyet devrimlerine aykırı faaliyetleriyle bilinen' bir kuruluş
olarak nitelemesi ve bu sendikaya üye devlet memurlarını da zan altında
bırakması hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
9. Kadrolaşma iddiaları mesnetsizdir
İddianamede yer verilen Hükümetimiz dönemindeki
kadrolaşma iddiaları kesinlikle gerçeği yansıtmamaktadır. Kadrolaşma suçlaması
yapılırken, hiçbir somut delil ortaya konulamamıştır. Kimler, nereye ve niçin
atanmıştır' Bu atananların laiklikle ilgili sorunları nedir ve hangi
nitelikleri sebebiyle suçlanmaktadır' Bu soruların cevapları iddianamede
yoktur. Kişileri hiçbir somut delil göstermeden suçlamak, hukuk devleti
anlayışına ve hukuk etiğine uygun düşmemektedir.
Diğer taraftan, bütün atamalar için mevzuat gereği
'Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü' tarafından inceleme ve
güvenlik soruşturması yapılmaktadır. İktidarımız döneminde göreve atanan
personel için gerekli güvenlik soruşturmaları yapılmış olup, özellikle üçlü
kararname ile atanan personelin kararları, Başsavcıyı da göreve getiren zamanın
Cumhurbaşkanı tarafından da onaylanmıştır. Ayrıca, tüm bu atamalar idari yargı
denetimine tabi olduğundan, Anayasa veya yasalara aykırı işlemlerin yargı
tarafından iptal edilmesi yolu her zaman açıktır. Hal böyleyken, yasalara
tamamen uygun bir şekilde yapılan, tarafsız Cumhurbaşkanının onayladığı ve
birçoğu yargı denetiminden geçmiş olan atamaları belli bir amaca matuf
'kadrolaşma' olarak sunmak, hukuk devleti anlayışı ve iyi niyetle
bağdaşmamaktadır.
Diğer yandan, iddianamede 'Devlet kadrolarının İslami bir
yapıya dönüştürülmesi' sürecinde 'Diyanet İşleri Başkanlığı kadrosunda görev
yapan çok sayıda memur'un, diğer kurumlar yanı sıra hastane yöneticiliğinde
görevlendirildiği iddia edilmiştir (s.143). Bu iddia da, diğerleri gibi,
asılsızdır. Şöyle ki:
Başka kamu kurum ve kuruluşlarında görev yapan personelin
Sağlık Bakanlığına nakilleri 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun kurumlar
arası nakli düzenleyen 74 üncü maddesinin birinci fıkrasının 'Memurların bu
Kanuna tabi kurumlar arasında, kurumların muvafakatı ile kazanılmış hak
dereceleri üzerinden veya 68 inci maddedeki esaslar çerçevesinde derece yükselmesi
suretiyle, bulundukları sınıftan veya öğrenim durumları itibariyle
girebilecekleri sınıftan, bir kadroya nakilleri mümkündür' hükmü çerçevesinde
gerçekleştirilmektedir.
Söz konusu hüküm çerçevesinde, evvelce, tüm Bakanlıklarda
olduğu gibi, başka kamu kurum ve kuruluşundan takdîren atamalar yapılabilmekte
ve bu atamalarda kamu yararı ve hizmet gerekleri dışında bir kısım sübjektif
saik ve maksadlar gözetilebilmekte iken, 8.6.2004 tarihli ve 25486 sayılı Resmî
Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe konulan Sağlık Bakanlığı Atama ve Nakil
Yönetmeliği ile kurumlar arası nakiller bakımından (m.17) objektif kıstaslar
belirlenmiş ve başka kurumlardan Sağlık Bakanlığımıza nakillerde, Türkiye'de
bir ilk gerçekleştirilerek kura usûlü kabul edilmiştir. Bu çerçevede Sağlık
Bakanlığına Şubat ve Eylül dönemlerinde kura ile kurumlar arası nakiller
yapılmaktadır. Bu şekilde yapılacak atamalarda ilan edilecek kadrolar, 6 ncı ve
5 inci hizmet bölgelerinden başlamak üzere belirlenmektedir. Kura, bütün kamu
kurum ve kuruluşlarında görev yapan personele açık olup, kurum ve personel
bakımından herhangi bir kısıtlama sözkonusu değildir ve esasen kısıtlama
yapılması da hukuken mümkün olamaz.
Diyanet İşleri Başkanlığı da, 633 sayılı Diyanet İşleri
Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun uyarınca Başbakanlığın bağlı
kuruluşu olup, bir kamu kurumudur ve personeli de memur statüsündedir.
Dolayısıyla bütün kamu kurum ve kuruluşunda çalışan personel gibi, Diyanet
İşleri Başkanlığı personeli de Sağlık Bakanlığımızın kurumlar arası naklen
atama kurasına müracaat edebilmekte ve kurada çıktığı ve yerleştiği takdirde
ataması yapılmaktadır.
Kura, herkesin katılımına açık olup, boş kadrolar ilan
edilmekte ve müracaatlar alınıp tercihler yapıldıktan sonra noter huzurunda
gerçekleştirilmektedir. Kurumlar arası atamalar bu şekilde kura ile
yapıldığından, torpil, iltimas ve sair usul ile objektiflikten uzak atamalar
yapılması maddeten de mümkün olamaz. Herhangi bir kurum veya personele
ayrıcalık tanınması veya müracaatının engellenmesi de sözkonusu değildir.
Diğer yandan, Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelere
yönetici atamaları da 'Sağlık Bakanlığı Personeli Unvan Değişikliği ve Görevde
Yükselme Yönetmeliği' hükümleri çerçevesinde yapılmakta olup; bu Yönetmelikte
belirlenen şartları taşıyan bütün personel görevde yükselme eğitim ve sınavına
katılabilmekte ve bu eğitim ve sınav neticesinde başarı durumuna göre atama
yapılmaktadır.
Diğer kamu kurum ve kuruluşlarından Bakanlığımıza atanmak
isteyen personel kura ile tespit edilip atandığından ve Sağlık Bakanlığı
hastanelerine yapılan yönetici atamaları da, şartları taşıyan tüm personelin
katılımına açık görevde yükselme eğitimi ve sınavı neticesinde yapıldığından,
Diyanet İşleri Başkanlığı personeline özel bir uygulama yapılması veya
ayrıcalık tanınması hukuken mümkün değildir.
Bu sebeplerle, Diyanet İşleri Başkanlığında görev yapan
'çok sayıda' memurun, hastane yöneticiliğine görevlendirildiği iddiası tamamen
afâki ve mesnetsizdir. Kaldı ki, iddia makamının değerlendirmesinin aksine,
Sağlık Bakanlığına ait bu tip sağlık hizmetleri sınıfı dışında personelin
atanabileceği 1650 kadar yönetici kadrosundan, AK Parti iktidarı döneminde
Diyanet İşleri Başkanlığından atama veya görevlendirme suretiyle yönetici
yapılan personel sayısı sadece 6'dır.
Sonuç olarak, önceki iktidarlarla karşılaştırıldığında AK
Parti iktidarının kamu kurumlarına yönelik bir kadrolaşma politikasını olmadığı
bir gerçektir.
10. Hakkında disiplin soruşturması açılan partililerin
beyanlarının delil olarak iddianameye konulması mümkün değildir
İddianameye göre, 'siyasi partilerin hedef ve amaçlarıyla
bağdaşmayan eylem ve söylemleri nedeniyle ilgili kişilerin eleştirilmemesi ve
haklarında disiplin soruşturması başlatılmaması, bu eylem ve söylemlerin o
siyasi parti tarafından benimsendiği anlamındadır' (s.25). Buna rağmen
partimizin bazı üyelerle ilgili olarak parti tüzüğü uyarınca yaptığı disiplin
soruşturmalarının görmezlikten gelinerek, hakkında soruşturma işlemi yapılan
parti üyelerinin beyanlarının da delil olarak sunulması bir tutarsızlık ve
önyargının bulunduğunu göstermektedir.
İddianamede partimizin bazı milletvekillerinin
başörtüsünün kamu görevlileri için de serbest olması gerektiği yönündeki ve
başka konulardaki kişisel beyanları partimiz aleyhine delil olarak sunulmuştur.
Halbuki partimiz bu tür kişisel görüşleri benimsemediğini kamuoyuna açıklamakla
yetinmemiş, parti politikalarına aykırı bu konuşmaları yapanlar hakkında
disiplin soruşturması yapmış ve ceza vermiştir. (EK ' 26)
Normalde düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında bulunan bu
sözler hakkında bile disiplin soruşturması açmamız, parti olarak bu konularda
ne kadar hassas olduğumuzu göstermektedir. Dolayısıyla bu kişiler hakkında
partimizin disiplin soruşturması başlattığı kamuoyuna açıklandığı ve basın ve
yayın organlarında da yer aldığı halde, bu sözlerin partimiz hakkında delil
olarak sunulması iyiniyetle bağdaşmayan bir tutumdur.
11. Tekzip edilen ve aslı olmayan konuşmalar iddianamede
deliller arasında sayılmıştır
İddianamede daha sonra tekzip edilen parti üyelerine ait beyanlar
da delil olarak kullanılmıştır. Halbuki, kamu adına hareket eden iddia
makamının iddianamesini gazete kupürlerine dayandırırken, bu haberlerle ilgili
tekziplerin olup olmadığını da araştırması gerekirdi. Ayrıca aynı haber birden
fazla basın ve yayın organında birbirinden farklı şekillerde yer almış olmasına
rağmen, iddianamede bunlardan sadece maksada uygun olduğu düşünülenlerin
alınması da objektiflikten uzaklaşıldığını göstermektedir.
Bu bağlamda iddianamede AK Parti Mardin Milletvekili
Nihat Eri'nin TBMM Dışişleri Komisyonu toplantısında 2003 yılı Aralık ayında
yaptığı konuşmada din eğitiminin yeterince verilmemesinden yakınarak 'Böyle
olunca da gençler illegal örgütlerin eline düşüyor. Tehvid-i Tedrisat Kanunu
getirildi tekkeler kaldırıldı, ama tekkelerde verilen bilgi, mevcut düzenleme
ile verilemiyor. Bu yüzden insanlar yanlış yerlere, hatta örgütlere
yöneliyorlar,' dediği ileri sürülmüştür (s.77). Halbuki söz konusu konuşma
iddianamede ileri sürüldüğü gibi olmayıp, bu konuşmada kesinlikle 'tekke'
kelimesi geçmemiştir. Nitekim Komisyon Başkanı da bu durumu teyit etmiştir.
Ayrıca, basında çıkan haberler üzerine Nihat Eri, 'tekzip' metni göndermiş,
ertesi günkü yayınlarında bir kısım gazeteler açıklamalarından bahsetmiştir.
Tekzipten hiç bahsetmeyen bir gazete muhabirine Basın Konseyi tarafından
'uyarma' cezası verilmiştir. (EK ' 27)
Diğer yandan, iddianamede AK Parti İstanbul Milletvekili
Egemen Bağış'ın açıkça 'Bu benim düşüncem. Partimin düşüncesini soruyorsanız,
henüz bu konuyu konuşmadık' şeklinde ifade ettiği kişisel görüşleri adeta
partimizi bağlayan beyanlar olarak gösterilmiştir (s.98). Bağış bu konuşmanın
bazı kısımlarını tekzip ettiği ve tekzip metni 7 ve 8 Şubat 2008 tarihli basın
ve yayın organlarında yer aldığı halde iddianamede bu husus belirtilmemiştir.
Aksine, bu konuşmanın bağlamından koparılarak ve tekzipler dikkate alınmadan,
Merve Kavakçı hadisesiyle irtibatlandırılmaya çalışılması (s.124), iddianamenin
kurgusal boyutunu gösteren diğer bir çarpıcı örnektir. (EK ' 28)
İddianamede, bir televizyon programında 'AKP'nin Merkez
Karar ve Yönetim Kurulu Üyesi Ayşe Böhürler ile Meclis Anayasa Komisyonu
Başkanı Burhan Kuzu arasında geçen konuşmada, Ayşe Böhürler'in türbanlı olarak
hukuk öğrenimini bitirmiş bir kadının yargıçlık yapmasını savunduğu, bu
doğrultudaki önerilerini Burhan Kuzu'nun, 'Acele etmeyin ona da sıra gelecek'
diye yanıtladığı' şeklindeki ifadelere yer verilmiştir (s. 95).
Bu iddia da tamamen gerçek dışıdır. Burhan Kuzu, hiçbir
yerde böyle bir açıklama yapmamıştır. Bu konuda yayınlanan gazete haberlerine
itibar etmek yerine, söz konusu televizyon programının kasetleri izlenmiş
olsaydı, iddianamede bu asılsız sözlere yer verilmezdi. Nitekim Kuzu, hakkında
bu yönde çıkan gazete haberlerini tekzip etmiş ve bu tekzip yazısı daha önce bu
yanlış haberi yayınlayan gazetelerin köşe yazarları tarafından da
yayınlanmıştır. (EK ' 29)
Aynı şekilde, iddianamede partimiz Gaziantep Milletvekili
Fatma Şahin'in 'kamuda türban takılması' hakkında beyanda bulunduğu ileri
sürülmüştür. (s.97). Ancak, Fatma Şahin'in konuşması bazı basın organlarında
tamamen çarpıtılarak yer almıştır. Şahin, daha sonra 'kamuda çalışanların
başörtüsü takması gerektiğine ilişkin bir düşüncesi ve çalışmasının olmadığını'
açıkça belirtmiş ve bu konudaki düzeltmeler farklı basın organlarında yer
almıştır. (EK ' 30) Ne yazık ki, bu düzeltmeler de iddianamede yer almamıştır.
İddianamede, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın
'Reformlar sancılı olur' Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken birçoğu
kanlı oldu. Bu konuda sabır ve zamana ihtiyacımız var. Önemli olan bir şeyi
yaparken kırıp dökmemek ve bu da bizim hassasiyetimiz. Yolumuza da bu şekilde
devam edeceğiz.' şeklinde beyanda bulunduğu ileri sürülmüştür. Binali
Yıldırım'ın bu konuşması çeşitli basın organlarında yer almış, bunlardan sadece
birisinde 'kanlı oldu' ibaresi geçmiştir. Oysa bu konuşmaya yer veren çok
sayıdaki diğer yayın organlarında bu ibare kesinlikle bulunmamaktadır. Kaldı
ki, bu konuşmanın yapıldığı derneğin resmi tutanaklarında da, söz konusu cümle
'Reformlar sancılı olur. Reformları uzlaşarak yapmak toplumun menfaatinedir.
Reformların bir kısmının sonu alındı. Bir kısmının da zamana bağlı olarak
alınacaktır. Kırıp dökmeden iş yapmak zorundayız' şeklinde yer almaktadır. (EK
' 31)
İddianamede Devlet Bakanı Mehmet Aydın'ın; 2004 yılı
Nisan ayında Almanya'da Frankfurter Allgemeine gazetesine verdiği demeçte 'Eğer
bir kadın kapanması gerektiğini düşünüyorsa, bu konuda bir demokrat olarak
sadece şunu söyleyebilirim: buna hakkı var'Türban takılması, kamu kuruluşlarında
mümkün olabilir'Bizim kadınlara kendi kurallarımızı zorlamaya hakkımız yok.
Aksi halde bir yan konudan büyük sorun yaratırız' dediği ileri sürülmektedir.
(s. 89). Oysa Mehmet Aydın bu sözleri Almanya'da o tarihte yaşanan başörtüsü
tartışmaları hakkında söylemiştir. Mehmet Aydın'a Almanya'da adı geçen gazete
muhabiri, 'Berlin'de başını örterek devlet okulunda derslere giren öğretmen
nedeniyle Almanya'da yoğun şekilde İslami başörtüsü tartışılmaktadır. Hicap
(başörtüsü) İslamcı aşırılığın bir simgesi midir'' şeklinde sorular
yöneltmiştir. Aydın'ın iddianamede yer verilen sözleri bu soruya verilen bir
cevap olup, Türkiye'deki sorunla ilgisi yoktur. (EK ' 32)
Diğer yandan, iddianamede Konya'nın Seydişehir AKP'li
Belediye Başkanı İbrahim Halıcı'nın ''İnşallah bütün okullar imam hatip
olacak'' dediği, ileri sürülmektedir (s.105). Sadece Cumhuriyet gazetesinde yer
alan bu iddia tamamen asılsızdır. İddianamedeki bu söz, İbrahim Halıcı'nın
konuşmasını haber yapan 30 Mart 2008 tarihli çok sayıdaki yerel gazetenin
hiçbirinde yer almamıştır. (EK ' 33)
12. Parti yetkililerinin benimsemediği ifadeler ve
faaliyetler odak olmada delil olarak kullanılmıştır
İddianamede parti yetkililerinin desteklemediği
konuşmalar delil olarak yer almıştır. Parti üyelerinin söylem ve eylemlerinin
kapatma davasında ilgili siyasi parti açısından odak olmada kullanılabilmesi
için parti yetkililerinin bunları benimsemesi şarttır. İddianamede, parti
üyelerinin söylem ve eylemlerinin parti yetkilileri tarafından benimsendiğine
dair en küçük bir delil sunulamamıştır. Hatta, parti yetkilileri tarafından
açıkça reddedilen sözler bile deliller arasında sayılmıştır.
Örneğin, iddianamede AK Parti Adana eski Milletvekili
Abdullah Çalışkan'ın sözleri deliller arasında sayılmıştır (s.90-91). Oysa aynı
toplantıda divanı yöneten Genel Başkan Yardımcısı Nihat Ergün, bu konuşmaya
müdahale etmiş, parti olarak bu görüşleri benimsemediklerini açıklamış, ama bu
açıklamaya iddianamede yer verilmemiştir. Nihat Ergün, Abdullah Çalışkan'ın
konuşmasının ardından şunları söylemiştir. (EK ' 34)
'Biz bir hizmet milliyetçisiyiz, hizmet. Parti olarak da
bir hizmet partisiyiz, bir ideolojik parti değiliz. Toplumu adam etme
sevdasında bir partinin üyeleri değiliz biz. Toplumu bir veri kabul ediyoruz.
İşte toplum bu. Bu toplumdan etkileniyoruz, günü geldiğinde bu toplumu
etkiliyoruz, görüş ve düşüncelerimizle. Bu toplumun var olan problemlerini
çözmek ve bunu daha ileriye götürmek için uğraşan bir siyasi partiyiz.
Muhafazakâr demokrat bir siyasi partinin üyeleriyiz, gençliğiz,
yöneticileriyiz. Muhafazakâr partiler devrimci partiler değildirler. Yeşil ya
da kırmızı, önemli değil. Tedricî değişimden yana olan evrimci partilerdir.
Değişimden yanayız, yenilikçiyiz. Ama, bu yenilikçilik kökten silen atan,
devrimci bir yenilenme değildir. Kendi kendine, doğal süreci içerisinde
değişen, bir evrim geçiren bir yenilenmedir. Böyle bir yenilenmeden yanayız.
Kökten silip atan bir yenilenmenin toplumu tahrip ettiğini düşünürüz. Böyle bir
yenilenme yerine evrimci, birbirinden etkilenerek toplumu ilerleten, mesafe
aldıran bir yenilenmenin öncüleri olan muhafazakâr demokrat bir siyasi partinin
temsilcileriyiz. O açıdan, bizim yaklaşımlarımızın radikal olmadığımızı,
köktenci olmadığımızı, toplumu adam etme sevdasında olmadığımızı, toplumu bir
veri olarak kabul ettiğimizi, o veriyle etkileşim içerisinde kâh ondan
etkilenerek kâh onu etkileyerek ilerleme kaydetmemiz gerektiğini düşünen bir
siyasi partiyiz. Bazı köktenci partiler toplumu beğenmezler, onu adam etmek
sevdasındadırlar, kendi hâline bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya gideceğine
inanırlar. Onun için, ensesinden devletin sopasını eksik etmemek ve onu hiza
istikamete sokmak peşinde koşmuşlardır. Böyle dönemler yaşamıştır Türkiye. Bu
dönemlerin Türkiye'de topluma da, siyasete de bir şey katmadığını,
kazandırmadığını biz, hepimiz biliyoruz.
Onun için, değerli arkadaşlar, siyaset bir vatanseverlik
işi, vatanımıza, milletimize sahip çıkma işi ve onu bugün bulunduğu yerden daha
ileri bir noktaya götürme işidir. Onu yapıyor AK Partililer. (Alkışlar)
Belediye başkanları bunu yapıyorlar, meclis üyeleri, il genel meclisi üyeleri
bunu yapıyorlar. Yaptığımız şey budur.'
AK Parti, bazı parti üyelerinin ve belediye başkanlarının
parti politikalarıyla uyuşmayan kişisel görüşlerini benimsemediği gibi, özellikle
yerel yönetimlerin faaliyetlerinde parti politikalarına aykırı tutum ve
davranışlardan kaçınılması gerektiğine dair genelgeler yayınlamıştır. Nitekim,
AK Parti Yerel Yönetimler Başkanlığı, 2006 yılı Mayıs ayında bazı basın ve
yayın organlarında yer alan 'AK Partili belediyelerin kültürel faaliyetler
çerçevesinde dağıttığı kitaplara ilişkin tartışmalar' nedeniyle, 24.5.2006
tarih, yyön/81.07./2006-1696 sayı ve 'Kültürel Amaçlı Toplantılar ve Yayınlar'
konulu genelgeyi bütün AK Parti'li belediye başkanlarına göndermiştir.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı, Yerel Yönetimler
Başkanı ve Kocaeli Milletvekili Nihat Ergün imzası ile yayınlanan bu genelgede
şu hususlara vurgu yapılmıştır : ( EK ' 35 )
'Son zamanlarda belediyelerimizin kültürel içerikli
toplantı, panel ve konferansları ile dergi, kitap, broşür gibi basılı
neşriyatında, kamuoyunu yanlış yönlendirebilecek, yanlış anlaşılabilecek,
başkalarınca istismar edilebilecek veya gereksiz tartışmalara yol açabilecek
nitelikte politik-sosyal ve dini konular işlendiği görülmüştür.
Belediyelerin asli görevleri arasında yer almayan ve
basın yayın organlarına da intikal eden bu hususların parti programımıza,
partimiz temel ilke ve amaçlarına da uygun olmadığı ve partimiz genel
merkezince tasvip edilmediği bilinmelidir.
Sosyal ve kültürel amaçlı çalışmalar ve yayınlar
konusunda yukarıdaki hususlara özen gösterilmesi gereğini önemle rica eder,
çalışmalarınızda başarılar dilerim.'
Bu genelge, çok sayıda basın ve yayın organında da yer
almıştır. Bu genelge, partimizin bu tür konularda ne kadar hassas olduğunu
açıkça ortaya koymaktadır. Partimizle ilgili olarak kıyıda köşede kalmış, çoğu
defa tek bir gazetede yer alan, asılsız veya tahrif edilmiş haberlerin yoğun
bir şekilde kullanıldığı bir iddianamede, neredeyse tüm gazetelerde yer alan bu
genelgenin görmezlikten gelinmesi önyargı ve artniyetin bir göstergesidir.
SONUÇ VE TALEP
Bir bütün olarak değerlendirildiğinde iddianame,
toplumsal talepleri dile getirme görevi olan siyasilerin, toplumsal ve siyasi
sorunlar karşısında adeta duyarsız ve dilsiz olduğu bir partiler düzeni
istemektedir. İddianamede 'delil' olarak sunulan beyan veya eylemlerin
özgürlükçü demokratik ve laik rejime yönelik bir tehdit oluşturduğu söylenemez.
Aksine, bu sözde 'deliller'le bir siyasi partinin kapatılmasının talep
edilmesi, Türkiye'de demokrasiyi teksesli ve yasakçı bir boyuta taşıyabilecek
bir tehdit niteliğindedir.
Yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı üzere, ortada AK
Parti'ye isnat edilebilecek nitelikte laikliğe aykırı eylemler, hatta söylemler
olmadığına göre, laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmaktan değil, ancak
'vehimlere dayalı bir algılama hatası'nın varlığından söz edilebilir. Her biri
tek başına laikliğe aykırılık oluşturmayan ifadeler, bir milyon defa
tekrarlansa bile, bir partiyi Anayasaya aykırı eylemlerin odağı haline
getirmez.
AK Parti, laikliğe aykırı fiillerin değil, kurulduğundan
itibaren yaptığı çalışmalarla ülkemize ve milletimize hizmetin odağı haline
gelmiştir.
Sonuç olarak, bu nedenlerle, AK Partinin kapatılması için
açılan davanın reddine karar verilmesi hususunu Anayasa Mahkemesinin
takdirlerine saygıyla sunarız.'
III- YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞININ ESAS HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 30.5.2008 tarihli
esas hakkındaki görüşü:
'1- GİRİŞ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığımız tarafından Davalı
Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında Anayasanın 68/4, 69/6 ve 2820 sayılı Siyasi
Partiler Kanunu'nun (SPY) 101/1-b ve 103/2 nci maddeleri uyarınca temelli
kapatılması istemi ile dava açılmıştır.
Davalı partinin 30.04.2008 tarihli savunmasının bir
örneği Yüksek Mahkemenizin 01.05.2008 gün ve C.01.0.YİM'106/212'585 sayılı
yazısı ekinde gönderilerek 31.03.2008 günlü E.2008/1 (Siyasi Parti-Kapatma)
sayılı kararının 3 ncü maddesinin (e) bendi uyarınca davaya ilişkin esas
hakkında ki düşüncemizin bildirilmesi istenilmiştir.
Davalı partinin 'iddianameye cevap' olarak nitelendirdiği
ön savunmasında özetle:
-İddianamenin delil niteliği olmayan siyasi ve sübjektif
olgular ve değerlendirmeler esas alınarak, korku ve vehimlerden hareketle
geleceğe yönelik spekülatif öngörülere yer verilmek suretiyle düzenlendiği,
-İktidar partisine yönelik bir kapatma davasının
açılamayacağı, Batı demokrasilerinde kapatma davalarına sıklıkla rastlanmadığı,
-Adalet ve Kalkınma Partisinin 'laikliği
toplumsallaştırdığı' ve laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmadığı,
-İddiaların, doğrulanmayan gazete kupürlerine dayandığı,
basında yer alan haberlerin doğrulanmadan delil olarak kullanıldığı,
-Laikliğe aykırı olduğu iddia edilen eylemlerin 'ifade
özgürlüğü' kapsamında olduğu,
-İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS), İnsan Hakları
Avrupa Mahkemesi (İHAM) kararları, Venedik İlkeleri ve Anayasanın 90 ncı
maddesi birlikte incelendiğinde; partinin kapatılma koşullarının oluşmadığı,
1995 ve 2001 yılında yapılan Anayasa değişiklikleriyle siyasi parti kapatmanın
zorlaştırıldığı, siyasi partilerin sadece beyanlarından dolayı 'odak' haline
gelmelerinin mümkün bulunmadığı,
-Türbanın (başörtüsü) üniversitelerde serbestisine
ilişkin eylem ve söylemlerin laiklikle ilişkilendirilemeyeceği, söylemlerin
tamamının ifade özgürlüğü kapsamında bulunduğu,
- Gerçekleştirilen Anayasa değişikliğinin, kanun
tekliflerinin birer yasama tasarrufu niteliğinde olması nedeniyle partiye isnat
edilemeyeceği,
-Üniversitelerde türban serbestisinin bireysel özgürlüğün
gereği olduğu, bu konudaki Anayasa Mahkemesi kararlarının değişebilir nitelikte
bulunduğu,
-Adalet ve Kalkınma Partisinin türban sorununun toplumsal
ve kurumsal mutabakatla çözülmesi gerektiğine işaret ettiği ve toplumun yüzde
sekseninde üniversitelerde türban serbestliğine dair bir mutabakatın oluştuğu,
-Anayasanın 10 ve 42 nci maddelerinde yapılan
değişikliklerin uygulanması gerektiğine ilişkin açıklamaların laikliğe
aykırılık olarak nitelendirilemeyeceği, laiklik ilkesi gereğince
üniversitelerde türban ile öğrenim görülmesinin mümkün olamayacağına ilişkin
görüş ve kararların isabetsiz olduğu, kaldı ki değişikliklerin kamu
hizmetlerinden yararlanmada kanun önünde eşitlik ilkesi, üniversite eğitiminde
fırsat eşitliği ve öğrenim özgürlüğünün alanını genişletme amacı taşıdığı,
-Genel Başkanın açıklamalarının ifade özgürlüğü
kapsamında olduğu, iddianamede yer verilenlere benzer sözlerin farklı siyasi
liderler tarafından da söylendiği,
-Çocukların din eğitimi özgürlüğünü, meslek liselerine
uygulanan katsayı farklılığını savunmanın, fakir öğrencilerin devletçe özel
okullarda okutulması girişimlerinin laikliğe aykırı olamayacağı,
-Yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunan oy ve sözlerin
delil olarak kullanılamayacağı,
-Adalet ve Kalkınma Partisi kurulmadan önce söylenen
sözlerin partiyi bağlamayacağı,
- Siyasi parti üyesi olmayan kamu görevlilerinin söylem
ve eylemlerinin partiye isnat edilemeyeceği,
-Cumhurbaşkanının siyasi parti kapatma davasına dahil
edilemeyeceği,
-Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanının ifadelerinin
delil olarak kullanılamayacağı,
-Adalet ve Kalkınma Partisinin eylem ve söylemlerinde
şiddet unsurunun bulunmadığı, şiddetin teşvik edilmediği, böyle bir ihtimalin
varsayılamayacağı,
-Hakkında disiplin soruşturması açılan partililerin
beyanlarının delil olarak kullanılamayacağı,
-Parti yetkililerinin benimsemediği ifadeler ve
faaliyetlerin odak olmada delil olarak kullanılamayacağı,
-Sonuç olarak; iddianamede delil olarak sunulan beyan ve
eylemlerin özgürlükçü demokratik ve laik rejime yönelik bir tehdit
oluşturmadığı, iddianamenin vehimlere dayalı bir algılama hatasının ürünü
olduğu, belirtilen nedenlerle davanın reddine karar verilmesi gerektiği,
savunulmuştur.
2- DAVALI PARTİNİN EYLEMLERİNİN VE ÖN SAVUNMASININ
İRDELENMESİ
A- Genel olarak
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti, köhnemiş idari ve siyasi yapısı ile çağının gerisinde
kalan, başında dinin en yüksek temsilcisi 'halife' sıfatını da taşıyan,
teokratik Osmanlı İmparatorluğunun küllerinden doğmuş, bağımsızlığını canı ve
kanıyla kazanıp, gasp edilen egemenliğini sultanın elinden almış bir ulusun
vücut verdiği 'ulus devlettir'. Ulus, egemenlik yetkisini ilahi bir güçten
değil, bizzat kendisinden alır. Ulus egemenliğinin ilahi bir kaynağı yoktur ve
bu nedenledir ki laiklik, Cumhuriyetin temel karakteristiğidir.
Yirminci yüzyılda Dünya iki büyük savaş yaşamıştır.
Birinci Dünya savaşının nihai hedeflerinden birisinin, Osmanlı Coğrafyasındaki
toprakların ve kaynakların paylaşımı ile Anadolu'daki Türk varlığının sona
erdirilmesi olduğu tarihi bir gerçektir. Anadolu'yu kendine ebedi yurt edinmiş
olan Türk Ulusu, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde başlattığı tarihin ilk
ulusal kurtuluş savaşını zaferle taçlandırarak işgalcilerin yayılmacı emellerini,
sömürgeci planlarını yok etmiştir.
Emperyalizm, günümüzde de sürdürdüğü yayılmacı
politikalarının icrasında temel güç olarak yerelden devşirdiği işbirlikçileri
kullanmıştır. Yakın tarihimizde 'mandacılık' olarak anımsadığımız bu işbirliği
şebekesinin kaynaklarını, yüzyıllardır halkın din duygularını sömüren din
tacirleri ile ekonomik ve siyasi çıkarlarını 'müstevlilerin siyasi emelleriyle
tevhit' eden işbirlikçi sözde aydın bir kesim oluşturmuştur.
Kurtuluş Savaşı yıllarında Ulusun kurtuluş mücadelesini sekteye
uğratan isyanların elebaşları, kışkırtıcıları, tertipçileri, bu din taciri
molla, şıh, şeyh ve derviş takımıdır. Bin yıllık Türk yurdu Anadolu'yu işgale
kalkışan Yunan Ordularını, İslamın ve Halifenin koruyucusu olarak gösteren ve
öven de bu işbirlikçi mürteci zihniyettir.
İşgalcilerin en büyük yerli destekçisi, 'sivil toplum
kuruluşu' İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin kurucusu, Sait Molla isimli bir
mürtecidir.
Mustafa Kemal'in ve tüm Kuva-yı Milliyecilerin idamına
fetva veren bir diğer mürteci de Dürrizade Abdullah Efendi isimli
şeyhülislamdır.
Sait Molla ve Dürrizade Abdullah Efendi aynı zamanda
Osmanlı'nın ulema(!) sınıfındandır.
İrticanın kendi ulusuna ihanetleri, Kurtuluş Savaşı
dönemi ile de sınırlı değildir. Cumhuriyet kurulduktan sonra da Şeyh Sait'ler,
Derviş Vahdeti'ler İngiliz altınlarının parıltısıyla ve şeriat devleti-hilafet
çığlıklarıyla ayaklanmışlar, binlerce şehit kanı dökmüşlerdir.
Yakın tarihimizde din ve mezhep kışkırtmalarıyla
gerçekleştirilen Malatya, Kahramanmaraş, Çorum ve Sivas katliamları
hatırlandığında; irtica tehlikesinin mevcudiyeti ve yakınlığı ile laiklik
ilkesinin Türkiye için önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Cumhuriyetin temel karakteristiği laikliktir. Çünkü
Cumhuriyetin temelindeki Kurtuluş Savaşı sadece yabancı işgalcilere karşı
değil, onun içteki işbirlikçisi irticaya, din istismarcılarına karşı da
verilmiştir.
Cumhuriyetin temel karakteristiği laikliktir. Çünkü
ulusal egemenliğin kaynağı ilahi kudret değil, bizzat ulusun kendisidir.
'Totoloji' kaygısı, varlığını Cumhuriyete ve onun
devrimlerine borçlu olanları bu gerçeği defalarca ve ısrarla vurgulamaktan
alıkoyamayacaktır.
Kurtuluş Savaşında ve Cumhuriyetin kuruluş yılarında
Ulusundan yediği darbelerle gerileyen ve sinen irtica, 1946 yılında çok partili
rejime geçilmesiyle birlikte bazı siyasi partiler içine sızarak faaliyetlerini
sürdürmüştür.
1960 yılına kadar farklı partiler içinde yuvalanan, bu
partilerin sosyal ve siyasal tercihlerinin belirlenmesinde önemli roller
üstlenen irtica, ilk defa 26 Ocak 1970 tarihinde bir siyasi parti olarak
örgütlenerek Milli Nizam Partisi adıyla Türk siyaset sahnesine çıkmıştır.
Milli Nizam Partisi ve onun devamı niteliğindeki diğer
parti örgütlenmeleri olan Refah Partisi ile Fazilet Partisi, laikliğe aykırı
faaliyetleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmışlardır.
Davalı Parti laikliğe aykırı faaliyetleri nedeniyle
Anayasa Mahkemesi'nce kapatılan Fazilet Partisinde liderlik mücadelesi veren,
kaybedince de ayrılan bir ekip tarafından kurulmuştur. Bu ekip mirasçısı olduğu
laik rejim karşıtı partilerin geçmiş siyasi deneyimlerinden ders çıkarmış,
siyasi amaçlarına, açık bir eylem ve söylem yerine, birkaç aşamada ve örtülü
bir programla ulaşmayı hedeflemiştir. Örtülü programını gerçekleştirirken,
olası tepkileri bertaraf etmek için demokrasi, insan hakları, din ve vicdan,
örgütlenme ve ifade özgürlüğü gibi evrensel değerleri kullanmaya başlamıştır
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve toplumu, davalı partinin
sistemi tartışmaya açan politikaları nedeniyle ayrışmakta, kamplara
bölünmektedir. Davalı parti ilgili ilgisiz her konuda dini inançları referans
göstererek, bireylerin laik olamayacağını savunarak, laik inanca sahip olanları
dinsizlikle eşdeğer tutmak suretiyle toplumda laik-anti laik bir kamplaşma
yaratmıştır.
Davalı partinin 14.03.2008 tarihli iddianamede geniş bir
biçimde değerlendirilen eylem ve söylemleri, ılımlı İslam devleti adı altında
bir şeriat devletine gidişin açık kanıtlarıdır.
Ülkemizin yargı kurumlarının laiklikle ilgili kararlarını
çoğulcu demokrasinin temeli olan kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü
ilkelerini görmezden gelerek kişilere ve kurumlara saldırı düzeyinde
eleştirenler ile 'demokratik laiklik' gibi yeni siyasi terimler ortaya
koyanlar; Türkiye'nin demokratikleşme mücadelesinin ülkeyi ortaçağ karanlığına
götürmek isteyen dinci-şeriatçı-etnik güçleri de kapsadığını, din istismarına
dayalı hiçbir gericiliğin insan hakkı olarak savunulamayacağını, Türkiye
Cumhuriyeti'nin bulunduğu coğrafyada laiklik olmadan demokrasinin gerçekleşemeyeceğini,
Laik Cumhuriyetin aynı zamanda bir demokratikleşme projesi olduğunu hiçbir
zaman unutmamalıdırlar.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 68 ve 69 ncu maddeleri
ile Siyasi Partiler Yasasının ilgili hükümlerine göre, Devletin Anayasa'da
belirtilen temel ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline gelen siyasi
partiler hakkında kapatma davası açılabileceği ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısının, koşulları oluştuğunda dava açmakla yetkili bulunduğunda tartışma
bulunmamaktadır.
Başsavcılığımız Anayasa ve Siyasi Partiler Kanununun
kendisine tanıdığı yetki çerçevesinde ve iddianame ekinde sunduğu 17 klasörden
oluşan kanıtlara dayanarak davalı Adalet ve Kalkınma Partisinin 'laikliğe
aykırı eylemlerin odağı' olduğu iddiasıyla 14.03.2008 tarihinde temelli kapatılması
istemiyle dava açmıştır.
İddialarımız, adı geçen partinin genel başkanı başta
olmak üzere, partiye isnat edilen 71 mensubunun ve hükümetçe atanan bazı kamu
görevlilerinin beyan ve eylemlerine, davalı siyasi partinin beş buçuk yıllık
iktidarı süresince devlet ve toplumu şeriat devletine dönüştürme yolundaki
faaliyetlerine, hükümetin aynı amaçlı yasa ve mevzuat düzenlemelerine
dayandırılmış, tüm bu iddialar kanıtlarıyla ortaya konulmuştur.
Şüphesiz, davalı partinin laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı
olup olmadığına karar verecek mercii Yüksek Mahkeme olmakla birlikte, bu
eylemlerin izlenmesi ve odaklığa ulaştığına kanaat getirildiği anda dava açmak
yetkisi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına aittir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı siyasi olasılıklardan
etkilenmeksizin, demokratik düzenin korunması için Anayasa'nın verdiği görevi
yerine getirmekle sorumludur.
Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında açılan kapatma
davasının kamuoyunda geniş bir yankı uyandırması ve eleştirilmesi doğaldır.
Ancak, yüksek yargı kuruluşları ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının davalı
parti mensupları ve destekleyenlerince ağır eleştiri ve tehditlere varan
yasadışı saldırılara uğraması, hukuk devletinin bir erk olarak kabul edildiği
demokratik bir ülkede karşılaşılacak bir olgu değildir.
Davalı partinin iddianame hakkındaki düşünceleri, ifade
özgürlüğü ve savunma masuniyetini de aşan, hukukun üstünlüğü ilkesini tahribe
yönelik beyanlardır. Hukuki bir savunma yapılması yerine, yargıya saldırıyı
esas alan bir yöntem izlenmiş, bu şekilde Yargıtay'a ve anayasal sisteme ağır
eleştirilerde bulunulmuştur. Davalı partiye mensup bir hükümet üyesi,
iddianamenin Yüksek Mahkemeye verilmesinin üzerinden birkaç saat geçtikten
sonra ve iddianamenin içeriği hakkında bilgi sahibi dahi olmadan, eşine
rastlanmayacak bir davranış sergileyerek Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını,
devam eden bir çete soruşturması ile ilişkilendirmeye çalışmış, siyasetçi, köşe
yazarı ve bilim adamı sıfatını taşıyan bazıları ise, anayasal bir görev
yapıldığını gözardı ederek, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının iktidar partisine
kapatma davası açması nedeniyle yargılanması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
Çoğulcu demokrasinin kuvvetler ayrılığı ilkesi
uyarınca yargıya, Anayasa ve yasalarca verilen yetkinin kullanılması 'hâkimler
yönetimi' olarak adlandırılmıştır. Bu benzetme, çoğunlukçu bir iktidar
anlayışının çoğulcu demokrasinin temelini oluşturan kuvvetler ayrılığı, hukuk
devleti, yargı bağımsızlığı ilkelerini yok sayma, zayıflatma düşüncesinin,
geniş halk kitlelerine benimsetme amacını taşıyan, bütünüyle hukuki dayanaktan
yoksun, yanıltıcı siyasal bir söylemden ibarettir. Amacın, kamuoyu önünde
yüksek yargı kurumlarını küçük düşürerek saygınlığını yok etmek ve işbu davanın
hukuki bir dayanağı olmadığı, şahsi bir garez ve önyargı ile açıldığı intibaını
yaratarak Yüce Mahkeme üzerinde bir baskı yaratmak olduğu açıktır.
İktidar partisine karşı kapatma davası
açılamayacağına ilişkin savunma da, hukuki temele dayanmamaktadır. İktidar
partisi hakkında kapatma davası açılamayacağına (ayrımcılığa) ilişkin bir
düzenlemeye gerek iç hukukumuzda, gerekse Avrupa kamu düzeninde yer verilmemiş,
iktidar partisine ayrıcalık tanınmamıştır. Anayasamız ve Siyasi Partiler Kanunu
hangi hallerde kapatma davası açılacağını açıkça belirtmiş, partilerin büyük ya
da küçük olmalarına, muhalefet ya da iktidar olmalarına göre bir ayrım
yapmamıştır. Demokrasi ve Anayasamızın temellerinden olan eşitlik ilkesi de, bu
şekilde bir ayrım yapılmasına izin veremez. İktidar partisi hakkında kapatma
davası açılamayacağının veya demokratik ülkelerin hiçbirinde bu yönde bir dava
açılmadığının ileri sürülmesi, davalı parti hakkında ayrımcılık yapılması
istemi niteliğindedir. Kaldı ki, Refah Partisi hakkında koalisyonun büyük
ortağı olarak iktidarda bulunduğu sırada açılan dava sonucunda kapatma kararı
verilmiş, İHAM/Refah Kararında, davalı partinin iktidarda bulunmasının,
amaçladığı projeyi yürürlüğe koyma olanağına sahip olması nedeniyle,
'demokrasiye yönelen tehdidi daha somut ve yakın nitelik kazandırdığına' vurgu
yapılmıştır.
Siyasi partilerin demokratik siyasi hayatın
vazgeçilmez unsurları olduğunda kuşku yoktur. Ancak, bu onların faaliyetlerinin
sınırsız olduğu, demokratik yöntemleri kullanarak demokrasiyi ortadan
kaldırmalarına geçit verilebileceği anlamına gelmez. Siyasi partiler çoğulcu
demokrasinin temel ilkelerine uygun davranmak zorundadır. Siyasi partilerin
faaliyetlerine sınır çizilmesi, bazı eylemleri nedeniyle yaptırım uygulanması,
özgürlükçü demokratik düzenin korunması amacına yöneliktir.
Batı demokrasilerinde siyasi parti kapatma davalarına
sıklıkla rastlanmadığı iddiası doğrudur. Çünkü bu ülkelerde siyasi partiler
arasında rejimin niteliği (demokrasi) ve değişmezliği konusunda genel, yerleşik
bir uzlaşı vardır. Siyasi partiler demokrasinin temel değerlerine karşı
duramazlar. Bu temel değerleri ve demokrasinin olmazsa olmazı laiklik ilkesini
sürekli olarak tartışmaz, aşındırmaya çalışmazlar. Bazı batı ülkelerinin
Anayasalarında laiklik ilkesi ya hiç yer almamış, ya da çok az değinilmiştir.
Çünkü bu ülkelerde laiklik, herhangi bir siyasal tartışmanın konusu olmayacak
kadar içselleştirilmiştir. Ancak, ülkemizde Cumhuriyetin kurulmasından da önce
başlayan laikleşme süreci, din istismarcılarının yoğun saldırılarına maruz
kalmış, Cumhuriyetin kurulmasından hemen sonra girişilen çok parti denemeleri
irticanın bu partileri bir anlamda teslim almasıyla gerçekleşememiş, çok
partili sisteme geçildikten sonra da bu unsurlar sızdıkları ya da bizzat
kurdukları siyasi partilerde demokrasinin temel değerlerini, olmazsa olmaz
kurallarını sürekli olarak tahrip ederek yozlaştırmışlardır.
Anayasa ve yasalarımızda siyasi partilerin bu nevi siyasi
faaliyetlerini önlemeye yönelik kuralların varlık nedeni, Türkiye'nin yukarıda
arzına çalıştığımız yakın siyasi tarihindeki örneklerin sonucudur.
Dolayısıyla, Ülkemizde laikliğe aykırı faaliyetleri olan
partilerin kapatılması ile Avrupa'daki parti kapatmaya ilişkin mevzuat ve
uygulamaların karşılaştırılmasında; yaşanan bu tarihi gerçekler ile çoğulcu
demokrasi için ortaya çıkan yakın ve açık tehlikeler dikkate alınmak suretiyle
değerlendirme yapılması zorunlu bulunmaktadır.
Demokratik ve Laik Cumhuriyeti korumak, Yargıtay
Başsavcılığının Anayasa ve yasalar ile belirlenmiş temel görevleri arasındadır.
Devletin temel niteliklerine aykırı eylemlerin odağı haline gelen her siyasi
parti hakkında, davanın siyasi sonuçlarıyla bağlı olmaksızın, iktidar ya da
muhalefet, küçük ya da büyük olup olmadıkları ayrımı yapılmadan, kapatma davası
açmak zorunluluğu bulunmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti, Anayasanın ikinci maddesinde de
vurgulandığı üzere, 'demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.'
Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Millet,
egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle
kullanır.
Egemenlik yetkisinin kullanılmasında 'kuvvetler ayrılığı
esastır' ve Yargı Yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.
Kuvvetler ayrılığı, devlet organları arasında üstünlük
sıralaması anlamına gelmeyip, devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından
ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliğidir.
Hiçbir kimse ve organ kaynağını Anayasadan almayan bir
devlet yetkisi kullanamaz.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı söz konusu davayı
Anayasa da yazılı yetki ve esaslar çerçevesinde (ileri sürüldüğü gibi vehimlerle,
sanal korkularla değil) somut kanıtlara dayanarak açmış, siyasi partiler
üzerindeki yargısal denetim mekanizmasını işletmiştir. Savcıların görev
unvanlarının başında taşıdıkları 'Cumhuriyet' sıfatı, Cumhuriyeti korumak için
verilmiştir. Başsavcılığımız, Cumhuriyetin değerlerini, Anayasa ve hukukun
üstünlüğünü her zaman ve her durumda savunmaya kararlılıkla devam edecektir.
Çoğunlukçu yönetim anlayışının İkinci Dünya Savaşı ile
insanoğluna yaşattığı acı deneyimler sonunda bugünkü çoğulcu demokrasi anlayışı
benimsenmiş ve siyasal iktidarın hukuk ile sınırlandırılması gereği ortaya
çıkmıştır. Kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti ilkeleri, yürütmenin her türlü
işlem ve eylemlerinin yargısal denetime tabi tutulması, yasaların anayasal
denetimi için anayasa mahkemelerinin kurulması, çoğulcu demokrasi sisteminin
işlemesi ve yerleşmesi için kabul edilmişlerdir. Anayasa'da yer alan kuvvetler
ayrılığı, hukuk devleti ilkeleri ile yargı bağımsızlığına ilişkin hükümler,
Dünyanın ve ülkemizin uzun tarihi deneyimleri ve mücadeleleri sonucu siyasi
rejimimizin özü ve karakteristiği olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti çoğulcu
demokrasinin de esasları olan bu ilkeleri 85 yıllık tarihi serüveni içerisinde
hayata geçirebilmiş nüfusunun ekseriyeti İslam olan yegâne ülkedir.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş felsefesi ve temel
Anayasal kuralları, siyasi partilerin dönemsel sayısal çoğunluğuna göre
değerlendirilemez, tartışılamaz ve değiştirilemez. Demokrasinin de teminatı
olan iktidarların yargısal denetimi ve buna ilişkin kurumlar, davalı partinin
iktidara gelişinden beri eleştiriden de öte, yoğun bir saldırıya maruz
bırakılmışlardır. Millet iradesini sadece çoğunluğun mutlak egemenliği olarak
algılayan, Anayasaya ve demokrasinin temel ilkelerine aykırı olarak egemenliğin
kullanılmasında yalnızca kendisini yetkili gören bu düşünce ve bazı iç ve dış
odaklar, çoğulcu demokrasinin teminatı olan yargı kurumlarını, üstelik
demokrasi adına ağır bir dille eleştirip, Türkiye Cumhuriyeti'ni hak etmediği
konuma sokmuşlardır.
İnsanlığın ortak mücadelesinin ürünleri olan insan
hakları, demokrasi, özgürlük, eşitlik, laiklik gibi değerleri Batıya maleden
batılı bazı siyasetçiler, laikliğin dini dogmalara ve hurafelere karşı verilmiş
uzun ve kanlı bir mücadelenin ürünü olduğunu, Türkiye'nin kuruluşundan beri din
eksenli isyan ve kışkırtmalarla mücadele ettiğini, teokratik Osmanlı Devletini
tasfiye ederek kurulduğunu, şeriat uygulama ve geleneklerinin hatırası ve
izlerinin henüz çok taze olduğu gerçeğini görmezden gelerek, 'demokratik
laiklik-laikliğin zorla dayatılması' gibi kavramlar üreterek, Ülkemizin kuruluş
felsefesini, Anayasal düzenini, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerini
görmezden gelmişlerdir.
Oysa, yakın tarihteki Refah partisi örneği anımsandığında
AB'den gelen tepkilerin yerinde ve İHAS'a uygun olmadığı görülecektir. Benzer
politik söylemler Refah Partisi hakkında açılan kapatma davası sürecinde de
yaşanmış, ancak bu politik söylemler ve kararlar, söz konusu İHAM kararına
etkili olmamıştır. Çünkü hukuk devleti ilkesinin egemen olduğu ülkelerde
bağlayıcı ve geçerli olan politik söylemler değil, yargı organlarının
kararlarıdır.
Nitekim, Avrupa Birliğinin yargı kurumu İHAM,
Türkiye'nin laikliğe ilişkin Anayasal ve yasal düzenlemelerini haklı bulmuş, bu
düzenlemelerin İHAS'ın temelini oluşturan değerler ile uyumlu olduğunu
belirtmiş, laikliğin Türkiye'deki demokratik sistemin korunması için gerekli
olduğunu vurgulamış, laiklik ilkesine ilişkin düzenlemeleri ve mahkeme
kararlarını temel insan haklarına ve Avrupa kamu düzenine aykırı görmemiş,
Türkiye'nin tarihsel, hukuksal deneyimleri gözetildiğinde bir takdir marjının
olduğunu ısrarla vurgulamıştır (Refah/Türkiye Kararı).
Uzun mücadelelerle kazanılmış, evrensel bir hak
mertebesine yükselmiş laikliğin tartışmaya açılması, meşruiyetinin ve
uygulanabilirliğinin referandum gibi yöntemlerle yeniden sorgulanması çabaları,
Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş felsefesi ve temel
anayasal kuralları karşısında olanaksız bulunmaktadır.
İdarenin her türlü eylem ve işlemleri ile yasalar için
yargısal denetim yolunun bulunması, davalı partinin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi nedeniyle hakkında dava açılmasını ve kapatma yaptırımı
uygulanmasını gereksiz kılmaz. Tam aksine, kararlı ve ısrarlı eylem ve
söylemleriyle demokrasinin vazgeçilmez ilkesi olan laiklik prensibine aykırı
davranan iktidardaki siyasi parti hakkında, toplumsal barış ve anayasal düzen
(demokrasi) için tehlike oluşturması nedeniyle her iki denetim mekanizmasının
birlikte işlemesi ve özellikle kapatma yaptırımı uygulanması zorunlu
bulunmaktadır. Bu nedenle, siyasi iktidarın icraatlarının, anayasa yargısı ve
idari yargı yoluyla denetlendiğinden bahisle kapatma davasına konu
edilemeyeceğine ilişkin savunmaya da itibar edilemez.
Davalı partinin ön savunmasındaki siyasi tarihin
gerçekleri ile bağdaşmayan diğer bir düşüncesi de, Avrupa Kamu düzeninin bir
siyasi partinin kapatılmasını kabul etmeyeceği ve olası bir kapatma kararının
Avrupa Birliği ile müzakereleri sonlandıracağı iddiasıdır.
Bir tarihi gerçeğe işaret etmekte fayda vardır:
Türkiye'nin AB ile birleşme müzakereleri davalı parti zamanında başlamayıp uzun
zamandan beri süregelmektedir. Kaldı ki, uluslararası ilişkiler parti temelinde
değil, devletler ya da onların oluşturduğu kurumlar temelinde yürür. Diğer
yandan; davalı parti AB ile müzakere sürecini laikliğe aykırı faaliyetlerde
bulunma için uygun ortam olarak değerlendirmiş, ülkemizde kendi siyasal
gelişimi ve hedeflerine engel olarak gördüğü bazı kurumları tasfiye etmek,
etkisizleştirmek için kullanmıştır. Nitekim, davalı parti 22 Temmuz 2007
seçimlerinden güçlenerek çıkınca kendisini siyasal rejimin gözünde
meşrulaştıracak iç ve dış ittifaklara (AB dahil) sırt çevirmiş, ideolojik
aslına, yani MNP, MSP; RP, FP'nin ideolojik omurgasını oluşturan ve bu
partilerle birlikte laik rejim karşıtlığı tescillenen 'Milli Görüş' diye
adlandırdıkları siyasal çizgisinde yoğunlaşmıştır. Bu bağlamda 22 Temmuz 2007
genel seçimlerinden sonra Adalet ve Kalkınma Partisi'ne destek veren iç liberal
çevreler ile AB siyasi temsilcilerinin davalı partiye yönelik eleştirileri (bu
eleştirilerin içeriğinin de davalı partinin laikliğe karşı eylemleri olduğu)
henüz belleklerde çok tazedir. 22 Temmuz seçimlerinden sonra bu ittifaklara
ihtiyacı kalmadığını düşünen ve devleti bir ılımlı İslam cumhuriyetine
dönüştürme yolunda temel Anayasal değişikliklere hız veren davalı partinin
birdenbire AB'ye yakınlaşması ve AB hukukundan medet umması 'ironi' olduğu
kadar laik Avrupa söylemindeki samimiyetsizliğinin de bir göstergesidir.
B- İddianame hukuksal temele dayalıdır.
İHAS, Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu hükümlerine
göre açılmıştır.
Örgütlenme özgürlüğü içerisinde değerlendirilen siyasi
partiler, kural olarak Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi
ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS) tarafından korunmaktadır. İHAS'ın
öngördüğü koruma ana hatlarıyla şöyledir:
İHAS'ın 11 nci maddesinde konu düzenlenmiş olup,
siyasi partiler dernekler bağlamında değerlendirilmektedir.
İHAM'a göre, 11 nci madde ile bir siyasi partinin
kurulması ve faaliyetlerini özgürce sürdürmesi de korunmaktadır. Ancak bu
özgürlük, sınırsız değildir ve kısıtlanabilir. Bir siyasi partinin
faaliyetleriyle devletin kurumlarını tehlikeye soktuğu anda, devletin yetkili
mercilerinin, o kurumları koruma hakkından yoksun olduğu söylenemez. Demokratik
toplumun savunulmasının gerekleri ile bireysel haklar arasında bir uzlaşmanın
sağlanması ve bu çerçevede bir takım kısıtlamaların veya yaptırımların
sözleşmede belirtilen ilkeler bağlamında öngörülmesi olasıdır (Klass vd/Almanya
Kararı).
Kararları bağlayıcı, uyulması zorunlu olan İHAM'a göre,
siyasi partiler çoğulcu bir demokrasi için tehdit oluşturmaları veya demokratik
kurallardan uzaklaşmaları halinde kapatılabilir.
Davalı siyasi partinin şeriata ve çok hukukluluğa dayanan
bir sistemi amaçladığı, devleti adım adım şeriat ile yönetilen bir devlete
dönüştürmeye çalıştığı başta genel başkan olmak üzere her kademedeki parti
üyelerinin beyanları ve davalı partinin eylemleri ile ortaya çıkmıştır. Şeriat
ve çok hukukluluğun demokrasi ve demokratik toplumla ile bağdaşmadığı İHAM
kararlarında vurgulanmıştır. Davalı partinin eylemleri Avrupa kamu düzenini
oluşturan çoğulcu demokrasinin temel ilkelerine aykırıdır. Davalı partinin
iktidarda bulunması, projesini yürürlüğe koyma olanağına sahip bulunması
amaçları bakımından demokrasiye yönelen tehlike ve tehdidi daha somut ve yakın
kılmaktadır.
İHAS'ın 11 nci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan
nedenlere dayanarak bir siyasi partinin kapatılması konusu, Avrupa Konseyi
Venedik Komisyonu tarafından incelenerek 1999 yılında Venedik İlkeleri adıyla
da raporlaştırılmıştır.
Buna göre, ifade özgürlüğünü düzenleyen İHAS'ın 10 ncu
maddesiyle çok yakın ilişkisi olan 11 nci madde uyarınca; 'ırkçılığı, terörü,
yabancı düşmanlığını, şiddeti, şiddet çağrısını teşvik eden veya hoşgörüsüzlüğe
dayanan' bir siyasi partinin İHAS'ın 11 nci maddesinin bir ve ikinci
fıkrasındaki düzenlemelerden hareketle kapatılması mümkün olabilecektir.
Venedik Komisyonu, eski Doğu Bloku ülkelerinde yaşanan
rejim değişikliği sonrasında bu ülkelerin demokratik bir anayasa yapımına katkı
sağlamak amacıyla kurulmuş, Avrupa Komisyonu'nun bir danışma organıdır. Bu
nedenle tespit ettiği ilkeler tavsiye niteliğinde olup bağlayıcılığı
bulunmamaktadır. Nitekim 1999 yılında Venedik İlkelerinin oluşturulmasından
sonra İHAM tarafından sonuçlandırılan Refah Partisi kararında söz konusu
ilkeler yönünden bir inceleme yapılmamış, atıfta bulunulmamıştır.
'Laikliğe aykırılık', Venedik İlkeleri arasında
doğrudan yer almamıştır. Çünkü yakın tarihte hiçbir Avrupa ülkesinde siyasal
partilerin takibata konu olabilecek laiklik karşıtı eylemlerine tesadüf
edilmemiştir. Avrupa kamu düzeninde laiklik içselleştirilmiş ve tartışma konusu
olmaktan çıkarılmıştır. Devlet yönetiminde din kurallarının belirleyiciliği
konusu bu toplumlarda yüzyıllardır tartışma dışıdır. Bu nedenle, İHAM gibi bazı
yüksek yargı kurumları ancak Türkiye'den yansıyan davalar nedeniyle laiklik
konusunda içtihatlar oluşturmaktadırlar.
Laiklik ilkesinin hukuk devleti, insan hakları ve
demokrasi ile uyum halinde olduğu, laiklik ilkesine aykırı davranışların
İHAS'ın din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin 9 ncu maddesi tarafından korunmadığı
İHAM kararlarında vurgulanmıştır (Refah/Türkiye Kararı).
Diğer yandan, Venedik Komisyonu raporunda yer alan
yasaklama ilkeleri, yalnızca 'şiddet' ile sınırlı değildir. Yasaklama ilkeleri
arasında; 'ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük' de bulunmaktadır.
Laikliğin dinsel hoşgörüyü sağlayan, güvence altına alan bir ilke olduğu
gerçektir.
Venedik Komisyonu Belgesine ve İHAM kararlarına dayanarak
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM), parti kısıtlamaları konusunda
aldığı 17 Temmuz 2002 tarihli 1308 sayılı kararında 11 Eylül olaylarının gösterdiği
üzere fanatizm ile ekstremizmin demokrasi için tehlikelerinin göz önünde
tutulması gerektiği vurgulanmış, Venedik İlkelerinden farklı olarak bir parti
sivil barışı ve demokratik anayasal düzeni tehlikeye sokuyorsa bu amaca ulaşmak
için demokratik yolları kullanıyor olsa dahi, kapatılabileceği kuralını
getirmiştir(Esas Hakkında Görüş / EK 1).
Davalı partinin bütün eylem ve söylemlerinde dini
referans alan açıklamaları, ülkeye 'Milli Görüş' düşüncesine uygun projeleri
ile egemen olma faaliyetleri, bu yönde Anayasa ve yasalarda değişiklik
yapmaları, yönetmelikler çıkarmaları, kadrolaşmaya ve toplumu dönüştürmeye,
devleti dini esaslara göre şekillendirmeye çalışmaları, mahkemelerin laiklikle
ilgili kararlarına hakarete, tehdide varan tahammülsüzlükleri, 'ulemaya
danışma' tavsiyeleri, inançlı insanların laik olamayacaklarına dair söylemleri,
bu eksende toplumda yarattıkları ayrışma ve kutuplaşma, bu kutuplaşmanın laik
insanlar üzerinde yarattığı tedirginlik davalı partinin eylemlerinin Venedik
İlkeleri ve AKPM kararları bağlamında bir hoşgörüsüzlüğün, anayasal düzenin ve
demokrasinin tehlikeye sokulmasının kaynağı olduğunu açıklamaktadır.
Örnek vermek gerekirse, Danıştay'ın türbanlı öğretmen
Aytaç Kılınç hakkında verdiği karara başta davalı partinin genel başkanı olmak
üzere tüm parti ileri gelenlerinin tepkisi bu niteliktedir. Kararı veren daire
üyelerinin silahlı saldırıya uğraması ile bu beyanlar arasında ceza hukuku
anlamında bir illiyet bağı bulunmasa da, bir iktidar partisinin tehdit ve
hakarete varan açıklamalarının bu tür saldırıları cesaretlendireceği açıktır.
TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın türban takmayan
üniversite öğrencileri için kullandığı, ''Onlar bu kıyafetiyle giremezken,
çok sevgili arkadaşları hangi kıyafetle okula giriyorlar, hepiniz biliyorsunuz''
sözünün türban takmayanlar için beslenen bir hoşgörüsüzlüğü barındırdığı,
anayasal düzeni ve demokrasiyi tehlikeye soktuğu görülmektedir (İddianame Ek
71).
Aynı kişinin Anayasa Mahkemesi eski başkanlarından
Mustafa Bumin'in Mahkemenin kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada laiklik
ilkesinin önemine vurgu yapması üzerine söylediği, ''Bu Anayasa Mahkemesi'ni
Meclis'te yapacağım bir Anayasa değişikliğiyle kaldırabilir miyim'
Kaldırabilirim. Avrupa ülkelerinin hiçbirinde Anayasa Mahkemesi'ne benzer bir
kurum yok''(İddianame EK 58) sözü, yargı karalarına ve siyasi iktidarın
yargısal denetimle sınırlandırılmasına tahammülsüzlüğün, çoğulcu değil,
çoğunlukçu demokrasi anlayışının ve bu bağlamda hoşgörüsüzlüğün anayasal düzeni
ve demokrasiyi tehlikeye soktuğunun başka bir örneğidir.
Başka ülkelerde yakın tarihte yaşanan 'yeşil devrimler'
ve sonuçları gözetildiğinde, siyasi literatürde şeriatı tarif ettiği açık olan
'yeşil devrimi' partisinin bir toplantısında açıkça benimsediğini söyleyen ve
buna övgüler düzen davalı partinin Milletvekili Abdullah Çalışkan'ın
çağrısının, şiddeti ve hoşgörüsüzlüğü içerdiği, anayasal düzeni ve demokrasiyi
tehlikeye soktuğu tartışmasızdır. Bu sözlerin benimsenmediğinin bir başka
partili tarafından açıklanması, eylem ve söylemlerinde takiyyeyi bir yöntem
olarak kullanan davalı partiye hakim olan genel inanç ve beklentiyi
değiştirmeye, yok saymaya yeterli değildir ( Esas Hakkında Görüş: EK 2).
Adalet ve Kalkınma Partili belediyelerin sözbirliği
etmişçesine kent merkezlerinde alkollü içki satan yerleri baskılamaları,
ruhsatlarını yenilememeleri, bunları şehir dışında yalıtılmış ücra yerlere
taşınmaya zorlamaları, yasaklama ve baskılarla talebi ortadan kaldırdıktan
sonra da 'halk böyle istiyor' bahanesiyle neredeyse tek bir içkili lokantası
olmayan şehirlerin yaratılmasına katkı da bulundukları sadece Başkentin biraz
dışına çıkmakla keşfedilebilecek bir Türkiye gerçeğidir. Bu uygulama, birkaç
büyük şehir dışında neredeyse bütün bir yurt sathında yaygındır. Bu konu
aslında bir içki sorunu değildir. Dinin alkollü içkiyi yasaklamasını bahane
ederek ve kutsal din duygularını sömürerek toplumu nasıl dönüştüreceklerini ve
bu konudaki hoşgörüsüzlüklerinin, sivil barışı anayasal düzeni ve demokrasiyi
tehlikeye soktuklarının bir göstergesidir.
iHAM'a göre, bir siyasi parti, anayasal yapının
değiştirilmesi konusunda iki koşula uymak zorundadır. Bunlardan birincisi,
kullanılan yöntemler yasal ve demokratik olmalıdır. İkincisi ise, önerilen
değişikliğin kendisi temel demokratik prensiplerle bağdaşmalıdır. Dolayısıyla;
eğer bir siyasi parti şiddete başvuruyor ya da teşvik ediyor ise veya politik
amacı demokrasiye saygı göstermiyor, demokratik düzeni bozmayı, ortadan
kaldırmayı amaçlıyorsa bu parti İHAS uyarınca koruma göremez, kapatılabilir.
Bir siyasi partinin tarihte de görüldüğü üzere, demokrasinin kurallarına uyarak
demokratik sistemi sona erdirmesi mümkündür.
İddianamemizde ayrıntılarıyla yer verdiğimiz davalı
partinin eylemlerinin bir şeriat devletine giden yolu açmaya yönelik olduğu ve
bu yolda takiyye yapıldığı açıktır. Şeriatın şiddet unsurunu da içerdiği
(cihat) ve Avrupa kamu düzenine aykırı olduğu İHAM kararlarıyla ortaya
konulmuştur. Şeriatın içerdiği şiddet (cihat) unsuru da dikkate alındığında
davalı partinin eylemlerinin İHAS ve Venedik İlkelerine aykırılığı açıkça
ortaya çıkmaktadır. (Refah/Türkiye Kararı)
Kapatma yaptırımı boyutundaki müdahale, takip edilen
meşru amaçla orantılı, uygun ve yeterli olmalı, sosyal bir ihtiyaca cevap
vermelidir, yani demokratik bir toplumda gerekli olmalıdır.
Davalı partinin eylemleri ve şeriat devleti amacı
gözetildiğinde kapatma yaptırımının meşru amaçla orantılı, uygun ve yeterli,
demokratik bir toplum için gerekli olmadığı iddia edilemez.
Kuşkusuz hiç kimse, demokratik bir toplumun ideallerini
ve değerlerini zayıflatmak ya da yok etmek amacıyla sözleşme hükümlerine
dayanamaz. Sözleşme ve demokrasinin standartlarıyla çelişen somut adımlar henüz
atılmadan, ulusal makamlar bunları engelleme hakkına sahiptir. Örneğin
iktidardaki bir siyasi partinin, projelerini gerçekleştirmek için yasama
organından yasaları geçirmesini beklemek gerekmemektedir. (Yüksek Öğretim
Kanununun Ek 17 nci maddesinin değiştirilmesine ilişkin tasarı). Anayasa'nın
değiştirilemez hükümlerine aykırı olan, yasa, tasarı ve öneriler, kapatma
davasına kanıt olabilir. Tasarı ve önerilerin yasalaşması, bunların kanıt olma
niteliğini ve yasama işlemi vasfında olduğundan bahisle siyasi partiye
isnadiyetini ortadan kaldırmaz. Tam aksine, bu durum siyasi partinin amaçladığı
demokrasiye aykırı sistem konusundaki kararlı ve ısrarlı olduğunu gösterir.
Siyasi partinin iktidar olması, istediği düzenlemelerin her an yasalaşmasını
sağlaması olanağı bulunması nedeniyle demokrasi için tehlikeyi somut ve yakın
kılar. Bu açıdan davalı partinin devleti teokratik bir yapıya dönüştürmesi
beklenilmeden dava açılmıştır.
Bir siyasi parti eylemlerinin kapatma yaptırımına konu
olabilmesi için, her şeyden önce bu eylemlerin niteliği belirgin olmalı ve
siyasi partiye isnat edilebilmelidir. Konu İHAM kararlarıyla açıklığa kavuşturulmuştur.
İHAM kararlarına göre;
Kapatma yönünden tüzük ve programdaki aykırılık tek
başına yeterli olmayıp, eylem de olmalıdır.
Avrupa kamu düzeniyle bağdaşmayan şeriatı
yerleştirme amacıyla çoğulcu demokrasinin araçlarından yararlanarak işlenen
eylemler de bu kapsamdadır ve kapatma yaptırımına dayanak olarak
kullanılabilir.
Nitekim davalı partinin Anayasanın 10 ve 42, Yüksek
Öğretim Yasasının Ek 17 nci maddelerini değiştirme girişimleri de, bu kapsamda
değerlendirilmiş ve iddianameye dayanak olarak alınmıştır. Ancak dava, yalnızca
Anayasa'nın 10 ve 42 nci maddelerinde değişiklik yapılması nedeniyle açılmamış,
davalı partinin iddianamede ayrıntılarıyla açıklanan diğer beyan ve fiilleri
ile birlikte Yüksek Öğretim Kanununun Ek 17 nci maddesini değiştirme girişimi
nedeniyle laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği iddiasıyla
düzenlenmiştir.
Hukukumuzda siyasi partilere uygulanacak yaptırımlar
arasında siyasi partilerin kapatılmasına da yer verilmiştir.
Siyasi parti kapatma yaptırımı ve bu yaptırımın hangi
hallerde söz konusu olabileceği Anayasa'nın 69 ncu maddesinde düzenlenmiştir.
Anayasa'nın 69 ncu maddesinin dördüncü fıkrasına göre,
siyasi partilerin kapatılması, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın açacağı dava
üzerine Anayasa Mahkemesi'nce kesin olarak karara bağlanır.
Buna göre:
-Bir siyasi partinin tüzüğü ve programının Anayasa'nın 68
nci maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı olması (Anayasa md 69/5),
-Bir siyasi partinin Anayasa'nın 68 nci maddesinin
dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmesi (Anayasa md 69/6)
-Bir siyasi partinin, yabancı devletlerden, uluslararası
kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi
yardım alması (Anayasa md 69/10)
halinde siyasi partinin kapatılmasına hükmedilmesi
gerekmektedir.
Anayasa'nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasında, 'siyasi
partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine
aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik
edemez.' denilmektedir.
Bir siyasi partinin Anayasa'nın 68 nci maddesinin
dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi ise, 69 ncu maddenin
altıncı fıkrasındaki düzenleme uyarınca '68 nci maddenin dördüncü fıkrasına
aykırı fiillerin, o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlenmesi ve bu
durumun, o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya
yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya
grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsenmesi yahut bu fiillerin
doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlenmesi
durumunda' söz konusudur.
Anayasa'daki kapatma yaptırımına ilişkin düzenlemeler,
Anayasa'nın 68 nci ve 69 ncu maddesindeki esaslar çerçevesinde 2820 sayılı Siyasi
Partiler Yasası'nda da (SPY) yer almıştır.
SPY'nda Anayasaya paralel olarak yapılan düzenlemelere
göre, bir siyasi partinin kapatılması, ancak Anayasa'daki yasaklara aykırılık
durumunda ve üç nedenle olasıdır. SPY'nın 101 nci maddesindeki düzenlemelere
göre;
-Bir siyasi partinin tüzük ve programının Devletin
bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına,
eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine,
demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı olması, sınıf veya zümre
diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi
amaçlaması, suç işlenmesini teşvik etmesi,
-Bir siyasi partinin, Anayasanın 68 inci
maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin işlendiği odak haline
geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespiti,
-Bir siyasi partinin, yabancı
devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve
tüzel kişilerden maddi yardım alması, durumlarında, siyasi parti hakkında kapatma
kararı verilmesi gerekmektedir. Ancak belirtilen ilk iki durumda, kapatma
yaptırımı yerine dava konusu eylemlerin ağırlığına göre, siyasi partinin
almakta olduğu son yıllık devlet yardımı miktarından az olmamak koşuluyla, bu
yardımdan, kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına karar verilebilmektedir.
Yukarıda belirtilen ikinci nedene
dayanarak bir siyasi partinin kapatılması, ancak Anayasa'nın 68 nci maddesinin
dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmesi koşuluna bağlıdır.
Odak haline gelmiş sayılmak ise, Anayasa'nın 68 ve 69 ncu maddelerindeki
düzenlemelerle aynı paralelde, SPY'nın 103 ncü maddesinde düzenlenmiştir.
Anayasa'nın 68 nci maddesinin dördüncü
fıkrasında belirtilen eylemlerin odağı durumuna gelmek konusunda, SPY ayrıntılı
hükümlere yer vermiş ve anılan fıkrada belirtilen kavramlar SPY'ndaki
düzenlemelerle açıklığa kavuşturulmuştur.
Bu bağlamda SPY'nın dördüncü kısmının
birinci, ikinci ve üçüncü bölümlerinde açıklayıcı hükümlere yer verilmiştir.
Davalı partinin iddianamemizde ayrıntılarıyla
açıkladığımız 178 kanıta dayalı eylemleri irdelendiğinde Anayasanın 68 nci
maddesinin dördüncü fıkrası ve SPY'nın 103 ncü maddelerinde tanımlanan odak
olma koşulunun gerçekleştiğinde kuşku bulunmamaktadır.
Somut olayda 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 102/2
ve 104 ncü madde hükümlerinin uygulanma olanağı bulunmamaktadır. Bu hususa
ilişkin savunma, hukuki değerden yoksundur.
C- Kapatma davası açma yetkisi Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısına aittir. Kapatma davası kendine özgü bir davadır.
Anayasa'nın 69 ncu maddesinin dördüncü
fıkrası ile SPY'nın 98 nci maddesine göre, siyasi partilerin kapatılması,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesi'nce
kesin olarak karara bağlanır.
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve
Yargılama Usulleri Hakkındaki Yasa'nın 33 ncü maddesine göre de, açılan bu
davalar Ceza Muhakemesi Yasası hükümleri uygulanmak suretiyle, dosya üzerinde
incelenerek kesin olarak karar altına alınır.
Kapatma davalarında Ceza Muhakemesi
Yasası hükümlerinin uygulanması, bu davaların bir ceza davası ve yaptırımın da
ceza hukuku kapsamında bir ceza olduğu sonucunu doğurmamaktadır. Aksine, siyasi
parti kapatma davaları, ceza davası olmayıp, kendine özgü nitelikte bir dava
türü olduğundan, bu davalarda uygulanacak usul kurallarının açıklanması gereği
duyulmuş ve maddi gerçeği araştırmak yönünden, siyasi partilerin lehine olarak
bu davalarda Ceza Muhakemesi Yasası kurallarının uygulanacağı belirtilmiştir
(Anayasa Mahkemesi'nin 22.6.2001 tarih ve 2/2 sayılı kararı). Bu düşünceden
hareketle, siyasi parti kapatma davasına yönelik iddianame düzenlenmesinden
önce, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın hangi yetkileri kullanarak dava
açabileceği de özel olarak SPY'nın 98 nci maddesinde gösterilmiştir.
D- Kapatmaya konu eylemlerin ceza hukuku
kapsamında suç olma zorunluluğu yoktur.
Parti kapatılması, ceza normunun ihlali
ile ilgili bir sonuç olmayıp, anayasal düzenin ve demokrasinin hukuki yollardan
kendini koruması için Anayasa'da koruyucu bir önlem olarak düzenlenmiştir.
Anayasa'nın 68/4 ncü maddesi siyasi
partiler için yasak sayılan fiilleri belirtmiştir. Bu fiillere aykırı
davranılması kişisel olarak suç olmaktan çıkarılsa dahi Anayasa'da siyasi
partiler için yasaklandığından, siyasi partilerin kapatılması davalarında tüzel
kişilik olan siyasi parti yasağı biçiminde değerlendirilir. Yasa koyucunun
buradaki amacı laiklik ilkesine aykırı beyan veya faaliyetlerin bir parti
tarafından işlenmesinin kişi yönünden işlenmesine göre anayasal düzen ve demokrasiye
karşı daha çok tehdit ve tehlikeye yol açması olduğundan, siyasi partiler
bakımından bu yasakların devam etmesi gerektiği düşüncesidir.
Bu nedenle, ceza normu ile parti
kapatmanın amaçları itibariyle, ayrı ayrı koruma önlemi olduğu gözetildiğinde,
kişisel cezai sorumluluk doğurmayan eylemlerin parti kapatma davasında delil
olması mümkündür.
Siyasi parti kapatma davalarının, ceza
muhakemesi hukuku anlamında ceza davası olmaması, kapatmaya konu eylemlerin de
ceza hukuku kapsamında suç olma zorunluluğunu da gerektirmemektedir.
Siyasi partilerin kapatılması, bir ceza normunun ihlaline bağlı bir netice
değildir. Çoğulcu demokratik sistemin kendini koruma araçlarındandır. Bu
nedenle cezai sorumluluk veya cezai bir yaptırım gerektirmeyen fiiller, siyasi partilerin
kapatılması arasında yer alabilir. Suç olarak düzenlenmeyen eylemler ile suç
olmaktan çıkarılan fiiller siyasi partiler için yasak olma niteliğini ve
varlığını sürdürebilirler. Başka bir anlatımla ceza normları ile siyasi
partilerin kapatılması birbirinden bağımsız, iki ayrı koruma önlemi niteliğini
taşımaktadır.
Anayasa'nın 69 ncu maddesinin
altıncı fıkrası ile SPY'nın 101 ve 103 ncü maddelerindeki düzenlemelere göre,
kapatmaya konu eylemlerin sadece 'işlenmiş olması' yeterli olup, bu eylemlerin
hükmen sabit olması koşulu da aranmamaktadır. Bu açıklamalar ışığında kapatmaya
konu eylemler hakkında açılmış ve mahkûmiyetle sonuçlanmış davaların olup
olmaması sonuca etkili değildir.
E- Kapatma yaptırımı ceza hukuku
anlamında bir 'ceza' değildir.
Siyasi parti kapatma davaları kendine
özgü bir dava türü olduğu gibi, uygulanan 'kapatma yaptırımı da' ceza hukuku
anlamında bir 'ceza' değildir. Kapatma yaptırımı hem Anayasa'da hem de SPY'nda
gösterilmiş olup;
-Bu yaptırımın ceza niteliğinde
olmaması,
-Kapatma yaptırımına konu eylemlerin
(gerçek kişilerin söz konusu olabilecek sorumluluğu saklı kalmak kaydıyla)
siyasi parti tüzel kişiliğinin ceza hukuku yönünden işlediği bir suç
sayılmaması,
-Ayrıca normlar hiyerarşisi yönünden de
siyasi parti kapatma davası ve kapatma yaptırımın Anayasa'da düzenlenmiş olması
Karşısında; 5237 sayılı Türk Ceza
Yasası'nın 5 nci maddesinin (5252 sayılı Yasanın 5560 sayılı Yasa ile değişik
Geçici Madde 1) 2008 yılı sonrasında dahi siyasi parti kapatma davaları
yönünden uygulanma yeri bulunmadığından siyasi parti kapatma davası ve kapatma
yaptırımı özel nitelikte bir dava ve yaptırım olarak görülmelidir.
F- Kanıtlar usulüne uygun olarak
toplanmış olup, nesnel ve somuttur.
Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığının siyasi partilerin Anayasa ve Siyasi Partiler Yasasında sayılan
yasak fiilleri işleyip işlemediklerinin araştırmasında yasal dayanakları
SPY'nın 98 ve 106 ncı maddeleridir.
SPY'nın 98 nci maddesi aşağıdaki
gibidir:
' Görevli mahkeme ve savcılık:
Madde 98 ' (Değişik birinci fıkra:
12/8/1999-4445/15 md.) Siyasî partilerin kapatılması davaları, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı tarafından Anayasa Mahkemesinde açılır. (Ek cümle:
02.01.2003-4778-md 9.) Siyasî partilerin kapatılması davalarında kapatılmaya
karar verilebilmesi için beşte üç oy çokluğu şarttır.
Anayasa Mahkemesince verilen kararlar kesindir.
Cumhuriyet Başsavcılığı, iddianamesine esas teşkil edecek olayların araştırılması ve soruşturulmasında ve davanın açılması ve yürütülmesinde Cumhuriyet savcılarına ve sorgu hakimlerine tanınan bütün yetkilere sahiptir. Ancak; Anayasanın ve kanunların sadece hakimler tarafından kullanılabileceğini belirttiği yetkiler bunun dışındadır.
(Değişik dördüncü fıkra: 12/8/1999-4445/15 md.) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı siyasî partilerden incelenmek üzere gerekli gördüğü belgeleri isteyebilir.
Siyasi partiler, Cumhuriyet Başsavcılığının isteklerine en geç onbeş gün içinde cevap vermek zorundadırlar.
Cumhuriyet Başsavcısı, soruşturmayı Cumhuriyet Başsavcıvekili veya yardımcıları eliyle de yürütebilir.
Cumhuriyet Başsavcısının soruşturma için görevlendirdiği Başsavcı yardımcılarının, Yargıtay üyeliğine seçilmeleri hali hariç, soruşturma sonuçlanıncaya kadar süreli veya süresiz başka bir göreve atanmaları Cumhuriyet Başsavcısının yazılı muvafakatine bağlıdır.'
SPY'nın 106 ncı maddesi aşağıdaki
gibidir:
'İdari mercilerin, savcıların ve mahkemelerin görevi:
Madde 106 - Bu Kanunun 101, 103 ve 104 üncü maddelerinde belirtilen fiil ve haller hakkında bilgi edinen idari merciler, bu bilgileri mahalli Cumhuriyet savcılığına derhal ve yazılı olarak intikal ettirirler. Mahkemeler de, bu gibi fiil ve halleri öğrendikleri zaman durumu derhal mahalli Cumhuriyet savcılığına yazı ile duyururlar. Cumhuriyet savcılıkları, bu bilgileri hemen Adalet Bakanlığına ve belgeleriyle birlikte Cumhuriyet Başsavcılığına yazı ile bildirirler.'
SPY'nın 98 nci ve 106 ncı maddelerinden
açıkça anlaşılacağı üzere; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının siyasi partilere
ilişkin soruşturmalarda uygulayacağı yöntem 'delil serbestîsi ilkesidir'. Bu
nedenle delillerin gazete, televizyon, internet gibi iletişim araçlarından
temin edilmesinin önünde yasal bir engel bulunmadığı gibi, bu yöntem, siyasi
faaliyetlerin izlenmesinin en etkili yoludur. Kaldı ki, bu delillerin tamamına
yakının aksi kanıtlanamamıştır.
Gazete haberlerinin tekzip
edilmesi ya da yalanlanması, haberin özünü, içeriğini, dolayısıyla ortaya çıkan
hukuki sonucu değiştirmeye yeterli bulunmamaktadır. Örneğin, davalı partinin
kurucusu, MKYK üyesi ve dış ilişkilerden sorumlu genel başkan yardımcısı olan
İstanbul Milletvekili Egemen Bağış'ın iddianameye konu eylemi bu niteliktedir.
Bu haberin bant kayıtları, haberi hazırlayan gazeteci tarafından aynı gazetede
yayınlanmış, keza ses bandı da deliller arasında Yüksek Mahkemeye sunulmuştur.
Ses bandındaki kayıttan anlaşılacağı üzere Egemen Bağış'ın, milletvekillerinin
de TBMM'ne türbanla girebilmelerini savunduğu gayet açıktır.
İddianamede belirtilen ve davalı
partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğuna kanıt oluşturan parti
üyelerinin beyanlarına sadece tek kaynak gösterilmemiş, bu beyanlar başka
kaynaklarla da doğrulanmıştır. Bilindiği üzere; yazılı olmayan (sözlü)
açıklamalar, görüntülü veya sesli kayıt bulunduğu takdirde buna dair kayıtlar
ile görüntülü olmayanlar ise ancak yazılı basında yer alan haberler ile
kanıtlanabilir. Davalı siyasi parti üyelerinin iddianameye konu beyanları için,
görüntülü ve sesli kaydı bulunanların bu kayıtları, bulunmayanların ise çeşitli
gazetelerde yer alan yazılar delil olarak gösterilmiştir.
Söz konusu beyanların görüntülü ve sesli
kayıtları olmayanların yazılı basında yer alan yazılar ile kanıtlanamayacağının
ileri sürülmesi, iddianın başka türlü kanıtlanma olanağının bulunmadığı
gerçeğinin yok sayılmasıdır.
Yukarıda belirtilen SPY'nın 106 ncı
maddesi; idari mercilerin Siyasi Partiler Kanunun 101, 103 ve 104 üncü
maddelerinde belirtilen fiil ve haller hakkında edindikleri bilgileri derhal ve
yazılı olarak yerel Cumhuriyet Savcılıklarına intikal ettirmeleri, savcılıklarında
Adalet Bakanlığına ve belgeleriyle birlikte Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına
bildirmeleri gerektiği düzenlemiştir.
Yasanın bu amir hükmüne rağmen
iddianamemize eklenen yüzlerce kanıttan hiçbiri bu kanaldan intikal
ettirilmemiş, Başsavcılığımızın re'sen yaptığı araştırma ve soruşturma sonucu
edinilmiştir.
Bu durum bile 'siyasi parti üyesi
olmayan kamu görevlilerinin eylem ve söylemlerinden partinin sorumlu
tutulamayacağını' savunan davalı partinin, kamu görevlileri üzerinde yarattığı
etkinin açık göstergesidir. Bu etki nedeniyledir ki davalı parti üyelerinin
laikliğe aykırı hiçbir eylemi Başsavcılığımıza bildirilmemiş, birçok olayda
ancak Başsavcılığımızın tahriki ile idari soruşturma yapılmış, fakat bu
soruşturmalar göstermelik yaptırımlarla sonuçlandırılmıştır.
Yapılan açıklamalar ışığında ve
kamuoyunun gözü önünde cereyan eden siyasal yaşamda; gazete haberlerinin kanıt
olarak kullanılamayacağını savunmanın hukuksal bir temeli bulunmamaktadır.
Başsavcılığımız, yukarıda da
belirtildiği; üzere Anayasa ve Siyasi partiler yasasında çerçevesi çizilmiş
yetkileri çerçevesinde ve somut kanıtlardan yola çıkarak, davalı partinin
laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu iddiasıyla işbu kapatma davasını
açmıştır. Kanıtlar bir bütün olarak değerlendirildiğinde Başsavcılığımızın
odaklaşmaya ilişkin kanaatinin bir vehim olmadığı, davalı partinin devlet ve
toplumu bir şeriat devletine dönüştürecek adımları her alanda kararlılıkla
attığı net olarak görülecektir.
G- İddianamedeki savlarımız
kanıtlanmıştır
a- BOP (Büyük Ortadoğu
Projesi-Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi-GOKAP-) Türkiye'ye ve
bölgeye dayatılan, ideolojik altyapısı ılımlı İslam olan bir projedir.
BOP, soğuk savaş döneminin kapanmasıyla
tek kutuplu hale gelen Dünyada halkların çoğunluğunun Müslüman olduğu Ortadoğu
ve Orta Asya coğrafyasında (sonra bazı Kuzey Afrika ülkeleri) bulunan ülkelerin
mevcut sınırlarının 'etnik, dinsel, dilsel' durumlara göre yeniden çizilmesini
(parçalanmalarını) öngören ve bu yapılırken, suni olarak üretilmiş 'ılımlı
İslam' (ehlileştirilmiş İslam) ideolojisinin kullanıldığı, bu bağlamda
ülkemizin ulus devlet kimliğini ve üniter bütünlüğünü de tehdit eden bir büyük
yayılmacı projenin adıdır.
Bu proje günümüz dünyasında kapalı kapılar
arkasında, fısıltılarla konuşulan bir dedikodu değildir. İkinci Dünya Savaşının
bitmesinden sonra fikri altyapısının oluşturulmasına başlanılmış, Soğuk Savaş
Döneminin kapanmasıyla olgunlaştırılıp uygulamaya sokularak bölgede işgaller
yapılmış, yeni devletçikler yaratılmış, bir müteffik ülkenin 'Silahlı Kuvvetler
Dergisi'nde' yayınlanan bir makalede Ortadoğu sınırlarının doğal olmadığı, daha
adil bir yapılanma ile sınırların değiştirilmesi gerektiği savunulmuş, makale
sonuna eklenen iki haritada Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu Bölgeleri,
Karadeniz'e de açılacak şekilde 'Özgür Kürdistan'ın' sınırları içerisinde
gösterilmiştir!
Davalı Partinin Genel Başkanı Türkiye
üzerine böylesine açık 'niyetleri' olan bir yayılmacı projenin 'eş başkanı'
olduğunu, Diyarbakır ilimizin bu projenin merkez üssü olacağını açık bir
şekilde televizyon programında ve bir parti konuşmasında ifade etmiş, davalı
partinin internet sitesinde bu proje bütün ayrıntılarıyla yer almıştır(Fatih
Altaylı'nın Kanal D Televizyonunda 14 Şubat 2004 tarihinde sunduğu Teke Tek
Programının CD kaydı ve akparti.org.tr isimli web sayfasından alınan
dökümanlar/ Esas Hakkında Görüş: EK 3).
Bu bağlamda Başsavcılığımız, bir başka
siyasi hegemonya projesi olan 'Medeniyetler İttifakı' ile BOP'u karıştırmış
değildir.
Bölgenin ve Türkiye'nin sınırlarını,
etnik, dilsel, dinsel yapılanmalar paralelinde yeniden çizmek ve ulus
devletleri parçalamak üzerine planlanmış böylesine açık sömürgeci emelleri olan
bir projenin (BOP'un) ideolojik yapısının 'ılımlı İslam' olduğunu, Türkiye'de
bu projeye uygun bir 'İslami partinin' iktidarda olduğunu ortaya koyanlar,
bizzat bu projenin fikri mimarları Batılı siyasetçi ve fikir adamlarıdır.
Ülkemizin ılımlı İslami bir rejimle
yönetildiğine ilişkin tanımlama ve yorumlar Batılı siyasal bilimci, yazar ve
devlet adamlarının görüş açıklamalarıyla sınırlı değildir. İslam devleti olan
ülkelerin basını ile siyasetçilerinin davalı partiyi tanımlarken kullandıkları
sıfat da, 'İslami partidir'. Bunlardan bazıları Adalet ve Kalkınma Partisi
sayesinde Türkiye'de bir 'İslam Devrimi' beklentisi içindedirler (29.04.2008
tarihli basın./Esas Hakkında Görüş EK 4).
Sonuçta bir şeriat devletine dönüşmesi
kaçınılmaz olan ılımlı İslamın ve onun siyasi ayağı olan BOP'un benimsenmesinin
demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni rejim
tehlikesi ile karşı karşıya getireceği açıktır.
b- Davalı partinin genel başkanının, milletvekillerinin,
yerel yöneticilerin eylemleri partiyi bağlar.
İHAM Kararlarına göre; 'bir partinin genel başkanı
ile genel başkan yardımcılarının açıklama ve eylemleri tartışılmaz biçimde
partiye isnat edilebilir. Çünkü genel başkan partinin simgesel figürüdür. Genel
başkanın siyasi veya hassas konularda açıkladığı düşüncelerin, kişisel görüşü
olduğu vurgulanmadığı sürece, kurumlar ve kamuoyu tarafından partinin görüşünü
yansıttığı şekilde yorumlanır ve partiye isnat edilebilir. Siyasi yaşamının
önemli bir kısmı kamuoyunun gözü önünde geçen bir genel başkanın eylem ve
söylemlerinin etkileme gücü düşünüldüğünde bu eylem ve söylemlerin partiyi
bağlamayacağını iddia etmek olanaksızdır.
Genel Başkan yardımcıları ve partinin üst düzey
yöneticileri için de aynı düşünce geçerlidir.
Bu nedenle davalı siyasi partinin kurucu ve üyelerinin,
milletvekillerinin, genel başkanın ve yöneticilerinin sözlerinin Anayasa'nın
69/6-9, 84/son ve SPY'nun 95 nci maddelerindeki '..bir siyasi partinin
kapatılmasına söz veya eylemleriyle neden olan..' ibaresi karşısında
kişisel görüş ve ifade özgürlüğü kapsamında bulunduğu ve partiyi bağlamayacağı
savunmasının yasal dayanağı yoktur. Bu husus, Anayasa Mahkemesi ve İHAM
kararlarıyla açıklığa kavuşmuştur.
Ayrıca milletvekili sıfatı taşıyan ya da yerel
yönetimlerde görev alan parti üyelerinin, partinin amaç ve eğilimlerini
sergileyen ve yaratmak istedikleri toplum modelini yansıtan eylemleri bir bütün
oluşturduğunda bu gibi şahısların eylem ve düşünceleri de davalı partiye isnat
edilebilir. Bu eylem ve düşüncelerin bireylere isnat edilebildikleri için
değil, hepsi davalı parti platformundan seçilen milletvekilleri ve belediye
başkanları tarafından parti adına yapıldıkları ya da dile getirildikleri için
potansiyel seçmenlerin umutlarını, beklentilerini ya da korkularını
canlandırarak onları etkileme olasılığı bulunmaktadır' (İHAM/Refah Kararı. Paragraf
115, 116).
İHAM kararından açıkça anlaşılacağı üzere davalı partiye
mensup milletvekilleri ile yerel yöneticilerin eylemleri partiyi bağlayıcı
niteliktedir ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemez.
Keza, parti üyelerinin, milletvekillerinin laikliğe
aykırı eylem ve söylemlerinin bizzat parti genel başkanı ve yöneticilerinin
fiil ve beyanları doğrultusunda bulunması ve bir bütünlük teşkil etmesi
karşısında, parti üyeleri ve milletvekillerinin eylem ve söylemlerinin parti
yönetimince benimsenmediği, kabul görmediği savunmasına itibar edilemez.
c- Siyasi parti üyesi olmayan üst düzey kamu
yöneticilerinin beyan ve faaliyetlerinin partiye isnat edilebilirliği
İddianamede davalı partinin oluşturduğu hükümet
tarafından atanan üst düzey kamu yöneticilerinin laikliğe aykırı eylemlerine
yer verilmiştir. Davalı parti ön savunmasında, bu yöneticilerin eylemlerinin
yargısal denetime tabi bulunması nedeniyle partiyi bağlamayacağı
savunulmaktadır. Oysa, iddianameye yansıtılan belgelerden de anlaşılacağı üzere;
bu yöneticilerden Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer gibi bazıları geçmişteki
laiklik karşıtı eylem, söz ve yazıları nedeniyle bu makamlara getirilmişler, bu
makamları işgal ettikleri sürece izledikleri yönetim anlayışı da parti
politikaları ile bir uyum içersinde olmuştur. Yine, Yüksek Öğretim Kurulu
Başkanlığına atanan Yusuf Ziya Özcan'ın atamasının Anayasa ve yasalar gereği
Cumhurbaşkanı tarafından yapıldığı, bu nedenle tasarruflarından hükümetin
sorumlu tutulamayacağı savunulmuşsa da, iddianamede açıklandığı üzere bu şahıs
ile TBMM Başkanı ve Maliye Bakanı ile bir üst düzey Maliye bürokratı arasında
geçen konuşmalardan, YÖK Başkanının atamasının ve icraatlarının, hükümetin
bilgisi ve yönlendirmelerinden bağımsız olmadığı açıkça anlaşılmaktadır
Bu bağlamda, davalı partinin oluşturduğu hükümet
tarafından atanan üst düzey kamu yöneticilerinin, davalı partinin laiklik
ilkesine aykırı amaç ve eğilimlerini sergileyen, yaratmak istediği devlet ve
toplum modelini yansıtan eylem ve konuşmaları da davalı partiye isnat
edilebilir niteliktedir.
d- Farklı siyasi liderlerin beyan ve faaliyetleri
Davalı parti genel başkanının iddianameye konu
beyanlarının benzerlerinin daha önce farklı siyasi liderler tarafından
söylenmiş olması, parti tüzel kişiliğine karşı açılmış bir kapatma davasında
savunulamaz. Çünkü, parti kapatma davalarının süjesi kişiler değil, parti tüzel
kişiliğidir. Diğer yandan, Anayasanın 68/4 ve 69/6 ncı maddeleri ile SPY'nın
ilgili maddeleri uyarınca siyasi parti kapatma davalarında esas alınan ölçü Anayasaya
aykırı eylemlerde 'odak olma' ölçütüdür. Uzun bir tarihi süreç içerisine
yayılmış, süreklilik ve kararlılık göstermeyen ve partinin Anayasaya aykırı
diğer eylemleriyle bir bütünsellik taşımayan söylemlerin tek başına odaklığa
yeterli olmayacağı açıktır. İşbu dava, Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan'ın
laiklik ilkesine aykırı beyan ve faaliyetlerinin diğer parti üyelerinin eylem
ve söylemleri ile bir bütünsellik arzetmesi, davalı partinin ve üyelerinin
sürekli ve kararlı bir biçimde işledikleri eylemlerin ve söylemlerin bütününün
davalı partiyi laikliğe aykırı fiillerin odağı durumuna getirdiği için
açılmıştır.
e- Türban, bir siyasi simgedir. Din ve vicdan özgürlüğü
kapsamında koruma göremez, temel bir insan hakkı olarak savunulamaz.
Yasama tasarrufu ve sorumsuzluğunun, laik devlet ilkesine
aykırılığa izin verdiği söylenemez.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bu yana yaşadığımız
gelişme süreci içersinde Cumhuriyetin karakteri ve niteliği de oluşmuştur.
Oluşan bu karakterin en önemli özelliklerinden birisi laik bir cumhuriyet
olgusudur. Anayasa Mahkemesi laiklikle ilgili olarak verdiği bir dizi kararla
bu karakterin oluşumuna önemli katkılar sağlamıştır. Cumhuriyetin hukuk
kaynakları ve güvenceleri arasında Anayasa Mahkemesinin kararları da vardır.
Bu bağlamda, Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve İHAM'ın
yerleşik içtihatlarında; dinsel ve siyasal bir simge olan türbana yüksek
öğretim kurumlarında ve giderek tüm kamusal alanda serbesti tanınmasının din ve
vicdan özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceği, aksine bu alanlarda
tanınacak türban serbestîsinin türban kullanmayanlar ve diğer inanç sahipleri
üzerinde bir baskı yaratacağı, bu nedenle bir özgürlük olarak savunulamayacağı,
bunu savunmanın laiklik ilkesine aykırılık oluşturacağı, 'dinsel inanç gereği
sözcükleri kullanılmasa da' Cumhuriyetin niteliklerine yönelik, bu amaç ve
anlamdaki dinsel kaynaklı düzenlemeleri içeren girişimlerin Anayasa karşısında
geçerli olamayacağı, özgürlüklerin Anayasa ile sınırlı olduğu ısrar ve
kararlılıkla vurgulanmış, bu kararlar Cumhuriyetin laik karakterinin bir
parçası ve hukuk kaynağı haline gelmişlerdir.
Hal böyle iken, davalı partinin kuruluşundan başlayarak
türbanı dinsel ve siyasal bir simgeye dönüştürüp, önce yüksek öğretim
kurumlarına, sonra tüm kamusal alana yayarak devleti bir şeriat rejimine
dönüştürme (şeriatı yerleştirme) kararlılığını sergilemesi, bu yönde Anayasa ve
yasa değişikliği yapması; ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, yasama
tasarrufu ve sorumsuzluğu gibi kavramların arkasına sığınılarak savunulamaz.
İddianamede açıklıkla belirttiği gibi, bir iktidar
partisi yönünden, hükümetin icraatları, siyasi parti söylemiyle
biçimlendiğinden, bu bağlamdaki iş ve işlemler de siyasi partinin eylemi
olarak, o siyasi partiye isnat edilebilecektir. Bu bağlamda, yasa tasarıları,
eğer siyasi partinin kapatmaya konu olan eylemlerinin yöneldiği amacı
gerçekleştirmeye veya kolaylaştırmaya yönelikse, bu tasarılar da siyasi parti
eylemi olarak o siyasi partiye isnat edilebilecektir. İHAM kararlarında da
açıklandığı üzere, TBMM'nde çoğunluğu oluşturan siyasi parti için, bu
tasarıların eylem olarak isnadiyeti için, yasalaşmalarını beklemek gerekmez.
Çünkü bu eylemlerin yasalaşması çoğunluğa sahip bir iktidar partisi yönünden
her an için olasıdır. İsnat edilebilen eylem niteliğindeki bu tasarıların
yasalaşması da, eylemin yasama organı işlemi niteliğine geldiğinden bahisle,
siyasi partiye isnadiyeti ortadan kaldırmamaktadır. Aksine, siyasi partinin
eylemini sürdürmesi niteliğindedir (RP/Türkiye Kararı). Bu nedenle, yasama tasarrufu
ve sorumsuzluğu da laik devlet ilkesine aykırı yasal düzenlemelerin yapılmasına
olanak sağlayan bir ilke olarak görülemez ve kullanılamaz.
f- Davalı parti üyelerinin odaklaşmaya konu beyanları
Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası anlamında 'eylemdir'.
Anayasa ve Siyasi Partiler Yasasında; siyasi partilerin
uyacakları ilke ve esaslar belirlenmiş, bunlara aykırı eylem-faaliyet-fiillerin
yaptırımları gösterilmiştir.
Eylem, söz veya hareket şeklinde olabilir.
Siyasi partilerin, üyelerinin beyanları nedenleri ile
Anayasa'nın 68/4 ncü madde ve fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden dolayı
odak haline gelmesi durumunda kapatılması mümkündür. Zira, Anayasanın 69 ncu
maddesinin 9 ncu fıkrasında açıkça, 'Bir siyasi partinin temelli kapatılmasına
beyan veya faaliyetleri ile sebep olan kurucuları dahil üyeleri, Anayasa
Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmi Gazetede gerekçeli
olarak yayımlanmasından başlayarak 5 yıl süre ile bir başka partinin kurucusu,
üyesi yöneticisi ve deneticisi olamazlar' hükmünü içermektedir. Anayasa'nın
84/son ve SPY'nın 95 nci maddelerinde de sırasıyla 'beyan ve eylemleriyle-söz
veya eylemleriyle' ibareleri yer almaktadır.
Anayasanın 68 nci maddesinin 4 ncü fıkrasında 'siyasi
partilerin tüzük ve programları ile eylemleri' ibaresi bulunmakta, beyanları'
ibaresi yer almamaktadır. Bu maddede ki 'eylemler' sözcüğünün beyan ve fiilleri
kapsadığı açıktır.
SPY'nın 117 nci maddesi, 'Bu kanunun 4 ncü kısmında
yazılı yasak fiilleri işleyenler, fiil daha ağır bir cezayı gerektirmediği
takdirde ''..' cezasıyla cezalandırılırlar', hükmünü içerdiği gözetilerek,
anılan yasanın 4 ncü kısmında yazılı yasak fiillere bakıldığında, ayrıca Türk
Ceza Kanununun 125 ve 301 nci maddeleri incelendiğinde suç sayılan fiillerin
(eylemlerin), söz (beyan), hareket (faaliyet), şeklinde de olabildiği
görülmektedir.
g- Abdullah Gül'ün davalı parti üyesi ve bu sıfatla
Başbakan, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak görev yaptığı sıradaki
eylemleri davalı partiyi bağlar.
Örgütlenme özgürlüğü ile ilgisi bulunması nedeniyle
siyasi partilerin kapatılması yaptırımının muhatabı siyasi parti tüzel
kişiliğidir. Davanın siyasi parti tüzel kişiliğine karşı açılması, savunmanın
parti tüzelkişiliğince verilmesinin gerekmesi, partinin kapatılmasına yönelik
beyan ve faaliyetleri bulunduğu iddia edilen üyelerinden kişisel savunma
istenmemesi ve verilememesi bunu ortaya koymaktadır.
Nitekim, Anayasanın 69 ncu maddesinin 6 ncı fıkrasında
da, bir siyasi partinin hangi hallerde kapatılmasına karar verileceği belirtilmiş,
temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında kurulamayacağı, siyasi
partinin temelli kapatılmasına beyan ve faaliyetleriyle sebep olan kurucuları
dahil üyelerinin, Anayasa Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin
kararının Resmi Gazetede gerekçeli olarak yayımlanmasından başlayarak 5 yıl
süreyle başka bir partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi
olamayacakları, milletvekilliği sıfatının sona ereceği hususları ise kapatma
yaptırımının sonucu olarak düzenlenmiştir (Anayasa m. 69/8-9, 84/5, Siyasi
Partiler Kanunu m. 95).
Mevcut düzenlemede, bir siyasi partinin Anayasanın 68 nci
maddesinin 4 ncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerin odağı haline gelmesine
neden olacak fiilleri işleyen parti üyeleri yönünden (Anayasa m. 69/6, 9, 84/5,
2820 s. Yasa m. 95, 103/2), bu kişilerin, sıfatları ile eylemlerinden sonra
partiden ayrılıp ayrılmadıkları yönünden bir ayrım yapılmamış, istisna
getirilmemiştir. Bu nedenle, parti üyelerinin; genel başkan, milletvekili,
yerel yönetici, siyasi partinin iktidarda bulunması halinde başbakan, başbakan
yardımcısı veya bakan olmasının ya da partiden daha sonra ayrılmış olmasının
etkisi yoktur. Aranması gereken, kişinin beyan veya faaliyetleri sırasında
parti üyesi olup olmadığıdır. Düzenlemede, parti üyesi kişilerin sıfatları
yönünden bir ayrım yapılmaması ve partiden ayrılan üyelerin (sonraki kimliği
veya statüsü gözetilmeden) beyan veya faaliyetlerinin siyasi partiye isnat
edilemeyeceğine ilişkin bir hükme yer verilmemesi nedeniyle bu kişilerin beyan
veya faaliyetlerinin de davalı siyasi partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı
haline gelip gelmediğinin değerlendirilmesinde dikkate alınması zorunlu
bulunmaktadır. Aksi durum, siyasi partinin kapatılmasını gerektiren beyan veya
faaliyetleri olan üyelerin daha sonra partiden ayrılmaları halinde, getirilen
kapatma yaptırımının fiilen uygulanamaması sonucunu doğurur. Bu ise, kanun
koyucunun ve yaptırımın getiriliş amacına aykırıdır.
Siyasi Partiler Yasası, siyasi partilerin uyacağı hukuki
ve demokratik kuralları düzenlediğinden, kapatılmalarının sonuçlarının da
siyasi partiler açısından ele alınmasında yasal zorunluluk vardır.
Anayasa'nın 105/3 ncü maddesi gereğince Cumhurbaşkanının
ceza sorumsuzluğu bulunduğu açıktır. Ancak siyasi parti kapatma istemli
davalarda Cumhurbaşkanının suçlanması ve yargılanması bulunmayıp, aksine
siyaset yapma yasağının açılan kapatma davası sonucunda beyan veya eylemlerinin
kapatmaya neden olduğunun tespiti halinde kendiliğinden getirilmesi söz
konusudur. Bu iki halin farklı konulara dayandığı ve kıyaslanmaya açık olmadığı
görülmektedir. Bu sonuca götüren neden; Anayasa'nın dokunulmazlıklar ile
siyaset yasağını ayrı ayrı değerlendirip düzenlemesidir.
Yüksek mahkemece siyaset yasağı kararı verilebilmesi ve
milletvekilliğinin sona ermesi için Anayasa'da milletvekili dokunulmazlığının
kaldırılması kuralı bulunmadığı dikkate alındığında, dokunulmazlıklar ile
siyaset yasağının ayrı ayrı değerlendirilmesi gerektiği sonucu çıkmaktadır.
Kapatma davasının davalısı, Adalet ve Kalkınma Partisi olup, Cumhurbaşkanı
davada taraf durumunda olmadığından yargılanması durumu mevzubahis değildir.
Dava kabul edilip siyasi parti kapatıldığında, kendiliğinden gelen hukuki ve
demokratik kurallara uygun sonuçları olacaktır.
Anayasa'da siyasi yasak verilebilmesi koşulları arasında,
kişinin dava ve karar anında siyaset yapıyor olması gerektiği aranmamıştır.
Anayasakoyucunun amacı, bir siyasi partinin kapatılmasına beyan veya
eylemleriyle neden olan eski veya yeni partililerin belirli bir süre siyaset
kurumunu kullanarak Anayasa'nın koruduğu ilke ve değerlere zarar verilmesinin
önünü kapatmaktır. Siyaset yasağı amaç itibariyle bir tedbir niteliğindedir.
Yapılan açıklamalar ışığında; siyasi partinin kapatılması
davasına ilişkin hükümler, diğer hükümlere nazaran özel düzenleme
niteliğindedir ve davalı partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelip
gelmediğinin belirlenmesinde Abdullah Gül'ün davalı partinin üyesi olarak
Başbakan, Başbakan Yardımcısı, Dışişleri Bakanı sıfatıyla görev yaptığı
sıradaki beyan ve faaliyetlerinin değerlendirilmesi yasal bir zorunluluktur.
h- Dışişleri Bakanlığının Milli Görüş Teşkilatı ve
Fethullah GÜLEN cemaati ile ilişki kurulması yönünde Büyükelçiliklerimize
gönderdiği talimat, laik devlet ilkesine aykırıdır.
İddianamenin deliller bölümünün Ek 72 nci sırasında
açıklandığı üzere:
Dışişleri Bakanlığı'nın bir genelgesi ile, laik devlet
yapısını değiştirip, şeriat esaslarına dayalı devlet kurmak amacıyla yasadışı
örgüt kurduğu iddiasıyla 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun 1 nci maddesi delaletiyle,
aynı Kanunun 7 nci maddesinin 1 nci fıkrasının 1 nci cümlesi uyarınca
cezalandırılması için hakkında dava açılan Fethullah Gülen isimli tarikat
liderinin yurtdışında kurduğu okullar bir ticari şirket olarak değerlendirilip,
temas ve işbirliğinin yapılması talimatı verilmiştir.
Dışişleri Bakanlığı'nın dış temsilciliklerimize
gönderdiği bir başka genelgesi ile de, Genelkurmay Harekât Başkanlığınca
düzenlenen bir raporda, şer'i esaslara dayalı devlet düzeni kurmayı amaçladığı
belirtilen Avrupa Milli Görüş Teşkilatı ile temas ve işbirliği kurulması
talimatı verilmiştir.
Laikliğe aykırı olarak değerlendirilen söz konusu
genelgelere karşı davalı parti tarafından yapılan savunmada; iddianameye konu
genelgelerin dış temsilciliklerin yoğunlaşan görüş istekleri üzerine
hazırlandığı, bu tür genelgelerin rutin olduğu savunulmuştur.
Oysa iddianameye konu genelgeler öncesinde ve sonrasında
münhasıran anılan iki örgüt hakkında düzenlenmiş genelge bulunmadığı, dosya
içerisinde mevcut Dışişleri Bakanlığı İstihbarat Genel Müdür Yardımcılığının
29.05.2003 tarihli cevabi yazısından anlaşılmaktadır.
Dosya içerisinde mevcut genelgelerin içeriğinin
incelenmesinden, genelgelerin temsilciliklerimizin sözü edilen örgütler ile
temas ve ilişki kurulması talimatını içerdiği açıktır.
Türkiye Cumhuriyet Hükümeti ile Almanya Federal
Cumhuriyet arasında 'Başta Terörizm ve Örgütlü Suçlar Olmak Üzere Büyük Öneme
Haiz Suçlarla Mücadelede İşbirliği Anlaşması', özellikle uluslar arası terör
suçları ve uluslar arası örgütlü suçlarda ortaya çıkan artıştan duydukları
endişeyle vatandaşlarını ve ülkesindeki diğer kişileri terör eylemlerinden ve
çeşitli diğer suç ve eylemlerden etkin biçimde koruma çabası doğrultusunda
terörizm ve örgütlü suçlarda mücadelede uluslar arası işbirliğini pekiştirmek
isteği ile 3 Mart 2003 tarihinde imzalanmıştır.
Dosya içerisinde mevcut Dışişleri Bakanlığı İstihbarat
Genel Müdür Yardımcılığının 01.05.2003 tarihli ve 166060 sayılı yazısı ekinde
bulunan, söz konusu güvenlik işbirliği anlaşmasının gerekçesinde, 'Milli Görüş'
ve 'Anadolu İslam Federe Devleti' gibi örgütler, kökten dinci örgüt olarak
kabul edilmiş, sözleşmenin PKK- KADEK ve DHKP-C gibi terör örgütleri ile Milli
Görüş ve Anadolu İslam Federe Devleti gibi kökten dinci örgütlerin ülkemiz
aleyhindeki faaliyetlerinin önlenebilmesi konusunda işbirliğinin sağlanmasında
önemli işlevi olacağı belirtilmiştir.
Sözleşmenin gerekçesine Adalet ve Kalkınma Partisi
içindeki Milli görüş geleneğinden gelen kesimin karşı koyması üzerine metindeki
' Milli Görüş' adı çıkarılmıştır.
Söz konusu genelgelerin içeriği ve sözleşme
gerekçesindeki değişiklik, daha önce laikliğe aykırı faaliyetleri nedeniyle
kapatılan Milli Nizam Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisine egemen olan
ideolojinin-Milli Görüş düşüncesinin davalı siyasi partiye hakim olduğunun,
kapatılan önceki siyasi partilerin içerisinde yer alan siyasetçilerin davalı
partinin temel politikalarının belirlenmesinde egemen olduklarının, davalı
siyasi partinin bu görüşten kopamadığının, eylem ve beyanlarında takiyye yaptığının
açık kanıtlarıdır.
Diğer yandan bahse konu genelgeler incelendiğinde
görülecektir ki (Ek 72) 'cemaat' kavramının mevzuatımızda Lozan Anlaşması
paralelinde, Türk vatandaşı bazı gayrimüslim toplulukları ifade için
kullanıldığı ve bu Anlaşmaya hakim olan ilkeler ve Devrim Yasaları dikkate
alındığında 'Türk vatandaşı ve Müslüman olan' kişiler için cemaat
tanımlamasının kullanılmasının hukuken mümkün olmamasına karşılık, adli takibat
altında bulunan bir tarikat liderinin oluşturduğu yasadışı dini örgütlenme bir
anlamda meşrulaştırılarak 'Fethullah Gülen Cemaati' olarak nitelendirilmiştir.
Laik Cumhuriyet ilkesi ve Devrim Yasalarına karşı açık
bir tavır alma niteliğindeki bu durum karşısında, hükümetin dış politikasının
kapatma davasında delil olamayacağını savunmanın hukuki bir dayanağı
bulunmamaktadır.
ı- TBMM Başkanının laikliğe aykırı beyan ve faaliyetleri
davalı partiyi bağlar
Anayasa'nın 94 ncü maddesinin altıncı
fıkrasına ve SPY'nın 24 ncü maddesinin ikinci fıkrasına göre, 'TBMM Başkanı,
Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti grubunun Meclis
içinde veya dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında,
Meclis tartışmalarına katılamazlar; Başkan ve oturumu yöneten Başkanvekili oy
kullanamazlar.'
TBMM Başkanı ve Başkanvekillerine
yönelik bu düzenleme, Başkan ve Başkanvekillerinin hiçbir eyleminin siyasi
partiye isnat edilemeyeceği sonucunu doğurmaz. Eğer Başkanın eylemleri, mensubu
olduğu siyasi partinin eylem ve söylemiyle örtüşüyor ve başkan üyesi olduğu
siyasi partinin gerçekleştirmek istediği projeyi ifade ve bu projeye destek
anlamında diğer parti mensupları gibi hareket ediyorsa, siyasi parti tarafından
kabul gören bu eylemler de siyasi partiye isnat edilebilecektir.
TBMM Eski Başkanı Bülent Arınç'ın
iddianameye konu eylemleri davalı parti ile ve onun laikliğe aykırı
politikaları ile örtüşüp bütünleşmiş, iddianameden önce bu beyan ve eylemlerin
parti ile ilişkilendirilemeyeceğine, parti tarafından benimsenmediğine ilişkin
hiçbir açıklama yapılmamış, bu beyanlar parti lehine olduğu düşüncesiyle zımni
kabul görmüş, hatta bazı partililerce desteklenmiştir. Bu nedenle eylemleri
davalı partinin laikliğe aykırı politikalarıyla bire bir örtüşen TBMM Eski
Başkanının bu beyanlarının partiyi bağlamayacağını iddia etmenin yasal ve haklı
bir gerekçesi olamaz. Çünkü, hukuk yalnız şekilden ibaret değildir.
i- İddianamede, davalı parti genel
başkanının parti kurulmadan önceki beyanlarına dayanılması 21.06.2006 tarihli
bir televizyon mülakatında 'değişmedim' şeklindeki beyanı nedeniyledir.
Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı
Recep Tayip Erdoğan partisinin kuruluş aşamasında ve iktidara geldikten sonraki
süreç içersinde, daha önce laikliğe aykırı eylemleri nedeniyle kapatılan MNP,
RP, FP gibi partilerin ideolojik çizgisini oluşturan 'Milli Görüş' düşüncesini
terk ettiğini, gelişerek değiştiğini, Milli Görüş gömleğini çıkardığını
savunmuş, ancak TRT 1' de 21.06.2006 tarihinde yayımlanın 'Enine Boyuna' isimli
bir programda bu söylemini değiştirerek, ''Siyasete girerken farklı,
siyasetten sonra farklı bir yaşam tarzı mı uygulayacağım, halkımı mı
aldatacağım' Dün neysem, bugün de oyum, değişemem, değişmedim'' diyerek,
adeta o güne kadar yaptığı takiyyeyi doğrulamıştır. Bu söylem, davalı parti
genel başkanının partisinin iktidar olduğu süreçte laik devlet ilkesine aykırı
eylemlerinin fikri kaynaklarını ve bu anlamda milli görüş çizgisinde olduğunun
göstergesidir. Genel başkanın parti kurulmadan önceki söylemi, bugünkü
icraatlarının kaynağıdır. Bu söylemler anımsanırsa bugüne kadar yapılan takiyye
ve yanıltmaların gerçekliği daha kolay anlaşılacaktır. İddianamede davalı parti
genel başkanının parti kurulmadan önceki beyanları bu nedenle yer almıştır.
j- Haklarında disiplin soruşturması
açılan partililer
Davalı siyasi partinin başta genel
başkan olmak üzere, diğer yöneticilerinin laikliğe aykırı beyanlarda bulunması
ve davalı partinin laikliğe aykırı eylemlerde bulunarak odak haline gelmesi
karşısında; davalı siyasi parti başkanının ve yöneticilerin beyanları ile
paralellik bulunan diğer parti üyelerinin (milletvekilleri vb.) görüşlerinin
kişisel görüşleri olduğu söylenemez. Kişisel görüş olduğu ileri sürülen bazı
parti üyelerinin beyanları bizzat davalı siyasi parti tarafından seslendirilen,
ileri sürülen beyanlardır.
Bu bağlamda parti üyelerinin
beyanlarının davalı siyasi parti tarafından benimsenmediğinin ileri sürülmesi;
usul ve yasaya uygun değildir.
Ayrıca, bu yönde beyanda bulunan parti
üyeleri hakkında istisna dışında disiplin soruşturması yapılmamış, böylece bu
beyanların benimsenmediği, reddedildiği ortaya konulmamıştır.
Yine, davalı siyasi parti tarafından
hakkında disiplin soruşturması yapılmasına örnek olarak gösterilen Konya
Milletvekili Hüsnü Tuna hakkında Parti Tüzüğünün 117 nci maddesi hükmüne göre
partiden ve gruptan kesin ihraç cezası verilmesi gerekirken; olayda uygulanma
olanağı bulunmayan Tüzüğün 114 ncü maddesi gereğince uyarma cezası verilmesi
ile yetinilmiş, Cumhuriyetin temel ilkelerini hedef alan beyanlarda bulunan bu
şahıs adeta korunup ödüllendirilmiştir.
Buna karşılık, partinin bazı
uygulamalarını eleştiren bir başka parti üyesi (Turhan Çömez), parti
disiplinine uymadığı gerekçesiyle partiden 'kesin ihraç' edilmiştir.
Davalı parti sadece bu iki olayda
uyguladığı çifte standart ile gerçek tavrını göstermiştir.
Laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı söz ve
eylemleriyle laik Cumhuriyet ilkelerine aykırılığı bir alışkanlık haline
getiren Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman hakkında açılan disiplin
soruşturması ise sürüncemede bırakılmıştır.
Diğer yandan, iddianamemizde davalı
partinin 71 üyesinin laikliğe aykırı yaklaşık 178 ayrı beyan ve eylemine yer
verilmiştir. Bu beyan ve eylemlerin bütünü davalı partiyi laikliğe aykırı
eylemlerin odağı yaptığına kanaat getirdiğimiz fiillerdir. Bu kadar çok sayıda
eyleme karşılık davalı parti tarafından bu fiilleri işleyenler hakkında
disiplin soruşturması açıldığı ve sonuçlandırıldığı, yukarıda sayılan birkaç
örnek dışında ileri sürülmemiştir.
k- 'Meslek liselerine yönelik katsayı farklılığının
kaldırılmasını savunmak laikliğe aykırı değildir' savunması, Tehvid-i Tedrisat
ve Milli Eğitim Temel Kanunu hükümleri karşısında geçersizdir.
Anayasamızda, laiklik ilkesinin Cumhuriyetimizin temel
niteliklerinden olduğu, laiklik nedeniyle kutsal din duygularının devlet işleri
ve politikaya karıştırılamayacağı, eğitim ve öğretimin Atatürk ilke ve
devrimleri doğrultusunda yapılacağı hükme bağlanmıştır.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile toplumu batıl inançlardan
kurtaracak din adamlarının yetiştirilmesi amacıyla imam hatip liselerinde yalnızca
din adamı yetiştirilmesi için erkek öğrencilerin öğrenim görmeleri ve bunların
da orta öğretim sonrasında kendi alanlarında Yükseköğrenim görmeleri
hedeflenmiştir.
1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasasına göre Türk Milli
Eğitiminin amacı; Türk Milletinin bütün bireylerinin, Atatürk ilke ve
devrimlerinin, Anayasada ifade edilen Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk
Milletinin milli, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve
geliştiren, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere
dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine
karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş
yurttaşlar olarak yetiştirmektir.
İmam hatip lisesi mezunlarının yalnızca kendi alanlarındaki
üniversitelerde öğrenim görmeleri, kuruluş amacıdır. İmam hatip liseleri ile
diğer liselerin mezunları arasında üniversiteye girme konusunda bir farklılık
bulunması bu liselerin açılış amacının doğal sonucu ve gereğidir.
Bu bağlamda, imam hatip lisesi mezunlarına üniversiteye
girişte uygulanan katsayıyı ortadan kaldırmak amacıyla yapılan düzenleme ve
işlemlerin, bu okulları özendirmesi, genel liselere alternatif öğretim
kurumları haline getirmesi, ikili öğretim sistemine yol açılması sonucunu
doğuracağı, bunun ise Atatürk ilke ve devrimleri ile bağdaşmayıp, Cumhuriyetin
temelini oluşturan laiklik ilkesine, Eğitim Birliği Yasası ile Milli Eğitim
Temel Kanununun amacına aykırı olacağı kuşkusuzdur.
Davalı partinin imam hatip liseleri ve katsayı uygulaması
konusundaki ısrarlı söylemleri, politikaları, bu konudaki mevzuat değişikliği
çabaları, diğer eylemleriyle birlikte değerlendirildiğinde bir bütün
oluşturarak adı geçen partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğunu
kanıtlamaktadır.
l- Fakir
öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulması girişiminin laikliğe aykırı
boyutunun bulunduğu bir gerçektir.
Anayasanın 42 nci maddesinde, eğitim ve öğretimin,
Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına
göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılacağı, ilköğretimin zorunlu ve
Devlet okullarında parasız olduğu, Devletin maddi olanaklardan yoksun başarılı
öğrencilerin öğrenimlerini sürdürebilmeleri amacıyla burslar ve başka yollarla
gerekli yardımları yapacağı öngörülmüştür.
31.7.2003 tarih ve 4967 sayılı Milli Eğitim Temel
Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 1. maddesi ile 1739 sayılı
Yasanın 8. maddesi değiştirilerek, maddi imkanlardan yoksun başarılı
öğrencilerin en yüksek eğitim kademelerine kadar öğrenim görmelerini sağlamak
amacıyla parasız yatılılık, burs, kredi ve ücreti Milli Eğitim Bakanlığınca
karşılanmak kaydıyla özel öğretim kurumlarında öğrenim görmelerinin
sağlanabileceği hükme bağlanmış, söz konusu Yasa, Cumhurbaşkanı tarafından
tekrar görüşülmek üzere TBMM Başkanlığına geri gönderilmiştir.
Yasanın yeniden görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet
Meclisine geri gönderilmesine ilişkin yazıda da açıklandığı üzere, Anayasanın
42. maddesinin gerekçesinde, Devlete maddi olanaktan yoksun başarılı
öğrencilere burslar ve başka yollarla gerekli yardım yapma ödevi yüklenmesinin
amacının, Devlet dışında burs vermeyi meslek edinmiş hukuksal yapıdaki
kuruluşların gençler üzerindeki olumsuz etkilerinin önlenmesi olduğu belirtilmiştir.
Devlet okullarında eğitimin parasız olmasına ve yurdun birçok yerinde mevcut
olan çok sayıda Anadolu lisesinin maddi olanaklarına bakılmaksızın başarılı
öğrencilerin eğitimini üstlenmesine karşın, yoksul ancak başarılı öğrencilerin
özel eğitim kurumlarında Devlet olanakları ile okutulması, belirtilen bu amaca
aykırılık oluşturur. Eğitimlerinin niteliği ile çağdaşlığı bilinen bazı özel
okulların, ilginin yoğun olması nedeniyle kapasitelerini kısa sürede
doldurmaları gerçeği de düşünüldüğünde, söz konusu öğrencilerin, kontenjanı
dolmayan değişik amaçlarla kurulmuş özel okullara gönderilmesi ve Cumhuriyetin
niteliklerine uygun bulunmayan düşünce yapısına sahip kişiler olarak
yetiştirilmesi sonucunu doğuracaktır. Bu nedenle davalı partinin fakir öğrencilerin
devlet okullarında okutulması girişiminin laikliğe aykırı boyutu da
bulunmaktadır.
Ayrıca, davalı siyasi partinin savunmasında dayanak
gösterilen Anayasa Mahkemesinin 12.4.1990 tarih ve 1990/4-6 sayılı kararı,
iddianamede belirtilen konu ile ilgili olmayıp, herhangi bir ayrım
yapılmaksızın bütün özel öğretim kurumlarının öğrenci kapasitelerinin %2'sinden
aşağı düşmemek üzere ücretsiz öğrenci okutulması ile yükümlü tutulmasına
ilişkindir.
m- Hastalar için ibadet mekanı düzenlenmesi
Dünya Tabipler Birliği tarafından 1981 yılında yayımlanan
ve savunma ekinde sunulan 'Lizbon Hasta Hakları Bildirisi'nin 6 ncı maddesinde;
'hasta, uygun bir dini temsilcinin yardımı da dahil olmak üzere ruhi ve
manevi teselliyi kabul veya reddetme hakkına sahiptir.'
1994 tarihli Avrupa Hasta Haklarının Geliştirilmesi
Bildirgesi'nin 5.9 ncu maddesinde; 'hastalar bakım ve tedavileri süresince
arkadaşları, akrabaları ve aileleri tarafından desteklenme ve her zaman manevi
destek ve yol gösterilme hakkına sahiptir.'
Dünya Tabipler Birliği'nin 1995 yılında Bali'de kabul
edilen Hasta Hakları Bildirgesinin 'Dini Destek Hakkı' başlığını taşıyan 11 nci
maddesinde; 'hasta kendi dinlerine uygun bir dini temsilcinin ruhi ve moral
tesellisini kabul ve reddetme hakkına sahiptir.'
01.08.1998 tarih ve 23420 Sayılı Resmi Gazete'de
yayımlanarak yürürlüğe giren Hasta Hakları Yönetmeliği'nin 38 nci maddesinin
birinci fıkrasında; 'sağlık kurum ve kuruluşlarının imkanları ölçüsünde
hastalara dini vecibelerini serbestçe yerine getirebilmeleri için gereken
tedbirler alınır.'
İkinci fıkrasında; 'kurum hizmetlerinde aksamalara
sebebiyet verilmemek, başkalarını rahatsız etmemek ve personelce düzenlenip
yürütülen tıbbi tedaviye hiçbir şekilde müdahalede bulunulmamak şartı ile
hastalara dini telkinde bulunmak ve onları manevi yönden desteklemek üzere
talepleri halinde, dini inançlarına uygun olan din görevlisi davet edilir.
Bunun için, sağlık kurum ve kuruluşlarında uygun zaman ve mekan belirlenir.'
Üçüncü fıkrasında; 'ifadeye muktedir olmayıp da dini
inancı bilinen ve kimsesiz olan agoni halindeki hastalar için de, talep şartı
aranmaksızın, dini inançlarına uygun olan bir din görevlisi çağrılır.'
Hükümleri bulunmaktadır.
İddianameye konu 'Sağlık Kuruluşları Ruhsatlandırma
Yönetmeliği Taslağı'nın', 'Dini ödevlerin yapılma şekli' başlığını taşıyan 113
ncü maddesinin birinci fıkrasında, 'Sağlık kuruluşlarında, hastaların dini
gereklerini yerine getirebilecekleri uygun mekanlar ayrılır.'
Hükmüne yer verilmiştir.
Söz konusu Yönetmeliğin 4 ncü maddesi, kk) bendinde;
'Sağlık kuruluşları, birinci, ikinci ve üçüncü basamak sağlık kuruluşları, h)
bendinde de, birinci basamak sağlık kuruluşu; 'muayenehane, poliklinik, sağlık
ocağı' olarak tanımlanmıştır.
Sonuç olarak:
Savunma ekinde sunulan, Dünya Tabipler Birliği tarafından
1981 yılında yayımlanan Lizbon Hasta Hakları Bildirgesi'nin 6, 1994 tarihli
Avrupa'da Hasta Haklarının Geliştirilmesi Bildirgesi'nin 5.9 ve 1995 yılı Bali
Hasta Hakları Bildirgesi'nin 11 nci maddelerinin; hastaların, bakım ve
tedavileri süresince arkadaşları, akrabaları, aileleri ile kendi dinine uygun
bir dini temsilci tarafından ruhi ve manevi yönden desteklenmesi, teselli
edilmesine yönelik olduğu, dini vecibelerin yerine getirilmesi amacıyla sağlık
kuruluşlarında mekan açılmasını kapsamadığı açıktır.
1998 tarihli Hasta Hakları Yönetmeliği'nin 38 nci
maddesinde, hastaların sağlık kurum ve kuruluşlarında dini vecibelerini yerine
getirebilmeleri için bir mekân ayrılması öngörülmediği halde, Yönetmelik
Taslağında 3 ncü basamak sağlık kuruluşu olarak tanımlanan sağlık ocaklarında
dahi dini vecibelerin yerine getirilmesi için mekan ayrılmasının zorunlu hale
getirildiği anlaşılmaktadır.
Farklı hastalık ve mikrop taşıyıcısı hastaların
birbirleriyle temaslarının tıbbi açıdan sakıncaları ve ibadet mekânlarını hasta
haklarına dayanarak sağlık ocaklarına kadar yaygınlaştırıp, bu temas ve
bulaşmaya olanak sağlamanın mevzuat düzenlenmesi amacına da uygun olmadığı
düşünüldüğünde; zorlama yorumla aksinin savunulması ve Yönetmelik Taslağı
haline getirilmesi, davalı partinin dini inanç ve yaşam biçimini toplumun her
alanına yaymaya çalıştığını göstermektedir.
n- Davalı parti üyesi yerel yöneticilerin laikliğe aykırı
eylemleri parti merkez organlarından etkin bir karşılık ve uyarı görmemiştir.
Davalı parti ön savunmasında; parti üyesi bazı yerel
birim yöneticilerinin beyan ve eylemlerinin parti tarafından benimsenmediği,
buna ilişkin olarak da, Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı
tarafından bir genelge yayınlanarak birimlerin uyarıldığını, bu nedenle söz
konusu birimlerin beyan ve faaliyetlerinden partinin sorumlu tutulamayacağını
ileri sürmüştür.
Bahse konu genelge incelendiğinde; davalı partiye mensup
belediyelerin kültürel içerikli toplantı, panel ve konferansları ile dergi,
kitap, broşür gibi basılı yayın konularını içerdiği görülecektir.
Genelge ile Adalet ve Kalkınma Partili yerel birim
yöneticilerinin iddianamede yer alan laikliğe aykırı diğer faaliyetleri
konusunda bir uyarı yapılmamış, gerek genelge kapsamında kalan eylemler,
gerekse bu kapsamın dışında kalan fiilleri nedeniyle herhangi bir disiplin
işlemine girişilmemiştir.
Genelgeye rağmen söz konusu eylemlerin sürmesi ve
herhangi bir işlem yapılmaması (İddianame;103 ncü sahife vd.) nazara alındığında;
davalı partinin iddianamede belirtilen eylemleri benimsediği açıktır. Eylemleri
sabit olan parti üyesi görevliler hakkında herhangi bir disiplin işlemi
yapılmaması ve fiillerin sürdüğü gözetildiğinde de, sözü edilen genelgenin,
sonuçları takip edilmediğinden etkisiz, işlevsiz kaldığı anlaşılmaktadır.
o- İddianamede, tekzip
edilen ve aslı olmayan konuşmalara yer verildiğine ilişkin savunma
dayanaksızdır
Davalı parti genel başkan ve
üyelerinin laikliğe aykırı bir beyanda bulunduktan sonra kamuoyunun tepkisi
karşısında, bu beyanları inkâr etmeleri, yalanlamaları, yanlış yorumlandığını
savunmaları, kullandıkları siyasal bir yöntemdir. Benzer olaylar ile birlikte
değerlendirildiğinde yalanlama ve inkârların laikliğe aykırı bu söylemlerin
özünü ve içeriğini değiştirmediği anlaşılmaktadır.
- Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın
New Straits Times'e demeci
Ön savunmada Başbakan Recep Tayip
Erdoğan'ın adı geçen gazetenin muhabiri ile arasında geçen konuşmaya yer
verilmiştir. Konuşma :
GAZETECİ: Türkiye modern Müslüman
bir ülke olarak ne gibi bir rol oynamak ister'
RECEP TAYYİP ERDOĞAN: Türkiye
İslamiyetin ve demokrasinin ahenkli bir biçimde bir arada bulunabildiğini
gösteren bir model olabilir. Türkiye bir medeniyetler çatışması
yaşanabileceğini söyleyen Samuel Huntington'un yanılmış olduğunu
kanıtlayacaktır ve medeniyetlerin ahenk içinde bir arada bulunabileceğini
gösteren bir model olabilir'!.
Şeklindedir.
İddialarımızı doğrulayan kanıtlar, Başbakanın
gazetecinin sorusuna verdiği yanıtın içindedir. Başbakan yanıtında, Türkiye'nin
geleceğine ilişkin değerlendirmeler yaparken, geçmişine ilişkin de sonuçlar
çıkarmaktadır. Laik ve demokratik bir ülkenin 'İslamiyetin ve demokrasinin
ahenkli bir biçimde bir arada bulunabileceği bir model' olacağını ifade
ederken, bu tespitin arkasında Cumhuriyetin laik karakterinin yadsınmasının
yanı sıra, ülkemizde şimdiye kadar İslamiyet ile demokrasinin
bağdaştırılamadığı, bir çatışmanın yaşandığı ön yargısı ve değerlendirmesi
vardır. Oysa, ülkemiz mevcut deneyimleri ve tarihi gelişimi ile bir İslam
ülkesinde laik demokratik hukuk devleti rejiminin tesis edilebileceğini, farklı
dini inançların laiklik temelinde ortak bir toplum düzeninde yaşayabileceğini
zaten kanıtlamıştır. Bu değerleriyle 'Yeni Dünya Düzeni ve Medeniyetler
Çatışması' kuramcılarının süjesi değildir. Nüfus çoğunluğunun Müslüman
olmasının devletin laik karakterini değiştirmeyeceği dikkate alındığında,
konuşmadaki kastın toplum düzeninin dini kurallara göre belirlendiği 'Ilımlı
İslam Devleti Modeli' olduğu anlaşılmaktadır.
-TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu ve
davalı partinin kurucu üyesi Ayşe Böhürler'in laikliğe aykırı beyanları
İddianamenin 95 nci sayfasında ve Ek 125 delil
numarasıyla verilen konuşma; SHOW TV isimli televizyon kanalında 17.01.2008
tarihinde 'Siyaset Meydanı' isimli programa ilişkin olup, ses ve görüntülü
kayda dayanmaktadır.
Kaydın izlenmesinden davalı partinin kurucu üyesi ve
merkez karar ve yönetim kurulu üyesi Ayşe Böhürler'in yargıçlar dâhil kamu
görevi yapan tüm kadınların türbanla görev yapmaları gerektiğini savunduğu
açıkça anlaşılmaktadır. Partinin kurucusu ve halen MKYK üyesi olan bir kişinin
türbana kamusal alanda da serbesti tanınmasına ilişkin beyanlarına Parti kurucu
üyesi ve TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı olan Burhan Kuzu tarafından itiraz
edilmemiştir. Davalı parti tarafından da herhangi bir itirazla karşılanmayan,
bu suretle zımnen benimsendiği anlaşılan beyanlar partiye isnat edilebilir
niteliktedir.
- Fatma Şahin'in kamuda türbana ilişkin beyanı
Davalı Partinin Kadın Kolları Başkanı Fatma Şahin'e
yöneltilen soru karşısında verdiği yanıt, iddianamede yer alan metindir. Bu
metnin tamamı nazara alındığında iddianın doğru olduğu, sonrasındaki
açıklamalar ile beyanın içeriğini değiştirmeye çalışmanın somut gerçeği
değiştirmeyeceği anlaşılmıştır.
-Egemen Bağış'ın açıklamaları
İddianamede Egemen Bağış'a atfedilen beyanlar, ses
kaydına dayanmaktadır. Adı geçenin iddianamede belirtilen sözleri söylediği ses
kaydı ile sabittir. Davalı partinin dış ilişkilerinden sorumlu genel başkan
yardımcılığı gibi önemli bir görevi de yüklenen Egemen Bağış, kayıt içeriğinden
açıkça anlaşılacağı üzere, bayan milletvekillerinin TBMM'ne türbanla
gelebilmeleri gerektiğin açıkça savunmaktadır. Bu beyanların basında yer alması
üzerine yapılan soyut bir yalanlama somut bir gerçeği değiştirmeye
yetmeyeceğinden hiçbir hukuki değeri yoktur.
-Binali Yıldırım'a ilişkin açıklama
İddianamemizde Binali Yıldırım'a ilişkin isnat Vakit
Gazetesinde yer alan bir habere dayanmaktadır. Savunma ekinde gönderilen ve adı
geçen 'İlim Yayma Cemiyeti, 52 nci Genel Kurul Toplantısına' ilişkin tutanağın
incelenmesinde; toplantının 16.04.2006 tarihinde saat 10.00/15.00 sıralarında
gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Toplantı süresi gözetildiğinde dernek
yetkililerince imza altına alınan tutanakta, toplantıda yapılan konuşmaların
noksansız olarak kayda geçirildiğinin kabulü olanaksızdır. Ayrıca, iddia konusu
basında yer alan haber ile tutanak arasında farklılıklar bulunmaktadır. Basında
yer alan haberin Binali Yıldırım ile adı geçen dernek veya davalı siyasi parti
tarafından tekzip edilmediği, benimsenmediğinin ifade edilmediği dikkate
alındığında; söz konusu beyanların doğruluğuna üstünlük tanınması gerektiği
ortadadır.
-Mehmet Aydın'ın bir Alman gazetesine verdiği demeç
Mehmet Aydın'ın Almanya'da bir gazeteye verdiği
demeçteki, 'kamuda türban serbestîsine ilişkin beyanlarının' tamamının
irdelenmesinde; yüksek öğretim ve kamusal alan dahil, tüm alanlarda türbana
serbesti tanınmasının benimsendiği açıktır.
-İbrahim Halıcı'nın yalanlaması
Seydişehir İlçesinin davalı partili Belediye Başkanı
İbrahim Halıcı hakkında iddianamede yer alan isnat yazılı basında yer almış,
ilgili tarafından tekzip edilmemiştir. Ancak davalı parti hakkında kapatma
davası açılıp, iddianame içeriği kamuoyuna yansıdıktan sonra ilgili tarafından
'haberin gerçeği yansıtmadığı' iddiasıyla bir basın açıklaması yapılmıştır.
Haberin yayınlanmasından uzun bir süre geçtikten ve konu iddianame ile kamuoyuna
yansıdıktan sonra yapılan açıklama, yaptırım uygulanmasının önlenmesine yönelik
olup, samimiyetten uzaktır.
3- GENEL DEĞERLENDİRME
Davalı partinin temelli kapatılması talebini içeren
14.03.2008 tarihli iddianamede, partinin kapatılmasını zorunlu kılan kanıtlar
ve hukuksal gerekçe ayrıntılarıyla Yüksek Mahkemeye sunulmuştur.
Davalı parti, iddianamede sayılan beyan ve eylemleri ile
Anayasanın 68/4 ve 69/6 ncı maddelerinde tanımlandığı biçimde laikliğe aykırı
eylemlerin odağı olmuştur. Çünkü, sayılan bu eylemler davalı partinin başta
genel başkanı olmak üzere sayılan diğer üyeleriyle birlikte yoğun bir şekilde
ve kararlılıkla işlenmiş, bu eylemler genel başkan ve partinin diğer merkez
organlarınca zımnen ve açıkça benimsenmiştir. Hatta bu eylemlerin önemli bir kısmı
bizzat parti genel merkez organı (genel başkan) tarafından yoğunluk ve
kararlılıkla işlenmiştir.
Davalı partinin dini ve dince kutsal sayılan şeyleri
istismar ederek, ancak 'mutabakat süreçleri' olarak adlandırdığı, oysa toplumu
takiyye ile İslami bir yapıya doğru evrimleştirilmesini sağlamaktan başka bir
şey olmayan yöntemlerle şeriatı egemen kılmayı hedeflediği, Anayasa'nın
başlangıç kısmında belirtilen 'hiçbir faaliyetin laiklik ilkesinin gereği
olarak kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya kesinlikle
karıştırılamayacağı' hükmünü dikkate almadığı görülmektedir.
Şeriatın tüm toplumu İslami bir düzene kavuşturmayı esas
alan 'cihat' boyutu gözetildiğinde, laik rejimi dönüştürmek için güç
kullanılması ve bu tehlikenin uzak olmadığı bir gerçektir.
Davalı partinin 'Milli İrade' kavramımdan anladığı
sınırsız siyasi iktidar algısı, olası çoğunluk diktasının açık işaretleridir.
Davalı siyasi partinin iddianamede ayrıntılarıyla ortaya konulan
eylemlerinin laik bir hukuk düzeniyle bağdaşmadığı tartışmasızdır.
Anayasa, Siyasi Partiler Yasası, İHAS hükümleri, Venedik
Komisyonu İlkeleri, Avrupa Komisyonu Parlamenterler Meclisi, Anayasa Mahkemesi
ve İHAM kararları gözetilip tartışıldığında, demokratik ve laik cumhuriyet
ilkelerine aykırı eylemlerin işlendiği bir odak haline gelen davalı siyasi
partinin 'gerek eylemlerindeki yoğunluğun ulaştığı boyut, amaçlarının Avrupa
kamu düzenini oluşturan çoğulcu demokrasinin temel ilkeleri ile bağdaşmaması,
gerekse de devleti İslamlaştırma projesini yürürlüğe koyma olanağına sahip
bulunması karşısında, demokrasiye yönelen tehdidin, tehlikenin daha somut ve
yakın bir nitelik kazandığı' dikkate alınarak kapatılma talebinde
bulunulmuştur.
Davalı Adalet ve Kalkınma Partisi'nin, demokratik
sistemin sağladığı olanaklardan yararlanarak devleti ve toplumu bir şeriat
düzenine dönüştürme çabası, Anayasa'nın 14 ncü maddesi, İHAS'ın 17 nci ile
Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi'nin 5 nci maddesi gözetildiğinde
koruma göremez.
Şeriatın nasıl bir hukuk sistemi öngördüğü bilinmektedir.
1937 yılından sonra bütün anayasalarımızda yer alan laiklik ilkesi uzun bir
tarihi mücadelenin ürünü ve sonucudur. Ülkemize ancak bir devrimle kazandırılan
laiklik, bugün yine ciddi bir tehdit ve tehlike altındadır. Laiklik devrimi
öncesinin şeriat uygulamalarından günümüze miras kalan kültür ve o kültürün
yeşerdiği dinsel iklim gözetildiğinde ve üstelik bu gelenek ve kültür bir
siyasi iktidar tarafından dayatıldığında laik devlet için yaratacağı tehlike
ortadadır. Çünkü bu ülkede kutsal din duygularının istismarı yakın
tarihimizdeki örneklerinden anlaşılacağı üzere kolayca büyük isyanlara ve
katliamlara neden olabilmekte, bu isyanlar devletin anayasal nizamını hedef alabilmektedir.
Bu nedenle, egemen olan dinsel inancın (şeriatın) içeriği
ve tarihsel deneyimler gözetildiğinde laiklik ilkesinin korunması Türkiye için
daha yaşamsaldır ve laikliğin korunması zımnında ülkemizin takdir hakkı daha
geniştir.
Bu bağlamda, davalı partinin şiddet çağrısı yapmadığı
veya açıkça şiddete başvurmadığı, bu nedenle iç hukuk ve uluslar arası
anlaşmalar ile Venedik İlkeleri ve Avrupa Komisyonu Parlamenterler Meclisi
kararı gözetildiğinde kapatma kararı verilemeyeceği savunması yersizdir. Çünkü
davalı siyasi partinin, hoşgörünün olmadığı ve ayrımcılığın ön planda
tutulduğu bir siyasi sistemi hedeflediği beyan ve eylemleriyle açıktır.
Kapatma yaptırımı, davalı partinin son aşamada
demokrasiyi ortadan kaldıran, şiddet ve şiddet çağrısını amaçlayan bir modeli
(şeriatı) yaşama geçirmeyi hedeflediği için hukuka uygundur.
4-SONUÇ VE İSTEM
Başsavcılığımızca düzenlenen 14.03.2008 gün ve SP Hz 2008/1
sayılı İddianamede belirtilen eylemleri gerçekleştirmiş olan davalı ADALET VE
KALKINMA PARTİSİ'nin;
A-Laikliğe
aykırı eylemlerin odağı durumuna geldiğinin tespiti ile eylemlerinin ağırlığı
da gözetilerek, Anayasa'nın 69 ncu maddesinin altıncı fıkrası ve 2820 sayılı
Siyasi Partiler Yasası'nın 101 nci maddesinin b bendi uyarınca TEMELLİ
KAPATILMASINA,
B- Davalı Partinin
Genel Başkanı Recep Tayip Erdoğan'dan başlamak üzere iddianamede isimleri
sayılanların Anayasa'nın 69 ncu maddesinin 9 ncu fıkrası ve 2820 sayılı Siyasi
Partiler Yasası'nın 95 nci maddesi uyarınca temelli kapatılmaya ilişkin kararın
Resmi Gazete'de yayınlanmasından itibaren beş yıl süreyle bir başka siyasi
partinin kurucusu, yöneticisi, deneticisi ve üyesi olamayacaklarına,
Karar verilmesi kamu adına talep olunur.'
IV- DAVALI SİYASİ PARTİNİN ESAS HAKKINDAKİ SAVUNMASI
-
Davalı Siyasi Parti'nin iddianamedeki genel değerlendirmelere karşı yaptığı
16.6.2008 tarihli savunması:
'GİRİŞ
İddianameye cevabımızda, hakkımızda düzenlenen
iddianamenin baştan aşağı belli bir siyasi/ideolojik yaklaşımı yansıttığını, bu
haliyle adeta bir muhalif siyasi parti bildirisi niteliğinde olduğunu,
dolayısıyla bu davanın siyasi bir dava olduğunu belirtmiştik. Davanın siyasi
nitelikte olduğuna ilişkin kanaatimiz Başsavcılığın esas hakkındaki görüşünü
inceledikten sonra daha da pekişmiştir. Çünkü, iddia makamının esas hakkındaki
görüşüne de siyasi/ideolojik bir dil hakimdir.
İlk cevabımızdaki tüm tespit ve hatırlatmalara rağmen
iddia makamı, önyargılı ve ideolojik tutumunu maalesef esas hakkındaki
görüşünde de ısrarla devam ettirmiştir. Tıpkı iddianame gibi, esas hakkındaki
görüş de baştan sona 'emperyalizm', 'ihanet', 'irtica', 'mürteci', 'din
tacirleri', 'tertipçi', 'sömürgeci', 'mandacı', 'işbirlikçi', 'gerici', 'iç ve
dış odaklar' ve 'siyasi hegemonya projesi' gibi hukuken tanımlanması imkansız
ve fakat belli bir siyasi/ideolojik tavrı yansıtan kavramlarla doludur.
Tarihi yorumlamak veya tarihi yargılamak, hiçbir kapatma
davasının konusu olamaz. İddia makamı, delil yokluğunun ortaya koyduğu
çaresizliği ve açığı, tarihe subjektif atıflar yaparak gidermeye çalışmaktadır.
Ak Parti'nin doğuş tarihi ve illiyetin kurulabileceği zamanın başlangıcı
bellidir: 14 ağustos 2001 . Hukuk, kapatma davasında, zaman tünelini siyasal
partinin tüzel kişilik kazandığı tarihten geriye işletecek bir mantığı açıkça
reddetmektedir.
Cumhuriyetimizin yakın tarihinde yaşanmış ve çoğunun
üzerindeki sır perdesi hala aralanmamış olan 12 Eylül 1980 öncesinin siyasi
çatışma ortamında yaşanan elim hadiseleri, siyah ' beyaz keskinliğiyle
açıklamaya çalışan indirgemeci yaklaşımla tanımı belirsiz ve soyut bir 'irtica
tehlikesinin mevcudiyeti ve yakınlığı'na delil olarak göstermek anlaşılır gibi
değildir. Daha da önemlisi, partimiz hakkında açılan bir kapatma davasında bu
olaylara gönderme yapmak ve tehlikenin bugün de mevcudiyetini vurgulamak
suretiyle, 'negatif imaj' oluşturmaya çalışmak, hukuk etiği ile de
bağdaşmamaktadır. Kısacası, tarihi sürekli kötüden iyiye doğru giden düz bir
çizgi olarak gören ve karmaşık toplumsal olayları da kategorik genellemelerle
açıklamaya çalışan bu pozitivist yaklaşım, hukuk alanında telafisi imkansız
sonuçlara yol açabilmektedir.
Diğer yandan, altında 'YARSAV Yönetim Kurulu' yazan bir
kağıdın iddianamenin ekleri arasında çıkması, 'toplama' delillerle şişirilerek
özensiz ve düzensiz bir şekilde kaleme alınan iddianamenin siyasi mülahazaları
yansıtan bir metin niteliğinde olduğunun bir başka göstergesidir. İddianamede
Talim ve Terbiye Kurulu'nda kadrolaşmaya gidildiği yönündeki iddianın delili
olarak sunulan gazete haberinin 'YARSAV Yönetim Kurulu' imzasını taşıyan bir
kağıdın arka tarafına yapıştırılmış olması manidardır. Partimize ve hükümet
politikalarına karşı tavırlarıyla bilinen YARSAV'a ait kağıtların partimiz
hakkında kapatma talebinde bulunan bir iddianamenin ekinde neden ve nasıl yer
aldığını biz anlayabilmiş değiliz. Ne ilginç tesadüftür ki, 'Tüzüğümüzde
özellikle vurgulandığı üzere YARSAV siyaset dışı ve üstüdür' ifadesine de yer
veren 'YARSAV Yönetim Kurulu' imzalı bu yazı bir siyasi partinin kapatılması
talebiyle düzenlenen iddianamenin ekleri arasında çıkmaktadır.
Başsavcılığın partimiz aleyhine kullandığı delillere ait
belgelerden birisinin YARSAV'a ait bir yazının arkasına yapıştırılmış olması,
bu delilin YARSAV'da oluşturulduğu izlenimini vermektedir. 'Birliğimizi kapatma
hükmü taşıyan taslak her şeye rağmen kanunlaştığı takdirde yasal haklarımız
kullanılacak, Anayasanın 90/son maddesi uyarınca tüzel kişiliğimiz devam
edecektir' ifadesine de sözkonusu yazıda yer vererek, yasayla dahi
kapatılamayacağını ileri süren YARSAV'ın partimizin kapatılması için delil
oluşturma sürecine katkıda bulunduğu anlaşılmaktadır. Başsavcının Anayasa
Mahkemesi önünde bu durumu nasıl açıklayacağını doğrusu merak ediyoruz.
Aynı şekilde, Ak Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan
ile ilgili olarak iddianamede yer alan 46 nolu iddianın delilleri arasında
bulunan bir gazete kupürünün üzerinde el yazısıyla 'RTE röportajı' şeklinde bir
ifadenin bulunması da, delillerin siyasi yaklaşımla toplandığını
göstermektedir. Türkiye'de bazı köşe yazarlarının Başbakanı sözde tahfif için
kullandıkları jargonun iddianame eklerinde el yazısıyla kullanılması
düşündürücüdür.
Son olarak, Başsavcılığın özellikle esas hakkındaki
görüşünü okuduktan sonra, tasavvur ettiği toplum modeli hakkında dehşete düşmemek
mümkün değildir. Farklılıkları düşman olarak gören, çoğulculuğa, çok partili
yaşama, siyasi partilere, sivil toplum kuruluşlarına, aydınlara, din adamlarına
ve üyesi bulunduğumuz uluslararası kuruluşlara kuşkucu ve komplocu bir bakış
açısıyla karşı karşıyayız. Demokrasiyle laikliği bir araya getiren 'demokratik
laiklik' kavramından bile rahatsızlık duyan bir anlayışın, ne demokrasiyi ne de
laikliği koruması mümkündür.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi, hakkımızda açılan
kapatma davası hukuki gerekçelere değil önyargının beslediği siyasi
mülahazalara dayanmaktadır. Gerçekte olup bitenle hiçbir alakası olmayan iddia
ve ithamlardan oluşan iddianame ve esas hakkındaki görüş, partimizi ve onun
şahsında milletimizin hür iradesini tasfiye etme projesinin bir parçasıdır. İlk
cevabımızda, bu davanın siyasi bir dava olduğunu ayrıntılı bir şekilde
açıklamıştık. Esasa ilişkin bu cevabımızda da davanın, hukuki mesnetlerinin
bulunmadığını ortaya koyacağız.
I. İDDİA MAKAMININ DEMOKRASİ VE LAİKLİK YORUMU EVRENSEL
ANLAYIŞLA BAĞDAŞMAMAKTADIR
İlk cevabımızda ifade ettiğimiz gibi, bu davanın
temelinde partimizin demokrasi ve laiklik anlayışının Başsavcının anlayışıyla
bağdaşmaması yatmaktadır. Sözgelimi, Başbakanın laikliğin bireyin değil,
devletin bir niteliği olabileceğine dair sözleri modern laiklik anlayışını
yansıtmasına rağmen, iddianamede laikliğe aykırı olarak kabul edilmiştir.
1. Partimiz laikliği siyasi ve hukuki bir ilke olarak
görmektedir
AK Partinin laiklik anlayışı, çağdaş demokratik
toplumların özgürlükçü laiklik anlayışıyla tamamen uyumlu bir yaklaşımı
yansıtmaktadır. Partimizin savunduğu laiklik anlayışı, başkalarının temel hak
ve özgürlüklerine asla bir tehdit içermemektedir. Laiklik, farklı din ve
inançları sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul ederek, onların bir arada
barışçıl beraberliğini sağlamayı hedefleyen siyasal bir ilkedir. Bu nedenle
laiklik bireyi değil, devleti muhatap alır. Nitekim, Anayasamızın 2 nci
maddesinde laiklik Türkiye Cumhuriyeti Devletinin değiştirilmesi teklif dahi
edilemeyecek bir niteliği olarak sunulmuştur. Anayasanın 24 üncü maddesindeki
din istismarı yasağının amacı da, esasen devletin laik niteliğinin
aşındırılmasını engellemektir. Devletin temel niteliklerinden biri olarak
laiklik, toplumdaki her türlü inanç ve düşünce karşısında eşit mesafede durmayı
gerektirmektedir. Partimizin bu laiklik anlayışı Anayasanın 2 nci maddesinin
gerekçesinde de ifadesini bulmuştur. Bu maddenin gerekçesine göre 'Hiçbir zaman
dinsizlik anlamına gelmeyen lâiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe
sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dinî inançlarından dolayı diğer
vatandaşlardan farklı bir muameleye tâbi kılınmaması anlamına gelir.'
Bu anlamda laiklik, çağdaş demokrasilerin benimsediği
temel ilkelerden biri olan devletin tarafsızlığının din-devlet ilişkilerine
yansımasını ifade etmektedir. Devletin inançlar karşısında tarafsız
kalabilmesi, siyasi ve hukuki düzenini herhangi bir dinin esaslarına
dayandırmaması ile mümkündür. Bu, laik düzende din işleri ile devlet işlerinin
ayrılmasına işaret etmektedir. Kısacası, çağdaş laiklik anlayışı bir yandan
devlet düzeninin dini kurallara dayanmamasını, diğer yandan da devletin
bireylerin sahip olduğu din ve vicdan özgürlüğünü güvenceye almasını
gerektirmektedir.
Toplumda barışı kurmak ve sürdürebilmek için devletin
laik bir hukuk düzenine, laik bir yönetim cihazına sahip olması şarttır.
İnançlar konusunda tarafsız olan devlet güven verici olur. Farklı inanca mensup
olanların, tarafsızlığından emin olduğu devlet, herkes üzerinde haklı ve meşrû
bir otoriteye sahip olacaktır. Laik devletin gölgesinde iş gören kamu erki,
inanç çatışmalarını peşinen önleyecek meşrû güce ve saygınlığa ve bu gücün
caydırıcılığıyla inançlar dünyasından beslenen bir çok çatışmayı da daha
çıkmadan önleme yeteneğine sahip olacaktır. Egemenliği kullanan erklerin,
bunlar içinde özellikle yargı erkinin altında kalabileceği en ağır töhmet,
inançlar dünyasında taraf olmaktır.
Öte yandan, dinî inanç farklılıklarını barış içinde bir
arada yaşatmak için var olan laiklik, bir inanca dönüşmemelidir. Eğer dönüşürse
bu inanç bu sefer, devlet içinde iktidarı kullanan iki kanat arasındaki
rekabette, bürokrasinin çoğunluk iktidarına karşı silahı haline gelecektir.
Laiklik prensibini zayıflatan ve hukukî değerini yok eden en büyük risk
laikliğin de diğer inançlar karşısına, her ne gerekçe ile olursa olsun bir
inanç olarak çıkartılmasıdır.
Laikliği bir din, bir inanç veya diğer inançları ortadan
kaldırmaya çalışan bir prensip olarak anlamak ve yorumlamak, laik hukuk
düzenine ve toplumsal barışa yönelik en yakın ve ciddi tehlikedir. Kendisine
bir ideoloji veya bir inanç değeri yüklenen laikliğin, devleti inançlar
konusunda tarafsız kılma görevi ortadan kalkmakta ve devlet iktidarını inanç
çatışmalarının tarafı, hatta alanı haline getirmektedir
2. Başsavcılığın laiklik anlayışı baştan sona
problemlidir
Bu davada AK Partiye yönelik iddia 'laikliğe karşı
eylemlerin odağı' olmaktır. Bu iddianın doğrulanabilmesi için öncelikle
'laiklik' kavramı konusunda bir sarahatin bulunması şarttır. Nitekim iddia
makamı, bu muhakemeyi yürüterek 'laiklikten ne anlaşılması gerektiği' konusunda
yaklaşık 12 sayfa devam eden açıklama ve yorumlarla, korumaya çalıştığı laiklik
prensibini tanımlamıştır. İddianamedeki laiklik tanım ve yorumları baştan aşağı
sorunludur. Bu tanımlar bilimsel değildir, sarahat yoktur, kendi içinde
çelişkilidir, subjektiftir, hukuk standartlarına uygun değildir ve en önemlisi
koruduğunu iddia ettiği laiklik prensibinin kendisine bütünüyle zarar verici
unsurlar içermektedir.
Kendi içinde tutarlılık taşıyan, bilimsel muhakemeye
uygun, toplumsal gerçeklerle ve laik düşüncenin evrensel birikimiyle uyumlu,
herkes tarafından aynı şekilde anlaşılacak ve uyulacak, hukukî standartlar
taşıyan bir laiklik tanımı iddianamede yer almamaktadır. İddianamede laiklik prensibi
değil, laiklik adıyla totaliter bir ideoloji, bir felsefî kanaat ve en
tehlikesi diğer dinî inançlarla rekabet halinde olan bir inanç sistemi
tanımlanmakta ve savunulmaktadır. Bu tanımlamalar bireysel hak ve özgürlüklere
yönelik ciddi ve yakın bir tehdit içermektedir. Çünkü bu tanımlarda geçen
inançlar, bir 'yaşam biçimi' olarak dayatılmaktadır.
2.1. Laiklik bir 'yaşam biçimi' olamaz
İddianame'de 'laiklikten ne anlaşılması gerektiği'
konusunda yapılan ilk açıklama, laikliği bir 'yaşam biçimi' olarak
tanımlamaktadır: 'Lâiklik, ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü, bilimin
aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışının, uluslaşmanın,
bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli olan bir uygar
yaşam biçimidir' (s. 10). Bu tanım laikliği 'bir yaşam biçimi' olarak
kavramlaştırmaktadır. Bu tanımlamada yer alan 'aklın öncülüğü ve bilimin
aydınlığı' gibi felsefî atıflar felsefe ve bilim tarihinde tartışmalı ve
sorunlu konulardır. İktibas edilen bu cümle, bir hukuk metninin uyması gereken
sarahate uygun değildir. Ancak dikkatli bir analizle, (1) laikliğin bir yaşam
biçimi olduğu, (2) bu yaşam biçiminin de (a) özgürlük ve demokrasi anlayışının,
(b) uluslaşmanın, (c) bağımsızlığın, (d) ulusal egemenliğin, ve (e) insanlık
idealinin temeli olduğu, (3) bu tanım içinde yer alan 'özgürlük ve demokrasi
anlayışı'nın ise 'Orta çağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü ve bilimin
aydınlığı ile gelişen' 'özgürlük ve demokrasi' anlayışı olduğu görülmektedir.
Bu cümleden laikliğin, 'her şey' anlamına geldiği, 'ideal bir toplum düzeni'ne
işaret ettiği sonucu çıkartılabilir. Her şeyi içeren bir tanımlama, aslında
hiçbir şeyi anlatmaz. Üstelik bu cümlede ve aynı çizgide laikliği tanımlamak
için sıralanan diğer cümlelerde yer alan idealler ile laiklik arasında bilimsel
bir sebep-sonuç ilişkisi bulunmamaktadır.
Bilimsel bir tanımda yer alması gereken, tanımlanan
varlık ile tanımlayan unsurlar arasındaki illiyet bağı bu cümlede yoktur.
Üstelik 'her şey' olma özelliğine sahip bir kavram, hukukun değil ideolojilerin
boşluk kabul etmez dünyasının totallik yani bütünlük iddiasına cevap verebilir.
Bu cümleden bir laiklik tanımı değil, yeni açıklamalara ihtiyaç gösteren
varsayımlar çıkar.
Cümlenin tek sarih yanı, laikliğin 'bir uygar yaşam
biçimi' olarak tanımlanmasıdır. İddia makamının 'laikliğin nasıl bir yaşam
biçimi olduğu'nu açıklama mükellefiyeti bulunmaktadır. Benzer yaklaşım,
laikliğin insanlara mı, yoksa devlete ait bir nitelik mi olacağı konusunda, AK
Partiye isnat edilen suçlamada da görülmektedir. İddia makamı, partimiz genel
başkanının 'insanlar laik olamaz' sözünü, 'laiklik karşıtı bir eylem' olarak
tanımlamakta, esas hakkındaki görüşünde de bu iddiasını ısrarla sürdürmektedir
(s.5).
Laikliği 'yaşam biçimi' olarak tanımlamak, beraberinde
çok ciddi siyasi ve toplumsal sorunlar doğurabilecektir. Bu sorunları anlamak
için öncelikle 'yaşam biçimi'nin ne olduğuna bakmak gerekir. 'Yaşam biçimi'
sosyolojik bir deyimdir. Bireylerin ayrıntılı yaşam tercihlerini ifade eder.
Sosyal ilişkilerde, tüketim kalıplarında, eğlence ve kıyafet seçiminde her
hangi bir zaman ve yerde sergilenen davranışlar setini anlatır. Sosyolojinin
zengin dalları arasında 'sağlık ve yaşam biçimi sosyolojisi (Health and
Lifestyle Sociology) adıyla bir bilimsel disiplin de bulunmaktadır. Yaşam
biçimi içinde yer alan davranış ve pratikler, alışkanlıkların, klasik eylem
biçimlerinin ve akılcı davranışların bir karışımıdır.
Bir hayat biçimi, tipik olarak bireysel tutumları,
değerleri ve dünya görüşünü yansıtır. 'Yaşam biçimi' tabirinin siyasal alanda
kullanılması, farklı yaşam biçimlerinin meşruiyetini tanımak ve bireysel
tercihlere saygı göstermek içindir. Kısaca 'yaşam biçimi' toplum içinde
bireyin, karşısında duran kültürel seçenekleri özgür tercihlerine konu ederek,
kendi hayat tarzı olarak benimsemesidir. Batıda 'yaşam biçimi' siyasî bir
kavram olarak kullanıldığı zaman peşinen farklı hayat tarzlarının bir arada
olduğu toplumun meşruiyetine göndermede bulunulmaktadır. Geleneksel yaşam
biçimi, bireyin geleneklere değer vererek yaşamasıdır. Dindarlığı bir 'yaşam
biçimi' olarak benimsemek, bir dine inanmanın ötesinde, bireyin o dinin
pratiklerine hayatında önemli bir yer ayırması demektir. Yaşam biçimi, asgari
ölçekte bireysel hayatımızın, özgürlüklerimizin bize tanıdığı çerçevede yaptığımız
tercihlerle oluşur. Yaşam biçimimizi özgürce belirlemek, bizim en temel
haklarımızla ilgilidir.
Laiklik 'yaşam biçimi' olarak tanımlandığı zaman,
otomatik olarak farklı yaşam biçimlerinden biri tercih edilmiş olacaktır. O
zaman sorulması gereken soru 'hangi yaşam biçimi laik yaşam biçimidir'' sorusu
olacaktır. İddianamede yer alan tanım 'bir uygar yaşam biçimi' vurgusunu
yapmaktadır. O zaman hemen 'uygar olmayan yaşam biçimleri'ni 'laik yaşam
biçimleri'nin karşısına koymamız gerekecektir. Uygar olmayan yaşam biçimleri
konusunda, ampirik araştırmalar karşımıza geniş bir yelpaze çıkartmaktadır.
'Uygar yaşam biçimi' incelmiş estetik duyguların, zevklerin, dışa açık dünya
görüşünün, şehirleşmiş adetlerin ve görgü kurallarının içinde yer aldığı geniş
bir yelpazeyi içerdiği gibi; 'uygar olmayan yaşam biçimi' de kendi içinde daha
geniş bir yelpaze oluşturur. Göçebelikten, köylülükten, gecekondulardaki,
geleneksel ve dışa kapalı 'yaşam biçimleri'ne kadar her seçenek, uygar olmayan
yaşam biçimi içine yerleştirilebilir. O zaman kaçınılmaz olarak araştıracağımız
şey, farklı yaşam biçimleri ile laiklik arasındaki ilişki olacaktır. Bu
ilişkiyi nasıl kuracağız' Bu ilişkiyi kurmak ve bize hangi 'yaşam biçimi'nin
'laik yaşam biçimi' olduğunu göstermek, laikliği bir 'yaşam biçimi' olarak
tanımlayanların görevi olsa gerektir.
Partimizin anlayışına göre, laiklik bir 'yaşam biçimi'
değildir. Çünkü laiklik, farklı yaşam biçimleri arasından birini tercih etmek
olarak tanımlanamaz. Akıl ve bilim, insanoğlunun yaşadığı tarihsel tecrübe
ışığında laikliğin bir 'yaşam biçimi' değil, farklı yaşam biçimlerini hem özgür
hem de barış içinde bir arada yaşatmak için geliştirilmiş çok önemli ve değerli
bir hukuk prensibi olduğunu göstermektedir. Laikliğin özgür ve demokratik
toplumlarda gelişmesi ve yerleşmesi, bu toplumların farklı yaşam biçimlerine
saygı temelinde kurulmasındandır. Laiklik bir yaşam biçimi değil, tersine
farklı yaşam biçimlerini bir arada ve barış içinde yaşatan prensibin adıdır.
Devlet, farklı dinî inançların ve pratiklerin de içinde
yer aldığı farklı yaşam biçimlerini bir arada ve barış içinde yaşatmak
zorundadır. Bunun yolu, yaşam biçimlerinden birini tercih etmemek, bu yolla
yaşam biçimlerinin birbiri üzerinde tahakküm kurmasını engellemektir. Laikliği
'yaşam biçimi' olarak kabul etmek, laikliği ortadan kaldırmak demektir. Sonuçta
bir 'yaşam biçimi' kalıbına dökülen laiklik, içi ne ile doldurulursa
doldurulsun diğer yaşam biçimleri için tehdit oluşturacak, bu sefer toplum,
devlet ve hukuk himayesinde değerli ve imtiyazlı bulunduğu için totaliter bir
yaşam biçiminin dayatması ile karşılaşacaktır.
Laikliğin 'bir yaşam biçimi' olarak kabul edilmesi,
pratik olarak bir 'yaşam biçimi'nin benimsenmesi ve toplumun farklı kesimlerine
bu 'yaşam biçimi'nin dayatılması sonucunu verir. Bunun için tercih edilen yaşam
biçiminin devlet katında bir ideolojiye veya düşünce sistemine dönüştürülmesi
gerekir. Laikliğin bir 'yaşam biçimi' olarak kabul edilmesi, devletin totaliter
ve dayatmacı bir devlete dönüşmesine yol açar. Totaliter devletlerde görülen
belli bir insan tipinin ve yaşam biçiminin yüceltilmesi, özgürlüklerin de sonu
olur. Sovyetler Birliği tecrübesi, laikliğin ancak totaliter bir ideolojinin
çatısı altında bir yaşam biçimine dönüşebileceğini, bunu gerçekleştirmek için
farklı yaşam biçimlerinin yok edilmesi gerektiğini göstermektedir.
Laikliği 'yaşam biçimi' olarak tanımlamak Anayasamıza da
aykırıdır. Anayasa, farklı yaşam biçimlerinin yan yana yaşayabileceği
özgürlükleri garanti altına alırken, devleti bu konuda tarafsız olmaya zorlamaktadır.
Anayasamızın Başlangıç kısmında 'Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak
ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî
kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve
manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu'
vurgulanmaktadır. Burada özellikle 'onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve
manevî varlığını 'geliştirme hak ve yetkisi' ancak farklı yaşam biçimlerine
devlet katında meşruiyet tanınması ile mümkündür. 5 inci maddede devlete
yüklenen ''insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları
hazırlama'' görevi, 'yaşam biçimi' dayatan bir devletin elinde yerine
getirilemez. 17 inci maddede herkese tanınan 'maddî ve manevî varlığını geliştirme
hakkı' elbette 'yaşam biçimi' dayatan devletin çatısı altında
gerçekleştirilemez. Devletin bir yaşam biçiminden yana tercihte bulunduğu
ülkede Anayasa'nın 20 nci maddesinde herkese tanınan 'özel hayata saygı
gösterilmesi hakkı'nın anlamı kalmaz. Anayasamız, farklı yaşam biçimlerinin
teminatıdır. Anayasamıza göre, hangi isim ve kalıp içinde olursa olsun, devlet
bir yaşam biçimini tercih edemez, hele hele onu laiklik adıyla toplum üzerinde
tahakküm aracına dönüştüremez.
2.2. Laiklik bir 'felsefi inanç' değildir
İddianame laikliği, pozitivist ve rasyonalist bir felsefî
inanç olarak tanımlamakta ve savunmaktadır. İddianamede yer alan şu tanımlama
ve tasvir, esasen iddianamenin bütününe yansıyan felsefî inancı temsil
etmektedir: 'Lâiklik, toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son
aşaması; ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal,
sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir (s. 10-11). Bu ilginç
ifadelere karşı söylenecek ilk şey şudur: 'Bilime dayanan siyasal, sosyal ve
kültürel yaşam' yoktur ve bugüne kadar dünya üzerinde hiç kimse 'bilime dayanan
yaşam'ı icat edememiştir. Böyle bir yaşam biçimi olsa, siyasî yaşam için
demokrasinin, sosyal ve kültürel yaşam için özgür tercihlerin bir anlamı
kalmaz. O zaman bilim adına bir otoritenin bu yaşamı önümüze koyması ve bizim
de ona uygun yaşamamız gerekir.
Bu tanımlama bir felsefî inançtır. Laikliğin 'bilime
dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisi' olduğunu kabul
etmek, ancak ve ancak 19. yüzyılda geçerli olan ve 'bilimcilik' (scientism,
bilimperestlik) adı verilen pozitivizt felsefenin bir türünü benimsemekle
mümkündür. 'Bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşam' ibaresi, 19.
yüzyılda kalmış pozitivizme özgü bir iddiadır. Bu iddia çağdaş bilimin varmış
olduğu nokta açısından ilkel, geri ve çağdışıdır. Böylesine geri bir bilim
anlayışını savunmak, modern ve ileri bir ülkede kabul edilemez. Bu geri bilim
anlayışını laiklik olarak takdim etmek ise, en başta laikliğe haksızlıktır.
Üstelik iddia makamı laikliği bir felsefî inanca
dönüştürerek ve bir felsefî inanç halinde savunarak Anayasa'nın 10 uncu
maddesini açıkça ihlal etmektedir. Anayasanın bu maddesi herkesi ''dil, ırk,
renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit' ilan etmektedir. 'Felsefî
inançlar' konusunda ayrım gözetmemek için devletin, bir felsefî inançtan yana
olmaması gerekir.
Aslında 10 uncu madde bu yönüyle aynı zamanda bir laiklik
tanımı içermektedir. Uzun tarihi boyunca laiklik prensibi, 'kanun önünde
eşitlik'i sağlamak üzere yaşam alanı bulmuştur. Çünkü devletin veya siyasî
otoritenin dinler karşısında taraf olması, 'kanun önünde eşitlik'in
gerçekleşmesini engellemiştir. Ancak, devletin dinler karşısında tarafsız
olması yeterli olmamıştır. 18. yüzyıldan itibaren rekabet haline giren inançlar
arasına felsefî inançlar da girmiştir. Bu felsefî inançlar arasında özellikle
din karşıtı olanlar, devletin inançlar konusunda tarafsızlığını temin etmek
için dini inançlar gibi mesafeli durması gereken inançlar olarak kabul
edilmiştir. Devletin eşitliği tesis etmek üzere tarafsızlığı, sadece dinler
arasında değil aynı zamanda felsefî inançlar için de söz konusudur. Devletin
tarafsızlığını kaybetme ihtimali olan bir düşünce veya inançla karşılaştığı
zaman bunun mutlaka müesses bir din olması gerekmez. Müesses dinlerle rekabet
halindeki felsefî inançlardan biri yanında yer alan ve devletin zorlayıcı
gücüyle bu inancı benimsetmeye kalkan devlet de tarafsızlığını, dolayısıyla
laik niteliğini kaybedecektir.
İddianamede yer alan şu cümle, laikliği anayasal prensip
olarak sahip olduğu güçlü konumdan uzaklaştırmakta, felsefî tartışmaların
tüketiciliğine hapsetmektedir: 'Demokrasiye geçişin de aracı olan lâiklik,
Türkiye'nin yaşam felsefesidir' (s.13). Laiklik bir yaşam felsefesi olamaz.
Laikliği 'yaşam felsefesi' olarak tanımlamak onu felsefe dünyasının
labirentlerinde kaybetmeye yol açar. Oysa laikliğin açık ve sağlam bir hukuk
prensibi olarak herkesin anlayacağı ve uyacağı şekilde varlığını sürdürmesi
gerekir.
2.3. Pozitivist laiklik ideolojisi çağdışıdır
İddianame, 'bilimcilik/bilimperestlik' (Scientism) adı
verilen bir felsefî inanca dayanmaktadır. Bilimcilik, doğa bilimlerinin
yöntemlerinin sosyal alana da uygulanabileceği varsayımına dayanır. Bu
varsayım, pozitivist felsefenin bir önermesidir. Pozitivizmin 'denklik
teorisi'ne göre doğa ile toplum arasında hiçbir gerçeklik farkı yoktur;
toplumda da, doğada olduğu gibi gözlem ve tecrübe ile keşfedilmesi gereken
düzenlilikler vardır. Bu varsayımdan pozitivizme özgü çok önemli bir iddia
çıkmaktadır: 'Gözleme ve tecrübeye dayalı pozitif bilime uygun, bilim
tarafından düzenlenmiş bir toplum hayatı kurulabilir.' 'Toplumsal ilerleme'
fikri de, bu iddia ile temellendirilen bilimsel bilginin gelişmesi ile
insanlığın sürekli daha iyiye ve mükemmele doğru evrileceği inancını ifade
eder.
19. yüzyıla damgasını vuran bu felsefenin en ileri
örneğini Auguste Comte, Pozitivizmin İlmihali kitabı ile vermiştir. Comte, bu
kitapta bir 'bilim dini'nin unsurlarını, ibadet ve ayinlerini ve örgütlenmesini
anlatır. Bu tez, aynı zamanda dinî düşüncenin yerini kaçınılmaz olarak bilimin
alacağını ileri sürmektedir. Amaç, bilimsel bir toplum hayatının kurulmasıdır.
20. yüzyılda bu görüşün taraftarı hemen hiç kalmamıştır.
Pozitivist bilim ideolojisi, yücelttiği bilimsel yasalara
ve evrensellik ilkesine boyun eğilmesini talep eder. Bilim, bu şekilde buyurgan
bir otorite halini almaktadır. Bu anlayış, tek tanrılı dinlerin yerine tek bir
bilim anlayışını yerleştirir. Farklı olana, var olma hakkı tanımaz; topluma
uyarlandığı zaman da demokrasiye geçit vermez. Çünkü tek bir bilimsel hakikat
vardır, herkese düşen o gerçeğe teslim olmaktır. Pozitivizm, bu yüzden
demokrasiye karşı çıkışı meşrulaştırmak için totaliter ideolojilerin elverişli
aracına dönüşmektedir.
Pozitivist mantık tek biçimliliğin, tekdüzeliğin
mantığıdır. Totaliter ideolojilerin dünyası, tek hakikatin peşinde olduğu için
pozitivizme dayanır. Tek bir doğru 'yaşam biçimi' olduğunu iddia eden totaliter
ideolojiler ile iddianamede yer alan 'laik yaşam biçimi' arasındaki bağ,
pozitivizmin 'bilimsel yaşam' bağlantısı ile kurulmaktadır. Başsavcılık
sorgulamadan ve incelemeden laiklik diye, bu ideolojiyi savunmaktadır. Bu ideolojiyi
savunmak, Anayasamızın 10 uncu maddesine aykırı olduğu gibi, çağdaş dünyaya,
hatta doğrudan bugün geçerli olan bilim anlayışına da aykırıdır.
2.4 Başsavcılığın din anlayışı sosyolojik gerçeklikle
bağdaşmamaktadır
İddianamede laiklik tek boyutlu bir kavram olarak
görülmekte ve bireylerin benimsemesi gereken 'bir uygar yaşam biçimi' ve 'yaşam
felsefesi' şeklinde takdim edilmektedir. Bu yaklaşıma göre, 'toplumların
düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması' olan laiklik, ülkede yaşayan
herkes tarafından benimsenmesi zorunlu bir 'yaşam biçimi'dir. Bu zorunlu 'yaşam
biçimi'nde dinin yeri, bireylerin vicdanıdır. 'Din, kendi alanında,
vicdanlardaki yerinde, Tanrı-insan arasındaki inanış olgusudur' (s.18).
Dahası, iddianamede laiklik insanı 'kul' olmaktan çıkarıp
'birey' haline getiren bir ilke olarak görülmektedir. Buna göre laiklik,
'İnsanı kul olmaktan çıkarıp birey yapan, bireye kişiliğini geliştirmesi için
özgür düşünce olanaklarını veren' bir ilkedir (s.10-11). İddianamede kul
terimi, teolojik ve siyasî anlamları arasındaki ayırım belirtilmeden ve her
ikisini de içeren bir şekilde kullanılmaktadır. Eğer birey kelimesi ile
Yaratıcıyla bütün bağların koparılması kastediliyorsa, bu durumda laik bir
sistem içerisinde dinin kişinin vicdanında dahi yer alamayacağı açıktır. Bu
anlayış insanın Yaratıcısıyla ilişkisini ifade eden 'kulluk' ile 'birey'
olmanın birbiriyle çelişeceği varsayımına dayanmaktadır. Halbuki, 'iyi/kötü'
şeklindeki bir 'birey/kul' ayrımının hiçbir teorik ve pratik dayanağı
bulunmamaktadır. Laikliğin insanı kul olmaktan çıkardığı şeklindeki tez,
bilimsel ve sosyolojik bir gerçeği yansıtmamanın ötesinde kendini hem bir birey
hem de Yaratıcının bir kulu olarak gören inançlı insanlar açısından oldukça
inciticidir.
Esasen, Başsavcılığın dinin bireysel ve toplumsal
yaşamdaki yeri hakkındaki ifadelerinde çelişki ve tutarsızlıklar mevcuttur.
Örneğin iddianamenin 17 inci sayfasının üçüncü paragrafında yapılan alıntıda,
'Laik düzende özgün bir sosyal kurum olan din, devlet kuruluşuna ve yönetimine
egemen olamaz' şeklinde dinin özgün bir sosyal kurum olduğu belirtilirken, aynı
sayfanın beşinci paragrafında ise 'laik devlette, kutsal din duyguları
politikaya, dünya işlerine, hukuksal düzenlemelere kesinlikle karıştırılamaz''
denilmektedir. Diğer yandan, din hem 'sosyal kurum' hem de Kavramsal çelişki
ile birlikte 'dünya işlerinin' genel kapsamı dikkate alındığında birey
açısından dinin konumunun ve işlevinin ne derece sınırlandırıldığı daha iyi
anlaşılacaktır.
Dinin hukukî düzenlemelere mesnet teşkil etmesi ayrıdır,
dünya hayatına bireysel ve toplumsal yaşantıya yönelik değer ve davranışlarda
inanan insanlar için kaynak olarak görülmesi ayrıdır. Burada çizilen din
anlayışı, kişinin sadece iç dünyası (vicdanı) ile ilgili zihinsel veya duygusal
düzeyde kalan kutsallardır. Bu açıdan bakıldığında dinin, toplumsal ilişkilere
yansıyan herhangi bir yönü olmamalıdır. Din sadece inanan kimsenin iç dünyasını
ya da topluma yansımayan yönleriyle bireysel hayatını tanzim etmeli, dinin
sosyal hayat ile bağlantısı mabedin kapısında başlamalı ve kapısında
bitmelidir. Bunun dışındaki alanlara dini inançların yansıması mümkün değildir.
Bu anlayışa göre, örneğin dinî bayramların resmî tatil olması da laikliğe
aykırıdır.
İddianamede yer alan dini inanç ve duyguların sadece vicdanlarda
kalması, dinin sosyal ve kültürel bir bağ oluşturamayacak şekilde yaşanması ve
'dünya işlerine kesinlikle karıştırılmaması' gerektiği şeklindeki katı
ideolojik yaklaşımın hiçbir Batılı demokratik laik sistemde karşılığı yoktur.
Halbuki tüm toplumlarda din, bireylerin kimliklerini
belirleyen temel kaynaklardan birini teşkil etmektedir. Bu nedenle, din ve
vicdan özgürlüğünü güvenceye alan laiklik, bu özgürlüğün toplumsal
yansımalarını reddetmez. Bu noktada, iddianamede 'devletin ve hukukun' dine dayandırılmaması
ile bireylerin din ve vicdan özgürlüğünün toplumsal alanda yansımalarının
birbirine karıştırılması temel hatalardan birisidir. Bu yüzden din ve vicdan
özgürlüğünün dışavurumları olan olgu ve ifadeler, 'devletin temel düzenlerinden
birini dine dayandırma' gibi çok yanlış bir şekilde yorumlanmış ve
suçlanmıştır.
Sonuç olarak, Başsavcılığın laiklik anlayışına esas
teşkil eden din algısı, gerçek hayattaki sosyolojik din olgusundan uzaktır. İddianamede
ve esas hakkındaki görüşte dine, İslâm'a ve Diyanet İşleri Başkanlığına yönelik
perspektif, Türk toplumu ve Türkiye Cumhuriyetinin hak ve özgürlükler açısından
kazanımları, günümüz küresel dünyasının dinî duygu ve olgulara bakışı ve
insanlığın inanç ve ifade özgürlüğü noktasında ulaştığı aşama ile örtüşmeyen,
indirgemeci ve dogmatik bir ideolojinin ürünü olarak temayüz etmektedir.
2.5 Başsavcılığın 'demokratik laiklik' alerjisi
anakroniktir
Başsavcılığın pozitivist ve militan laiklik penceresinden
bakıldığında, laikliğin demokratik ve özgürlükçü yorumunu ifade eden
'demokratik laiklik' kavramı 'yeni siyasi terim' olarak görülebilmektedir (Esas
hakkında görüş, s. 6). Aslında sorun, laikliğin anlamı ve gerekleri konusundaki
bu anakronik bakış açısından kaynaklanmaktadır. Modern demokratik toplumların,
din ve vicdan özgürlüğünü öne çıkaran laiklik anlayışı, 19 uncu yüzyılın dini
dönüştürmeyi ve sadece bireylerin vicdanına hapsetmeyi amaçlayan pozitivist
laiklik anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
İddianamede ve esas hakkındaki görüşte, laikliğin tıpkı
Fransa'da olduğu gibi, zaman içinde demokratikleşen bir olgu olduğu gerçeği
anlaşılamamıştır. Başsavcılık demokrasi ile laikliğin birlikte anılarak
'demokratik laiklik' kavramının kullanılmasına adeta isyan etmektedir. Buradaki
temel problem, laikliğin demokrasinin olmazsa olmazı olduğu belirtilirken,
demokrasinin de laiklik için vazgeçilmez olduğunun söylenmemesidir.
Demokrasinin olmadığı yerde laikliğin tek başına bir anlamı yoktur. Yakın tarih
laik bir siyasi ve hukuki yapıya sahip olup da totaliter olan çok sayıda siyasi
rejimin varlığına tanıklık etmiştir. Bugün de birçok devlet, dinin devlet
işlerine karıştırılmaması anlamında laik olduğu halde, demokratik anayasal
devlet niteliğine sahip değildir.
Laikliğin dinamik bir kavram olduğu ve devletin
demokratikleşmesi sürecinde laiklik anlayışının da demokratikleştiği bir
gerçektir. Laikliğin dünyada en katı şekilde uygulandığı Fransa'da bile bu
dönüşüm yaşanmıştır. Bu ülkede de demokratikleşme sürecinde laikliğin ikinci
temel unsuru olan din ve vicdan özgürlüğü diğer özgürlükler gibi gelişmiştir.
1905 yılında çıkarılan kanunla din ve devletin birbirine müdahale etmemesi
ilkesi benimsenmiştir. Bu dönemde tartışma ve gerilim kaynağı, Kilisenin
yönettiği özel okulların laik devlet sistemindeki yeri olmuştur.
Laiklik zamanla radikal ve militan uygulamalardan
arınarak, din ve vicdan özgürlüğüne daha fazla yer veren demokratik bir görünüm
kazanmıştır. Laikliğin demokratikleşmesi, onun toplumsallaşması sürecini de
hızlandırmıştır. Kısacası, bir yandan laiklikle hızlanan modernleşme süreci,
diğer yandan laikliğin kendisinin demokratikleşmesi, toplumun geniş dindar
kesimlerinde de laik devlet ve demokrasinin benimsenmesini sağlamıştır.
Türkiye'de de laikliğin, din ve devlet işlerinin ayrılığı
anlamındaki tanımı elbette devam etmekle birlikte, bu ilkenin diğer boyutu olan
din ve vicdan özgürlüğü Tek Parti dönemine göre, tıpkı ifade, toplantı ve
örgütlenme özgürlükleri gibi, oldukça gelişmiştir. Bu bağlamda Cumhuriyetin temel
niteliklerinden biri olan laiklik, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve
demokrasi gibi diğer niteliklerle eklemlenerek bugünkü halini almıştır.
Nitekim bu sosyolojik dönüşüm, laikliğin toplumsal açıdan
algılanmasını ölçmeye yönelik bilimsel çalışmalarda da ortaya çıkmaktadır.
Prof. Dr. Ali Çarkoğlu ile Prof. Dr. Binnaz Toprak'ın Kasım 2006'da yaptıkları
sosyolojik araştırma bu bakımından son derece önemlidir. 'Değişen Türkiye'de
Din, Toplum ve Siyaset' adlı bu bilimsel araştırmaya göre, toplumda laikliği benimsemeyenlerin
oranı ciddi ölçülerde düşmüştür. Daha sonra yapılan bilimsel araştırmalarda da
benzer sonuçlara ulaşılmıştır.
Çarkoğlu ve Toprak'ın araştırması, aynı zamanda iktisadi
seviye yükseldikçe laikliği benimseyenlerin oranının arttığını göstermektedir.
Bu noktada AK Parti'nin yoksulluğun etkilerini azaltmak için uyguladığı sosyal
yardım politikalarıyla, izlediği ekonomik büyüme ve gelir dağılımı
politikalarını çok iyi değerlendirmek gerekir. (Ali Çarkoğlu ve Binnaz Toprak,
Değişen Türkiye'de Din, Toplum ve Siyaset, İstanbul: TESEV Yayınları, 2006).
AK Parti, bir yandan 'devletin temel düzenlerini' Avrupa
standartlarına uyarlayarak laikliğin hukuki boyutunu güçlendirirken, diğer
yandan da demokratik özgürlükleri genişletmek, din ve vicdan özgürlüğüne özen
göstermek ve ekonomik politikalarıyla refahı yükseltmek suretiyle laikliğin
toplumsal temellerini pekiştirmiştir.
Devletin sosyal, hukuki, siyasi ve ekonomik temel
düzenlerini Avrupa hukukuna uyarlayarak modernleştirmiş ve laikliğin ikinci
ayağı olan din ve vicdan özgürlüğünün alanını genişletmiş bir partinin,
laikliği ihlal ettiğini ileri sürmek ancak bir algılama hatasından kaynaklanmış
olabilir. Bu çerçevede değerlendirildiğinde, partimizin laikliğe aykırı
fiillerin odağı haline geldiği iddiasının hiçbir somut, nesnel ve bilimsel
dayanağı bulunmamaktadır.
Başsavcılığın esas hakkındaki görüşüne yansıyan
'demokratik laiklik' alerjisine paralel olarak, demokrasinin vazgeçilmez unsuru
olan çok partili yaşamı 'irtica'yla ilişkilendirme gayretiyle mahkum etmeye
çalışması anlaşılır gibi değildir. Başsavcı, adeta çok partili siyasi yaşamın
laiklikten tavizi ve bazı siyasi partilere sızan 'irtica'ya primi beraberinde
getirdiğini savunmaktadır. Halbuki, çok partili, çoğulcu ve özgürlükçü
demokrasinin olmadığı bir yerde laiklik de kendisinden beklenen toplumsal ve
siyasal işlevi yerine getiremez.
Pozitivist ve militan laiklik anlayışının iddianame ve
esas hakkındaki görüşe yansımalarından biri de, AK Parti Genel Başkanının
'yaşam tarzı'nın değişmediğine dair sözlerinin 'takiyye'nin itirafı olarak
değerlendirilmesidir. (İddianame, s.33, Esas hakkındaki görüş, s.34).
Başbakanın 'Siyasete girerken farklı, siyasetten sonra farklı bir yaşam tarzı mı
uygulayacağım, halkımı mı aldatacağım' Dün neysem, bugün de oyum, değişemem,
değişmedim' şeklindeki sözlerinin, laikliği tek ve resmi 'yaşam biçimi'nin
herkese dayatılması olarak gören bir bakış açısıyla anlaşılması güç olabilir.
Halbuki, partimizin benimsediği siyasi bir ilke olarak laiklik, bireylerin
'yaşam biçimleri'ni değiştirmeyi ve herkesin ortak bir 'yaşam biçimi'ni
benimsemesini değil, tersine farklı yaşam tarzlarının bir arada var olmasını
gerektirmektedir. Bu durum, Başsavcılığın 'yeni siyasi terim' olarak
nitelediği, 'demokratik laiklik' anlayışının bir gereğidir.
Tam da bu nedenle, 'demokratik laiklik' kavramına vurgu
yapan değerlendirmeler de esas hakkındaki görüşte eleştirilmektedir.
Başsavcılığa göre 'batılı bazı siyasetçiler, ''demokratik laiklik-laikliğin
zorla dayatılması' gibi kavramlar üreterek, Ülkemizin kuruluş felsefesini,
Anayasal düzenini, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerini görmezden
gelmişlerdir' (s.10). Laikliğin, özgürlükçü yorumunu vurgulamak için kullanılan
'demokratik laiklik' gibi kavramlar, sonradan üretilmiş 'yeni siyasi terim'ler
değildir. Başsavcılık, AK Partinin kapatılması girişimini Avrupa Birliği'nin
benimsediği demokratik ve özgürlükçü laiklik anlayışı açısından eleştiren AB
yetkililerinin tavrından rahatsız olmuştur. Halbuki, bu eleştiriler Türkiye'nin
AB'ye üyeliği için çok önemli adımlar atmış bir partinin laiklik aleyhine odak
olamayacağına dair açık ve yalın gerçeğin 'batılı bazı siyasetçiler' tarafından
görüldüğünü göstermektedir.
Başsavcılık, ilk cevabımızda Batı demokrasilerinde siyasi
parti davalarına çok istisnai olarak rastlandığı yönündeki argümanımıza karşı
çıkarken şu tespiti yapmaktadır: 'Bazı batı ülkelerinin Anayasalarında laiklik
ilkesi ya hiç yer almamış, ya da çok az değinilmiştir. Çünkü bu ülkelerde
laiklik, herhangi bir siyasal tartışmanın konusu olmayacak kadar
içselleştirilmiştir' (s.8). Oysa laiklik bütün dünyada tartışılmaktadır. Avrupa
Anayasası tartışmalarında, Tek Avrupa hedefinde en çok tartışılan konuların
başında laiklik gelmektedir. Farklı laiklik uygulamalarını içinde barındıran
Avrupanın özgürlükçü bir yorum benimsemesi, dikkatle takip edilmesi gereken bir
tecrübedir. AB temsilcilerinin Türkiye'deki laiklik tartışmalarına müdahil
olmaları da bu birikimin sonucudur. 'Bizim laikliğimiz sadece bize özgüdür'
sözü, sadece demokrasi karşıtlığını temellendirebilir. Laiklik evrensel bir
birikimdir. Türkiye'nin tek özgün tarafı, laiklik prensibinden demokrasi
karşıtı yorumlar üretilmesidir. Demokrasiyi imkânsız hale getiren bir laikliği
savunmak, kestirmeden azınlık diktasını savunmak demektir
Diğer yandan, esas hakkında görüşte yer verilen şu
ifadeler de ilginçtir: 'Uzun mücadelelerle kazanılmış, evrensel bir hak
mertebesine yükselmiş laikliğin tartışmaya açılması, meşruiyetinin ve
uygulanabilirliğinin referandum gibi yöntemlerle yeniden sorgulanması çabaları,
Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş felsefesi ve temel
anayasal kuralları karşısında olanaksız bulunmaktadır' (s. 11). Bir kere,
'demokratik laiklik' kavramını 'üretilmiş' olarak niteleyen iddia makamının,
siyasi bir ilke olan laikliği, muhtemelen farkında olmadan, 'evrensel bir hak'
olarak sunması, kavram üretmenin tipik bir örneğidir. İnsan hakları
literatüründe 'laiklik hakkı' diye bir kavram yoktur. Tıpkı 'demokrasi hakkı'
ya da 'kuvvetler ayrılığı hakkı' gibi kavramların olmadığı gibi. Laiklik,
baştan beri vurguladığımız gibi devletin sahip olması gereken bir niteliktir.
İkincisi, laikliğin 'meşruiyetinin ve
uygulanabilirliğinin referandum gibi yöntemlerle yeniden sorgulanması çabaları'
olarak ifade edilen ithamın hiçbir dayanağı yoktur. Partimiz hiçbir zaman
referandum veya benzeri yöntemlerle laikliğin meşruiyetini ve
uygulanabilirliğini sorgulama çabası içine girmemiştir. Laikliğin uygulamada
neyi gerektirdiği konusundaki tartışmalar ise, demokratik ülkelerin tamamında
rastlanabilecek türden tartışmalardır. Bunları laikliğin meşruiyetinin
sorgulanması olarak göstermeye çalışmak, bu kavramın demokratik ve özgürlükçü
yorumu yerine onun tam da karşı olduğu dogmatik yorumunu benimsemekten
kaynaklanmaktadır.
Sonuç olarak, bu davada temel sorun, AK Partinin evrensel
standartlarla uyumlu demokratik laiklik anlayışının, Başsavcılığın savunduğu
bireyi ve toplumu nesneleştirici ve dönüştürücü laiklik anlayışına aykırı görülmesidir.
II. BU DAVADA SUNULAN DELİLLERİN İSPAT HUKUKU BAKIMINDAN
DELİL OLMA DEĞERİ YOKTUR
Partimizin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu
hakkında ikna edici hiçbir delil sunulamamış ve müddei iddiasını ispat
edememiştir. Müddeinin iddiasını hukuki delillerle ispat etmesi ispat hukukunun
en temel ilkesidir. İspat, olguların doğruluğu hakkında hâkimde kanaat
uyandırmak için geçerli ve gerekli delillerin sunulmasıdır. Bir parti kapatma
davasında kullanılabilecek deliller, partinin tüzük ve programı ile yayınladığı
yazılı açıklamalar ya da doğruluğu kesin olarak tespit edilmiş ses ve görüntü
kayıtlarıdır.
Başsavcı ispat konusunda hiçbir etkisi ve önemi olmayan
yüzlerce gazete kupürü ve internet çıktısını doğru düzgün bir tasnife dahi tabi
tutmaksızın ekler arasına istif etmiş bulunmaktadır. Bir Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısının, yargılamada zamandan ve emekten tasarruf adına böyle yapmayarak,
gerçekten delil olabilecek yazılı belge ve ses kasetlerini ayıklayarak delil
olarak sunması beklenirdi. Bu davada partimizin tüzük ve programı ile yazılı
açıklamalarında laikliğe aykırı hiçbir husus bulamayan Başsavcı, eylemlerin
Anayasaya aykırılığına dayalı dava açabilmek için doğruluğu ispatlanmamış
yüzlerce gazete haberleri ile birkaç ses kaydını delil olarak sunmuştur. Esas
hakkındaki görüşe birkaç ses kaydı eklenmesi, iddianamede delil olarak sunulan
gazete kupürlerinin hiçbir hukuki değere sahip olmaması nedeniyle, son bir
gayretle delil gösterme çabasının sonucudur. Bu durum bile, Başsavcılığın
sadece gazete haber ve yorumlarının tek başına delil olamayacağını zımnen kabul
ettiğini göstermektedir.
Sunulan bu deliller de partimizin 'laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline geldiği' isnadını ispatlamaktan çok uzaktır. Bu
nedenle, aşağıda ayrıntılı olarak açıklayacağımız üzere bu davanın ispat
hukukuna aykırılıktan da reddi gerekir.
1. Bu davada delillerin önemli bir kısmı dava açılmasına
karar verildikten sonra üretilmiştir
Bu davada toplanan delillerin erişim tarihlerine
bakıldığında delilerin çok büyük bir kısmının dava açmaya karar verilmesinden
sonra toplandığı izlenimi oluşmaktadır.
Yargılama hukukunun temel ilkesi delillerden sonuca
gitmek iken, partimiz hakkında açılan davada bu ilke tersine çevrilmiş
görünmektedir. Önce dava açmaya karar verilmiş, daha sonra da bunun için delil
toplanmıştır. Nitekim iddianameye ek olarak sunulan dosyalarda yer alan gazete
haber ve yorumlarının büyük bir kısmı bunların yayınlanmasından yıllarca sonra
internet yoluyla derlenmiştir. Bu nedenle bu dava adeta bir 'google davası'dır.
Başsavcı, çok sayıda haber ve yorumu dava açma tarihine yakın bir zamanda
anahtar kelime yazarak 'google' arama motorundan arama yapmak suretiyle elde
etmiştir. Örneğin, iddianamenin 10, 14, 29, 74, 93, 95, 97, 100 nolu eklerinde
yer alan bazı deliller bunlardan sadece birkaçıdır. Bu şekilde internetten elde
edilen gazete haber ve yorumlarının 2 Şubat 2008 Cumartesi ve 3 Şubat 2008
Pazar günleri indirildiği görülmektedir. Bu durum Başsavcılığın partimiz
hakkında dava açabilmek için hafta sonu tatilinde bile yoğun bir mesai
yaptığını göstermektedir.
Ayrıca iddianamede delil olarak sunulan konuşma ve
haberlerin önemli bir kısmı, söz konusu konuşmaların yapıldığı ve haberlerin
yayınlandığı tarihlerden çok daha sonraki tarihlerde, ilgili gazetelerin
internet sayfalarından arşive ulaşılarak elde edilmiştir. Nitekim, delil olarak
sunulan eklerin önemli bir kısmında gazetelerin internet sayfalarından elde
edilen haberlere ilişkin erişim tarihlerine bakıldığında bu durum rahatlıkla
anlaşılmaktadır. Aralarında ilgili haberin yayınlandığı tarih ile bunun
Başsavcılık tarafından gazetenin internet sayfasından indirilip delil olarak
dosyaya konulduğu tarih arasında üç veya dört yılı geçen örneklere de rastlamak
mümkündür. Hatta, Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip
Erdoğan'ın 22 Ağustos 2001 tarihli bir gazetede yayınlanan açıklamasına yer
verilen iddianamedeki 5 nolu ek, bu haberin üzerinden yedi yıldan daha fazla
bir süre geçtikten sonra, 10 Mart 2008 tarihinde ilgili gazetenin internet
sayfasından indirilerek elde edilmiş ve delil olarak sunulmuştur.
İddianame eklerinde sunulan belgelerden partimiz hakkında
delil toplama çalışmasının 24-25-26 Ekim 2007 ve 30-31 Ocak, 1-2 Şubat 2008
tarihlerinde yoğunlaştığı anlaşılmaktadır. Kapatma davasında delil oluşturma
endişesinin çok yoğun biçimde kendisini gösterdiği bu iki zaman dilimi de
anlamlıdır. 24-25-26 Ekim 2007 tarihindeki birinci delil oluşturma girişimi
partimizin güçlenerek çıktığı 22 Temmuz 2007 milletvekili genel seçimleri ile
Cumhurbaşkanı seçimi sonrasına denk gelmektedir. 30-31 Ocak, 1-2 Şubat 2008
tarihlerindeki ikinci delil toplama girişimi ise farklı siyasi partilere mensup
411 milletvekilinin kabulü ile Anayasanın 10 ve 42 nci maddelerinin
değiştirilmesi dönemine rastlamaktadır.
İddianamede delil olarak kullanılan gazete kupürlerinin
çok az bir kısmı, ilgili gazetelerden günü gününe kesilen kupürlerden
oluşurken, büyük kısmı ise sonradan belli bir zaman diliminde gazetelerin
internet sayfalarından arşiv taraması yapılarak çıktı alınmak suretiyle verilmiştir.
Örneğin, bu bağlamda iddianamedeki 5, 7, 8, 16, 22, 24, 31, 32, 33, 35, 38, 39,
40, 42, 63, 73, 79, 80, 81, 83, 84, 86, 92, 99, 102, 103, 108, 112, 119, 134,
145 ve 178 nolu ekler bu biçimde konuşmanın veya haberlerin yayınlandığı
tarihten yıllar sonra internet teknolojisinin imkanlarından faydalanılarak elde
edilmiştir. Bu örnekler AK Parti hakkında önceden kararlaştırılmış kapatma
davası için sonradan delil toplama gayretinin açık bir göstergesidir.
Öte yandan iddianame eklerinde delil olarak sunulan
gazete kupürlerinin bir kısmında sadece gazetelerde partimizle ilgili yer alan
haber ve yorumlara yer verilen kısımların fotokopisi sunulmuş, ancak, gazete
adı ve yayın tarihi belirtilmemiştir. Bu biçimdeki örnekler iddianamenin hem
özensiz biçimde acele olarak hazırlandığını göstermekte, hem de laikliğe aykırı
eylemlerin odağı olduğu izlenimini verebilmek amacıyla partimiz aleyhine delil
oluşturma gayretinin ne derece ciddiyetten uzak olduğunu gözler önüne
sermektedir.
Ses ve görüntü kayıtlarının bile tek başına delil olarak
kullanılamadığı bir hukuk sisteminde, internet gibi yalan ve yanlış haberlerin
çok yoğun bir şekilde yer alabildiği sanal bir ortamdan delil üretmeye çalışmak
bir hukuk garabetidir.
Başsavcılığın esas hakkındaki görüşünde, Siyasi Partiler
Kanununun 106 ncı maddesi uyarınca, idari mercilerin siyasi partilerle ilgili
yasak fiil ve haller hakkında edindikleri bilgileri Başsavcılığa bildirmeleri
gerektiği halde, AK Parti hakkında 'eklenen yüzlerce kanıttan hiçbiri(nin) bu
kanaldan intikal ettirilmemiş' olduğu, bu 'kanıtlar'ın tamamının Başsavcılık
tarafından re'sen yapılan araştırma sonucunda edinildiği belirtilmektedir.
Başsavcıya göre 'bu durum bile ' davalı partinin kamu görevlileri üzerinde
yarattığı etkinin açık göstergesidir' (s.23).
Başsavcı 'bu durumu' yanlış yorumlamaktadır. Partimiz
hakkında idari mercilerden laikliğe aykırı fiil ve haller olarak
nitelendirilebilecek herhangi bir bilginin Başsavcılığa iletilmemiş olması,
iletilebilecek bir delilin bulunmadığını göstermektedir. Ayrıca, tüm kamu
görevlilerinin AK Partinin etkisinde kalarak yasal yükümlülüklerini yerine
getirmediğini ileri sürmek, masumiyet karinesine aykırı bir şekilde bu kişileri
suçlamak ve töhmet altında bırakmak demektir. Esasen Başsavcının 'yüzlerce' dediği
'kanıtlar', başörtüsü konusundaki farklı açıklamalardan ibarettir.
2. Davada delil olarak sunulan beyanlar ve haberler
hukuken delil değerine sahip değildir
İddia makamı tarafından partimiz aleyhinde ileri sürülen
delillerin büyük bir kısmı gazete haberleri ve yorumlarından oluşmaktadır. Bu
haber ve yorumların, gerçeklikleri başka ikna edici delillerle
desteklenmedikçe, tek başına delil olma vasıfları bulunmamaktadır. Nitekim,
Anayasa Mahkemesi, yakın tarihli bir siyasi parti kapatma davasında, davalı parti
genel başkanının yaptığı ileri sürülen bir konuşmanın sadece bir dergide
yayınlanmış olmasını ispat için yeterli kabul etmemiştir. Mahkemeye göre
'İddianamede yapıldığı ileri sürülen konuşma hakkında kanıt gösterilmemiştir.
Her ne kadar, Sancak Dergisi'nin Ocak 1994 tarihli sayısında bu konuşmaya yer
verildiği belirtilmiş ise de, konuşmanın yapıldığı saptanamamıştır.' (E.
1997/1, K. 1998/1, K.T. 16.1.1998).
Partimiz mensuplarına atfedilen sözlerle ilgili olarak,
bir kaçı dışında, ses ve görüntü kaydı sunulmamıştır. Kaldı ki, sunulan ses ve
görüntü kayıtlarının da tek başına kesin delil olma durumu söz konusu değildir.
Teknik açıdan bunların sahte olmadığı kanıtlanmalı ve ayrıca gerçek olduğu
kanıtlananların da Anayasanın 38 inci maddesinin altıncı fıkrası uyarınca
hukuki yöntemlerle elde edilmiş olduğu ortaya konulmalıdır. Bunu yapacak olan
da iddiada bulunan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'dır.
Nitekim, Anayasa Mahkemesi de bir iddiayı desteklemek
için sunulan ses ve görüntü kayıtlarının başka delillerle doğrulanmadıkça
kullanılamayacağını belirtmiştir. Mahkeme'ye göre, 'Başkaca inandırıcı ve
pekiştirici kanıtlar bulunmadıkça yalnızca ses bantlarının' çok ağır bir
isnada' ciddilik kazandırabilmesi bir hukuk Devletinde düşünülemez.' Böylece
Anayasa Mahkemesi, bir delilin 'isnadın ciddiliği görüşüne desteklik edebilecek
bir nitelikte' olması gerektiğini vurgulamıştır. (E. 1971/1, K. 1971/67, K.T.
17.8.1971 ve 19.8.1971). Ayrıca, bir siyasi parti kapatma davasında da Mahkeme,
davalı partinin 'kasetlerin tek başlarına delil olamayacakları' iddiasını kabul
etmiştir. Buna göre, 'Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Askeri Yargıtay'ın
kökleşmiş içtihatlarına göre ses bantları ve kuşkusuz video kasetleri yan
delillerle doğrulandığı ölçülerde delil olarak kabul edilmektedir.' (E. 1993/3,
K. 1994/2, K.T. 16.6.1994).
Başsavcı esas hakkındaki görüşünü hazırlarken Türkiye
içinde topladığı delillerin yeterli olamayacağını görmüş olacak ki, delil
toplama çabasını ülke sınırları dışına taşırmıştır. Esas hakkındaki görüşünde
Başsavcı, İran'da yayınlanan bir gazetede çıkan yazıda Türkiye'de bir İslam
Devrimi beklentisi olduğunun yazıldığı iddiasına yer vererek (s.25), bunu
partimiz aleyhine delil olarak sunmuştur. Yurt dışındaki bir gazetede yer alan
bir iddianın hangi mantıkla partimizle ilişkilendirildiğini anlamak mümkün
değildir. Böylesi bir mantıkla delil oluşturmak bizi son derece tehlikeli
noktalara götürebilir.
3. Gerçeğe aykırı iddialar delil olarak kullanılamaz
İddianamede partimiz mensuplarına atfedilen söz ve faaliyetlerden
bir kısmı doğruluğu başkaca delillerle desteklenmeden basında haber yapıldığı
şekliyle delil olarak gösterilmiştir. Hatta basında yer alan haberlerden bir
kısmı da tahrif edilmek suretiyle deliller arasına eklenmiştir.
Örneğin Başbakan'ın New Straits Times'a verdiği mülakat
iddianamede ve ardından da esas hakkındaki görüşte tahrif edilmek suretiyle
delil olarak sunulmuştur.
Başbakan'a atfedilen ''Modern bir İslam devleti olarak
Türkiye, medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir'' (s.27) sözü, iddianamedeki
çarpıtmalara dayalı kurgulamanın tipik bir örneğidir. Başbakan'ın Malezya'da
yayınlanan New Straits Times adlı gazeteye verdiği mülakat söz konusu gazetede
İngilizce'ye çevrilerek yayınlanmıştır.
Ek'te dönemin Star Gazetesinin talebi üzerine Malezya'nın
Türkiye Büyükelçiliği tarafından gönderilen ve anlaşılan oradan da Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığına iletilen New Straits Times (NST) gazetesinin söz
konusu mülakata ilişkin sayfalarında Başbakan Erdoğan'ın 'İslam devleti'
anlamına gelebilecek hiçbir sözü bulunmamaktadır. Delil olarak sunulan kısmın
İngilizcesi şöyledir:
'NST: What role would Turkey want to play in global
affairs as a modern Muslim nation'
Erdogan: Turkey can serve as a model of how Islam and
democracy can coexist in a harmonious way. Turkey will prove (Samuel)
Huntington wrong when he said that there would be a clash of civilisations.
Turkey can show that harmony of civilisations is possible.'
Nitekim, bu mülakatın Türkçe orijinali Başbakanlık Basın
Merkezi'nin resmi internet sitesinde tam metin olarak yer almıştır. Mülakatın
ilgili kısmı şu şekildedir:
'SORU: Türkiye modern Müslüman bir ülke olarak, ne gibi
bir rol oynamak ister'
BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN: Türkiye, İslâmiyet'in ve
demokrasinin, ahenkli bir biçimde birarada bulunabildiğini gösteren bir model
olabilir. Türkiye, bir medeniyetler çatışması yaşanabileceğini söyleyen Samuel
Huntington'un yanılmış olduğunu kanıtlayacaktır ve medeniyetlerin ahenk içinde
yaşamasının mümkün olduğunu gösterebilir.'(EK-3)
Tek başına bu örnek bile, İngilizce metinlerin çevirisi
yaptırılmadan ve doğruluğu araştırılmadan, kasıtlı gazete haber ve
yorumlarından önyargılı bir şekilde aynen aktarılmak suretiyle 'Ek' olarak
sunulması, partimiz hakkında 'delil' oluşturma çabasının ne boyutlara ulaştığını
açıkça göstermektedir.
Bu gerçeklik karşısında farklı bir yaklaşım sergilemesi
gereken Başsavcı esas hakkındaki görüşünde de tahrifat yapmaya devam ederek
şöyle demektedir: 'İddialarımızı doğrulayan kanıtlar, Başbakanın gazetecinin
sorusuna verdiği yanıtın içindedir. Başbakan yanıtında, Türkiye'nin geleceğine
ilişkin değerlendirmeler yaparken, geçmişine ilişkin de sonuçlar çıkarmaktadır.
Laik ve demokratik bir ülkenin 'İslamiyetin ve demokrasinin ahenkli bir biçimde
bir arada bulunabileceği bir model' olacağını ifade ederken, bu tespitin
arkasında Cumhuriyetin laik karakterinin yadsınmasının yanı sıra, ülkemizde
şimdiye kadar İslamiyet ile demokrasinin bağdaştırılamadığı, bir çatışmanın
yaşandığı ön yargısı ve değerlendirmesi vardır.' (s.41). Başsavcılığın, ne
anlama geldiği çok açık olan bir metinden, 'niyet okuyuculuğu' yöntemiyle bu
kadar farklı anlamlar çıkarma başarısı karşısında şapka çıkarmak gerekir. Öte
yandan, Başsavcılık esas hakkındaki görüşünde bu konuda tahrifat yapmayı
sürdürmektedir. İddianamede Başbakan'ın bu konuşmasının tamamen tahrif
edildiğini ilk cevabımızda açık bir şekilde ortaya koyduktan sonra, tahrifatı
ortaya çıkan Başsavcılık bu defa da esas hakkındaki görüşünde kelime oyunları
ile farklı bir çarpıtmaya başvurmaktadır. Başbakan'ın konuşmasında geçen
'Türkiye İslamiyet'in ve demokrasinin ahenkli bir biçimde bir arada
bulunabildiği' ifadesi, 'İslamiyetin ve demokrasinin ahenkli bir biçimde bir
arada bulunabileceği' şeklinde kullanılarak farklı bir anlam üretilmeye
çalışılmıştır.
Basında yer alan haberlerin ek delillerle doğrulanmadan
kullanılması, hiçbir zaman var olmamış 'olgu'ların delil olarak gösterilmesi
gibi bir garabeti de ortaya çıkarmaktadır. Örneğin, İddianamede, Meclis eski
Başkanı Bülent Arınç'ın 'laik devlet ilkesine aykırı eylem ve demeçleri'
arasında, 'Başkanlığını yaptığı TBMM'nin mescidinde Kuran kursu açıldığının
yazılı basında yer aldığı' şeklinde bir ifadeye de yer verilmiştir (s.57).
Başsavcılık konuyla ilgili biraz araştırma yapmış olsaydı, bu haberin tamamen
düzmece olduğunu öğrenebilirdi. Nitekim bu konuda CHP Denizli Milletvekili
Mehmet Neşşar tarafından TBMM Başkanı Bülent Arınç'a yöneltilen 'TBMM kampusü
içindeki mescitte Kur'an Kursu açılıp açılmadığı' şeklinde bir soru önergesi
üzerine mesele aydınlatılmıştır. Bu soruya verilen 3.7.2005 tarihli cevapta
Mecliste Kur'an Kursu açılmadığı, kurs açma yetkisinin de Diyanet İşleri
Başkanlığına ait olduğu belirtilmiştir (EK- 4).
Aynı şekilde, tekzip edilen ve aslı olmayan konuşmalar da
iddianamede delil olarak kullanılmıştır. Halbuki, kamu adına hareket eden iddia
makamının iddianamesini gazete kupürlerine dayandırırken, bu haberlerle ilgili
tekziplerin olup olmadığını da araştırması gerekirdi. Ayrıca aynı haber birden
fazla basın ve yayın organında birbirinden farklı şekillerde yer almış olmasına
rağmen, iddianamede bunlardan sadece maksada uygun olduğu düşünülenlerin
alınması da objektiflikten uzaklaşıldığını göstermektedir.
Öte yandan Başsavcı esas hakkındaki görüşünde, basında
yer alan haberlerin tekzip edilmemiş olmasını bunların doğru olduğuna karine
saymaktadır. Bu görüşe katılmak mümkün değildir. Zira, bir gazete haberinin
tekzip edilmemiş olması orada yer alan hususların doğru olduğu anlamında
gelmez. Birçok Anayasa Mahkemesi kararında da belirtildiği üzere gazete
haberlerinin destekleyici başka kanıtlarla doğruluğunun ispatlanması şarttır.
Aksi durumda basında hakkında gerçek dışı haberler yer alan ancak tekzipte
bulunmayan ya da bulunamayan kişilerin bir hukuk devletinde kabul edilemeyecek
şekilde suçlanması tehlikesi ortaya çıkabilir. Tekzip kişinin kendi isteğiyle
başvuracağı bir yoldur ve kişileri buna zorlamak mümkün değildir. Sayısız basın
yayın araçlarının hergün onbinlerce haber yaptığı bir ortamda kişilerin bundan
haberdar olabilmesi bile çoğu defa mümkün değildir. Örneğin Başsavcı hakkında
yakın zamanda basın yayın organlarında binlerce haber yer almış ve bir kısmında
da çeşitli ithamlarda bulunulmuştur. Eğer Başsavcı bunları tekzip etmediyse
doğru olduğuna mı hükmetmek gerekir' Bir hukuk devletinde kişileri kendi
haklarındaki asılsız haberleri takip ve tekzibe zorlamak mümkün olmadığı gibi,
salt bu haberlerle o kişileri suçlamak da sorumluluk hukuku ilkeleriyle
bağdaşmaz.
İddianamede, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın 'Reformlar
sancılı olur' Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken birçoğu kanlı oldu.
Bu konuda sabır ve zamana ihtiyacımız var. Önemli olan bir şeyi yaparken kırıp
dökmemek ve bu da bizim hassasiyetimiz. Yolumuza da bu şekilde devam edeceğiz.'
(s.85) şeklinde beyanda bulunduğu ileri sürülmüştür. Binali Yıldırım'ın bu
konuşması çeşitli basın organlarında yer almış, bunlardan sadece birisinde
'kanlı oldu' ibaresi geçmiştir. Oysa bu konuşmaya yer veren çok sayıdaki diğer
yayın organlarında bu ibare kesinlikle bulunmamaktadır. Kaldı ki, bu konuşmanın
yapıldığı derneğin resmi tutanaklarında da, söz konusu cümle 'Reformlar sancılı
olur. Reformları uzlaşarak yapmak toplumun menfaatinedir. Reformların bir
kısmının sonu alındı. Bir kısmının da zamana bağlı olarak alınacaktır. Kırıp
dökmeden iş yapmak zorundayız' şeklinde yer almaktadır. Başsavcı esas
hakkındaki görüşünde bu konuşmayla ilgili haberin yer aldığı gazetenin tekzip
edilmediğinden bahisle konuşmanın yapıldığı derneğin resmi tutanağının doğruyu
yansıtmadığını ileri sürmektedir. Başsavcının bu konuşmayı düzenleyen kuruluşun
resmi tutanağı yerine, doğruluğu başka kanıtlarla desteklenmeyen söz konusu
gazetenin haberine itibar etmesi kabul edilemez. Öte yandan, bir an için Binalı
Yıldırım'ın 'Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken birçoğu kanlı oldu'
sözünü söylediğini varsaysak bile bunun laikliğe aykırı bir söylem olarak
takdim edilmesi yanlıştır. Kaldı ki Yıldırım, iddianamede yer verilen
konuşmasında bu biçimdeki yöntemi tasvip etmediklerini de 'önemli olan bir şeyi
yaparken kırıp dökmemek ve bu da bizim hassasiyetimiz. Yolumuza da bu şekilde
devam edeceğiz' sözleri ile ifade etmektedir. İlginçtir ki, Başsavcı da esas
hakkındaki görüşünde 'laikliğin dini dogmalara ve hurafelere karşı verilmiş
uzun ve kanlı bir mücadelenin ürünü olduğunu' (s.10) söylemektedir. Biz de
şimdi Başsavcının bu sözünü, laikliğin korunması için yapılmış bir 'şiddet
çağrısı' olarak mı yorumlamalıyız' Bir an için Binali Yıldırım'ın bu sözü
söylediğini varsaysak bile, Başsavcının kendisi söyleyince sorun teşkil etmeyen
bir sözü, AK Partili birisi söyleyince kapatmaya delil olarak sunması tam bir
tutarsızlıktır.
Yine iddianamede AK Parti Mardin Milletvekili Nihat
Eri'nin TBMM Dışişleri Komisyonu toplantısında 2003 yılı Aralık ayında yaptığı
konuşmada din eğitiminin yeterince verilmemesinden yakınarak 'Böyle olunca da
gençler illegal örgütlerin eline düşüyor. Tehvid-i Tedrisat Kanunu getirildi
tekkeler kaldırıldı, ama tekkelerde verilen bilgi, mevcut düzenleme ile
verilemiyor. Bu yüzden insanlar yanlış yerlere, hatta örgütlere yöneliyorlar,'
dediği ileri sürülmüştür (s.77). Halbuki söz konusu konuşma iddianamede ileri
sürüldüğü gibi olmayıp, bu konuşmada kesinlikle 'tekke' kelimesi geçmemiştir.
Nitekim Komisyon Başkanı da bu durumu teyit etmiştir. Ayrıca, basında çıkan
haberler üzerine Nihat Eri, 'tekzip' metni göndermiş, ertesi günkü yayınlarında
bir kısım gazeteler açıklamalarından bahsetmiştir. Tekzipten hiç bahsetmeyen
bir gazete muhabirine Basın Konseyi tarafından 'uyarma' cezası verilmiştir.
Diğer yandan, iddianamede AK Parti İstanbul Milletvekili
Egemen Bağış'ın açıkça 'Bu benim düşüncem. Partimin düşüncesini soruyorsanız,
henüz bu konuyu konuşmadık' şeklinde ifade ettiği kişisel görüşleri adeta
partimizi bağlayan beyanlar olarak gösterilmiştir (s.98). Bağış bu konuşmanın
bazı kısımlarını tekzip ettiği ve tekzip metni 7 ve 8 Şubat 2008 tarihli basın
ve yayın organlarında yer aldığı halde iddianamede bu husus belirtilmemiştir.
Aksine, bu konuşmanın bağlamından koparılarak ve tekzipler dikkate alınmadan,
Merve Kavakçı hadisesiyle irtibatlandırılmaya çalışılması (s.124), iddianamenin
deliller açısından zayıflığını ve kurgusal boyutunu gösteren diğer bir çarpıcı
örnektir. Başsavcı esas hakkındaki görüşünde Egemen Bağış'ın bu sözleri söylediğine
ilişkin bir ses kaydından bahsetmekle birlikte, ekte sunulan deliller arasında
buna dair bir kayıt bulunmamaktadır.
İddianamede, bir televizyon programında 'AKP'nin Merkez
Karar ve Yönetim Kurulu Üyesi Ayşe Böhürler ile Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı
Burhan Kuzu arasında geçen konuşmada, Ayşe Böhürler'in türbanlı olarak hukuk
öğrenimini bitirmiş bir kadının yargıçlık yapmasını savunduğu, bu doğrultudaki
önerilerini Burhan Kuzu'nun, 'Acele etmeyin ona da sıra gelecek' diye
yanıtladığı' şeklindeki ifadelere yer verilmiştir (s. 95).
Bu iddia da tamamen gerçek dışıdır. Burhan Kuzu, hiçbir
yerde böyle bir açıklama yapmamıştır. Bu konuda yayınlanan gazete haberlerine
itibar etmek yerine, söz konusu televizyon programının kasetleri izlenmiş
olsaydı, iddianamede bu asılsız sözlere yer verilmezdi. Nitekim Kuzu, hakkında
bu yönde çıkan gazete haberlerini tekzip etmiş ve bu tekzip yazısı daha önce bu
yanlış haberi yayınlayan gazetelerin köşe yazarları tarafından da
yayınlanmıştır. Başsavcı esas hakkındaki görüşünde Burhan Kuzu'nun söz konusu
televizyon programında 'susmak suretiyle' başkasının söylediği sözü
onayladığını söyleyerek, iddianamedeki ithamının yanlış olduğunu itiraf
etmektedir. Ancak ne yazık ki Başsavcı, Burhan Kuzu'nun susmasından bile bir
anlam çıkararak suçlamasını sürdürmektedir. Bir hukuk devletinde kişilerin
susmasını bile hukuka aykırı gören bir zihniyet hak ve özgürlükler bakımından
endişe vericidir.
Aynı şekilde, iddianamede partimiz Gaziantep Milletvekili
Fatma Şahin'in 'kamuda türban takılması' hakkında beyanda bulunduğu ileri
sürülmüştür. (s.97). Ancak, Fatma Şahin'in konuşması bazı basın organlarında
tamamen çarpıtılarak yer almıştır. Şahin, daha sonra 'kamuda çalışanların
başörtüsü takması gerektiğine ilişkin bir düşüncesi ve çalışmasının olmadığını'
açıkça belirtmiş ve bu konudaki düzeltmeler farklı basın organlarında yer
almıştır. Ne yazık ki, bu düzeltmeler de iddianamede yer almamıştır.
Başsavcılık esas hakkındaki görüşünde Fatma Şahin'in sonradan böyle bir sözünün
olmadığını açıklamasının hiçbir değeri olmadığını iddia etmektedir. Fatma Şahin
böyle bir ifadesinin bulunmadığını belirtmek için tekzipte bulunmanın dışında
acaba daha ne yapabilirdi' Bu tekzibe rağmen ne yazık ki Başsavcının önyargısı
değişmemiştir. Bu durum bize Einstein'ın 'önyargıları yıkmak atomu
parçalamaktan daha zordur' sözünü hatırlatmaktadır.
İddianamede Devlet Bakanı Mehmet Aydın'ın; 2004 yılı
Nisan ayında Almanya'da Frankfurter Allgemeine gazetesine verdiği demeçte 'Eğer
bir kadın kapanması gerektiğini düşünüyorsa, bu konuda bir demokrat olarak
sadece şunu söyleyebilirim: buna hakkı var'Türban takılması, kamu
kuruluşlarında mümkün olabilir'Bizim kadınlara kendi kurallarımızı zorlamaya
hakkımız yok. Aksi halde bir yan konudan büyük sorun yaratırız' dediği ileri sürülmektedir.
(s. 89). Oysa Mehmet Aydın bu sözleri Almanya'da o tarihte yaşanan başörtüsü
tartışmaları hakkında söylemiştir. Mehmet Aydın'a Almanya'da adı geçen gazete
muhabiri, 'Berlin'de başını örterek devlet okulunda derslere giren öğretmen
nedeniyle Almanya'da yoğun şekilde İslami başörtüsü tartışılmaktadır. Hicap
(başörtüsü) İslamcı aşırılığın bir simgesi midir'' şeklinde sorular
yöneltmiştir. Aydın'ın iddianamede yer verilen sözleri bu soruya verilen bir
cevap olup, Türkiye'deki sorunla ilgisi yoktur.
Diğer yandan, iddianamede Konya'nın Seydişehir Belediye
Başkanı İbrahim Halıcı'nın ''İnşallah bütün okullar imam hatip olacak'' dediği,
ileri sürülmektedir (s.105). Sadece Cumhuriyet gazetesinde yer alan bu iddia
tamamen asılsızdır. İddianamedeki bu söz, İbrahim Halıcı'nın konuşmasını haber
yapan 30 Mart 2008 tarihli çok sayıdaki yerel gazetenin hiçbirinde yer
almamıştır. Buna rağmen Başsavcılığın esas hakkındaki görüşünde hala bu
iddiasını sürdürmesi anlaşılır gibi değildir.
4. Yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunan sözler delil
olarak kullanılamaz
Yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunan beyanları
nedeniyle milletvekillerinin Anayasanın açık hükmü ile mutlak olarak sorumsuz
kabul edilmesi karşısında, bunlardan dolayı beş yıllık parti yasağı ve
milletvekilliğinin düşmesi gibi yaptırımların uygulanmasının istenmesi
Anayasanın 83 üncü maddesinin amacıyla bağdaşmaz.
Yasama sorumsuzluğu, milletvekillerinin yasama
faaliyetlerini yürütürken açıkladıkları düşüncelerinden ve verdikleri oylardan
dolayı sorumlu tutulamamalarını ifade eder. Anayasanın yasama sorumsuzluğuna
ilişkin hükmüne göre, 'Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis
çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o
oturumdaki Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alınmadıkça
bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar'.
(m.83/1).
Yasama sorumsuzluğunun amacı, milletvekillerinin Meclis
çalışmalarındaki oy, söz ve düşünce açıklamalarından mutlak manada sorumsuz
tutulmasıdır. Demokrasilerde yasama sorumsuzluğu, milletvekillerinin hiçbir
şekilde hukuksal bir engellemeyle karşılaşmaksızın düşündüklerini özgürce ifade
etmek için getirilmiş önemli bir güvencedir. Böylece milletvekilleri kendileri
ya da mensup oldukları parti bakımından her hangi bir yaptırıma maruz
kalmayacakları güvencesiyle yasama faaliyetlerine 'özgür iradeleri' ile
katılabileceklerdir.
İddianamede yasama sorumsuzluğu kapsamındaki oy verme ve
yapılan konuşmaların kapatma davasında delil olarak sunulması yasama
sorumsuzluğunu temelden zedelemektedir.
Milletvekilinin konuşmasından dolayı, her ne kadar bir
ceza davasında yargılanması durumu söz konusu değilse de, bu konuşmalarla
partisinin kapatılabilmesi yasama sorumsuzluğunun amacı ile açıkça çelişmektedir.
Nitekim yapmış olduğu konuşmadan dolayı partisinin kapatılmasına sebebiyet
veren milletvekilinin aynı zamanda hem milletvekilliği sona ermekte, hem de bu
tarihten itibaren beş yıl bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve
deneticisi olamama biçiminde bir yaptırım uygulanmaktadır. Oysa yasama
sorumsuzluğu, tamamen yasama faaliyetleri ile ilgili bu biçimdeki
cezalandırmalara karşı da milletvekillerini koruyan bir güvence niteliğinde
olmalıdır.
Anayasa Mahkemesi de yasama sorumsuzluğunun
milletvekillerine sağladığı güvenceyi bir kararında şu şekilde ifade
etmektedir: 'Milletvekilinin, yasama işleriyle ilgili olarak Meclis'te
kullandığı oylar, söylediği sözler, ileri sürdüğü düşünceler nedeniyle yasama
organı dışında herhangi bir makam tarafından sorumlu tutulamaması anlamına
gelen ve 83. maddenin birinci fıkrasında yer alan 'sorumsuzluk'un amacı, ulusal
iradenin tam bir serbestlikle açıklanmasıyla birlikte görevin tam bağımsızlıkla
yerine getirilmesinin güvenceye alınmasıdır' Sorumsuzluk, cezalandırılmamayı;
dokunulmazlık ise ertelemeyi amaçlamaktadır. Anayasal konum gereği sağlanan bu
güvence, yasama organı üyeleriyle öbür görevliler ve yurttaşlar, dolayısıyla
yasama organı üyesi olmayan partililer arasında bir fark yaratmaktadır.' (E. 1986/13,
K.1987/12, K.T. 22.5.1987).
Milletvekillerinin, yapmış oldukları konuşmalar ve
açıklamış olduğu düşüncelerinden dolayı partilerinin kapatılabileceğini,
milletvekilliklerinin düşeceğini ve beş yıl siyasi parti yasağına maruz
kalabilecekleri endişesini taşımaları durumunda, yasama faaliyetlerine özgür
iradeleriyle katılabileceklerini düşünmek mümkün değildir. Bu da sonuçta yasama
faaliyetlerinin layıkıyla yerine getirilmesini engelleyecektir. Başka bir ifade
ile partili milletvekillerinin konuşmaları, partilerinin kapatılmasında gerekçe
olarak kullanıldığı takdirde, yasama sorumsuzluğunun pratikte bir anlamı
kalmayacaktır.
Ayrıca parti kapatma davalarında yasama sorumsuzluğunun
dikkate alınmaması, partili milletvekillerinin ifade özgürlüğünün bağımsız milletvekilleriyle
karşılaştırıldığında eşitsiz biçimde kısıtlanması sonucunu doğuracaktır. Bu
durum da demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olarak nitelendirilen
siyasi partilerin özel olarak cezalandırılması anlamına gelecektir.
Bu nedenle Anayasanın 69 uncu maddesindeki beş yıllık
siyasi parti yasağı, 84 üncü maddedeki milletvekilliğinin düşmesi ile 83 üncü
maddedeki sorumsuzluk hükümlerinin birlikte değerlendirilerek uyumlu bir yoruma
tabi tutulması zorunludur. Böyle bir değerlendirme sonucunda da, 83 üncü madde
hükmünün daha 'özel' bir hüküm olarak diğerleri karşısında üstün tutulması
gerekir.
Kaldı ki, iddianamede partimiz milletvekillerine atfen
yer verilen beyanların tamamı, yasama sorumsuzluğu güvencesini gerektirmeyecek
şekilde ifade özgürlüğü kapsamındadır. Bu nedenle iddianamedeki anlayışa göre
yasama sorumsuzluğu tamamen tersine sonuçlar verecek biçimde işletilmeye
çalışılmakta ve bu bakış açısına göre normalde suç olmayan konuşmalar,
milletvekilleri tarafından yapıldığında partinin kapatılmasına ve böylece
milletvekilinin beş yıl siyasi faaliyet yasağı ile cezalandırılmasına yol
açabilmektedir.
Bu bağlamda iddianamede yer alan ve Başsavcının siyasi
parti özgürlüğüne bakış açısını özetleyen şu ifade bu özgürlüğü tamamen
güvencesiz hale getirmektedir: 'Hukuk düzeninin suç olarak öngörmediği eylem,
bu eylemin bir siyasi parti tarafından veya siyasi parti aracı kılınmak yoluyla
işlenmesi durumunda, yarattığı ve kaçınılmaz olarak yaratacağı sonuçları
gözetildiğinde, siyasi parti için yasaklama gerektirebilir. Eylemin suç olarak
düzenlenmemesi, o eylemin hiçbir biçimde kınanamaması sonucunu
doğurmaz.'(s.22). Öncelikle belirtilmelidir ki, bir eylemin siyaseten
eleştirilmesi ya da kınanması ile eylemin kapatma davasında delil olarak
kullanılması birbirinden çok farklı sonuçlar doğurur. Bu biçimdeki ayırıma
özellikle dikkat edilmelidir. Bir eylemin kınanabilir nitelikte olması onun
hukuken de müeyyideye tabii olduğu anlamına gelmez. Siyasi alanda yaşanan
tartışmalara yönelik kınama biçimindeki tepkiler siyasi alanın aktörlerince
ortaya konulabilir. Ancak, siyasi alandaki bu tartışmaların etkisinde kalarak
bir siyasi partinin hukuken müeyyidesi olmayan bir eylemden dolayı
kapatılmasını talep etmek iddianamenin, hukuki değil, siyasi endişelerin etkisinde
kalınarak hazırlanmış olduğunu teyit etmektedir.
5. Partinin kurulmasından önceki söz ve eylemler
partimize isnat edilemez
İddianamede ve esas hakkındaki görüşte AK Parti'nin
kurulmasından önceki dönemlere ait açıklamalara da yer verilmiştir. Bu açıklamaların
laikliğe aykırı olup olmadığı sorunu bir yana, kapatma davasına konu edilen
partiyi bağladığı da ileri sürülemez.
Bir siyasi partiye isnat edilebilecek söz ve eylemlerin,
zorunlu olarak bu siyasi partinin kurulduğu tarihten sonraki döneme ait olması
gerekmektedir. Oysa iddianamede aksi bir durum hiçbir hukuki dayanağı
olmaksızın kabul ettirilmeye çalışılmakta ve aynen şu ifadeye yer
verilmektedir: 'Kapatma davasına konu edilen eylemlerin işlendiği tarihlerin
bir önemi bulunmamaktadır. Eylemlerin üzerinden ne kadar süre geçse de, bu
eylemlere, 'odaklığın' ortaya konulması yönünden iddianamede dayanılması
olasıdır' (s.22). Siyasi partinin kurulmadan önceki bir dönemde kişilerin
söylediği sözlerinden dolayı o partiyi sorumlu tutan bir yaklaşım, hukuk devleti
ilkesinin ihlali anlamına gelmektedir.
Bir partinin kurulmasından yıllar önce yapılmış
açıklamaların bu partiye isnat edilmesi ve partinin kapatılmasında gerekçe
olarak kullanılmak istenmesi 'hukukun genel ilkeleri, hukuk devleti ve hukuk
devletinin unsurlarından olan 'hukuki güvenlik' ilkesine açıkça aykırıdır.
İddianamede (s.31-33), özellikle Başbakanın AK Partinin kurulmasından yıllar
önce söylediği ileri sürülen bazı sözleri ön plana çıkarılarak, Anayasa
Mahkemesi üyelerinde psikolojik bir etki meydana getirilmek istenmektedir. Bu
sözlerin, söylenip söylenmediği bir yana, yıllar sonra kurulan bir partiyi
bağlamayacağı açıktır ve kapatma gerekçesi olarak kullanılması sorumluluk
hukuku prensiplerine kesin olarak aykırıdır.
İddianamedeki bu yaklaşım, siyaset kurumunun ve
siyasetçilerin üzerinde, adeta beşikten mezara kadar süren bir sorumlu tutma
zihniyetini yansıtmaktadır. Hukukta 'süre' denen bir kavramı tanımayan bu
yaklaşımın hukukun genel ilkelerine aykırı olduğu açıktır.
Kaldı ki, siyasi parti kurulmadan önce yapılan
konuşmaların ifade özgürlüğü kapsamında olduğu da bir gerçektir. Nitekim bu
durum yargısal süreç sonucunda teyit edilmiştir. Örneğin AK Parti milletvekili
Ömer Dinçer'in, partimizin kurulmasından yıllar önce, 1995 yılında, bir bilimsel
sempozyumda sunduğu bildiriden dolayı yapılan ceza soruşturmasında Erzurum
Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı takipsizlik kararı vermiştir.
7.6.2004 tarihli bu kararda söz konusu bildirinin ifade özgürlüğü kapsamında
olduğu şu şekilde vurgulanmıştır:
'Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 'ifade
özgürlüğü' başlığını taşıyan 10. maddesinde herkesin görüşlerini açıklama ve
anlatım özgürlüğüne sahip olduğu belirtilerek, bu hakkın kanaat özgürlüğü ile
kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber
veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerdiği belirtilmiş, sözleşmenin
uygulanmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında da açıkça
şiddet ve şiddete çağrı içermeyen her türlü düşüncenin ifade özgürlüğü kapsamında
kabul edildiği vurgulanmıştır.
Suç ihbarı dilekçesine ekli 'Bilgi ve Hikmet' isimli
derginin Güz/1995 tarihli 12. sayısında neşredilen konuşma metninin kül olarak
değerlendirilmesi neticesinde belirtilen konuşmanın şiddete çağrı ve suç
işlemeye tahrik içermemesi, ifade özgürlüğü kapsamında kalması nedeniyle,
TCK'nun 146/2, 311, 312/1'2 maddelerinde düzenlenen suçların unsurlarının
oluşmadığı anlaşılmakla;
Müsnet fiillerle ilgili olarak sanık hakkında TAKİBAT
YAPILMASINA MAHAL OLMADIĞINA' karar verildi.' (E.2004/128, K.2004/23, K.T. 07.
06. 2004)'.
Benzer şekilde, iddianamede Milli Eğitim Bakanı Hüseyin
Çelik'in, 'Türkiye'de Değişim, Demokrasi ve Aydınlar' adlı kitabındaki
düşünceleri de 'delil' olarak sunulmaktadır (s.73). Oysa bu kitabın içinde yer
alan ve davada delil olarak gösterilen makale, ilk olarak partimizin
kurulmasından yıllar önce, 1994 yılında bir dergide yayınlanmıştır.
Yayınlandığı tarihten itibaren hiçbir yargısal takibata konu olmayan ve zaten
ifade özgürlüğü kapsamında bulunması nedeniyle Anayasaya da aykırılık taşımayan
görüşler, Cumhuriyet gazetesinin 2.10.2003 tarihli nüshasında haber yapıldıktan
sonra iddianameye dâhil edilmiştir.
Hukuk devletinde, yıllar önce yapılmış konuşmaların,
konuşmayı yapanın iradesi dışında yeniden yayınlanması, bu konuşmaları bugün
yapılmış konumuna getirmez. Her hangi bir parti üyesinin, partinin kuruluşundan
önceki beyanları partiye isnat edilemez. Bu beyanların, partinin kuruluşundan
sonra yazılı veya görsel basın tarafından tekrar edilmesi dahi aynı ilkeye
tabidir.
6. Parti üyesi olmayan kişilerin söz ve faaliyetleri
partimiz aleyhine delil olarak kullanılamaz
İddianamede, 'parti üyeliğinden ayrılanların fiil ve
söylemleri de partiye isnat edilebilir. Bu anlamda Abdullah Gül'ün, parti
kurucu üyesi, başbakan, başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı olarak eylem ve
beyanları da partiye yüklenebilecektir' (s.24) denmekte ve esas hakkındaki
görüşte de bu iddia tekrarlanmaktadır (s.31).
Kapatma davasının açıldığı tarih itibariyle partiyle
hukukî ve fiilî bağı kalmamış olanlar için yaptırım uygulanması ve bunlara
isnat edilen fiillerin siyasî partinin kapatılması talebine gerekçe
gösterilmesi, ancak kanunda bu yönde açık bir hüküm bulunmasına bağlıdır ki,
Anayasada da Siyasi Partiler Kanununda da böyle bir hüküm bulunmamaktadır.
Böyle bir düzenleme bulunmadığı gibi, Anayasanın 69 uncu
ve 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanununun 95 inci maddelerinde yer alan
düzenlemeler de, dava açılmadan önce partiyle hukukî bağı kalmamış olanlar için
siyaset yasağı talep edilemeyeceğini ve bunlara isnat edilen fiillerin siyasî
partinin kapatılması talebine gerekçe gösterilemeyeceğini ortaya koymaktadır.
Anılan hükümlere göre ilgililer hakkında yaptırım
uygulanabilmesi için, bunların, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından Anayasa
Mahkemesi nezdinde dava açıldığı tarihte ilgili siyasî partinin üyeleri
olmaları gerekmektedir. 95 inci maddenin 'Kapatılan siyasî partiler ve
mensuplarının durumu' şeklindeki başlığı da, siyasî parti mensubu olmayanlar
hakkında bu maddenin uygulanamayacağını göstermektedir.
Bu itibarla, kapatma davası açılmadan önce Cumhurbaşkanı
seçilen kişinin, kapatılması istenen siyasî partiyle hukukî ve fiilî bağı
kalmadığından, dolayısıyla siyasi parti mensubu olmasından söz
edilemeyeceğinden, iddianamenin sözü edilen bölümleri dayanaktan yoksundur.
İddianame kamu görevlilerinin fiillerinden dolayı da
partimizi sorumlu göstermektedir. Buna göre, 'devlet kadrolarında yer alan
anılan görevlilerin (Müsteşar, Müsteşar yardımcısı, genel müdür, vali,
kaymakam, baştabip, belediye başkanı, okul müdürü, vb.) eylemleri de, siyasi
partinin bakış açısına ve bunun da bir gereği olarak ortaya çıkması ve
biçimlenmesi nedeniyle siyasi partiye isnat edilmesi gerekmektedir.' (s.155).
Parti üyesi olmayan kamu görevlilerinin beyan ve eylemlerinden
dolayı da, iktidarda olsalar bile, parti ya da partililer sorumlu tutulamaz.
Aksi düşünce Anayasamızda da ifadesini bulan (m.38) 'cezaların şahsiliği
ilkesi' ile bağdaşmaz. Kaldı ki, bir siyasi partinin kimlerin eylemlerinden
sorumlu olacağı Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrasında tadadi olarak
sayılmış olup bunlar arasında parti üyesi olmayan kamu görevlileri
bulunmamaktadır.
Öte yandan, kamu görevlileri, işledikleri bir suç varsa,
bunlardan dolayı şahsi olarak ceza kovuşturmasına ya da disiplin soruşturmasına
maruz kalırlar. Keza kamu görevlilerinin hukuka aykırı işlemlerinin de idari
yargı aracılığıyla denetlenmesi mümkündür.
İddianamede, örneğin, Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanının
üniversitelerde kılık kıyafet özgürlüğü hakkındaki açıklamaları ve bu konuda
Anayasa hükümlerine göre işlem yapılması yönünde üniversite rektörlerine
gönderdiği yazı, 'kanun dışı eylem' olarak nitelendirilmiş (s.124) ve
partimizin 'Anayasaya aykırı eylemleri arasında' sayılmıştır. Halbuki, YÖK
Başkanı 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 6 ncı maddesine göre Cumhurbaşkanı
tarafından doğrudan atanmaktadır. Her şeyden önce, YÖK Başkanının anılan
faaliyetlerinde hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Kaldı ki bulunsa da, bundan
dolayı AK Parti hükümeti sorumlu tutulamaz. Aksi halde, AK Parti hükümetleri
döneminde görev yapan bütün YÖK başkanlarının faaliyetlerinden de hükümeti
sorumlu tutmak gerekirdi.
Başsavcı esas hakkındaki görüşünde, üst düzey bazı kamu
görevlilerinin laiklik karşıtı eylem, söz ve yazıları nedeniyle bu görevlere
getirildikleri gibi, hem hükümetimiz hem de bu kamu görevlileri bakımından asla
kabul edilemeyecek akıl almaz bir iddiaya yer vermektedir. Bu iddiayı ispat
edecek en küçük bir delil sunulamamış olması, masumiyet karinesinin keyfi bir
şekilde ihlal edildiğini ortaya koymaktadır. Yine Başsavcı, YÖK Başkanı
hakkında, bir bakan ve bürokratlar arasında geçen konuşmalardan bahisle,
icraatlarının hükümetten bağımsız olmadığını iddia etmektedir. Bu tür siyasi
magazin konularının asgari bir ciddiyete sahip olması gereken bir hukuki
metinde yer alması talihsizliktir. Öte yandan, her ne kadar özerk de olsa
yürütme içinde yer alan Yükseköğretim Kurulu'nun faaliyetlerinde hükümetle
işbirliği halinde çalışmasında yadırganacak bir husus bulunmamaktadır.
Vali ve kaymakamlar gibi kamu görevlilerinin
icraatlarından dolayı iktidar partisinin sorumlu tutulabileceğine dair
Başsavcılık görüşü de, parti-devlet özdeşliğinin geçerli olduğu tek parti döneminin
anlayışını yansıtmaktadır. Bilindiği gibi, 1935'ten sonra Türkiye'yi yöneten
siyasi partinin Genel Sekreteri İçişleri Bakanlığı, il başkanları valilik, ilçe
başkanları da kaymakamlık görevlerini yerine getirmekteydiler. Bu durum artık
geride kalmıştır. Günümüzde parti üyesi olmayan kamu görevlilerinin beyan veya
işlemlerinden dolayı siyasi partiler, iktidarda olsalar bile, sorumlu
tutulamazlar. Bu görevlilerin atanmasına dair işlemler ve atamadan sonra da
görevlilerin işlem ve eylemleri yargı denetimine açıktır. Dolayısıyla,
Hükümetin atamalarında ve bu görevlilerin işlemlerinde hukuka aykırı bir durum
varsa, bunun yargısal denetimi zaten yapılabilmektedir. Kaldı ki, kamu
görevlilerinin iddianamede yer verilen beyan ve faaliyetlerinde de laikliğe
aykırı sayılabilecek bir eylem bulunmamaktadır.
Bir an için bir hükümetin kamu görevlilerinin eylem ve
işlemlerinden dolayı 'siyasi' olarak sorumlu olabileceği düşünülse bile,
hükümetlerin siyasi sorumluluğu ile partilerin hukuki sorumluluğunu birbirine
karıştırmamak gerekir. Hükümetlerin siyasi sorumluluğu ancak TBMM içinde
işletilebilen 'gensoru' gibi denetim mekanizmalarının harekete geçirilmesiyle
mümkün olur. Seçimler de hükümetlerin halka hesap verdikleri bir diğer siyasi
yöntemdir. Halbuki, partilerin Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmesi hukuki
bir süreçtir ve kapatma yaptırımı da hukuki bir sonuçtur. Dolayısıyla,
hükümetlerin siyasi sorumluluğu kapsamındaki konuların siyasi partilerin hukuki
denetimi sürecine dâhil edilemeyeceği açıktır.
22 Temmuz 2007 seçimlerinde partimizden milletvekili
seçilen Ömer Dinçer'in yıllar öncesine ait bazı sözlerinin partimiz aleyhine
delil olarak sunulması ve bu milletvekilimiz hakkında parti yasağı istenmesi
ise birçok bakımdan hukuka aykırıdır. Herşeyden önce, yukarıda açıklandığı
üzere Ömer Dinçer'in söz konusu ifadeleri nedeniyle hakkında takipsizlik kararı
verilmiştir ve bu ifadelerde laikliğe aykırılık bulunmamaktadır. Öte yandan,
Ömer Dinçer'in bu açıklamaları partimizin kurulmasından yaklaşık on yıl önce
yapılmıştır. Ayrıca, 22 Temmuz 2007 seçimlerinde siyasete giren Dinçer hakkında
o tarihten itibaren laikliğe aykırı en küçük bir söz ya da eylem Başsavcılık
tarafından ileri sürülememiştir. Kapatılması istenen bir siyasi partinin
kurulmasından yıllar önce söylenen bir sözden dolayı bu kişi hakkında parti
yasağı talep edilmesi hukuk tarihine geçecek ibretamiz bir olaydır.
İddianamede, 'Adalet ve Kalkınma Partisi Konya
Milletvekili Halil Ürün'ün danışmanlığını yürüten Ahmet Şükrü Kılıç'ın;
türbanlı olduğu için 28 Şubat döneminde görevine son verildiği bildirilen eşi
Nilgün Kılıç'ın Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 2003 Yılı Kasım ayında yapılan
büyük kongresinde MKYK üyeliğine seçilmesini 'işte 28 Şubat'ın rövanşı diye ben
buna derim' (s.105) ifadesine yer verilerek, Kılıç'ın bu sözlerinden partimiz
sorumlu tutulmaktadır. Başsavcılığın bu iddiası da birçok bakımdan gerçek dışı
ve hukuka aykırıdır. Birinci olarak, Ahmet Şükrü Kılıç bu sözleri
söylememiştir. Kaldı ki söylemiş olduğunu varsaysak bile, yoğun insan hakları ihlallerinin
yaşandığı 28 Şubat sürecine yönelik bir eleştirinin neden 'laikliğe aykırı bir
eylem' olarak nitelendirildiğini anlamak mümkün değildir. İkinci olarak,
partimize üye olmayan Ahmet Şükrü Kılıç'ın bu sözlerinden partimizin sorumlu
tutulması cezaların şahsiliği ilkesi ve sorumluluk hukukuna aykırıdır. Üçüncü
olarak, parti üyesi olmayan Ahmet Şükrü Kılıç hakkında parti yasağı istenmesi
de cezaların şahsiliği ilkesi ve sorumluluk hukukuna aykırıdır. Kendisi değil
eşi parti üyesi olan bir kişinin sözlerinden dolayı partimizi sorumlu tutan ve
söz konusu kişi hakkında parti yasağı isteyen Başsavcılık bu yaklaşımıyla hukuk
devletine aykırılıkta doruğa çıkmaktadır. Öte yandan hiçbir zaman partimizin
üyesi olmamış bir kişiyi 'eş durumundan sorumlu' tutarak hakkında parti yasağı
istemek, hiçbir yerde ve hiçbir zaman benzeri görülmemiş bir hukuk garabetidir.
Başsavcılığın mantığına göre sadece partililerin değil parti mensuplarının tüm
akraba ve hısımlarının söz ve davranışlarından dolayı partimiz sorumlu tutulabilecektir.
7. Partimizin benimsemediği söz ve faaliyetler partimiz
aleyhine delil olarak kullanılamaz
İddianame ve esas hakkındaki görüşte parti yetkililerinin
benimsemediği konuşmalar delil olarak yer almıştır. Parti üyelerinin söylem ve eylemlerinin
kapatma davasında ilgili siyasi parti açısından odak olmada kullanılabilmesi
için parti yetkililerinin bunları benimsemesi şarttır.
Öte yandan, bir partilinin Anayasaya aykırı bir tutum
içinde olduğunun ileri sürülebilmesi için münferit ya da bağlamından koparılmış
söz ve eylemler yeterli olamaz. Siyasi parti üyesi veya yetkilisi olan kişinin
tutumunu belirleyebilmek için, söz ve eylemlerin bütünsel bir biçimde ele
alınması ve aynı konuda farklı zamanlarda ortaya koyduğu genel yaklaşım dikkate
alınmalıdır.
İddianamede, parti üyelerinin söylem ve eylemlerinin
parti yetkilileri tarafından benimsendiğine dair en küçük bir delil
sunulamamıştır. Hatta, parti yetkilileri tarafından açıkça reddedilen sözler
bile deliller arasında sayılmıştır.
Örneğin, iddianamede AK Parti Adana eski Milletvekili
Abdullah Çalışkan'ın sözleri deliller arasında sayılmıştır (s.90-91). Oysa aynı
toplantıda divanı yöneten Genel Başkan Yardımcısı Nihat Ergün, bu konuşmaya
müdahale etmiş, parti olarak bu görüşleri benimsemediklerini açıklamış, ama bu
açıklamaya iddianamede yer verilmemiştir. Nihat Ergün, Abdullah Çalışkan'ın
konuşmasının ardından şunları söylemiştir:
'Biz bir hizmet milliyetçisiyiz, hizmet. Parti olarak da
bir hizmet partisiyiz, bir ideolojik parti değiliz. Toplumu adam etme
sevdasında bir partinin üyeleri değiliz biz. Toplumu bir veri kabul ediyoruz.
İşte toplum bu. Bu toplumdan etkileniyoruz, günü geldiğinde bu toplumu
etkiliyoruz, görüş ve düşüncelerimizle. Bu toplumun var olan problemlerini
çözmek ve bunu daha ileriye götürmek için uğraşan bir siyasi partiyiz.
Muhafazakâr demokrat bir siyasi partinin üyeleriyiz, gençliğiz,
yöneticileriyiz. Muhafazakâr partiler devrimci partiler değildirler.'
Başsavcılık esas hakkındaki görüşünde, 'Bu sözlerin
benimsenmediğinin bir başka partili tarafından açıklanması, eylem ve
söylemlerinde takiyyeyi bir yöntem olarak kullanan davalı partiye hakim olan
genel inanç ve beklentiyi değiştirmeye, yok saymaya yeterli değildir' (s.15)
demektedir. Başsavcının bir başka partili dediği kişi o dönemde partimizin
Genel Başkan Yardımcısı idi. Kaldı ki, Abdullah Çalışkan'ın bu konuşması adli
soruşturmaya konu olmuş ve suç unsuru bulunmayarak koğuşturmaya yer olmadığına
karar verilmiştir.
Kamu adına hareket eden, bu nedenle objektif olması gereken
ve lehe olan delilleri de toplamak zorunda olan Başsavcının, sözde aleyhimize
sunduğu delili açıkça etkisiz kılan bir konuşmayı kafasında oluşturduğu takiyye
kavramı ile geçiştirmeye çalışması önyargılı olma ve şartlanmışlığın bir
göstergesidir. Başsavcılığın bu yaklaşımı karşısında hukuken geçerli olan
tekzip, düzeltme ve reddetme biçimindeki kavramların hiçbir anlamı
kalmamaktadır.
İlk cevabımızda da belirttiğimiz gibi AK Parti, bazı
parti üyelerinin ve belediye başkanlarının parti politikalarıyla uyuşmayan
kişisel görüşlerini benimsemediği gibi, özellikle yerel yönetimlerin
faaliyetlerinde parti politikalarına aykırı tutum ve davranışlardan kaçınılması
gerektiğine dair genelgeler yayınlamıştır. Bu genelgelerde belediyelerin parti
programıyla bağdaşmayan kültürel faaliyetlerden kesinlikle kaçınmaları talimatı
verilmiştir(EK- 5).
Başsavcılık esas hakkındaki görüşünde belediyelerin
sadece kültürel faaliyetleri ile ilgili olarak uyarıldığını, bunun dışındaki
laikliğe aykırı faaliyetler bakımından bir uyarı yapılmadığını iddia etmektedir
(s.40). Söz konusu genelgede belediyelerin asli görevleri arasında yer almayan
hiçbir faaliyette bulunmaması istenmiş olup Başsavcılığın iddiası doğru
değildir. Kaldı ki belediyelerin bu genelgenin kapsamı dışında değerlendirilecek
faaliyetleri de söz konusu olmamıştır.
Öte yandan AK Parti, kurulduğu günden bu yana kamuoyuna
da açık on binlerce toplantı, miting, ziyaret, konuşma ve etkinlikte
bulunmuştur. Nitekim AK Parti'nin merkez ve yerel teşkilatları her ay binlerce
etkinlik gerçekleştirmektedir. Bütün bu etkinliklerin, partinin temel
prensipleri doğrultusunda ve yasalara uygun biçimde yürütülmesine özen
gösterilmektedir.
Elbette, bunca yoğun etkinliklerde bazı hukuka aykırı söz
ve davranışlar olabilir. Çünkü insanın olduğu yerde her zaman hata olabilir.
Önemli olan bu yanlış söz ve eylemlerin partinin yetkilileri, kurulları,
organları tarafından benimsenip benimsenmediğidir. AK Parti, kendi içinde
mevzuata, parti tüzük ve programına aykırı üye eylemleri nedeniyle disiplin
sürecini en iyi işleten ve sıkı biçimde uygulayan bir partidir.
İddianamede disiplin soruşturması açılan partililerin
beyanları da delil olarak gösterilmiştir. Disiplin soruşturmasına tabi tutulan
söz ve faaliyetlerin partimiz aleyhine delil olarak kullanılması mümkün
değildir.
İddianameye göre, 'siyasi partilerin hedef ve amaçlarıyla
bağdaşmayan eylem ve söylemleri nedeniyle ilgili kişilerin eleştirilmemesi ve
haklarında disiplin soruşturması başlatılmaması, bu eylem ve söylemlerin o
siyasi parti tarafından benimsendiği anlamındadır' (s.25). Buna rağmen
partimizin bazı üyelerle ilgili olarak parti tüzüğü uyarınca yaptığı disiplin
soruşturmalarının görmezlikten gelinerek, hakkında soruşturma işlemi yapılan
parti üyelerinin beyanlarının da delil olarak sunulması bir tutarsızlık ve
önyargının bulunduğunu göstermektedir.
İddianamede partimizin bazı milletvekillerinin
başörtüsünün kamu görevlileri için de serbest olması gerektiği yönündeki ve
başka konulardaki kişisel beyanları partimiz aleyhine delil olarak sunulmuştur.
Halbuki partimiz bu tür kişisel görüşleri benimsemediğini kamuoyuna açıklamakla
yetinmemiş, parti politikalarına aykırı bu konuşmaları yapanlar hakkında
disiplin soruşturması yapmış ve ceza vermiştir.
Normalde düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında bulunan bu
sözler hakkında bile disiplin soruşturması açmamız, parti olarak bu konularda
ne kadar hassas olduğumuzu göstermektedir. Dolayısıyla bu kişiler hakkında
partimizin disiplin soruşturması başlattığı kamuoyuna açıklandığı ve basın ve
yayın organlarında da yer aldığı halde, bu sözlerin yine de partimiz hakkında
delil olarak sunulması iyiniyetle bağdaşmayan bir tutumdur.
Başsavcılık esas hakkındaki görüşünde, partimizin açtığı
disiplin soruşturmalarında bazı partililere hafif, bazılarına ise ağır yaptırımlar
uygulandığını, bunun ise bir çifte standart oluşturduğunu söylemektedir (s.35).
Bir partinin disiplin soruşturmaları sonucunda üyelerine ne tür cezalar
vereceği kendi iç meselesidir. Başsavcılığın bu konuya hangi yetki ile müdahil
olmak istediği anlaşılır gibi değildir. Öte yandan bu davayla hiçbir şekilde
ilişkisi olmayan eski bir üyemize verilen disiplin cezası eleştirilerek çifte
standarttan söz edilmesi ilginçtir.
8. İddianamede 'lehe olan delillere' yer verilmemiştir
5271 sayılı yeni Ceza Muhakemesi Kanunu ile iddianamenin
hazırlanması ve içeriği konusunda önemli bir reform gerçekleştirilmiştir. Buna
göre bir iddianamede yalnızca isnat ve aleyhe olan deliller değil, lehe olan
hususların da gösterilmesi zorunludur (CMK.m.170/5). Esasen Başsavcılığın
aleyhe kullanılmak üzere delil olarak iddianamede yer verdiği hiçbir söz ve
faaliyette 'laikliğe aykırılık' isnadını ispatlayacak bir nitelik
bulunmamaktadır. Bununla birlikte Başsavcılığın mantığı açısından 'laikliği
destekleyici' beyanların da 'lehe deliller' olarak sunulması gerekirdi. Başka
bir ifadeyle, 'Kendine göre aleyhe olan hususları' toplayan Başsavcının,
'kendine göre lehe olan hususları' da iddianamesine koyması beklenirdi.
Başsavcılık delil oluşturma gayreti içerisinde sadece
aleyhe olan delilleri sunmuş ve yoğun biçimde konuşmaları bağlamından koparma
örnekleri sergilemiştir. İddianamede 50 nolu delil olarak sunulan Başbakanın
konuşması bunlardan sadece bir tanesidir.
İddianamede Başbakanın, 'Bir taraftan din ve vicdan
özgürlüğü diyeceksiniz, öbür taraftan kalkıp Müslüman için böyle bir defans
uygulayacaksın. Bu defans uygulamaya bir defa kimsenin hakkı yok' ifadelerine
yer verilmiştir (s.50). Ancak iddia makamı, delillerin toplanmasında
tarafsızlık ilkesine riayet ederek Başbakanın aynı konuşmasında geçen ve
gazetelerde de yer alan şu beyanlarını da dikkate almış olsaydı daha sağlıklı
sonuçlara varabilirdi:
'Halkı Müslüman, demokratik ve laik bir ülke olarak
medeniyetler arasında iletişim kurulmasında önemli bir rol oynayabileceğimiz gerçektir.'
'Partimizi kurduğumuzda programımıza yerleştirdiğimiz
ilke şudur: bizim partimiz din eksenli bir parti değildir. Bizim partimiz
muhafazakar demokrat bir partidir ve süreci bu şekilde çalıştırırken halkımızın
da yaklaşık %99'u müslümandır.'
'Her dinin mensupları arasında aşırılar çıkabilir. Ama
gelin biz bu aşırılıklara karşı çıkalım. Aşırılıkların karşısında hep birlikte
beraber olalım. Dayanışma içinde olalım.'
Başbakanın bu ifadeleri, iddia makamının iddiasını
temelden çökertmekte, onu tekzip etmektedir. Başsavcı kanuni görevi olan lehe
delilleri toplama girişiminde bulunmadığı gibi, ilk cevabımızda sunduğumuz
sözde aleyhe delilleri çürüten tekzip ve düzeltmeleri de görmezlikten gelmede
ısrarcı tutumunu sürdürmektedir.
9. Delil üretme gayretiyle 'masumiyet karinesi' ihlal
edilmiştir
Başsavcılığın iddianamesi ve esas hakkındaki görüşünde
çok belirgin olan bir özellik de, delil üretme gayreti sonucu olarak yoğun
biçimde 'masumiyet karinesi'nin ihlal edilmesidir.
İddia makamı, aynı şeyde: 'susmuşsan neden sustun'',
'susmamışsan neden konuştun'', 'tekzip etmemişsen neden tekzip etmedin'',
'tekzip etmişsen baskı üzerine veya sorumluluktan kurtulmak için tekzip ettin',
'disiplin hükümlerini uygulamışsan bu göstermeliktir veya yeterli değildir'
biçimindeki sözler, Başsavcının hukuka rağmen ulaştığı hükümlerdir. Hiçbir
iddia makamı, bu denli keyfiliği hukuk giysisine büründüremez. Hukuk, her ne
ise o dur; ancak asla bu değildir
Başsavcılık iddianamede 'Laikliğe aykırı eylemleri
nedeniyle 1997 yılında Kırıkkale Üniversitesi Rektörlüğü görevinden alınan
Beşir Atalay' şeklinde bir ifadeye yer vermiştir (s.26). İnsan hakları ve
hukukun hiçe sayıldığı 28 Şubat sürecinde hukuk dışı ve keyfi bir işlemle
rektörlük görevinden alınan Beşir Atalay'ın ne o gün ne de daha sonra ortaya
konulmuş tek bir laikliğe aykırı eylemi bulunmamaktadır. Hal böyle iken bir
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının 'masumiyet karinesi'ni açıkça ihlal etmek
suretiyle böyle bir iddiaya yer vermesi hukuk dışı 28 Şubat sürecindeki
mantığın bir uzantısıdır.
İddianamede 'Talim Terbiye Kuruluna sorulmaksızın
görevlendirilen 33 kişinin Cumhuriyet devrimlerine aykırı faaliyetleriyle
bilinen Eğitim Bir-Sen'e üye olanlar arasından seçildiği' ileri sürülmektedir
(s.113). Bu iddia, görevlendirilen öğretmenlerin 9'unun Türk Eğitim-Sen, 4'ünün
Eğitim-Bir-Sen, 2'sinin de Eğitim-Sen üyesi olması nedeniyle gerçek dışıdır.
Ayrıca, masumiyet karinesine herkesten çok dikkat etmesi gereken iddia
makamının, yasal bir kuruluş olarak faaliyet gösteren bir sendikayı 'Cumhuriyet
devrimlerine aykırı faaliyetleriyle bilinen' bir kuruluş olarak nitelemesi ve
bu sendikaya üye devlet memurlarını da zan altında bırakması masumiyet
karinesini ihlal etmektedir.
Başsavcılığın, Anayasa ve yasaların öngördüğü şartlar
çerçevesinde tamamen hukuka uygun olarak alınan ve atanan kamu görevlilerini,
hangi kriterlere dayanarak ve ne hakla 'tarikatçı', 'siyasal İslamcı', 'İslami
kimlikleriyle öne çıkanlar' şeklindeki sıfatlarla nitelendirdiği de
anlaşılamamaktadır. İddianamede ve eklerinde söz konusu kamu görevlilerinin
dini veya siyasi eğilimlerini gösteren hiçbir belge ve bulgu sunulamamıştır.
Kamu görevlilerinin bu şekilde itham edilmesi, hukuk devletinin temel
ilkelerinden biri olan masumiyet karinesinin de hiçe sayılmasıdır. Dolayısıyla,
tüm bu nitelemelerin ve ithamların partimiz hakkındaki peşin hükümlerden
kaynaklandığı ortadadır.
İddianamede, partimizle hiçbir ilişkisi olmayan ilahiyat
bilgini Prof. Dr. Hayrettin Karaman'nın TRT'de yaptığı bir konuşma hükümetimiz
döneminde yapılmış laikliğe aykırı bir faaliyet olarak nitelendirilmiştir. Daha
da ilginç olan, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından bu iddianın
delilleri arasında ekte sunulan 177 nolu belgeye el yazısı ile şunların
yazılmış olmasıdır: 'Hayrettin Karaman Yeni Şafak yazarı. Kendine ait www.hayrettinkaraman.net
isimli site var. Dinci yazıları var. Bu durumu biline biline Ramazanda M.Kemal
Öke tarafından TRT'ye çıkarılıp program yaptırıldı.' Bu konuşmadan
hükümetimizin sorumlu tutulması hukukla bağdaşmayan bir tutum olduğu gibi, bir
ilahiyat bilginini 'dinci' olarak nitelemek, o bilim adamının kişilik haklarına
açık bir saldırı ve masumiyet karinesinin ihlali niteliğindedir.
III. PARTİMİZ LAİKLİĞE AYKIRI EYLEMLERİN ODAĞI HALİNE
GELMEMİŞTİR
Partimiz hakkında açılan davada 'AK Parti'nin laikliğe
aykırı eylemlerin odağı' haline geldiği iddia edilmektedir. Partilerin
yasaklanmasına ilişkin kurallar karşısında bu iddia tamamen hukuki dayanaktan
yoksundur.
Partilerin yasaklamasına ilişkin kurallar Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası, Türkiye'nin taraf olduğu insan hakları sözleşmeleri ve
Siyasi Partiler Kanunu ile düzenlenmiş bulunmaktadır.
Anayasaya göre, bir siyasi partinin eylemlerinden dolayı
kapatılabilmesi ya da devlet yardımından yoksun bırakılabilmesi için o partinin
'Anayasaya aykırı eylemlerin odağı' haline gelmiş olması gerekir. Partilere
daha güvenceli bir statü kazandırmak için 2001 yılında yapılan düzenlemeyle
Anayasanın 69 uncu maddesi siyasi partilerin odak haline gelmesinin şartlarını
belirlemiştir. Buna göre, bir siyasî parti, Anayasanın 68 inci maddesinin
dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemler 'o partinin üyelerince yoğun bir
şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya
merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup
genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut
bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde
işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.'
(m.69/6).
Odak haline gelmenin şartları Anayasada bu şekilde
sayılmakla birlikte, 'odaklaşma' için şart koşulan eylemlerin 'niteliği'
belirtilmemiştir. Anayasanın bu hükmü Siyasi Partiler Kanunu ile de aynen
tekrarlanmış, ancak Kanunda da odak haline gelmede esas alınacak fiillerin
niteliğine dair bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Siyasi Partiler Kanununa
1986 yılında eklenen, fakat Anayasa Mahkemesi tarafından 1998 yılında iptal
edilen hüküm (m.103/2) odaklaşmada dikkate alınacak fiillerin mahkeme kararıyla
'sübuta ermesi'ni şart koşmaktaydı. Siyasi Partiler Kanununun 103 üncü
maddesinde yer alan ve odak olma için partilerin 'aykırı fiillerin işlendiği
bir mihrak haline geldiğinin sübuta ermesi' şartını arayan hükmün Anayasa
Mahkemesi tarafından iptal edilmiş olması, 'fiillerin varlığı' zorunluluğunu
ortadan kaldırmamaktadır. Odak olma koşulu için yine ceza hukuku anlamında
fiillerin varlığı gereklidir, ancak bunların 'mahkeme kararıyla sübuta ermiş
olması' şart değildir. Başka bir ifadeyle, Anayasa Mahkemesi, parti kapatma
davalarında odaklaşmanın gerçekleşip gerçekleşmediğini araştırırken henüz bir
mahkeme kararıyla sübut bulmamış olan fiilleri de dikkate alabilecektir. Ancak
bu fillerin ceza hukuku anlamında 'aykırı fiil' niteliğine sahip olması
gerekmektedir.
Çünkü, odaklaşmanın şartları 2001 değişikliğiyle
Anayasaya konulduktan sonra, fiillerin niteliğine ilişkin somutlaştırıcı bir
düzenleme her ne kadar Anayasa hükmünü tekrarlayan Siyasi Partiler Kanununun
101 inci maddesine konulmamışsa da, aynı Kanunun 102 nci maddesine 12.8.1999
tarih ve 4445 sayılı kanunla eklenen ikinci fıkra hükmünden, Anayasanın 68 inci
maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan hükümlere aykırı fiillerin ceza hukuku
anlamındaki fiiller olduğu anlaşılmaktadır.
Bu hükme göre, 'Parti büyük kongresi, merkez karar ve
yönetim kurulu veya bu kurulun iki ayrı kurul olarak oluşturulduğu haller,
Türkiye Büyük Millet Meclisi grup yönetim kurulu, Türkiye Büyük Millet Meclisi
grup genel kurulu, parti genel başkanı dışında kalan parti organı, mercii veya
kurulu tarafından Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan
hükümlere aykırı fiilin işlenmesi halinde, fiilin işlendiği tarihten başlayarak
iki yıl geçmemiş ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı söz konusu organ, mercii
veya kurulun işten el çektirilmesini yazı ile o partiden ister. Parti üyeleri
68 inci maddenin dördüncü fıkra hükümlerine aykırı fiil ve konuşmalarından
dolayı hüküm giyerler ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı bu üyelerin partiden
kesin olarak çıkarılmasını o partiden ister.'
Bu düzenlemede geçen 'hüküm giyerler ise' ibaresi,
Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan hükümlere aykırı
fiillerin, ceza hukuku anlamındaki filler olması gerektiğinin kanıtıdır.
Siyasi Partiler Kanununun 102 nci maddesinin ikinci
fıkrasında yer alan düzenleme ile, bir siyasi partinin devlet yardımından
yoksun bırakılmasına dayanak oluşturacak fiillerin ceza hukuku anlamında
fiiller olması şart koşulmuştur. Devlet yardımından yoksun bırakma gibi daha
hafif bir yaptırımın uygulanabilmesinde bile ceza hukuku anlamında fiillerin
varlığı şart koşulduğuna göre, bir siyasi partinin kapatılmasına yol açabilecek
olan odak haline gelmede dikkate alınacak fiillerin evleviyetle ceza hukuku
anlamında filler olacağı açıktır.
Odak haline gelme nedeniyle partilerin kapatılması daha
ağır bir yaptırım olduğu için, Anayasa odak haline gelme için sadece Anayasaya
aykırı eylemlerin varlığını da yeterli görmeyerek, bu eylemlerin yoğunluk ve
kararlılık içinde işlenmesini de şart koşmuştur.
Bu düzenlemeye göre, Anayasaya aykırı eylemlerin siyasi
parti üyelerince yoğun bir şekilde işlenmesi ve bunların yetkili organlarca
benimsenmesi şartlarının gerçekleştiği somut ve açık kanıtlarla
belirlenmelidir. Parti üyeleri bir takım eylemler icra ediyor, fakat parti
organları bunları benimsemiyorsa, parti odak haline gelmez. Yine parti
yetkililerinin 'kararlılık içinde' işlenmeyen eylemleri de partiyi odak haline
getirmez. Başka bir ifadeyle, Anayasaya aykırı eylemleri işleyenlerin bu
eylemleri süreklilik içinde sıklıkla ve yoğunlukla tekrarlamaları zorunludur.
Anayasa ve Siyasi Partiler Kanununda yer alan bu
düzenlemelerden açıkça anlaşılacağı üzere; siyasi partilerin yasak eylemleri
nedeniyle kapatılabilmeleri, bu eylemlerin nitelik ve nicelik olarak
'ağırlığına ve yoğunluğuna' ve parti yetkili organlarının bu tür eylemleri
iradi biçimde benimsemelerine veya doğrudan yetkili organlarca
gerçekleştirmelerine bağlanmıştır.
Buna göre bir siyasi partinin eylemleri nedeniyle
kapatılabilmesi için 'laikliğe aykırı eylemlerin varlığı' ve 'odak haline
gelme' şartlarının birlikte gerçekleşmiş olması gerekir. Bu davada bu
unsurların hiçbiri gerçekleşmemiştir.
1. Laikliğe aykırı eylemler mevcut değildir
Bir siyasi partinin eylemleri nedeniyle kapatılabilmesi
için, o partinin organ ve kurulları ile üyelerince işlenen eylemlerin
Anayasa'nın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırılık teşkil etmesi
gerekir. Buna göre, parti eylemlerinin, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine
aykırı olması, sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlaması veya suç işlenmesini teşvik
etmesi halinde aykırılık gerçekleşmiş olur. Bu nitelikte olmayan eylemler ise
parti kapatma sebebi oluşturmaz.
İddianamede, partinin eylem ve söylemlerinin 'laikliğe
aykırı olduğu' iddiasına yer verilmiştir. İddianamede 'laikliğe aykırı
eylemler' olarak ileri sürülen hususlar, laikliğe aykırı bir nitelik
taşımamaktadır.
Laikliğe aykırı eylemden söz edebilmek için, laik devlet
düzeninin dinsel kurallara dayalı bir düzenle değiştirilmesi faaliyetinin
bulunması şarttır. AK Parti'nin, laikliğe ve Anayasanın 68 inci maddesinde
sayılan başka değerlere aykırı hiçbir eylemi ya da açıklaması bulunmamaktadır.
Bu durum karşısında kapatma davası ile kurgulanan tez bütünüyle çökmektedir.
Genel olarak bireyler bakımından düşünce özgürlüğü
kapsamında kabul edilen ifadeler, siyasi parti mensuplarınca kullanıldığında
bunların kapatma nedeni olarak görülmesi ifade özgürlüğüyle ve onun özel bir
kullanım biçimi olan siyasi parti özgürlüğüyle bağdaşmamaktadır. Herhangi bir
kişinin serbestçe söyleyebileceği bir sözü bir siyasinin evleviyetle
söyleyebilmesi gerekir. Özgürlükçü ve çoğulcu demokrasilerde bundan daha doğal
bir şey olamaz. Aksi halde, farklı toplumsal görüş ve talepleri siyasi alana
taşımak için kurulan siyasi partiler işlevsiz kalacaktır.
Düşünce açıklamalarına dayanarak bir siyasi partinin
kapatılmasının talep edilmesi özgürlükçü demokratik rejimin ne derece ciddi bir
tehlike ile karşı karşıya bulunduğunu gözler önüne sermektedir. Oluşturduğu
mantık kurgusu ile iddianame, demokratik bir ülkede siyasi parti özgürlüğünün
özünü ortadan kaldırması ve siyasi partileri gerçek işlevinin dışına
çıkardığını göstermesi bakımından da bir ibret vesikasıdır.
İddianamede partililerin Anayasaya aykırı eylemleri
olarak nitelendirilen beyan ve faaliyetlerinin neredeyse tamamı, aykırılık
oluşturmak bir yana, insan haklarına bağlı demokrat bir partinin savunması
gereken düşünce ve politikalardan oluşmaktadır. 'Anayasaya aykırı eylem' olarak
iddianameye konulan ifadelerde insan haklarına, demokrasiye ve hukuk devletine
vurgu yapılmaktadır. Kaldı ki, bu nitelikte olmayan, başkalarının katılmayacağı
ya da hoş görmeyeceği düşünce açıklamaları dahi, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi ile güvence altına alınan 'ifade özgürlüğü' kapsamında değerlendirilmelidir.
Bir partinin 'Anayasaya aykırı fiillerin odağı' haline
gelebilmesi için, bu fillerin sadece ceza hukuku anlamında aykırı fiil olması
da yeterli olmayıp 'yıkıcı bir amaca yönelik olması', yani Anayasanın 68 inci
maddesinin dördüncü fıkrasındaki değerleri kökten reddetme ve ortadan kaldırma
amacını taşıması da gerekir. Bu bağlamda bir siyasi partinin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı olabilmesi için sunulan delillerde laiklik ilkesini
zayıflatmaya veya ortadan kaldırmaya yönelik aktif, saldırgan ve somut bir
tutumun bulunması gerekmektedir. İddianamede yer verilen beyanlar bir bütün
olarak değerlendirildiğinde, AK Parti'nin, laiklik ilkesini reddetmek bir yana,
demokratik bir ilke olarak pekiştirme konusunda ne kadar kararlı bir tutum içerisinde
olduğu görülecektir.
Partimizin, Anayasanın 68 inci maddesindeki değerleri
ortadan kaldırmaya matuf en küçük bir eylemi veya söylemi bulunmamaktadır.
Aksine Partimiz bu değerleri geliştirmeye yönelik bir misyona sahiptir. Bu
misyon, Parti Tüzüğü ve Programı ile altı yıllık iktidarımız dönemindeki
icraatla açıkça ortaya konulmuş bulunmaktadır.
Anayasanın 68 ve 69 uncu maddeleri ile siyasi partilere
getirilen yasaklar, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 'Siyasi Partilerle
İlgili Yasaklar' başlıklı dördüncü kısmında 'Amaçlar ve Faaliyetlerle İlgili
Yasaklar', 'Milli Devlet Niteliğinin Korunması', 'Atatürk İlke ve
İnkılâplarının ve Lâik Devlet Niteliğinin Korunması' ve 'Çeşitli Yasaklar' ana
başlıklarını taşıyan dört bölüm olarak düzenlenmiştir. Bu kısımdaki yasak
fiillerin doğaları gereği ancak siyasî partilerce veya üyelerince
işlenebileceği açıktır (E. 1998/2, K. 1998/1, K.T. 9.1.1998).
Anayasanın 'Suç ve cezaların kanuniliği ilkesi'ni
düzenleyen 38 inci maddesinde; 'Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan
kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu
işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza
verilemez. Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur.
Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz. Ceza sorumluluğu
şahsîdir.' kuralı yer almıştır. Suç ve cezalara ilişkin genel kanun niteliğinde
olan Türk Ceza Kanununun 2 nci maddesine göre de; '(1) Kanunun açıkça suç
saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz.
Kanunda yazılı cezalardan ve güvenlik tedbirlerinden başka bir ceza ve güvenlik
tedbirine hükmolunamaz. (2) İdarenin düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza
konulamaz. (3) Kanunların suç ve ceza içeren hükümlerinin uygulanmasında kıyas
yapılamaz. Suç ve ceza içeren hükümler, kıyasa yol açacak biçimde geniş
yorumlanamaz.'
2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 98 ilâ 108 inci
maddelerini kapsayan 'Siyasi Partilerin Kapatılması' başlıklı beşinci kısmında;
parti yasaklarına aykırılık halinde uygulanacak yaptırımlar; ceza (hapis -
m.117) ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri (parti kapatma, işten el
çektirme, ihraç, devlet yardımından yoksun bırakma -m.101,102,103 ve 104)
olarak düzenlenmiştir.
Parti kapatmada dikkate alınacak fiillerin, ceza hukuku
anlamında fiiller olduğunu teyit eden bir başka hüküm de Siyasi Partiler
Kanununun 'Kanuna aykırı sair davranışlar' başlıklı 117 nci maddesidir. Bu
hükme göre; 'Bu Kanunun dördüncü kısmında yazılı yasak fiilleri işleyenler,
fiil daha ağır bir cezayı gerektirmediği takdirde, altı aydan az olmamak üzere
hapis cezası ile cezalandırılırlar'. Anayasa Mahkemesi de bir kararında aynı
görüşe yer vermiştir (AYMK., Esas Sayısı:1986/13,Karar Sayısı:1987/12; Karar
günü:22/5/1987.)
'117. maddede', 4. kısımda yazılı yasak eylemleri
işleyenlerin, eylemin daha ağır bir cezayı gerektirmemesi durumunda, altı aydan
az olmamak üzere hapis cezası ile cezalandırılacakları öngörülmüştür. Bu hüküm,
4. kısım kurallarına aykırı eylemlerin tümünün suç niteliğinde olduğunu kabul
etmeyen önceki 648 sayılı Siyasi Partiler Yasası'na göre bir yeniliktir.
Anayasa'nın ilgili kurallarında aykırı eylemin suç oluşturup oluşturmaması ya
da bu konuda kesinleşmiş yargı kararının bulunması aranmamakla birlikte bunu
yasaklayıcı bir hüküm de yoktur. Nitekim 2820 sayılı Yasanın 117. maddesi, 4.
kısımdaki yasaklara aykırılığı hiçbir ayırım yapmadan, tümüyle, suç olarak
nitelendirmiştir' Anayasa'nın 15. ve 38. maddelerine göre, suçluluğu hükümle
belli edilinceye kadar kimse suçlu sayılamaz. Hakkında böyle bir karar
bulunmayan kişinin gerçekten yasaklara aykırı davranıp davranmadığı
bilinemeyeceğinden Cumhuriyet Başsavcısı'nın sübjektif değerlendirmesiyle,
yargı kararıyla kesinlik kazanmadan önce, asileri partiden çıkarmak gibi sonuçları
çok ağır işlemlere bağlı tutmak siyasi hakları önemli ölçüde zedeler' Çünkü,
bir yasaya aykırı davranmaktan söz edebilmek için, o yasağın ceza yasalarında
ya da disiplin yönetmeliklerinde yer almış olmasına göre, bir yargı kararı ya
da yargı yolu açık bir disiplin kurulu kararı ile eylemin saptanması gerekir.'
(E. 1986/13, K. 1987/12, K.T. 22.5.1987).
Siyasi Partiler Kanununun dördüncü kısmında yer alan
yasaklara aykırı eylemler, ancak parti üyelerince işlenebilecek nitelikte
eylemlerdir.
Laikliğe aykırı eylemler için öngörülen bir diğer ceza
yaptırımı da 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanununun 216 ncı maddesinde benzer bir
içerikte ancak daha özgürlükçü bir yaklaşımla düzenlenmiştir.
TCK'nın 'Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama'
başlıklı 216 ncı maddesine göre;
'(1) Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge
bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin
ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından
açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar
hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep,
cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi, altı aydan
bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(3) Halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri
alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması hâlinde,
altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.'
Yukarıda yer verilen mevzuat ve yargı kararları birlikte değerlendirildiğinde
şu sonuca ulaşılmaktadır: Bir eylem veya söylemin laikliğe aykırı olup
olmadığı, Terörle Mücadele Kanunu, Türk Ceza Kanununun 216 ncı maddesi ve
Siyasi Partiler Kanununun 117 nci maddesindeki unsurlar dikkate alınarak
belirlenecektir. Söz konusu eylemin bir terör eylemi niteliğinde olması
durumunda 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununda belirlenen unsurlar dikkate
alınarak belirlenecektir. Terör suçu niteliği taşımayan laikliğe aykırı
eylemler, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 216 ncı maddesinde belirtilen
'Halkın .. din, mezhep' bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer
bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edilmesi ve bu nedenle kamu
güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması' yahut 'Halkın
bir kesiminin, ' din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen
aşağılanması' ya da 'Halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerlerin alenen
aşağılanması ve bu fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması' halinde 216
ncı maddeye göre değerlendirilecektir. TCK'nın 216 ncı maddesi kapsamında da
olmayan eylem ve söylemler TCK açısından yaptırıma bağlanmamış ise de; 2820
sayılı Siyasi Partiler Kanununun 117 nci maddesi bu nitelikteki eylemlerin
parti üyelerince işlenmesini özel bir yaptırıma bağlamıştır.
Parti üyesi olmayan kişilerin iddianamede yer verilen
eylem ve söylemleri laikliğe aykırı olsa bile bunlardan dolayı partinin sorumlu
tutulması, cezaların şahsiliği ilkesine açıkça aykırılık teşkil edeceğinden, bu
nitelikteki eylem ve söylemlerden parti sorumlu olmayacaktır.
İddianamede belirtilen parti organ ve üyelerinin eylem ve
söylemleri ise; siyasi propaganda ve eleştiri hakkı çerçevesinde kalan
eylemlerdir. Anayasa Mahkemesinin bir kararında siyasi partilerin propaganda
hakkıyla ilgili olarak şu görüşlere yer verilmiştir:
'Genellikle benimsenen bir tanıma göre propaganda, belli
bir amacı gerçekleştirmek ve yandaş kazanmak için, düşüncelerin birden çok
kişilerin bilgilerine ulaştırılmasını öngören bir etkileme eylemi ve
yöntemidir. Bu tanımlamadan açıkça anlaşılacağı gibi, her tür düşünce
açıklamasını propaganda saymaya olanak yoktur. Kuşkusuz, propaganda da, bir
açıklama vardır; fakat bu, sözgelimi başka kişilerde bir bilgi yaratmaya veya
bir duyguyu harekete geçirmeye yönelen bilimsel ve öğretici nitelikte salt ve
soyut bir düşünce açıklaması değildir'
Siyasi partiler, seçim yoluyla iktidara gelerek
programlarını gerçekleştirme, ilkelerini uygulama, görüşlerini benimsetme
olanağını kazanmak isteyen kuruluşlardır. Toplumda yandaşlarını artırarak,
kendi amacı doğrultusunda gelişmeler sağlamayı gözetirler... Demokratik
ülkelerde siyasal iktidarı kazanma yolu, hiç kuşkusuz, yalnızca seçimlerdir.
Siyasal partilerin, toplum ve devlet düzeniyle kamu çalışmalarını,
programlarında öngördükleri ilkeler uyarınca yönetmek ve denetlemek için
yasalar çerçevesinde çaba gösterip seçmenleri etkilemeleri, amaçlarına ulaşmak
üzere yasalara uygun propaganda yapmaları gereklidir.' Demokrasinin kaynağını
oluşturan seçimler yoluyla iktidarı ele geçirmede propagandanın önemi
yadsınamaz. Seçimlerin etkileme aracı olan propaganda seçim kurumunun en doğal
öğesidir. Seçmenleri seçenekler üzerinde düşünmeye, isabetle ayırım yapıp oy
vermeye, bunun içinde kendi görüş ve programını beğendirip benimsetmeye çağıran
propagandaya belli bir ölçü içinde izin vermek zorunludur' Seçim
çalışmalarının, özellikle propagandanın Anayasa'nın 67. maddesinin güvencesi
altında bulunduğu kuşkusuzdur. Propaganda, seçimin-vazgeçilmez bir öğesidir.'
(E. 1979/31, K. 1980/59, K.T. 27.11.1980).
Bu çerçevede bir siyasi partinin, yasalarla getirilen
düzenlemeleri tenkit etmesi, bunların hukuka aykırı düştüklerini savunarak
değiştirilmesini veya ortadan tamamen kaldırılmasını istemesi Anayasanın 25 ve
26 ncı maddelerinde öngörülen düşünce ve kanaat hürriyetinin doğal bir
sonucudur. 26 ncı maddenin birinci fıkrasına göre; 'Herkes, düşünce ve
kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak
açıklama ve yazma hakkına sahiptir'. Bu nedenle, partimiz üyeleri tarafından bu
çerçevede bir yasal düzenlemenin eleştirilmesi şüphesiz Anayasal koruma
altındadır. Bu düşüncelerin hiç birinde laikliğe aykırı bir durum söz konusu
değildir.
2820 sayılı Kanunun 117 nci maddesi gereğince kapsamı
Anayasanın 24 üncü maddesinde belirtilen laikliğe aykırı eylemlerin suç
niteliğinde olduğu dikkate alındığında, iddianamede isnat edilen eylem ve
söylemler söz konusu suçun yasal unsurlarını taşımadığı gibi, 'eleştiri' ve
'propaganda' hakkının kullanılması niteliğinde olan ve Anayasanın 24, 25 ve 26 ncı,
AİHS'in 9, 10 ve 11 nci maddelerinin koruması altında olan düşünce açıklamaları
niteliğinde olup, 'hukuka ve dolayısıyla laikliğe aykırı' bir nitelik
taşımamaktadırlar.
2. Odak haline gelmenin şartları gerçekleşmemiştir
Bir siyasi partinin Anayasanın 68 inci maddesinin
dördüncü fıkrasına aykırı eylemleri nedeniyle kapatılabilmesi, o partinin bu
nitelikteki eylemlerin işlendiği bir 'odak' haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi
tarafından belirlenmesine bağlıdır.
Anayasada, 'odak olma' durumunun oluşması bakımından
parti üyelerinin eylemleri ile parti organ ve kurullarının eylemleri farklı
kurallara bağlanmıştır.
Anayasa Mahkemesi bir kararında bu konuda şu görüşe yer
vermiştir:
'Siyasî Partiler Yasası'nın 103. ve buna dayanak oluşturan
Anayasa'nın 69. maddesi uyarınca bir siyasî partinin, yasak fiillerin işlendiği
odak haline geldiğinin saptanması, yalnız tüzelkişiliğin faaliyetlerinin değil,
üyeler tarafından yürütülen faaliyetlerin de incelenmesi ile olanaklıdır.
Çünkü, 'odak olma' durumunun oluşması için gerekli olan yasak eylemlerdeki
nitelik ve nicelik ile bunların tekrarındaki kararlılık ve süreklilik gibi
öğelerin varlığı konusunda, milletvekillerinin Meclis içindeki ve dışındaki söz
ve eylemlerinin tümü değerlendirilmedikçe sağlıklı bir sonuca ulaşılamaz.' (E.
1997/1 (Siyasî Parti Kapatma), K. 1998/1, K.T. 16.1.1998).
2.1 Üyelerin eylemleri nedeniyle odak olma hali
Bir siyasi partinin, büyük kongre veya genel başkan veya
merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup
genel kurulu veya grup yönetim kurulu dışında kalan üyelerinin Anayasanın 68
inci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerinden dolayı kapatılabilmesi
için şu unsurların varlığı gerekir:
2.1.1 Yoğunluk şartı
Üyelerinin eylemleri nedeniyle odaklaşmanın ilk şartı;
Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasındaki yasaklara aykırı
nitelikteki eylemlerin o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlenmiş
olmasıdır.
Buna göre, ülke çapında çok sayıda üyenin birlikte ya da
ayrı ayrı, eşzamanlı veya farklı zamanlarda gerçekleştirdiği, sayısal açıdan
çokluk derecesinde olan belirli nitelikteki eylemlerin kararlılık içinde
tekrarlanması, yani süreklilik göstermesi durumunda 'yoğunluk' söz konusu
olabilecektir. Örneğin, parti üyeleri hakkında bu eylemlerden dolayı yurdun
çeşitli yerlerinde kamu davaları açılmış bulunması veya SPK'nın değişik 102 nci
maddesinin 2 ve 3 üncü fıkraları gereğince o siyasi partinin bu tür eylemlerden
dolayı en azından birkaç defa (devlet yardımından yoksun bırakılma) yaptırıma
maruz kalması, yoğunluğun saptanmasında bir ölçü olarak kabul edilmelidir.
Dolayısıyla, yoğunluk derecesinde olmayan eylemler
kapatma sebebi olmayacak, bunun yerine o siyasi parti veya üyeleri hakkında
Anayasa ve Siyasi Partiler Kanununda öngörülen diğer yaptırımlar
uygulanacaktır.
Siyasi partilerin ülke düzeyinde faaliyet gösteren
kuruluşlar olduğu ve milyonlarca üyesinin bulunabildiği göz önüne alındığında,
bir il veya ilçedeki parti teşkilatına kayıtlı üyelerin hukuka aykırı eylemlerinin
o partinin bütünü bakımından yoğunluk oluşturup oluşturmayacağının belirlenmesi
kuşkusuz o partinin üye sayısının çokluğuyla da doğrudan ilgilidir.
İddianamede belirtilen söz ve faaliyetler hukuka aykırı
nitelik taşımadığı gibi, partinin bütünsel yapısı ve üye sayısı dikkate
alındığında bunların bir 'yoğunluk' oluşturması da söz konusu değildir.
2.1.2 Parti organlarının bu eylemleri benimsemesi şartı
Odaklaşma için, parti üyelerinin Anayasanın 68 inci
maddesinin dördüncü fıkrasındaki yasaklara aykırı olarak 'yoğun' şekilde
işlediği eylemlerin, partinin Anayasanın 69 uncu maddesinde sayılan büyük
kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye
Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca açıkça
ya da örtülü biçimde benimsenmiş olması gerekir.
Açıkça benimseme, Anayasada sayılan parti organ ve
kurullarının sözlü veya yazılı beyanlarıyla veya kararlarıyla parti üyelerinin
Anayasaya aykırı eylemlerini benimsediklerini ortaya koymasıyla olur.
Örtülü (zımni) benimseme ise, yetkili parti organ ve
kurullarının, parti üyelerinin Anayasaya aykırı eylemlerini bildikleri halde
susma veya engelleyici bir harekette bulunmama suretiyle, yani hiçbir işlem
yapmayarak bu eylemleri örtülü biçimde onaylamalarıyla olur. Parti yetkili
organ ve kurulların bilgisi dahilinde olmayan üye eylemlerinin benimsendiğinden
söz edilemez. Öte yandan, örtülü benimsemenin tespitinde, parti üyelerinin
Anayasaya aykırı eylemlerinden parti yetkili organlarının müdahale edebilecek
sürede haberdar olduklarının ve yine de müdahalede bulunmadıklarının kesin
olarak ispat edilmesi gerekir. Belirsizlik hallerinde, 'özgürlük lehine yorum'
ilkesi uyarınca örtülü benimseme bulunmadığı yönünde karar verilmelidir.
Parti üyelerinin söz konusu parti organları tarafından
açıkça ya da örtülü biçimde benimsenmeyen eylemleri yoğunluk derecesinde olsa
bile kapatma sebebi olamayacaktır. Kaldı ki partimiz üyelerinin bu biçimde
hiçbir eylemi söz konusu değildir.
Bu kurullar veya organlar tarafından açıkça benimsenmeyen
eylemlerin, bu kurul veya organların üyelerinden biri veya birkaçı tarafından
benimsenmiş olması halinde de üyelerin eylemleri partiye mal edilemez. Zira bu
üyelerin, organ ve kurulları temsil yetkisi söz konusu değildir. Bu nedenle, bu
tür davranışlar da kapatma sebebi kabul edilemez.
Siyasi partinin yukarıda belirtilen yetkili organlarının,
üyelerinin belli ağırlıktaki ve yoğunluktaki eylemlerinden dolayı parti içi
disiplin mekanizmasını işleterek üyeler hakkında yaptırım uygulamaları ya da bu
tür eylemleri benimsemediklerini yazılı veya sözlü biçimde ya da
davranışlarıyla ortaya koymaları halinde üyelerin eylemlerinden dolayı parti
tüzel kişiliği sorumlu tutulamayacaktır. Parti yetkili organlarının genel
açıklamaları demokrasi, hukukun üstünlüğü, laiklik gibi Anayasal ilkelerin
önemine ve bunlara uyulmasına yönelik ise, bu durum, parti üyelerinin Anayasaya
aykırı münferit faaliyetlerinin desteklenmediğine karine sayılmalıdır.
Adalet ve Kalkınma Partisi yetkili organları tarafından
laikliğe aykırı herhangi bir eylemin benimsenmesi asla söz konusu olmamıştır.
Nitekim partimiz hakkında açılan davada parti üyelerine ait olduğu belirtilen
'eylemler'in parti yetkili organlarınca benimsendiğine dair deliller
sunulamamıştır. Aksine, parti yetkililerinin genelgeler yayınlamak suretiyle
açıkça yasakladıkları belediye faaliyetleri, disiplin soruşturması açtıkları
beyanlar ya da desteklemediklerini belirttikleri açıklamalar bile partimiz
aleyhine 'delil' olarak sunulmuştur. Bu tür eylemlerin partimize isnat edilmesi
mümkün değildir.
2.2 Parti organlarının eylemleri nedeniyle odak olma hali
Bir siyasi partinin, Anayasa'nın 69 uncu maddesinin 6 ncı
fıkrasında sayılan organlarının, Anayasa'nın 68 inci maddesinin 4 üncü fıkrasındaki
yasaklara aykırı eylemleri kararlılık içinde işlemeleri halinde de, o parti söz
konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.
2.2.1 Parti organlarınca eylemlerin işlenmesi şartı
Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrasına göre;
odak haline gelme durumunun belirlenmesinde eylemleri esas alınacak parti organ
ve kurulları şunlardır:
Büyük kongre,
Genel başkan,
Merkez karar veya yönetim organları,
Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu,
Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup yönetim kurulu.
Dolayısıyla bu sayılan organlar ve kurullar dışındaki
parti organ, kurul ve mercilerinin (Örneğin, Merkez Disiplin Kurulu, İl veya
İlçe Kongreleri veya Başkanları gibi) eylemleri kararlılık içinde işlense dahi,
bu tür eylemler hakkında üye eylemlerinde olduğu gibi öncelikle SPK'nın 102 nci
maddesinin 2 ve 3 üncü fıkraları uygulanacak, ancak bu tür eylemler yoğunluk
oluşturduğu takdirde SPK'nın 101/b ve 103 üncü maddelerine göre işlem
yapılabilecektir.
Bu davada partimiz yetkili organlarınca alınmış laikliğe
aykırı herhangi bir karar yoktur. Anayasada sayılan yetkili organlardan sadece
Genel Başkan 'tek kişi'dir, diğer organlar 'kurul' niteliğindedir. Kurul
niteliğindeki organların eylemlerinden söz edebilmek için bu kurullarca alınmış
kararların bulunması zorunludur. Halbuki, iddianamede sunulan deliller arasında
tek bir kurul kararı dahi bulunmamaktadır.
Siyasi Partiler Kanununun 102 inci maddesinin ikinci
fıkrasına göre de, 'parti genel başkanı dışında kalan parti organı, mercii
veya kurulu tarafından Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasında yer
alan hükümlere aykırı fiilin işlenmesi halinde, fiilin işlendiği tarihten
başlayarak iki yıl geçmemiş ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı söz konusu
organ, mercii veya kurulun işten el çektirilmesini yazı ile o partiden ister.'
Oysa, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı iddianamede yer verdiği ve 'eylem'
olarak nitelendirdiği hususların hiçbirisi için partimizden SPK m.102/2 ile
getirilen 'işten el çektirme' başvurusu yapmamıştır. Bu durum da partimizin
hiçbir yetkili organ, mercii veya kurulunun Anayasaya aykırı eylemlerinin
bulunmadığını göstermektedir. Dolayısıyla yetkili organların eylemleri olarak
geriye sadece AK Parti Genel Başkanının 'eylemleri', daha doğrusu 'ifadeleri'
kalmaktadır ki, bunların da 'laikliğe aykırılık' oluşturmadığı çok açıktır.
2.2.2 Kararlılık şartı
Eylemlerin 'kararlılık' içinde işlenmiş sayılabilmesi
için, aynı nitelikteki eylemlerin iradi biçimde tekrarlanması yani eylemlerde
iradilik, süreklilik ve benzerlik olması gerekir. Başka bir ifadeyle, kasıtlı
eylemlerin süre ve sayı yönünden tekrarlanması gerekir.
Bu davada 'yoğunluk' ve 'kararlılık' şartları
gerçekleşmemiştir: Odak olma için Anayasanın aradığı 'yoğunluk' ve 'kararlılık'
şartlarının gerçekleşebilmesi için de değişik zamanlarda ve değişik yerlerde
Anayasaya aykırı fiillerin sıklıkla ve ısrarla icra edilmiş olması gerekir.
Oysa bu davada Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının yaptığı şey, her biri tek
başına laikliğe aykırılık oluşturmayan ifadelerin abartılarak tekrarlanması
suretiyle 'yoğunluk' ve 'kararlılık' şartlarının gerçekleşmiş olduğu izlenimini
vermekten ibarettir.
Parti organlarının laikliğe aykırı herhangi bir söylem
veya eylemi olmamıştır. Yapılan açıklamalar eleştirel nitelikte olup, ifade
özgürlüğü kapsamındadır. Bu söylem ve eylemlerin hiçbirisinde herhangi bir
hukuka aykırılık da söz konusu değildir.
IV. AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ İÇTİHADI KARŞISINDA AK
PARTİ KAPATILAMAZ
1. Türk hukuku bakımından partilerin hukuki denetiminde
AİHM içtihadının uygulanması zorunludur
Anayasanın 90 ıncı maddesinde 2004 yılında yapılan
değişiklik siyasi partilerin kapatılması bakımından önemli sonuçlar doğuracak
niteliktedir. Anayasa Mahkemesi, siyasi partilerin kapatılması davalarını görürken
Anayasa ve Siyasi Partiler Kanununda yer alan hükümlerin yanı sıra, Anayasa'nın
90 ıncı maddesi uyarınca, uluslararası insan hakları sözleşmelerini de dikkate
almak durumundadır. Zira Anayasa Mahkemesi parti denetimi yaparken 'bir davaya
bakan mahkeme' konumundadır. Nitekim, iddianameye göre de, 'SPY'nın öncelikle
İHAS gözetilerek ve Anayasa hükümleri de İHAS'a göre yorumlanarak, siyasi
partiler hakkındaki kapatma yaptırımın irdelenmesi gerekmektedir' (s.9).
Türk hukuku bakımından uluslararası sözleşmeler 2004
tarihli Anayasa değişikliğine kadar iç hukukta kanunlarla eşdeğerde iken, 2004
yılında Anayasanın 90 ıncı maddesine eklenen bir hükümle insan haklarına
ilişkin uluslararası sözleşmeler ile kanunların çatışması halinde sözleşme
hükmünün uygulanması esası benimsenmiştir. Bu yeni hükme göre, 'Usulüne göre
yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası
andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle
çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.'
Özellikle parti özgürlüğünü güvence altına alan Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesinin ifade ve örgütlenme özgürlüklerine ilişkin hükümleri ile bu
hükümlerin uygulanmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarının
göz önünde tutulması ve bunlar ile iç hukuk kuralları arasında bir çatışma
görülmesi halinde, Sözleşme hükümleri ile Mahkeme içtihatlarının öncelikle
uygulanması zorunludur. Kaldı ki, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 'ortak bir
hukuk' oluşturmakta ve taraf devletlere bu Sözleşme hükümlerinin doğrudan
uygulanmasına ilişkin nesnel yükümlülükler getirmektedir. Bu nedenle, bir iç
hukuk kuralıyla AİHS'in uygulanmasına dair bir hüküm konulması dahi gerekli
değildir.
Anayasa Mahkemesinin parti kapatma konusundaki kararları
ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihadı arasında önemli farklılıklar
vardır. Dolayısıyla, Anayasa Mahkemesinin 2004 Anayasa değişikliğinden sonra
bakacağı parti kapatma davalarında AİHM içtihadını dikkate alarak 2004'ten önce
ortaya koyduğu ve parti özgürlüğünü büyük ölçüde daraltan içtihadını
değiştirmesi gerekmektedir.
2. AİHM içtihadına göre partimizin kapatılması mümkün
değildir
Siyasi parti özgürlüğünün sınırları konusundaki AİHM
içtihadı Türkiye'de kapatılan partilerin yaptığı başvurular üzerine oluşturulmuştur.
AİHM bu kararlarında siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin ilke ve ölçütleri
açık bir biçimde ortaya koymuştur. Bu ilke ve ölçütleri şu şekilde özetlemek
mümkündür:
Siyasi parti kararlarında AİHS'in 11 inci maddesi, ifade
özgürlüğünü koruyan 10 uncu maddeyle birlikte değerlendirilmelidir.
Siyasi partilerin program ve projelerinin devletin
anayasal yapısı ve ilkeleriyle uyuşmaması, bunların demokrasiyle de
bağdaşmadığı anlamına gelmez. Buna göre, demokrasinin kendisine zarar vermediği
müddetçe, siyasi partiler mevcut anayasal düzeni sorgulayabilirler, farklı
siyasi görüşleri savunabilirler.
Siyasi parti özgürlüğüyle ilgili Sözleşmenin 11 inci
maddesinin ikinci fıkrasındaki sınırlama sebepleri oldukça dar ve katı
yorumlanmalıdır.
Siyasi partiler, inandırıcı ve zorunlu sebeplerle ve
ancak istisnai olarak kapatılabilir.
Bir siyasi partinin gerçekleştirdiği faaliyetlerde
kullandığı tüm yöntemler hukuki ve demokratik nitelikte olmalıdır.
Siyasi partinin önerdiği değişikliklerin kendisi de
bizzat temel demokratik ilkelere uygun olması gerekmektedir.
Siyasi partinin tüzük veya programındaki ifadelerden
hareketle kapatılması söz konusu olamaz, partinin somut öneri ve faaliyetleri
olmalıdır.
Siyasi partilere yönelik sınırlamalar, demokratik bir
toplumda zorunlu ve meşru amaçla orantılı olmalıdır. Kapatma yaptırımının
'zorlayıcı toplumsal ihtiyaca' cevap vermeye yönelik olması gerekir.
İddianamede siyasi partilerin yasaklanması konusunda AİHM
kararları ile ortaya konulan ölçütlere yer verilmekle birlikte, bu ölçütlere
göre neden AK Partinin kapatılması gerektiği hiçbir şekilde ortaya
konulamamıştır. Aksine, iddianamede yer verilen AİHM ölçütlerinin dikkate
alınması halinde bu kapatma davasının hiç açılmaması gerekirdi.
Siyasi parti kapatma kararlarında Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'nin koruduğu, adil yargılanma hakkı ve mülkiyet hakkı dışında, en az
üç temel hak ve özgürlüğün sınırlanması söz konusu olabilmektedir. Bunlar,
ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü ve serbest seçim hakkıdır. Siyasi
partilerin kurulmaları ve örgütlü bir şekilde faaliyette bulunmaları
Sözleşmenin 11 inci maddesinde güvence altına alınan örgütlenme özgürlüğünün
bir gereğidir. Dolayısıyla, bir siyasi partinin kapatılması yaptırımı doğrudan
bu özgürlüğün ortadan kaldırılması sonucunu doğurmaktadır. Diğer yandan,
örgütlenme özgürlüğü düşünceyi açıklamanın özel ve etkili bir yolu olduğu için,
siyasi parti davalarında ifade özgürlüğünün sınırlandırılması da gündeme
gelmektedir. Nitekim AİHM, örgütlenme özgürlüğünü koruyan 11 inci maddenin aynı
zamanda ifade özgürlüğünü güvence altına alan 10 uncu madde ışığında
değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiştir. Bir siyasi partinin kapatılması
sonuçları itibariyle, kapatmaya neden olarak gösterilen parti mensuplarının
milletvekilliklerini kaybetmelerine ve/veya beş yıl süreyle bir siyasi parti
mensubu olarak siyaset yapamamalarına neden olabilmektedir. Bu da Sözleşme'nin
1 Nolu Ek Protokolünün 3 üncü maddesinde korunan serbest seçim hakkının
ihlaline neden olabilmektedir.
Bu çerçevede partimiz hakkında düzenlenen iddianame
paralelinde kapatma kararı verilmesi durumunda bunun Sözleşmenin bu üç
maddesinin de ihlali olacağı açıktır.
2.1 AK Partinin kapatılmasına yönelik dava, ifade
özgürlüğünün ihlalidir
AK Parti hakkında açılan bu dava, daha önce de
belirtildiği gibi, bir ifade özgürlüğü davasıdır. Zira burada yargılamaya konu
eylemlerden ziyade parti mensuplarının barışçıl görüş açıklamaları söz
konusudur. Dolayısıyla, davada öncelikle ifade özgürlüğünün Sözleşmede
belirlenen sınırların dışına çıkılıp çıkılmadığına bakılması gerekmektedir.
Fikirlerin korunması ve serbestçe açıklanması, toplantı
ve örgütlenme özgürlüğünün amaçlarından birisidir. Demokrasinin gereği gibi
işletilmesinde ve çoğulculuğun sağlanmasında oynadıkları rol dikkate alındığında,
bu durum siyasi partiler için evleviyetle geçerlidir (TBKP/Türkiye, par.44;
Hıristiyan Demokratik Halk Partisi/Moldova, par. 62).
Demokratik rejimleri diğerlerinden ayıran temel
özelliklerden biri, toplumsal ve siyasal meselelerin serbestçe tartışılabileceği
bir zemin sunmasıdır. Toplumda var olan farklı görüşleri temsil eden siyasi
partiler, seçimlerde ve seçimlerden sonra da her zeminde siyasi tartışmaya
katılan aktörler konumundadırlar. AİHM'nin belirttiği gibi, siyasi partiler,
sadece siyasal kurumlar içinde değil aynı zamanda toplumsal hayatın tüm
düzeylerinde, demokratik toplum kavramının özü olan siyasi tartışmaya ikame
edilemez bir katkı yaparlar. (Lingens/Avusturya, par. 42).
Tam da bu nedenle, toplumun farklı kesimlerini temsil
eden siyasi parti mensupları için ifade özgürlüğü çok daha önemli hale
gelmektedir. (Castells/İspanya, par. 42). Siyasi temsilciler, hiçbir baskı
altında kalmadan, görüşlerini serbestçe dile getiremedikleri takdirde çoğulcu
ve özgürlükçü demokrasiden bahsedilemez.
Diğer yandan, AİHM açısından ifade özgürlüğü, sadece
lehte ve hoşa giden söz ve düşünceler için değil, toplumun bir kesimini veya
devleti şoke eden sözler için de geçerlidir. Bu anlamda, bir siyasi partinin
görüşlerinin toplumun bir kesimi hatta tamamına yakını tarafından 'aykırı'
kabul edilmesi, bunların ifade özgürlüğü kapsamında olmadığı anlamına
gelmemektedir. Bir siyasi partinin önerileri, devletin anayasal ilkelerine
aykırı olabilir veya toplumda hakim olan görüşten farklı olabilir. Ancak,
demokrasiyle bağdaştığı takdirde ve ölçüde bu önerilerden dolayı siyasi
partilere yaptırım uygulanamaz. (Sosyalist Parti/Türkiye, par. 47;
ÖZDEP/Türkiye, par. 41).
AİHM'in siyasi parti mensuplarının ifadeleri ile ilgili
olarak çizdiği tek sınır 'şiddete teşvik'tir. Bir siyasi partinin
sınırlandırılması ancak yöneticilerinin 'siyasi araç olarak şiddet kullanımını'
savunmaları durumunda söz konusu olabilir. Bu durumda, AİHM siyasi partinin
programı, organları ve/veya mensuplarıyla 'etnik nefret, isyan veya şiddete teşvik'
edip etmediklerine bakmaktadır. (Partidul Comunistilor (Nepeceristi) ve
Ungureanu/Romanya, par. 54).
Partimiz mensuplarının kapatma davasına konu olan
sözlerinin hiçbirisi, kin, nefret veya şiddet söylemi içermemektedir. Tersine,
bu sözlerin nerdeyse tamamında demokrasi, özgürlük, çoğulculuk, hoşgörü, birlik
ve beraberlik gibi barışçıl bir şekilde bir arada yaşamayı teşvik eden
kavramlar egemendir. Zorlama ve ilgisiz yorumlarla bazı sözlerin 'şiddet'
çağrısı niteliğinde olduğunu söylemek ise kabul edilemez. Sözgelimi Başbakanın
kendisine 27 Mayıs sonrası idamlarının hatırlatılması üzerine söylediği 'Biz
şuna inanıyoruz; biz yola çıkarken daha önce de demokrasiye inanmış insanların
söylediğini söylüyoruz. Biz o beyaz çarşaflarla yola çıktık. Biz bu konuda
bedel ödemeye hazırız' (İddianame, s.135) şeklindeki sözlerin şiddet çağrısı
olarak ileri sürülmesi iyi niyetle bağdaşmamaktadır. Bu sözler, demokrasi ve
millet iradesinin hakimiyeti uğruna her türlü fedakarlığı göze alan bir siyasi
cesaretin ve kararlılığın yansımalarıdır.
Sonuç olarak, açıkça ifade özgürlüğü kapsamında olan
beyanlardan dolayı bir siyasi partinin kapatılmasını istemek AİHS'in 10 uncu
maddesine aykırıdır.
2.2 AK Partinin kapatılması, örgütlenme özgürlüğünün
ihlali olacaktır.
Sözleşme'nin 11 inci maddesine göre toplantı ve
örgütlenme özgürlüğü milli güvenlik, kamu emniyeti ve başkalarının haklarını
koruma gibi nedenlerle sınırlanabilir. Ancak, bu sınırlamaların kanunla
yapılması ve en önemlisi 'demokratik toplumda gerekli' olması gerekir. AİHM'e
göre, 'demokrasinin düzenli işleyişinde siyasi partilerin oynadıkları hayati
rol dikkate alındığında, 11 inci maddedeki sınırlama nedenleri siyasi partiler
söz konusu olduğunda son derece dar yorumlanmalıdır'. Bu bağlamda 'partilerin
örgütlenme özgürlüğüne yönelik sınırlamaları, ancak inandırıcı ve zorunlu
gerekçeler haklılaştırabilir'. (Sosyalist Parti v.d./Türkiye par. 50).
Diğer yandan, 11 inci maddenin ikinci fıkrasındaki
'gerekli' sözcüğü, 'zorlayıcı bir toplumsal gereksinim'in (pressing social need)
varlığını şart koşmaktadır. Başka bir ifadeyle, ancak acil, kaçınılmaz
toplumsal ihtiyaçlar, örgütlenme özgürlüğüne yönelik bir sınırlamayı
'demokratik toplumda gerekli' kılabilir. (Partidul Comunistilor (Nepeceristi)
ve Ungureanu/Romanya, par.47).
Bir siyasi partiye müdahalenin 'zorlayıcı toplumsal
gereksinim' kriterine uygun olabilmesi, dolayısıyla örgütlenme özgürlüğünün
sınırları dışında sayılabilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte gerçekleşmesi
aranmaktadır:
(a) Siyasi partiden kaynaklanan demokrasiye yönelik
riskin yeteri kadar yakın/kaçınılmaz olduğunu gösteren ikna edici geçerli
delillerin bulunup bulunmadığı;
(b) Siyasi parti mensuplarının dava konusu eylem ve
söylemlerinin ilgili partiye isnat edilebilir nitelikte olup olmadığı;
(c) Siyasi partiye isnat edilebilir nitelikteki eylem ve
söylemlerin, söz konusu partinin 'demokratik toplum' kavramıyla bağdaşır
olmayan bir toplum modelini tasavvur ettiği ve savunduğunu açıkça gösterecek
şekilde bir bütün oluşturup oluşturmadığı. (Refah Partisi/Türkiye, Büyük Daire,
par.104; Partidul Comunistilor (Nepeceristi) ve Ungureanu/Romanya, par.47).
AK Parti hakkında açılan davada, bu üç şartın bırakın
birlikte gerçekleşmesini, ayrı ayrı dahi gerçekleşmesi söz konusu değildir.
Şöyle ki:
(a) AK Partinin demokrasiye uzak ya da yakın bir risk
oluşturduğuna dair hiçbir delil sunulamamıştır
Esasen bu konuda bir delil sunulması da mümkün değildir,
çünkü partimiz kurulduğundan bu yana tüm gücüyle demokrasinin geliştirilmesi
için çalışmaktadır. Varlık sebebi ve kuruluş gayesi demokrasiyi geliştirip
pekiştirmek suretiyle temel hak ve özgürlükleri daha iyi korumak olan bir
siyasi partinin demokrasiye tehlike teşkil etmesi düşünülemez.
AİHM, siyasi partilere yönelik müdahalelerin haklı bir
sebebe dayanıp dayanmadığını incelerken, sadece taraf devletin takdir yetkisini
makul, dikkatli ve iyi niyetli bir şekilde kullanıp kullanmadığına
bakmamaktadır. AİHM, aynı zamanda, sınırlamaya davanın bütünlüğü içerisinde
bakarak, (a) müdahalenin 'izlenen meşru amaçlarla orantılı' ve (b) sunulan
sınırlama sebeplerinin 'ilgili ve yeterli' olup olmadıklarını
değerlendirmektedir. Bunu yaparken Mahkeme, 'ulusal yetkililerin 11 inci
maddedeki prensiplerle uyumlu standartları uyguladıkları ve ayrıca kararlarını
ilgili olguların kabul edilebilir bir değerlendirmesine dayandırdıkları'
konusunda ikna olmalıdır. (Jersild/ Danimarka, par. 31; Goodwin/Birleşik
Krallık, par. 40; Partidul Comunistilor (Nepeceristi) ve Ungureanu/Romanya,
par. 49).
AK Parti hakkında açılan davada kapatma talebine gerekçe
olarak sunulan eylem ve söylemlerin AİHM içtihatları ışığında 'ilgili ve
yeterli' olması gerekmektedir. Halbuki, tek tek incelendiğinde ileri sürülen
gerekçelerin hiçbir şekilde 'ilgili ve yeterli' olmadığı anlaşılmaktadır.
Yukarıda belirtildiği gibi, iddianamede yer verilen konuşmaların tamamı ifade
özgürlüğü kapsamındadır. Dolayısıyla bunların partimizin kapatılmasında 'ilgili
ve yeterli' gerekçe oluşturmadıkları açıktır. İkincisi, iddianamede AK Partinin
şiddete başvurabileceği yönündeki gerekçeler de tamamen ilgisiz varsayımlardan
kaynaklanmaktadır. Başsavcılığın, kim olduğu ve partimizle ilişkisinin olup
olmadığı bile belirtilmeyen meçhul bir kişinin bir televizyon programında
Mussolini'den bahisle yaptığı iddia edilen konuşmayla partimiz arasında irtibat
kurmaya çalışması, sunulan gerekçelerin 'ilgili' olmadığının tipik bir
göstergesidir. Bunun gibi AK Partiyle uzaktan yakından ilişkisi olmayan
Danıştay saldırısı failinin, belli karanlık odakların emellerine hizmet edecek
şekilde, partimiz liderine yaptığı çağrının delil olarak sunulması tam bir
kötüniyet ve kurgulamanın ürünüdür. Bu tür sözde gerekçeler kesinlikle AİHM
İçtihadı çerçevesinde 'ilgili ve yeterli' sebep olarak kabul edilemez.
AİHM, 14 Şubat 2006 tarihli Hıristiyan Demokratik Halk
Partisi/Moldova kararında başvurucu partinin geçici olarak siyasi
faaliyetlerinin durdurulmasına gerekçe gösterilen nedenlerin hiç birini 'ilgili
ve yeterli' görmemiştir. Hatta söz konusu muhalefet partisi tarafından organize
edilen toplantıda iktidardaki Komünist Partiyi protesto etmek için söylenen ve
içinde 'Diktatör olmaktansa, holigan olmayı tercih ederim', 'Komünist
olmaktansa ölmeyi tercih ederim' gibi sözlerin geçtiği şarkı da şiddet çağrısı
olarak görülmemiştir. Mahkeme, bu öğrenci marşının bir şiddet çağrısı olarak
yorumlanamayacağını, ulusal makamların da bu sözlerin neden ve nasıl şiddete
çağrı olduğunu açıklamadıklarını belirterek, bu yöndeki sınırlama sebebinin
'ilgili ve yeterli' kabul edilemeyeceği sonucuna ulaşmıştır. Mahkemeye göre,
'bir siyasi partinin faaliyetlerinin yasaklanmasını, ancak siyasal çoğulculuğu
veya temel demokratik ilkeleri tehlikeye düşürmek gibi çok ciddi ihlallerin
bulunması haklılaştırabilir.' Mahkeme, söz konusu davada, başvurucu partinin
toplantısının, hükümeti şiddet yoluyla devirmeye çağrı içermediğini veya
çoğulculuk ve demokrasi ilkelerini zedeleyecek hiçbir faaliyetin bulunmadığını,
bu nedenle uygulanan yaptırımın belirtilen meşru amaçla orantılı ve 'zorlayıcı
toplumsal gereksinimi' karşılamaya yönelik olmadığını belirtmiştir. (Hıristiyan
Demokratik Halk Partisi/Moldova, par. 75, 76).
Başsavcılık, iddianamede olduğu gibi, esas hakkındaki
görüşünde de AK Partinin iktidarda olmasının demokrasiye yönelik tehlikeyi daha
da 'yakın' hale getirdiğini savunmaktadır. Buna göre, 'Siyasi partinin iktidar
olması, istediği düzenlemelerin her an yasalaşmasını sağlaması olanağı
bulunması nedeniyle demokrasi için tehlikeyi somut ve yakın kılar. Bu açıdan
davalı partinin devleti teokratik bir yapıya dönüştürmesi beklenilmeden dava
açılmıştır' (s.16).
Teorik düzeyde iktidarda bulunan her siyasi parti için
üretilebilecek bu iddianın partimiz bağlamında hiçbir olgusal dayanağı yoktur.
Dahası, belki yeni iktidara gelmiş ve icraatları henüz ortaya çıkmamış olan bir
siyasi parti için böylesi bir 'risk'ten söz edilebilir. Ancak, AK Parti altı
yıldır iktidarda olan bir partidir. Bu süre bir siyasi partinin amaç ve
politikalarının belirlenmesi için yeteri kadar uzundur. AK Parti, bu süre
içinde şimdiye kadar anayasal demokratik düzenin temel ilkelerini zedeleyici
hiçbir girişimde bulunmamıştır. Anayasayı değiştirecek çoğunluğa sahip olmasına
rağmen, yasama işlemlerinin anayasal denetimini veya idari işlemelerin yargısal
denetimini ortadan kaldırmaya yönelik hiçbir düşüncesi ve girişimi olmamıştır.
Bu çerçevede, AK Parti döneminde çıkarılan bazı yasalar hatta son örnekte
olduğu gibi bazı anayasa değişiklikleri bile Anayasa Mahkemesi tarafından
denetlenmiştir. Dolayısıyla bir iktidar partisinin 'istediği düzenlemelerin her
an yasalaşmasını sağlaması', onu demokrasi için 'somut ve yakın tehlike' haline
getirmez. Esasen etkin anayasal ve yargısal denetimin olduğu herhangi bir
demokratik rejimde böylesi bir tehlikeden de bahsedilemez.
Kaldı ki, AK Parti hükümetleri en başından itibaren anayasal
demokrasinin evrensel ilkelerinin kökleşmesi için gerekli tüm siyasi, hukuki ve
ekonomik adımları atmış; özellikle Türkiye'nin Avrupa Birliğiyle entegrasyonu
için gece gündüz çalışmıştır. Bu yönde önceki iktidarlar döneminde başlatılan
reform süreci hızlandırılarak, başta Anayasa olmak üzere yasalar ve diğer hukuk
kurallarındaki değişiklikler birbiri ardına çıkarılmıştır. Nitekim, Avrupa
Komisyonu'nun yıllık ilerleme raporlarında bu gelişmelerden duyulan memnuniyet
açıkça dile getirilmiştir. Kısacası, Kopenhag siyasi kriterleri arasında yer
alan demokrasi, hukukun üstünlüğü ve temel haklar konusunda çok önemli
ilerlemeler sağlayan ve bu yolla ülkeyi AB'ye bir adım daha yaklaştıran bir
iktidar partisinin demokrasiyle bağdaşmayan bir projeye sahip olduğu iddiasının
hiçbir dayanağı yoktur. Bu tür bir iddia, ancak bir hayal ürünü olabilir.
Bu hayali iddiayı inandırıcı kılmak amacıyla sunulan
deliller, AİHM'in içtihatları ışığında ortaya çıkan delil hukuku bakımından
hiçbir değere sahip değildir. 'Delil' olarak sunulan parti mensuplarına ait
konuşmaların, yukarıda açıklandığı üzere, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10
uncu maddesinde korunan ifade özgürlüğünün kapsamı içinde olduğu açıktır. Bu
konuşmaların içerikleri analiz edildiğinde, neredeyse tamamının eşitlik,
özgürlük, çoğulculuk, hoşgörü ve bir arada yaşama gibi demokratik toplumun
temel değerlerine vurgu yapıldığı görülmektedir. Dolayısıyla, bu sözlerin
hiçbirinde ifade özgürlüğü konusunda AİHM'in kırmızı çizgileri olan şiddet
kullanmaya, silahlı mücadeleye veya ayaklanmaya teşvik söz konusu değildir.
Sonuç olarak, partimizin amaçlarının 'demokrasiyle bağdaşmadığı' şeklindeki
asılsız ve mesnetsiz iddiaların gerekçesi olarak sunulan sözde 'deliller'in
Avrupa İnsan Hakları Hukuku bağlamında da delil vasfı bulunmamaktadır.
(b) Parti mensuplarına atfedilen söz ve eylemlerin önemli
bir kısmı AK Partiye isnat edilebilir nitelikte değildir.
Partiyle ilgisi bulunmayan kişilerin eylem ve
söylemlerinden dolayı partinin sorumlu tutulması hiçbir hukuk anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
Bu AİHM açısından da kabul edilemez bir durumdur. Parti mensuplarının dava
konusu söz ve eylemlerinin bile partiye isnat edilebilir olup olmadığını
inceleyen AİHM'in, partiyle hiçbir hukuki bağı bulunmayan kişilerin eylem veya
sözlerinden dolayı partinin sorumlu gösterilmesini kabul edeceğini düşünmek
imkansızdır.
Ayrıca, parti lideri veya üyelerinin bazı sözleri de
partiye isnat edilebilir nitelikte değildir. Başta Genel Başkan olmak üzere
bazı parti mensuplarının, AK Parti kurulmadan çok önce yaptıkları konuşmaların
partiye isnat edilmesi, aslında delil bulamama, dolayısıyla delil oluşturma
gayretlerinin tipik bir göstergesidir.
Aynı şekilde, partimizin yetkili organlarının benimsemediği
ve benimsemediğini de ilgililer hakkında disiplin işlemleri yapmak suretiyle
açıkça gösterdiği bazı konuşmaların da isnat edilebilir nitelikte olmadıkları
açıktır.
(c) AK Partinin tasavvur ettiği ve savunduğu toplum
modeli 'demokratik toplum'dur
AİHM, siyasi partiler içerisinde bazı üyeler demokrasiyle
bağdaşmayan nitelikte münferit eylem ve beyanlarda bulunsa bile bunların tek
başına partinin yasaklanmasına yol açmayacağını kabul etmektedir. Bu nedenle,
alt alta sıralanan 'ilgili ve yeterli' delillerin aynı zamanda bir bütün
olarak, söz konusu partinin savunduğu antidemokratik bir siyasi modelin açık ve
anlaşılabilir bir resmini çizmesi gerekmektedir. Oysa mevcut davada, ileri
sürülen gerekçeler ne tek tek ne de bir bütün olarak böyle bir modelin
silüetini dahi ortaya koyamamaktadır.
İddianamede AK Partinin önceki bazı partilerin devamı
olduğunun ileri sürülmesi ve sık sık AİHM'in Refah Partisi kararına atıf
yapılması da, birbiriyle ilgisiz konuların ilgiliymiş gibi gösterilmesidir ve
bu anlamda tam bir hedef saptırma örneğidir. Ortada birbirinden tamamen farklı
iki siyasi parti vardır. AİHM'in Refah kararının isabetli olup olmadığı bir
yana, bu kararla partimiz hakkındaki davanın hiçbir benzerliği yoktur.
İlk olarak, AİHM Refah Partisinin kamuoyu yoklamalarına
göre sürekli yükselişte olduğunu ve tek başına iktidara gelme olasılığının
yüksek olduğunu belirtmiştir. Mahkemeye göre, tek başına iktidara geldiğinde bu
partinin demokrasiye aykırı bir 'toplum modeli'ni hayata geçirmesi ihtimali
vardır (Refah ve diğerleri/Türkiye, Büyük Daire, par.107, 108). Bu nedenle,
'demokrasiye aykırı politikaları ve söylemleri' olan bir siyasi partinin
iktidarı ele geçirerek, parlamentoda istediği kanunları önermesini beklemek
gerekmemektedir (par. 110). Oysa mevcut davada, AK Partinin iktidarı tek başına
ele geçirmesi ve programını hayata geçirme şansını elde etmesi diye bir durum
söz konusu değildir. AK Parti, altı yıldır zaten tek başına iktidardır. Ayrıca,
AK Partinin politikaları ve söylemleri de Sözleşmede korunan hak ve
özgürlüklerin tüm toplumu kapsayacak şekilde yaygınlaştırılmasına ve
demokrasinin konsolidasyonuna yöneliktir.
İkincisi, AİHM'in Refah davasında kabul ettiği kapatma
gerekçeleri de bu davada kesinlikle geçerli değildir. Mahkeme, Refah Partisinin
kapatılması kararının 'zorlayıcı toplumsal gereksinim' kriterini karşıladığı
sonucuna ulaşırken; bu partinin (a) dini inançlar arasında ayrımcılığa yol
açacak bir çok hukukluluğu savunduğunu, (b) bu çerçevede şeriat hükümlerinin
uygulanmasını amaçladığını ve (c) partililerin siyasi yöntem olarak şiddet
kullanımını dışlamadığını belirtmiştir (RP/Türkiye, par.116).
Başsavcılık, RP ile AK Parti arasında zorlama bir
benzerlik kurabilmek için bu iddiaları temellendirecek gerekçelerin partimiz
hakkında açılan davada da geçerli olduğunu ileri sürmektedir. Bu bağlamda AK
Partinin çok hukukluluk anlayışını savunduğu ileri sürülmekte, ancak bu konuda
hiçbir somut delil sunulamamaktadır. AK Partinin vatandaşların kendi farklı
hukuklarına tabi olması gerektiğine dair hiçbir söylemi veya eylemi
bulunmamaktadır. Aksine partimiz hukuk birliğini savunmaktadır. Nitekim çok
hukukluluğu savunan bir siyasi partinin, iç hukukunu Avrupa standartlarına
çıkarmaya çalışarak AB hukuk düzenine ve böylece evrensel hukuka uygun hale getirme
çabası da anlamsız kalacaktır.
İddianamede çok hukukluluk tezinin tek delili olarak
Başbakan'a atfen 'Af yetkisi maktulün mirasçılarına aittir' şeklindeki söz
gösterilmiştir. Bu beyan, din hükümlerini referans gösterme çabalarının örneği
olarak sunulmuştur. Oysa burada af yetkisinin maktulün mirasçılarına
bırakılmasına dair sözün çok hukuklulukla ilgisi yoktur. Başbakan bu sözüyle
kanuni bir düzenleme yapılarak af yetkisinin mağdura bırakılmasını değil, adi
suçlar bakımından sık sık af kanunu çıkarılarak toplumdaki adalet duygusunun
zedelenmemesi gerektiğine işaret etmiştir.
Konuşmanın içeriği bütünüyle incelendiğinde, ülkemizde
sık sık uygulanan affın toplumda rahatsızlıklar meydana getirdiği, özellikle
zarar görenlerin ya da ölenlerin yakınları tarafından da dile getirilen bir
olgu olduğu anlaşılacaktır. Bu çerçevede af yetkisinin devlet tarafından
sıklıkla kullanılmasının, ölenin ya da zarar gören insanların yakınlarını veya
kendilerini vicdanen rahatsız ettiği, bunun suçları önlemek yerine artmasını teşvik
edeceği, bu nedenle toplum vicdanında genel olarak kabul görmeyeceği dile
getirilmiştir. Kısacası eleştirilen konu af uygulamasının toplum vicdanlarında
oluşturduğu rahatsızlıktır.
Diğer yandan, partimizin şeri hükümlerin uygulanması ve
bu amaçla şiddete başvurulabileceği yönünde bırakın eylemi, en ufak bir söylemi
hatta iması bile bulunmamaktadır. Dolayısıyla, Başsavcılığın AK Partinin siyasi
programının demokrasiyle bağdaşmadığına dair iddiası boşlukta kalmaktadır.
Partimiz hakkında açılan davada delillerin büyük bir
kısmı, parti yetkililerinin başörtüsüyle ilgili açıklamalarından oluşmaktadır.
Halbuki AİHM'e göre başörtüsüne ilişkin açıklamalar, Türkiye'deki laik rejime
yönelik bir tehdit oluşturmamaktadır (RP/Türkiye, par.73). Bu durum, Başsavcının
AİHM Refah Kararı ile Ak Parti hakkındaki dava arasında kurmaya çalıştığı
irtibatın mevcut olmadığını ortaya koymaktadır.
2.3 AK Partinin kapatılmasına yönelik dava, serbest seçim
hakkının ihlalidir
Bir siyasi partinin kapatılmasına neden olduğu gerekçesiyle
partili milletvekillerinin parlamento üyeliğinin düşürülmesi ve beş yıl süreyle
herhangi bir partide yer alamaması yaptırımı, AİHS'in 1 nolu Protokolünün 3
üncü maddesine aykırılık sonucunu doğurabilecektir. Bu maddeye göre, 'Yüksek
Sözleşmeci Taraflar, yasama organının seçilmesinde halkın kanaatlerinin özgürce
açıklanmasını sağlayacak şartlar içinde, makul aralıklarla, gizli oyla serbest
seçimler yapmayı taahhüt ederler'.
AİHM Sadak/Türkiye (2002) kararında, başvurucuların
partilerinin kapatılması sonucu otomatik olarak milletvekilliklerinin düşmesini
orantısız bir yaptırım olarak görmüştür. Mahkemeye göre, bu yaptırım
Sözleşmenin 1 Nolu Protokolünün 3 üncü maddesinde korunan seçilme ve parlamento
üyesi olma hakkının özüyle bağdaşmadığı gibi, başvurucuları parlamentoya üye
olarak gönderen seçmenin egemen iradesini de ihlal etmiştir (par.40).
Daha yakın tarihli Sobacı/Türkiye (2007) kararında da
AİHM, Fazilet Partisinin kapatılması sonucu milletvekilliği düşürülen başvuru
sahibinin serbest seçilme hakkının ihlal edildiğini belirtmiştir. Mahkemeye
göre, milletvekilliğinin düşürülmesi yaptırımı çok ağır bir yaptırım olup
izlenen meşru amaçla orantılı değildir. Dolayısıyla, Sadak/Türkiye kararında
olduğu gibi, burada da bir yandan 'başvuru sahibinin seçilme ve yasama görevini
yerine getirme hakkı', diğer yandan da 'onu milletvekili seçmiş olan seçmenin
egemen iradesi' ihlal edilmiştir (par. 31-33).
Aynı şekilde, partilerinin kapatılması sonucu haklarında
beş yıl parti yasağı getirilen Nazlı Ilıcak, Merve Kavakçı ve Mehmet Sılay'ın
başvuruları üzerine, 2007 yılında AİHM, Sözleşmede korunan serbest seçim
hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir. AİHM'in bu kararlarına göre,
Anayasanın milletvekilliğinin düşmesi ve beş yıllık parti yasağı sonuçlarını
doğuran hükümleri siyasi parti mensupları bakımından oldukça ağır bir yaptırım
öngörmektedir.
Tüm bu kararlardan da anlaşılacağı üzere, AİHM siyasi
partilerin kapatılmaları sonucu kapatmaya neden olarak gösterilen kişiler
hakkında uygulanan milletvekilliğinin düşmesi ve beş yıl süreyle herhangi bir
partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamaması şeklindeki
yaptırımları izlenen meşru amaçlarla orantısız, dolayısıyla demokratik toplumda
gereksiz bulmuştur.
Sonuç olarak, AK Partinin kapatılması sonucu bu tür
yaptırımların uygulanması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 Nolu Ek
Protokolünün 3 üncü maddesine ve AİHM'in bu maddeyle ilgili yerleşik içtihadına
aykırılık teşkil edecektir.
V. PARTİMİZE VE MENSUPLARINA YÖNELİK İTHAMLAR
MESNETSİZDİR
1. Parti mensuplarının açıklamaları ve faaliyetleri ifade
ve örgütlenme özgürlüğü kapsamındadır ve laikliğe aykırı değildir
Bu davanın en önemli özelliği bir ifade özgürlüğü davası
olmasıdır. İddianamede, militan laiklik anlayışı ile bağdaşmayan ifadeler
kapatma nedeni olarak gösterilmektedir. Oysa özgürlükçü bir demokraside siyasi
partilerin kamusal sorunlar konusunda farklı politikaları savunmalarından daha
doğal bir şey olamaz.
İddianamede yer alan, başörtüsü, katsayı, Kur'an kursları
gibi konularda, çoğu zaman basının soruları üzerine gündeme getirilen anlık
açıklamalar şeklinde gelişen konuşma ve demeçler, bazı çevreler tarafından
beğenilmese de ifade özgürlüğü kapsamındadır.
Öte yandan, yapılan konuşmalar delil olarak sunularak AK
Parti hakkında kapatma davası açılması doğru değildir. Anayasanın 68 inci
maddesinin 4 üncü fıkrasında siyasi partilerin 'eylemleri' dolayısıyla
kapatılabileceği belirtilmiş, yine Anayasanın 69 uncu maddesinin 6 ncı
fıkrasında da '68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden
ötürü temelli kapatılması' ifadesine yer verilmiştir. 1995 ve 2001 yılında
Anayasaya dahil edilen bu hükümlerle Anayasakoyucu artık siyasi partilerin
faaliyetleri dolayısıyla kapatılabilmesi için açıkça 'eylem'lere dayanılması
koşulunu aramaktadır. Oysa iddianamede AK Parti mensuplarının yapmış olduğu
konuşmalar delil olarak gösterilmektedir.
Başbakanın, başörtüsünün dini inancın gereği olup
olmadığı hususunun din bilginleri (ulema) tarafından tartışılacak bir konu
olduğuna işaret eden açıklaması da iddianamede (s.44-45) laikliğe aykırı delil
olarak gösterilmiştir. Oysa, Başbakanın iddianamede yer verilen bu sözleri,
hukuk sistemimizde yer alan ve uygulanan bilirkişilik müessesine ilişkindir. Bu
sözler, hukuk devletindeki adil yargılanma hakkının önemli bir unsuru olan
'bilirkişilik' bağlamında değerlendirilmelidir. Laik bir hukuk devletinde
yargıçların bir dinin gerekleri konusunda uzman olmaları beklenemez. Teknik
bilgi ve birikim gerektiren bu hususun yargılama sırasında konunun uzmanlarına
sorulması laiklik ilkesine aykırılık teşkil etmemektedir.
Nitekim uyuşmazlık konusunun, dinsel içerikli bir konu
olması durumunda din bilginlerinin görüşlerine 'bilirkişi' olarak başvurulması
yargıda da benimsenen bir yöntemdir. Özellikle dini vakıf ve derneklerle ya da
dini yayın yapan kuruluşlarla ilgili uyuşmazlıklarda, yargı mercilerinin konu
hakkında karar verebilmek için konunun dinsel boyutuna dair bilirkişi görüşüne
başvurduğu bilinmektedir.
Örneğin, bir yayının içeriğini oluşturan Hıristiyanlık
yaşam felsefesi ve motiflerinin tek bir inanca yönelik olarak toplumda özgürce
kanaat oluşmasını engelleyecek biçimde verilmesinin, toplumun milli ve manevi
değerlerine aykırılık oluşturup oluşturmadığı konusundaki bir olayda, Danıştay
13. Dairesi şu şekilde karar vermiştir: 'Söz konusu yayın içeriğinin, işlem
tesisine neden olan toplumun milli ve manevi değerlerine ve Türk aile yapısına
aykırı nitelikte olup olmadığı hususunun belirlenmesi, bu konuda uzman
kişilerden oluşturulacak bir heyete bilirkişi incelemesi yaptırılmasını
gerektirmektedir.' (E. 2005/588, K. 2005/692, K.T. 8.2.2005).
Bu davada çok değişik konularla ilgili olarak yargı
kararları, yüksek mahkeme başkanlarının açıklamaları, Cumhurbaşkanının
ifadeleri ve geri gönderme gerekçelerinde yer verdiği değerlendirmeleri
hakkında AK Parti Genel Başkanı ve partimiz mensuplarınca yapılan eleştiriler
aleyhimize delil olarak gösterilmektedir. Oysa bu tür karar ve açıklamaların
eleştirilemeyeceğine dair ne bir Anayasa ne de yasa kuralı vardır. Herkesin
görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi yüksek mahkeme başkanları ve
Cumhurbaşkanının görüşleri de eleştirilebilir. Demokratik hukuk devletlerinde
kişiler tabu olmadığı gibi, kişilerin görüşleri de tabu değildir. Ancak
totaliter rejimlerde eleştirilmez kişiler veya görüşler olabilir.
Gerek Genel Başkanımızın ve gerekse diğer parti
mensuplarımızın Başsavcılığın iddianamesi ve esas hakkındaki görüşünde laikliğe
aykırı söz ve faaliyetleri olarak sıralanan hususlar ifade ve örgütlenme özgürlüğü
kapsamında olup, bunlarda laikliğe aykırılık bulunmamaktadır. Esas hakkındaki
bu layihamızın ekinde söz konusu iddialar tek tek cevaplandırılmaktadır. (EK-1:
Ak Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN , EK-2: Partimizin
diğer mensupları ile ilgili ifadelerin cevapları)
2. Partimizi 'şiddet'le ilişkilendirme gayreti abesle
iştigaldir
İddia makamı, esas hakkındaki görüşünde, Venedik
Komisyonu raporunda siyasi partilere yönelik yasaklama nedenlerinin şiddetle
sınırlı olmadığını ileri sürmektedir. Buna göre, 'Venedik Komisyonu raporunda
yer alan yasaklama ilkeleri, yalnızca 'şiddet' ile sınırlı değildir. Yasaklama
ilkeleri arasında; 'ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük' de
bulunmaktadır.' Başsavcılık, 'Laikliğin dinsel hoşgörüyü sağlayan, güvence
altına alan bir ilke olduğu gerçektir' sözüyle dolaylı olarak laikliğin Venedik
Kriterleri arasında yer aldığını ima etmektedir (s.13).
Venedik Komisyonu, siyasi partilerin yasaklanması ve
kapatılmaları konusundaki 2000 tarihli raporunda şu yedi kriteri belirlemiştir:
'1. Devletler, herkesin serbestçe siyasi partiler
bünyesinde bir araya gelme hakkını tanımalıdır. Bu hak, siyasi görüşlere sahip
olma ve kamu otoritelerinin müdahalesi olmaksızın ve sınırlar dikkate
alınmaksızın bilgi alma ve yayma özgürlüğünü de kapsamaktadır. Siyasi partilere
yönelik kayıt zorunluluğu tek başına bu hakkın ihlali olarak kabul edilemez.
2. Siyasi partilerin faaliyetleri üzerinden söz konusu bu
temel insan haklarının kullanımına yönelik sınırlamalar, normal ve olağanüstü
dönemlerde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile diğer uluslararası sözleşmelerin
hükümlerine uygun olmalıdır.
3. Siyasi partilere yönelik yasaklama veya kapatma
yaptırımı, sadece partilerin şiddet kullanımını savunma veya demokratik
anayasal düzeni yıkmak için şiddeti siyasi bir araç olarak kullanma, böylece
anayasayla güvence altına alınan hak ve özgürlükleri ortadan kaldırma
durumlarında haklılaştırılabilir. Bir siyasi partinin anayasada barışçıl
yöntemlerle bir değişiklik yapmayı savunması tek başına onun yasaklanması ya da
kapatılması için yeterli bir delil olarak görülemez.
4. Bir siyasi parti, partinin yetkilendirmediği üyelerin
siyasi faaliyetleri çerçevesinde münferit davranışlarından dolayı sorumlu
tutulamaz.
5. Özellikle çok ağır bir tedbir olan siyasi partilerin
yasaklanması veya kapatılması, nihai yaptırım olarak kullanılmalıdır.
Hükümetler veya diğer devlet organlarının, yetkili yargısal organdan bir siyasi
partinin yasaklanması veya kapatılmasını talep etmeden önce ülkenin durumunu dikkate
almak suretiyle partinin gerçekten hür demokratik siyasi düzene veya bireysel
haklara yönelik tehlike oluşturup oluşturmadığını ve varsa bu tehlikenin daha
hafif tedbirlerle önlenip önlenemeyeceğini değerlendirmesi gerekmektedir.
6. Siyasi partilerin yasaklanmasına ya da kapatılmasına
yönelik hukuki tedbirler, anayasaya aykırılık şeklindeki yargısal kararın
sonucu olmalıdır. Bu tedbirler, aynı zamanda, orantılılık ilkesine uygun ve
istisnai nitelikte olmalıdır. Bu tür yaptırımların, sadece parti üyelerinin
değil, bizzat partinin anayasal olmayan araçlar kullanmak veya kullanmaya
hazırlanmak suretiyle siyasi hedefler izlediğine dair yeterli delillere
dayandırılması gerekmektedir.
7. Bir partinin yasaklanması veya kapatılması kararı Anayasa
Mahkemesi veya başka ilgili yargısal organlar tarafından, hukuka uygunluk,
alenilik ve adil yargılanma güvencelerini sağlayan bir prosedür izlenerek
alınmalıdır.'
Bu kriterlerden anlaşılacağı üzere, siyasi partiler ancak
şiddet kullanımını savundukları veya demokratik anayasal düzeni yıkmak için
şiddeti siyasal bir araç olarak kullandıkları takdirde, yargılama güvencelerine
sahip bir prosedür izlenmek koşuluyla ve son çare olarak kapatılabilmektedir.
Dolayısıyla yasaklama ilkeleri 'şiddet'le sınırlıdır. İddia makamının 'şiddet'
dışında saydığı 'ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük' müstakil
yasaklama ilkeleri değildir. Bunlar, Venedik Komisyonu raporunun temel
kriterleri açıklayan ekinde yer alan ve şiddetle bağlantılı olarak bahsedilen
kavramlardır. Nitekim, 'Açıklayıcı Rapor'un 10 uncu paragrafına göre
yasaklamaya 'yetkili organların bir siyasi partinin şiddeti (şiddetin özel
yansımaları olarak ortaya çıkan ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve
hoşgörüsüzlük/tahammülsüz dahil olmak üzere) savunduğuna veya terörist yahut
yıkıcı faaliyetlere karıştığına dair yeterli delile sahip olması
gerekmektedir.' (EK- 6: Venedik Komisyonu Raporu)
Kaldı ki, hoşgörüsüzlük bir siyasi parti için tek başına
bir yasaklama kriteri olarak alınsa bile, AK Partiye isnat edilebilecek bir
nitelik olamaz. Başta partimiz genel başkanı olmak üzere, tüm organ ve
üyeleriyle kurulduğundan beri herkesi kucaklamaya çalışan, farklılıklara
saygıyı ve bir arada yaşama hedefini siyasi önceliği haline getiren bir siyasi
partinin 'hoşgörüsüzlük'le itham edilmesi akla, mantığa ve insaf ölçülerine
aykırıdır. İşin üzücü yanı, partimize yönelik böylesi bir ithamın farklı olan
her şeye ve herkese karşı tahammülsüzlüğün nerdeyse her satırına sindiği bir
iddianamede ve esas hakkındaki görüşte dile getirilmiş olmasıdır.
Diğer yandan, Venedik Komisyonu kriterlerinin bağlayıcı
olmadığını ifade eden iddia makamının, esas hakkındaki görüşünde Avrupa Konseyi
Parlamenterler Meclisi (AKPM)'nin siyasi parti yasakları konusunda aldığı
tavsiye niteliğindeki kararına atıf yapması ve söz konusu kararın İngilizcesini
ekte sunması ilginçtir. Başsavcılığa göre, AKPM 'Venedik İlkelerinden farklı
olarak bir parti sivil barışı ve demokratik anayasal düzeni tehlikeye sokuyorsa
bu amaca ulaşmak için demokratik yolları kullanıyor olsa dahi, kapatılabileceği
kuralını getirmiştir' (s.14).
Esas hakkında görüşe eklenen söz konusu kararı okuyacak
kadar İngilizcesi olan herhangi bir kişinin hemen fark edebileceği gibi, 'bu
amaca ulaşmak için demokratik yolları kullanıyor olsa dahi' ibaresi kararın
aslında olmayan bir ilavedir. Esasen bu karar, siyasi partilerin kapatılması
konusunda yeni bir kriter getirmemekte, Venedik Kriterlerini tekrarlamaktadır.
Dolayısıyla 'Venedik İlkelerinden farklı olarak' ibaresiyle, Avrupa siyasi kurumlarının
'şiddet' dışında kriterler geliştirdiği izlenimi verilmek istenmektedir.
Başsavcılığın, mevcut davayı haklılaştırmak amacıyla bu tür uluslararası
belgelerin anlamlarında yaptığı çarpıtmalar manidardır.
Anayasa Mahkemesini bu konuda doğru bilgilendirmek
amacıyla, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinin 1308 sayılı kararında ortaya
konan ilkeleri aynen belirtmekte fayda vardır. AKPM, siyasi partilere yönelik
yaptırımlar konusunda üye devletlere şu ilkelere uymaları çağrısında
bulunmuştur:
'i. Siyasal çoğulculuk her demokratik rejimin temel
ilkelerinden biridir;
Siyasi partilere yönelik sınırlama ve kapatma
yaptırımları, ilgili partinin şiddet kullanması veya toplumsal barışı ve
ülkenin demokratik anayasal düzenini tehdit etmesi durumunda uygulanabilecek
istisnai tedbirler olarak görülmelidir;
Mümkün olduğu ölçüde, kapatmadan daha hafif tedbirlere
başvurulmalıdır;
Bir siyasi parti, üyelerinin parti tüzüğüne veya
faaliyetlerine aykırı eylemlerinden dolayı sorumlu tutulamaz;
Bir siyasi parti, ülkenin anayasal düzenine uygun olarak
ve adil yargılamanın tüm güvencelerini sağlayan bir prosedür izlenerek, en son
çare olarak yasaklanabilir veya kapatılabilir;
Üye devletlerin hukuk sistemleri, partileri sınırlamaya
yönelik tedbirlerin yetkililer tarafından keyfi uygulanmasını engellemek için
özel hükümlere yer vermelidir'.
İddianamede sunulan hiçbir delilde partimize isnat
edilebilecek herhangi bir şiddet, şiddete çağrı ve suça teşvik edici unsur yer
almamaktadır. Nitekim iddianamede, partinin şiddetle ilişkilendirilmeye
çalışılması bağlamında yapılan değerlendirmede konunun ne derece tutarsız, art
niyetli ve zorlama yorumlama ile birlikte sunulmaya çalışıldığı da rahatlıkla
fark edilebilmektedir. İddianamedekinin aksine, iktidarda bulunduğu zaman
içerisinde çok değişik vesilelerle AK Parti, ısrarlı biçimde birlik, bütünlük
ve barışa vurgu yapan söylemleriyle aslında iddianamedeki bu tezi açıkça
çürütmektedir.
Başsavcı, hem iddianamede hem de esas hakkındaki
görüşünde akıl ve mantık kurallarını alt üst edecek şekilde partimizle şiddet
arasında zoraki bir bağlantı kurmaya çalışmaktadır.
Aslında AK Parti mensuplarının ısrarlı bir şekilde
şiddeti reddeden açıklama ve tutumları iddianamenin bu konuda ne derece
gerçeklikten uzak ve önyargılı biçimde hazırlandığını gözler önüne sermektedir.
AK Parti, terör ve şiddeti kesin biçimde reddeden, bunu da eylem ve
söylemleriyle açık biçimde ortaya koyan bir partidir. Buna karşın Başsavcı,
parti üyesi olmayan kişilerin televizyonlarda yaptığı konuşmaları bile partiye
isnat etmeye çalışmaktadır. Parti üyesi olmayan kişilerin eylem ve söylemleri
ile parti arasında bağ kurmaya çalışmak hukuka aykırıdır. Tıpkı 'Ilımlı İslam
projesi' gibi öteden beri belli odaklarca AK Parti'ye isnat edilmeye çalışılan
yakıştırmanın da, Başsavcının iddialarına esas teşkil etmesi gibi, bu konu da
Başsavcının siyasi yaklaşımını da ortaya koymaktadır.
Partimiz demokratik özgürlükçü ortamı şiddet ve terörün
en büyük düşmanı olarak görmektedir. AK Parti, bunun için çoğulcu demokrasiye
sahip çıkılmasını, iktidara gelmede ve onu koruma yolunda şiddetin değil
demokratik seçimlerin geçerli olduğunu savunan ve bunu eylem ve söylemlerine de
açıkça yansıtan bir partidir.
Terör ve şiddete karşı gerek içeride ve gerekse dışarıda
yürütülen kararlı mücadele kamuoyunun da bilgisi dahilindedir. AK Parti Genel
Başkanı değişik konuşmalarında ısrarla 'terörün dini, ırkı, milleti, vatanı
yoktur.' Nereden gelirse gelsin terörizmin içinde olan, terörizmin hedeflerini
benimseyen herkes teröristtir. Buna karşı mücadelemizi sonuna kadar vermeye
devam edeceğiz' diyerek, terörle hem içeride hem de dışarıda sonuna kadar
mücadele edileceğini vurgulamıştır. (ANKA-28.12.2007) (EK- 7)
İddianamede partimiz mensupları ile ilgili delillerden hiçbirisinde
en ufak bir şiddet içeren, şiddetle bağlantı kurulması mümkün olan ya da tahrik
çağrısı olarak nitelendirilebilecek bir ifade yer almamasına rağmen, tamamen
zorlama ve artniyetli yorumlarla şiddet bu sürecin içerisine sokuşturulmaya
çalışılmaktadır. Partimizi şiddetle ilintili gösterme gayreti akıl ve mantığın
sınırlarını zorlamaktadır.
Başsavcılığın toplumda infial uyandıran ve herkes
tarafından lanetlenen Danıştay saldırısı ile, Genel Başkanın sözleri arasında
dolaylı bir bağ kurma çabaları ve bu olayın faillerinin kullandığı bazı
sözlerin partinin yaklaşımlarına bağlanmaya çalışılması son derece
tehlikelidir. Başsavcının, kapatma davasında bu elim olayı partimizin aleyhine
kullanmak istemesi kabul edilemez.
Türkiye'yi kaosa sürüklemek isteyen odakların
tezgahladığı iğrenç Danıştay saldırısıyla, partimiz arasında bir ilişki kurmaya
yönelik ifadeler, en hafif tabirle, iftiradır. Başsavcılık, iddianamede olduğu
gibi, esas hakkındaki görüşünde de, 'bir iktidar partisinin tehdit ve hakarete
varan açıklamalarının bu tür saldırıları cesaretlendireceği açıktır' demek
suretiyle adeta bu iftira kampanyasına iştirak etmektedir. Partimizin herhangi
bir yargı organına karşı 'tehdit ve hakaret' içeren en ufak bir açıklaması
olmamıştır. Kamu adına görev yapan bir yargı mensubunun böyle bir iddiada
bulunurken, açık ve somut 'tehdit ve hakaret' örnekleri vermesi gerekirken,
bunun yerine genel ve soyut kategorik ifadelerin arkasına sığınarak yargıda
bulunması kabul edilemez. Ayrıca, her siyasi parti gibi, AK Parti de savunduğu
temel ilkelere aykırı bulduğu yargı kararlarını eleştirmiştir ve eleştirmeye de
devam edecektir. Demokratik rejimlerde, yargı kararlarına uymak farklı bu
kararları eleştirmek farklıdır. Unutulmamalıdır ki, eleştirinin olmadığı yerde
dogmatizmin saltanatı vardır.
Başsavcılığın bu nedensellik mantığı bizi kabul
edilemeyecek sonuçlara götürür. Sözgelimi, hakkımızda düzenlenen ve partimizi
laikliğe aykırı eylemlerin odağı ve demokrasiye yönelik bir tehdit olarak
gösteren iddianameden sonra partimiz mensuplarına karşı bir saldırı olduğu
takdirde bunu Başsavcının cesaretlendirdiği söylenebilir mi'
Yine İddianamede 'Bu yolda siyasal İslam'ın ya da
Türkiye'ye giydirilmek istenen 'ılımlı İslam' modelinin bir şeriat devletine
dönüşmesi ve gerekirse bu yolda İslami terörün de kullanılması uzak bir
olasılık değildir. Nitekim yakın tarihte bölgemizde geçiş dönemi örneği olarak,
sıkça öne çıkarılan kimi devletlerin daha sonra kaçınılmaz biçimde radikal bir
değişikliğe uğrayarak köktendinci bir rejime dönüştüğü görülmüştür'
denilmektedir. (s.114). İddianamenin değerlendirme kısmında yer alan bu hususun
Anayasa Mahkemesini etkilemeye yönelik olduğu açıkça sezilmektedir.
İktidar partisi ile şiddet arasında bağlantı kurulurken
iddianamede yer verilen ve bünyesinde ciddi bir mantıksal çelişki barındıran şu
görüşün kabulünün de imkansız olduğu açıktır: 'Zaten iktidar olmanın
avantajları ile ve demokratik yöntemi kullanarak hedefe ulaşma olanağı elde
edilmişse, bu aşamada şiddet kullanmanın gereksizliği de ortadadır. Kapatma
yaptırımı, son aşamada şiddet ve şiddet çağrısını amaçlayan bir modeli
engellemeye yönelik olması nedeniyle hukuka uygundur' (s.157).
İddianamedeki bu ifade ile aslında şiddet kullanımının
söz konusu olmadığı da açıkça tescil edilmektedir. Ancak, aynı yerde, şiddetin
bundan sonraki dönemlerde kullanılabileceği biçiminde bir kehanette
bulunularak, bu nedenle partinin kapatılması gereğine değinilmektedir.
Unutmamak gerekir ki, Türkiye demokratik bir hukuk devletidir. Demokratik hukuk
devletinde siyasi iktidarın nasıl denetleneceği de bellidir. Partimizin ileride
şiddete başvurabileceği varsayımı tamamen vehimlere dayalı bir iddiadır.
Demokratik bir hukuk devletinde tüm icraatları hukuka uygun olan bir iktidar
partisinin kapatılmak istenmesi kabul edilemez.
Bu bağlamda iddianamede yer verilen şu ifadeler de
ilginçtir:
'Gösterilen deliller, Anayasanın 10. ve 42 nci
maddelerinin laiklik ilkesinin özüne dokunmak amacıyla değiştirildiğini
kanıtlamaktadır. Çünkü artık köktendinciler isteklerini türbanın kamusal alanda
da serbest kalmasının ötesine taşımışlar, televizyonlardaki açık oturumlarda
'türbanın yasaklanmasını savunanların Mussolini gibi yargılanacaklarını ve
cezalandırılacaklarını' çekinmeden söylemeye başlamışlardır. Sadece bu durum
bile laik devlet ilkesini ve Türkiye'de laikliği savunanları nasıl bir
tehlikenin beklediğini göstermeye yeterli olup, şeriatın içerdiği şiddet
unsurunu da sergilemektedir' (s.117) .
Böyle bir televizyon konuşması, hangi partilimiz
tarafından nerede, ne zaman ve hangi televizyonda yapılmıştır' Eğer böyle bir
konuşma var ise, parti ile ilgisi bulunmayan -yönlendirilmiş- bir kişiye mi
aittir' Yoksa parti yasaklamada sadece şiddeti ölçü alan Venedik kriterlerinin
gerçekleştiği izlenimini uyandırmak için herkesi güldürecek uydurma delil mi
yaratılıyor' İddianamede dayanılan diğer konuşmalar eklerde yer almasına
rağmen, bu faili meçhul ve içeriği hiçbir şekilde kabul edilemeyecek konuşma
neden ekler arasında bulunmamaktadır'
Görüldüğü gibi iddianame, olgulardan tamamen uzak bir şekilde
ideolojik kaygılara dayalı bir iddiaya delil üretme çabası içindedir.
İddianamedeki partimizin şiddetle ilişkisini kurmaya yönelik tüm ifadeler,
tamamen hayal dünyasında üretilen spekülasyon ve vehimlerden ibarettir.
Ayrıca, partimiz dışında bazı basın ve yayın organlarında
farklı kişilerin din özgürlüğü ve laiklik bağlamında ortaya koydukları kişisel
görüş ve değerlendirmelerle partimizin doğrudan ya da dolaylı olarak hiçbir
ilgisi olmadığı halde, böyle bir irtibat varmış gibi gösterilmeye çalışılması
hukuk devletinin gerektirdiği asgari iyi niyet anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
Diğer yandan, iddianameye göre 'davalı partinin sahip
olduğu iktidar olma çerçevesinde amaçladığı yasa dışı siyasi modele yönelik
eylemleri karşısında, iktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle
de söz konusudur. Bu durum bile davalı partinin hedefine ulaşmasını
kolaylaştırmaktadır' (s.158). Bu ifade ile ilgili olarak öncelikle şu soru akla
gelmektedir: 'İktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle'nin
varlığı nasıl tespit edilebilmiştir' Başsavcının bu tespite hangi teknolojik
ölçüm aletlerini kullanarak ulaştığı büyük bir merak konusudur. Acaba
Başsavcıya bu konuda 'sessiz kitleler'den ulaşan milyonlarca şikayet mi vardır'
Varsa her türlü gazete haberini iddianameye 'delil' olarak ekleyen bir makam,
bu şikayetleri neden eklememiştir'
Kaldı ki, iddianamede ileri sürüldüğü gibi AK Parti'ye
karşı olan ve pek de sessiz oldukları söylenemeyecek hatırı sayılır miktarda
sesli bir muhalefet de vardır. Nitekim 'Cumhuriyet mitingleri' olarak
adlandırılan protesto girişimlerinde partimizin politikalarına yönelik olarak
oldukça sesli ve hiç de 'çekingen' sayılamayacak bir muhalefet yürütülmüştür.
Bu tür muhalefet girişimlerinin ardından yapılan 22 Temmuz 2007 seçimlerinde
partimiz, büyük bir çoğunluğu 'sessiz kitleler'den olmak üzere, kullanılan
oyların yaklaşık yarısını alarak ikinci kez tek başına iktidara gelmiştir. Bu
sonuç bile, tek başına toplumun iktidarımızdan tedirgin olmak bir yana,
memnuniyetinin artarak devam ettiğinin 'demokratik ölçüm aletleri'yle kesin
olarak teyit edilmiş bir delilidir.
3. Partimizi 'hoşgörüsüzlük'le itham etmek gülünçtür
Hayali bir 'şiddet' argümanını destekleyen inandırıcı
delillerin olmadığını anlayan Başsavcılık, esas hakkındaki görüşünde
'hoşgörüsüzlük' ithamını öne çıkarmak istemektedir. Esas hakkındaki görüşte
'hoşgörüsüzlük' ve 'ayrımcılık'la partimizin ilişkilendirilmesi hususunda şu
gerekçeye yer verilmektedir: 'Bu bağlamda, davalı partinin şiddet çağrısı
yapmadığı veya açıkça şiddete başvurmadığı, bu nedenle iç hukuk ve uluslar
arası anlaşmalar ile Venedik İlkeleri ve Avrupa Komisyonu Parlamenterler
Meclisi kararı gözetildiğinde kapatma kararı verilemeyeceği savunması
yersizdir. Çünkü davalı siyasi partinin, hoşgörünün olmadığı ve ayrımcılığın ön
planda tutulduğu bir siyasi sistemi hedeflediği beyan ve eylemleriyle açıktır.'
(s.44).
Partimize yönelik olarak özellikle esas hakkındaki
görüşte Başsavcılık tarafından daha yoğun biçimde kullanılan hoşgörüsüzlük ve
ayrımcılık isnadı da asılsız ve ağır bir ithamdır ve asla gerçeği
yansıtmamaktadır. Partimiz 6 yıllık iktidarında, farklı din ve inanç
mensuplarına saygı esasına dayalı politikaları hayata geçirmiştir.
Ayrımcılık yasağı ve hoşgörü aynı zamanda laiklik
ilkesinin de bir gereğidir. AK Parti, özgürlükçü bir laiklik anlayışını
savunduğu için kapatma davası ile karşı karşıya kalmıştır. Batılı anlamdaki
laikliği savunan ve bu bağlamda farklı din ve inançları sosyolojik gerçeklik
olarak kabul edip onların bir arada barışçıl biçimde birlikteliğini sağlamayı
hedefleyen bir partiyi hoşgörüsüzlük ve ayrımcılıkla itham etmenin ne derece
asılsız olduğu açıktır.
Partimiz hakkındaki 'hoşgörüsüzlük' iddiasının örnekleri
olarak gösterilen söylemlerin hoşgörüsüzlükle ilgisi bulunmamaktadır. Başsavcı,
partimiz mensuplarının Danıştay'ın bir kararına yönelik eleştirilerini bile
hoşgörüsüzlük örneği olarak göstermektedir. Burada eleştiri ile hoşgörüsüzlük
birbirine karıştırılmaktadır. Halbuki, eleştiri tam da hoşgörünün bir
gereğidir. Mahkeme kararlarının eleştirilmesine bile tahammül edemeyen ve bu
eleştirilerle mahkeme üyelerine yönelik saldırı arasında ilişki kurmaya çalışan
iddia makamının, partimizi hoşgörüsüzlükle itham etmesi paradoksal bir
durumdur.
Diğer yandan, Başsavcılığa göre 'TBMM Başkanı Bülent
Arınç'ın '..Onlar bu kıyafetiyle giremezken, çok sevgili arkadaşları hangi
kıyafetle okula giriyorlar, hepiniz biliyorsunuz...' sözünün türban takmayanlar
için beslenen bir hoşgörüsüzlüğü barındırdığı, anayasal düzeni ve demokrasiyi
tehlikeye soktuğu görülmektedir' ( Esas hakkındaki görüş, s. 14). Bu sözün bir
hoşgörüsüzlük örneği olarak gösterilmesi anlaşılır gibi değildir. Bu söz,
üniversite öğrencilerinin her türlü kıyafetle öğrenimlerine deva
edebildiklerini, bu anlamda başörtüsünün de serbest olması gerektiğini ifade
etmektedir. Dolayısıyla üniversitelerde uygulanan 'başörtüsü yasağı'nı
eleştirmeye yönelik bir beyan, başörtüsü takmayanlara karşı bir hoşgörüsüzlüğe
delil olarak sunulamaz. Daha da önemlisi, bu sözün 'anayasal düzeni ve demokrasiyi
tehlikeye soktuğu' iddiası, ancak bir siyasi paranoya örneği olabilir.
Aynı şekilde, Bülent Arınç'ın parlamentonun gerekirse
Anayasa Mahkemesini bile kaldırabileceğine, demokratik ülkelerde bizdeki
mahkemeye benzer bir kurumun bulunmadığına dair sözleri de 'hoşgörüsüzlük'
örneği olarak gösterilmektedir. Başsavcı diğer örneklerde olduğu gibi, burada
da bu sözün hangi bağlamda ve neden söylendiğini dikkatten kaçırmaktadır. Bu
söz, Anayasa Mahkemesi eski başkanlarından Mustafa Bumin'in başörtüsü konusunda
artık parlamentonun düzenleme yapamayacağını söylemesi üzerine verilen bir
cevaptır. TBMM'yi temsil eden bir kişinin temsil ettiği kurumun anayasal
yetkilerini hatırlatmasından ve anayasa yargısı hakkında değerlendirme
yapmasından daha doğal ne olabilir. Dolayısıyla, en fazla 'siyasi eleştiri'
olarak görülebilecek bu sözlerin hoşgörüsüzlük olarak nitelenmesi, bizatihi
eleştiriye tahammülsüzlük ve hoşgörüsüzlük örneğidir.
Kurulduğu andan itibaren AK Parti, gerginliklere yol
açılmaması, toplumsal barış ve huzurun bozulmaması için özel bir ihtimam
göstermiştir. Hatta bu bağlamda partimiz bazen en demokratik haklarını bile
kullanmaktan imtina etmiştir. Nitekim, 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden önce
düzenlenen ve doğrudan AK Parti hükümetini hedef alan mitinglere rağmen,
milyonlarca üyesi bulunan partimiz sükunetini muhafaza ederek karşı mitingler
düzenlemekten bile kaçınmıştır.
Başsavcılığın iddianamede olduğu gibi esas hakkındaki
görüşünde de çok yoğun biçimde olaylar, kavramlar hukuki düzenlemeler ile
mantıksal ve hukuksal bağlantılar tamamen AK Parti aleyhine sonuç elde etmek
amacıyla kötüye kullanılmıştır. Böylesine art niyetli bir değerlendirmenin bir
hukuk makamı olan Başsavcılık tarafından yapılması son derece endişe vericidir.
Şiddet ve hoşgörüsüzlük örneklerinde yapılmaya çalışılan zorlama yorum ve
bağlantılarda olduğu gibi 'hukuk'un belli bir ideolojik bakışın hizmetine
sokulmaya çalışıldığı bir yerde aslında hukukun bir güvence unsuru olmasından
bahsetmek de mümkün değildir.
4. Başsavcının kendi uzmanlık alanı dışındaki konularda
hüküm vermesi doğru değildir
İddianamede Başsavcı, hukuk dışındaki değişik alanlarda
ve uzmanlık gerektiren konularda da kendi yorumunu rahatlıkla yapmakta ve bu
biçimde oluşturduğu delilleri partimiz aleyhine kullanmaktadır. Bilim ve
teknoloji alanında yaşanan gelişmelere paralel olarak çok değişik alanlara
ilişkin uzmanlaşmanın gittikçe arttığı çağımızda böylesine bir yöntemle delil
oluşturma girişimi 'aklın ve bilimin' yol göstericiliği ile bağdaşmamaktadır.
Esas hakkındaki görüşte Osmanlı Devletinin niteliğine
ilişkin değerlendirmeler, Başsavcının tarihçilerin alanına giren bir konuda
keskin, şabloncu ve indirgemeci bir tavır içine girdiğini göstermektedir.
Bırakınız akademik tarih kitaplarını, çok satan popüler tarih kitapları bile
okunmuş olsaydı bu tür genellemelerden kaçınılması gerekirdi.
Başsavcı esas hakkındaki görüşünde hasta hakları ile
ilgili olarak hastanelerde dini vecibelerin yerine getirilmesi amacıyla mekan
ayrılmasının laikliğe aykırılık yanında tıbbi açıdan da sakıncalı olduğunu
belirtmektedir. Esas hakkındaki görüşte, hastaların dini vecibelerini yerine
getirebilmesi için mekan ayrılmasının laikliğe aykırılığı konusunu destekleyen
tıp alanı ile ilgili bir argüman olarak 'farklı hastalık ve mikrop taşıyıcısı hastaların
birbirleriyle temaslarının tıbbi açıdan sakıncaları ve ibadet mekanlarını hasta
haklarına dayanarak sağlık ocaklarına kadar yaygınlaştırıp, bu temas ve
bulaşmaya olanak sağlamanın mevzuat düzenlenmesi amacına da uygun olmadığı'
(s.39) görüşüne yer vermektedir. Burada herhangi bir kaynağa gönderme
yapmadığına göre Başsavcılık uzmanlık gerektiren tıp alanındaki bir konuda
kişisel değerlendirmesini ortaya koymaktadır.
'Hastaların dini vecibelerini yerine getirebilmesi ve
dini hizmetlerden faydalanması hakkı'na ilişkin düzenlemenin, tıp
otoritelerinin uluslararası düzeyde gerçekleştirdiği çalışmalar sonucunda
kaleme alındığı ve bu sözleşmelerin gereği olarak ulusal hukuk düzenimize dahil
edilmeye çalışıldığı dikkate alındığında, Başsavcının tıp alanı ile ilgili
yaptığı ve hiçbir dayanak göstermediği bu tespitinin kendi argümanını
desteklemek için kullandığı bir değerlendirme olmaktan başka bir değeri
bulunmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Başsavcının hasta hakları konusunda
hukuk alanı yanında ilahiyat ve tıp alanlarıyla da ilgili değerlendirmeler
yapması sadece partimiz aleyhine delil oluşturma gayreti ile açıklanabilir.
Bunun gibi iddianamede dini konularda kesin hüküm içeren
değerlendirmeler yer almakta, din kültürü ve ahlâk bilgisi kitaplarında 'bir
din kültüründen çok, İslam'ın dinsel öğretisine ve hurafelere yer verilmiş'
olduğu iddiası somut bir örnek verilmeksizin mesnetsiz bir şekilde ortaya
atılmaktadır (s.138). İslâm'ın dini öğretisi ile hurafelerin yan yana
zikredilmesi, iki hususun da aynı kategoride değerlendirildiği yönünde bir
izlenim oluşturmaktadır. Oysa ilâhiyat alanındaki akademisyenlerin bilimsel
yöntemlerle kaleme aldığı söz konusu kitaplarda, ilahiyat biliminin verileri
ışığında nelerin dinsel gerekler, nelerin de hurafe olduğu hususu dikkate
alınmıştır. Seküler hukuk ilkelerine göre hazırlanan İddianamede bir hukukçu
tarafından dini inançların gerçekliği ve geçerliliği ile ilgili
değerlendirmelerin yapılması anlaşılır gibi değildir.
Ayrıca esasa ilişkin görüşte, Büyük Ortadoğu Projesinin
'Türkiye'ye ve bölgeye dayatılan, ideolojik altyapısı ılımlı İslam olan bir
proje' olduğu ileri sürülmektedir (s.25). Bir dış politika konusu olan ve
uluslararası ilişkiler uzmanlarının hakkında çok sayıda makale ve kitap
yazdıkları BOP'un hukuki bir metin olması gereken iddianamede ve esas
hakkındaki görüşte yer alması da bu davanın hukuk dışı mülahazalarla
hazırlandığının bir diğer göstergesidir. Bildiğimiz kadarıyla dış politika
konusunda uzman olmayan ve olması da gerekmeyen Başsavcının hangi bilimsel
verilerle BOP'un ideolojik altyapısının 'ılımlı İslam' olduğunu iddia ettiğini
merak ediyoruz.
5. Partimiz hiçbir partinin devamı değildir
İddia makamı, hukuki geçerliliği olan delil bulmada
yaşadığı sıkıntıyı aşmak için partimizi daha önce kapatılan partilerin devamı
olarak göstermek yoluyla siyaseten mahkum etme arayışını esas hakkındaki
görüşünde de devam ettirmektedir. Başsavcıya göre, 'Davalı Parti laikliğe
aykırı faaliyetleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi'nce kapatılan Fazilet
Partisinde liderlik mücadelesi veren, kaybedince de ayrılan bir ekip tarafından
kurulmuştur. Bu ekip mirasçısı olduğu laik rejim karşıtı partilerin geçmiş
siyasi deneyimlerinden ders çıkarmış, siyasi amaçlarına, açık bir eylem ve
söylem yerine, birkaç aşamada ve örtülü bir programla ulaşmayı hedeflemiştir.'
(s.5)
Anayasa Mahkemesi üyelerini etkilemeye yönelik psikolojik
bir manevra olduğu açıkça anlaşılan bu değerlendirme, mantık hatalarını ve
olgusal yanlışlıkları içinde barındırmaktadır. Bir kere, daha önce de
belirtildiği üzere AK Parti hiçbir siyasi partinin devamı değildir. Kurucuları
arasında daha önce farklı siyasi partilere mensup olanlar bulunduğu gibi, ilk
kez siyasete giren kişiler de bulunmaktadır.
İkincisi, partimizin daha önceki bir partide 'liderlik mücadelesi
veren, kaybedince de ayrılan bir ekip tarafından' kurulduğu iddiasıyla, bu tür
'laik rejim karşıtı partiler'in 'mirasçısı' olduğu iddiası birbiriyle
çelişmektedir. Bir siyasi partiden şu ya da bu nedenle ayrılmak, o partinin
'mirası'nı da reddetmek anlamına gelmektedir.
Üçüncüsü, bir siyasi partinin kurucuları arasında, daha
önce başka bir siyasi partide bulunan kişilerin olması bu iki parti arasında
organik bir ilişkinin veya devamlılığın olduğu anlamına gelmemektedir. Bunun
aksini ileri sürmek, kurucularını Cumhuriyet Halk Partisinden ayrılan
politikacıların oluşturduğu Demokrat Parti'nin CHP'nin devamı ve 'mirasçısı'
olduğunu ileri sürmek gibidir.
Dördüncüsü, partimizin 'siyasi amaçlarına, açık bir eylem
ve söylem yerine, birkaç aşamada ve örtülü bir programla ulaşmayı hedeflemiş'
olduğu iddiası, hiçbir delile dayanmayan, tamamen hayal ve vehim ürünü bir
iddiadır. Bu iddia, Ortodoks Marksizmin 'komünist topluma' giden yolda
benimsediği 'birkaç aşama' yönteminden bahseden kitapların fazlasıyla etkisinde
kalındığı izlenimini vermektedir. Partimizin ne bu tür bir ideolojisi ne de onu
'birkaç aşamada' gerçekleştirmeyi öngören 'örtülü programı' vardır. AK Partinin
programı ve en önemlisi yaptıkları ortadadır. İlan ve icra ettiklerinin
dışında, gizli veya örtülü hiçbir programı da yoktur.
Partimizin 'Örtülü programını gerçekleştirirken, olası
tepkileri bertaraf etmek için demokrasi, insan hakları, din ve vicdan,
örgütlenme ve ifade özgürlüğü gibi evrensel değerleri kullanmaya başlamış'
(s.5) olduğu iddiası da en hafif tabirle gülünçtür. Bu iddia esasen içerik
olarak da boştur. Demokratik ve özgürlükçü her partiye yönelik olarak bu tür
ithamlarda bulunabilirsiniz. İddia makamının mantığıyla, laikliğin demokratik
ve özgürlükçü yorumunu benimseyen siyasi partiler 'şeriat'ı, emeğe saygıyı ve
eşitliği öne çıkaran partiler 'komünizm'i ve milliyetçiliğe vurgu yapan
partiler de 'faşizm'i hedefleyen örtülü programa sahip partiler olarak
yaftalanabilir. Bunun hukuk mantığıyla, hatta düz mantıkla bile ilgisi yoktur.
Bu mantık, farklı olan her şeyi 'tehlike' olarak görüp tasfiye etmeye çalışan,
bireyi ve onun oluşturduğu toplumu da önceden belirlenmiş soyut kalıplar
çerçevesinde dönüştürülmesi gereken nesneler olarak gören katı pozitivist ve
ideolojik yaklaşımın ürünüdür. Bu mantığın hukuk alanına taşınması, çatışmacı
siyaset anlayışına hukukun alet edilmesi gibi son derece vahim bir durumu
doğuracaktır. Böylesi bir hukuk ve siyaset anlayışının çoğulcu demokrasinin
gerekleriyle bağdaşmadığı açıktır.
İddianamede geçmişte Anayasa Mahkemesi tarafından
kapatılmış olan siyasi partilerde siyaset yapan kişilerin AK Partide yer alması
adeta laikliğe aykırılık noktasında destekleyici bir argüman olarak
gösterilmektedir. Aralarında geçmişte kapatılanlar da dahil olmak üzere farklı
siyasi partilerden katılanların da AK Parti mensupları arasında yer alması
partimizin yeni kurulan bir siyasi parti olması nedeniyle normaldir. 2001
yılında kurulan bir siyasi partiye o zamana kadar değişik siyasi partilerde
bulunmuş kişilerin dahil olması ancak yeni parti olgusu ile açıklanabilir.
Hukukla bağdaştırılması mümkün olmayan iddianamedeki bu
yaklaşımın kabulü durumunda sadece kapatmaya sebebiyet veren üyelere değil,
kapatılan siyasi partinin bütün mensuplarına da siyasi faaliyet yasağı getirilmesi
gerekmektedir. Böylesine yasaklayıcı bir bakış açısının Anayasada öngörülen
siyasi parti yasaklama rejiminin ötesinde yeni bir yasak getirmesi mümkündür.
Nitekim Anayasa Mahkemesi de böylesine bir yaklaşımı açıkça reddetmektedir.
Anayasa Mahkemesine göre, kapatma kararından sonra siyasî haklarını
kullanmalarına sınır getirilmeyen parti mensuplarının faaliyetlerini bağımsız
olarak veya başka bir siyasî parti içinde sürdürmelerine yasal bir engel
bulunmamaktadır (E. 1999/2 (Siyasî Parti Kapatma), K. 2001/2, K.T. 22.6.2001).
Ayrıca, iddianamede AK Partide siyaset yapan üye ve
yöneticiler hakkında ileri sürülen 'Milletvekilleri, örgütler, yerel yönetimler
ve üyeler bağlamında ise, Adalet ve Kalkınma Partisi'nde halen siyaset
yapanlardan, geçmişte başka bir siyasi parti ile bağlantısı olanlar esas
alındığında; geçmişte siyaset yapılan partiler sıralamasında Refah Partisi -
Fazilet Partisi ilk sırada yer almaktadır' iddiası gerçek dışıdır (s.26). AK
Parti, bugün için yüzbinlerce üyesi ve yöneticisi olan bir partidir. Bu
nedenle, Başsavcılığın bu insanları 'doğuştan suçlu' insanlar mantığıyla
karalamaya çalışan ve partimizi geçmişteki bazı partilerin devamı olarak gören
mesnetsiz iddiası gerçek dışıdır. Aksini iddia edenler, tüm üye kayıtlarını ve
geçmişte bu kişilerin görev yaptığı siyasi partilere ait belgeleri yasal olarak
ortaya koyup bunu ispatlamakla yükümlüdür. Müddei iddiasını ispat etmekle
yükümlüdür.
AK Partinin başka partilerin devamı olduğu iddiası, Genel
Başkanın şu sözleri ile temelden çürütülmektedir: 'Biz, dine dayalı bir parti
değiliz, başka partilerin devamı da değiliz.' 'Biz, herhangi bir partinin
devamı değiliz. Din eksenli siyasi bir parti de değiliz. Biz insan eksenliyiz.'
VI. AK Parti Hükümetlerine Yönelik Suçlamalar
Mesnetsizdir
1. Yasama faaliyetlerinden dolayı partimiz sorumlu
tutulamaz
İddia makamı, iddianamede olduğu gibi esas hakkındaki
görüşünde de Anayasanın 10 ve 42 nci maddelerindeki değişiklikler ile
Yükseköğretim Kanununun Ek 17 nci maddesine ilişkin değişiklik önerisini,
'Avrupa kamu düzeniyle bağdaşmayan şeriatı yerleştirme amacıyla çoğulcu
demokrasinin araçlarından yararlanarak işlenen eylemler' kapsamında kabul
etmektedir (s.17). Bu iddianın hukuki hiçbir dayanağı yoktur. Birincisi söz
konusu Anayasa değişiklikleri ve kanun teklifi birer yasama işlemi olup
partimiz tüzelkişiliğine isnat edilemez. Nitekim bu Anayasa değişiklikleri
partimiz milletvekilleri yanında diğer partilere mensup milletvekillerinin de
oyları ile TBMM üye tamsayısının dörtte üçlük çoğunluğunun oyuna ulaşarak kabul
edilmiştir.
İkinci olarak, bir an için bu yasama işleminden dolayı
iktidar partisinin hukuken sorumlu tutulabileceği kabul edilse bile, söz konusu
Anayasa değişikliklerinin laikliğe aykırı olduğu ve 'şeriatı yerleştirme
amacıyla' çıkarıldığı söylenemez. Bu değişikliklerin amacı yükseköğretim
düzeyinde fırsat eşitliğini hayata geçirmek ve özgürlüklerin alanını
genişletmektir. Türkiye'de de kanuni dayanaktan yoksun bulunan ve Avrupa'nın
hiçbir ülkesinde rastlanmayan üniversitelerdeki kılık kıyafet yasağını
kaldırmaya yönelik bir yasama tasarrufunu 'Avrupa kamu düzeniyle bağdaşmayan'
bir siyasi projenin parçası olarak sunmak akıl, mantık ve gerçekliğe aykırıdır.
Üçüncüsü, bu gerçekliklere rağmen, Anayasa Mahkemesi 5
Haziran 2008 tarihli kararıyla söz konusu Anayasa değişikliklerini iptal
etmiştir. Mahkemenin denetim yetkisinin sınırı ve bu kararın içeriği hakkında
itirazlarımız saklı kalmak üzere, iddianameye cevabımızda da vurguladığımız
gibi iktidar partisinin tüm işlemleri yargısal denetime tabidir. Her ne kadar
İddianamede ve esas hakkındaki görüşte demokrasiye yönelik en büyük risk olarak
bu anayasa değişiklikleri gösterilmiştir. Esasen bu açıdan bakıldığında
Başsavcının partimiz hakkında açılan kapatma davasında en önemli delil olarak
sunduğu ve bir gazeteciyle yaptığı mülakatta davanın açılmasının temel sebebi
olarak gösterdiği bu Anayasa değişiklerinin iptal edilmiş olması, bu davanın en
önemli dayanağını da ortadan kaldırmış bulunmaktadır. Dolayısıyla, yasama
faaliyetlerinden dolayı bir partinin sorumlu tutulamayacağı görüşümüzün aksini
ileri süren Başsavcılığın mantığıyla düşündüğümüzde, Anayasa Mahkemesinin iptal
kararından sonra partimizin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu iddiası
çökmüştür.
2. AK Parti hükümetlerinin dış politikası ile laiklik
arasında bir ilişki kurulması yanlıştır
İlk cevabımızdaki açıklamalarımıza rağmen, iddia makamı
AK Parti hükümetlerinin dış politikası ile laiklik ilkesi arasında sanal bir
ilişki kurma ısrarını esas hakkındaki görüşünde de sürdürmektedir. Başsavcılığa
göre partimiz, ''bir büyük yayılmacı proje' olarak takdim edilen Büyük Ortadoğu
Projesinin (BOP) bir parçasıdır (s.24). Her şeyden önce, BOP olarak nitelenen
proje uluslararası hukukun konusu olan herhangi bir anlaşma ya da sürece
dayanmamaktadır. BOP, esasen bir siyasal söylemden ibarettir.
Bu çerçevede BOP adı verilen projeyle ile ilgili ek
iddialar, bir takım senaryoları ve muhayyel planları esas almaktadır.
Amerika'da çıkan bir dergide yayımlanan bir yazı ve haritadan hareketle
Hükümetin bölge ülkelerinin sınırlarını değiştirmek, Irak'ın kuzeyinde bağımsız
bir Kürt devletinin kurulmasına destek olmak ve Türkiye'nin üniter yapısını ve
ulus-devlet kimliğini zayıflatmak yahut iptal etmek gibi bir planın ve çabanın
içinde olduğunu iddia etmek, temelsiz ve ideolojik bir suçlamadan ibarettir.
Ortadoğunun karmaşık siyasi yapısı, iç dengeleri ve sorunları hakkında yapılan
resmi ve gayr-ı resmi değerlendirmeleri, yorumları ve gelecek senaryolarını,
muhayyel bir planın parçası olarak görmek ve Hükümeti de bu planın destekçisi
olmakla suçlamak, en temel uluslar arası siyaset ve ilişkiler kavramlarından ve
tartışmalarından haberdar olmamak anlamına gelmektedir.
Benzer bir bilgi ve yorum hatası, Türkiye'nin Birleşmiş
Milletler Genel Sekreteri'nin himayesinde İspanya ile eş başkanlığını yaptığı
'Medeniyetler İttifakı' girişimi için de yapılmaktadır. Bütün resmi beyan ve
belgelerde de açıkça ifade edildiği gibi bu girişimin amacı, dünya barışına
katkı sağlamak, medeniyetlerin çatışması gerektiğini savunan görüşleri boşa
çıkartmak ve Türkiye'nin de içinde olduğu bölgesel ve küresel barış ortamına
katkı sağlamaktır. Geçmişinde farklı din, dil ve kültürlerle bir arada yaşamış
ve bu konuda engin bir tecrübeye sahip olmuş Türk devletinin ve Anadolu
insanının günümüzün sorunlarına ilgisiz kalması düşünülemez. Bir arada yaşama
tecrübesini uluslararası bir proje haline getiren bu girişimin temel hareket
noktası ve referansları, kendi tarihimizde bulunmaktadır.
Medeniyetler İttifakı girişimi çerçevesinde doğudan ve
batıdan dünyanın önde gelen ilim ve fikir adamlarından müteşekkil bir akil
adamlar grubu oluşturulmuş ve bu grubun hazırladığı rapor, 12 Kasım 2006'da
dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın başkanlığında İstanbul'da yapılan bir
toplantıda kamuoyuna açıklanmıştır. Bu toplantıda Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı
Recep Tayip Erdoğan, İspanya Başbakanı Jose Luis Zapatero, İslam Konferansı
Teşkilatı Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğu ve pek çok üst düzey
yetkili hazır bulunmuştur. Akil adamlar grubunun raporunda bölgesel ve küresel
barışın önündeki engeller dile getirilmiş; siyasal temsil, gençlik, göç ve
medya alanlarında atılması gereken somut adımlar tartışılmıştır. Raporda da
dile getirildiği üzere, bölgesel ve küresel çatışmalar farklı toplum ve
kültürler arasındaki farklılıkları derinleştirmekte ve çatışmaya yol
açmaktadır. Medeniyetler İttifakı girişimi çatışmanın değil, barış ve
uzlaşmanın hakim olması için atılmış önemli bir adımdır. Bu adımı 'bir başka
siyasi hegemonya projesi' olarak nitelendirmek, ancak bu konudaki bilgisizliğin
ve ideolojik ön yargının ürünü olabilir.
İlk cevabımızda da belirttiğimiz gibi Türkiye'nin
bölgesel ve küresel platformlarda etkin olması, ulusal birlik ve beraberliğini,
üniter yapısını güçlendiren bir etkiye sahiptir. Küreselleşmenin bütün
dengeleri altüst ettiği bir dünyada milli güvenlik, ulusal sınırların ötesinde
başlamaktadır. Türkiye'nin sınır güvenliğinden dış tehditlere, insan ve
uyuşturucu kaçakçılığından terörizme kadar pek çok kronik soruna çözüm bulması
bir 'ileri cephe siyaseti' izlemesiyle mümkündür. Nitekim Türkiye'nin bu
alanlarda attığı adımlar, geliştirdiği yaklaşımlar ve politikalar, sadece
Türkiye'nin bölgedeki ve dünyadaki itibarını arttırmamış, aynı zamanda
Türkiye'nin ulusal güvenliğini güçlendirmiş ve terörizmle mücadelesindeki haklı
konumunu bütün dünya kamuoyuna anlatmasını sağlamıştır.
Diğer yandan, Başsavcılık esas hakkındaki görüşünde
partimizin '22 Temmuz 2007 seçimlerinden güçlenerek çıkınca kendisini siyasal
rejimin gözünde meşrulaştıracak iç ve dış ittifaklara (AB dahil) sırt çevirmiş'
olduğunu ileri sürmektedir (s.11). Bu iddianın gerçekle bir ilgisi yoktur. 2006
ve 2007 yıllarında Türkiye'nin AB üyelik sürecinde görülen yavaşlama, büyük
ölçüde Kıbrıs meselesinde yaşanan siyasi tıkanmadan kaynaklanmıştır. AK Parti
hükümeti Kıbrıs Türk kesimini haksız ve mağdur duruma düşüren her türlü teklif
ve düzenlemeye şiddetle karşı çıkmış ve AB kararlarını eleştirmiştir.
Türkiye'nin yoğun çabaları ve kararlı tutumu sonucunda AB yetkilileri Kıbrıs
sorununu çözmeden Kıbrıs Rum kesiminin Avrupa Birliğine tam üye kabul
edilmesinin büyük bir hata olduğunu kabul ve itiraf etmişlerdir. Fakat üye
olduktan sonra tam veto yetkisine sahip olan Kıbrıs Rum kesimi, her tür barış
ve uzlaşı girişimine karşı olduğunu söz ve davranışlarıyla ortaya koymuştur.
Kıbrıs Rum kesiminin uzlaşmaz tutumundan kaynaklanan
siyasi sorunlar bir kenara bırakıldığında müzakere süreci teknik düzeyde
kesintiye uğramamış; tarama, uyum ve yeni fasılların açılıp kapanması ve
müzakeresi devam etmiştir. Fransa ve Almanya gibi bazı AB üyesi ülkelerin
muhalefetine rağmen bu süreç bugün de devam etmektedir.
AK Parti hükümetlerinin yürüttüğü dış politikanın,
tamamen ülkemizin ve milletimizin yüksek menfaatlerini gözetmeye yönelik
olmasına rağmen, iddianamede ve esas hakkındaki görüşte adeta laikliğe
aykırılığın kanıtı olarak sunulmaya çalışılması bu tür iddiaların gerçeklikten
kopuk ve hayal mahsulü olduğunu göstermektedir.
Esasen demokrasilerde temel dış politika tercihlerinin
belirlenmesi ve bunların uygulanması yetkisi siyasi sorumluluğa sahip olan
hükümetlere ait olup, bunların parti kapatma davalarına konu edilmesi de mümkün
değildir.
3. Dışişleri Bakanlığı genelgeleri laikliğe ve hukuka
aykırı değildir
İddianamede ve esas hakkındaki görüşte Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül'ün Dışişleri Bakanı olduğu dönemde dış temsilciliklerimize
gönderdiği bazı genelgelerin laikliğe aykırı olduğu iddia edilmektedir.
Genelgeler, bakanların şahsî tasarrufları değil, idarenin düzenleyici
işlemleridir. Genelgeler esasen idare içi geçerlilik taşıyan işlemlerdir.
İdare, kanun hükümlerini yorumlamak ve açıklamak üzere genelge çıkarabileceği
gibi kamu hizmetlerinin daha iyi yürütülmesi amacıyla da genelge çıkarabilir.
Bu durumda, diğer düzenleyici işlemler gibi genelgeler hakkında da idarî yargı
mercilerinde iptal davası açılabilir.
İddianamede laik devlet ilkesine aykırı olduğu ileri
sürülen mezkûr genelgelerin tam metinleri gazetelerde yayınlandığı ve çeşitli
değerlendirmelere konu olduğu halde hukuka aykırılıkları ileri sürülmemiş ve
haklarında bir iptal davası açılmamıştır.
Bazı dış temsilciliklerimizin uygulamaya ilişkin
tereddütlerini Dışişleri Bakanlığına intikal ettirmesi üzerine idarenin normal
işleyişi içinde Bakanlıktaki kamu görevlilerince hazırlanan ve herhangi bir
hukuka aykırılık iddiasına da konu edilmeyen söz konusu genelgelerin, laik
devlet ilkesine aykırı bir eylem olarak gösterilmesi ve partimizin
kapatılmasına gerekçe yapılmaya çalışılması hukuken kabul edilemez.
Söz konusu genelgelerin çıkarılmasından önce de Dışişleri
Bakanlığımızın ve dış temsilciliklerimizin uygulamalarının aynı yönde olduğu ve
geçerli olan teamüllerin bu genelgelerle hatırlatıldığı hususu, ilk cevabımızın
Anayasa Mahkemesine sunulmasından sonra kamuoyunda yapılan tartışmalarla doğrulanmıştır.
Örneğin, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen,
iddianameye verdiğimiz cevapta, anılan okulları ziyaret eden ve takdirlerini
bildiren milletvekilleri arasında adının geçmesi üzerine yaptığı açıklamada, bu
okullara daha önce de gittiğini açıklamış ve 'Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığım
sırasında, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e Azerbaycan gezisinde eşlik ettiğim
için yine Gülen okullarına gittim' diyerek, anılan uygulamayı AK Parti Hükümeti
döneminde çıkarılan genelgeye bağlama iddiasının asılsızlığını da ortaya
koymuştur (EK- 8)
Öte yandan iddianamenin 66 ilâ 70. sayfaları arasında
sıralanan ve laik devlet ilkesine aykırı demeçler olduğu ileri sürülen
açıklamaların tamamı insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü konusundaki
standartlarımızın yükseltilmesi gerektiği yönündeki görüş açıklamalarıdır.
Bu çerçevede; sorunların uzlaşma ortamı içinde çözülmesi
gerektiğinin belirtilmesi; çağdaşlığın demokrasi, şeffaflık, hukukun üstünlüğü
ve bireysel hak ve özgürlüklerin teminat altına alınması anlamına geldiğinin
ifade edilmesi, İddianamede laik devlet ilkesine aykırı demeçler olarak
nitelenmektedir.
Çeşitli siyasî partilerden birçok Devlet adamımızın da
değişik vesilelerle yaptığı bu açıklamaların laikliğe aykırılığının ileri
sürülmesinin, Anayasamız ve yasalarımız çerçevesinde de, AB standartları ve
taraf olduğumuz uluslararası andlaşmalar bakımından da isabetli olmadığı
açıktır.
Kaldı ki ilk cevap layihamızda açıkça ortaya konduğu
üzere Anayasa'mızın 105'inci maddesinde öngörülen sorumsuzluk kuralı,
Cumhurbaşkanın görev döneminde, seçilme öncesi sebeplere dayalı olsa da
yargılanamayacağı ve herhangi bir yasaklılık yaptırımına muhatap olamayacağı
mutlak ve kesindir. İddianame, bu niteliği ile sistem ve sistemin inşaında var
olan kurucu iradeyle tam bir karşıtlık içerisindedir.
4. AK Parti Hükümetine yönelik kadrolaşma ithamının
hiçbir dayanağı yoktur
İddianamede kadrolaşma iddiaları ile ilgili olarak ileri
sürülenler kamu personel rejimi açısından dayanaksızdır. Personel hukukunda
kamu görevinin gerektirdiği nitelikler ve statüler Anayasa ve kanunlarla
düzenlenmiştir. Anayasa'nın 70 inci maddesinde 'Her Türk, kamu hizmetlerine
girme hakkına sahiptir. Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden
başka hiçbir ayırım gözetilemez.' kuralı yer almıştır. Kamu hizmeti
görevlileriyle ilgili Anayasanın 128 inci maddesi, devletin, kamu iktisadi
teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre
yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli
görevlerin memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görüleceğini belirledikten
sonra, memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev
ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük
işlerinin kanunla düzenleneceğini öngörmüştür.
Memurların ve diğer kamu görevlilerinin atanmasında statü
hukuku uygulanmaktadır. Buna göre, sınav yapılmaksızın veya şartları taşımayan
hiç kimse memur statüsünde göreve getirilemeyeceği gibi, asli ve sürekli
görevlerin memur ve diğer kamu görevlileri dışında kişiler (örneğin, işçiler)
eliyle yürütülmesi de mümkün değildir.
Öte yandan, hukuken memur statüsünde olan kişilerin kurum
içinde ya da kurumlar arası naklen atanmaları yasal şartları taşımaları
kaydıyla mümkündür. Bu atama ya da nakiller, idarenin diğer işlemlerinde olduğu
gibi yargı denetimine tabidir. Dolayısıyla, Anayasa ve kanuna aykırı biçimde
memur ataması yapılamayacağı gibi, kurum içi ya da kurumlar arası nakil yoluyla
atama da yapılamaz.
Ayrıca 'üst düzey yönetici kamu görevlileri' bakımından
da özel düzenlemeler getirilmiştir. Anayasanın 8 inci maddesinde 'Yürütme
yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve
kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.' denilmekte, 104 üncü
maddesinde de 'kararnameleri imzalamak' Cumhurbaşkanının yürütme alanındaki
görev ve yetkileri arasında sayılmaktadır. Anayasanın 104 üncü maddesinde sözü
edilen 'kararnameler', kanun hükmünde kararnameler ile Bakanlar Kurulunun
çeşitli kararnamelerinin yanında üst düzey yöneticilerin atanması ile ilgili
müşterek kararnameleri de kapsamaktadır. Yürütme yetkisi ve görevi,
Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulunca yerine getirildiğinden, söz konusu
kararnamelerin hukuksal geçerliği için her iki tarafın da katılımı gerekmektedir.
Anayasa Mahkemesine göre de, 'Kamu politikasının tayinine katılan, etkin bir
otoriteye sahip olan, kuruluşların amacının gerçekleşmesinde önemli yetki ve
sorumluluklarla donatılan, planlama, örgütlenme, personel ve kadrolarını
yöneten, denetim ve temsil gibi işlevleri yerine getiren kamu görevlilerinin,
üst düzey yönetici konumunda olmaları nedeniyle bunların atamalarının da
müşterek kararname ile yapılması Anayasal zorunluluktur.' (E. 2005/143, K.
2005/99, K.T. 19.12.2005).
Anayasa ve kanun hükümleri karşısında, hukuki şartları
taşıyan kişilerin memurluğa atanmasında ya da memur statüsünü kazanmış
kişilerin kurum içi veya kurumlar arası nakil yoluyla atanmalarında hiçbir
hukuki engel bulunmamaktadır. Dolayısıyla hukuk devleti ve eşitlik ilkeleri
gözetilerek yapılan atamalara Başsavcının kendi kişisel yorumlarıyla başka
anlamlar yüklemesi, mevzuat karşısında geçersiz bir yaklaşımdır.
Bütün bu statü ve sorumluluk rejimi Anayasa ve kanunlarda
özel biçimde düzenlenmiş olup, buna aykırı biçimde atama ve işlem yapılması da
söz konusu değildir. Dolayısıyla Başsavcılığın iddianamedeki 'Devlet
kadrolarında siyasal İslamcı bir yapının oluşturulması, özellikle üst düzey
atamalarda liyakat ve kariyer yerine dini inanç ve aidiyetin ölçüt olarak öne
çıkarılması' (s.146) şeklindeki iddiası gerçek dışıdır. Zira atamalarda
ölçütler kanunlarda açıkça düzenlenmiştir. Bunun dışında bir ölçüt getirilmesi
Anayasa ve kanunlar karşısında zaten mümkün de değildir.
Bu açıklamalar ışığında iddianamede yer verilen AK Parti
hükümetleri dönemindeki kadrolaşma iddiaları kesinlikle gerçeği
yansıtmamaktadır. Kadrolaşma suçlaması yapılırken, hiçbir somut delil ortaya
konulamamıştır. Kimler, nereye ve niçin atanmıştır' Bu atananların laiklikle
ilgili sorunları nedir ve hangi nitelikleri sebebiyle suçlanmaktadır' Bu
soruların cevapları iddianamede yoktur. Kişileri hiçbir somut delil göstermeden
suçlamak, hukuk devleti anlayışına ve hukuk etiğine uygun düşmemektedir.
Öte yandan gerçekleştirilen tüm bu atamalar idari yargı
denetimine tabi olduğundan, Anayasa veya kanunlara aykırı işlemlerin yargı
tarafından iptal edilmesi yolu her zaman açıktır. Buna rağmen, yasalara tamamen
uygun bir şekilde yapılan, tarafsız Cumhurbaşkanının onayladığı ve birçoğu
yargı denetiminden geçmiş olan atamaları belli bir amaca matuf 'kadrolaşma'
olarak sunmak, hukuk devleti anlayışı ve iyi niyetle bağdaşmamaktadır.
Sonuç olarak Başsavcılığın partimizin kadrolaşmaya
gittiği yönündeki iddialarını destekleyecek en ufak bir delil dahi yoktur.
Dolayısıyla bu iddialar tamamen afakidir.
5. 'Hastalar için ibadet mekanı' düzenlemesi on yıldır
yürürlüktedir
İddianamedeki 'Sağlık Bakanlığı'nca hazırlanan Sağlık
Kuruluşları Ruhsatlandırma Yönetmeliği Tasarısı'nın 113. maddesinde birinci
basamak sağlık kuruluşlarında, hastaların dini gereklerini yerine
getirebilecekleri mekânlar ayrılmasının öngörüldüğü' ve bunun iktidarın laiklik
ilkesine aykırı bir eylemi olduğuna dair tespitine (s.154) yönelik verdiğimiz
cevaba rağmen, esas hakkındaki görüşte de bu hususa ilişkin olarak kelime oyunlarıyla
yine bazı sonuçlara ulaşılmaya çalışılmaktadır.
Başsavcılığın esas hakkındaki görüşüne göre, AK Parti
hükümetlerinden önce çıkarılan 1998 tarihli Hasta Hakları Yönetmeliğinin 38
inci maddesinde, hastaların sağlık kurum ve kuruluşlarında dini vecibelerini
yerine getirebilmeleri için bir mekan ayrılması öngörülmediği halde, AK Parti
iktidarı dönemindeki Yönetmelik Taslağında üçüncü basamak sağlık ocaklarında
dahi dini vecibelerin yerine getirilmesi için mekan ayrılması esası
getirilmektedir (s.39).
Bu tespit gerçeği yansıtmamaktadır. Nitekim, 1998 tarihli
Hasta Hakları Yönetmeliğinde de 'Dini Vecibeleri Yerine Getirebilme ve Dini
Hizmetlerden Faydalanma' başlığını taşıyan 38 inci maddesinde aynen şu ifadeler
yer almaktadır: 'Sağlık kurum ve kuruluşlarının imkanları ölçüsünde hastalara
dini vecibelerini serbestçe yerine getirebilmeleri için gereken tedbirler
alınır. Kurum hizmetlerinde aksamalara sebebiyet verilmemek, başkalarını
rahatsız etmemek ve personelce düzenlenip yürütülen tıbbi tedaviye hiç bir
şekilde müdahalede bulunulmamak şartı ile hastalara dini telkinde bulunmak ve
onları manevi yönden desteklemek üzere talepleri halinde, dini inançlarına
uygun olan din görevlisi davet edilir. Bunun için, sağlık kurum ve
kuruluşlarında uygun zaman ve mekan belirlenir.' Görüldüğü gibi 1998 tarihli
Yönetmeliğin 38 inci maddesinde hem 'mekan' terimi açıkça yer almakta, hem de
38 inci maddenin başlığında 'dini vecibeleri yerine getirebilme ve dini
hizmetlerden faydalanma' ifadesi bulunmaktadır. Dolayısıyla Başsavcının
iddiasının aksine 1998 tarihli Hasta Hakları Yönetmeliğinin 38 inci maddesinde
de hastaların sağlık kurum ve kuruluşlarında dini vecibelerini yerine
getirebilmeleri için bir mekan ayrılması öngörüldüğü açıktır.
6. Çocukların din eğitimi özgürlüğünü savunmak bizatihi
laikliğin gereğidir
İddianamede partimiz yetkililerinin 15 yaş altındaki
çocukların Kur'an eğitimi alması gerektiğine dair sözleri laikliğe aykırı
olarak nitelendirilmektedir. Öncelikle, bu yöndeki sözler de başörtüsü konusunda
olduğu gibi ifade özgürlüğü kapsamındadır. İkinci olarak, ilk cevabımızda
ayrıntılı biçimde belirtildiği üzere çocukların din eğitimi özgürlüğü,
Türkiye'nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve BM Çocuk Hakları
Sözleşmesi tarafından güvence altına alınmıştır.
Türkiye'de çocukların Kuran eğitimi konusundaki yaş
sınırlaması, '28 Şubat süreci' olarak adlandırılan dönemde getirilmiştir. Bunu
kaldırmaya yönelik girişimler eğer laikliğe aykırı ise, yaş sınırlaması getirilmeden
önceki tüm uygulamaların da laikliğe aykırı olduğunu kabul etmek gerekecektir.
Kaldı ki Anayasa Mahkemesi de, 16.8.1997 günlü, 4306 sayılı Kanunla, zorunlu
ilköğretim süresinin, kesintisiz sekiz yıla çıkarılmasının, kişilerin kendi
isteğine, küçüklerin de yasal temsilcisinin iznine bağlı olan din eğitim ve
öğretimini engellemediğini; çocuğun meslekî ve dinî terbiyesine ilişkin Medenî
Kanun ile ana babaya verilen yetkilerin sınırlandırılması veya ortadan
kaldırılmasının söz konusu olmadığını belirtmiştir (E.1997/62, K.1998/52, K.T.
16.9.1998).
Anayasanın 90 ıncı maddesinin insan haklarına ilişkin
uluslararası sözleşmelere yaptığı vurgu ve Anayasa Mahkemesinin yukarıdaki
kararı dikkate alındığında Başsavcının bu iddiasının hukuki dayanağının bulunmadığı
ortaya çıkmaktadır. Burada çocukların din eğitimini savunmanın laikliğin din ve
vicdan özgürlüğü boyutunun bir gereği olduğunu belirtmek gerekir. Bunun
iddianamede ileri sürüldüğü biçimde laikliğe aykırılık olarak sunulması,
laikliğin din ve vicdan özgürlüğünü özgürlükçü demokrasilerdeki ölçünün dışında
aşırı biçimde sınırlandıran versiyonunun uygulandığı biçimiyle değişmezliğini
kabul etmek anlamına gelmektedir. Türkiye'nin de taraf olduğu insan hakları
sözleşmelerinde ve Anayasa Mahkemesinin yukarıda yer verilen kararında
çocukların din eğitimi konusunda partimizin savunduğu biçimdeki bir anlayış
öngörülmektedir. Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası insan hakları
sözleşmelerinin gereğini savunan partimiz hakkında laiklik ilkesine aykırılık
dolayısıyla kapatma davası açılması iddianamede sıklıkla karşılaşılan
çelişkilerden önemli bir tanesidir.
7. Meslek liselerine yönelik katsayı farklılığının
kaldırılmasını savunmak eğitimde fırsat eşitliğinin gereğidir
İddianamede, partimizin savunduğu meslek liselerine
yönelik fırsat eşitliğinin sağlanması amacının sadece imam hatip liselerine
indirgenerek ısrarla bu biçimde kullanılması ve üniversiteye giriş sınavında
meslek liselerine uygulanan katsayı eşitsizliğini ortadan kaldırmanın
Cumhuriyet öncesi gibi ikili bir öğretimin özendirilmesi olarak sunulması kendi
içerisinde tutarsız ve art niyetli bir yaklaşımın tezahürüdür.
Esas hakkındaki görüşte Başsavcılık, katsayı
farklılıklarının kaldırılmasının laikliğe aykırı olmadığı yönündeki görüşümüzün
'Tehvid-i Tedrisat [Tevhid-i Tedrisat olacak] ve Milli Eğitim Temel Kanunu
hükümleri karşısında geçersiz' olduğunu ileri sürmektedir(s.35).
Meslek liselerine yönelik katsayı eşitsizliğinin 1998
tarihli bir YÖK kararı ile başladığı dikkate alındığında, aslında Başsavcılığın
yaklaşımına göre, bu tarihe kadar olan dönemde de Tevhid-i Tedrisat Kanununa ve
eşitlik ilkesine aykırı olarak Cumhuriyet öncesi dönem gibi ikili bir öğretimin
var olduğu kabul edilmiş olacaktır. İddianamede bu konudaki ifadelerin
oluşturulmaya çalışılan kurguyu desteklemekten başka hiçbir hukuksal değeri
olduğu söylenemez. Kaldı ki, imam hatip liselerinin müfredatının Milli Eğitim
Bakanlığı tarafından laiklik ilkesine uyum içinde belirlendiği dikkate
alındığında, hem iddianame ve esas hakkındaki görüşteki Tevhid-i Tedrisat
Kanununa aykırılık iddiası, hem de bu okullardaki öğrencilere yönelik katsayı
eşitliğini talep etmenin laikliğe aykırılık olarak nitelendirilmesi geçersiz
kalmaktadır.
Danıştay da Başsavcılığın iddiasının aksine, üniversiteye
giriş sınavında meslek liselerine yönelik katsayı eşitsizliğini artırmanın
hukuka aykırı olduğunu belirtmiştir. Yükseköğretim Genel Kurulunun bir mesleğe
yönelik program uygulayan ortaöğretim mezunlarının aynı alanda bir
yükseköğretim programına yerleştirilmesinde ortaöğretim başarı notlarının
çarpılarak yerleştirme puanlarına eklenmesinde kullanılan katsayısının 0,24
yerine 0,08 olarak belirlenmesine ilişkin hükmün hukuka aykırı olduğu,
kazanılmış hakların hiçe sayıldığı, belli mesleğe yönelen öğrencileri mağdur ettiği
gerekçesiyle iptali istemiyle YÖK Başkanlığına karşı açılan davada, Danıştay 8.
Dairesi, YÖK Genel Kurulu'nun 'katsayısı' belirlemesine yönelik sözkonusu
işlemini şu gerekçeyle iptal etmiştir.
'Dava konusu edilen yeni sistemle, 2547 sayılı Yasanın 45.
maddesinde yer alan ilkeler çerçevesinde daha önce 1999 yılından beri
uygulanmakta olan ve 2003 yılında rakamsal olarak değiştirilen bir mesleğe
yönelik program uygulayan lise mezunlarının kendi alanlarında bir yükseköğretim
programına yerleştirilirken kullanılan katsayının ek puanının 0,24 den 0,08'e
düşürüldüğü görülmekte olup bu durumun daha önce benimsenen ve kabul edilen
Milli Eğitim politikası hedefiyle çeliştiği bir başka ifade ile belli bir
mesleğe yönelik program uygulayan okulları özendirmek amacıyla lise birinci
sınıftan itibaren seçilen mesleğe yönelik programla (alanla) ilgili
yükseköğretim programlarını tercih edenlere, geliştirilen bir yöntemle ek puan
verilerek öğrencilerin lisenin ilk yıllarından itibaren kendi bilgi, yetenek ve
ilgileri göz önünde tutularak daha dikkatli bir alan seçimine yönlendirmenin
gözetildiği, yönlendirildikleri alandaki öğrenimlerine ağırlık verilerek daha
derinliğine bilgi ve beceri kazanmaları amaçlandığından her adayın ortaöğretim
başarı puanının Yükseköğretim Kurulu ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından
belirlenen kendi alanındaki yükseköğretim programlarını tercih ettiklerinde
daha yüksek katsayı ile çarpılması esası getirilmiş iken, dava konusu işlemle
Milli Eğitim politikası hedeflerinin kamu yararı ve hizmet gerçeklerine uygun
biçimde gerçekleştirilmesi için uygulamada karşılaşılan olumsuzlukların
giderilmesinin amacının dışına çıkıldığı görülmektedir.' (E. 2005/4800, K.
2006/2603, K.T. 21.6.2006).
Öte yandan, partimizin eğitim anlayışının ne derece
çağdaş ve reformcu bir perspektife sahip olduğu bu alanda gerçekleştirdiği
faaliyetlerden anlaşılabilir. Hükümetlerimiz döneminde üniversite olmayan bütün
illerimizde üniversite kurulmuş ve milli eğitim alanında çok önemli reformlar
gerçekleştirilmiştir.
Pek çok siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, yazar,
gazeteci, sivil toplum örgütü ve siyasi parti mensubu tarafından dile getirilen
meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği sorunu, onlar için Anayasa ve
laiklik ilkesine aykırı görülmez iken, aynı sorunları AK Partinin dile
getirmesi halinde Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülüp Anayasanın 69 uncu
maddesine göre kapatılma nedeni sayılması, Anayasanın 2 nci maddesinde
ifadesini bulan demokratik devlet ilkesi ile 10 uncu maddesindeki eşitlik
ilkesine açık bir aykırılıktır. İddia makamının bu yaklaşımı, anayasaya
aykırılığın söylenene veya yapılana göre değil de söyleyene veya yapana göre
belirlendiğini gösteren bir çifte standart örneğidir.
8. Fakir ve başarılı öğrencilerin Devletçe özel okullarda
okutulması girişimi sosyal devletin bir gereğidir
İddianamede, 'Fakir ve başarılı öğrencilerin Devletçe
özel okullarda okutulmasıyla ilgili yönetmelik hakkında Danıştay'ca yürütmenin
durdurulması kararı verildiği, bunun akabinde aynı konuda çıkartılan 31.7.2003
tarih ve 4967 sayılı Yasanın da Cumhurbaşkanı tarafından bu okullara alınacak
öğrenci yapısı ve öğretmenler gözetilerek, devlet niteliklerine aykırılık söz
konusu olacağı gerekçesiyle veto edildiği' belirtilerek, Hükümetin bu
girişiminin laikliğe aykırı olduğu ileri sürülmüştür (s.107). İlk cevabımızda
bu konunun laiklik ilkesi ile ilgili olmayıp sosyal devlet ilkesinin bir gereği
olduğunu belirtmemize rağmen, esas hakkındaki görüşte fakir öğrencilerin
Devletçe özel okullarda okutulmasına ilişkin girişimin laikliğe aykırı
olduğunda ısrar edilmektedir. Bu konuda sıralanan gerekçeler hukuki temelden
yoksun olup gerçeği yansıtmamaktadır.
Fakir öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulmasına
ilişkin girişim, aslında Anayasanın 42 nci maddesindeki Devletin maddi imkanlardan
yoksun başarılı öğrencilerin öğrenimlerini sürdürebilmeleri amacı ile burslar
ve başka yollarla gerekli yardımları yapmasının bir gereği olup Anayasaya
uygundur. Anayasanın açık hükmü karşısında Başsavcı, bu konudaki kanuni
düzenlemeye ilişkin Cumhurbaşkanının geri gönderme gerekçesini dayanak olarak
göstermiştir. Buna göre; 'Eğitimlerinin niteliği ile çağdaşlığı bilinen bazı
özel okulların, ilginin yoğun olması nedeniyle kapasitelerini kısa sürede
doldurmaları gerçeği de düşünüldüğünde, söz konusu öğrencilerin, kontenjanı
dolmayan değişik amaçlarla kurulmuş özel okullara gönderilmesi ve Cumhuriyetin
niteliklerine uygun bulunmayan düşünce yapısına sahip kişiler olarak
yetiştirilmesi sonucunu doğuracaktır.' (s.37) .
Partimiz tarafından fakir ve başarılı öğrencilerin özel
okullarda okutulmasına ilişkin olarak gerçekleştirilmeye çalışılan ve sosyal
devletin bir gereği olan düzenlemenin kapatma davasında delil olarak
sunulmasında eski Cumhurbaşkanının bu konuya ilişkin kanunu geri göndermesine
ilişkin gerekçesine dayanılması ilginçtir. Acaba hukuk sistemimizde
Cumhurbaşkanının geri gönderme gerekçelerindeki değerlendirmeler normlar
hiyerarşisinde Anayasa hükümlerinin üzerinde mi yer almaktadır' Yoksa hukuk
sistemimizde Cumhurbaşkanının kanunları iade gerekçelerinin bağlayıcı olduğuna
dair Başsavcılığın bildiği ve bizim gözümüzden kaçan bir kural mı vardır'
Öte yandan esas hakkındaki görüşünde Başsavcı, ilk
cevabımızda dayanak olarak gösterdiğimiz Anayasa Mahkemesinin kararının (E.
1990/4, K. 1990/6, K.T. 12.4.1990) konu ile ilgili olmayıp, herhangi bir ayrım
yapılmaksızın tüm özel öğretim kurumlarının öğrenci kapasitelerinin yüzde
ikisinden aşağı olmamak üzere ücretsiz öğrenci okutulması ile yükümlü
tutulmasına ilişkin olduğunu belirtmektedir (s.37-38). İlk cevabımızda söz
konusu Anayasa Mahkemesi kararıyla Anayasaya uygun bulunan düzenlemedeki bu
farklılık zaten belirtilmişti.
Biraz daha açarak belirtmek gerekirse söz konusu iki
düzenleme arasında iki önemli farklılık bulunmaktadır. Ancak bu farklılıklar nedeniyle
AK Parti iktidarı döneminde çıkarılmak istenen kanunun da laikliğe aykırı
olduğu söylenemez. İlk olarak, söz konusu düzenlemede özel okullarda okutulacak
öğrencilerin bir kısmının Devlet tarafından okutulması öngörülmüştür. Anayasa
Mahkemesinin iptal istemini reddettiği düzenlemede ise öğrenciler özel
okullarca ücretsiz olarak okutulması öngörülmüştü. İkinci olarak, partimizin
çıkarmaya çalıştığı kanunla özel okullarda okutulması hedeflenen öğrencilerde
Anayasa Mahkemesinin incelediği düzenlemeden farklı olarak 'fakir ve başarılı'
olma koşulu yer almaktadır. 'Fakir ve başarılı' öğrencilerin özel okullarda
okutulmasını laikliğe aykırı gören bir anlayışın sosyal devlet ilkesi
karşısında bir geçerliliği bulunmamaktadır.
9. Dini bayramların ulusal bayramlardan daha coşkulu
kutlandığı iddiası doğru değildir
İddianamede partimize ilişkin deliller arasında yer
verilen 'Dini bayram ve günlerin ulusal bayramları gölgeleyecek bir tanıtım ve
gösteriş içinde kutlanması, her türlü siyasi faaliyette din ve dince kutsal
sayılan şeylerin tüm parti kademelerince istismar edilmesi' (s.146) hem gerçeği
yansıtmamakta, hem de iddianamedeki laiklik anlayışının dine bakışı ile ilgili
ne derece toplumsal gerçeklerden kopuk olduğunu da gözler önüne sermektedir.
İktidarımız boyunca milli bayramların coşkulu biçimde kutlanmakta olduğu
herkesin malumudur. Gerçekleştirilen törenler izlendiğinde bu coşkulu
kutlamalar rahatlıkla fark edilebilir.
Öte yandan dini bayramların kutlanması sadece AK Parti
tarafından değil, Türkiye'deki bütün siyasi partiler tarafından
gerçekleştirilmektedir. Hatta partilerin dini bayramlarda birbirlerine heyetler
halinde kutlamalarda bulunması geleneksel hale gelmiştir. Bütün partilerde
görülen bu biçimdeki kutlamaları istismar saymak hoşgörüsüzlük ve ayrımcılıktır.
Milli bayramlardan farklı olarak dini bayramlar resmi
törenlerle kutlanmamaktadır. Öte yandan iddianamede olduğu gibi dini bayram ve
günler ile milli bayram ve günleri adeta birbirlerinin alternatifi imiş gibi
karşılaştırmanın, milli birlik ve bütünlüğe katkıda bulunamayacağı gibi
toplumun zihninde de karmaşıklığa yol açacağı ortadadır. Kaldı ki,
Başsavcılığın bu iddiayı hangi kriterlere göre ortaya attığı ve coşkunun
derecesin neye göre belirlediği de anlaşılır gibi değildir.
10. İçki yasağının yaygınlaştırılması ile ilgili iddialar
asılsızdır
İddianame ve esas hakkındaki görüşte alkollü içki
satılması ve tüketilmesine ilişkin mevzuatta yapılan değişikliklerin dini
endişelerle ilişkilendirilmeye çalışılması aslında iddianamedeki laiklik
yorumunun ne derece sakıncalı sonuçlar doğuracağını göstermesi açısından
ilginçtir. Halkın sağlığını, huzurunu ve kamu düzenini korumak ve gençleri kötü
alışkanlıklardan korumak amacıyla getirilen düzenlemelerin laikliğe aykırılıkla
ilişkilendirilmesi yanlıştır. Aksine, Anayasanın 58 inci maddesinde
belirtildiği üzere, gençleri alkol düşkünlüğü, uyuşturucu madde kullanımı,
kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan korumak için gerekli tedbirleri almak
Devletin temel görevlerinden biridir.
Öte yandan Başsavcının içki yasağı konusunda 'tüm AKP'li
belediyeler' diyerek yaptığı genelleme tamamen gerçekdışıdır. Basında çıkan
asılsız birkaç haberden hareketle tüm belediyelerin suçlanması hukuk dışı bir
yaklaşımı yansıtmaktadır. Kaldı ki, kanuni şartları taşımadığı halde keyfi uygulamalar
yapılarak hiç kimseye ruhsat verilemez. Bunu kamuoyuna 'içki yasağı' ya da
'şeriat uygulaması' gibi lanse etmek yasaları bilmemek değilse, kötüniyetin bir
ifadesidir.
Nitekim idarenin haklı nedenlerin varlığı halinde içkili
yerlere uyguladığı ruhsat iptali biçimindeki yaptırımların hukuka uygun
olduğuna ilişkin çok sayıda yargı kararına rastlamak mümkündür. İlk derece
mahkemelerinin bu yönde verdiği ve Danıştay tarafından da onanan bu kararlarda
kanunda öngörülen koşullardan herhangi birini sağlamayan yerlere içki ruhsatı
verilmesinin idarece iptalinde mevzuata aykırılık bulunmadığı açıkça
belirtilmektedir. (Danıştay 10. Dairesinin bu yöndeki bazı kararlar için bkz.
E. 1984/2783, K. 1986/1338, K.T. 29.5.1986; E. 1982/1970, K. 1983/1184, K.T. 18.5.1983;
E. 1988/2465, K. 1990/2622, K.T. 19.11.1990; E. 1995/672, K. 1997/786, K.T.
10.3.1997; E. 1997/394, K. 1998/510, K.T. 4.2.1998; E. 1994/7751, K. 1996/1189,
K.T. 6.3.1996; E. 1982/2271, K. 1983/2323, K.T. 16.11.1983; E. 1994/1396, K.
1995/4077, K.T. 4.10.1995).
Öte yandan iddianamede ileri sürülen partimizin içki
yasağını genişlettiği iddiası da doğru değildir. İddianamedekinin aksine,
12.11.2003 tarih ve 5002 sayılı Kanunla daha önce meyhane, kahvehane,
kıraathane, bar, elektronik oyun merkezleri gibi umuma açık yerler ile açık
alkollü içki satılan yerlerin, okul binalarına 200 metre olan uzaklık şartı 100
metreye düşürülmüştür. Ayrıca, daha önce belediye ve mücavir alan sınırları
dışında içkili yer bölgesi tespit edilemeyeceğine dair sınırlama da kaldırılmıştır.
SONUÇ VE TALEP
Hakkımızda açılan bu davadaki bütün verilerin Başsavcılık
tarafından 'özgürlük aleyhine' yorumlandığı görülmektedir. Oysa evrensel insan
hakları hukukunun temel ilkesi 'özgürlük lehine yorum'dur. Başsavcılık özgürlük
lehine yorum yapmak bir yana, adeta 'niyet okuyuculuğu' yaparak olmayan şeyleri
varmış, olmayacak şeyleri de olacakmış gibi gösterme çabası içine girmiştir.
Bu davada partimize yaptırım uygulanmasını gerektirecek
haklı hiçbir sebep bulunmamaktadır. Esasen, AK Parti hukuka aykırı eylemlerin
değil, millete hizmetin, insan haklarının, demokrasinin, barış ve kardeşliğin,
hoşgörünün ve Türkiye sevdasının odağı olmuştur. AK Partinin altı yıllık
iktidarı dönemindeki icraatları, onun; demokratik, laik ve sosyal hukuk
devletinin teminatı olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Cevap layihalarımızda ve eklerinde ortaya konan ve Yüksek
Mahkeme'ce re'sen gözetilecek nedenlerle AK Partinin kapatılması hakkındaki
davanın reddine karar verilmesini saygıyla talep ederim.'
-
Davalı Partinin Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN hakkındaki iddialara
yönelik aynı tarihli savunması:
'I) Adalet ve
Kalkınma Partisi'nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne açılan davada
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve AK Parti
Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN hakkında 61 adet iddia dile getirmiştir.
Bunlardan 60'ı, gazete ve internet sayfalarında yer alan düşünce
açıklamalarından oluşmaktadır. Bir tanesi de idari bir düzenleme olan
yönetmelik değişikliğine ve düşünce açıklamasına dayanmaktadır.
II) Anayasa'nın
69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların
birlikte varlığı halinde siyasi parti üyelerinin sadece eylemleri, parti
kapatma nedenidir. Söylemler, hiçbir şekilde siyasi parti kapatma nedeni veya
delili olamaz. Aksinin kabulü, Anayasa'nın açık ihlalidir.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve AK Parti Genel Başkanı
Recep Tayyip ERDOĞAN'ın, AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline
gelmesi ile ilgili hiç bir eylemi yoktur. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı da
iddianamesinde, hiçbir eylemden söz etmemiştir. Bu nedenle yapılan ithamların
tamamı, Anayasa'nın 69'uncu maddesine açıkça aykırıdır.
III) Kaldı ki
iddia makamının, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep
Tayyip ERDOĞAN'a atfen verdiği beyanların tamamı, Anayasanın tanıyıp teminat
altına aldığı 'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ile 'Düşünceyi
açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, Anayasanın
2'inci maddesinde ifadesini bulan 'Demokratik hukuk devleti'nin güvencesi
altındadır. Şöyle ki:
1) İddianamenin 27
sayfasında yer alan 1 numaralı iddia, Başbakanın Malezya ziyaretinde yaptığı
bir gazetede yer alan mülakata dayandırılmıştır.
İddianın eki (EK-1) deliller incelendiğinde, Malezya'da
İngilizce yayınlanan New Straits Times gazetesi'nin 16 temmuz 2003 günlü
nüshasından üç adet konduğu; ancak gazetenin Türkçe tercümesinin bulunmadığı,
Star Gazetesi 26.06.2003 tarihli nüshasında Sezai ŞENGÜN'ün 'Tayyibe Yargı
Kıskacı' ve 'Türkiye İslam Devleti (mi)'' başlıklı iki adet makalesi ve
Hürriyetim İnternet Sitesinde yer alan 17.06.2003 tarihli 'Türkiye İslam
Devrimi Olmaz.' başlıklı haberin olduğu; iddia makamı, iddianamesinde iddiasını
Malezya'da yayınlan İngilizce gazeteye dayandırdığını ifade ettiği halde
gerçekte iddiasının bu gazeteye değil de ona müsteniden haber ve yorum yapan
Türkçe gazetelere dayandırdığı, açıkça görülmektedir.
İddia makamının bu yaklaşımı, diğer bir ifadeyle delilde
yanıltma yapması, hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasa'nın açık bir ihlalidir.
Başbakanın; 'Modern bir İslam Devleti olarak
Türkiye, medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir.' şeklinde bir açıklaması
yoktur. Malezya'da İngilizce yayınlanan New Straits Times adlı gazetedeki
mülakatta da böyle bir cümle yer almamıştır. Başbakanın söz konusu gazeteye
verdiği mülakatın ilgili bölümünün Türkçe tercümesi aynen şöyledir:
'NST: Malezya'yı örnek bir İslam ülkesi olarak görüyor
musunuz'
ERDOĞAN: Malezya'nın demokratikleşme sürecinde ilerleme
kaydettiğini görüyorum. Bünyesinde barındırdığı pek çok dini ve kültürel
yapıyla çok zengin bir ülke, farklı dini ve kültürel yapıya sahip kişilerin
kabine ve hükümet içinde, birbirlerine karşı gösterdikleri toleranstan, aynı
zamanda, ticari alanda gösterdikleri ahenkten ve dışarıda sokaklarda insanların
birbirlerine gösterdikleri saygıdan dolayı takdiri hak ediyor. Bu çok önemli,
bu yöndeki yaklaşım ve ulaşılan seviye övgüye değer.
NST: Bugün Müslüman ülkelerin karşılaştığı sorunlar,
İslami öğretinin dar yorumundan ve bir dereceye kadar militanca yaklaşımdan
kaynaklanıyor. Malezya bu konuda bir istisna değil. Bir İslami Parti lideri
olarak bu konuda ve siyasi İslam konusuna nasıl bakıyorsunuz'
ERDOĞAN: Her şeyden önce, şunu açıkça belirtmeliyim ki,
bu konuyu Dr. Mahathir ile bu geceki yemekte tartıştık. Türkiye'de siyasi
partimizi kurduğumuz zaman, bir konuyu açıkça ortaya koyduk. Türk halkının
yüzde 99'u Müslüman, ancak biz dine dayalı bir parti kurmuyoruz.
Tüm dinlere güven temin edecek, tüm insanların temel hak ve
özgürlüklerini genişletecek ve düşünce özgürlüğünü koruma altına alacak bir
parti kurduğumuzu açıkladık.
Bizim inancımız şudur: İslam siyasi çıkarlara alet
edilecek bir din değildir. İslam hata ve kusurları kabullenmez ve affetmez, ancak bazı kusur ve hatalarımız var.
Eğer kendi bünyesinde Hıristiyan Demokratları bulunan
Avrupalılar gibi bizim de İslami Demokratlarımız olursa, tüm hatalarımız ve
kusurlarımız bu sefer İslamiyete yüklenecek.
Bir Müslüman, terörist bir faaliyete katıldığı zaman,
bunun sorumluluğunu tüm Müslümanlara yüklemek isteyen kişiler mevcut. Aslında, farklı inanışa sahip teröristler var, tüm
dinlere mensup insanlar, şöyle ya da böyle bir şekilde terörist faaliyetlerde
yer alıyorlar.
Hıristiyan toplumuna mensup teröristler var. Yahudiler
arasında hiç mi terörist yok' Ya Budistler' Daha pek çok örnek vermek
mümkündür.
NST: Partinizin PAS (Malezya İslam Partisi) ile bir
bağlantısı var mı'
ERDOĞAN: İki ay önce, arkadaşlarımdan birkaç kişiyi UMNO
(Birleşik Malezya Milli Organizasyonu) ile görüşmeye gönderdim ve yapılan
görüşmeler neredeyse sona erdi. UMNO ile yeni bir ilişki içine giriyoruz,
UMNO ile kardeş parti olmak istiyoruz.
NST: Türkiye'de demokrasi ne oranda istikrarlı'
ERDOĞAN: Türkiye istikrar ve demokrasiye giden bir yol takip
ediyor. Tamamen istikrarlı olduğumuzu söylemek doğru olmaz, ancak bu doğrultuda
mücadele ediyoruz ve bunu başaracağız. Türkiye demokratikleşme alanında belli
oranda mesafe kaydetti. Dünya üzerinde pratik anlamda demokrasi ile İslam
kültürü arasında bir ahenk oluşturabilen çok az ülke var. Türkiye de bunlardan
biri. Diğeri ise Malezya.
NST: O zaman Türkiye'de İslami bir devrim olmayacak mı'
ERDOĞAN: Hayır. Türkiye'de bir İslami devrimin yapılması
gibi bir durum söz konusu değil.
NST: Türkiye modern Müslüman bir ülke olarak ne gibi bir
rol oynamak ister'
ERDOĞAN: Türkiye, İslamiyetin ve demokrasinin ahenkli
bir biçimde bir arada bulunabildiğini gösteren bir model olabilir. Türkiye,
bir medeniyetler çatışması yaşanabileceğini söyleyen (Samuel) Huntington'un
yanılmış olduğunu kanıtlayacaktır ve medeniyetlerin ahenk içinde yaşamasının
mümkün olduğunu gösterebilir.
NST: Müslümanların sorunu nedir' Neden bu kadar bölünmüş
bir durumdayız'
ERDOĞAN: Bu çok yerinde bir gözlem. Her şeyden önce,
İslamiyet son yıllarda çok farklı biçimde yorumlandı. Ciddi bir otorite
eksikliği var, farklı yorumlar ortaya çıktı ve bu yorumlara inananların sayısı
arttı.
Siz İslamiyetin bilimi ve bilgiyi en yüksek seviyesine
çıkartan bir din olduğunu hayal edebiliyor musunuz' Ve bu dinin ilk emri
'Oku'dur. Ancak dünyadaki 1.5 milyar Müslüman'a baktığınız zaman eğitim
düzeylerinin ne düzeyde olduğunu görürsünüz. Sanırım insanlarımız ile ilgili en
hazin durum bu. Artık düşünen bir toplum değiliz. Oysa başarıya ulaşmak için
düşünmemiz gerekiyor.
Düşünmeyenlerin başarılı olma şansı yoktur. Hiçbir
şekilde terörizmden yana olamayız, kesinlikle terörizme karşıyız. Terörizme
karşı savaşılması için ortak bir platform oluşturulmasına öncülük etmeliyiz,
çünkü Türkiye terörde birçok kurban verdi.'
Konuşmanın bu bölümünden iddianameye aktarılan kısmın
İngilizce orijinali ve Türkçe çevirisi:
'NST: What role would Turkey want to play in global
affairs as a modern Muslim nation'
Erdogan: Turkey can serve as a model of how Islam and
democracy can coexist in a harmonious way. Turkey will prove (Samuel)
Huntington wrong when he said that there would be a clash of civilisations.
Turkey can show that harmony of civilisations is possible.'
'SORU: Türkiye modern Müslüman bir ülke olarak, ne gibi
bir rol oynamak ister'
BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN: Türkiye, İslâmiyet'in ve
demokrasinin, ahenkli bir biçimde bir arada bulunabildiğini gösteren bir model
olabilir. Türkiye, bir medeniyetler çatışması yaşanabileceğini söyleyen Samuel
Huntington'un yanılmış olduğunu kanıtlayacaktır ve medeniyetlerin ahenk içinde
yaşamasının mümkün olduğunu gösterebilir.' (EK-1)
Görüldüğü gibi Başbakan verdiği mülakatta; partilerinin
İslamcı bir parti olmadığını, İslam dininin siyasi konulara alet edilmemesi
gerektiğini, bunun yapılması halinde kişisel hataların İslamın hatasıymış gibi
algılanarak dine zarar verileceğini, Türkiye'nin demokrasi ve çoğulculuk
anlayışı içinde birçok farklı düşünce ve inancın kardeşçe yaşadığı bir ülke
olduğunu, tüm dinlere eşit mesafede olduklarını, medeniyetler çatışmasını değil
medeniyetlerin ittifakını inşa etmek istediklerini, terörün her türlüsünün
karşısında olduklarını açıkça ifade etmiştir. Ama iddianamede yer alan bir
ifadeyi kesinlikle kullanmamıştır.
İddia makamı, işin hakikatini araştırmış olsaydı veya
kanunun kendine yüklediği görev ve yükümlülüğünün gereği, dayanağı delilin
Türkçe tercümesini yaptırdıktan sonra değerlendirme yapmış olsaydı,
iddianamesine koyduğu cümlelerin asılsız olduğunu görebilirdi. Ama bunu
yapmamış, bunun yerine, Başbakanın New Straits Times gazetesinde yayınlanan
mülakatının Türk basınında yer alan çarpıtılmış biçimini gerçekmiş gibi ve hem
de gazetenin orjinalinden alınmış gibi iddianamesine koymuştur. Bu tutum,
Anayasa ve hukukun evrensel ilkelerinin açık bir ihlalidir, hukuk devletinin
yok farzedilmesidir.
2) İddianamenin
27'inci sayfasında yer alan 2 numaralı beyanın delilleri (EK- 2), aynı
açıklamaya ilişkin muhtelif gazete haberlerinden oluşmaktadır.
Başbakanın buradaki açıklamaları, Yargıtay Başkanı
Eraslan ÖZKAYA'nın 2003 Adli Yılı açılış konuşmasında, ''Sınırsız din ve vicdan
özgürlüğü isteyenlerle İslami devlet kurmak isteyenlerin amaçları aynı''
şeklindeki sözlerine ilişkin değerlendirme ve eleştirileri içermektedir.
Başbakanın aynı beyanı içerisinde açıkça; 'Din ve
vicdan özgürlüğünü savunmak hiç bir zaman din devleti kurmak değildir, bunu
böyle değerlendirmek çok yanlıştır' dediği halde iddia makamı, iddianameye
alınan metinde bu kısmı '''şeklinde geçmiş ve iddianameye almamıştır.
İddianameye alınmayan bu kısım, iddia makamının iddiasını yalanlamaktadır.
Başbakanın sözlerinin bir kısmını makaslayan iddia
makamı, bununla yetinmemiş, daha da ileri giderek Başbakanın açıklamalarını;
söylenilen yer, zaman, neden ve muhatap bağlamından koparıp, söyleyenin kastına
rağmen anlamlandırmış ve bu suretle Başbakanı 'Siyasal İslam'a sınırsız bir
özgürlük alanı yaratmak' ve 'Devleti bir inancın hüküm ve kuralları
çerçevesinde yeniden biçimlendirmek ve dönüştürmek' (İddianame, s. 116-117)le
itham etmiştir. Halbuki Başbakanın, böyle bir niyeti, böyle bir düşüncesi,
böyle bir açıklaması ve böyle bir çalışması yoktur. Beş senelik AK Parti
iktidarı ve yaptıkları, bunun tanığıdır. Bu değerlendirme ve yaklaşım, Anayasa
ve yasalara uymak ve bunları uygulamakla görevli iddia makamının, iddianameyi
hazırlarken Anayasa ve yasaları ihlal ettiğinin somut delilidir.
Hukuk devletinde iddianameler; vehimler, tahminler veya
kehanetler üzerine değil, Anayasa ve yasalara uygun somut gerçeklikler üzerine
bina edilir.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamının, hakkında
iddianame düzenlediği kişilerin açıklamalarını söylendikleri yer, zaman ve
neden bağlamından koparıp, muhatabını görmezlikten gelip, daha da vahimi
söyleneni veya yapılanı söyleyen veya yapanın iradesi dışında kendi anlayışına
göre değerlendirip, söyleyenin veya yapanın hiç kastetmediği ve hatta aklına
bile getirmediği anlamlar yüklemesi ve bundan dolayı sorumlularının tecziyesini
talep ve dava etmesi söz konusu olamaz. Aksinin kabulü ve yapılması, hukukun
evrensel ilkeleri ve Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan hukuk devleti
ilkesinin ayaklar altına alınmasıdır.
Kaldı ki 'Yargıtay Başkanın beyanları eleştirilemez.'
şeklinde ne bir Anayasa ve ne de yasa kuralı vardır. Herkesin görüşünün
eleştirisi mümkün olduğu gibi Yargıtay Başkanının görüşleri de eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde kişiler tabu olmadığı gibi, kişilerin görüşleri
de tabu değildir. Ancak totaliter rejimlerde, eleştirilmez kişiler veya
görüşler olabilir. 'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi
açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat
altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz,
yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma
hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir
hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Başbakanın da
Yargıtay Başkanının görüşlerine katılmamak veya gerektiğinde eleştirme hak ve
yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak
ve yetkisi yoktur.
3) İddianamenin
27'inci sayfasında yer alan 3 numaralı iddianın delilleri (EK- 3) , muhtelif
gazete kupürleridir.
İddia makamı, Yüksek Öğretim Kanununda değişiklik öngören
tasarının geri çekilmesi ile ilgili Başbakanın 'acelemiz yok.' şeklindeki açık
ve normal bir beyanına, gizli ve anormal bir anlam yüklemiş ve bir kanun
tasarısının Türkiye Büyük Millet Meclisindeki yasalaşma sürecinde yapılanları,
Anayasayı da çiğneyerek Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı görmüştür. Halbuki
'Acelemiz yok' denilmesi, gizli bir niyeti değil, açık bir tutumu ortaya
koymaktadır. Zira yasa teklifi veya tasarılarının gizli bir yönü
bulunmamaktadır. Sadece bir kanun tasarısının yasalaşmasının ertelendiğini
ifade için söylenmiş açık bir sözden, gizli anlamlar türetmek, İddia makamının
görev ve yetkisi dahilinde değildir. Hukuk devletinde iddia makamı olmayandan
değil olandan hareket eder ve hiçbir zaman olmayanı kendisi ihdas etmez.
İddia makamı, kendi verdiği anlamları, partimizin görüşü
olarak takdim edemez.
Özetle iddia, Anayasaya uygun bir biçimde işleyen bir
yasama sürecinden, Anayasaya aykırılık türetmeye dayanmaktadır.
Bilindiği gibi yasama yetkisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne
aittir (Anayasa, m. 7). Kanun koymak, değiştirmek veya kaldırmak, Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nin yetki ve görevlerindendir(Anayasa, m. 87). 'Kanun teklif
etmeye Bakanlar Kurulu ve milletvekilleri yetkilidir.'(Anayasa, m. 88/1)
'Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisince kabul edilen kanunları onbeş
gün içinde yayımlar. (Değişik: 3.10.2001-4709/29 md.) Yayımlanmasını kısmen
veya tamamen uygun bulmadığı kanunları, bir daha görüşülmek üzere, bu hususta
gösterdiği gerekçe ile birlikte aynı süre içinde, Türkiye Büyük Millet
Meclisi'ne geri gönderir'' (Anayasa, m. 89/1-2)
'Kanun tasarı veya tekliflerinin Türkiye Büyük Millet
Meclisinde görüşülme usul ve esasları İçtüzükle düzenlenir.'(Anayasa, m. 88/2)
Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzük'üne göre; kanun teklifleri, bu yetki
kendisine tanınan bakanlar kurulu veya milletvekili tarafından her zaman geri
çekilebilir (Anayasa m. 88, m. 95; İçtüzük, m. 75, 88) veya Türkiye Büyük
Millet Meclisi ihtisas Komisyonları ( İçtüzük, m. 20) gündemine hakim olup (
İçtüzük, m. 26) istediği kanun teklif veya tasarısını alt komisyona
gönderebileceği gibi, alt komisyona göndermeksizin görüşme yapıp
sonuçlandırabilir.
Bu nedenlerle Türkiye Büyük Millet Meclisi Milli Eğitim,
Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonunun gündeminde bulanan bir kanun tasarısını
Alt Komisyona havale etmesi, tamamen Anayasa ve İçtüzük'e uygun teknik ve
geleneksel bir uygulamadır.
Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edilen bir kanunun,
Anayasaya aykırılık denetimi ve aykırılığın tespiti halinde iptali, Anayasa
Mahkemesinin görev ve yetkileri arasındadır (Anayasa, m. 148-153).
Anayasa ve İçtüzük'e uygun bir yasama faaliyeti, salt
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın iddia ve değerlendirmesiyle Anayasaya aykırı
hale gelmez, getirilemez. İddia makamının bu yaklaşımının kabulü, yasama
çalışmalarını, Cumhuriyet Savcılarının denetimine açmak anlamına gelir. Hiçbir
demokratik ülkede, milli iradenin tecelligahı olan yasama meclisi, Cumhuriyet
Savcılarının denetimi altında değildir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
bu tavrıyla, Anayasanın yalnızca Anayasa Mahkemesi'ne tanıdığı denetim
yetkisini devşirmektedir. Oysa 'Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan
almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.' (Anayasa, m. 6/3)
Pek çok kanun teklifi veya kanun tasarısı, Meclis İhtisas
Komisyonlarında görüşülüp alt komisyonlara havale edildiği veya geri çekildiği
halde, hiç birine böyle bir anlam yüklenmeyip, Anayasa ve İçtüzük'e uygun bir
komisyon kararını sadece AK Parti ile ilgisi ve Başbakanın 'Acelemiz yok'
sözünden hareketle laikliğe aykırılık olarak değerlendirmek, oldukça manidardır
ve de Anayasa'da ifadesini bulan hukuk devleti (Anayasa, m. 2) ve eşitlik
(Anayasa, m. 10) ilkelerine de açıkça aykırıdır.
Ayrıca yapılan düzenleme, bütün mesleki ve teknik eğitimi
ilgilendiren bir düzenleme olup, bunun sadece İmam Hatip Lisesi için
yapıldığını söylemek te subjektif bir yaklaşımdır. Subjektif değerlendirmeler,
objektif gerçekliği değiştirmez.
Üniversiteye girişte uygulanan katsayı adaletsizliğinin
kaldırılmasını savunmak ve bu yönde çalışma yapmak, Anayasaya kesinlikle aykırı
değildir. Bunun aksinin kabulü, 1998 senesine kadar böyle bir uygulama olmaması
nedeniyle, bütün hükümetlerin ve idarenin Anayasayı ihlal ettiği anlamına gelir
ki bu doğru değildir. Anayasa hükümleri aynı olduğu halde, 1998'e kadar
Anayasaya uygun olan bir uygulamanın, 1998'den sonra Anayasaya aykırı hale
gelmesi veya getirilmesi ve daha da kötüsü bunun bir siyasi partinin
kapatılmasının nedeni gösterilmesi, Anayasa'nın 2'inci maddesinde ifadesini
bulan demokratik ve laik hukuk devleti ilkesi ve 10'uncu maddesinde yer alan
eşitlik ilkesi ile bağdaşmaz. İddia makamının değerlendirmesi bu gerçekliği
ortadan kaldıramaz.
Kaldı ki bu, bir Meclis çalışmasıdır ve bu çalışmalar
Anayasa'nın mutlak sorumsuzluk teminatı altındadır (Anayasa, m. 83/1)
4) İddianamenin
28'inci sayfasında yer alan 4 numaralı iddianın ekleri (EK-4), bir gazete
kupürü, 13.05.2004 tarih ve 5171 Sayılı Yükseköğretim Kanunu ve Yükseköğretim
Personel Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun ve bu kanuna dair
Cumhurbaşkanının geri gönderme gerekçesi ile Yargıtay Başkanı Eraslan
ÖZKAYA'nın 2003-2004 adli yıl açılış konuşmasıdır. Yargıtay Başkanının
konuşmasının, iddia makamının iddiasıyla irtibatı kurulamamıştır.
Bu iddia Başbakanın; 13.05.2004 tarih ve 5171 Sayılı
Yükseköğretim Kanunu ve Yükseköğretim Personel Kanununda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanunun bir daha görüşülmek üzere Cumhurbaşkanınca Meclise geri
gönderme gerekçelerine karşı yaptığı değerlendirme ve eleştirileri
içermektedir.
Cumhurbaşkanının geri gönderme gerekçeleri, eleştirilemez
düşünce ürünleri değildir. Hiçbir demokratik hukuk devletinde bunun aksi varit
değildir. Nitekim Anayasa'nın 89'uncu maddesinin üzerine oturduğu mantık ve
anlamda bu doğrultudadır.
Meslek Liselerinde yaşanan katsayı sorunu, Türk
eğitimimin ortak sorunudur. Bizim konuya yaklaşımımız, İmam-Hatip Liseleri
özelinde değildir, genel bir yaklaşımdır. Cumhurbaşkanının bir daha görüşülmek
üzere Meclise geri gönderdiği tasarı da sadece İmam Hatip Liselerini değil
bütün mesleki ve teknik eğitimi kapsamaktadır. Ancak bu sorunda taraf olanlar,
her vesile ile 'Meslek liselerindeki katsayı sorununu' sadece İmam-Hatip Lisesi
sorununa indirgemişlerdir. Biz, bizim dışımızda yapılan bu değerlendirmelere
karşı olduğumuzu her defasında ifade ettik. Eşitlikçi bir bakışı benimsedik.
Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek
anlamı ile kullanılmasına yöneliktir. Laikliğin toplumdaki herhangi bir insanı,
üstelik resmi bir okulda okumasından ötürü dışlayan ve tehlike gösteren bir
gereği varmış gibi gösterenlerin asıl olarak laikliğe zarar verdiğini ifade
eden bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek
anlamı ile kullanılmasına yöneliktir.
İmam Hatip Liseleri de diğer liseler gibi Devletin
kurduğu, giderlerini karşıladığı, öğretmenlerini atadığı, yönetimi icra ettiği,
program ve kitaplarını tespit edip uygulattığı, öğrencisini devletin kaydettiği
ve mezununa diplomasını verdiği, kısaca devletin gözetim ve denetimi altında
faaliyet gösteren bir okuldur. Bir yandan bu okulların faaliyetini sürdürmeyi
Anayasaya uygun bir devlet görevi sayarken, diğer yandan bu okulların ve burada
okuyan öğrencilerin sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmayı ve
sorunların giderilmesi için çaba sarfetmeyi Anayasaya aykırı saymak ve işin
vahimi bu kabulün dayanağı olarak Anayasayı göstermek, hakla, hukukla ve
Anayasa ile izahı kabil olmayan yaman ve temel bir çelişkidir. Devlet, kendi
eğitim-öğretim kurumlarına ikircikli bakmaz ve bakılmasına da müsaade etmez. Ne
gariptir ki iddianame, bu okullara ikircikli yaklaşmamayı Anayasa ihlali ve
parti kapatma nedeni sayan, hukuk dışı bir yaklaşıma sahiptir.
Üniversiteye girişte uygulanan katsayı adaletsizliğinin
kaldırılmasını savunmak ve bu yönde çalışma yapmak, Anayasaya kesinlikle aykırı
değildir. Bunun aksinin kabulü, 1998 senesine kadar böyle bir uygulama olmaması
nedeniyle, bütün hükümetlerin ve idarenin Anayasayı ihlal ettiği anlamına gelir
ki bu doğru değildir. Zira meslek liseleri, 1998 yılına kadar üniversite
sınavlarında farklı katsayı uygulamasına tabi değildi. Farklı katsayı
uygulaması, 1998'de başladı. 1998'e kadar Anayasaya ve laikliğe aykırı olmayan
üniversiteye giriş sistemindeki puan hesaplama usulünün, meslek liseleri
bakımından hem de Anayasa değişmediği halde 1998'den sonra Anayasaya aykırı
hale gelmesi veya getirilmesi ve daha da kötüsü bunun bir siyasi partinin
kapatılmasının nedeni gösterilmesi, Anayasadan kaynaklanmamakta, Anayasaya
rağmen yapılan uygulamalardan kaynaklanmaktadır.
Pek çok siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, yazar,
gazeteci, sivil toplum örgütü ve siyasi parti tarafından dile getirilen Meslek
liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği sorunu, onlar için Anayasa ve
laiklik ilkesine aykırı görülmez iken, aynı sorunları AK Parti'nin dile
getirmesi halinde Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülüp Anayasanın 69'uncu
maddesine göre kapatılma nedeni sayılması ve hakkında dava açılması, Anayasanın
2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik devlet ilkesi ile 10'uncu
maddesindeki eşitlik ilkesine açık bir aykırılıktır. Bu, bir çifte standarttır.
Anayasaya aykırılığın, söylenene veya yapılana göre değil de söyleyene veya
yapana göre belirlendiğinin ispatıdır. Hukuk devletinde sözler veya fiiller,
adalet terazisinde söyleyene göre tartılmaz.
Kişilerin dindar olmasından veya resmi okulda din eğitimi
ağırlıklı okumayı tercih etmiş olmasından hareketle laik olmamakla
suçlanmasının doğru olmadığı ifade edilirken, kişi dindar olabilir ama devlet
laiktir. Kişi bakımından sırf dindar diye laik olmamakla suçlamak haksızlıktır
anlamına gelen sözler de bir gerçeği ifade etmektedir. İnsanların laiklik mi
yoksa dindarlık mı gibi bir ikilemde bırakılarak bu ikisinin birbirinin
alternatifi gibi yan yana konularak birisini seçmek zorunda bırakılmaları kabul
edilemez. Laikliği savunmak adına bu gerçek ifade edilmiştir.
Dolayısıyla bu sözlerde laikliğe karşı bir anlam ve
laiklik ilkesine yönelik bir saldırı yoktur. Tam tersine laiklik ilkesinin
kuvvetlendirmeye ve onu istismar edenlerin ellerinden kurtarmaya çalışarak
laiklik ilkesinin hiç kimseyi dışlamadığına dair bir değerlendirme ve
tespittir.
Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten hareket
eder, kendince anlam yükleme veya anlamı başkalaştırma yoluyla delil uyduramaz.
Kaldı ki 'Cumhurbaşkanı eleştirilmez veya
Cumhurbaşkanının geri gönderme gerekçelerini eleştirmek Anayasaya aykırıdır'
şeklinde ne bir Anayasa ve ne de yasa kuralı vardır. Herkesin görüşünün
eleştirisi mümkün olduğu gibi Cumhurbaşkanının görüşleri de eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde kişiler tabu olmadığı gibi, kişilerin görüşleri
de tabu değildir. Ancak totaliter rejimlerde, eleştirilmez kişiler veya
görüşler olabilir. 'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi
açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat
altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz,
yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma
hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir
hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Başbakanın da
Cumhurbaşkanının görüşlerine katılmamak veya gerektiğinde eleştirme hak ve
yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak
ve yetkisi yoktur.
5) İddianamenin
28'inci sayfasında yer alan açıklama (EK-5), 21.08.2001 tarihli Akşam Gazetesi
haberinin bir kısmından oluşmaktadır.
a) Bu beyanında
Başbakan, AK Parti kurulmadan yıllar önce (1994) yaptığı bir konuşmada geçen
laiklik değerlendirmelerine dair kastının ne olduğunu açıklamaktadır. Bunun
yanında aynı haberde Başbakanın; laikliğin bir sistem ve devletin niteliği
olduğuna, laikliğin din gibi algılanmasının yanlışlığına, din ile laikliğin bir
birinden ayrı şeyler olduğuna dair açıklamaları da vardır. Ne gariptir ki iddia
makamı, bu kısımları iddianameye almamıştır. Buradan farklı anlamlar üretmek,
ne hukuka ve ne de iddiaya bir değer katar. Bilakis hukuku bozar.
Başbakanın beyanları, laiklik ve Anayasa ile
uyumludur. Çünkü laiklik, bir din değildir. İnsanlar iki dinden birini seçmek
gibi bir tercih durumunda değildir. Hem dindar olmak hem de devlet yönetiminde
laiklik ilkesinin uygulanmasına karşı olmamak mümkün ve gereklidir. Laiklik
ilkesi din ve vicdan özgürlüğünün de teminatıdır. Kişilerin dini ve vicdani
kanaatlerinden ötürü kınanamaması ve tercihlerinin teminat altına alınması
laiklik ilkesi gereğidir.
Anayasamıza göre laiklik; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin
ayrılmaz ve değiştirilmez bir vasfı (Anayasa, m.2,4) olup, hiçbir zaman
dinsizlik değildir ve kişilerin dinini yaşmasına veya dindar olmasına da mani
değildir. Aksine laiklik; bütün dinlerin, inançların ve ibadetlerin teminatı,
bu konulardaki hürriyetin ifadesidir. Bu husus, Anayasanın 2'inci maddesinin
gerekçesinde de açıkça ifade edilmiştir:'Hiçbir zaman dinsizlik anlamına
gelmeyen laiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi,
ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı
bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.' (Burhan Kuzu, Anayasa Metinleri
ve İlgili Mevzuat, Filiz Kitabevi, 3. Baskı, İstanbul ' 1993, S. 3)
Nitekim Anayasamıza göre de laik Türkiye Cumhuriyeti
Devleti, din ve vicdan özgürlüğünü bir hak olarak tanımış ve teminat altına
almıştır. Anayasa'da yer alan; 'Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat
hürriyetine sahiptir.
14'üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet,
dini ayin ve törenler serbesttir.
Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç
ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı
kınanama ve suçlanamaz.' (Anayasa, m. 24/1-3) ifadeleri, bunun delilidir.
Anayasa, Anayasa Mahkemesi ve doktrin dahil herkes
laikliğin bir din olmadığını söylüyor. Başbakan da aynı şeyi, yani laikliğin
bir din olmadığını söylüyor. Herkes laikliğin bir sistem olduğunu vurguluyor.
Başbakan da laiklik bir sistemdir diyor yani aynı şeyi söylüyor. Anayasa da
laikliği, bireyin değil Türkiye Cumhuriyeti Devletinin niteliklerinden biri
olduğunu söylüyor. Herkes laikliğin din, inanç ve ibadet hürriyetinin teminatı
olduğunu ve dindarlığa mani olmadığını söylüyor, Başbakan da laikliğin din,
inanç ve ibadet hürriyetinin teminatı olduğunu ve dindarlığa mani olmadığını,
dindar bir kişinin de laiklik ilkesine benimseyebileceğini söylüyor. Özetle
ifade etmek gerekirse Başbakan söylediği, Anayasa, Anayasa Mahkemesi ve
doktrinin söylediklerinin, farklı bir üslupla tekrar ve ifadesidir.
Ayrıca Ak Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip
ERDOĞAN, Türkiye Cumhuriyeti'nin laik niteliğini benimsediğini, laikliğin
teminatının Ak Parti olduğunu, laikliğin bir sigorta olduğunu ifade eden ve
laikliğin önemine vurgu yapan sayısız konuşmaları vardır (EK-2). Nitekim
iddianamede delil olarak sunulan pek çok konuşma da bunu açıkça göstermektedir:
'Laiklik çok farklı bir konudur. Laik olduğumuz
Anayasa'da belirtilmiştir. İnsanlar dini gereklerini böylece yerine
getirebilir. İslam ile laikliği yan yana tanım olarak getirmek yanlış olur.
Kişiler laik olmaz.' (İddianame, s. 28, ek- 4 )
'Bazıları laikliği din gibi algılıyor. Laiklik din olursa
aynı anda Müslüman olunamaz. İnsan iki dine mensup olamaz. Asıl itibarıyla
laiklik bir sistemdir ve fertlerin değil, devletin laikliği söz konusudur. Dine
mensupluksa ferdi bir tasarruftur. O manada söyledim.' (İddianame, s. 28, ek- 5
)
'Laikliği din haline getirirseniz halkı üzersiniz'''Bizim
laiklikle derdimiz yok. 1982 Anayasası'nın laikliği düzenleyen maddesinin
gerekçesinde bir tanım mevcut. Gerekçe, 'bütün dinlere eşit mesafede olmak'
diyor. İnançlar, devlet güvencesinde. Tekrar ediyorum: Ben insan olarak laik
değilim; devlet laiktir. Buna mukabil laik düzeni korumakla yükümlüyüm. Ama siz
laikliği bir din gibi takdim ederseniz, bu ülkenin halkını üzersiniz. Türkiye
iyiye gidiyor, hükümet başarılı, laikliği gündeme getirip, bundan nemalanmak
isteyenler var. Türkiye'de 'niyet okuyucuları' haksız isnadlar ortaya atıyor'
(İddianame, s. 30, ek- 10 )
''Laik toplumda din, laik yönetimin güvencesindedir.
Laiklik, tüm inanç gruplarına eşit mesafede olmak şeklinde tanımlanmıştır ve
zaten bu temin edildiği içindir ki, laiklik bizim için bir yerde sigortadır.'
(İddianame, s. 36, ek- 19 )
İddianamede yer alan bu açıklamalar, Başbakan ve AK Parti
Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN'ın, laiklik ilkesinden yana olduğunu
gösteren ve iddianameyi tekzip eden, iddianameden delillerdir.
b) Ayrıca söz
konusu kaset 1994 yılına aittir. Orada açıklanan düşüncelerden dolayı Başbakan
yargılanmış ve beraat etmiştir.
Her hangi bir parti üyesinin, partinin kuruluşundan
önceki beyanları partiye isnat edilemez. Bu beyanların, partinin kuruluşundan
sonra yazılı veya görsel basınca tekrarı dahi aynı ilkeye tabidir.
Anayasa'nın 69'uncu maddesi açıktır: İsnadın en erken
başlama tarihi, partinin kuruluş günüdür. Çünkü henüz kurulmamış olan bir
partiye Anayasanın 69'uncu maddesindeki müeyyideleri işletilemez. Anayasa
abesle iştigal edemeyeceği gibi, iddia makamı da abesle ne meşgul olmalı ve ne
de mahkemeleri abesle iştigal ettirmelidir.
Bilindiği gibi Adalet ve Kalkınma Partisi, yasanın
aradığı bildiri ve belgeleri İçişleri Bakanlığına vermek suretiyle (Siyasi
Partiler Kanunu, m. 8) 14 ağustos 2001'de kurulmuştur. Dolayısıyla da hak ve
fiil ehliyetini de aynı gün kazanmıştır (Türk Medeni Kanunu, m. 47/1, 49; Siyasi
Partiler Kanunu, m. 8).
Bu anayasal ve yasal düzenlemelerin içerdiği şart ve
gereklilikler dikkate alındığında; AK Partinin kuruluşundan yıllar önce
söylendiği iddia edilen beyanlar nedeniyle Başbakanın ve Genel Başkanı olduğu
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin sorumlu tutulması ve tecziyelerinin talep ve
davası, hukuken ve fiilen imkansızdır.
Bütün bu hukuki ve fiili somut gerçekliklere rağmen iddia
makamı, AK Parti kurulmadan yıllar önce yapıldığı iddia olunan bu beyanları,
iddianamesine delil olarak koymaktan çekinmemiştir. Bu, hukukun evrensel
ilkeleri, Anayasa ve yasaların açık bir ihlalidir.
Kaldı ki hukuk devletinde, yıllar önce yapılmış
konuşmalar, konuşmayı yapanın iradesi dışında yeniden yayınlanması, bu
konuşmaları bugün yapılmış konumuna getirmez.
6) İddianamenin
28'inci sayfasında yer alan beyanlar (EK-6); Yugoslavya örneğinde olduğu gibi
bir etnik çatışmanın Türkiye'de yaşanmayacağını, çünkü Yugoslavya'da yaşayan
insanlar arasında din bağı olmadığını, oysa Türkiye'deki etnik unsurları bir
birine bağlayan din bağı olduğunu ifade ile dinin etnik gruplar arasındaki
birleştiriciliğine dair sosyolojik bir gerçeğin tespit ve ifadesidir.
Başbakan açıklamasında, dinin birleştirici vasfına vurgu
yapmış; ancak dini bir üst kimlik olarak kabul ve takdim etmemiştir.
İddianamede yer alan 7 ve 8 numaralı iddialardaki beyanlar da bunu
doğrulamaktadır. Ancak bu açık gerçekliğe rağmen iddia makamının, hem bu beyanı
ve hem de diğerlerini 'Dinin üst kimlik' olarak kabul ve takdim edildiği bir
biçimde değerlendirmesi, subjektif ve gayri hukuki bir yaklaşımdır, Anayasaya
aykırıdır.
Ak Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN,
üst kimlik olarak her zaman anayasal vatandaşlığa vurgu yapmış ve Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlığının insanlarımızı birleştiren üst kimlik olduğunu
konuşmalarında defalarca dile getirmiştir (EK-3). Nitekim iddianamede de
bunu ifade eden konuşmalar yer almakatadır:
'Herkes kendi kimliğiyle övünebilir. Bu onun en doğal
hakkıdır. Kürt Kürtlüğüyle, Türk Türklüğüyle, Çerkez Çerkezliğiyle, Laz Lazlığıyla
övünebilir. Etnik kimlik anlamında söylüyorum. Ama bizi üstte birbirimize
bağlayan üst kimlik TC vatandaşlığıdır. Bu ortak paydadır'...'
(İddianame, s.28-29)
'Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bugüne kadar 'din bir üst
kimliktir' ifadesi kullanmadığını vurgulayarak, 'Üst kimlik olarak kullandığım
ifade; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır ve bunun defaatle açıklamalarını
yaptık. Ama buna rağmen bazıları anlamak istemiyor. Yine söylüyorum, din bir
çimentodur ve şu anda en önemli birleştirici unsurumuzdur. Tarih boyunca bu
böyledir'.' (İddianame, s. 29)
İddianamede yer alan bu beyanlar, iddianameyi tekzip
etmektedir. Ama ne gariptir ki iddia makamı, Ak Parti Genel Başkanı ve Başbakan
Recep Tayyip ERDOĞAN'ın Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düzeltme ve
cevap hakkını'(Anayasa, m. 32) kullanarak yaptığı (hakkındaki 7 ve 8 numaralı)
açıklamaları dahi, Anayasa'ya rağmen iddianameye almıştır. İddia makamını
tekzip eden beyanlar, hiçbir zaman iddiayı teyit eden açıklamalar veya deliller
olarak alınamaz ve kullanılamaz. İddia makamının bu yaklaşımı, hukukun genel
ilkeleri ve Anayasa'da ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin alenen
ihlalidir.
Bir Başbakanın, ülkesindeki insanların birlik ve
beraberliğine vurgu yapması, bireyleri birleştiren öğelerden biri olan dine
vurgu yapması, ne laikliğe ve ne de Anayasaya aykırıdır.
7) İddianamenin
29'uncu sayfasında yer alan açıklama (EK-7), CHP Genel Başkanı Deniz BAYKAL'ın
Türkiye'nin Yugoslavya gibi bölünme tehlikesi ile karşı karşıya bırakıldığına
ilişkin açıklaması üzerine Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN'ın yaptığı bir
değerlendirme ve tespittir.
Ayrıca bu açıklama, Türkiye'nin sosyolojik ve kültürel
gerçekliğine ilişkin bir tespitten ibaret olup, ülkemizin asla bir Yugoslavya
olmayacağına işaret etmektedir. Bir ülkede yaşayan insanların ortak değer
olarak bir dine mensup olduklarını ve bu değerin de en önemli birleştirici
unsurlardan biri olduğunu ifade etmenin laiklikle çelişen hiçbir yönü
bulunmamaktadır.
Cumhuriyet Savcısının Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN'a ait
olduğunu tırnak içinde belirttiği 7. iddiadaki beyan, ekinde gösterilen hiçbir
belgede bir bütün olarak yer almamaktadır. Burada iddia makamının, değişik
gazetelerdeki haberleri parçalayıp kendisine göre birleştirerek ve hatta
cümleler arasındaki öncelik ve sonralığı da değiştirerek yepyeni bir metin
oluşturmuş ve bu metin Başbakan'a izafe edilmiştir. Şöyle ki:
a)Ekte sunulan
delillerden sadece Yeni Şafak ve Milliyet.com.tr.'nin haberi konuyla ilgilidir.
Sabah 17.9.2005 - Erdal Şafak 'Baykal'la yararlı bir ufuk turu' başlıklı
haberin, Başbakanla hiçbir ilgisi yoktur. İddia makamının kurduğu ilgi de
tarafımızdan tespit edilememiştir.
b)Bu haber
metinleriyle iddianame karşılaştırıldığında; Milliyet.com.tr.'deki haberin ilk
cümlesi 'Herkesi yaratan Allah'tır. Ayrıma ne gerek var' Üst ortak paydada
birleşerek el ele vereceğiz.' iken, iddianamede 'Hepimizi yaratan mutlak
yaratıcı Allah'tır. Ayrıma ne gerek var. O üst ortak paydada birleşip el ele
vereceğiz' biçimine dönüştürülmüş ' böylelikle metindeki 'Herkesi'
ibaresi 'Hepimizi' şeklinde değiştirilirken, üçüncü cümlenin başına metinde yer
almayan 'O' zamiri eklenmek suretiyle Allah ortak paydanın öznesi kılınmıştır.
Oysa Cumhuriyet Savcısının dayandığı haber metinleri okunduğunda üst ortak
paydanın öznesinin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı olduğu açıktır.
c) 'Hepimizi yaratan mutlak yaratıcı Allah'tır. Ayrıma ne
gerek var. O üst ortak paydada birleşip el ele vereceğiz' cümlesi haberde,
metnin ilk cümlesi olduğu halde, iddianamede son cümle olarak yer almıştır.
Böylece iddia makamı, Başbakana ait metindeki cümlelerin
bir kısmını takdim tehir ederek, metne bazı kelimeler ve bir zamir ekleyerek,
anlam başkalaştırması, diğer bir anlatımla anlam tahrifi yapmıştır.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı; delilleri
değiştiremez, başkalaştıramaz ve delil oluşturamaz, sadece somut delillerden
hareket eder. Hukuk tarihi bir delile en olmadık anlamlar yüklendiğine örnekler
verebilmektedir; ancak hiç bir hukuk devletinde yargılama unsurlarının
iddialarını ispat için kendi fiilleriyle delil ürettiklerine örnek verilemez.
Kaldı ki Başbakan, bugüne kadar yaptığı hiçbir konuşmada
'Din üst kimliktir.' şeklinde veya bu anlama gelecek bir beyanda bulunmamıştır.
Sadece dinin birleştirici vasfına vurgu yapmıştır. Ama Başbakanın, 'Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlığı bizi birbirimize bağlayan üst kimliktir.' biçiminde ve
anlamında sayısız açıklamaları vardır. İşte bu iddiada yer alan 'Ama bizi üstte
birbirimize bağlayan üst kimlik TC vatandaşlığıdır.' (İddianame, sayfa: 29)
ifadesi de bunlardan biridir. Buna rağmen bazıları, farklı şekilde
değerlendirmeler yapmıştır. Başbakan da bu değerlendirmeleri tekzip etmiştir.
Nitekim iddianamede yer alan 8 numaralı iddiada da görüldüğü gibi 'Üst kimlik
olarak kullandığım ifade; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır ve bunun defaatle
açıklamalarını yaptık. Ama buna rağmen bazıları anlamak istemiyor'' demek
suretiyle Başbakan, bu minval değerlendirmeleri tekzip etmiş ve tekziplerinin
defalarca olduğunu da açıklamıştır.
Bir Başbakan, Anayasa ile tanınıp teminat altına alınan
'Cevap ve düzeltme hakkı'(Anayasa, m.32)nı kullandığı ve hatta iddianamede
ithamına delil gösterilen beyanlarında olduğu üzere 'Benim kastım şudur veya
üst kimlik Türk vatandaşlığıdır' diye defalarca açıkladığı halde, iddia
makamının bu gerçeklikleri görmemesi veya yok sayması, açık bir Anayasa
ihlalidir. Hukuk devletinde hiç bir kişi, söylemediği veya reddettiği
düşünceleri söylemiş kabul edilip yargılanmaz.
Bu açık gerçekliğe rağmen, dinin birleştirici
fonksiyonuna yapılan vurguların, üst kimlik gibi takdimi kabul edilemez bir
tahrif ve çarpıtmadır. Tarihi, siyasi ve sosyolojik gerçekliklerin tespit ve
ifadesi, iddia makamının değerlendirilmesiyle Anayasaya aykırı hale gelmez.
8) İddianamenin
29'uncu sayfasında yer alan 8 numaralı iddiadaki beyanlar (EK- 8); hakkında
basında çıkan 'Dinin üst kimlik olduğu' yönündeki haberlerin yalanlanması ve bu
haberleri yapanların eleştirisidir.
Başbakan açıklamasında; CHP Genel Başkanı Deniz
BAYKAL'ın Yugoslavya benzetmesi üzerine dinin etnik unsurları birleştirici
vasfına işaret ettiğini, hiçbir zaman 'Din üst kimliktir' demediğini, üst
kimlik olarak kullandığı ifadenin 'Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı' olduğunu,
bunu defalarca açıkladığını, ama bazılarının bunu anlamadığını dile
getirmiştir.
Başbakanın Atatürk'ün nutkuna atıfta bulunarak ve
Yugoslavya'nın durumunu tahlil ederek dinin birleştiriciliğine vurgu yapması ve
üst kimliğin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı olduğunu tartışmasız ifade
etmesi, ne laikliğe ve ne de Anayasaya aykırıdır.
Burada anlaşılmaz olan, iddia makamının, iddiasını
temelden çökerten bir delile, istinat etmiş olmasıdır. İddianamede yer alan bu
delil, delil oluşturma telaşının bir ürünü olup iddia makamının isnadını
tamamen çökertmektedir.
9) İddianamenin
29'uncu sayfasında yer alan 9 numaralı iddiadaki açıklamalar (EK- 9), Türk Ceza
Kanunu'nun 263'üncü maddesinin değiştirilmesi nedeniyle, CHP Genel Başkanı
Deniz BAYKAL ve başkaca kişilerin yaptığı eleştirilere ilişkin değerlendirme,
tespit ve eleştirilerini içermektedir.
Başbakan, açıklamasında; 'Kaçak Kur'an kursu' diye
bir şeyin kanunda olmadığını, söz konusu olanın 'Kanuna aykırı eğitim kurumu'
olduğunu, değerlendirmelerin kanunun ruhuna aykırı olduğunu, Kur'an öğrenmenin
suç olmadığını, halkın % 99'unun Müslüman olduğu bir ülkede herkesin dinin
kitabını öğrenme hakkı bulunduğunu, bunun da yasalar içinde yapılması
gerektiğini, türban konusunda da toplumun duyarlılığını iyi anladığını
belirtmiştir.
Başbakanın beyanları, laiklik ve Anayasa ile
uyumludur. Zira din ve vicdan özgürlüğü, evrensel temel hukuk metinlerine
girmiş ve Anayasa'nın 24'üncü maddesinde düzenlenerek teminat altına alınmış
bir insan hakkıdır. Her Türk vatandaşının, inandığı dine ait kutsal kitabı
öğrenme hakkı din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olup, laiklik ilkesinin de
teminatı altındadır (Anayasa, m. 2, 24). % 99'u Müslüman olan Türk toplumu
bakımından Kur'an öğrenim hakkı da evleviyetle böyledir. Ayrıca bu konuda
devletin de pozitif yükümlülüğü vardır. Bir Anayasal kuruluş olan Diyanet
İşleri Başkanlığı'nın (Anayasa, m. 136, özel yasa) normatif misyonlarından
birisi de budur.
Din ve vicdan özgürlüğü kapsamında olan Kur'an
öğreniminin, Tevhid-i Tedrisat Kanunun sınırları içerisinde nasıl
gerçekleştirileceği sorunu, elbette ki bir eğitim politikası sorunudur. Bu
sorunun çözümünde değişik partilerin değişik politika ve proje üretmeleri,
siyasal çoğulculuğun ve siyasal düşünce özgürlüğünün gereğidir. Bu konuda
farklı görüşlerin serdedilmesini Anayasaya aykırı sayan bir anlayış,
savunulamaz.
Kaldı ki Türk Ceza Kanunu'nun 263'üncü maddesinde yapılan
değişiklik, Cumhurbaşkanınca onaylanarak yürürlüğe girmiş olup, ne
Cumhurbaşkanı ve ne de Anamuhalefet Partisi tarafından Anayasa Mahkemesi'ne
götürülmüştür. Şu anda yürürlükte olan bir kanun maddesi nedeniyle, partimizin
itham edilmesi kabul edilemez.
Ayrıca bu konuşmasında Başbakan; laikliğin devletin
niteliği olduğunu ve kendisinin de laik düzeni korumakla yükümlü olduğunu ifade
etmiştir.
10) İddianamenin
29'uncu sayfasında yer alan 10 numaralı iddiadaki açıklamalar (EK- 10), Türk
Ceza Kanunu'nun 263'üncü maddesinin değiştirilmesi nedeniyle kamuoyunda yaşanan
tartışma ve eleştirilere ilişkin değerlendirme, tespit ve eleştirilerini
içermektedir.
Başbakan konuşmasında; laiklikle derdi olmadığını,
laikliğin dinlere eşit mesafede olmayı gerektirdiğini, dinin laikliğin
güvencesinde olduğunu, kişilerin değil devletin laik olduğunu, laik düzeni
korumakla yükümlü olduğunu, laikliğin din gibi algılanmasının yanlış olduğunu,
bir sistem olan laikliğin devletin niteliği olduğu, Müslüman bir kişinin devlet
sistemi olarak laikliği benimseyebileceğini ifade etmiş ve ayrıca Türk Ceza
Kanunun 263'üncü maddesinde yapılan değişikliğe ilişkin değerlendirme ve tespitlerde
bulunmuştur.
Başbakanın beyanları, laiklik ve Anayasa ile
uyumludur. Çünkü laiklik, bir din değildir. İnsanlar iki dinden birini seçmek
gibi bir tercih durumunda değildir. Hem dindar olmak hem de devlet yönetiminde
laiklik ilkesinin uygulanmasına karşı olmamak mümkün ve gereklidir. Laiklik
ilkesi din ve vicdan özgürlüğünün de teminatıdır. Kişilerin dini ve vicdani
kanaatlerinden ötürü kınanamaması ve tercihlerinin teminat altına alınması
laiklik ilkesi gereğidir.
Anayasamıza göre laiklik; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin
ayrılmaz ve değiştirilmez bir vasfı (Anayasa, m.2,4) olup, hiçbir zaman
dinsizlik değildir ve kişilerin dinini yaşmasına veya dindar olmasına da mani
değildir. Aksine laiklik; bütün dinlerin, inançların ve ibadetlerin teminatı,
bu konulardaki hürriyetin ifadesidir. Bu husus, Anayasanın 2'inci maddesinin
gerekçesinde de açıkça ifade edilmiştir:'Hiçbir zaman dinsizlik anlamına
gelmeyen laiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi,
ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı
bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.'
Nitekim Anayasamıza göre de laik Türkiye Cumhuriyeti
Devleti, din ve vicdan özgürlüğünü bir hak olarak tanımış ve teminat altına
almıştır. Anayasa'da yer alan; 'Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat
hürriyetine sahiptir.
14'üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet,
dini ayin ve törenler serbesttir.
Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini
inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden
dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.' (Anayasa, m. 24/1-3) ifadeleri, bunun
delilidir.
Anayasa, Anayasa Mahkemesi ve doktrin dahil herkes
laikliğin bir din olmadığını söylüyor. Başbakan da aynı şeyi, yani laikliğin
bir din olmadığını söylüyor. Herkes laikliğin bir sistem olduğunu vurguluyor.
Başbakan da laiklik bir sistemdir diyor, yani aynı şeyi söylüyor. Anayasa da
laikliği, bireyin değil Türkiye Cumhuriyeti Devletinin niteliklerinden biri
olduğunu söylüyor. Başbakan da aynısını söylüyor. Herkes laikliğin din, inanç
ve ibadet hürriyetinin teminatı olduğunu ve dindarlığa mani olmadığını
söylüyor, Başbakan da aynı şeyi söylüyor. Özetle ifade etmek gerekirse
Başbakanın söylediği, Anayasa, Anayasa Mahkemesi ve doktrinin söylediklerinin,
farklı bir üslupla tekrar ve ifadesidir.
Başbakanın Türk Ceza Kanunu'nun 263'üncü maddesi
ile ilgili değerlendirmeleri de Anayasa ile uyumludur. Zira Anayasamıza göre;
her insanın, inandığı dine ait kutsal kitabı öğrenme hakkı din ve vicdan
özgürlüğünün bir gereği olup, laiklik ilkesinin de teminatı altındadır
(Anayasa, m. 2, 24). Müslüman olan Türk vatandaşları bakımından Kur'an öğrenim
hakkı da evleviyetle böyledir. Ayrıca bu konuda devletin de pozitif yükümlülüğü
vardır. Bir Anayasal kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın (Anayasa, m.
136, özel yasa) normatif misyonlarından birisi de budur.
Din ve vicdan özgürlüğü kapsamında olan Kur'an
öğreniminin, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun sınırları içerisinde nasıl
gerçekleştirileceği sorunu, elbette ki bir eğitim politikası sorunudur. Bu
sorunun çözümünde değişik partilerin değişik politika ve proje üretmeleri,
siyasal çoğulculuğun ve siyasal düşünce özgürlüğünün gereğidir. Bu konuda
farklı görüşlerin serdedilmesini Anayasaya aykırı sayan bir anlayış,
savunulamaz.
Kaldı ki Türk Ceza Kanunu'nun 263'üncü maddesinde yapılan
değişiklik, Cumhurbaşkanınca onaylanarak yürürlüğe girmiş olup, ne
Cumhurbaşkanı ve ne de Anamuhalefet Partisi tarafından Anayasa Mahkemesi'ne
götürülmüştür. Şu anda yürürlükte olan bir kanun maddesi nedeniyle, partimizin
itham edilmesi kabul edilemez.
Anayasa'da açıkça yer alan ve herkesin, yani Anayasa
Mahkemesi, doktrin, siyasiler, sivil toplum örgütleri, basın ve hukukçular
tarafından dile getirilmiş ve halen de dile getirilen konuların Başbakan tarafından
söylenmesi ve halen yürürlükte olan bir kanunun lehinde değerlendirmeler
yapılmasının, Anayasaya aykırı görülüp parti kapatma nedeni sayılması;
Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesi
ile 10'uncu maddesindeki eşitlik ilkesine tartışmasız bir aykırılıktır.
Ayrıca bu konuşmalarda Başbakan; laikliğin devletin
niteliği olduğunu ve kendisinin laik düzeni korumakla yükümlü olduğunu da
vurgulamıştır.
11) İddianamenin 29'uncu
sayfasında yer alan 11 numaralı iddiadaki açıklamalar (EK- 11), Türk Ceza
Kanunu'nun 263'üncü maddesinin değiştirilmesi nedeniyle kamuoyunda yaşanan
tartışmalar ve kanunla ilgili değerlendirme ve tespitleri içermektedir.
Başbakan açıklamasında; Türk Ceza Kanunu'nun
263'üncü maddesi hakkında değerlendirmelerde bulunuyor ve bu çerçevede Kur'an
öğrenimi üzerinde duruyor, ayrıca türban konusunda çözüm için toplumsal ve
kurumsal mutabakatın gerekliğini ve şu anda da kurumsal mutabakat olmadığından
çözümün zaman alacağını ifade ediyor.
Başbakanın beyanları, laiklik ve Anayasa ile
uyumludur. Zira din ve vicdan özgürlüğü, evrensel temel hukuk metinlerine
girmiş ve Anayasa'nın 24'üncü maddesinde düzenlenerek teminat altına alınmış
bir insan hakkıdır. Her Türk vatandaşının, inandığı dine ait kutsal kitabı
öğrenme hakkı din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olup, laiklik ilkesinin de
teminatı altındadır (Anayasa, m. 2, 24). % 99'u Müslüman olan Türk toplumu
bakımından Kur'an öğrenim hakkı da evleviyetle böyledir. Ayrıca bu konuda
devletin de pozitif yükümlülüğü vardır. Bir Anayasal kuruluş olan Diyanet
İşleri Başkanlığı'nın (Anayasa, m. 136, özel yasa) normatif misyonlarından
birisi de budur.
Din ve vicdan özgürlüğü kapsamında olan Kur'an
öğreniminin, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun sınırları içerisinde nasıl
gerçekleştirileceği sorunu, elbette ki bir eğitim politikası sorunudur. Bu
sorunun çözümünde değişik partilerin değişik politika ve proje üretmeleri,
siyasal çoğulcuğun ve siyasal düşünce özgürlüğünün gereğidir. Bu konuda farklı
görüşlerin serdedilmesini Anayasaya aykırı sayan bir anlayış, savunulamaz.
Kaldı ki Türk Ceza Kanunu'nun 263'üncü maddesinde yapılan
değişiklik, Cumhurbaşkanınca onaylanarak yürürlüğe girmiş olup, ne
Cumhurbaşkanı ve ne de Anamuhalefet Partisi tarafından Anayasa Mahkemesi'ne
götürülmüştür. Şu anda yürürlükte olan bir kanun maddesi nedeniyle, partimizin
itham edilmesi kabul edilemez.
12) İddianamenin
31'inci sayfasındaki 12 numaralı iddiadaki beyanlar, iki kısımdan
müteşekkildir. Birinci kısım (12 a-), AK Parti tüzel kişilik kazanmadan yıllar
önce yapıldığı söylenen beyanlardan, ikinci kısım (12 b-) ise AK Parti'nin
kurulmasından sonraki beyanlardan oluşturulmuştur.
Ayrıca bu iddia, ekleri farklı olmakla birlikte beş
numaralı iddianın tekrarı niteliğindedir.
a) Hukuk
devletinde, yıllar önce yapılmış konuşmaların, konuşmayı yapanın iradesi
dışında yeniden yayınlanması, bu konuşmaları bugün yapılmış konumuna getirmez.
Her hangi bir parti üyesinin, partinin kuruluşundan
önceki beyanları partiye isnat edilemez. Bu beyanların, partinin kuruluşundan
sonra yazılı veya görsel basınca tekrarı dahi aynı ilkeye tabidir.
Anayasa'nın 69'uncu maddesi açıktır: İsnadın en erken
başlama tarihi, partinin kuruluş günüdür. Çünkü henüz kurulmamış olan bir
partiye Anayasanın 69'uncu maddesindeki müeyyideleri işletilemez. Anayasa
abesle iştigal edemeyeceği gibi, iddia makamı da abesle ne meşgul olmalı ve ne
de mahkemeleri abesle iştigal ettirmelidir.
Bilindiği gibi Adalet ve Kalkınma Partisi, yasanın
aradığı bildiri ve belgeleri İçişleri Bakanlığına vermek suretiyle (Siyasi
Partiler Kanunu, m. 8) 14 ağustos 2001'de kurulmuştur. Dolayısıyla da hak ve
fiil ehliyetini de aynı gün kazanmıştır (Türk Medeni Kanunu, m. 47/1, 49;
Siyasi Partiler Kanunu, m. 8).
Bu anayasal ve yasal düzenlemelerin içerdiği şart ve
gereklilikler dikkate alındığında; AK Partinin kuruluşundan yıllar önce
söylendiği iddia edilen beyanlar nedeniyle Başbakanın ve Genel Başkanı olduğu
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin sorumlu tutulması ve tecziyelerinin talep ve
davası, hukuken ve fiilen imkansızdır.
Bütün bu hukuki ve fiili somut gerçekliklere rağmen iddia
makamı, AK Parti kurulmadan yıllar önce yapıldığı iddia olunan bu beyanları,
iddianamesine delil olarak koymaktan çekinmemiştir. Bu, hukukun evrensel
ilkeleri, Anayasa ve yasaların açık bir ihlalidir.
b) 12 b-'de yer
alan açıklama, TRT 1'de 21.06.2006'da yayınlanan programdan alınmıştır. Ancak
bu programa ait ses ve görüntü kaydı dosyada olmadığı gibi programa ait kaset
veya CD'nin çözümü de yoktur.
Bu konuşmasında Başbakan; 1982 Anayasasının laiklik
anlayışını benimsediklerini ve parti programlarına koyduklarını, her inanç
grubuna aynı mesafede olduklarını, dinin devlete müdahalesine karşı
olduklarını, partilerinin din eksenli değil insan eksenli olduğunu, açık ve net
bir biçimde ifade etmiştir.
Ancak iddia makamı, iddiasını çürüten bu açıklamalara hiç
yer vermemiş, bunun yerine iddiasını destekleyeceğine inandığı bir cümleyi
alıp, yorumla iddiasına delil haline dönüştürmek istemiştir.
Başbakanın iddianamede yer alan; 'Siyasete girerken
farklı, siyasetten sonra farklı bir yaşam tarzı mı uygulayacağım, halkımı mı
aldatacağım' Dün neysem bugün de oyum, değişmem, değişmedim.' sözleri, Başbakan
olmasının kişisel ve aile yaşantısını değiştirmediğini, değiştirmesi
gerektirmediğini, ferdi ve ailevi yaşantısının Başbakan olmadan önce nasılsa
şimdi de aynen devam ettiğini ve bundan sonra da devam edeceğini ifade için
kullanmıştır. Yoksa Başbakan bu sözleri, düşünce; siyasi anlayış; dünyaya,
olaylara ve ülke sorunlarına bakış ve çözüm üretme anlamında değişmediği ve
değişmeyeceği anlamında kullanmamıştır. Çünkü Başbakan, hayatı boyunca fikri,
siyasi ve her alanda değişimden ve gelişimden yana olmuş ve aksi yaklaşımlara
asla prim vermemiştir. AK Partinin tüzüğü ve programı, AK Parti iktidarının
söyledikleri ve yaptıkları, Başbakanın Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı
sıfatıyla yaptığı eylem ve söylemler ile ortaya koyduğu vizyon bunun
tanıklarıdır. Eğer iddia makamı, konuşmanın bir kısmını iddiasını teyit için
iddianameye taşıma yerine açıklamayı bir bütün olarak değerlendirseydi, bu
hakikati rahatlıkla tespit edebilirdi. Ama iddia makamı, bunu yapmamış, bunun
yerine subjektif , Anayasa ve hukuka rağmen bir tavırla sözleri, söylendiği
yer, zaman, neden ve muhatap bağlamından koparıp, Başbakanın kastı dışında
anlamlandırıp, verdiği anlamla da Başbakanı itham etme yolunu tercih etmiştir.
Bu; bir hukuksuzluktur, bir keyfiliktir, hukuk devleti ilkesinin yok
sayılmasıdır. Anayasa ve yasalar, bu tutumu asla himaye etmez. Zira Anayasa ve
yasalarımız, herkesi yasalara uymakla yükümlü tutarken iddia makamına Anayasa
ve yasaları çiğneme veya keyfi bir yorumla değiştirme hak ve imtiyazı
tanımamıştır.
c) 12 Numaralı
iddianın ekleri (12 numaralı ek) arasında; yazar Ergün POYRAZ'a ait,
15.10.2002' Ankara'da yayımlanan 264 sayfadan ibaret 'Patlak Ampül' adlı bir
kitap fotokopisi yer almaktadır.
İddianamenin hiçbir yerinde bu kitaba yapılmış doğrudan
veya dolaylı bir yollama yoktur. Buna rağmen bu kitabın 12 numaralı iddianın
ekine konulmuş olması, dikkat çekicidir.
Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN
ve AK Parti'ye iftira etmeyi, onlarla ilgili her türlü olay, beyan ve haberi
çarpıtarak halkı yanıltmayı kendince kutsal bir vazife edinmiş kişilerden biri
olan yazara ait kitabın iddianamenin delili olarak ekler arasına konulmuş
olması, Anayasa, yasa ve hukuk tanımazlığın diğer bir ifadesi, hukuk devleti
ilkesinin ayaklar altına alınmasıdır. Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı,
birilerinin yaptıkları iftiraları, hakikat gibi kabul edemez, başkasının
iftirasını itham ettiği kişinin sözü olarak kabul ve takdim edemez. Ama
maalesef iddia makamı, hukukun bütün evrensel kurallarını ve Anayasa ve
yasaları çiğneyerek kendisinde böyle bir hak görmüş, hukuk adına hukuku
katletmiştir. İddia makamının bu yaklaşımı ve herhangi bir hukuki ve yasal
süzgeçten geçirmeksizin ne varsa AK Parti aleyhine delil gösterme gayreti,
hiçbir gerekçe ve hiçbir surette hukuk, Anayasa ve yasalarla bağdaştırılamaz.
Ayrıca hiçbir hukuk devletinde iddia makamı; sınırsız, kuralsız ve hukuksuz
hareket edemez, o da yasalarla bağlı ve sınırlıdır.
13) İddianamenin
33-34'üncü sayfalarında yer alan 13 numaralı iddia (EK-13), 9 Temmuz 2004'te
Kanal D adlı yayın kuruluşunun 'Teke Tek' isimli programında Başbakan Recep
Tayyip ERDOĞAN'ın yaptığı açıklamalardan yapılmış kısmi alıntılardan
oluşmaktadır. Ancak eklerde, bu programın CD'si ve deşifresine yer
verilmemiştir. Eklerde sunulan deliller bu programa dair gazete haberleridir.
İddia makamının, iddiasını ekte sunduğu gazete kupürlerine dayandırdığı halde,
iddianamede Kanal D'de yayınlanan 'Teke Tek' programına dayandırdığını
belirtmesi, açık bir hukuk ihlali, açık bir delil saptırmasıdır.
Bu açıklamasında Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN;
yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunu ve çözümü bağlamında; 'Kamusal alan',
'Vakıf Üniversitelerinde başörtüyle eğitime devama imkan tanınması',
'Başörtülülere devlette görev verilmemesi, özel sektörde çalışması' ve 'Din
eğitimi ve öğretimi' konularında açıklamalarda bulunmuştur.
Siyasi ve fikri çoğulculuğun egemen olduğu demokratik
sistemlerde iktidarda olsun veya olmasın hiçbir siyasi parti, toplumda yaşanan
sorunları görmezlikten gelemez; toplumdan yükselen çözüm taleplerine karşı de
kayıtsız kalamaz. Aksine bu sorunları topluma faydalı bir biçimde çözmenin
yöntemlerini üretip bunu kamuoyu ile paylaşır ve çözümü için milletten yetki
ister. Bu, demokrasinin ve demokratik işleyişin bir gereğidir.
Nitekim demokratik bir ülke olan Türkiye'de,
yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorununun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne
dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı
siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları
milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek amacıyla
yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu
incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Demokratik hukuk devleti olan bir ülkede laiklik, öğrenim
hakkının teminatıdır. Sorun, demokraside, laiklikte veya hukukta değildir.
Sorun, birilerinin laiklik anlayışında, kendi yorumlarını laiklik, demokrasi ve
hukuk yerine ikame edişlerindedir.
AK Parti'nin ve onun Genel Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti
Başbakanının bu sorunu görmezlikten gelmesi, yok sayması, çözümüne dair bir
arayış içinde olmaması beklenemez.
Demokratik hukuk devletinde, siyasetçilerin, demokrasi ve
hukuk içinde kalarak ülke sorunlarına çözüm araması, çözüm üretmesi ve
iktidarda ise sorunları çözmesi, yadsınamaz ve kınanamaz. Aksinin varit olması,
o ülkenin demokratik niteliğine gölge düşürür.
Demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin
Başbakanı Recep Tayyip ERDOĞAN'ın yaptığı açıklamalar, ülkesinde uzun yıllardır
yaşanan, genç kızlarımız aleyhine ayrımcılığa neden olan, hukuk, adalet,
demokrasi, eşitlik ve laiklikle örtüşmeyen bir yasağın kaldırılması, bir
sorunun çözülmesine dönük düşünce açıklamalarıdır. Bunun laiklikle çatışır,
demokrasi ile bağdaşmaz bir yönü yoktur. Aksine bu açıklamalar, demokrasi ve
laikliğin gereği olan açıklamalardır.
14) İddianamenin
34'üncü sayfasında yer alan 14 numaralı iddia (EK-14), Başbakan ve AK Parti
Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN'ın 2005'te Alman Welt Sontang Gazetesine
verdiği bir demeçten alınmış sözlerden oluşmaktadır. Ancak iddia makamı,
iddiasının ekine Alman Gazetesinde yer alan röportajın aslını koymadığı gibi,
aslının bir çevirisini de koymamış, bunun yerine Türk gazetelerine ait kimi
gazete kupürlerini delil olarak sunmuştur. Halbuki iddia makamının, haberin
aslı Almanca metni ve Türkçe çevirisini dosyaya eklemesi, delil hukukunun bir
gereğidir. Bu gerekliliği yerine getirmeyen iddia makamı, Anayasa ve hukukun
evrensel ilkelerini açıkça ihlal etmiştir.
Alman Welt Sontag Gazetesinin haberinin basında
çarpıtılarak yansıtılması üzerine, bir tekzip ve düzeltme açıklaması
yapılmıştır. Ama iddia makamı, Anayasanın tanıyıp teminat altına aldığı tekzip
ve düzeltme (Anayasa, m.32) hakkının kullanımına da itibar etmemiştir. Oysa ki
aksi hukuken sabit oluncaya kadar bu tekzip ve düzeltmelere göre hareket etmek,
hukuk devleti olmanın asgari bir gereğidir.
Kaldı ki basında yer alan açıklamalar bir bütün olarak
incelendiğinde; laiklik ilkesi bağlamında din devlet ilişkileri, dindar bir
kişinin de laik devlet yapısını benimseyebileceği, dindarlığın buna mani
olmadığı, Türkiye'nin laiklik anlayışının Anglo-Sakson laiklik anlayışına yakın
olduğunu, Fransa ve Almanya'nın başörtüsü konusunda yaklaşım ve uygulamalarının
farklılığına, AB konusuna, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorununa dair
değerlendirme ve tespitleri içerdiği görülmektedir. Bu değerlendirme ve
tespitler, ne Anayasaya ve ne de laiklik ilkesine aykırıdır. Çünkü:
a) Laiklik, bir
din değildir. İnsanlar iki dinden birini seçmek gibi bir tercih durumunda
değildir. Hem dindar olmak hem de devlet yönetiminde laiklik ilkesinin
uygulanmasına karşı olmamak mümkündür. Laiklik ilkesi din ve vicdan
özgürlüğünün de teminatıdır. Kişilerin dini ve vicdani kanaatlerinden ötürü
kınanmaması ve tercihlerinin teminat altına alınması laiklik ilkesi gereğidir.
Anayasamıza göre laiklik; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin
ayrılmaz ve değiştirilmez bir vasfı (Anayasa, m.2,4) olup, hiçbir zaman
dinsizlik değildir ve kişilerin dinini yaşamasına veya dindar olmasına da mani
değildir. Aksine laiklik; bütün dinlerin, inançların ve ibadetlerin teminatı,
bu konulardaki hürriyetin ifadesidir. Bu husus, Anayasanın 2'inci maddesinin
gerekçesinde de açıkça ifade edilmiştir:
'Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise,
her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve
dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi
kılınmaması anlamına gelir.' (Burhan Kuzu, Anayasa Metinleri ve İlgili Mevzuat,
Filiz Kitabevi, 3. Baskı, İstanbul ' 1993, S. 3)
Nitekim Anayasamıza göre de laik Türkiye Cumhuriyeti
Devleti, din ve vicdan özgürlüğünü bir hak olarak tanımış ve teminat altına
almıştır. Anayasa'da yer alan; 'Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat
hürriyetine sahiptir.
14'üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet,
dini ayin ve törenler serbesttir.
Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini
inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden
dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.' (Anayasa, m. 24/1-3) ifadeleri, bunun
delilidir.
Anayasa, Anayasa Mahkemesi ve doktrin dahil herkes
laikliğin bir din olmadığını söylüyor. Başbakan da aynı şeyi, yani laikliğin
bir din olmadığını söylüyor. Herkes laikliğin bir sistem olduğunu vurguluyor.
Başbakan da laiklik bir sistemdir diyor, yani aynı şeyi söylüyor. Anayasa da
laikliği, bireyin değil Türkiye Cumhuriyeti Devletinin niteliklerinden biri
olduğunu söylüyor. Başbakan da aynı şeyi söylüyor. Herkes laikliğin din, inanç
ve ibadet hürriyetinin teminatı olduğunu ve dindarlığa mani olmadığını
söylüyor, Başbakan da laikliğin din, inanç ve ibadet hürriyetinin teminatı
olduğunu ve dindarlığa mani olmadığını, dindar bir kişinin de laiklik ilkesine
benimseyebileceğini söylüyor. Özetle ifade etmek gerekirse Başbakanın
söylediği, Anayasa, Anayasa Mahkemesi ve doktrinin söylediklerinin, farklı bir
üslupla tekrar ve ifadesidir.
Nitekim Başbakan verdiği cevaplarında iki ayrı yerde ; ''
Evet, Türkiye'de din ile devlet kesin bir şekilde birbirinden ayrıdır. Bu,
1923'ten bu yana tüm Anayasalarda yer almıştır ve Cumhuriyet'in kurucusu
Atatürk'ün tasarladığı şekilde modern Türkiye'nin vazgeçilmez bir parçasıdır.
Bu hususta hiçbir değişiklik olmayacak'' ve 'Türkiye, din ile devleti dünden
beri ayırmıyor. Mustafa Kemal'in devleti kurduğu 1923'e kadar giden uzun bir
laiklik geleneğimiz var. Bu ilke toplumda yerleşmiştir.' demek
suretiyle, Anayasamızın belirlediği ve benimsediği anlayış ve uygulamaya açıkça
ifade etmiştir. Ne yazıktır ki iddia makamı, bu ifadelere iddianamesinde yer
vermemiştir. Bunlar, iddia makamını tekzip eden ifadelerdir.
Başbakanın; 'Kızım, eşim ve ben dindar Müslümanlarız.
Kuran'da, kadının halk arasında başörtüsü takmasını emrediliyor. Kızım Kuran'a
riayet ettiği için bu emri yerine getiriyor. Dinimizin kurallarına göre
yaşıyor.'sözleri, 'Eğer din ile devletin ayrılığından yanaysanız, kızınızın
devlet üniversitelerinde başörtüsü takmaktan vazgeçmesini istemeniz gerekmez
miydi'' sorusuna verilmiş bir cevaptır. Başbakan konuşmasının devamında; 'Fakat
bundan, benim din ile devletin ayrılığına karşı olduğum anlamı çıkmaz. Her
ikisi de, yani din ile makam, birbirinden bağımsız olarak yan yana yaşıyor. Her
ikisi de yan yana icra edilip buna rağmen birbirinden ayrılabilir. Bu
Türkiye'ye ait bir özellik değil, aksine her modern devletin özelliğidir.
Ayrıca kızım başörtüsünü çok şık buluyor ve modaya bağlı nedenlerle de takıyor'
açıklamasını yaparak, din ve devlet işlerinin ayrılığını, diğer bir anlatımla
laikliğin dindarlığa mani olmadığını ifade etmiştir.
Bu açıklama ve değerlendirmeler, laiklik ilkesini zayıflatıcı
değil, aksine daha fazla kimse tarafından içselleştirilmesini sağlayarak
laikliği kuvvetlendirici niteliktedir.
Ayrıca bir Başbakanın, kendi, eşi ve ailesinin dindar
olduklarını ifadesi, ne laikliğe ve ne de Anayasaya aykırıdır. Bir kişinin 'Ben
dindarım' demesini laiklik ilkesine aykırı değerlendirirsek, asıl o zaman
Anayasa ve laiklik ilkesi çiğnenmiş demektir.
b) Türkiye
Cumhuriyeti Başbakanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN'ın
başörtüsü konusundaki değerlendirmesi, ülkesinde uzun yıllardır yaşanan, genç
kızlarımız aleyhine ayrımcılığa neden olan, hukuk, adalet, demokrasi, eşitlik
ve laiklikle örtüşmeyen bir yasağın kaldırılması, bir sorunun çözülmesine dönük
düşünce açıklamalarıdır. Bunun laiklikle çatışır, demokrasi ile bağdaşmaz bir
yönü yoktur. Aksine bu açıklamalar, demokrasi ve laikliğin olan gereği
açıklamalardır.
Demokratik hukuk devletinde, siyasetçilerin, demokrasi ve
hukuk içinde kalarak ülke sorunlarına çözüm araması, çözüm üretmesi ve
iktidarda ise sorunları çözmesi, yadsınamaz ve kınanamaz. Aksinin varit olması,
o ülkenin demokratik niteliğine gölge düşürür.
Nitekim demokratik bir ülke olan Türkiye'de,
yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne
dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı
siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları
milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek
amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu
incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Demokratik hukuk devleti olan bir ülkede laiklik, öğrenim
hakkının teminatıdır.
c) İddianamede yer
alan; 'Biz dini misyonerler değiliz' Türkiye'de laiklik geleneği var. Avrupa
bir Hıristiyan kulübü değildir. İslami haçlı seferleri asla olmadı. Bizim
topraklarımızdan ne dini, ne de askeri şiddet çıkmayacaktır.' ifadeleri, açıkça
hem iddiayı ve hem de iddianameyi tekzip etmektedir.
Ama ne gariptir ki iddianamesine aldığı bu cümleleri
görmezlikten gelen iddia makamı, aynı konuda basında yer alan sözleri bir
bütünlük içinde değerlendirmeyerek, bütünü parçalayıp iddianameye taşıyarak,
lehe olan kısımları es geçerek bir tür manipülasyon uygulamıştır. Bu, bir delil
sansürüdür.
Ayrıca EK-14' te yazılan hususlar ile EK-91' de yazılan
konular aynıdır. Aynı konuyu, aynı şeyleri farklı yerde tekrar edip, ayrı ayrı
delil gibi sunmak, açık bir delil saptırmasıdır.
15) İddianamenin
35-36'ıncı sayfalarında yer alan 15 numaralı iddia (EK-15), Başbakan Recep
Tayyip ERDOĞAN'ın 2004 yılı ocak ayında New York'taki Dış İlişkiler Konseyinde
yaptığı 'Türkiye'nin dış politikası' konulu konuşmadan alınmıştır.
Başbakan bu konuşmasında; -Fransa'daki başörtüsü yasağını
hatırlatan bir katılımcının, Türkiye'deki durumu sorması üzerine -
başörtüsünün, millet ve devlet kurumlarının ortak sorunu olduğunu, çözümün
toplumsal mutabakatta aranması gerektiğini ifade etmiştir.
Başbakan, başörtüsü sorunun varlığına ve çözümüne
dair bir değerlendirme ve durum tespiti yapmıştır.
Türkiye'de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorununun
varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan
hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti
programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve
bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye
Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu
kurmuştur.
Ayrıca Türkiye'de sivil toplum örgütleri, üniversiteler,
hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu
sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı'da dava konusu olup, mahkemelerce de
tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir
sorunu Başbakanın dile getirmiş olması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya
aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan
demokratik hukuk devleti ve 10'uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık
bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede
laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır. Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk
devleti olan Türkiye'de, ne demokrasi, ne laiklik, ne hukuk başörtülü
öğrencilerin yükseköğrenim hakkına manidir.
16) İddianamenin
35'inci sayfasında yer alan 16 numaralı iddia (EK-16)daki beyanlar, 8 mart
dünya kadınlar günü münasebetiyle (2004'te) Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve AK
Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN'ın yaptığı konuşmadan alınmıştır.
Başbakan bu konuşmasında; günün anlam ve önemine de
uygun olarak, kadınların yaşadığı sorunlara değinmiş, kadınlara karşı yapılan
ayrımcılığın çirkinliğini ifade için 'ırkçılıktan daha tehlikeli, cahiliye
döneminden kalma' anlayışlar nitelemesini yapmış ve kadına karşı yapılan her
türlü ayrımcılıkla mücadele etmenin gerekliliğine işaret etmiştir.
Kadınlara karşı uygulanan her türlü ayrımcılıkla
mücadele, sadece Türkiye'nin değil bütün dünyanın ortak sorunudur. Bu nedenle
Birleşmiş milletler 1979 senesinde 'Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın
Önlenmesi Sözleşmesi'(CEDAW'ı) ni kabul etmiş, Türkiye de bu sözleşmeye taraf
olmuştur. Bugün 170'ten fazla ülke, bu sözleşmeye katılmıştır. Bu, kadına karşı
ayrımcılığın, bütün dünya ülkelerinin ortak sorunu olduğunun ve bütün dünyanın
bu sorunla mücadelenin gerekliliğine inandığının göstergesidir.
Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi
Sözleşmesine taraf olan, Anayasa ve yasalarından kadına karşı ayrımcılık
sayılan hükümleri çıkarmak ve kadın lehine düzenlemeler gerçekleştirmek için
yasama çalışması yapan Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanın kadına karşı yapılan
ayrımcılıktan bahsedip, bununla mücadelenin gerekliliğine vurgu yapması, ne
laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır.
Kaldı ki kadın erkek ayrımcılığını kaldırmak üzere AK
Parti döneminde önemli yasal düzenlemeler yapılmıştır:
- Anayasa'nın
10'uncu maddesine 'Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu
eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.' (07.05.2004 tarih ve 5170
sayılı kanununla) şeklinde değiştirilmiş ve bu suretle kadın erkek eşitliğini
sağlamak, ayrımcılıkları kaldırmak Devletin yükümlülüğü haline getirilmiştir.
- 765 Sayılı Türk
Ceza Kanununda yer alan ve kadınları kendi içinde dahi 'Kız ve kadın' diye
ayıran (Bkz. 765 Sayılı TCK. M.423, 434/1) anlayışa yeni Türk Ceza Kanununda
son verilmiştir.
- 'Kasten adam öldürme suçunun ' Töre
saikiyle, işlenmesi halinde, kişi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile
cezalandırılır.'(TCK. M. 84/(1) j) hükmü, ilk defa Türk Ceza Kanununa
konmuştur.
- Töre
cinayetleri, dikkate alınarak 'Kasten adam öldürme suçunun eşe veya kardeşe
karşı ' İşlenmesi halinde, kişi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile
cezalandırılır.'(TCK. M. 84/(1) j) hükmünde yer alan '' Eş veya kardeşe
karşı'' ifadeleri de ilk defa Türk Ceza Kanununa konmuştur.
- 'Cinsel
dokunulmazlığa karşı suçlar', 765 sayılı Türk Ceza Kanununda 2. Kitap, 8.
Bab'ta 'Adabı Umumiye ve Nizamı Aile Aleyhine Cürümler' başlığı altında, 414
ila 447'inci maddelerde 6 fasıl halinde düzenlendiği halde, yeni Türk Ceza
Kanununda 2. Kitap (Özel Hükümler), 2. Kısım (Kişilere Karşı Suçlar), 6.
Bölümde 'Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar' başlığı altında düzenlenmiştir.
Böylelikle Türk Ceza Kanununda yer alan kadına ayrımcı bakış açısına son
verilmiştir.
- Cinsel saldırıya
uğrayan kadının, saldırganla evlenmesi halinde davanın veya cezanın beş yıl
süreyle duracağını öngören anlayışa son verilmiştir. (765 Sayılı TCK. m. 434;
5237 Sayılı TCK. m.102)
Bunlar sadece Anayasa ve Türk Ceza Kanununda yapılan
değişikliklerden bazılarıdır. Kadına karşı ayrımcılıkla mücadele adına
yaptıklarımızın hepsini buraya almak, bu cevabın sınırlarını çok aşar. Ancak
bilinmeli ki AK Parti, kadına karşı ayrımcılıkla kurulduğu günden bugüne
tavizsiz mücadele etmiş, bugünden sonra da tam eşitlik sağlanıncaya kadar
mücadelesine devam edecektir.
Bu gerçeklikler ve iddianamedeki beyanların açıklığına
rağmen iddia makamının, bu beyanı laiklik ve Anayasaya aykırı görmesi ve takdimi,
Anayasa ve hukukun dışına çıkmak ve söylenileni; söylenilen yer, neden, zaman
ve muhatap bağlamından koparıp, söyleyenin iradesi dışında anlamlandırıp, kendi
verdiği anlama göre de itham edip, yaptırım talep etmesinden, diğer bir
ifadeyle söyleneni arzusuna göre başkalaştırmaktan başka bir şey değildir. Asıl
Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı olan budur.
17) İddianamenin
35'inci sayfasında yer alan 17 numaralı iddia (EK-17), Ukrayna'da okuyan iki
öğrencinin denklik sorunu ve çözümüne dair sorulan bir soruya verilen cevaptır.
Başbakan öğrencilerin sorusu üzerine yaptığı
açıklamada; kendi ailesinden örnekler vermek suretiyle yaşanan sorunu
bildiğini, bizzat ailecek bu sorunu yaşadıklarını; ancak sorunun çözümü için
uzlaşmanın gerekliliğini, aksinin gerilime yol açacağını ve gerilim olmadan
sorunun çözümünden yana olduğunu ifade etmiştir. Başbakanın değerlendirme ve
tespiti, halkının derdiyle hemdert olduğunu gösterir.
Bir Başbakanın, halkının derdiyle dertlenmesi ve derdine
çözüm araması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır.
Ayrıca 17 numaralı iddiada yer alan Başbakanın;'Ama
sizin bu sorunlarınızın çözümü sadece bizim isteğimizle değil tüm siyasi
partilerin katılımı ve uzlaşmasıyla çözülmeli. Bunu tek başımıza getirmek
istemiyorum, çünkü o durumda gerginlik çıkıyor. Ben ülkede gerginlik yaratmak
istemiyorum.' şeklindeki beyanları; çoğulcu ve uzlaşmacı siyasal demokrasi
literatürüne altın harflerle yazılması gereken bir söylemdir. Buradan Anayasa
ve laiklik ilkesine aykırılık değil, aksine tartışmasız bir uygunluk çıkar.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, doğruluğu tartışmasız beyandan, hiçbir şekilde
Anayasa ve laiklik ilkesine aykırılık üretemez.
Bunun yanında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının
iddianamede açıkça ortaya çıkan olumsuzlayıcı yaklaşımı, metne, metinde olmayan
cümleyi ekleme marifetiyle de pekiştirilmektedir. Nitekim Başbakana atfedilen
17 numaralı iddiadaki 'Kızlarım başını örttükleri için Türkiye'de okuyamadı'
son cümlesi, son cümle olarak konuşmanın yer aldığı 17 numaralı Hürriyetim
internet ekinde yoktur. Başbakan'a atfedilen metnin içinde var olan bu
cümlenin, metnin sonuna, sanki orada da söylenmiş gibi eklenmesi kabul
edilemez. Bu, açıkça bir keyfilik ve hukuk dışılıktır. Oysaki iddia makamı,
keyfi davranamaz, Anayasa ve yasalarla bağlı olup, hukuk dışına çıkamaz.
18) İddianamenin
35-36'ıncı sayfalarında yer alan 18 numaralı iddia (EK-18) da yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; başörtüsü
sorununa dair değerlendirmeler ve tespitlerde bulunmuş, her siyasi partinin
mensupları arasında başörtülüler bulunduğunu, CHP Grubuna başörtülüler
geldiğinde sorun olmadığı, AK Parti Grubuna geldiğinde sorun olarak
görüldüğünü, Türkiye'de başı açık veya başı örtülüler arasında ayrımcılık
yapmamak gerektiğini ve her ikisine de saygı duymak gerektiğini, bu konuyu oy
zemini olarak görmediğini, çözüm için toplumsal mutabakatın varlığına karşın
kurumsal mutabakatın henüz oluşmadığını fakat oluşturulması gerektiğini,
kurumsal mutabakat sağlandığında sorunun çözüleceğini ifade etmiştir.
Türkiye'de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun
varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan
hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti
programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve
bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye
Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu
kurmuştur.
Ayrıca Türkiye'de sivil toplum örgütleri, üniversiteler,
hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu
sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı'da dava konusu olup, mahkemelerce de
tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir
sorunu Başbakanın dile getirmiş olması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya
aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan
demokratik hukuk devleti ve 10'uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık
bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik bir hukuk devleti olan bir ülkede
laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır.
Ayrıca farklı zamanlarda yapılan ve hukuka hiçbir aykırılık
taşımayan konuşmaları, eşzamanlı yapılmış konuşmalar olarak yansıtmak, bu
iddianamenin yöntemleri arasındadır. Nitekim 18 numaralı iddianın eklerinin bir
kısmı 2005 yılına, diğer bir kısmı ise 2007 yılına ait gazete haberleridir.
Aynı iddianın, hem 2005'te ve hem de 2007'de, hem de aynı cümlelerle söylenmesi
imkansızdır. Kaldı ki, 2005'te söylenenlerle, 2007'de söylenenler de
birbirinden farklıdır. Bunları birleştirip bir yapmak da bu iddianamenin
ustalığından olsa gerektir.
19) İddianamenin
36'ıncı sayfasında yer alan 19 numaralı iddiada (EK-19) verilen konuşmasında
Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; laikliğin dinin
teminatı ve bütün inançlara eşit mesafede olma anlamına geldiğini, Türkiye'nin
sigortası olduğunu açıklıkla ifade etmiş, üniversitelerdeki başörtüsü sorununa
değinmiş, sorunun çözümü için toplumsal ve kurumsal mutabakat gerektiğini
tekraren ifade etmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın iddianamesine aldığı
19 numaralı iddiada verilen Başbakanın değerlendirme ve tespitinin hangi
kelimesi veya cümlesi Anayasaya veya laiklik ilkesine aykırıdır' 'Laikliği
dinin güvencesi' kabul etmesi mi Anayasa ve laikliğe aykırı' Yoksa 'Laikliğin
bütün inançlara eşit mesafede olduğunu' söylemesi mi Anayasa veya laikliğe
aykırı' Veya 'Laiklik bizim için bir yerde sigortadır.' Açıklaması mı Anaysa
veya laikliğe aykırı' 'Kamusal alanın henüz tanımı yoktur.' demek mi Anayasa
veya laikliğe aykırı' 'Ülkemde başörtüsü sorunun çözümü için mutabakat lazım'
değerlendirmesi mi Anayasa ve laikliğe aykırı' Sahi bu açıklamanın hangi kelime
veya cümlesi Anayasa veya laiklik ilkesine aykırıdır' Cevabı bizce net ve
tartışmasız: Hiç biri Anayasa ve laikliğe aykırı değildir. Anayasa ve laikliğe
aykırı olan Başbakanın değerlendirme ve tespiti değil, iddia makamının laiklik
yorumudur.
Ayrıca iddia makamı; her bir iddiasının ekine ilgili-
ilgisiz gazete kupürleri veya başkaca belge koymuş; ancak hangi iddianın, hangi
ekten aynen alındığı belli değil. Daha da kötüsü iddia makamı, Başbakan'a izafe
edilen ifadelerin belli bölümleri, belli metinlerde, diğer bölümleri başka
metinlerde yer almasına karşın, derleme yoluyla Başbakan adına sanki
konuşuyormuş gibi ona izafe ettiği 'Özgün' bir metin oluşturmaktadır. Buna tam
bir delil tasnii denir. Nitekim 19 numaralı ekte birinci sayfa olarak yer alan
09.05.2005 tarihli Cumhuriyet Gazetesinden herhangi bir pasaj alınmamış, yine
ekte 2 nolu sayfa olarak yer alan 09.07.2005 tarihli Milliyet Gazetesinin
sondan ikinci paragrafı aynen alınmış, bu alıntı, ekte üçüncü sayfada yer alan
metinden birbirini izlemeyen pasajlar üç nokta konmaksızın ve birbirini izliyor
görüntüsü içinde iddianameye dercedilmiştir. Bu paragrafa bakıldığında
Başbakan'a ait konuşma, farklı sayfalardan kırpma ve birleştirme yoluyla
oluşturulduğu halde, tek bir gazeteden alınmış, ekleme ve çıkarma yapılmadan
konuşma bütünlüğü içinde aynen verilmiş orijinal bir metin görüntüsü vardır.
Ayrıca hiçbir atıf yapılmayan ek sayfalar da vardır. Bunlar, hukukun, Anayasa
ve yasaların, keyfi ve subjektif bir yaklaşımla nasıl yok sayıldığının ve nasıl
çiğnendiğinin somut kanıtlarıdır.
20) İddianamenin
36-37'inci sayfalarında yer alan 20 numaralı iddia (EK-20)da yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; Fransa'da
yaşanan olayların pek çok sebebi olabileceğini ifade ile bu konuda
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur. Bu açıklama, gazetelerde, Başbakanlık
Basın Merkezi açıklamasında ve Parti'nin Meclis Grup Genel Kurulu konuşmasında
yer almıştır. Bular birlikte değerlendirildiğinde, Fransa'da yaşanan olayların,
bütün boyutlarıyla değerlendirildiği görülecektir.
Ancak basın, bu değerlendirme ve tespitlerden sadece
başörtüsünü öne çıkarmış ve adeta olayların tek sebebi göstermiştir. Basının bu
çarpıtması karşısında, iddianamede (Sayfa: 37) de yer verildiği üzere, 08.12.2005
tarihli grup toplantısında Başbakan; '' Bu tür sosyolojik hadiseler, tek bir
sebebe indirgenemeyecek kadar karmaşık ve derinliklidir. Bunların altında
yılların birikimi vardır. Sosyo-ekonomik ve kültürel faktörlerin tesiri vardır.
Yanlış politika ve anlayışların rolü vardır. Bunların hepsi doğrudur. Bizim
söylediğimiz de budur. Yoksa bazı yasakçı uygulamaların bu olaylardaki etkisine
dikkat çekerken meseleyi tek bir sebebe indirgemedik, indirgemiyoruz. Ve Fransa'daki
bundan aylarca önce başörtüsü ile ilgili yasağının da bugünlere gelinmesindeki,
bu süreç içersindeki etkenlerden bir tanesi olduğunu ifade etmişizdir,
söylediğimiz budur'' diye açıklamada bulunmuş ve basında yer alan haberleri
düzeltmiş, değerlendirme ve tespitlerini bir kez daha kamuoyu ile paylaşmıştır.
Açık ve net bir biçimde görüldüğü üzere Başbakanın
açıklamaları, Fransa'ya ilişkin gözlem, değerlendirme ve tespitleri
içermektedir. Bunların, Türkiye ile hiçbir ilişkisi yoktur, söyleşide de bu
durum açıktır.
Buna rağmen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın,
'Fransa'da yaşanan olayların tek sebebinin başörtüsü olduğunu' ifade etmiş gibi
Başbakanı göstermesi ve Başbakanın Fransa'ya dair gözlem, değerlendirme ve
tespitleri ile Türkiye arasında bağ kurması, hukukun evrensel ilkelerine ve
Anayasa'ya açık aykırıdır.
Kaldı ki Başbakanın değerlendirme ve tespitleri, ne
laiklik ilkesine ve ne de Anayasa'ya aykırıdır.
21) İddianamenin
37'inci sayfasında yer alan 21 numaralı iddiada(EK-21) yer verilen konuşmasında
Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; başörtüsü sorunu ve
çözümüne dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm için mutabakatın
gerekliliğine vurgu yapmış, toplumda mutabakatın olduğunu, ancak parlamento
içinde mutabakatın olmadığını, Parlamentonun halkın iradesini yansıtmadığını,
bu sıkıntıyı BAYKAL'ın görmesi gerektiğini ifade etmiştir.
Başörtüsü sorunu ve çözümü konusunda görüşlerini
açıklamamış hiçbir siyasi parti, sivil toplum örgütü, akademisyen, hukukçu,
yazar, gazeteci vs.'nin kalmadığı bir ülkede 'Bütün bu desteğe rağmen- bir
Başbakanın, sorunun çözümü için halkta ve sivil toplumda oluşan mutabakata
rağmen Meclis içinde mutabakat araması ve bunun gerekliliğine işaret etmesinin
neresi laiklik ilkesine veya Anayasaya aykırıdır' Başbakanın bu tutumu,
çoğunlukçu bir demokrasi anlayışının değil, aksine çoğulcu bir demokrasi
anlayışının örneği olarak alkışlanması ve takdir görmesi gerekirken, iddia
makamının bunu, Anayasa ve laikliğe aykırı görmesi, ne laiklikle ve ne de
Anayasa ile bağdaşır bir durumdur. Burada asıl Anayasa ve laiklik ilkesine
aykırı olan, iddia makamının yaklaşım ve yorumudur.
Ayrıca 21 numaralı iddiada Başbakan'a atfedilen konuşma
(Zaman Gazetesinden alıntı) 'sıkıntı burada' bölümünde kesilmiştir. Bu
konuşmanın devamı, aynı gazetede görüldüğü üzere ' Baykal bunu görmesi lazım.'
cümlesidir. Konuşmanın bütünüyle anlam bağı açık olduğu halde BAYKAL'dan
tasarruf edilmesinin amacı ve anlamını kavramakta zorluk çekiyoruz.
22) İddianamenin
37'inci sayfasında yer alan 22 numaralı iddiada (EK-22) yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; başörtüsü
sorunu ve çözümü ile ilgili olarak Türkiye'de halkın, halkın temsilcileri ve
kurumların mutabakatı gerektiğine, ancak bu mutabakatın henüz oluşmadığına,
evrensel hakların dünyanın bir yerinde ayrı diğer yerinde ayrı olamayacağına ve
her yerde aynı olduğuna, evrensel hakların kanundan değil hukuktan doğduğuna ve
bizim bunları görmezlikten gelemeyeceğimize, mutabakatın oluşumu için çalıştıklarına
dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
Başbakanın, 'Başörtüsü sorunu halkın, halkın
temsilcileri ve kurumların mutabakatı ile çözülebilir ve şu anda bu mutabakat
yok' deyip, sorunun çözümünü zamana ve mutabakata bıraktığını ifade eden
açıklaması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır.
Başbakan, dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa
BUMİN'in açıklaması üzerine bu değerlendirmeyi ve tespiti yapmış, BUMİN'in
açıklamasını da kurumsal mutabakatın oluşmadığını gösteren bir beyan olarak
değerlendirmiştir.
Kaldı ki 'Anayasa Mahkemesi Başkanının açıklamaları
değerlendirilemez, eleştirilemez.' şeklinde ne bir Anayasa ve ne de bir yasa
kuralı vardır. Herkesin görüşünün değerlendirilmesi ve eleştirisi mümkün olduğu
gibi Anayasa Mahkemesi Başkanının görüşleri de değerlendirilebilir ve
eleştirilebilir. Demokratik hukuk devletlerinde kişiler tabu olmadığı gibi,
kişilerin görüşleri de tabu değildir. Ancak totaliter rejimlerde, eleştirilmez
kişiler veya görüşler olabilir. Anayasa Mahkemesi Başkanının başörtüsü
konusunda farklı görüşlerini dile getirmesi ne kadar doğal ise Başbakan'ın
görüşlerini dile getirmesi de o kadar doğaldır. 'Düşünce ve kanaat hürriyeti
(Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26)
Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes,
düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya
toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir.
Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği
düşünülemez. Herkes gibi Başbakanın da Anayasa Mahkemesi Başkanının görüşlerine
katılmamak veya gerektiğinde değerlendirmek, eleştirmek hak ve yetkisi vardır.
İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi
yoktur.
Bu açık ve tartışmasız gerçekliğe rağmen iddia
makamı, Başbakanın beyanlarını; söylenilen yer, zaman, neden ve muhatap
bağlamından koparmış, daha da vahimi onun iradesine rağmen kendince
anlamlandırmıştır. Ayrıca kendi yüklediği anlamı, sanki Başbakan söylemiş gibi
gösterip, onun sorumluluğunu talep etmiştir. Hiçbir hukuk devletinde iddia
makamı, böyle bir şey yapmaz ve yapamaz. Aksinin kabulü, hukukun evrensel
ilkeleri ve Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin
ayaklar altına alınmasıdır. Bu değerlendirmesiyle iddia makamı, hem Anayasaya
ve hem de hukukun evrensel ilkelerine aykırı davranmıştır.
23) İddianamenin
37'inci sayfasında yer alan 23 numaralı iddiada (EK-23) yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; değişik
nedenlerle yurt dışında öğrenim gören öğrenciler bulunduğuna, bu nedenler
ortadan kaldırıldığında onların da Türkiye'de okuyabileceğine ve bu suretle
yurt dışına kaynak transferi olmayacağına dair değerlendirme ve tespitte
bulunmuştur.
Türkiye'de okuma imkanı bulamayan binlerce öğrenci, yurt
dışında yüksek öğrenimlerini sürdürmektedir. Bunun, pek çok değişik sebepleri
vardır.
Bunların yurt dışında okumaları sebebiyle önemli bir
kaynak da yurt dışında harcanmaktadır.
Yurt dışında okuyabilmeleri mümkün olduğuna göre bu
kişilerin yurt içinde okuyabilmelerinin de sağlanabilmesi mümkün ve meşrudur.
Bu takdirde bu kaynağın ülke içinde kalacağı da izahtan
varestedir.
Başbakanın bu değerlendirme ve tespiti, Anayasa ve
laiklik ilkesine aykırı değildir. İddia makamı, yorumla ve hem de Anayasaya
rağmen Anayasaya aykırılık üretemez.
24) İddianamenin
37-38'inci sayfalarında yer alan 24 numaralı iddia (EK-24) da yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; başörtüsü
sorununun ülkenin bir gerçeği olduğuna, çözümü için toplumsal ve kurumsal
mutabakatın gerekliliğine işaret eden değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
a) Türkiye'de,
yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne
dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı
siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları
milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek
amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu
sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye'de sivil toplum örgütleri, üniversiteler,
hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu
sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı'da dava konusu olup, mahkemelerce de
tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir
sorunu Başbakanın dile getirmiş olması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya
aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan
demokratik hukuk devleti ve 10'uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık
bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede
laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır.
b) Başbakanın
'Referandum Anayasal bir süreçtir. Gerekirse o da düşünülebilir, gerekirse bu yöne
de gidilebilir. Tabii taymingi önemli.' sözü de, ne Anayasaya ve ne de laiklik
ilkesine aykırıdır. Zira Anayasanın 175'inci maddesine göre Anayasa
değişikliklerinin, belli şartlarda halkoyuna sunulması, yani referanduma
gidilmesi, Anayasamızın kabul ettiği bir hukuk müessesidir. Bu nedenle
Başbakanın da ifade ettiği gibi referandum süreci, Anayasal bir süreçtir. Bir
Başbakanın, Anayasa da yer alan bir hukuk müessesinden bahsetmesi, Anayasaya
aykırılık oluşturmaz. Kaldı ki Başbakan 'Referanduma gideceğiz' de dememiş,
sadece 'Gerekirse referandumun da düşünülebileceğini' ifade etmiştir. Eğer bir
Anayasa hükmünü okumak veya irticalen tekrarlamak da Anayasaya aykırı kabul
edilirse, işte o zaman bu açıklama Anayasaya aykırı olabilir.
İddia makamının yaklaşım ve değerlendirmeleri karşısında,
Anayasa hükmünü tekrarlamak bile Anayasaya aykırı imiş düşüncesine kapılıyor
insan. Bu, hukuk devletinin olmazsa olmaz koşullarından birisi olan 'hukuki
güvenliğin', iddia makamı tarafından yok sayılması ve açık ihlalidir.
c) Başbakanın
'Tabii taymingi önemli.' ifadesi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının iddia
ettiği gibi 'Bir takiyye' değil, açık ve samimi bir ifadedir. Başbakan çok açık
ve net bir biçimde düşüncesini açıklıyor, bundan gizli anlam çıkarmak, ancak
niyet okumakla, ancak kehanetle mümkündür. İddia makamı, niyet okuyucu
değildir, olamaz da. İddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder, söylenilen
sözü, söyleyenin iradesine rağmen anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın
2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık
ihlalidir.
25) İddianamenin
38'inci sayfalarında yer alan 25 numaralı iddiada (EK-25) yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; partinin
kapalı Grup Genel Kurulu toplantısında, Tokat milletvekili Resul TOSUN'un parti
politikalarına dönük eleştirilerini cevaplandırmıştır.
Anayasa ve yasalarımızda, parti içi eleştirilere cevap
vermeyi yasaklayan veya bunları laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı
olmanın unsuru sayan bir düzenleme yoktur. Kaldı ki, parti içi eleştiriler ve
tartışmalar sağlıklı bir demokrasi için gerekli olup, Anayasa ve yasaların
teminatı altındadır. Aksi takdirde, konuşamayan, tartışmayan bir siyasal sistem
olur ki bu, Anayasa ve yasalara aykırıdır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde siyasi partilerin Meclis
Grup Genel Kurullarının açık veya kapalı bölümlerinde milletvekillerinin
yaptıkları konuşmalar ve tartışmalar, mutlak yasama sorumsuzluğu kapsamında
olup, Anayasanın 83'üncü maddesinin teminatı altındadır.
Kaldı ki bu beyanların, Anayasa'nın hiçbir hükmüne
aykırılığının bulunmadığı da açıktır.
26) İddianamenin
38-39'uncu sayfalarında yer alan 26 numaralı iddiada (EK-26) yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; YÖK, 2B
ve başörtüsü sorununa dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
a) Türkiye'de,
yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne
dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı
siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları
milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek
amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu
sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye'de sivil toplum örgütleri, üniversiteler,
hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu
sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı'da dava konusu olup, mahkemelerce de
tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir
sorunu Başbakanın dile getirmiş olması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya
aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan
demokratik hukuk devleti ve 10'uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık
bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede
laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır. Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk
devleti olan Türkiye'de, ne demokrasi, ne laiklik, ne hukuk başörtülü
öğrencilerin yükseköğrenim hakkına manidir.
b) Başbakanın
'Referandum' ifadesinin, sadece YÖK, Kamu Reformu ve 2B yasalarının Anayasa
değişikliği gerektirdiğini, bunun için referandumun tartışıldığını ifade
etmesinin, başörtüsü ve laiklikle hiçbir ilgisi yoktur. Ayrıca referandum
müessesi, Anayasamızın kabul ettiği ve zaman zaman da uygulanmış bir hukuk
müessesidir(Anayasa, m. 175) Bir Başbakanın, Anayasa da yer alan bir hukuk
müessesinden bahsetmesi, Anayasaya aykırılık oluşturmaz. Kaldı ki Başbakan
'Referanduma gideceğiz' de dememiş, sadece 'Referandumun da tartışıldığını'
ifade etmiştir. Eğer bir Anayasa hükmünü okumak veya irticalen tekrarlamak da
Anayasaya aykırı kabul edilirse, işte o zaman bu açıklama Anayasaya aykırı
olabilir.
c) Başbakanın
'Kesin bir takvimimiz yok. Biraz atmosfer ve zemin olayı' ifadesi, YÖK, Kamu
Reformu ve 2 B yasalarıyla ilgilidir. Başörtüsü ile uzaktan ve yakından hiçbir ilgisi
yoktur. İddianamedeki metin okunduğunda bu husus, her hangi bir delil veya
açıklama gerektirmeyecek açıklıkta görülmektedir.
Başbakan, başörtüsü sorunun bir Anayasa sorunu
olmadığını, bu sorunun çözümünde toplumun hassasiyetlerine göre adım attıklarını,
bunu şu saatte çözeceğiz diye bir şeyin olmadığını, ekonomik öncelikleri ve
parametreleri gözetmeleri gerektiğini açıklamıştır. İddianame metninde geçen
'Zemin ve atmosfer el verirse adım atarız' ifadesi; toplumun hassasiyetleri,
yakalanan ekonomik parametreler ve ekonomik önceliklerin el vermesi anlamında
kullanılmıştır. Bunu, niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekmek veya buna
gizli anlamlar yüklemek, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken
mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı
menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne
anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve
netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. İddia makamı, somut
gerçeklikten hareket eder, söylenilen sözü, söyleyenin iradesine rağmen
anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan
demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
27) İddianamenin
39'uncu sayfasında yer alan 27 numaralı iddiada (EK-27) yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN;
gündemdeki konulara ilişkin değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
Başbakanın yaptığı değerlendirme ve tespitlerden
hiç biri Anayasaya ve laiklik ilkesine aykırı değildir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın iddianamesine
aldığı 27 numaralı iddiada verilen Başbakanın değerlendirme ve tespitinin hangi
kelimesi veya cümlesi Anayasaya veya laiklik ilkesine aykırıdır'
''Genciyle, yaşlısıyla, bak buradan bir kez daha açık ve
net söylüyorum, başı örtülü, başı örtüsüz, kim olursa olsun bütün benim bayan
kardeşlerim canımdır, ciğerimdir.' demesi mi Anayasa veya laikliğe aykırı'
Yoksa 'Bu ülkede haksız yere ayrımcılık yapıldı. Ama biz
asla ayrımcı değiliz. Bu çatı, bütün vatandaşlarımı bir arada toplama
çatısıdır. Bunu böyle bilin.' demesi mi Anayasa veya laikliğe aykırı'
Veya 'Şu anda biliyorum, bazı sıkıntıları yaşıyoruz. Bunu
ben de yaşıyorum. Gönlümün derinliklerinde yatan hıçkırıklar var.'
demesi mi Anayasa veya laikliğe aykırı'
Yoksa 'Her şey zamana gebe. Zira millet iradesi
birçok şeyi halledecektir. Ama sabırlı olmaya mecburuz. Niçin' Bu
toplumda gerilmeyi asla Adalet ve Kalkınma Partisi yaratmayacaktır. Varsın
olsun, birileri yaratsın. Onların cevabını birileri veriyor ve verecektir. Ama
bu oyuna asla benim kardeşlerim gelmeyecektir ve gelmemelidir.' demesi mi
Anayasa veya laikliğe aykırı'
Veya 'Türkiye'de marjinal siyaset yapan grupların
yıllarca başörtüsü üzerinden siyaset yaparak ülkeye nasıl faturalar ödettiklerini
biliyorsunuz. Ama Adalet ve Kalkınma Partisi başörtüsü üzerinden siyaset
yapmayacak, yapılmasına da müsaade etmeyecek.' demesi mi Anayasa veya laikliğe
aykırı'
Yoksa 'Ülkemizin yüzde 99'u Müslüman. Ve bu ülke bir
Müslüman ülkesidir. Halkının yüzde 99'u Müslüman olan ülkemizde şunu
unutmayalım ve gerçekleri birbirine hiçbir zaman karıştırmayalım; İslam
devleti olmak başka bir şey, bir İslam ülkesi olmak başka bir şey. Bir defa
bunu çok iyi kavrayacağız, çok iyi anlayacağız ve bu anlayışla yarına
bakacağız. Ben teşkilatımızın insanlarını bu hassasiyete özellikle davet
ediyorum'' demesi mi Anayasa veya laikliğe aykırı'
Sahi bu açıklamanın hangi kelime veya cümlesi
Anayasa veya laiklik ilkesine aykırıdır' Cevabı bizce net ve tartışmasız: Hiç
biri, Anayasa ve laikliğe aykırı değildir. Anayasa ve laikliğe aykırı olan
Başbakanın değerlendirme ve tespiti değil, iddia makamının laiklik yorumudur.
Başbakanın bu açıklamalarından ayrımcılık, laiklik
karşıtlığı, takiyye, İslam devleti çarpıtması, Anayasaya aykırılık ve parti
kapatma gerekçesi asla çıkarılamaz.
Aksine Başbakanın bu beyanları, hem Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısını ve hem de iddianamesini açıkça tekzip etmektedir.
28) İddianamenin 39-40'ıncı
sayfalarında yer alan 28 numaralı iddiada (EK-28) yer verilen konuşmasında
Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; başörtüsü sorununa
dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş ve zamanla bu sorunun çözüleceğini
ifade etmiştir.
Türkiye'de,
yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne
dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı
siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları
milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek
amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu
sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye'de sivil toplum örgütleri, üniversiteler,
hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu
sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı'da dava konusu olup, mahkemelerce de
tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir
sorunu Başbakanın dile getirmiş olması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya
aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan
demokratik hukuk devleti ve 10'uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık
bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede
laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır.
Ayrıca bu iddianın ekleri arasında, iddia ile uzaktan
yakından hiçbir ilgisi bulunmayan gazete kupürleri de vardır. Örneğin ;
Türkiye'den ilk kez BOB (GOP)'a resmi destek geldiğine ilişkin haberler.
29) İddianamenin
40'ıncı sayfasında yer alan 29 numaralı iddiada (EK-29) yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; Belçika
Büyükelçisi Mark Van Rysselberghe'nin Türkiye'deki Fener Rum Patrikhanesi'nin
statüsü ve misyonerlik faaliyetleri konusunda Devlet Bakanı Mehmet AYDIN'ın
değerlendirmesinin sorulması üzerine, Türkiye'de laikliğin yorumundan
kaynaklanan ve her dinin mensuplarının da yaşadığı bazı sorunlar olduğunu, bu
meyanda Türkiye'de yaşanan başörtüsü sorununun çözümü için toplumsal ve
kurumsal mutabakatın gerektiğini; ancak bunun henüz sağlanamadığını ifade
etmiştir.
Başbakanın açıklaması, ne laikliğe ve ne de
Anayasaya aykırıdır. Zira Anayasamıza göre Türkiye Cumhuriyeti, laik bir
Devlettir(Anayasa, m. 2). Laiklik, bütün dinlere ve inançlara eşit mesafede
durmayı gerekli kılar. Laik olan Türkiye Cumhuriyeti Devletinde 'Herkes,
vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla
ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir.
Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî
inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden
dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.' (Anayasa, m. 24/1-3)
Laiklik, bir dinin mensuplarının sayısı az diye onların
haklarının görmezden gelinmesine ve sorunlarına kayıtsız kalınmasına müsaade
etmez. Aksine laiklik her din ve inanışa mensup insanların haklarının teminatı
ve sorunlarının çözümünün sigortasıdır. Nitekim bizim Anayasamızda, bu hakları
tanımış ve teminat altına almıştır.
30) İddianamenin
40-41'inci sayfasında yer alan 30 numaralı iddiada (EK-30) da yer verilen
konuşmasında, Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; 'Kadınların
kıyafetine karışılmaması, bu konudaki kararı kendilerinin vermesi gerektiği',
'Başörtüsü sorunun çözümü için konsensüse ihtiyaç olduğu', 'İmam-Hatipler' ,
'Referandum', 'Kanuna aykırı eğitim' konularında değerlendirme ve tespitlerde
bulunmuştur.
Başbakanın bu açıklamaları Anayasa ile uyumludur.
Çünkü:
a) Başbakan,
kadınların kıyafet tercihlerine müdahale etmenin yanlışlığına vurgu yapmış,
başörtüsü sorunu nedeniyle okuyamayan gençlerin üniversite öğrenimi görmeleri
halinde baskılara karşı daha dirençli olacaklarını ifade etmiş, bunun için özel
vakıf üniversitelerinde hiç olmazsa bu imkanın önünü açabilir miyiz diye
değerlendirmede bulunmuş, kendi ailesinde başı açık ve başı örtülü kadınlar
olduğunu ve tek idealinin 'Başı açık kız ile başı örtülü kız yan yana okusun,
kol kola gezsin'' olduğunu ifade etmiştir. Bu açıklamaların neresi, Anayasa
veya laiklik ilkesine aykırıdır'
Kaldı ki Türkiye'de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü
sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile
paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü
parti programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş
ve bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye
Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu
kurmuştur.
Ayrıca Türkiye'de sivil toplum örgütleri, üniversiteler,
hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu
sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı'da dava konusu olup, mahkemelerce de
tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir
sorunu Başbakanın dile getirmiş olması ve çözümüne dair öneride bulunması, ne
laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın
2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10'uncu
maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede
laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır.
b) Meslek
Liselerinde yaşanan katsayı sorunu, Türk eğitimimin ortak sorunudur. Başbakanın
açıklamasında, bu soruna değinmesinin Anayasaya aykırı bir yönü yoktur. Bir
Başbakanın, ülkesinde var olan bir soruna karşı duyarsız veya kayıtsız kalması
düşünebilir mi' Elbette ki düşünülemez.
Bizim katsayı sorununa yaklaşımımız, İmam-Hatip Liseleri
özelinde değildir, genel bir yaklaşımdır. Ancak bu sorunda taraf olanlar, her
vesile ile 'Meslek liselerindeki katsayı sorununu', sadece İmam-Hatip Lisesi
sorununa indirgemişlerdir. Biz, bizim dışımızda yapılan bu değerlendirmelere
karşı olduğumuzu her defasında ifade ettik. Eşitlikçi bir bakışı benimsedik.
Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek
anlamı ile kullanılmasına yöneliktir. Laikliğin toplumdaki herhangi bir insanı,
üstelik resmi bir okulda okumasından ötürü dışlayan ve tehlike olarak
gösterenlerin asıl olarak laikliğe zarar verdiğini ifade eden bir yaklaşımdır.
Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek anlamı ile
kullanılmasına yöneliktir.
İmam Hatip Liseleri de diğer liseler gibi Devletin
kurduğu, giderlerini karşıladığı, öğretmenlerini atadığı, yönetimi icra ettiği,
program ve kitaplarını tespit edip uygulattığı, öğrencisini devletin kaydettiği
ve mezununa diplomasını verdiği, kısaca devletin gözetim ve denetimi altında
faaliyet gösteren bir okuldur. Bir yandan bu okulların faaliyetini sürdürmeyi
Anayasaya uygun bir devlet görevi sayarken, diğer yandan bu okulların ve burada
okuyan öğrencilerin sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmayı ve
sorunların giderilmesi için çaba sarf etmeyi Anayasaya aykırı saymak ve işin
vahimi bu kabulün dayanağı olarak Anayasayı göstermek, hakla, hukukla ve
Anayasa ile izahı kabil olmayan temel bir çelişkidir. Devlet, kendi
eğitim-öğretim kurumlarına ikircikli bakmaz ve bakılmasına da müsaade etmez. Ne
gariptir ki iddianame, bu okullara ikircikli yaklaşmamayı Anayasa ihlali ve
parti kapatma nedeni sayan, hukuk dışı bir yaklaşıma sahiptir.
Üniversiteye girişte uygulanan katsayı adaletsizliğinin
kaldırılmasını savunmak ve bu yönde çalışma yapmak, Anayasaya kesinlikle aykırı
değildir. Bunun aksinin kabulü, 1998 senesine kadar böyle bir uygulama olmaması
nedeniyle, bütün hükümetlerin ve idarenin Anayasayı ihlal ettiği anlamına gelir
ki bu doğru değildir. Zira meslek liseleri, 1998 yılına kadar üniversite
sınavlarında farklı katsayı uygulamasına tabi değildi. Farklı katsayı
uygulaması, 1998'de başladı. 1998'e kadar Anayasaya ve laikliğe aykırı olmayan
üniversiteye giriş sistemindeki puan hesaplama usulünün, meslek liseleri
bakımından hem de Anayasa değişmediği halde 1998'den sonra Anayasaya aykırı
hale gelmesi veya getirilmesi ve daha da kötüsü bunun bir siyasi partinin
kapatılmasının nedeni gösterilmesi, Anayasadan kaynaklanmamakta, Anayasaya
rağmen yapılan uygulamalardan kaynaklanmaktadır.
Pek çok siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, yazar,
gazeteci, sivil toplum örgütü ve siyasi parti tarafından dile getirilen Meslek
liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği sorunu, onlar için Anayasa ve
laiklik ilkesine aykırı görülmez iken, aynı sorunları AK Parti'nin dile
getirmesi halinde Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülüp Anayasanın 69'uncu
maddesine göre kapatılma nedeni sayılması ve hakkında dava açılması, Anayasanın
2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik devlet ilkesi ile 10'uncu
maddesindeki eşitlik ilkesine açık bir aykırılıktır. Bu, bir çifte standarttır.
Anayasaya aykırılığın, söylenene veya yapılana göre değil de söyleyene veya
yapana göre belirlendiğinin ispatıdır. Hukuk devletinde sözler veya fiiller,
söyleyene göre adalet terazisinde tartılmaz.
Kişilerin dindar olmasından veya resmi okulda din eğitimi
ağırlıklı okumayı tercih etmiş olmasından hareketle laik olmamakla
suçlanmasının doğru olmadığı ifade edilirken, kişi dindar olabilir ama devlet
laiktir. Kişi bakımından sırf dindar diye laik olmamakla suçlamak haksızlıktır
anlamına gelen sözler de bir gerçeği ifade etmektedir. İnsanların laiklik mi
yoksa dindarlık mı gibi bir ikilemde bırakılarak bu ikisinin birbirinin
alternatifi gibi yan yana konularak birisini seçmek zorunda bırakılmaları kabul
edilemez. Laikliği savunmak adına bu gerçek ifade edilmiştir.
Dolayısıyla bu sözlerde laikliğe karşı bir anlam ve
laiklik ilkesine yönelik bir saldırı yoktur. Tam tersine laiklik ilkesinin
kuvvetlendirmeye ve onu istismar edenlerin ellerinden kurtarmaya çalışarak
laiklik ilkesinin hiç kimseyi dışlamadığına dair bir değerlendirme ve
tespittir.
c) Diyanet İşleri
Başkanlığı, Anayasal bir kuruluştur. Anayasa'nın 136'ıncı maddesine göre;
'Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda,
bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve
bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine
getirir.' Anayasanın bu hükmüne müsteniden kurulan Diyanet İşleri
Başkanlığı'nın kuruluş kanuna göre; 'İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak
esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve
ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı
kurulmuştur.' (22.06.1965 Tarih ve 633 Sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş
ve Görevleri Hakkında Kanun, m. 1)
Din konusunu bilen görevliler olmadığı takdirde, dini
bilgiden yoksun kişilerin topluma din konusunda yanlış bilgiler vereceği,
gerçek din bilgisi yerine belki de din dışı bilgilerin din gibi öğrenilmesi ve
yaşanmasına yol açacağı, bunun da toplumumuz için zararlı olacağı aşikardır.
Diyanet İşleri Başkanlığı, Anayasa ve kanunun kendine verdiği görevleri
yürütürken, Başbakanın; toplumu din konusunda aydınlatmak görevini yerine
getirecek görevlilerin yetiştirilmesi, toplumun din konusunda bilgisiz
kişilerce yanlış bilgilerle donatılmasının önüne geçilmesi konusunda düşünce ve
kanaat serdetmesi Anayasa veya laiklik ilkesine aykırı değildir.
d) Başbakanın 'Ben
referandum yapacağız demedim, gerekirse referanduma da gidebiliriz dedim'
demesi de Anayasaya aykırı değildir. Çünkü referandum, Anayasamızın kabul
ettiği ve zaman zaman da uygulanmış bir hukuk müessesidir(Anayasa, m. 175) Bir
Başbakanın, Anayasada yer alan bir hukuk müessesinden bahsetmesi, Anayasaya
aykırılık oluşturmaz. Kaldı ki Başbakan 'Referanduma yapacağız' da dememiş,
sadece 'Gerekirse referanduma da gidebiliriz' demiştir. Eğer bir Anayasa
hükmünü okumak veya irticalen tekrarlamak da Anayasaya aykırı kabul edilirse,
bu, hukuk devletinin olmazsa olmaz koşullarından birisi olan 'hukuki
güvenliğin', dolayısıyla da Anayasa'nın 2'inci maddesinde ifadesini bulan
demokratik hukuk devleti ilkesinin ve de hukukun evrensel ilkelerinin yok
sayılması ve yok edilmesidir.
e) Başbakanın,
kanuna aykırı eğitim kurumları ile ilgili değerlendirmesi de Anayasa ile
uyumludur. Bu değerlendirme, Türk Ceza Kanunun 263'üncü maddesi ile ilgili
değişiklik ve bunun tartışılması sırasında yapılmıştır.
Anayasamıza göre; her insanın, inandığı dine ait kutsal
kitabı öğrenme hakkı din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olup, laiklik
ilkesinin de teminatı altındadır (Anayasa, m. 2, 24). Müslüman olan Türk
vatandaşları bakımından Kur'an öğrenim hakkı da evleviyetle böyledir. Ayrıca bu
konu da devletin de pozitif yükümlülüğü vardır. Bir Anayasal kuruluş olan
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın (Anayasa, m. 136, özel yasa) normatif
misyonlarından birisi de budur.
Din ve vicdan özgürlüğü kapsamında olan Kur'an
öğreniminin, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun sınırları içerisinde nasıl gerçekleştirileceği
sorunu, elbette ki bir eğitim politikası sorunudur. Bu sorunun çözümün de
değişik partilerin değişik politika ve proje üretmeleri, siyasal çoğulcuğun ve
siyasal düşünce özgürlüğünün gereğidir. Bu konuda farklı görüşlerin
serdedilmesini Anayasaya aykırı sayan bir anlayış, savunulamaz.
Türk Ceza Kanunu'nun 263'üncü maddesinde yapılan
değişiklik, Cumhurbaşkanınca onaylanarak yürürlüğe girmiş olup, ne
Cumhurbaşkanı ve ne de Anamuhalefet Partisi tarafından Anayasa Mahkemesi'ne
götürülmüştür. Şu anda yürürlükte olan bir kanun maddesi nedeniyle, partimizin
itham edilmesi kabul edilemez.
f) Ayrıca
Başbakanın bu açıklamaları, anamuhalefetin eleştirilerine karşı verilmiş bir
cevaptır. İktidar partisinin Genel Başkanı ve Başbakanın, icraatlarına,
partisine veya şahsına dönük eleştirilere cevap vermesi, Anayasaya aykırı
değil, aksine demokratik hukuk devletinin gereğidir ve Anayasa'nın teminatı
altındadır.
g) Anayasa
Mahkemesi'nin verdiği veya henüz Anayasa Mahkemesi'ne götürülmemiş ama
götürülmesi muhtemel konulardaki verilecek muhtemel kararlara dair açıklama
yapmak, düşünce özgürlüğü kapsamında olup, laiklikle ilgisi yoktur. Buna rağmen
Anayasa Mahkemesi ile ilgili kısmın siyah harflerle yazılmış olması, iddia
makamının Anayasa Mahkemesi'ni farklı bir usulle etkileme amacını güttüğü
kanaatini uyandırmaktadır.
İddianamenin Başbakan'dan yaptığı alıntılarda özenle
uyguladığı metot; kendisine göre önemli bölümleri siyah harfle yazmaktır. Oysa
iddia makamı illa bu yöntemi kullanmak zorunda hissediyor ise yapacağı iş,
objektif olarak gerekli olan metinlerin altını çizmekle yükümlüdür. İddianame,
Cumhuriyet Savcısının keyfilik içinde ördüğü metinler değildir. Bu bölümde
iddia makamının; Başbakanın söylediği; 'Kızların okullara gönderilmemesi
yönünde sosyal baskı var. Bir genç kız üniversiteye gidip eğitim alsa, bu
baskılara daha kolay direnemez mi'' veya 'Benim idealim hep şu oldu: Başı açık
kız ile örtülü kız yan yana okusun, kol kola gezsin.' Sözlerinin de altının
çizmesi veya siyah yazması gerekmez miydi' Elbette gerekirdi. Ama iddia makamı,
iddianamesinin her yerinde olduğu gibi burada da, lehe olan hususu değil de
kendince aleyhe olan hususu öne çıkarmıştır. Çünkü anılan cümleler ve metnin
tümü, esasında iddiayı ve iddianameyi tekzip etmektedir.
Sonuç olarak; Anayasa'da açıkça yer alan ve herkesin,
yani Anayasa Mahkemesi, doktrin, siyasiler, sivil toplum örgütleri, basın ve
hukukçular tarafından dile getirilmiş ve halen de dile getirilen konuların
Başbakan tarafından söylenmesi ve halen yürürlükte olan bir kanunun lehinde
değerlendirmeler yapmasının, Anayasaya aykırı görülüp parti kapatma nedeni
sayılması; Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk
devleti ilkesi ile 10'uncu maddesindeki eşitlik ilkesine tartışmasız bir
aykırılıktır.
31) İddianamenin
41-42'inci sayfalarında yer alan 31 numaralı iddiada (EK-31) yer verilen
konuşmasında, Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; bir
katılımcının sorduğu soru üzerine başörtüsü sorunu ve çözümü konusunda
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
a) 31 Numaralı
iddianın başında yer alan ve siyah harfler yazılı olan;'İngiltere, ağırlıklı
olarak Hıristiyan ülke olmasına karşın kamu kurumlarında başörtülü insanların
çalışabildiğini, ancak çoğunluğu Müslüman olan Türkiye'de kamu kurumlarında başörtülü
çalışılamadığını, başörtüsünün insan hakkı olduğunu, türban konusunda toplumsal
mutabakata önem verdiklerini' ibarelerinden oluşan cümleler, Başbakana ait
değildir.
Bu cümleler; programdaki bir katılımcının Başbakana
sorduğu soruda kullandığı cümlelerdir. Diğer ifadeyle bu cümleler, Başbakana
sorulan sorunun cümleleridir. Nitekim bu husus Anadolu Ajansı tarafından
verilen haberde ; 'Başbakan Erdoğan, İngiltere ağırlıklı olarak Hıristiyan ülke
olmasına rağmen kamu kurumlarında başörtülü insanların çalışabildiğini, ancak
çoğunluğu Müslüman olan Türkiye'de kamu kurumlarında başörtülü çalışılamadığını
ifade eden bir katılımcının, bunu insan hakları bağlamında nasıl
değerlendirdiğini sorması üzerine, başörtüsü konusunun bir insan hakkı olduğunu
söyledi.' biçiminde yer almıştır. Doğrusu da budur. Hem gazete haberleri ve hem
de programın CD'si bunun delilidir. Ayrıca iddianamede siyah harflerle yazılı
bu cümlelerin içinde '' İfade eden bir katılımcının, bunu insan hakları
bağlamında nasıl değerlendirdiğini sorması üzerine' ibarelerinin bulunduğu, hem
ekte yer alan 29 ekim 2005 tarihli Milliyet Com. tr., hem 28 ekim 2005 tarihli
Hürriyet Gazetesi ve hem de 29.10.2005 tarihli Star Gazetesi'ndeki haberlerden
anlaşılmaktadır. İddia makamının dayandığı bu deliller de, iddia makamını
tekzip etmektedir. Bu açıklığa rağmen iddia makamının, Başbakana ait olmayan
sözlerin, bizzat Başbakan tarafından sarf edilmiş gibi gösterilmesini, hukukla,
Anayasa ile veya herhangi bir yasaya uygunlukla izah etmek mümkün değildir.
Hakikat bu olmasına rağmen iddia makamı, bütün bu
gerçekleri göz ardı etmiş ve Başbakana ait olmayan sözleri, Başbakanın sözleri
olarak vermiştir. Bu açık bir delil tasniidir. Bir hukuk devletinde iddia
makamı, bir kişinin söylemediği sözü, söylemiş gibi gösterebilir mi' Böylesi
bir iddia makamı, iyi niyet kurallarına uygun hareket etmiş midir' Anayasa ve
yasaların çizdiği ilkelere uymuş mudur' İddia makamı, belki absürt veya belki
akıl almaz yorumlar yapabilir; ama asla yalan söyleyemez ve asla Başbakana da yalan
söyletemez. Bu, iddia makamının hukuk anlayışını ve hukuk tanımazlığını ve
keyfiliğini gösteren ibretlik bir vesikadır.
İddia makamı, Başbakanın söylemediği sözleri o söylemiş
gibi göstermek suretiyle oluşturulmuş bir delille, Başbakanın kamuda başörtülü
çalışmayı savunduğunu ispat edemez. Çünkü: Bir, Başbakanın böyle bir açıklaması
yoktur. İki, bunun dışında da başka yerde veya zamanda yapılmış bir açıklaması
da yoktur. Üç, aksine Başbakanın başörtülülerin kamuda çalışması gerekmediğini
ifade eden sözleri vardır. Dört, yukarıda belirtildiği üzere, bu iddianın
dayanağı deliller (EK-31)de böyle bir şey yoktur. Aksine iddia makamını tekzip
etmektedir. Hatta iddia makamının Başbakanın ve AK Partinin aleyhinde
kullandığı 13 numaralı iddiada geçen bir beyanında Başbakan; 'Özel
üniversitelerde türbanla eğitimi serbest bırakalım. Devlette görev verilmesin.
Özel sektörde çalışsınlar.'(İddianame, Başbakan hakkındaki 13 numaralı iddia,
Sayfa: 33) demiştir. Bunlar da, iddia makamını tekzip etmektedir.
Bütün bu açıklığa rağmen iddia makamının bu tavrı, yani
Başbakan tarafından söylenilmeyen sözlerin sanki kendisi tarafından söylenilmiş
gibi gösterilmesi, iddia makamının tarafsızlığı, lehe ve aleyhe olan delilleri
birlikte toplama ve maddi gerçeğin ortaya çıkmasını sağlama ödevleriyle de
uyuşmamaktadır.
b) Türkiye
Cumhuriyeti, insan haklarına saygılı demokratik, laik, sosyal bir hukuk
devletidir(Anayasa, m. 2)
Anayasamıza göre; 'Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz,
devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.'(Anayasa, m.
12/1), 'Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın
ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla
sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum
düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı
olamaz.' (Anayasa, m. 13) 'Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını
koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.'(Anayasa, m. 17/1) ve 'Herkes, vicdan,
dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.' (Anayasa, m. 24/1)
Başbakanın söylediği; Anayasa'nın bir insan hakkı
olarak tanıdığı ve teminat altına aldığı din ve vicdan özgürlüğünü, farklı bir
üslupla tekraren ifadeden ibarettir.
Bu bağlamda Başbakanın, 'Başörtüsünün insan hakkı
olduğunu, türban konusunda toplumsal mutabakata önem verdiklerini' ifade
etmesinden sonra; 'Biz geldiğimizden beri hep şunu söyledik; seçim öncesinde
de ben söyledim; 'bir toplumsal mutabakat sağlandığı anda çözüleceğine
inanıyorum' dedim. Bugün de aynısını söylüyorum. Bu konuda toplumsal mutabakat
Tükiye'de vardır. Mutabakat yüzde 100 değildir ama yüzde itibariyle, daha önce
birçok kurumun yaptığı araştırmalar bu, yüzde 70-80'lerde. Bu konuda mutabakat
vardır. Kurumlar arasında mutabakat var mı derseniz, parlamento içi siyasi
partilerde henüz bir mutabakat oluşmamıştır. Parlamento içinde bu mutabakat
oluştuğu anda parlamentoda bu işi çözeriz. İnanıyorum ki parlamento dışı
kurumlarda da mutabakat büyük ölçüde vardır. Eğer özgürlükten yanaysak,
özgürlükleri savunuyorsak, o zaman 'özgürlüğün bir kısmını kabul ediyorum'
deyip, 'bir kısmını kabul etmiyorum' mantığı yanlış bir mantıktır.' demesi,
ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasa'ya aykırıdır. Aksine bu sözler, Anayasa ve
laiklik ilkesinin teminatı altında söylenmiştir.
Bir Başbakanın, ülkesinde yaşanan toplumsal bir sorunun
çözümü maksadıyla yasa çıkarabilecek siyasal çoğunlu olduğu halde bu yolu
tercih etmeyip, mutabakat arayışı içinde olması ve bu arayışını ifade etmesi ve
bu sorunun ancak mutabakatla çözüleceğini hem seçimden önce ve hem de seçimden
sonra iktidarda ifade etmesinin neresi Anayasaya veya laiklik ilkesine
aykırıdır'
Ayrıca hiçbir hukuk devletinde, özgürlük alanının
genişletilmesi talebinin dillendirilmesi hukuka aykırı olarak nitelendiremez.
32) İddianamenin
42'inci sayfasında yer alan 32 numaralı iddia (EK-32) da yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; AİHM'in
bilirkişiye müracaat etmeksizin Leyla ŞAHİN hakkında karar verdiğini ifade ile
eleştirmiş, yargılamalarda bilirkişilik müessesinin önemine vurgu yapmış,
başörtüsü sorunun çözümü için toplumsal mutabakatın olduğu, kurumlarda,
müesseselerde ve partilerde mutabakatın olmadığına, mutabakat halinde sorunun
kendiliğinden çözüleceğine vurgu yapmıştır.
a) Anayasa veya
yasalarımızda 'Mahkeme kararları eleştirilemez' diye bir kural yoktur. Herkesin
görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi mahkeme kararları da eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, görüş
veya mahkeme kararı yoktur. Sadece otoriter veya totaliter rejimlerde
eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararları olabilir.
Demokratik hukuk devletinde, kendisini ilgilendiren bir
soruna ilişkin Uluslararası mahkeme olan AİHM'in verdiği kararın tartışılması,
değerlendirilmesi ve eleştirilmesinden daha doğal bir şey olamaz.
Mahkeme kararlarının bağlayıcılığı ve buna dayalı olarak
uygulanma zorunluluğu farklı bir şeydir, ancak o kararın doğru olmadığını ya da
hukukun uygun yorumuna dayanmadığını söylemek farklı bir şeydir. Herkes Mahkeme
kararlarına uymak zorundadır. Ancak mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu,
onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez.. Demokratik hukuk devletinde hiç
kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve
değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir düşünce
açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez.
'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve
'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp
teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve
kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak
açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın
herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez.
Herkes gibi Başbakanın da AİHM'in kararına katılmamak veya gerektiğinde
eleştirme hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma
veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, mahkeme
kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme kararını eleştirdi diye siyasi
yasaklı hale gelmesini talep etmez ve edemez.
b) Ayrıca Başbakan
konuşmasında; Türk hukukunda ve bütün ülke hukuklarında cari olan bilirkişilik
müessesinin önemine vurgu yapmış, çözümü teknik ve fenni bilgiyi gerektiren
konularda, o konunun uzmanı bilirkişilere müracaatın gerekliliğini ifade
etmiştir. Mahkemeler de karar verirken, hakimlik mesleğinin genel ve hukuki
bilgi ile çözülmesi mümkün olmayan, çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi
gerektiren hallerde bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasının gerekliliğini
farklı bir lisanla ifade etmiştir. Bilirkişilik müessesi, başlangıçtan beri
Türk hukukunda hem Ceza Muhakemesi Kanunu (M. 63- 73), hem Hukuk Usulü
Muhakemeleri Kanunu (M. 275-286) ve hem de İdari Yargılama Usulü Kanun'unda (M.
31) düzenlenen ve uygulanan bir müessesedir. Mahkemelerin, hakimlik mesleğinin
gerektirdiği genel ve hukuki bilgi ile çözülmesi mümkün olmayan, çözümü
uzmanlığı, teknik veya özel bilgiyi gerektiren konularda, hukukumuzda var olan
bilirkişilik müessesesini işletmemelerini tespit, değerlendirme ve eleştirmenin
laikliğe, Anayasaya ve yasaya aykırı bir yönü yoktur.
c) Başbakan,
AİHM'in kararına farklı anlam yükleyen kişilere dönük eleştirilerde de bulunmuştur.
Kişilerin eleştirilmesi, Anayasaya aykırı değil, aksine Anayasanın teminatı
altındadır.
d) 'İnsanların
hukukunun yasalarla yok edilemeyeceği' görüşü de Anayasaya aykırı değildir.
Çünkü Anayasamıza göre; 'Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez,
vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.'(Anayasa, m. 12/1). Yasalar,
kişiliğe bağlı, vazgeçilmez ve devredilmez hak ve hürriyetleri ortadan
kaldıramaz. Başbakanın bu açıklaması, Anayasa'nın 12'inci maddesinin birinci
fıkrasının farklı bir üslupla tekrarından başka bir şey değildir.
33) İddianamenin
42-43'üncü sayfalarında yer alan 33 numaralı iddiada (EK-33) yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; AİHM'in türban
kararına dönük değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, bu kararı genellemek
isteyen ve farklı yansıtanlara yönelik eleştirilerde bulunmuştur.
Anayasa veya
yasalarımızda 'Mahkeme kararları eleştirilemez' diye bir kural yoktur. Herkesin
görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi mahkeme kararları da eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, görüş
veya mahkeme kararı yoktur. Sadece otoriter veya totaliter rejimlerde
eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararları olabilir.
Demokratik hukuk devletinde, kendisini ilgilendiren bir
soruna ilişkin Uluslararası mahkeme olan AİHM'in verdiği kararın tartışılması,
değerlendirilmesi ve eleştirilmesinden daha doğal bir şey olamaz.
Mahkeme kararlarının bağlayıcılığı ve buna dayalı olarak
uygulanma zorunluluğu farklı bir şeydir, ancak o kararın doğru olmadığını ya da
hukukun uygun yorumuna dayanmadığını söylemek farklı bir şeydir. Herkes Mahkeme
kararlarına uymak zorundadır. Ancak mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu,
onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Demokratik hukuk devletinde hiç
kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve
değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir düşünce
açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez.
'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve
'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp
teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve
kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak
açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın
herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez.
Herkes gibi Başbakanın da AİHM'in kararına katılmamak veya gerektiğinde
eleştirme hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma
veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, mahkeme
kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme kararını eleştirdi diye siyasi
yasaklı hale gelmesini talep etmez ve edemez.
Ayrıca Başbakan, AİHM'in kararına farklı anlam yükleyen
kişilere dönük eleştirilerde de bulunmuştur. Kişilerin eleştirilmesi, Anayasaya
aykırı değil, aksine Anayasanın teminatı altındadır.
34) İddianamenin
43'üncü sayfasında yer alan 34 numaralı iddiada (EK-34) yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; AİHM'in
Leyla ŞAHİN hakkındaki kararı ve başörtüsü sorununa dair değerlendirme ve
tespitte bulunmuştur.
a) Anayasa veya
yasalarımızda 'Mahkeme kararları eleştirilemez' diye bir kural yoktur. Herkesin
görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi mahkeme kararları da eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, görüş
veya mahkeme kararı yoktur. Sadece otoriter veya totaliter rejimlerde eleştirilmez
kişi, görüş veya mahkeme kararları olabilir.
Demokratik hukuk devletinde, kendisini ilgilendiren bir
soruna ilişkin uluslararası mahkeme olan AİHM'in verdiği kararın tartışılması,
değerlendirilmesi ve eleştirilmesinden daha doğal bir şey olamaz.
Mahkeme kararlarının bağlayıcılığı ve buna dayalı olarak
uygulanma zorunluluğu farklı bir şeydir, ancak o kararın doğru olmadığını ya da
hukukun uygun yorumuna dayanmadığını söylemek farklı bir şeydir. Herkes Mahkeme
kararlarına uymak zorundadır. Ancak mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu,
onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Demokratik hukuk devletinde hiç
kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve
değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir düşünce
açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez.
'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve
'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp
teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini
söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve
yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın herkese
tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes gibi
Başbakanın da AİHM'in kararına katılmamak veya gerektiğinde eleştirme hak ve
yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak
ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, mahkeme
kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme kararını eleştirdi diye siyasi
yasaklı hale gelmesini talep etmez ve edemez.
b) Anayasa'ya
göre; 'Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun
olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.' (Anayasa, m. 138/1) 'Anayasa
hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer
kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.' (Anayasa, m. 11)
Hakimlerin; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun vicdani kanaatlerine göre karar
vermesi; Anayasa, kanun veya hukuki değişiklik olduğu zaman önüne gelecek
davalarda bu değişikliğe göre karar vermesi Anayasa'nın amir hükmüdür. Nitekim
pek çok Anayasa değişikliği sonrası Anayasa Mahkemesi, pek çok Anayasa ve yasa
değişiklikleri sonrası Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare
Mahkemesi ve ilk derece mahkemeleri bu değişiklikleri uygulamışlar ve
değişikliklere uygun kararlar vermişlerdir.
Başbakanın 'Anayasa ve yasalar değiştiğinde,
mahkeme kararlarının da değişebileceği hususunu' dile getirmesi, Anayasanın bu
amir hükümleri ve Mahkemelerimizin yerleşik kararları ile uyumludur. Buradan
Anayasaya aykırılık üretilemez.
c) Başbakanın,
başörtüsü sorunun çözümüne dair söyledikleri de Anayasaya aykırı değildir.
Türkiye'de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun
varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan
hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti
programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve
bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye
Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu
kurmuştur.
Ayrıca Türkiye'de sivil toplum örgütleri, üniversiteler,
hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu
sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı'da dava konusu olup, mahkemelerce de
tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir
sorunu Başbakanın dile getirmiş olması ve çözümüne dair öneride bulunması, ne
laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci
maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10'uncu maddesinde yer
alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede
laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır.
Bir Başbakanın, ülkesinde yaşanan toplumsal bir
sorunun çözümü maksadıyla yasa çıkarabilecek siyasal çoğunluğu olduğu halde bu
yolu tercih etmeyip, mutabakat arayışı içinde olması ve bu arayışını ifade
etmesi ve bu sorunun ancak mutabakatla çözüleceğini hem seçimden önce ve hem de
seçimden sonra iktidarda ifade etmesinin neresi Anayasaya veya laiklik ilkesine
aykırıdır'
Ayrıca hiçbir hukuk devletinde, özgürlük alanının
genişletilmesi talebinin dillendirilmesi hukuka aykırı olarak nitelendiremez.
35) İddianamenin
43'üncü sayfasında yer alan 35 numaralı iddiada (EK-35) yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; 'Türban
sorunu ne zaman bitecek' sorusuna, Türkiye'de böyle bir sorunun
olduğunu, çözümü için parlamentoda ve diğer kurumlarla mutabakat gerektiği ve
mutabakat sağlandığında sorunun çözüleceğine ifade etmiştir.
Türkiye'de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun
varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan
hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti
programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve
bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye
Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu
kurmuştur.
Ayrıca Türkiye'de sivil toplum örgütleri, üniversiteler,
hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu
sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı'da dava konusu olup, mahkemelerce de
tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir
sorunu Başbakanın dile getirmiş olması ve çözümüne dair öneride bulunması, ne
laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın
2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10'uncu
maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede
laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır.
Bir Başbakanın, ülkesinde yaşanan toplumsal bir
sorunun çözümü maksadıyla yasa çıkarabilecek siyasal çoğunlu olduğu halde bu
yolu tercih etmeyip, mutabakat arayışı içinde olması ve bu arayışını ifade
etmesi ve bu sorunun ancak mutabakatla çözüleceğini hem seçimden önce ve hem de
seçimden sonra iktidarda ifade etmesinin neresi Anayasaya veya laiklik ilkesine
aykırıdır'
Ayrıca hiçbir hukuk devletinde, özgürlük alanının
genişletilmesi talebinin dillendirilmesi hukuka aykırı olarak nitelendiremez.
36) İddianamenin
43'üncü sayfasında yer alan 36 numaralı iddiada (EK-36) yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; İzmir İli
Buca İlçe Teşkilatında bir takım değerlendirmelerde bulunmuştur.
a) Bu toplantıda
Başbakanın yaptığı konuşma, bazı basın yayın organları tarafından farklı
anlamlara çekilmiş ve çarpıtılarak verilmiştir. Bunun üzerine Başbakan,
Başbakanlık Basın Sözcüsü Akif Beki aracılığıyla yaptığı açıklamada, basında
çıkan haberleri tekzip etmiş ve kastının ne olduğunu bir kez daha yinelemiştir.
Yapılan açıklama şudur:
'' Başbakan, hiç kullanmadığı ifadelerin kendisi
tarafından söylenmiş gibi gösterilerek tartışma konusu yapılmasını 'siyasi bir
acziyet' olarak değerlendirmektedir. Bu durumu, siyasetin içine çekildiği
tartışma düzeyi açısından da üzüntüyle karşılamaktadır.
Başbakan, toplantıyı izleyen kameraların ve basın
mensuplarının kayıt cihazlarının da tespit ettiği gibi 'Gavur İzmir' ifadesini
ne kullanmış, ne de ima etmiştir. Sadece siyasi hedeflerini işaret ederken
İzmir ile ilgili 'O, zaman zaman bazı ifadeler vardır ya, bu ifadelerin
olmadığı görülecektir. Çünkü, İzmir'in aslı bu değildir. O yakıştırmalar
değildir. İnşallah bu yakıştırmaları da ilk seçimde silip atacaktır üzerinden'
demiştir.
Başbakan'ın bu sözleriyle, İzmir için kullanılan
'Solun Kalesi' gibi bazı siyasi nitelendirmeleri kastettiği açıktır.
Başbakan'ın sözleri dinleyiciler tarafından da böyle anlaşılmıştır.''
Ne gariptir ki iddia makamı; Başbakanın Anayasa ile
tanınıp teminat altına alınan 'düzeltme ve cevap hakkı'na (Anayasa, m. 32)
istinaden yaptığı tekzip ve düzeltmeleri dikkate alması gerekirken bunu
yapmamış, aksine gerçeğe aykırı gazete haber ve yorumlarına itibar etmiştir.
Bunlar, açık ve tartışmasız bir Anayasa ihlali olduğu gibi hukukun temel
ilkelerinin de ayaklar altına alınmasıdır.
b) Başbakan
konuşmasında, değişik ülke sorunlarına değinmiş ve bunların çözümü için zamana
ihtiyaç olduğunu ifade etmiş; ancak 'türban' konusundan hiç bahsetmemiş ve
hatta konuşmasında 'türban' kelimesini dahi kullanmamıştır. Buna rağmen iddia
makamı, yaptığı yorumla konuşmayı türban konusuna indirgemiştir. Bu, hukuken
kabul edilmez bir yaklaşımdır. İddia makamının varsayımları, Başbakanın sözleri
yerine ikame edilemez. Aksi hukuk devleti ilkesi ve hukukun evrensel
ilkelerinin ihlali anlamına gelir.
c) Kaldı ki Başbakanın,
yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunu ve çözümüne dair değerlendirme ve
açıklamalarda bulunması Anayasa'ya aykırı da değildir. Nitekim Türkiye'de, yükseköğrenimde
yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini
kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler
sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun
teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler
yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir
Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye'de sivil toplum örgütleri, üniversiteler,
hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu
sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı'da dava konusu olup, mahkemelerce de
tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir
sorunu Başbakanın dile getirmiş olması ve çözümüne dair öneride bulunması, ne
laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın
2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10'uncu
maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
d) Başbakanın;
Türkiye'nin pek çok çözüm bekleyen sorunları olduğunu, bunların çözümünün zaman
aldığını ifadeyle teşkilatlarından 'Sabırlı olmalarını' ve 'Tahriklere
kapılmamalarını' istemesi ve 'Her şeyin zamanı olduğunu ve bir yol haritası
içinde yürüyeceğini' belirtmesi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının iddia ettiği
gibi 'Bir takiyye' değil, açık ve samimi bir ifadedir. Başbakan çok açık ve net
bir biçimde düşüncesini açıklıyor, bundan gizli anlam çıkarmak, ancak niyet
okumakla, ancak kehanetle mümkündür. İddia makamı, niyet okuyucu değildir,
olamaz da. İddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder, söylenilen sözü,
söyleyenin iradesine rağmen anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci
maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
37) İddianamenin
44'üncü sayfasında yer alan 37 numaralı iddiada (EK-37) yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; başörtüsü
sorunu ve AİHM'in Leyla ŞAHİN kararı hakkında değerlendirme ve tespitlerde
bulunmuştur.
a) Anayasa veya
yasalarımızda 'Mahkeme kararları eleştirilemez' diye bir kural yoktur. Herkesin
görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi mahkeme kararları da eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, görüş
veya mahkeme kararı yoktur. Sadece otoriter veya totaliter rejimlerde
eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararları olabilir.
Demokratik hukuk devletinde, kendisini ilgilendiren bir
soruna ilişkin uluslararası mahkeme olan AİHM'in verdiği kararın tartışılması,
değerlendirilmesi ve eleştirilmesinden daha doğal bir şey olamaz.
Mahkeme kararlarının bağlayıcılığı ve buna dayalı olarak
uygulanma zorunluluğu farklı bir şeydir, ancak o kararın doğru olmadığını ya da
hukukun uygun yorumuna dayanmadığını söylemek farklı bir şeydir. Herkes Mahkeme
kararlarına uymak zorundadır. Ancak mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu,
onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Demokratik hukuk devletinde hiç
kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve
değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir düşünce
açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez.
'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve
'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp
teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve
kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak
açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın
herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez.
Herkes gibi Başbakanın da AİHM'in kararına katılmamak veya gerektiğinde
eleştirme hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma
veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, mahkeme
kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme kararını eleştirdi diye siyasi
yasaklı hale gelmesini talep etmez ve edemez.
b) Anayasa'ya
göre; 'Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun
olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.' (Anayasa, m. 138/1) 'Anayasa
hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer
kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.' (Anayasa, m. 11)
Hakimlerin; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun vicdani kanaatlerine göre karar
vermesi; Anayasa, kanun veya hukuki değişiklik olduğu zaman önüne gelecek
davalarda bu değişikliğe göre karar vermesi Anayasa'nın amir hükmüdür. Nitekim
pek çok Anayasa değişikliği sonrası Anayasa Mahkemesi, pek çok Anayasa ve yasa
değişiklikleri sonrası Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare
Mahkemesi ve ilk derece mahkemeleri bu değişiklikleri uygulamışlar ve
değişikliklere uygun kararlar vermişlerdir.
Başbakanın 'Anayasa ve yasalar değiştiğinde,
mahkeme kararlarının da değişebileceği hususunu' kendisini de örnek vererek
dile getirmesi, Anayasanın bu amir hükümleri ve Mahkemelerimizin yerleşik
kararları ile uyumludur. Buradan Anayasaya aykırılık üretilemez.
c) Ayrıca Başbakan
konuşmasında; Türk hukukunda ve bütün ülke hukuklarında cari olan bilirkişilik
müessesinin önemine vurgu yapmış, başörtünsünün dini bir emir olup olmadığı
konusuna mahkemelerin karar veremeyeceği ve bu konuda karar oluşturabilmek için
o konunun uzmanı bilirkişilere müracaatın gerekliliğini ifade için 'Söz söyleme
hakkı din ulemasınındır.' demiş ve bu konuda AİHM'in bilirkişi görüşü almadan
karar vermesini eleştirmiştir.
Ancak bu konu, baysın yayın organları tarafından
çarpıtılarak ve farklı bir biçimde verilmiştir. Bunun üzerine Başbakan,
Başbakanlık Basın Sözcüsü Mehmet Akif BEKİ aracılığa bir tekzip ve düzeltme açıklaması
yapmıştır. Anadolu Ajansında yer alan açıklama aynen şöyledir: 'Başbakanlık
Sözcüsü Akif Beki, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın dün yaptığı açıklamada,
AİHM'in türban ile ilgili son kararı konusunda, AİHM'in uzmanlık gerektiren bir
konuda bilirkişi görüşüne başvurma gereği duymadan karar oluşturmasını eleştiri
konusu yaptığını belirterek, '' Başbakan'ın dünyevi hukuk alanına giren bir
düzenlemenin, din bilginlerine bırakılması gerektiğini söylemesi söz konusu
değildir, olmamıştır da'' dedi.
Başbakanlık Sözcüsü Akif Beki, yaptığı yazılı açıklamada,
''Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, dün Avrupa Hareketi Danimarka Şubesi'nin
düzenlediği toplantıda AİHM'in başörtüsü kararına ilişkin yaptığı
değerlendirmelerin, bazı gazetelerde maksadı aşan bir şekilde haber ve
yorumlara konu yapıldığının görüldüğünü'' ifade etti.
''Bu yayın organları okunduğunda sanki Başbakan, konunun
AİHM'in görev alanına girmediğini, yapılan bir başvuru ile ilgili olarak karar
alma ve söz söyleme yetkisinin bulunmadığını söylediği şeklinde bir izlenim
oluştuğunu'' belirten Beki, şunları kaydetti:
''Bu izlenim kesinlikle gerçeği yansıtmamaktadır.
Başbakan AİHM'in uzmanlık gerektiren bir konuda 'bilirkişi' görüşüne başvurma
gereği duymadan karar oluşturmasını eleştiri konusu yapmıştır. Dolayısıyla,
başörtüsü yasağıyla ilgili uygulama söz konusu olduğunda, İslam dini
bilginlerinden görüş istenmeden oluşturulacak kanaat ve görüşlerin 'eksik'
kalacağına işaret etmek istemiştir. Mahkeme heyetinin, ihtisas gerektiren bir
dosyada kendilerini konunun uzmanı yerine koyarak söz söyleyemeyeceklerine
dikkat çekmiştir. Başbakan'ın sözleri bu bağlamda değerlendirilmelidir. Aksi
taktirde, dünyevi hukuk alanına giren bir düzenlemenin, din bilginlerine
bırakılması gerektiğini söylemesi söz konusu değildir, olmamıştır da. Başbakan
açısından, 'başörtüsü yasağına' ilişkin uygulamaların bir yasal düzenleme
konusu olarak mahkemelerin görev ve yetki alanlarına girdiği hususu açıktır.
Ancak uygulamanın muhatabı olan bireylerin dini inanç ve değerlerinin de bu düzenlemeler
yapılırken dikkate alınması hukuk felsefesinin bir gereğidir. Başbakan söz
konusu değerlendirmesinde açıkça buna vurgu yapmıştır. Yanlış yorum ve maksadı
aşan haberlerden kaynaklanabilecek gereksiz gerilim ve tartışmaların önüne
geçilmek amacıyla bu açıklamanın yapılmasına gerek duyulmuştur.''
Ayrıca Başbakan da bizzat açıklamada bulunarak, 'Ulema'
kelimesinin ne anlama geldiğini ifade etmiş ve bunu bilirkişi anlamında
kullandığını açıkça ifade etmiştir: 'Bakınız günlerdir gündemde maalesef zorla
tutulmak istenen bir kelime var. 'Ulema' kelimesi. Denizli'den şimdi cehalet
içinde kıvranan bazılarına duyurmak istiyorum. Açsınlar Türk Dil Kurumu'nun
lügatını, açsınlar Milli Eğitim Bakanlığı'nın lügatını, açsınlar diğer lügat ve
ansiklopedileri 'Ulema' kelimesinin anlamına baksınlar.
Bunlar şecaat arz ederken sirkatin söylüyorlar. Bunlar
kendilerini överken açıklarını ortaya koyuyorlar. Ulema, alim kelimesinin
çoğuludur. Alim kelimesi, bugünkü ifadeyle bilgindir. Ulema ise bilginler
anlamına gelmektedir. Bunu bilmeleri lazım. Fakat bunlar düne kadar katip
kelimesinin de karşısındaydılar. Ama katip kelimesini kovdular yerine sekreter
kelimesini koydular. Katip kelimesini bir yerden kovarken Dışişleri
Bakanlığımızın içinde de hala birinci katipler, ikinci katipler görev yapıyor.
Bunların hassasiyetleri maalesef üzüm yemek değil. Bunların hassasiyetleri
bağcıyla. Çünkü biliyorlar ki bu iktidar adım adım Türkiye'yi o hedefe
götürüyor. O hedef, Türkiye'yi muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkarma
hedefidir. Biz, oraya doğru gidiyoruz. Ama onlar bizi on yıllardır oyaladılar.
Hele bu Cumhuriyet Halk Partisi zihniyeti bunun tam markasıdır, ta kendisidir.
Çünkü bu ülkede bu zihniyetin çakılı bir çivisi yoktur. Böyle bir zihniyettir.
Şu anda da acaba AK Parti iktidarını nasıl yıpratırız' diyorlar. Kendilerine
göre payandaları da var. Bu payandaları ile bir şeyler söylemenin gayreti içine
giriyorlar. Boşuna gayret etmesinler. Biz attığımız adımları bu ülke için,
milletimiz için atıyoruz. Güvenle atıyoruz, inançla atıyoruz.
Şunu da bilmelerini istiyoruz: Biz her zaman söylendiği
gibi bir şeyi ifade ederken onun arkasını, önünü keserek istediğimizi
cımbızlamak suretiyle, onu kullanma gayretine girecek kadar da adap ilkelerini
dışlamış bir iktidar partisi değiliz. Onun için de ne söylediğimizi gayet iyi
bilsinler. Şimdi buradan bir şey daha söylüyorum. Avrupa Hareketi Danimarka
Şubesi'nde yaptığımız konuşma incelendiği zaman herkes bunu görür.
söylediğimiz; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Müslümanlara ait bir örtünme
konusuyla ilgili karar verirken, bilirkişi noktasında bu iş konusunda kim
konuşur' İslam dininin bu konudaki yetkili din bilginleri. Onlara sorması
gerekirdi. Yani gerçekten bu örtü ideolojik mi, sosyolojik mi yoksa dinin bir
gereği mi' Bunu bir sormaları gerekir. Sorduktan sonra da kararını yine Orası
verir. Kaldı ki orada şu ifadeyi de söylemişizdir: Biz Onların verdiği karara
uyarız. O ayrı bir olay. Ama işin bu yanı saptırılmamalı. Ve Türkiye'de de bunu
saptırma yoluna gitmesin. Olay budur. Ve Türkiye'de 2002 Kasım seçimlerinden
önce bizim bu konudaki tavrımız nedir' Biz bunu söyledik. Toplumsal mutabakat
dedik, kurumsal mutabakat dedik. İşte bunların başarılması lazım. Bu
başarıldığı anda her şey aşılır. Çünkü bu ülkede, burada, Anadolu'nun her yöresinde
kimse bizim değerlerimizle oynayamaz. Oynama hakkına da sahip değildir.
Türkiye artık kabuğunu kıran, dünya ülkelerinin gözünü
üzerine çevirdiği bir cazibe ülkesi haline getirilmiştir. Din ve vicdan
özgürlüğü diyoruz. Bunun gereği neyse bunu hep birlikte yapmak durumundayız.
Bunun üzerinden kimse siyaset yapamaz. Biz partimizin programına din üzerinden
siyaset yapılmayacağını ilke olarak koymuş bir partiyiz. Bizim programımızda
var bu. Kimse AK Parti'yi, bu noktada böyle bir suçlamaya gidemez.''
Nitekim iddianamede yer alan 38 numaralı iddia da bunu
açıkça göstermektedir. Esasında 38 numaralı iddia, 37 numaralı iddiayı tekzip
etmektedir.
'Tekzip ve düzeltme hakkı' (Anayasa, m. 32), Anayasa'nın
tanıyıp teminat altına aldığı bir haktır. Başbakan, hem bizzat ve hem de Basın
Sözcüsü aracılığıyla bu hakkını kullanmış ve basında yer alan haberleri tekzip
etmiş ve işin aslını açıklamıştır. İddia makamının bunu dikkate alması Anayasa
gereğidir. Ancak iddia makamı; Başbakanın Anayasa ile tanınıp teminat altına alınan
'düzeltme ve cevap hakkı'na (Anayasa, m. 32) istinaden yaptığı tekzip ve
düzeltmeleri dikkate almamış, aksine gerçeğe aykırı gazete haber ve yorumlarına
itibar etmiştir. Bunlar, açık ve tartışmasız bir Anayasa ihlali olduğu gibi
hukukun temel ilkelerinin de ayaklar altına alınmasıdır.
Başbakanın açıklaması Anayasa ve yasa ile de
uyumludur. Zira bilirkişilik müessesi, başlangıçtan beri Türk hukukunda hem
Ceza Muhakemesi Kanunu (M. 63- 73), hem Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (M.
275-286) ve hem de İdari Yargılama Usulü Kanunu'nunda (M. 31) düzenlenen ve
uygulanan bir müessesedir. Mahkemeler karar verirken, hakimlik mesleğinin genel
ve hukuki bilgisi ile çözülmesi mümkün olmayan, çözümü uzmanlığı, özel veya
teknik bilgiyi gerektiren hallerde bilirkişinin oy ve görüşünün alınması,
pozitif hukukumuzun bir gereğidir. Bu nedenle Başbakanın; başörtüsünün dini
vechesinin çözümünün uzmanlığı gerektiren teknik bir konu olması nedeniyle
AİHM'in bütün ülke hukuklarında ve ülkemiz hukukunda var olan bilirkişilik müessesesini
işletmemelerini tespit, değerlendirme ve eleştirmesinin laikliğe, Anayasaya ve
yasaya aykırı bir yönü yoktur.
d) Başbakan,
AİHM'in kararına farklı anlam yükleyen kişilere dönük eleştirilerde de
bulunmuştur. Kişilerin eleştirilmesi, Anayasaya aykırı değil, aksine Anayasanın
teminatı altındadır.
e) 'İnsanların
hukukunun yasalarla yok edilemeyeceği' görüşü de Anayasaya aykırı değildir.
Çünkü Anayasamıza göre; 'Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez,
vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.'(Anayasa, m. 12/1). Yasalar,
kişiliğe bağlı, vazgeçilmez ve devredilmez hak ve hürriyetleri ortadan
kaldıramaz. Başbakanın bu açıklaması, Anayasa'nın 12'inci maddesinin birinci
fıkrasının farklı bir üslupla tekrarından başka bir şey değildir.
f) Başbakanın,
başörtüsü sorunun çözümüne dair söyledikleri de Anayasaya aykırı değildir.
Türkiye'de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun
varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan
hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti
programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve
bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye
Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu
kurmuştur.
Ayrıca Türkiye'de sivil toplum örgütleri, üniversiteler,
hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu
sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı'da dava konusu olup, mahkemelerce de
tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir
sorunu Başbakanın dile getirmiş olması ve çözümüne dair öneride bulunması, ne
laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın
2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10'uncu
maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede
laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır. Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk
devleti olan Türkiye'de, ne demokrasi, ne laiklik, ne hukuk başörtülü
öğrencilerin yükseköğrenim hakkına manidir.
Bir Başbakanın, ülkesinde yaşanan toplumsal bir
sorunun çözümü maksadıyla yasa çıkarabilecek siyasal çoğunlu olduğu halde bu
yolu tercih etmeyip, mutabakat arayışı içinde olması ve bu arayışını ifade
etmesi ve bu sorunun ancak mutabakatla çözüleceğini ifade etmesinin neresi
Anayasaya veya laiklik ilkesine aykırıdır'
Ayrıca hiçbir hukuk devletinde, özgürlük alanının
genişletilmesi talebinin dillendirilmesi hukuka aykırı kabul edilemez.
38) İddianamenin
44-45'inci sayfalarında yer alan 38 numaralı iddiada(EK-38) yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; 'ulema'
ifadesi etrafında yapılan tartışmalar nedeniyle, 'ulema' kelimesini hangi
anlamda kullandığını açıklamak için değerlendirme ve tespitte bulunmuştur.
a) Başbakan
konuşmasında; 'ulema' kelimesini hangi anlamda kullandığını açıklamış, başörtüsünün
dini bir emir olup olmadığı konusuna mahkemelerin karar veremeyeceği ve bu
konuda karar oluşturabilmek için o konunun uzmanı bilirkişilere müracaatın
gerekliliğini ifade için 'İslam'ın din bilginlerine sorması gerekir' demiş ve
bu konuda AİHM'in bilirkişi görüşü almadan karar vermesini eleştirmiştir.
Bir önceki iddiaya verilen cevapta da açıklandığı üzere,
Başbakanın kullandığı 'Ulema' kelimesi, basın yayın organları tarafından
çarpıtılarak ve farklı bir biçimde verilmiştir. Bunun üzerine Başbakan,
Başbakanlık Basın Sözcüsü Mehmet Akif BEKİ aracılığa bir tekzip ve düzeltme
açıklaması yapmıştır. Anadolu Ajansında yer alan açıklama aynen şöyledir:
'Başbakanlık Sözcüsü Akif Beki, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın dün yaptığı
açıklamada, AİHM'in türban ile ilgili son kararı konusunda, AİHM'in uzmanlık
gerektiren bir konuda bilirkişi görüşüne başvurma gereği duymadan karar
oluşturmasını eleştiri konusu yaptığını belirterek, '' Başbakan'ın dünyevi
hukuk alanına giren bir düzenlemenin, din bilginlerine bırakılması gerektiğini
söylemesi söz konusu değildir, olmamıştır da'' dedi.
Başbakanlık Sözcüsü Akif Beki, yaptığı yazılı açıklamada,
''Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, dün Avrupa Hareketi Danimarka Şubesi'nin
düzenlediği toplantıda AİHM'in başörtüsü kararına ilişkin yaptığı
değerlendirmelerin, bazı gazetelerde maksadı aşan bir şekilde haber ve
yorumlara konu yapıldığının görüldüğünü'' ifade etti.
''Bu yayın organları okunduğunda sanki Başbakan, konunun
AİHM'in görev alanına girmediğini, yapılan bir başvuru ile ilgili olarak karar
alma ve söz söyleme yetkisinin bulunmadığını söylediği şeklinde bir izlenim
oluştuğunu'' belirten Beki, şunları kaydetti:
''Bu izlenim kesinlikle gerçeği yansıtmamaktadır.
Başbakan AİHM'in uzmanlık gerektiren bir konuda 'bilirkişi' görüşüne başvurma
gereği duymadan karar oluşturmasını eleştiri konusu yapmıştır. Dolayısıyla,
başörtüsü yasağıyla ilgili uygulama söz konusu olduğunda, İslam dini
bilginlerinden görüş istenmeden oluşturulacak kanaat ve görüşlerin 'eksik'
kalacağına işaret etmek istemiştir. Mahkeme heyetinin, ihtisas gerektiren bir
dosyada kendilerini konunun uzmanı yerine koyarak söz söyleyemeyeceklerine
dikkat çekmiştir. Başbakan'ın sözleri bu bağlamda değerlendirilmelidir. Aksi
taktirde, dünyevi hukuk alanına giren bir düzenlemenin, din bilginlerine
bırakılması gerektiğini söylemesi söz konusu değildir, olmamıştır da. Başbakan
açısından, 'başörtüsü yasağına' ilişkin uygulamaların bir yasal düzenleme
konusu olarak mahkemelerin görev ve yetki alanlarına girdiği hususu açıktır.
Ancak uygulamanın muhatabı olan bireylerin dini inanç ve değerlerinin de bu
düzenlemeler yapılırken dikkate alınması hukuk felsefesinin bir gereğidir.
Başbakan söz konusu değerlendirmesinde açıkça buna vurgu yapmıştır. Yanlış
yorum ve maksadı aşan haberlerden kaynaklanabilecek gereksiz gerilim ve
tartışmaların önüne geçilmek amacıyla bu açıklamanın yapılmasına gerek
duyulmuştur.''
Bu açıklamaya rağmen tartışmaların bitmemesi ve
çarpıtmaların devam etmesi üzerine bu sefer bizzat Başbakan açıklamada bulunarak,
'Ulema' kelimesinin ne anlama geldiğini ifade etmiş ve bunu bilirkişi anlamında
kullandığını açıkça belirtmiştir: 'Bakınız günlerdir gündemde maalesef zorla
tutulmak istenen bir kelime var. 'Ulema' kelimesi. Denizli'den şimdi cehalet
içinde kıvranan bazılarına duyurmak istiyorum. Açsınlar Türk Dil Kurumu'nun
lügatını, açsınlar Milli Eğitim Bakanlığı'nın lügatını, açsınlar diğer lügat ve
ansiklopedileri 'Ulema' kelimesinin anlamına baksınlar.
Bunlar şecaat arz ederken sirkatin söylüyorlar. Bunlar
kendilerini överken açıklarını ortaya koyuyorlar. Ulema, alim kelimesinin
çoğuludur. Alim kelimesi, bugünkü ifadeyle bilgindir. Ulema ise bilginler
anlamına gelmektedir. Bunu bilmeleri lazım. Fakat bunlar düne kadar katip
kelimesinin de karşısındaydılar. Ama katip kelimesini kovdular yerine sekreter
kelimesini koydular. Katip kelimesini bir yerden kovarken Dışişleri
Bakanlığımızın içinde de hala birinci katipler, ikinci katipler görev yapıyor.
Bunların hassasiyetleri maalesef üzüm yemek değil. Bunların hassasiyetleri
bağcıyla. Çünkü biliyorlar ki bu iktidar adım adım Türkiye'yi o hedefe
götürüyor. O hedef, Türkiye'yi muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkarma
hedefidir. Biz, oraya doğru gidiyoruz. Ama onlar bizi on yıllardır oyaladılar.
Hele bu Cumhuriyet Halk Partisi zihniyeti bunun tam markasıdır, ta kendisidir.
Çünkü bu ülkede bu zihniyetin çakılı bir çivisi yoktur. Böyle bir zihniyettir.
Şu anda da acaba AK Parti iktidarını nasıl yıpratırız' diyorlar. Kendilerine
göre payandaları da var. Bu payandaları ile bir şeyler söylemenin gayreti içine
giriyorlar. Boşuna gayret etmesinler. Biz attığımız adımları bu ülke için,
milletimiz için atıyoruz. Güvenle atıyoruz, inançla atıyoruz.
Şunu da bilmelerini istiyoruz: Biz her zaman söylendiği
gibi bir şeyi ifade ederken onun arkasını, önünü keserek istediğimizi
cımbızlamak suretiyle, onu kullanma gayretine girecek kadar da adap ilkelerini
dışlamış bir iktidar partisi değiliz. Onun için de ne söylediğimizi gayet iyi
bilsinler. Şimdi buradan bir şey daha söylüyorum. Avrupa Hareketi Danimarka
Şubesi'nde yaptığımız konuşma incelendiği zaman herkes bunu görür.
söylediğimiz; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Müslümanlara ait bir örtünme
konusuyla ilgili karar verirken, bilirkişi noktasında bu iş konusunda kim
konuşur' İslam dininin bu konudaki yetkili din bilginleri. Onlara sorması
gerekirdi. Yani gerçekten bu örtü ideolojik mi, sosyolojik mi yoksa dinin bir
gereği mi' Bunu bir sormaları gerekir. Sorduktan sonra da kararını yine Orası
verir. Kaldı ki orada şu ifadeyi de söylemişizdir: Biz Onların verdiği karara
uyarız. O ayrı bir olay. Ama işin bu yanı saptırılmamalı. Ve Türkiye'de de bunu
saptırma yoluna gitmesin. Olay budur. Ve Türkiye'de 2002 Kasım seçimlerinden
önce bizim bu konudaki tavrımız nedir' Biz bunu söyledik. Toplumsal mutabakat
dedik, kurumsal mutabakat dedik. İşte bunların başarılması lazım. Bu
başarıldığı anda her şey aşılır. Çünkü bu ülkede, burada, Anadolu'nun her
yöresinde kimse bizim değerlerimizle oynayamaz. Oynama hakkına da sahip
değildir.
Türkiye artık kabuğunu kıran, dünya ülkelerinin gözünü
üzerine çevirdiği bir cazibe ülkesi haline getirilmiştir. Din ve vicdan
özgürlüğü diyoruz. Bunun gereği neyse bunu hep birlikte yapmak durumundayız.
Bunun üzerinden kimse siyaset yapamaz. Biz partimizin programına din üzerinden
siyaset yapılmayacağını ilke olarak koymuş bir partiyiz. Bizim programımızda
var bu. Kimse AK Parti'yi, bu noktada böyle bir suçlamaya gidemez.''
Başbakanın bu açıklaması, basını tekzip eden ve
işin gerçeğini ortaya koyan açıklamalardır. Aksi sabit oluncaya kadar buna
itibar etmek hukukun ve Anayasanın gereğidir.
Zira 'Tekzip ve düzeltme hakkı' (Anayasa, m. 32),
Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı bir haktır. İddia makamının yapılan
tekzipleri dikkate alması Anayasa gereğidir. Ancak iddia makamı; Başbakanın
Anayasa ile tanınıp teminat altına alınan 'düzeltme ve cevap hakkı'na (Anayasa,
m. 32) istinaden yaptığı tekzip ve düzeltmeleri dikkate almamış, aksine gerçeğe
aykırı gazete haber ve yorumlarına itibar etmiştir. Bunlar, açık ve tartışmasız
bir Anayasa ihlali olduğu gibi hukukun temel ilkelerinin de ayaklar altına
alınmasıdır.
Kaldı ki Başbakanın açıklaması Anayasa ve yasa ile de
uyumludur. Zira bilirkişilik müessesi, başlangıçtan beri Türk hukukunda hem
Ceza Muhakemesi Kanunu (M. 63- 73), hem Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (M.
275-286) ve hem de İdari Yargılama Usulü Kanununda (M. 31) düzenlenen ve
uygulanan bir müessesedir. Mahkemeler karar verirken, hakimlik mesleğinin genel
ve hukuki bilgisi ile çözülmesi mümkün olmayan, çözümü uzmanlığı, özel veya
teknik bilgiyi gerektiren hallerde bilirkişinin oy ve görüşünün alınması,
pozitif hukukumuzun bir gereğidir. Bu nedenle Başbakanın; başörtüsünün dini
vechesinin çözümünün uzmanlığı gerektiren teknik bir konu olması nedeniyle
AİHM'in bütün ülke hukuklarında ve ülkemiz hukukunda var olan bilirkişilik
müessesesini işletmemelerini tespit, değerlendirme ve eleştirmesinin laikliğe,
Anayasaya ve yasaya aykırı bir yönü yoktur.
b) Anayasa veya yasalarımızda
'Mahkeme kararları eleştirilemez' diye bir kural yoktur. Herkesin görüşünün
eleştirisi mümkün olduğu gibi mahkeme kararları da eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, görüş
veya mahkeme kararı yoktur. Sadece otoriter veya totaliter rejimlerde
eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararları olabilir.
Demokratik hukuk devletinde, kendisini ilgilendiren bir
soruna ilişkin uluslararası mahkeme olan AİHM'in verdiği kararın tartışılması,
değerlendirilmesi ve eleştirilmesinden daha doğal bir şey olamaz.
Mahkeme kararlarının bağlayıcılığı ve buna dayalı olarak
uygulanma zorunluluğu farklı bir şeydir, ancak o kararın doğru olmadığını ya da
hukukun uygun yorumuna dayanmadığını söylemek farklı bir şeydir. Herkes Mahkeme
kararlarına uymak zorundadır. Ancak mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu,
onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Demokratik hukuk devletinde hiç
kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve
değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir düşünce
açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez.
'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve
'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp
teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve
kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak
açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın
herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes
gibi Başbakanın da AİHM'in kararına katılmamak veya gerektiğinde eleştirme hak
ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme
hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, mahkeme
kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme kararını eleştirdi diye siyasi
yasaklı hale gelmesini talep etmez ve edemez.
c) Ayrıca Başbakan,
kendi sözlerini çarpıtanları eleştirmiştir. Kişilerin eleştirilmesi, Anayasaya
aykırı değil, aksine Anayasanın teminatı altındadır.
39) İddianamenin
45'inci sayfalarında yer alan 39 numaralı iddiada (EK-39) yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; günün
anlam ve önemine de uygun olarak, kadınların yaşadığı sorunlara değinmiş,
kadınlara karşı yapılan ayrımcılığın çirkinliğini ifade için 'ırkçılıktan daha
tehlikeli, cahiliye döneminden kalma' anlayışlar nitelemesini yapmış ve kadına
karşı yapılan her türlü ayrımcılıkla mücadele etmenin gerekliliğine işaret
etmiştir.
a) Başbakanın
konuşması, Danıştay 2. Dairesi'nin Aytaç Kılınç'a ilişkin verdiği 26.10.2005
gün ve 2004/4051-2005/3366 sayılı kararla ilgili değildir. Başbakan
konuşmasında, Danıştay'ın anılan kararından açık veya imalı olarak hiçbir şekil
ve surette bahsetmemiştir. Başbakanın açıklamaları; Adalet ve Kalkınma Partisi
Kadın Kolları Başkanlığı'nın 3. kuruluş yıldönümü nedeniyle Bilkent Otel'de
düzenlenen etkinlikte ekseriyeti kadınlardan oluşan bir topluluğa karşı,
toplantının anlam ve önemiyle uyumlu değerlendirme ve tespitleri içermektedir.
Gerçek bu iken, iddia makamının konuşmayla Danıştay Kararı arasında bağlantı
kurması, hukuken anlaşılır ve kabul edilebilir bir durum değildir. Gazete
haberlerinin bu meyanda olması da, maddi gerçeği araştırmakla ve ona göre
hareketle görevli iddia makamını, bu gerçeği aramadığı için haklı çıkarmaz.
Kaldı ki Anayasa veya yasalarımızda 'Mahkeme kararları
eleştirilemez' diye bir kural da yoktur. Herkesin görüşünün eleştirisi mümkün
olduğu gibi mahkeme kararları da eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, görüş
veya mahkeme kararı yoktur. Sadece otoriter veya totaliter rejimlerde
eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararları olabilir.
Mahkeme kararlarının bağlayıcılığı ve buna dayalı olarak
uygulanma zorunluluğu farklı bir şeydir, ancak o kararın doğru olmadığını ya da
hukukun uygun yorumuna dayanmadığını söylemek farklı bir şeydir. Herkes Mahkeme
kararlarına uymak zorundadır. Ancak mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu,
onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Demokratik hukuk devletinde hiç
kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve
değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir düşünce
açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez.
b) Kadınlara karşı uygulanan ayrımcılıkla
mücadele, sadece Türkiye'nin değil bütün dünyanın ortak sorunudur. Bu nedenle
Birleşmiş milletler 1979 senesinde 'Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın
Önlenmesi Sözleşmesi'(CEDAW'ı) ni kabul etmiş, Türkiye de bu sözleşmeye taraf
olmuştur. Bugün 170'ten fazla ülke, bu sözleşmeye katılmıştır. Bu, kadına karşı
ayrımcılığın, bütün dünya ülkelerinin ortak sorunu olduğunun ve bütün dünyanın
bu sorunla mücadelenin gerekliliğine inandığının göstergesidir.
Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesine
taraf olan, Anayasa ve yasalarından kadına karşı ayrımcılık sayılan hükümleri
çıkarmak ve kadın lehine düzenlemeler için yasama çalışması yapan Türkiye
Cumhuriyeti'nin Başbakanın kadına karşı yapılan ayrımcılıktan bahsedip, bununla
mücadelenin gerekliliğine vurgu yapması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya
aykırıdır.
Kaldı ki kadın erkek ayrımcılığını kaldırmak üzere AK
Parti döneminde önemli yasal düzenlemeler yapılmıştır:
- Anayasa'nın 10'uncu
maddesine 'Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin
yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.' (07.05.2004 tarih ve 5170 sayılı
kanununla) şeklinde değiştirilmiş ve bu suretle kadın erkek eşitliğini
sağlamak, ayrımcılıkları kaldırmak Devletin yükümlülüğü haline getirilmiştir.
- 765 Sayılı Türk
Ceza Kanununda yer alan ve kadınları kendi içinde dahi 'Kız ve kadın' diye
ayıran (Bkz. 765 Sayılı TCK. M.423, 434/1) anlayışa yeni Türk Ceza Kanununda
son verilmiştir.
- 'Kasten adam öldürme suçunun ' Töre
saikiyle, işlenmesi halinde, kişi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile
cezalandırılır.'(TCK. M. 84/(1) j) hükmü, ilk defa Türk Ceza Kanununa
konmuştur.
- Töre
cinayetleri, dikkate alınarak 'Kasten adam öldürme suçunun eşe veya kardeşe
karşı ' İşlenmesi halinde, kişi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile
cezalandırılır.'(TCK. M. 84/(1) j) hükmünde yer alan '' Eş veya kardeşe
karşı'' ifadeleri de ilk defa Türk Ceza Kanununa konmuştur.
- 'Cinsel
dokunulmazlığa karşı suçlar', 765 sayılı Türk Ceza Kanununda 2. Kitap, 8.
Bab'ta 'Adabı Umumiye ve Nizamı Aile Aleyhine Cürümler' başlığı altında, 414
ila 447'inci maddelerde 6 fasıl halinde düzenlendiği halde, yeni Türk Ceza
Kanununda 2. Kitap (Özel Hükümler), 2. Kısım (Kişilere Karşı Suçlar), 6.
Bölümde 'Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar' başlığı altında düzenlenmiştir.
Böylelikle Türk Ceza Kanununda yer alan kadına ayrımcı bakış açısına son
verilmiştir.
- Cinsel saldırıya
uğrayan kadının, saldırganla evlenmesi halinde davanın veya cezanın beş yıl
süreyle duracağını öngören anlayışa son verilmiştir. (765 Sayılı TCK. m. 434;
5237 Sayılı TCK. m.102)
Bunlar sadece Anayasa ve Türk Ceza Kanununda yapılan
değişikliklerden bazılarıdır. Kadına karşı ayrımcılıkla mücadele adına
yaptıklarımızın hepsini buraya almak, bu cevabın sınırlarını çok aşar. Ama
bilinmeli ki AK Parti, kadına karşı ayrımcılıkla kurulduğu günden bugüne
tavizsiz mücadele etmiş, bugünden sonra da tam eşitlik sağlanıncaya kadar
mücadelesine devam edecektir.
Bu gerçeklikler ve iddianamedeki beyanların açıklığına
rağmen iddia makamının, bu beyanı laiklik veya Anayasaya aykırı görmesi ve
takdimi, Anayasa ve hukukun dışına çıkmak ve söylenileni; söylenilen yer,
neden, zaman ve muhatap bağlamından koparıp, söyleyenin iradesi dışında anlamlandırıp,
kendi verdiği anlama göre de itham edip, yaptırım talep etmesinden, diğer bir
ifadeyle söyleneni arzusuna göre başkalaştırmaktan başka bir şey değildir. Asıl
Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı olan budur.
c) Kaldı ki
Başbakanın yaptığı değerlendirme ve tespitlerin hiç birisi ne laiklik ilkesine
ve ne de Anayasaya aykırıdır. Başbakanın açıklamalarından;
'Bugün kadına karşı adaletsizlikler dünyanın neresinde
varsa orada zulüm ve acı vardır. Tabii ki bu haksızlık ve acıları onaylamak
imkânsızdır' ifadesi mi Anayasaya aykırı'
Yoksa 'Bütün dünyada, özelde ise Müslüman toplumlarda,
kadınların toplumsal hayata katılması ve üretim süreçlerine dahil edilmesiyle
ilgili bazı sorunlar yaşanıyor. Hiç kimse bu sorunu yalnız bize özgü bir sorun
olarak görmesin. Bu sorun, en gelişmiş ülkelerden, en geri kalmış ülkelere
kadar bütün dünyanın gündeminde var' açıklaması mı Anayasaya aykırı'
Veya 'Kadına karşı ayrımcılık bizim geleneğimizde
cahiliye örneğidir.' demesi mi Anayasaya aykırı'
Yoksa 'Kadını özel alana hapseden, kamusal alandan
dışlayan, cinsiyet ayrımcılığına dayanan baskıcı ve tutucu anlayışlar
medeni olamaz. 'Bazı eksiklerimiz var. Biraz zaman alacak, ama kurumlararası,
toplumsal mutabakat sağlanarak elimizden geleni yapacağız. Bu ülke bu sorunu da
çözecek 'Sorun adalet sorunu.' değerlendirmesi mi Anayasaya aykırı'
Veya 'Bugün kadına karşı adaletsizlikler dünyanın
neresinde varsa orada zulüm ve acı vardır. Bu haksızlık ve acıları
onaylamak imkânsız.' ifadesi mi Anayasaya aykırı'
Yoksa 'Kadına karşı ayrımcılık, kız çocuklarını temel
haklarından mahrum bırakmak, kadını üretim sürecinden dışlamak gibi anlayışlar
cahiliye geleneği'' açıklaması mı Anayasaya aykırı'
Veya 'Günlük hayatta toplumsal ve geleneksel yapıdan
kaynaklanan kadınlarımızın halen karşılaştığı sorunları görmezden gelemeyiz. Bu
sorunların çözümü için yasal düzenlemeleri yapan bir kurumu, bir duyarlılığı
hayata hâkim kılmalıyız.' demesi mi Anayasaya aykırı'
Yoksa ' Toplumların olduğu gibi devletlerin de kadına
karşı ayrımcılığı töre haline getirmesi kabul edilemez.' değerlendirmesi mi
Anayasaya aykırı'
Veya 'Kadına karşı cinsiyet ayrımcılığı en az ırkçılık
kadar tehlikeli. Hiçbir mazeret insana karşı şiddet kullanılmasını haklı
kılamaz.' ifadesi mi Anayasaya aykırı'
Sahi bu değerlendirme ve tespitlerden hangisi Anayasaya
aykırı' Cevabı basit, çünkü hiçbirisi Anayasaya aykırı değildir. Aksine hepsi,
Anayasa ile uyumludur. Burada Anayasaya aykırı olan iddia makamının yorumu ve
değerlendirmesidir.
c) Başbakan
konuşmasında; kadınlara karşı yapılan her türlü ayrımcılığı reddetmiş ve
ayrımcılığın çirkinliğini ve yapılan haksızlığın derecesini ifade için kadına
karşı yapılan ayrımcılığı 'Irkçılıktan beter' 'Cahiliye geleneği',
'Adaletsizlik' ve 'Zulüm' olarak nitelendirmiştir. Kadına karşı yapılan her
türlü ayrımcılığa karşı çıkmak ve bununla mücadele etmek, Anayasanın ve
Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası sözleşmenin gereğidir.
İddia makamı, Anayasa ve uluslararası sözleşmelerden
doğan gereklilikleri yok sayamaz. Başbakan hakkındaki 16 numaralı iddia ve 27
numaralı iddia da kadınlara karşı yapılmış konuşmalar olup, hepsinde de kadına
karşı her türlü ayrımcılıkla mücadelenin gerekliliğine vurgu yapılmıştır. 39
Numaralı iddiadaki konuşma ile birlikte (16 ve 27 numaralı iddialar dahil) bu
üç konuşma, alkış ve takdiri hak eden ve Anayasaya uyumlu olan konuşmalardır.
Buna rağmen iddia makamı tarafından Anayasaya aykırı görülmesi ve delil olarak
sunulmasını anlamak ve kabul etmek mümkün değildir. Bu açıklamaları, Anayasaya
aykırı kılacak, bir Anayasa hükmü yoktur. Burada Anayasaya aykırı olan, iddia
makamının değerlendirme ve tespitleridir.
40) İddianamenin
45'inci sayfalarında yer alan 40 numaralı iddiada (EK-40) yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; iktidarları
döneminde düşünce özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü alanındaki
iyileştirmelerden bahsetmiş ve mutabakatla özgürlük alanındaki mağduriyetlerin
de giderileceğine işaret etmiştir.
Bilindiği gibi 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu ve 5371 Sayılı
Ceza Muhakemesi Kanunu Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 22. yasama döneminde
yasalaşmıştır. Türk Ceza Kanunu yeniden yapılmış; düşünceyi ifade hürriyetiyle
ilgili suçlar tanzim edilirken, ifade hürriyetinden yana önemli adımlar atılmış
ve özgürlük adına önemli değişimler yapılmıştır. Ceza Muhakemesi Kanunuyla da
suçun soruşturulması ve kovuşturulması sırasında, hukuk devletine uygun kişi
lehine güvenceler getirilmiştir. Başbakanın konuşmasında bahsettiği özgürlük
alanındaki iyileştirmeler, Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu ve başkaca
kanunlarda özgürlük alanında yapılan iyileştirmelerdir.
Türkiye'de özgürlükler konusunda tam bir mutabakat
yoktur. Mutabakat sağlandıkça, özgürlük alanının genişleyeceği de muhakkaktır.
Bir Başbakanın, hem de elinde yasa çıkaracak yasal çoğunluğu da olduğu halde,
özgürlük alanının genişletilmesi ve yaşanan mağduriyetlerin giderilmesi için
genel mutabakat arayışının ve bunu alenen ifadesinin neresi Anayasaya
aykırıdır' Bu açık ifadeden, gizli anlamlar çıkarmak mümkün değildir. Hukuk
devleti, açık sözlerden gizli anlamlar çıkaran ve sonrada çıkardığı gizli
anlamlardan dolayı kişileri itham edip sorumluluğunu talep eden devlet
değildir. Aksine hukuk devletinde yasalar açıktır, yargılama açıktır, iddia
makamı veya başkaca bir yargı makamı gizli anlamlar aramaz, onlar somut ve açık
anlamlardan hareket ederler. İddia makamı bu tutumuyla hukuk devleti ilkesini
alenen ihlal etmiştir.
Zira çoğulcu demokrasilerin hakim olduğu hiçbir hukuk
devletinde, bir siyasi parti liderinin, özgürlük alanını genişletme talebini
Anayasa ve yasaya aykırı görülmez. Bunun aksinin kabulü Anayasa ve yasaların
alenen ihlalidir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, iddianamede yoğunlukla
gözlendiği gibi olağan ve normal olan bir durum ve ifadeyi, anormal gösterme
tutumu içindedir. Bu ifadenin iddianameye konulması bunun diğer bir kanıtıdır.
İddia makamı, böylesi bir yaklaşımı hukuken benimseyemez ve uygulayamaz. Ancak
maalesef, iddianamenin pek çok yerinde bunun örneklerine rastlamak mümkündür.
Bu yönüyle iddianame, adeta teyakkuz halindedir. Her şeyden, bu doğru olsa ve
hatta Anayasa veya bir yasa hükmünün aynen tekrarı olsa bile bundan Anayasaya
aykırılık ve laiklik karşıtlığı üretme gayreti görülmektedir. İddia makamının
bu tutum ve yaklaşımı, açık bir Anayasa ihlali olup, ayrıca iyi niyet
kurallarıyla da bağdaşmamaktadır.
41) İddianamenin
45-46'ıncı sayfalarında yer alan 41 numaralı iddiaDA (EK-41)yer verilen
konuşma; Almanya'da yaşayan Türk vatandaşlarının, Büyükelçilikte başörtüsü ile
ilgili yaşadıkları sorunu dile getirip çözüm istemesi üzerine Başbakan ve AK
Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN'ın; sorunla ilgilenmesi ve bununla
ilgili yaşanan diyalogtur.
Bir Başbakanın, yabancı bir ülkede yaşayan vatandaşlarının
sorunlarını dinlemesi, bununla ilgili diyaloga girmesi ve çözüm aramasının
yadırganması ve bunun parti kapatmanın delili ve sebebi sayılması, iddia
makamının hukuk devleti anlayışına kazandırdığı yeni bir perspektif olsa
gerektir.
Almanya'nın Berlin kentinde halk toplantısı sırasında bir
Türk vatandaşı, Türk Büyükelçiliğinde yaşadığı bir sorunu dile getirmiş,
Başbakan, vatandaşın vaki sorununu dinlemiş, konunun araştırılacağını ve varsa
problem giderileceğini ifade etmiştir. Bu sırada Başbakan, soruna dair
Büyükelçi'den de bilgi almıştır. Burada Anayasaya aykırı olan ne' Türk
vatandaşının yaşadığı bir sorunu kendi ülkesinin Başbakanına aktarması mı'
Yoksa Anayasaya aykırı olan, Başbakanın vatandaşını dinleyip, çözümü için
gerekeni yapacağını söylemesi mi' veya Anayasaya aykırı olan, Başbakanın işin
aslını Büyükelçi'den sorup bilgi alması mı' Bunların hangisi Anayasaya veya
laiklik ilkesine aykırıdır' Hiç biri Anayasaya veya laiklik ilkesine aykırı
değildir. Başbakan, bir Başbakandan beklenen davranışı sergilemiştir. Burada
varsa Anayasaya aykırılık veya laiklik ilkesine aykırılık, o da iddia makamının
tutumu ve konuya dair yaklaşım ve değerlendirmesidir.
42) İddianamenin
46-47'inci sayfalarında yer alan 42 numaralı iddiada(EK-42) yer verilen konuşmasında
Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; Danıştay'ın muhtelif
kararlarını eleştirmiş ve meslek liseleri ile düz lise arasındaki katsayı
sorununu ile ülkedeki İmam Hatip açığına değinmiştir.
a) Anayasa veya
yasalarımızda 'Mahkeme kararları eleştirilemez' diye bir kural yoktur. Herkesin
görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi mahkeme kararları da eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, görüş
veya mahkeme kararı yoktur. Sadece otoriter veya totaliter rejimlerde
eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararları olabilir.
Mahkeme kararlarının bağlayıcılığı ve buna dayalı olarak
uygulanma zorunluluğu farklı bir şeydir, ancak o kararın doğru olmadığını ya da
hukukun uygun yorumuna dayanmadığını söylemek farklı bir şeydir. Herkes Mahkeme
kararlarına uymak zorundadır. Ancak mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu,
onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Demokratik hukuk devletinde hiç
kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve değerlendirmelerde
bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir düşünce açıklaması Anayasaya
aykırı hale gelmez.
'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve
'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp
teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve
kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak
açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın
herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez.
Herkes gibi Başbakanın da Danıştay'ın kararına katılmamak veya gerektiğinde
eleştirme hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma
veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, mahkeme
kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme kararını eleştirdi diye siyasi
yasaklı hale gelmesini talep etmez ve edemez.
b) Meslek
liselerinde yaşanan katsayı sorunu, Türk eğitimimin ortak sorunudur. Başbakanın
açıklamasında, bu soruna değinmesinin Anayasaya aykırı bir yönü yoktur. Bir
Başbakanın, ülkesinde var olan bir soruna karşı duyarsız veya kayıtsız kalması
düşünebilir mi' Elbette ki düşünülemez.
Bizim katsayı sorununa yaklaşımımız, İmam-Hatip Liseleri
özelinde değildir, genel bir yaklaşımdır. Ancak bu sorunda taraf olanlar, her
vesile ile 'Meslek liselerindeki katsayı sorununu', sadece İmam-Hatip Lisesi
sorununa indirgemişlerdir. Biz, bizim dışımızda yapılan bu değerlendirmelere
karşı olduğumuzu her defasında ifade ettik. Eşitlikçi bir bakışı benimsedik.
Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek
anlamı ile kullanılmasına yöneliktir. Laikliğin toplumdaki herhangi bir insanı,
üstelik resmi bir okulda okumasından ötürü dışlayan ve tehlike gösterenlerin
asıl olarak laikliğe zarar verdiğini ifade eden bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım
laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek anlamı ile kullanılmasına
yöneliktir.
İmam Hatip Liseleri de diğer liseler gibi Devletin
kurduğu, giderlerini karşıladığı, öğretmenlerini atadığı, yönetimi icra ettiği,
program ve kitaplarını tespit edip uygulattığı, öğrencisini devletin kaydettiği
ve mezununa diplomasını verdiği, kısaca devletin gözetim ve denetimi altında
faaliyet gösteren bir okuldur. Bir yandan bu okulların faaliyetini sürdürmeyi Anayasaya
uygun bir devlet görevi sayarken, diğer yandan bu okulların ve burada okuyan
öğrencilerin sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmayı ve
sorunların giderilmesi için çaba sarf etmeyi Anayasaya aykırı saymak ve işin
vahimi bu kabulün dayanağı olarak Anayasayı göstermek, hakla, hukukla ve
Anayasa ile izahı kabil olmayan temel bir çelişkidir. Devlet, kendi
eğitim-öğretim kurumlarına ikircikli bakmaz ve bakılmasına da müsaade etmez. Ne
gariptir ki iddianame, bu okullara ikircikli yaklaşmamayı Anayasa ihlali ve
parti kapatma nedeni sayan, hukuk dışı bir yaklaşıma sahiptir.
Üniversiteye girişte uygulanan katsayı adaletsizliğinin
kaldırılmasını savunmak ve bu yönde çalışma yapmak, Anayasaya kesinlikle aykırı
değildir. Bunun aksinin kabulü, 1998 senesine kadar böyle bir uygulama olmaması
nedeniyle, bütün hükümetlerin ve idarenin Anayasayı ihlal ettiği anlamına gelir
ki bu doğru değildir. Zira meslek liseleri, 1998 yılına kadar üniversite
sınavlarında farklı katsayı uygulamasına tabi değildi. Farklı katsayı
uygulaması, 1998'de başladı. 1998'e kadar Anayasaya ve laikliğe aykırı olmayan
üniversiteye giriş sistemindeki puan hesaplama usulü, meslek liseleri
bakımından hem de Anayasa değişmediği halde 1998'den sonra Anayasaya aykırı
hale gelmesi veya getirilmesi ve daha da kötüsü bunun bir siyasi partinin
kapatılmasının nedeni gösterilmesi, Anayasadan kaynaklanmamakta, Anayasaya
rağmen yapılan uygulamalardan kaynaklanmaktadır.
Pek çok siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, yazar,
gazeteci, sivil toplum örgütü ve siyasi parti tarafından dile getirilen Meslek
liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği sorunu, onlar için Anayasa ve
laiklik ilkesine aykırı görülmez iken, aynı sorunları AK Parti'nin dile
getirmesi halinde Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülüp Anayasanın 69'uncu
maddesine göre kapatılma nedeni sayılması ve hakkında dava açılması, Anayasanın
2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik devlet ilkesi ile 10'uncu
maddesindeki eşitlik ilkesine açık bir aykırılıktır. Bu, bir çifte standarttır.
Anayasaya aykırılığın, söylenene veya yapılana göre değil de söyleyene veya
yapana göre belirlendiğinin ispatıdır. Hukuk devletinde sözler veya fiiller,
söyleyene göre adalet terazisinde tartılmaz.
Dolayısıyla bu sözlerde laikliğe karşı bir anlam ve
laiklik ilkesine yönelik bir saldırı yoktur. Tam tersine laiklik ilkesinin
kuvvetlendirmeye ve onu istismar edenlerin ellerinden kurtarmaya çalışarak
laiklik ilkesinin hiç kimseyi dışlamadığına dair bir değerlendirme ve
tespittir.
c) 'Efendi bu
senin değil Diyanetin işi' ifadesi, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın personel
ihtiyacıyla ilgilidir. 'Diyanet İşleri Başkanlığı'nın personel ihtiyacını,
ancak Diyanet İşleri Başkanlığı bilir' demenin neresi yanlıştır ve de Anayasaya
aykırıdır'
Bilindiği gibi Diyanet İşleri Başkanlığı, Anayasal bir
kuruluştur. Anayasa'nın 136'ıncı maddesine göre; 'Genel idare içinde yer alan
Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve
düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek,
özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.' Anayasanın bu hükmüne
müsteniden kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kuruluş kanuna göre; 'İslam
Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din
konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa
bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.' (22.06.1965 Tarih ve 633 Sayılı
Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun, m. 1)
Din konusunu bilen görevliler olmadığı takdirde, dini bilgiden
yoksun kişilerin topluma din konusunda yanlış bilgiler vereceği, gerçek din
bilgisi yerine belki de din dışı bilgilerin din gibi öğrenilmesi ve yaşanmasına
yol açacağı, bunun da toplumumuz için zararlı olacağı aşikardır. Diyanet İşleri
Başkanlığı, Anayasa ve kanunun kendine verdiği görevleri yürütürken,
Başbakanın; toplumu din konusunda aydınlatmak görevini yerine getirecek
görevlilerin yetiştirilmesi, toplumun din konusunda bilgisiz kişilerce yanlış
bilgilerle donatılmasının önüne geçilmesi konusunda düşünce ve kanaat
serdetmesi Anayasa veya laiklik ilkesine aykırı değildir.
Diyanet İşleri Başkanlığı, din hizmetlerinin yürütmek,
toplumu din konusunda aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle görevli ve
yetkilidir. Anayasal yetki ve görevi gereği din görevlisi ihtiyacını bilmesi
gereken kurum, elbette ki Diyanet İşleri Başkanlığı'dır. Başbakan
açıklamasında, buna işaret etmiştir. Ülkenin ne kadar İmam Hatibe ihtiyacı
olduğunu Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan daha iyi kim bilebilir' Bir yandan
hurafelerin yaygınlaşmasından şikayet edip, diğer yandan hurafeleri ortadan
kaldırıp doğru din bilgisi ile toplumu aydınlatacak din görevlilerinin
alınmasından şikayetçi olmak açık bir çelişkidir. Ve doğru da değildir.
d) Başbakanın;
'Biz fani olduğumuzu aklından çıkarmayan bir anlayışın mensuplarıyız. Kalıcı
değiliz. Bugün varız, yarın yokuz. Baki kalan bir hoş sada... Ölümün nerede
ne zaman geleceği belli mi' Musalla taşına yatırıldığınız zaman 'Falanca
cumhurbaşkanıydı, falanca başbakandı' veya 'Cumhurbaşkanı niyetine ya da
başbakan niyetine' demeyecekler. 'Er kişi niyetine' diyecekler. Bu
makamlar, bu mevkiler gelip geçici. Bunlar bizleri şımartmasın. Ben tüm Adalet
ve Kalkınma Partililere şunları söylüyorum: Mütevazı ol' ifadelerinin,
Anayasaya veya laikliğe aykırı yönü neresidir'
Başbakanın bu ifadeleri; laiklik karşıtı veya
Anayasa karşıtı bir açıklamanın örneği değil, bir tevazu örneğidir ve Anayasa
ile de uyumludur.
43) İddianamenin
47'inci sayfasında yer alan 43 numaralı iddiada (EK-43) yer verilen konuşmasında
Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; Türkiye'de yaşanan
bazı sorunlara ilişkin değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
a) Bilindiği gibi
Anayasamıza göre 'Egemenlik, kayıtsız
şartsız Milletindir.
Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara
göre, yetkili organları eliyle kullanır.' (Anayasa, m. 6/1-2)
Anayasamızın başlangıç bölümünde ise;
'Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız
şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan
hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun
icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;
Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük
sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin
kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği
olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve
kanunlarda bulunduğu' (Anayasa, başlangıç, 3-4'üncü paragraf) açıklıkla ifade
edilmiştir.
Ancak bütün bu Anayasal açıklığa rağmen,
kuvvetler ayrımının Anayasanın öngördüğü biçimde işleyişi ile ilgili problemler
olduğu ve bunun değişik eleştirilere neden olduğu da bilinen bir gerçektir.
Başbakan konuşmasında farklı
bir üslupla Anayasa'da yer alan bu düzenlemeler çerçevesinde bir
değerlendirmede bulunmuştur.
b) Başbakan,
ülkenin bu gerçekleri karşısında çözemedikleri sorunlar olduğunu ifade ile
bunlardan bazılarının ismini vermiştir.
Gerilim olmaksızın, mutabakatla sorunların çözümünü
aramak ülke için daha yararlıdır. Ancak bu yaklaşımı, sorunlara duyarsızlık
olarak algılayanlar ve eleştirenler de çıkmıştır. Başbakan, bu eleştirilere
cevaben; 'Eğer hıçkırıklarımızı içimize atıyorsak, sebepleri var. Gerilim
istemiyoruz. Gerilimin faturaları çok ağır oldu. Ormanı yanmaktan kurtaralım
istiyoruz. Onun için üç beş ağaç yanıyor, bunu feda ediyoruz. Anadolu'daki
serzenişler. Bunun içinde başörtüsü var, sonra 263 var'' açıklamasını
yapmıştır. Başbakanın, gerilim istemediği , faturaları ağır olacağından
sorunların bir kısmının çözümünü ertelediğini söylemesinin neresi Anayasaya
aykırı'
İddianame metninde geçen bu ifadeleri, niyet okumak
suretiyle başka anlamlara çekmek veya buna gizli anlamlar yüklemek, hem hukuken
ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun
evrensel ilkeleri, niyet okumayı menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü
iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan
bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir,
olamaz da. İddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder, söylenilen sözü,
söyleyenin iradesine rağmen anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci
maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
c) Başbakanın,
kanuna aykırı eğitim kurumları ilgili değerlendirmesi de Anayasa ile uyumludur.
Bu değerlendirme, Türk Ceza Kanunun 263'üncü maddesi ile ilgili değişiklik ve
bunun tartışılması sırasında yapılmıştır.
Anayasamıza göre; her insanın, inandığı dine ait kutsal
kitabı öğrenme hakkı din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olup, laiklik
ilkesinin de teminatı altındadır (Anayasa, m. 2, 24). Müslüman olan Türk
vatandaşları bakımından Kur'an öğrenim hakkı da evleviyetle böyledir. Ayrıca bu
konuda devletin de pozitif yükümlülüğü vardır. Bir Anayasal kuruluş olan
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın (Anayasa, m. 136, özel yasa) normatif
misyonlarından birisi de budur.
Din ve vicdan özgürlüğü kapsamında olan Kur'an
öğreniminin, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun sınırları içerisinde nasıl
gerçekleştirileceği sorunu, elbette ki bir eğitim politikası sorunudur. Bu
sorunun çözümün de değişik partilerin değişik politika ve proje üretmeleri,
siyasal çoğulcuğun ve siyasal düşünce özgürlüğünün gereğidir. Bu konuda farklı
görüşlerin serdedilmesini Anayasaya aykırı sayan bir anlayış, savunulamaz.
Türk Ceza Kanunun 263'üncü maddesinde yapılan değişiklik,
Cumhurbaşkanınca onaylanarak yürürlüğe girmiş olup, ne Cumhurbaşkanı ve ne de
Anamuhalefet Partisi tarafından Anayasa Mahkemesi'ne götürülmüştür. Şu anda
yürürlükte olan bir kanun maddesi nedeniyle, partimizin itham edilmesi kabul
edilemez.
44) İddianamenin
48'inci sayfasında yer alan 44 numaralı iddiada (EK-44) yer verilen
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; başörtüsü
sorunu ve katsayı sorunu ve çözümlerine dair değerlendirme ve tespitlerde
bulunmuştur.
Başbakanın 44 numaralı iddiadaki; ''En büyük
dileğim başı kapalı kızlarımızla, başı açıkların el ele dolaştığı bir
üniversite, bir ülkedir. Bunun için uğraşıyoruz. Bunu çözmek en büyük aşkımdır
(')Bunun için çalışıyoruz. Bunlar aşama aşama yapılacak şeyler, birden olmuyor.
Bazı mutabakatlar aranıyor. Bu konuyu her getirdiğimizde önümüze engel
çıkarılıyor. Şu an tek sorunumuz başörtüsü değil. Anayasa meselesi de var.(')
Bu durumun da sonu gelecek. Üniversitelere özgür, istediğiniz gibi
girebileceksiniz.(') İki oğlumun ikisi de istedikleri üniversiteleri katsayı
nedeniyle kaybetti. Bu bana hak mı' Çocuklarım da katsayı kurbanı. Bizim
imkânımız var da yurtdışında okutuyoruz(')' biçimindeki açıklaması, ne
Anayasaya ve ne de laiklik ilkesine aykırıdır.
Başbakanın bu sözlerinden Anayasa veya laiklik
karşıtı bir anlam çıkarmak hukuken mümkün değildir. İddianame metninde geçen bu
ifadeleri, niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekmek veya buna gizli anlamlar
yüklemek, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün
değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı
yasaklamıştır. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne
anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve
netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. İddia makamı,
somut gerçeklikten hareket eder, söylenilen sözü, söyleyenin iradesine rağmen
anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan
demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
45) İddianamenin
48'inci sayfasında yer alan 44 numaralı iddia (EK-44), Başbakan ve AK Parti
Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN'ın, başarılı ve ödül almaya hak kazanan iki
öğrenciyi telefonla araması, Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşar
Yardımcısı Mehmet Temel'in başörtülü bir öğrenciye ödül vermesi ve Adıyaman
Milletvekili Fehmi Hüsrev KUTLU'nun, ödül alan türbanlı öğrenci ile birlikte
basın fotoğrafçılarına poz vermesi ile ilgilidir.
a) Başbakanın başarılı
öğrencileri veya velilerini tebrik etmesi ve kendisine iletilen probleme alaka
göstermesi kadar doğal bir şey olamaz. Başbakanın, kompozisyon yarışmasında
dereceye giren iki küçük öğrencinin başörtülü oldukları için ödüllerinin
verilmeyerek salondan uzaklaştırılmaları neticesi 'ağlayarak dışarı' çıkan
öğrencilerin anne ' babalarını arayarak teselli etmesinin ve öğrencilerin
gönüllerini almasının ve başarılarından dolayı öğrencileri ve velilerini tebrik
etmesinin, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırı bir yönü vardır. Asıl
laiklik ilkesine veya Anayasaya aykırı olan, Başbakanın bu insani davranışının,
iddia makamı tarafından Anayasaya aykırı görülüp, parti kapatmaya delil
gösterilmesidir.
İddianamede ileri sürülen ithamları laiklik ilkesi açısından
bu şekilde değerlendirildikten sonra şimdi de, en masum özgürlük olan ifade
özgürlüğü bakımından da bir tahlile tabidir.
Ayrıca iddia makamının iddia ettiği gibi, bu olaylarla
ilgili olarak Başbakanın talimatıyla kamu görevlileri hakkında başlatılmış bir
idari inceleme veya soruşturma da yoktur.
Nitekim Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, 06.12.2007
tarihli yazı ile Rize Valiliğinden; Cumhuriyet ve Zaman Gazeteleri'nin
04.12.2007 tarihli nüshalarında yer alan 'Türbanlıya teselli' ve 'Başı hileyle
açtırılan öğrenciyle ilgili inceleme' başlıklı haberlerin gerçekliği ile ilgili
açılmış bir idari soruşturma varsa sonucundan bilgi verilmesini istemiş, Rize
Valiliği, 12.12.2007 tarihli yazı ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına cevap
vermiş, cevabında; zorla baş açma olmadığını, çıkan haber nedeniyle İnsan
Hakları İl Kurulunda incelendiğini bildirmiştir. Yani açılmış bir idari
inceleme veya soruşturma olmadığını açıklamıştır. Buna rağmen iddia makamının,
iddiasını idari soruşturma açılması talimatı bizzat Başbakan tarafından
verilmiş gibi takdimi hukuken kabul edilemez, bir hakikat saptırmasıdır.
b) TUBİTAK tarafından
Milli Eğitim Bakanlığı Şura Salonunda düzenlenen ödül töreninde, lise 1. sınıf
öğrencisi türbanlı Elif Büşra Doğan'a ödülünü Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşar
Yardımcısı Mehmet Temel'in vermesi olayı ile Başbakanın başarılı öğrencileri
araması arasında doğrudan veya dolaylı hiçbir ilişki yoktur. Olmayan bir
ilişkiyi iddia makamının kurması veya varmış gibi göstermesi de mümkün
değildir.
Kaldı
ki ödül töreni sırasında salonda bulunan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin ÇELİK
olaya tepki göstermiştir. Bu tepki iddianamenin 45 numaralı eklerindeki
haberlerde yer aldığı halde iddia makamının sadece, olayın bir yönünü verip
diğer yönünü vermemesi, lehe delil yükümlülüğünün ihlali anlamına geldiği gibi,
subjektif bir yaklaşım olup iyi niyet kurallarıyla da bağdaşmaz.
c) Adıyaman
milletvekili Fehmi Hüsrev KUTLU'nun ödül alan türbanlı
öğrenci ile birlikte basın fotoğrafçılarına poz vermesi olayı ile Başbakanın
başarılı öğrencileri araması arasında doğrudan veya dolaylı hiçbir ilişki
yoktur. Olmayan bir ilişkiyi iddia makamının kurması veya varmış gibi
göstermesi de mümkün değildir.
Kaldı
ki Adıyaman milletvekili Fehmi Hüsrev
Kutlu'nun, 'ödül alan türbanlı öğrenci ile birlikte basın fotoğrafçılarına poz
vermesi'nin laiklik ilkesine aykırı olarak değerlendirilmesi, ayrı bir hukuk
garabetidir. Bir milletvekilinin, başarılı bir öğrenci ile fotoğraf çektirmesi
ve onu başarısından dolayı tebrik etmesi, ne laikliğe ve ne de Anayasanın
herhangi bir hükmüne aykırıdır. Burada söz konusu olan, başarılı öğrencileri
kutlamak ve onları daha çok çalışmaya teşvik etmektir. Kaldı ki, Fehmi Hüsrev
Kutlu yalnızca türbanlı öğrenciyi değil başarılı çok sayıda öğrenciyi kutlamış
ve onların isteği üzerine de birlikte fotoğraf çektirmiştir. Anayasaya asıl
aykırı olan, başarılı bir öğrenci ile bir milletvekilinin fotoğraf
çektirmesini, sırf öğrencinin başörtüsü nedeniyle yadırgamak ve bunu laikliğe
aykırı değerlendirmektir. Onun için bu değerlendirmenin de hiçbir hukuki değeri
ve dayanağı yoktur.
d) İddianamenin 45
numaralı ekleri arasında yer alan Milliyet Gazetesi yazarı Fikret BİLA'nın
'Etnik terörizmin psikolojisi' adlı köşe yazısının, ne 45 numaralı iddia ile ne
de iddianamenin diğer kısmı ile ilişkisi vardır. Bu, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısının delil konusundaki keyfiliğini ve kural tanımazlığını göstermesi
bakımından önemlidir.
46) İddianamenin
48-49'uncu sayfalarında yer alan 46 numaralı iddiada (EK-46) yer alan
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; yeni
Anayasa tartışmaları ve yükseköğrenimde yaşanan kılık kıyafete dayanan hak
yoksunluğu üzerinde durmuştur.
a) Başbakan '2.
AB-Afrika Zirvesi'ne katılmak üzere Lizbon'a giderken 'Yeni Anayasa'da türbanla
üniversiteye girişi serbest bırakacak mısınız'' şeklindeki soruyu; 'Benim
özellikle üzüldüğüm konu şu: Anayasa tartışmalarını başörtüsüne niye
indirgiyoruz' Eğitim özgürlüğü başka bir şey, din ve vicdan özgürlüğü başka
bir şey.' demek suretiyle yeni Anayasa çalışmalarını ve tartışmalarını
sadece türbana indirgeyenleri eleştirmiştir. Başbakanın, yeni Anayasa
çalışmalarını sadece türbana indirgemek suretiyle yapılan işi küçümseyenleri
veya engellemek isteyenleri eleştirmesi, ne laiklik ilkesiyle ve ne de Anayasa
ile çatışır bir durumdur. Bu açıklamalar, düşünce ve düşünceyi ifade hürriyeti
kapsamında olup Anayasanın teminatı altındadır.
b) Türkiye'de,
yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne
dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı
siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları
milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek
amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu
incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye'de sivil toplum örgütleri, üniversiteler,
hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu
sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı'da dava konusu olup, mahkemelerce de
tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir
sorunu Başbakanın dile getirmiş olması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya
aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan
demokratik hukuk devleti ve 10'uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık
bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede laiklik,
öğrenim hakkının teminatıdır.
c) Başbakan
konuşmasında; 'Zaten pazarda çarşıda bu insanlar arasında bir problem yok.
Problem seçkincilerin kafasında. Hizmet alanlar noktasında genelde sorun yok.
Gerçi bazı yerlerde son zamanlarda maalesef sorun başladı ama genelde sorun
yok. Eğitime gelince, ülkemizde eğitim özgürlüğü noktasında kızlarımızın bu
sıkıntısının aşılması gerekir diye düşünüyorum. Türban yüzünden kızlarımız
eğitim hakkından yararlanamıyor. İmkánı olanlar yurtdışına gidiyor,
olmayanlar ilkokuldan sonra eğitimi bırakmak zorunda kalıyorlar.
Üniversitede nasıl olsa önüm tıkanıyor diyerek liseye de gitmiyorlar. Ben buna
üzülüyorum. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan uygulama başka ülkelere de örnek teşkil
ediyor. Bazı Batı ülkelerinde eyalet düzeyinde de olsa 'Siz Müslüman ülkesiniz,
bakın sizin ülkenizde türban yasağı var' diyerek böyle bir uygulamaya
gidiyorlar. Bunu bir yerden çözmemiz lazım ama hep beraber çözmemiz lazım.
Rejim elden gidiyor diyorlar, rejim niye elden gitsin' Bu hepimizin rejimi,
hep beraber koruruz.' sözleri bir gerçeğin tespiti ve ifadesidir. İddia
makamının bazı kelimeleri siyah harflerle yazması, bu gerçeği ortadan
kaldırmaz. Ve bu ifade biçiminde de ne Anayasaya ve ne de laiklik ilkesine
aykırılık vardır.
d) Ayrıca iddia
makamının; 'Eğitime gelince, ülkemizde eğitim özgürlüğü noktasında
kızlarımızın bu sıkıntısının aşılması gerekir diye düşünüyorum. Türban yüzünden
kızlarımız eğitim hakkından yararlanamıyor.' ifadesini siyah harflerle
yazıp öne çıkarırken, iddianamenin 46 numaralı bölümünün son cümlesi olarak yer
alan ''Bu hepimizin rejimi, hep beraber koruruz.' şeklinde Başbakanın
rejime bağlılığını ve rejimi koruma iradesini içeren cümleleri siyah harflerle
yazmamış olması ve öne çıkarmaması anlamlıdır.
Yine Başbakanın bu değerlendirmenin yer aldığı 9 aralık
2007 tarihli
Hürriyet Gazetesi okunduğunda aynı haber içerisinde; ''
Açık söylüyorum, bizim 3 kırmızı çizgimiz var:
Bölgesel milliyetçiliği kabul etmiyoruz.
Etnik milliyetçiliği kabul etmiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı hepimizin ortak
paydasıdır. Etnik olarak sen yine Kürt ol ama Anayasal kimlik olarak Türk
vatandaşısın, bunu da kabul et, sana bundan getiren götüren bir şey yok.
Dinsel milliyetçiliği kabul etmiyoruz. Burada laiklik
tanımı önem arz ediyor. Biz 1982 Anayasası'nın gerekçeli kararındaki laiklik
tanımını parti programımıza da aldık, yeni Anayasa çalışmasında da var. Bu
noktada laikliği en büyük güvence olarak görüyoruz. Devlet tüm inanç gruplarına
karşı eşit mesafededir.' açıklaması da yer almaktadır.
Ne var ki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, açıklamanın bu
kısmını iddianameye bile almamıştır. Oysa konuşma metninin iddianameye
alınmayan bu kısmı, iddianameyi bir bütün olarak çökertici niteliktedir. Hukuk devletinde
bir konuşma metni, hukuk açısından da bütünlük içinde değerlendirilmelidir.
Bütünlükten kopararak alıntı yapılıp, bu alıntı üzerine iddianamenin
temellendirilmesi, hukuka aykırı olduğu gibi iddia makamının yansızlığını da
yok etmektedir. Bu durum, iddia makamının lehe delil yükümlülüğünü ihlal etmesi
anlamına geldiği gibi, iyi niyet ve tarafsızlık kurallarıyla da
bağdaşmamaktadır.
47) İddianamenin
49'uncu sayfasında yer alan 47 numaralı iddiada (EK-47) yer alan konuşmasında
Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; Türkiye'de yaşanan
başörtüsü sorununun, bir insan hakkı ve özgürlük sorunu olduğuna vurgu yapan,
kimi çevrelerin 'siyasi simge' nitelemelerinin, sorunun karakterini
değiştirmediğini belirten, kaldı ki simge ve sembollerin bile
yasaklanamayacağını dile getiren bir değerlendirme ve tespittir.
a) İddia makamı,
Başbakanın sözlerinde 'Türban' kelimesi geçmediği halde, iddianamedeki 47
numaralı iddia metninde yer alan 'Velev ki' kelimesinden sonra parantez açıp
içine (Türban) kelimesi yazmak suretiyle, tırnak içinde verilen Başbakanın
sözüne bir ilave yapmıştır. Görüldüğü üzere iddia makamı, konuşma metninde
'Başörtüsü' tabiri kullanıldığı halde bunun yerine 'Türban' kelimesini ikame
ederek, türbanın 'siyasi bir simge olması' ve sadece AK Parti tarafından
kullanılıyor gibi gösterilerek kapatma kurgusu desteklemeye çalışmaktadır. Bu,
hukuken kabul edilemez. Hukuk devletinde iddia makamı, tırnak ''' içinde
verilen sözlere parantez açıp izahat getiremez. Orijinal konuşma metinlerini istediği
gibi değiştirip anlamlandıramaz. Orijinal metin ne ise onu aynen vermek
zorundadır.
b) Başörtüsü
siyasi bir simge değildir. Başörtüsü kullanan bayanlar, başlarını inançları
gereği örttüklerini ifade etmektedirler. Ancak buna rağmen başörtüsünün kullanılmasına
karşı olanlar, başörtüsünün siyasi bir simge olarak kullanıldığını iddia
etmektedirler.
Başörtüsü kullanmak, herhangi bir siyasi partiye
mensubiyeti veya siyasi tercihlerde yeknesaklığı göstermez. Bugün bütün siyasi
partilerin hem üyeleri ve hem de oy verenleri arasında başörtülü bayanlar
vardır. Bu, tartışmadan uzak bir gerçeklik olup, bunun aksini savunan da bugüne
kadar çıkmamıştır. Bu tespitin doğruluğu, başörtüsünün siyasi bir simge olduğu
iddiasını da çürütmektedir.
c) Başbakan da
konuşmasında, başörtüsünün siyasi bir simge olduğunu kesinlikle söylememiştir.
Aksine Başbakan, başörtüsünün siyasi bir simge olmadığını açıklıkla ifade
etmiş, bunun delili olarak ta her partide başörtülü bayanların olmasını
göstermiş ve başörtüsünün siyasi simge olduğu yönündeki iddiaların gerçeği
yansıtmadığına dikkat çekmiştir.
İddianamedeki konuşma incelendiğinde görülecektir ki
Başbakan; '' Dinin bir gereği olarak başını örttüğüne inanan ve bunu bu
şekilde uygulayana' ve neden örttüğünü de açıklayan bayanlara, 'Sen
bunu siyasi simge olarak takıyorsun' diye diretilmesini, inancı gereği
başını örten bayanların da bu ısrarlı itham ve itiraza karşı; 'Hayır ben
bunu siyasi simge olarak takmıyorum' demeye devam etmesine rağmen,
siyasilerin ve bu itham sahiplerinin bu açık beyanlara itibar etmeleri
gerekirken, bunu yapmayıp kendi bildiklerini okumaya devam etmelerini
eleştirmektedir. Çünkü, başörtüsü siyasi bir simge değildir.
Kamuoyunda konunun Başbakanın iradesi dışında
tartışılması ve basında farklı yansıması üzerine Başbakan; ''Bir defa şimdi,
bunun siyasi simge olması için sadece AK Parti'nin çatısı altında, başörtüsü
veya başörtülülerin olması lazım. CHP çatısı altında veya CHP'ye oy verenlerin
arasında başörtülü, türbanlı olan yok mu, MHP'de yok mu' DP'sinde, ANAP'ında
yok mu, DTP'sinde yok mu' Hepsinde var. Dolayısıyla kimse kalkıp da burada
birbirine çamur atmaya kalkmasın. Her vatandaş siyasi iradesini sandıkta ortaya
koyuyor, başörtülüsü de başörtüsüzü de koyuyor. Ama başörtülülerin içinde çok
değişik partilere dağılmış bir irade var. Kalkıp da başörtülülerin içerisinden
AK Parti'ye oy verenleri cezalandırma yetkisini kim kendinde buluyor' Veyahut
da başı açık olan vatandaşlarımın değişik partilere oy kullanması kimleri,
niçin rahatsız eder' Bunu anlamakta zorluk çekiyoruz. Böyle şey olamaz.
Herkesin buna saygı duyması gerekir, bizim vatandaşlarımızın tümünü ayırt
etmeksizin saygı duyduğumuz gibi.'' açıklamasında bulunmuştur. Ancak iddia
makamı, bu açıklamaya da itibar etmemiştir.
Konuşmanın bütünlüğünde, başörtüsü yasağı taraftarları
ile bizzat bu pratiği gerçekleştirenler (başörtülüler) arasındaki diyalog
verilmektedir. Bu diyalogda, başörtülüler bunu dini gerekçelere dayandırırken,
karşı taraftakiler, bir anlamda onların kafasının içini biliyormuş gibi, siyasi
simge olarak taktıklarını iddia ederek yasağı savunmaktadırlar.
Başbakanın soru biçimindeki değerlendirmesi ise bu
noktada, başörtüsünü siyasi simge olarak takmanın suç kabul edilemeyeceği,
simgelere ve sembollere yasak getirilemeyeceği; özgürlükler noktasında dünyanın
hiçbir yerinde böyle bir yasağın olmadığıdır.
d) İddianın ekleri
arasında CD var; ama deşifresi yok.
Ayrıca CD izlendiğinde, 22 Temmuz seçimleri öncesi NTV'de
yapılan programın CD'si olduğu ve iddianamede tırnak içinde yazılı metinle
ilgisinin bulunmadığı açıktır.
47 Numaralı iddiada, 22 Temmuz seçimlerinden önce
yapılmış bir konuşma, Ocak 2008'de yapılmış bir konuşma olarak sunulmuştur. Bu,
iddianamenin Türk yargılama hukukuna önemli bir katkısıdır.
48) İddianamenin
49'uncu sayfasında yer alan 48 numaralı iddiada (EK-48) yer alan konuşma;
Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN'ın; yükseköğrenimde
kılık kıyafete dayalı olarak Türkiye'de yıllardır yaşanan hak mahrumiyeti
sorununun çözümünde, parlamentoda oluşan mutabakat üzerine Başbakanın yaptığı
bir değerlendirmedir.
a) Türkiye'de,
yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne
dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı
siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları
milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek
amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu
sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye'de sivil toplum örgütleri, üniversiteler,
hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu
sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı'da dava konusu olup, mahkemelerce de
tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir
sorunu Başbakanın dile getirmiş olması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya
aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan
demokratik hukuk devleti ve 10'uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık
bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede
laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır. Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti
olan Türkiye'de, ne demokrasi, ne laiklik, ne hukuk başörtülü öğrencilerin
yükseköğrenim hakkına manidir.
Bir Başbakanın, ülkesinde yaşanan ve herkesin konuştuğu
bir sorunu konuşması ve çözümüne dair değerlendirmede bulunmasının ve beraberce
bu sorunu aşarız demesinin neresi Anayasaya aykırıdır'
b) Başbakanın;
'Yeni Anayasayı beklemeye gerek yok, onun çözümü çok kolay. Oturup beraber
mutabık kaldığımız bir cümleyle çözülür.(')bizim kafamız gayet nettir. Karmaşıktır
diyenler, kendi kafalarının durumunu düşünsünler.(') Türkiye hala bu sorunu
çözemiyorsa bu özgürlükler noktasında ciddi sıkıntıdır. Bunu beraber aşarız.'
ifadeleri, muhalif siyasi partilerin bu konuda yaptıkları eleştirilere
cevaptır.
Aynı zamanda AK Parti Genel Başkanı olan Başbakanın,
şahsına ve partisine dönük olarak siyasi partilerin yaptıkları eleştirilere
cevap vermesi veya onları eleştirmesi, demokratik hukuk devletinin gereği olup
Anayasanın teminatı altındadır.
İddia makamının, Başbakanın başka partilere dönük
eleştirisinin ve cevabını, laiklik karşıtı veya Anayasa ihlali sayması, açık
bir Anayasa ihlalidir. Hukukumuzda 'Ak Parti, muhalifi siyasi partileri
eleştiremez, eleştirirse laikliğe veya Anayasaya aykırı olur ve kapatılır.'
diye bir Anayasa hükmü veya yasa hükmü de yoktur.
Başbakanın bu sözlerinden Anayasa veya laiklik
karşıtı bir anlam çıkarmak da hukuken mümkün değildir. İddianame metninde geçen
bu ifadeleri, niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekmek veya buna gizli
anlamlar yüklemek, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün
değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı
menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne
anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve
netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. İddia makamı,
somut gerçeklikten hareket eder, söylenilen sözü, söyleyenin iradesine rağmen
anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan
demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
49) İddianamenin
49'uncu sayfasında yer alan 49 numaralı iddiada (EK-49) yer alan konuşmasında
Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; Anayasa'nın 10'uncu ve
42'inci maddelerinin değiştirilmesi konusunda Türkiye Büyük Millet Meclisinde
oluşan siyasal mutabakat ve bu mutabakat çerçevesinde başlatılan Anayasa
değişikliği girişimi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın, Danıştay
Başkanının ve Yargıtay Başkan Vekili'nin bir birlerini izleyen basın
açıklamaları nedeniyle değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
a) İddia makamı,
Başbakanın konuşmasını tam vermemiş, bazı bölümlerini kırpmıştır. Başbakanın
konuşmasının ilgili bölümünün tamamı aşağıdaki gibidir: ''Onların işi gücü
başörtüsü; şu, bu... Türkiye nereden nereye geldi, bunu yazsana kardeşim. Bu
ülkede, milletin kılığıyla kıyafetiyle kimsenin uğraşma hakkı yok. Olmamalı...
Bu, insanların, vatandaşların bireysel tercihidir. Bırak, bireysel tercihi
olarak nasıl giyiniyorsa öyle giyinsin. Sen ne karışıyorsun buna. Bu 'din ve
vicdan özgürlüğü'ne girmezmiş. Ne özgürlüğüne girer' Bizim önümüze ikide bir
Anayasa'yı çıkartmasınlar. En az onlar kadar Anayasayı biz de biliriz.
Bu ülkede eğer kuvvetler ayrılığı varsa, bu ülkede yasama,
yürütme, ve yargı erki birbirine müdahale etmeyecekse, herkes yerini, konumunu
gayet iyi bilmeli. Kimse yasama, yürütme organının üstünde kendini göremez,
bulamaz. Özellikle de kimse ihsası reyde bulunamaz. Yargı makamı ihsası rey
makamı değildir. Onlar da görevini, Anayasanın tayin ettiği şartlar içerisinde
yapmaya mecburdur. Demokratik hayatın temel unsurları olan siyasi partileri,
baskı altına almaya kimse gayret etmesin.
Bizim gayemiz, Atatürk'ün ifade ettiği, muasır medeniyet
seviyesine Türkiye'yi çıkarmak.''
b) Anayasaya göre;
'Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.
Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara
göre, yetkili organları eliyle kullanır.
Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye,
zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan
almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz. (Anayasa, m. 6)
'Yasama yetkisi
Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.'
(Anayasa, m. 7)
'Yürütme yetkisi
ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara
uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.' (Anayasa, m. 8)
'Yargı yetkisi,
Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.'( Anayasa, m. 9)
'Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkileri,
kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak; Bakanlar Kurulunu ve bakanları
denetlemek; Bakanlar Kuruluna belli konularda kanun hükmünde kararname çıkarma
yetkisi vermek; bütçe ve kesinhesap kanun tasarılarını görüşmek ve kabul etmek;
para basılmasına ve savaş ilânına karar vermek; milletlerarası andlaşmaların
onaylanmasını uygun bulmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının beşte
üç çoğunluğunun kararı ile genel ve özel af ilânına ve Anayasanın diğer
maddelerinde öngörülen yetkileri kullanmak ve görevleri yerine getirmektir.'
(Anayasa, M. 87)
'Kanun teklif
etmeye Bakanlar Kurulu ve milletvekilleri yetkilidir.
Kanun tasarı ve tekliflerinin Türkiye Büyük Millet
Meclisinde görüşülme usul ve esasları İçtüzükle düzenlenir.' (Anayasa, m. 88)
'Anayasanın değiştirilmesi Türkiye Büyük Millet Meclisi
üye tamsayısının en az üçte biri tarafından yazıyla teklif edilebilir.
Anayasanın değiştirilmesi hakkındaki teklifler Genel Kurulda iki defa
görüşülür. Değiştirme teklifinin kabulü Meclisin üye tamsayısının beşte üç
çoğunluğunun gizli oyuyla mümkündür.
Anayasanın değiştirilmesi hakkındaki tekliflerin
görüşülmesi ve kabulü, bu maddedeki kayıtlar dışında, kanunların görüşülmesi ve
kabulü hakkındaki hükümlere tâbidir.
Cumhurbaşkanı Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları,
bir daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine geri gönderebilir.
Meclis, geri gönderilen Kanunu, üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile aynen
kabul ederse Cumhurbaşkanı bu Kanunu halkoyuna sunabilir.
Meclisce üye tamsayısının beşte üçü ile veya üçte
ikisinden az oyla kabul edilen Anayasa değişikliği hakkındaki Kanun,
Cumhurbaşkanı tarafından Meclise iade edilmediği takdirde halkoyuna sunulmak
üzere Resmî Gazetede yayımlanır.
Doğrudan veya Cumhurbaşkanının iadesi üzerine, Meclis üye
tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile kabul edilen Anayasa değişikliğine ilişkin
kanun veya gerekli görülen maddeleri Cumhurbaşkanı tarafından halkoyuna
sunulabilir. Halkoylamasına sunulmayan Anayasa değişikliğine ilişkin Kanun veya
ilgili maddeler Resmî Gazetede yayımlanır.
Halkoyuna sunulan Anayasa değişikliklerine ilişkin
kanunların yürürlüğe girmesi için, halkoylamasında kullanılan geçerli oyların
yarısından çoğunun kabul oyu olması gerekir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa değişikliklerine
ilişkin kanunların kabulü sırasında, bu Kanunun halkoylamasına sunulması
halinde, Anayasanın değiştirilen hükümlerinden, hangilerinin birlikte
hangilerinin ayrı ayrı oylanacağını da karara bağlar.
Halkoylamasına, milletvekili genel ve ara seçimlerine ve
mahallî genel seçimlere iştiraki temin için, kanunla para cezası dahil gerekli
her türlü tedbir alınır.' (Anayasa, m. 175)
'Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız
şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili
kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi
ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;
Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük
sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından
ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu'
(Anayasa, Başlangıç, 3-4'üncü paragraf)
'Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını,
idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk
kurallarıdır.
Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.' (Anayasa, m. 11)
Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını,
idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları
olduğu ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Yargıtay Başkanvekili ve Danıştay
Başkanı hem bu kurallara uymak ve hem de uygulamakla yükümlü olduğu halde,
kuvvetler ayrılığı ilkesini çiğneyerek Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yasama
yetkisine müdahale sayılabilecek açıklamalarda bulunmuşlardır.
Halbuki yukarıda verilen Anayasa hükümlerinde de açıkça
görüleceği gibi Anayasa'yı değiştirme (Tali kurucu iktidar) yetkisi, mutlak
şekilde siyaset kurumuna ve bu kurumun doruğundaki yasama organına tanınmıştır.
Bu yetki, monopol bir yetkidir ve paylaşılamaz. Değişiklik sırasında
vatandaşların ve kurumların görüş bildirmelerinden doğal bir şey olamaz. Ancak,
girişimi önlemeye yönelik ve kendini kurucu iktidar yetkisinin üstünde gören
anlayışa dayalı açıklamalar ve yönlendirmeler, kimden ve hangi kurumdan gelirse
gelsin hiçbir normatif değeri olamaz. Demokratik hukuk devletinde, kurucu
iktidarın üzerinde hiçbir güç ve kurum yoktur.
Başbakan, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Danıştay
Başkanı ve Yargıtay Başkanvekiline Anayasa'nın bu hükümlerini farklı bir
üslupla hatırlatarak eleştiride bulunmuş ve herkesi Anayasal sınırlar
içerisinde görevini yapmalarını istemiştir. Başbakanın bu tavrı, siyasete emsal
olabilecek bir tavırdır. Bu itibarla, yüksek yargı organlarımız dahil, hiçbir
dinamik Anayasayı değiştirme iktidarı konusunda kendisine özel bir misyon
biçemez.
b) Anayasa veya
yasalarımızda 'Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Danıştay Başkanı veya Yargıtay
Başkanvekili ve görüşleri eleştirilemez' diye bir kural yoktur. Herkesin ve
görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi onların ve de görüşlerinin eleştirisi
de mümkündür.
Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, görüş,
kurum veya makam yoktur. Sadece otoriter veya totaliter rejimlerde eleştirilmez
kişi, görüş, kurum veya makam olabilir.
'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve
'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp
teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve
kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak
açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın
herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez.
Herkes gibi Başbakanın da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Danıştay Başkanı veya
Yargıtay Başkanvekilinin veya mensubu oldukları kurumun görüşlerine katılmamak
veya gerektiğinde onları eleştirme hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu
hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Danıştay Başkanı veya Yargıtay Başkanvekili'ni
eleştirdi veya onların görüşlerine katılmadı diye siyasi yasaklı hale gelmesini
talep etmez ve edemez.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamının, hakkında
iddianame düzenlediği kişilerin açıklamalarını söylendikleri yer, zaman ve
neden bağlamından koparıp, muhatabını görmezlikten gelip, daha da vahimi
söyleneni veya yapılanı söyleyen veya yapanın iradesi dışında kendi anlayışına
göre değerlendirip, söyleyenin veya yapanın hiç kastetmediği ve hatta aklına
bile getirmediği anlamlar yüklemesi ve bundan dolayı sorumlularının tecziyesini
talep ve dava etmesi söz konusu olamaz. Aksinin kabulü ve yapılmaması, hukukun
evrensel ilkeleri ve Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan hukuk devleti
ilkesinin ayaklar altına alınmasıdır.
50) İddianamenin
50'inci sayfasında yer alan 50 numaralı iddiada (EK-50) yer alan konuşmasında
Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; laiklik ilkesi ile ilgili
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
a) Başbakan,
laiklik ilkesinin hem Müslümanlar ve hem de diğer dinlere mensup olanlar için
eşit davranmayı gerekli kıldığını, Müslüman'a farklı laiklik uygulaması, diğer
din mensuplarına farklı laiklik uygulamasının yanlışlığını ifade için bu
değerlendirmeleri yapmıştır.
Başbakanın bu değerlendirmeleri Anayasamızda
ifadesini bulan laiklik ilkesiyle de uyumludur.
Anayasamıza göre laiklik; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin
ayrılmaz ve değiştirilmez bir vasfı (Anayasa, m.2,4) olup, hiçbir zaman
dinsizlik değildir ve kişilerin dinini yaşamasına veya dindar olmasına da mani
değildir. Aksine laiklik; bütün dinlerin, inançların ve ibadetlerin teminatı,
bu konulardaki hürriyetin ifadesidir. Bu husus, Anayasanın 2'inci maddesinin
gerekçesinde de açıkça ifade edilmiştir: 'Hiçbir zaman dinsizlik anlamına
gelmeyen laiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi,
ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı
bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.' (Burhan Kuzu, Anayasa Metinleri
ve İlgili Mevzuat, Filiz Kitabevi, 3. Baskı, İstanbul ' 1993, S. 3)
Nitekim Anayasamıza göre de laik Türkiye Cumhuriyeti
Devleti, din ve vicdan özgürlüğünü bir hak olarak tanımış ve teminat altına
almıştır. Anayasa'da yer alan; 'Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat
hürriyetine sahiptir.
14'üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet,
dini ayin ve törenler serbesttir.
Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini
inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden
dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.' (Anayasa, m. 24/1-3) ifadeleri, bunun
delilidir.
Anayasa, Anayasa Mahkemesi ve doktrin dahil herkes
laikliğin, her dine, her inanca ve her mezhebe eşit mesafede olmayı
gerektirdiğini, din ve vicdan özgürlüğünün tam manada laikliğin teminatı
altında olduğunu açıklıkla ifade etmiştir. Herkes laikliğin din, inanç ve
ibadet hürriyetinin teminatı olduğunu ve dindarlığa mani olmadığını söylüyor,
Başbakan da laikliğin din, inanç ve ibadet hürriyetinin teminatı olduğunu ve
dindarlığa mani olmadığını, dindar bir kişinin de laiklik ilkesini
benimseyebileceğini söylüyor.
Başbakan, 'Bir taraftan din ve vicdan
özgürlüğü diyeceksiniz, öbür taraftan kalkıp Müslüman için böyle bir defans
uygulayacaksın. Bu defansı uygulamaya bir defa kimsenin hakkı yok'
ifadelerini, laiklik ilkesiyle bağdaşmayan uygulamalar için söylemiş ve
laikliğin doğru uygulanması gerektiğine vurgu için kullanmıştır. Özetle ifade
etmek gerekirse Başbakanın söylediği, Anayasa, Anayasa Mahkemesi ve doktrinin
söylediklerinin, farklı bir üslupla tekrar ve ifadesidir.
Başbakanın bu sözlerinden Anayasa veya laiklik
karşıtı bir anlam çıkarmak da hukuken mümkün değildir. İddianame metninde geçen
bu ifadeleri, niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekmek veya buna gizli
anlamlar yüklemek, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün
değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı menetmiştir.
Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne anlamda
kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia
makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. İddia makamı, somut gerçeklikten
hareket eder, söylenilen sözü, söyleyenin iradesine rağmen anlamlandıramaz.
Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk
devleti ilkesinin açık ihlalidir.
c) Ayrıca iddia
makamı, delillerin toplanmasında tarafsızlık ve ciddiyet ilkesine sadık
kalsaydı, lehe delilleri de toplama konusundaki yasal yükümlülüğüne riayet
etmiş olsaydı, Başbakanın o konuşmasında geçen ve gazetelerde de yer alan;
' Halkı Müslüman, demokratik ve laik bir ülke olarak
medeniyetler arasında iletişim kurulmasında önemli bir rol oynayabileceğimiz
gerçektir.'
'Partimizi kurduğumuzda programımıza yerleştirdiğimiz
ilke şudur: bizim partimiz din eksenli bir parti değildir. Bizim partimiz
muhafazakar demokrat bir partidir ve süreci bu şekilde çalıştırırken halkımızın
da yaklaşık %99'u müslümandır.'
'Her dinin mensupları arasında aşırılar çıkabilir. Ama
gelin biz bu aşırılıklara karşı çıkalım. Aşırılıkların karşısında hep birlikte
beraber olalım. Dayanışma içinde olalım.'
Şeklindeki beyanlarını da görebilir ve daha sağlıklı
sonuca varabilirdi. Başbakanın bu ifadeleri, iddia makamının iddiasını temelden
çökertmekte, onu tekzip etmektedir. Ancak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın
gerçeği arama kaygısına dayanmayan hedefi ve önyargısı, bütün konuşmalarda
olduğu gibi bu delilde de kırpma yöntemini uygulamıştır.
51) İddianamenin
50'inci sayfasında yer alan 51 numaralı iddiada (EK-51) yer alan konuşmasında
Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; mesleki ve teknik
eğitime büyük önem verdiklerine ve meslek liselerine uygulanan katsayı sorunun
çözüleceğine dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
Meslek Liselerinde yaşanan katsayı sorunu, Türk
eğitimimin ortak sorunudur. Bizim konuya yaklaşımımız, İmam-Hatip Liseleri
özelinde değildir, genel bir yaklaşımdır. Cumhurbaşkanının bir daha görüşülmek
üzere Meclise geri gönderdiği tasarı da sadece İmam Hatip Liselerini değil
bütün mesleki ve teknik eğitimi kapsamaktadır. Ancak bu sorunda taraf olanlar,
her vesile ile 'Meslek liselerindeki katsayı sorununu' sadece İmam-Hatip Lisesi
sorununa indirgemişlerdir. Biz, bizim dışımızda yapılan bu değerlendirmelere
karşı olduğumuzu her defasında ifade ettik. Eşitlikçi bir bakışı benimsedik.
Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek anlamı
ile kullanılmasına yöneliktir. Laikliğin toplumdaki herhangi bir insanı,
üstelik resmi bir okulda okumasından ötürü dışlayan ve tehlike gösteren bir
gereği varmış gibi gösterenlerin asıl olarak laikliğe zarar verdiğini ifade
eden bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek
anlamı ile kullanılmasına yöneliktir.
İmam Hatip Liseleri de diğer liseler gibi Devletin
kurduğu, giderlerini karşıladığı, öğretmenlerini atadığı, yönetimi icra ettiği,
program ve kitaplarını tespit edip uygulattığı, öğrencisini devletin kaydettiği
ve mezununa diplomasını verdiği, kısaca devletin gözetim ve denetimi altında
faaliyet gösteren bir okuldur. Bir yandan bu okulların faaliyetini sürdürmeyi
Anayasaya uygun bir devlet görevi sayarken, diğer yandan bu okulların ve burada
okuyan öğrencilerin sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmayı ve
sorunların giderilmesi için çaba sarfetmeyi Anayasaya aykırı saymak ve işin
vahimi bu kabulün dayanağı olarak Anayasayı göstermek, hakla, hukukla ve Anayasa
ile izahı kabil olmayan yaman ve temel bir çelişkidir. Devlet, kendi
eğitim-öğretim kurumlarına ikircikli bakmaz ve bakılmasına da müsaade etmez. Ne
gariptir ki iddianame, bu okullara ikircikli yaklaşmamayı Anayasa ihlali ve
parti kapatma nedeni sayan, hukuk dışı bir yaklaşıma sahiptir.
Üniversiteye girişte uygulanan katsayı adaletsizliğinin
kaldırılmasını savunmak ve bu yönde çalışma yapmak, Anayasaya kesinlikle aykırı
değildir. Bunun aksinin kabulü, 1998 senesine kadar böyle bir uygulama olmaması
nedeniyle, bütün hükümetlerin ve idarenin Anayasayı ihlal ettiği anlamına gelir
ki bu doğru değildir. Zira meslek liseleri, 1998 yılına kadar üniversite
sınavlarında farklı katsayı uygulamasına tabi değildi. Farklı katsayı
uygulaması, 1998'de başladı. 1998'e kadar Anayasaya ve laikliğe aykırı olmayan
üniversiteye giriş sistemindeki puan hesaplama usulü, meslek liseleri
bakımından hem de Anayasa değişmediği halde 1998'den sonra Anayasaya aykırı
hale gelmesi veya getirilmesi ve daha da kötüsü bunun bir siyasi partinin
kapatılmasının nedeni gösterilmesi, Anayasadan kaynaklanmamakta, Anayasaya
rağmen yapılan uygulamalardan kaynaklanmaktadır.
Pek çok siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, yazar,
gazeteci, sivil toplum örgütü ve siyasi parti tarafından dile getirilen Meslek
liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği sorunu, onlar için Anayasa ve
laiklik ilkesine aykırı görülmez iken, aynı sorunları AK Parti'nin dile
getirmesi halinde Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülüp Anayasanın 69'uncu
maddesine göre kapatılma nedeni sayılması ve hakkında dava açılması, Anayasanın
2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik devlet ilkesi ile 10'uncu
maddesindeki eşitlik ilkesine açık bir aykırılıktır. Bu, bir çifte standarttır.
Anayasaya aykırılığın, söylenene veya yapılana göre değil de söyleyene veya
yapana göre belirlendiğinin ispatıdır. Hukuk devletinde sözler veya fiiller,
söyleyene göre adalet terazisinde tartılmaz.
Kişilerin dindar olmasından veya resmi okulda din eğitimi
ağırlıklı okumayı tercih etmiş olmasından hareketle laik olmamakla suçlanması
doğru değildir. Kişi dindar olabilir; ama devlet laiktir. Kişi bakımından sırf
dindar diye laik olmamakla suçlamak haksızlıktır.
Dolayısıyla bu sözlerde laikliğe karşı bir anlam ve
laiklik ilkesine yönelik bir saldırı yoktur. Tam tersine laiklik ilkesinin
kuvvetlendirmeye ve onu istismar edenlerin ellerinden kurtarmaya çalışarak
laiklik ilkesinin hiç kimseyi dışlamadığına dair bir değerlendirme ve
tespittir.
Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten hareket
eder, kendince anlam yükleme veya anlamı başkalaştırma yoluyla delil uyduramaz.
Bir Başbakanın, hem de eğitimle ilgili bir kampanyanın
başlatılması sırasında mesleki ve teknik eğitime verdiği önemi belirtmesinin ve
de yaşadıkları katsayı sorununun çözümüne dair açıklamada bulunmasının neresi
laiklik ilkesine aykırıdır' Laiklik ilkesine asıl aykırı olan, Başbakanın
sözlerinden, onun iradesi dışında gizli anlamlar çıkarmak ve bundan da onun
sorumluluğu cihetine gitmektir.
52) İddianamenin
50-51'inci sayfalarında yer alan 52 numaralı iddia (EK-52), İdarenin
düzenleyici bir işleminin seyrine dair haberlerden ve Başbakan ve AK Parti
Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN konuya dair bir açıklamasından oluşmaktadır.
a) Diyanet İşleri
Başkanlığı, Anayasal bir kuruluştur. Anayasa'nın 136'ıncı maddesine göre;
'Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi
doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe
dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine
getirir.' Anayasanın bu hükmüne müsteniden kurulan Diyanet İşleri
Başkanlığı'nın kuruluş kanuna göre; 'İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak
esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve
ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı
kurulmuştur.' (22.06.1965 Tarih ve 633 Sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş
ve Görevleri Hakkında Kanun, m. 1)
Diyanet İşleri Başkanlığı, Anayasal ve yasala görevlerini
yerine getirirken, yasalardan aldığı yetkiye müsteniden yönetmelikler
çıkarabilir. Nitekim pek çok yönetmelik çıkarmıştır.
b) Anayasa'nın
69'uncu maddesinin altıncı fıkrasına göre; belli şartların varlığı
halinde sadece siyasi partinin üyelerinin veya doğrudan ve kararlılık içinde
siyasi partinin yetkili organlarının yaptıkları eylemleri, parti kapatma
nedenidir.
Diyanet İşleri Başkanlığı, yürütmenin içinde yer alan ve
yürütme görevi yapan bir Anayasal kuruluştur. AK Parti'nin üyesi değildir.
Yürütme içinde yer alan bir Anayasal kuruluşun iş ve işlemleri,
AK Partiye bağlanamaz. Zira yürütme ayrı bir Anayasal organdır, AK Parti ayrı
bir tüzelkişiliktir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının bu iddiası da açık bir
Anayasa ihlalidir.
c) Başbakanın 'Öğrencilerin
önündeki eğitim engellerinin kaldırılması gerektiğini' ifadesi de laiklik
ve Anayasa ile uyumludur. Zira din ve vicdan özgürlüğü, evrensel temel hukuk
metinlerine girmiş ve Anayasa'nın 24'üncü maddesinde düzenlenerek teminat
altına alınmış bir insan hakkıdır. Her Türk vatandaşının, inandığı dine ait
kutsal kitabı öğrenme hakkı din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olup, laiklik
ilkesinin de teminatı altındadır (Anayasa, m. 2, 24). % 99'u Müslüman olan Türk
toplumu bakımından Kur'an öğrenim hakkı da evleviyetle böyledir. Ayrıca bu
konuda devletin de pozitif yükümlülüğü vardır. Bir Anayasal kuruluş olan
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın (Anayasa, m. 136, özel yasa) normatif
misyonlarından birisi de budur.
Din ve vicdan özgürlüğü kapsamında olan Kur'an
öğreniminin, Tevhid-i Tedrisat Kanunun sınırları içerisinde nasıl
gerçekleştirileceği sorunu, elbette ki bir eğitim politikası sorunudur. Bu
sorunun çözümü de değişik partilerin değişik politika ve proje üretmeleri,
siyasal çoğulcuğun ve siyasal düşünce özgürlüğünün gereğidir. Bu konuda farklı
görüşlerin serdedilmesini Anayasaya aykırı sayan bir anlayış, savunulamaz.
Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığının açtığı ve işlettiği
Kur'an Kursları, yasal ve resmi Kur'an Kurslarıdır. Bunların işleyişi de yeni
değil eskidir. Devletin gözetim ve denetiminde yapılan bir faaliyete dair
Başbakanın açıklamada bulunması ve sorunlarının çözüleceğini söylemesinin
neresi Anayasa ve laiklik ilkesine aykırıdır'
53) İddianamenin
51'inci sayfasında yer alan 53 numaralı iddiada (EK-53) yer alan konuşmasında
Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; Yükseköğretim
Kanunu ve Yükseköğretim Personel Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında
Kanunu'nun Cumhurbaşkanı tarafından bir daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük
Millet Meclisi'ne geri gönderilmesinin ardından yeniden gündeme alınmamasıyla
ilgili eleştirilere cevap vermiştir.
a) Meslek
Liselerinde yaşanan katsayı sorunu, Türk eğitimimin ortak sorunudur. Bizim
konuya yaklaşımımız, İmam-Hatip Liseleri özelinde değildir, genel bir
yaklaşımdır. Cumhurbaşkanının bir daha görüşülmek üzere Meclise geri gönderdiği
tasarı da sadece İmam Hatip Liselerini değil bütün mesleki ve teknik eğitimi
kapsamaktadır. Ancak bu sorunda taraf olanlar, her vesile ile 'Meslek
liselerindeki katsayı sorununu' sadece İmam-Hatip Lisesi sorununa indirgemişlerdir.
Biz, bizim dışımızda yapılan bu değerlendirmelere karşı olduğumuzu her
defasında ifade ettik. Eşitlikçi bir bakışı benimsedik.
Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek
anlamı ile kullanılmasına yöneliktir. Laikliğin toplumdaki herhangi bir insanı,
üstelik resmi bir okulda okumasından ötürü dışlayan ve tehlike gösteren bir
gereği varmış gibi gösterenlerin asıl olarak laikliğe zarar verdiğini ifade
eden bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek
anlamı ile kullanılmasına yöneliktir.
İmam Hatip Liseleri de diğer liseler gibi Devletin
kurduğu, giderlerini karşıladığı, öğretmenlerini atadığı, yönetimi icra ettiği,
program ve kitaplarını tespit edip uygulattığı, öğrencisini devletin kaydettiği
ve mezununa diplomasını verdiği, kısaca devletin gözetim ve denetimi altında
faaliyet gösteren bir okuldur. Bir yandan bu okulların faaliyetini sürdürmeyi
Anayasaya uygun bir devlet görevi sayarken, diğer yandan bu okulların ve burada
okuyan öğrencilerin sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmayı ve
sorunların giderilmesi için çaba sarfetmeyi Anayasaya aykırı saymak ve işin
vahimi bu kabulün dayanağı olarak Anayasayı göstermek, hakla, hukukla ve
Anayasa ile izahı kabil olmayan yaman ve temel bir çelişkidir. Devlet, kendi
eğitim-öğretim kurumlarına ikircikli bakmaz ve bakılmasına da müsaade etmez. Ne
gariptir ki iddianame, bu okullara ikircikli yaklaşmamayı Anayasa ihlali ve
parti kapatma nedeni sayan, hukuk dışı bir yaklaşıma sahiptir.
Üniversiteye girişte uygulanan katsayı adaletsizliğinin
kaldırılmasını savunmak ve bu yönde çalışma yapmak, Anayasaya kesinlikle aykırı
değildir. Bunun aksinin kabulü, 1998 senesine kadar böyle bir uygulama olmaması
nedeniyle, bütün hükümetlerin ve idarenin Anayasayı ihlal ettiği anlamına gelir
ki bu doğru değildir. Zira meslek liseleri, 1998 yılına kadar üniversite
sınavlarında farklı katsayı uygulamasına tabi değildi. Farklı katsayı
uygulaması, 1998'de başladı. 1998'e kadar Anayasaya ve laikliğe aykırı olmayan
üniversiteye giriş sistemindeki puan hesaplama usulü, meslek liseleri
bakımından hem de Anayasa değişmediği halde 1998'den sonra Anayasaya aykırı
hale gelmesi veya getirilmesi ve daha da kötüsü bunun bir siyasi partinin
kapatılmasının nedeni gösterilmesi, Anayasadan kaynaklanmamakta, Anayasaya
rağmen yapılan uygulamalardan kaynaklanmaktadır.
Pek çok siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, yazar,
gazeteci, sivil toplum örgütü ve siyasi parti tarafından dile getirilen Meslek
liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği sorunu, onlar için Anayasa ve
laiklik ilkesine aykırı görülmez iken, aynı sorunları AK Parti'nin dile
getirmesi halinde Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülüp Anayasanın 69'uncu
maddesine göre kapatılma nedeni sayılması ve hakkında dava açılması, Anayasanın
2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik devlet ilkesi ile 10'uncu
maddesindeki eşitlik ilkesine açık bir aykırılıktır. Bu, bir çifte standarttır.
Anayasaya aykırılığın, söylenene veya yapılana göre değil de söyleyene veya
yapana göre belirlendiğinin ispatıdır. Hukuk devletinde sözler veya fiiller,
söyleyene göre adalet terazisinde tartılmaz.
Kişilerin dindar olmasından veya resmi okulda din eğitimi
ağırlıklı okumayı tercih etmiş olmasından hareketle laik olmamakla suçlanması
doğru değildir. Kişi dindar olabilir; ama devlet laiktir. Kişi bakımından sırf
dindar diye laik olmamakla suçlamak haksızlıktır.
Başbakanın bu sözlerinde laikliğe karşı bir anlam
ve laiklik ilkesine yönelik bir saldırı yoktur. Tam tersine laiklik ilkesinin
kuvvetlendirmeye ve onu istismar edenlerin ellerinden kurtarmaya çalışarak
laiklik ilkesinin hiç kimseyi dışlamadığına dair bir değerlendirme ve
tespittir.
Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten hareket
eder, kendince anlam yükleme veya anlamı başkalaştırma yoluyla delil uyduramaz.
b) Başbakan
konuşmasında; ''Bugün çok şükür Türkiye'nin geleceğini masaya yatıracak,
Türkiye'nin yarınları adına umutlarımızı tazeleyecek bir zihin ve ufuk açıklığı
dönemini yaşıyoruz.
20 aylık bir iktidarın başı olarak, aldığımız bu pozitif
mesafelerden ve eşiğinde olduğumuz bu yeni sıçrama noktasından, sıkıntılarıyla
beraber de olsa büyük bir haz duymaktayız.
Her şeyden önce bakışımız tepki içerikli olmamalı,
bakışımız aklın, ilmin, tecrübenin gerektirdiği neyse buna dayalı olmalıdır.
Eğer tepkisel bakışlarla yarınların adımlarını atacak olursak, kazanımlarla
değil her geçen gün kayıplarla yola devam ederiz. Sadece kişisel, kurumsal
kayıplar değil, devlet, millet olarak kayıplar değil, tarih olarak da gelecek
nesilleri bile kayba uğratırız. Burada çok hassas olmaya mecburuz. Aklı, ilmi,
tecrübeyi, netice alacak şekilde değerlendirmemiz lazım' Hükümet olarak yönetim
anlayışımızın anahtarı şeklinde nitelediğimiz değişim reformunun sadece biz ve
sizlerin değil, bu toplumun tamamının ortak iradesi ve beklentisi olduğu
aşikardır'Türkiye'nin aydınlık bir geleceğe yürümek adına vizyonunu
belirlerken, bu ortak irade doğrultusunda rota izlemeyi görev bildiklerini''
açıklıkla vurgulamıştır. Ancak iddia makamı, Başbakanın konuşmasının bu kısmını
iddianameye almamıştır.
Bir Başbakanın ülke sorunlarını konuşurken, 'Bakışımız
tepki içerikli olmamalı', 'Bakışımız aklın, ilmin, tecrübenin gerektirdiği
neyse buna dayalı olmalıdır', 'Eğer tepkisel bakışlarla yarınların adımlarını
atacak olursak, kazanımlarla değil her geçen gün kayıplarla yola devam ederiz.
Sadece kişisel, kurumsal kayıplar değil, devlet, millet olarak kayıplar değil,
tarih olarak da gelecek nesilleri bile kayba uğratırız.', 'Burada çok hassas
olmaya mecburuz. Aklı, ilmi, tecrübeyi, netice alacak şekilde değerlendirmemiz
lazım'' ve 'Hükümet olarak yönetim anlayışımızın anahtarı şeklinde
nitelediğimiz değişim reformunun sadece biz ve sizlerin değil, bu toplumun
tamamının ortak iradesi ve beklentisi olduğu aşikardır'Türkiye'nin aydınlık bir
geleceğe yürümek adına vizyonunu belirlerken, bu ortak irade doğrultusunda rota
izlemeyi görev bildiklerini'' ifade etmesinin neresi laiklik ilkesine veya
Anayasaya aykırıdır' Bu ifadeler, çoğulcu demokratik bir toplumda kınanacak
değil takdir edilip alkışlanacak sözlerdir.
b) Başbakanın
iddianamede geçen 'Şunu hatırlatmak isterim, biz bunun ikincisini de
yaparız, yapardık. Ama bunun bedelini siz ödemeye hazır mısınız' Bunun bedeli
var. Biz hükümet olarak bu bedeli ödemeye hazır değiliz. Çünkü daha önce ödenen
bedeller var. Biz şimdi bu meslek liselerinde okuyanlara da aynı bedeli
ödetemeyiz. Bunun için de bu adımı atamayız. Toplum buna hazır olduğu zaman bu
adım atılır.'' sözlerinden Anayasa veya laiklik karşıtı bir anlam çıkarmak
da hukuken mümkün değildir. Halka açık bir toplantıda alenen yapılan konuşmadan
alınmış bu sözleri, niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekmek veya buna
gizli anlamlar yüklemek, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken
mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı
menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne
anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve
netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. İddia makamı,
somut gerçeklikten hareket eder, söylenilen sözü, söyleyenin iradesine rağmen
anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan
demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
Başbakanın bu sözleri, toplum huzurunu, istikrarını
ve toplumsal barışı koruyucu niteliktedir.
Ayrıca bu sözler, Başbakanın, kendisinden önce
konuşanların eleştirilerine cevap mahiyetindedir ve muhatapları da
eleştirenlerdir. Yani konuşmanın muhatapları bellidir. İddia makamının muhatabı
belli olan bir konuşmaya, laiklik ilkesini muhatap kılması hukuken kabul
edilemez. Çünkü iddia makamı, yapılan bir konuşmayı, konuşulan yer, zaman,
neden ve muhatap bağlamından koparıp, söyleyenin iradesine rağmen
anlamlandırıp, sonra da bu anlamdan dolayı konuşanı itham edip hukuki
sorumluluğunu talep ve dava edemez. Bunun aksi, hukukun evrensel ilkeleri ve
Anayasada ifadesini bulan ve teminat altına alınan hukuk devleti ilkelerinin
alenen çiğnenmesidir. Maalesef iddia makamı burada, bu ilkelerin tamamını ihlal
etmiştir.
Kaldı ki bir kişinin kendisine dönük eleştirilere cevap
vermesi, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksine eleştirilere
cevap verme hakkı, Anayasa'nın teminatı altındadır. Başbakanın, Anayasanın
teminatı altında bulunan bir hakkı kullanması, Anayasaya aykırı değildir. İddia
makamının iddiasıyla da Anayasaya uygun bir şey, Anayasaya aykırı hale
dönüşmez.
c) İddia makamı,
iddiasını verirken, Cumhurbaşkanının geri göndermesine özenle vurgu yaparak,
adeta Cumhurbaşkanın geri göndermesini ve buna dair değerlendirme yapmayı
laiklik ilkesine aykırı imiş gibi gösterme gayreti de görülmektedir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kabul ettiği kanunları
bir daha görüşülmek üzere Cumhurbaşkanının Türkiye Büyük Millet Meclisine geri
göndermesi, Anayasa ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzük'üne uygun usuli bir
işlemdir (Anayasa, m. 89; İçtüzük, m. 81). Anayasa ve İçtüzük'e uygun iş ve
işlemlerden Anayasaya aykırılık üretilemez.
Cumhurbaşkanı ve geri gönderme gerekçeleri, eleştirilemez
değildir. Bütün demokratik hukuk devletlerinde bunun aksi varit değildir.
Nitekim Anayasa'nın 89'uncu maddesinin üzerine oturduğu mantık ve anlamda bu
doğrultudadır.
54) İddianamenin
51-52'inci sayfalarında yer alan 54 numaralı iddiada (EK-54) yer alan
konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; meslek
liseleri, katsayı sorununa değinmiş ve başörtüsü sorununa ilişkin durum tespiti
yapmakta ve çözüm yollarına değinmekte ve YÖK sisteminin bilim ve performans
ekseni dışında kalan ideolojik uygulamalarını eleştirmektedir.
a) Başbakan
konuşmasının bir kısmında; İmam hatip ve meslek liseleriyle diğer düz liseler
arasında üniversiteye girişte uygulanan katsayı farkını doğru bulmadığını,
YÖK'ün bu konuda ayrımcılık yaptığını, YÖK'ün ayrımcılık yapma hakkı
olmadığını, dünyanın hiçbir ülkesinde düz liseli meslek liseli ayrımı
olmadığını, Türkiye'de böyle bir ayrımcılığın yanlış olduğunu, İmam Hatip
Liselerini bahane ederek diğer meslek liselerinin de mağdur edildiğini, katın
adil bir yaklaşım olmadığını ve Türkiye'nin bu sorunu aşacağını ' ifade etmiştir.
YÖK'ün uygulamaların eleştirilmesi, katsayı sorununa dair
tespitler ve eleştiriler yapılarak zamanla bu sorunların aşılacağının Başbakan
tarafından söylenmesi, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır.
Kaldı ki Meslek Liselerinde yaşanan katsayı
sorunu, Türk eğitimimin ortak sorunudur. Bizim konuya yaklaşımımız, İmam-Hatip
Liseleri özelinde değildir, genel bir yaklaşımdır. Cumhurbaşkanının bir daha
görüşülmek üzere Meclise geri gönderdiği tasarı da sadece İmam Hatip Liselerini
değil bütün mesleki ve teknik eğitimi kapsamaktadır. Ancak bu sorunda taraf
olanlar, her vesile ile 'Meslek liselerindeki katsayı sorununu' sadece
İmam-Hatip Lisesi sorununa indirgemişlerdir. Biz, bizim dışımızda yapılan bu
değerlendirmelere karşı olduğumuzu her defasında ifade ettik. Eşitlikçi bir
bakışı benimsedik.
Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek
anlamı ile kullanılmasına yöneliktir. Laikliğin toplumdaki herhangi bir insanı,
üstelik resmi bir okulda okumasından ötürü dışlayan ve tehlike gösteren bir
gereği varmış gibi gösterenlerin asıl olarak laikliğe zarar verdiğini ifade
eden bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek
anlamı ile kullanılmasına yöneliktir.
İmam Hatip Liseleri de diğer liseler gibi Devletin
kurduğu, giderlerini karşıladığı, öğretmenlerini atadığı, yönetimi icra ettiği,
program ve kitaplarını tespit edip uygulattığı, öğrencisini devletin kaydettiği
ve mezununa diplomasını verdiği, kısaca devletin gözetim ve denetimi altında
faaliyet gösteren bir okuldur. Bir yandan bu okulların faaliyetini sürdürmeyi
Anayasaya uygun bir devlet görevi sayarken, diğer yandan bu okulların ve burada
okuyan öğrencilerin sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmayı ve
sorunların giderilmesi için çaba sarfetmeyi Anayasaya aykırı saymak ve işin
vahimi bu kabulün dayanağı olarak Anayasayı göstermek, hakla, hukukla ve
Anayasa ile izahı kabil olmayan yaman ve temel bir çelişkidir. Devlet, kendi
eğitim-öğretim kurumlarına ikircikli bakmaz ve bakılmasına da müsaade etmez. Ne
gariptir ki iddianame, bu okullara ikircikli yaklaşmamayı Anayasa ihlali ve
parti kapatma nedeni sayan, hukuk dışı bir yaklaşıma sahiptir.
Üniversiteye girişte uygulanan katsayı adaletsizliğinin
kaldırılmasını savunmak ve bu yönde çalışma yapmak, Anayasaya kesinlikle aykırı
değildir. Bunun aksinin kabulü, 1998 senesine kadar böyle bir uygulama olmaması
nedeniyle, bütün hükümetlerin ve idarenin Anayasayı ihlal ettiği anlamına gelir
ki bu doğru değildir. Zira meslek liseleri, 1998 yılına kadar üniversite sınavlarında
farklı katsayı uygulamasına tabi değildi. Farklı katsayı uygulaması, 1998'de
başladı. 1998'e kadar Anayasaya ve laikliğe aykırı olmayan üniversiteye giriş
sistemindeki puan hesaplama usulü, meslek liseleri bakımından hem de Anayasa
değişmediği halde 1998'den sonra Anayasaya aykırı hale gelmesi veya getirilmesi
ve daha da kötüsü bunun bir siyasi partinin kapatılmasının nedeni gösterilmesi,
Anayasadan kaynaklanmamakta, Anayasaya rağmen yapılan uygulamalardan
kaynaklanmaktadır.
Pek çok siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, yazar,
gazeteci, sivil toplum örgütü ve siyasi parti tarafından dile getirilen Meslek
liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği sorunu, onlar için Anayasa ve
laiklik ilkesine aykırı görülmez iken, aynı sorunları AK Parti'nin dile getirmesi
halinde Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülüp Anayasanın 69'uncu maddesine
göre kapatılma nedeni sayılması ve hakkında dava açılması, Anayasanın 2'inci
maddesinde ifadesini bulan demokratik devlet ilkesi ile 10'uncu maddesindeki
eşitlik ilkesine açık bir aykırılıktır. Bu, bir çifte standarttır. Anayasaya
aykırılığın, söylenene veya yapılana göre değil de söyleyene veya yapana göre
belirlendiğinin ispatıdır. Hukuk devletinde sözler veya fiiller, söyleyene göre
adalet terazisinde tartılmaz.
Kişilerin dindar olmasından veya resmi okulda din eğitimi
ağırlıklı okumayı tercih etmiş olmasından hareketle laik olmamakla suçlanması
doğru değildir. Kişi dindar olabilir; ama devlet laiktir. Kişi bakımından sırf
dindar diye laik olmamakla suçlamak haksızlıktır.
Başbakanın bu sözlerinde laikliğe karşı bir anlam
ve laiklik ilkesine yönelik bir saldırı yoktur. Tam tersine laiklik ilkesinin
kuvvetlendirmeye ve onu istismar edenlerin ellerinden kurtarmaya çalışarak
laiklik ilkesinin hiç kimseyi dışlamadığına dair bir değerlendirme ve
tespittir.
Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten hareket
eder, kendince anlam yükleme veya anlamı başkalaştırma yoluyla delil uyduramaz.
b) Başbakanın, 'Katsayı
adil bir yaklaşım değil. Bir defa üniversiteye girecek olan öğrencilerin önüne
böyle bir katsayı zulmünü koymak çok büyük bir adaletsizlik.' ve ''Şu anda
bir zulme dayalı olarak maalesef devam ediyor'' ifadelerinde geçen
'Zulüm' kelimesi, uygulanan haksızlığın derecesini ifade için kullanılmıştır.
Konuşmada geçen 'Zulüm ve adaletsizlik' kavramlardan
hareketle Başbakanın sözlerinden Anayasa veya laiklik karşıtı bir anlam
çıkarmak da hukuken mümkün değildir. Halka açık bir toplantıda alenen yapılan
konuşmadan alınmış bu sözleri, niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekmek
veya buna gizli anlamlar yüklemek, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün
değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri,
niyet okumayı menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde
bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve
netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. İddia makamı,
somut gerçeklikten hareket eder, söylenilen sözü, söyleyenin iradesine rağmen
anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan
demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
c) Başbakan da
konuşmasında, başörtüsünün siyasi bir simge olduğunu kesinlikle söylememiştir.
Aksine Başbakan, başörtüsünün siyasi bir simge olmadığını açıklıkla ifade etmiş
ve 'Diyorlar ki, bu bir siyasi simge. Ne siyasi simgesi, ne alakası
var' Bu siyasi simge ise bu başörtülü vatandaşım sadece Adalet ve Kalkınma
Partisi de mi var' Diğer siyasi parti mensupları arasında başörtülü yok mu'
Milleti bölme yoluna gitmeyiniz. Bu ülkede başı açık olan da örtülü olan da
benim canım, ciğerim, kardeşimdir'' ifadelerini de başörtüsünün siyasi bir
simge olmadığını açıklamak için kullanmıştır
Başbakan, başörtüsünün siyasi bir simge olmadığını
başkaca konuşmalarında da açıklıkla ifade etmiştir. Nitekim 47 numaralı
iddianın cevabında da verildiği üzere bir konuşmasında Başbakan; ''Bir defa
şimdi, bunun siyasi simge olması için sadece AK Parti'nin çatısı altında,
başörtüsü veya başörtülülerin olması lazım. CHP çatısı altında veya CHP'ye oy verenlerin
arasında başörtülü, türbanlı olan yok mu, MHP'de yok mu' DP'sinde, ANAP'ında
yok mu, DTP'sinde yok mu' Hepsinde var. Dolayısıyla kimse kalkıp da burada
birbirine çamur atmaya kalkmasın. Her vatandaş siyasi iradesini sandıkta ortaya
koyuyor, başörtülüsü de başörtüsüzü de koyuyor. Ama başörtülülerin içinde çok
değişik partilere dağılmış bir irade var. Kalkıp da başörtülülerin içerisinden
AK Parti'ye oy verenleri cezalandırma yetkisini kim kendinde buluyor' Veyahut
da başı açık olan vatandaşlarımın değişik partilere oy kullanması kimleri,
niçin rahatsız eder' Bunu anlamakta zorluk çekiyoruz. Böyle şey olamaz.
Herkesin buna saygı duyması gerekir, bizim vatandaşlarımızın tümünü ayırt
etmeksizin saygı duyduğumuz gibi.'' açıklamasında bulunmuştur. Ancak iddia
makamı, bu ve benzeri açıklamalara da itibar etmemiştir.
d) Başbakanın,
YÖK'ün katsayı uygulamasını eleştirmesi, bu uygulamanın haksızlığını dile
getirmesi, üniversitelerimizin dünya üniversiteleri arasındaki konumunu
değerlendirmesi, başörtüsü ve katsayı sorununa değinmesi ve bu konuların hepine
ilişkin eleştiri ve tespitlerde bulunup, zamanla çözüleceğini ifadesi de ne
laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır.
Anayasa ve yasalarımızda, 'YÖK ve uygulamaları ile üniversiteler
eleştirilemez, aksi halde laiklik ilkesi ihlal edilmiş sayılır.' veya
'Siyasiler ülke sorunlarını konuşamaz, bunlara dair çözümlerini söyleyemez,
eleştirilerde bulunamaz; aksi laiklik ilkesine aykırıdır' diye herhangi bir
kural yoktur. Aksine demokratik bir hukuk devleti (Anayasa, m. 2) olmanın
gereği olarak 'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ile 'Düşünceyi
açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat
altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz,
yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma
hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir
hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Başbakanın da
YÖK'ü, YÖK'ün uygulamalarını, üniversiteleri, başörtüsü ve katsayı gibi ülke
insanlarının sorunlarını konuşmak, bunlara dair eleştiri, tespit ve
değerlendirmelerde bulunarak düşüncelerini açıklamak hak ve yetkisi vardır.
İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi
yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, görüş
ve düşüncelerini açıkladı, ülke sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde
bulundu veya bazı kurumları eleştirdi diye laiklik karşıtı gösteremez ve bunu
yapanların siyasi yasaklı hale gelmesini talep ve dava edemez.
Ayrıca Başbakanın sözlerinin muhatabı YÖK, üniversiteler
ve halktır. Sözlerin muhatabı Anayasal düzen veya laiklik ilkesi değildir.
İddia makamı, yapılan konuşmayı, konuşulan yer, zaman, neden ve muhatap
bağlamından koparıp, söyleyenin iradesine rağmen anlamlandırıp, sonra da bu
anlamdan dolayı konuşanı itham edip hukuki sorumluluğunu talep ve dava edemez.
Bunun aksi, hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasada ifadesini bulan ve teminat altına
alınan hukuk devleti ilkelerinin alenen çiğnenmesidir. Maalesef iddia makamı
burada, bu ilkelerin tamamını ihlal etmiştir.
55) İddianamenin
52'inci sayfasında yer alan 55 numaralı iddiada (EK-55) yer alan konuşmasında
Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; AK Parti'yi laiklik
karşıtı gösterenleri eleştirmekte; AK Parti'nin laiklik karşıtı
gösterilemeyeceğini ifade etmekte; sürekli irticanın gündeme getirilmesinin ve
dinin siyasete alet edilmesinin yanlışlığını ve dindar insanların da siyaset
yapma hakkı olduğunu belirtmektedir.
Başbakanın bu değerlendirmeleri, ne laiklik ve ne
de Anayasa aleyhinedir. Aksine bu konuşma, laiklik konusundaki hassasiyete bir
örnektir.
a) Anayasa'ya göre
'Türkiye Cumhuriyeti,' lâik ' bir ' Devletidir.' (Anayasa, m. 2)
'Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise,
her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve
dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi
kılınmaması anlamına gelir.' (Burhan Kuzu, Anayasa Metinleri ve İlgili Mevzuat,
Filiz Kitabevi, 3. Baskı, İstanbul ' 1993, S. 3)
Anayasa'nın benimsediği laiklik anlayışının gereği
olarak; 'Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet,
dinî âyin ve törenler serbesttir.
Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî
inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden
dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.
Din ve ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve
denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve orta-öğretim
kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din
eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî
temsilcisinin talebine bağlıdır.
Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî
temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya
kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini
veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve
kötüye kullanamaz.'
Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN;
Anayasa'nın kabul ettiği laik devlet niteliğine bağlı olup, yine Anayasa'nın
24'üncü maddesinde açıklıkla ifade edildiği üzere; 'Herkesin, vicdan, dinî
inanç ve kanaat hürriyetine sahip olduğuna', 'Anayasanın koyduğu sınırlamalar
hariç olmak üzere ibadet, dini ayin ve törenlerin serbest olduğuna', ''kimsenin
ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini
açıklamaya zorlanamayacağına; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı
kınanamayacağı ve suçlanamayacağına', 'kişilerin dinlerini öğrenmelerinin
laikliğin gereği ve laikliğin teminatı altında olduğuna', 'Kimsenin, Devletin
sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din
kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama
amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince
kutsal sayılan şeyleri istismar edemeyeceği ve kötüye kullanamayacağına ve
bunları yapmasının yanlışlığına', 'laikliğin dindar olmanın da teminatı
olduğuna' inanmakta ve bu inancını da kararlı bir biçimde uygun her platformda
tekrar edip kamuoyu ile açıklıkla paylaşmaktadır.
Nitekim iddianamede delil olarak sunulan pek çok konuşma
da bunu açıkça göstermektedir:
'Laiklik çok farklı bir konudur. Laik olduğumuz
Anayasa'da belirtilmiştir. İnsanlar dini gereklerini böylece yerine
getirebilir. İslam ile laikliği yan yana tanım olarak getirmek yanlış olur.
Kişiler laik olmaz.' (İddianame, s. 28, ek- 4 )
'Bazıları laikliği din gibi algılıyor. Laiklik din olursa
aynı anda Müslüman olunamaz. İnsan iki dine mensup olamaz. Asıl itibarıyla
laiklik bir sistemdir ve fertlerin değil, devletin laikliği söz konusudur. Dine
mensupluksa ferdi bir tasarruftur. O manada söyledim.' (İddianame, s. 28, ek- 5
)
'Laikliği din haline getirirseniz halkı üzersiniz'''Bizim
laiklikle derdimiz yok. 1982 Anayasası'nın laikliği düzenleyen maddesinin
gerekçesinde bir tanım mevcut. Gerekçe, 'bütün dinlere eşit mesafede olmak'
diyor. İnançlar, devlet güvencesinde. Tekrar ediyorum: Ben insan olarak laik
değilim; devlet laiktir. Buna mukabil laik düzeni korumakla yükümlüyüm. Ama siz
laikliği bir din gibi takdim ederseniz, bu ülkenin halkını üzersiniz. Türkiye
iyiye gidiyor, hükümet başarılı, laikliği gündeme getirip, bundan nemalanmak
isteyenler var. Türkiye'de 'niyet okuyucuları' haksız isnadlar ortaya atıyor'
(İddianame, s. 30, ek- 10 )
''Laik toplumda din, laik yönetimin güvencesindedir.
Laiklik, tüm inanç gruplarına eşit mesafede olmak şeklinde tanımlanmıştır ve
zaten bu temin edildiği içindir ki, laiklik bizim için bir yerde sigortadır.'
(İddianame, s. 36, ek- 19 )
Bunlar, Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip
ERDOĞAN'ın, laiklik ilkesinden yana olduğunu gösteren iddianameden bir kısım
delillerdir. Ayrıca Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN'ın,
laiklik ilkesi ile ilgili başkaca sayısız açıklaması da vardır(EK-2).
b) Başbakan ve AK
Parti Genel Başkanın karşı olduğu şey, laiklik değil, birilerinin laikliği
yanlış yorumlayarak, laikliğin bütün toplum kesimleri tarafından tam anlamıyla
benimsenmesine mani olucu tavır, davranış ve söylemleridir.
Hangi saikle olursa olsun birilerinin AK Partiyi laiklik
karşıtı göstermesi, hem AK Parti'yi ve hem de AK Partiye oy vermiş milyonlarca
kişiyi rencide eder ve onlar sanki laiklik karşıtı imiş gibi haksız bir algıya
yol açar. Bu haksız eleştiri ve tutum karşısında AK Parti Genel Başkanının; 'Bu
yanlıştır. 14 milyon kişinin oyunu almış ve iktidar olmuş bir parti, laiklik
karşıtı olarak bu sahneye çıkmadı'' demek suretiyle haksız ithama karşı çıkıp
kendisini, partisini ve partisine oy vermiş milyonlarca seçmenin hak ve
hukukunu savunması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Bu
söylemiyle AK Parti Genel Başkanı; kendisi, partisi ve partisine oy verenler
hakkındaki bu haksız yaklaşım ve ithama ve laiklik ilkesini kullanarak
birilerinin yürüttüğü haksız mücadeleye karşı çıkarak, laiklik lehinde ve
laiklik ilkesi yanında tavır koymuştur. Bu tavrın yanlış anlaşılıp, iddianameye
alınması ise ayrı bir hukuk ve Anayasa ihlalidir.
c) Anayasamıza
göre laiklik; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ayrılmaz ve değiştirilmez bir
vasfı (Anayasa, m.2,4) olup, hiçbir zaman dinsizlik değildir ve kişilerin
dinini yaşamasına veya dindar olmasına da mani değildir. Aksine laiklik; bütün
dinlerin, inançların ve ibadetlerin teminatı, bu konulardaki hürriyetin
ifadesidir. Bu husus, Anayasanın 2'inci maddesinin gerekçesinde de açıkça ifade
edilmiştir: 'Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise, her ferdin
istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini
inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması
anlamına gelir.'
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, din ve vicdan özgürlüğünü
bir hak olarak tanımış ve teminat altına almıştır. Anayasa'da yer alan;
'Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14'üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet,
dini ayin ve törenler serbesttir.
Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini
inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden
dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.' (Anayasa, m. 24/1-3) ifadeleri, bunun
delilidir.
Anayasanın bu açık ve amir hükümlerine rağmen, kimileri;
kişileri dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınamayı veya suçlamayı adeta
laikliğin bir gereği gibi yansıtmaktan vazgeçmemişlerdir. 'İrtica ile dindar
insanı bir tutma', 'Dinin gereklerini yapan birinin siyaset yapmasını, dini
siyasete alet etme' ve 'Dindar bir kişinin laik devlet yapısını
benimsemeyeceği' gibi sakat, temelsiz yaklaşımlar, Anayasaya aykırıdır.
AK Parti Genel Başkanı; ; ''Önce irticanın bir tanımını
yapın' Eğer irtica dini siyasete alet etmekse, Türkiye'de dini siyasete
kimlerin alet ettiği bellidir. Ama eğer siz dindar insanları siyasetten
alıkoymak için bunu konuşuyorsanız, bu millet de sizi affetmez. Bunu böyle
bilin. Bu ülkede dindar insanların da siyaset yapma hakkı vardır. '
demek suretiyle 'İrtica' ile 'Dindar insanın' karıştırılmasına, 'Dindarlık' ile
'Devletin laik niteliğini kabul etmenin' bir arada olamayacağı anlayışına ve
dindar kişinin siyaset yapmasını dini siyasete alet etmek olarak kabul ve
takdim eden yanlış anlayışlara karşı çıkmıştır. Bu açıklamalar, laikliğin doğru
anlaşılması bakımından yapılmış değerlendirmeleri içermektedir.
d) Bu
değerlendirmelerden Anayasa veya laiklik karşıtı bir anlam çıkarmak da hukuken
mümkün değildir. İddianame metninde geçen bu ifadeleri, niyet okumak suretiyle başka
anlamlara çekmek veya buna gizli anlamlar yüklemek, hem hukuken ve hem de
fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun
evrensel ilkeleri, niyet okumayı menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü
iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan
bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir,
olamaz da. İddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder, söylenilen sözü,
söyleyenin iradesine rağmen anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci
maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
e) AK Parti Genel
Başkanının konuşmasında, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in ismi hiç geçmemiş
ve ona dönük bir eleştiri de yapılmamıştır.
Konuşma ile Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in
açıklaması arasında bağ kurulması, tamamen basın mensupları tarafından
yapılmış, iddia makamı da bunun doğru olup olmadığını araştırmadan olduğu gibi
iddianameye almıştır. Bu açık bir hukuka aykırılıktır.
Kaldı ki Anayasa ve yasalarımızda, 'Cumhurbaşkanı ve
görüşleri eleştirilmez, aksi halde laiklik ilkesi ihlal edilmiş sayılır.' diye
herhangi bir kural yoktur. Aksine demokratik bir hukuk devleti (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak 'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ile
'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp
teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve
kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak
açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi AK Parti Genel Başkanı da sahiptir.
Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, AK Parti Genel Başkanından
esirgediği düşünülemez. Herkes gibi AK Parti Genel Başkanı da ülke gündeminde
ki sorunları dile getirmek, kendisine, partisine ve politikalarına dönük
eleştirilerle ilgili tespit ve değerlendirmelerde bulunarak düşüncelerini
açıklamak ve cevap vermek hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve
yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, görüş
ve düşüncelerini açıkladı, ülke sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde
bulundu diye laiklik karşıtı gösteremez ve bunu yapanların siyasi yasaklı hale
gelmesini talep ve dava edemez.
56) İddianamenin
52-53'üncü sayfalarında yer alan 56 numaralı iddiada (EK-161) yer alan konuşma;
AK Parti'ye dönük haksız isnatlarda bulunan bir medya grubuna ve 'Akibeti
Menderes gibi olacak' diye bizzat Başbakana karşı imalı tehditte bulunan CHP
Genel Başkanı Deniz BAYKAL'a verilmiş, demokrat bir cevaptan ibarettir. Ancak
konuşmada herhangi bir medya grubunun ismi anılmamıştır.
a) İddianamedeki;'Bunların
derdi laiklik değil, menfaat hesabı. Bunlar köşeye sıkıştırma metotları.
Tehditle bizden bir şey alamazsınız. Bunların istediği düzen demokrasi değil,
diktatoryal düzen' ifadeleri, 'basında yer alan bir kısım haber ve eleştirilere
dönük cevap ve eleştirilerdir. AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan, bazı basın
yayın organlarının laiklik derdinde olmadığını ve menfaat hesabıyla haber ve yorum
yaparak hükümeti sıkıştırdıklarını ifade etmiştir. Bir Başbakanın 'Bunların
derdi laiklik değil, menfaat hesabı'' demesinin, kendisine ve hükümetine ve
partisine dönük eleştirilerde bulunanlara cevap vermesinin, neresi laiklik
ilkesine veya Anayasaya aykırıdır. Olabilir mi böyle bir şey veya böyle bir
kabul' Elbette ki olamaz. Aksi, basının siyasiler tarafından eleştirilmesinin
Anayasaya aykırılığı noktasına bizi götürü ki bu, açık bir Anayasa ihlalidir.
b) İddianamede
geçen; 'İdam sehpasının yolunu gösteriyor. Biz bu yola çıkarken daha önce de
demokrasiye inanmış insanların söylediğini söylüyoruz. Biz o beyaz
çarşaflarla beraber yola çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız. Bu
konuda rahatız.' (iddianame, s. 53) ifadelerinin muhatabı, CHP Genel Başkanıdır.
Bu husus konuşmanın ilgili bölümünün tam metninde daha açık görülmektedir.
Şöyle ki: ''İşte buyurun daha şimdiden, daha Cumhurbaşkanı değerlendirmesini
yapmadan hemen bakıyorsunuz anamuhaletin başı, şimdiden ahkam kesmeye başladı.
Şimdiden yargıya akıl vermeye başladı, şimdiden yönlendirme yapmaya başladı.
İstikamet veriyor ve idam sehpasının yolunu gösteriyor. Sen nasıl demokratsın
ya...Sen nasıl demokratsın, sen nasıl demokratsın' Ama biz şuna inanıyoruz; biz
bu yola çıkarken daha önce de demokrasiye inanmış insanların söylediğini
söylüyoruz. Biz o beyaz çarşaflarla beraber yola çıktık, biz bu konuda bedel
ödemeye hazırız, bu konuda rahatız.'' (Anadolu Ajansı, 12.02.2008) ( EK-)
Bu açıklama; demokrat olmayan, hukuku hiçe sayan ve
demokratik siyasi çoğulculuğun gerekleriyle bağdaşmayan bir üslupla imalı bir
biçimde AK Parti Genel Başkanını bizzat idam ile tehdit eden CHP Genel
Başkanına, AK Parti Genel Başkanının verdiği, demokrat bir cevaptır. Bu cevap,
demokrat bir yaklaşım olup, cumhuriyetimizin değişmez ve değiştirilmesi teklif
edilemez 'Demokratik ' bir' devlet' (Anayasa, m. 2) niteliğine sahip çıkma ve
onu savunmadır.
Türk demokrasi tarihinde, 'Bayramlık elbise - idamlık
elbise' ifadesi, Başbakanlar tarafından bir demokrasi savunusu olarak sürekli
kullanılagelmiştir. Bu, bir demokrasi retoriğidir.
Kendisini ölümle tehdit eden, kendisine haksız isnatlarda
bulunan anamuhalefet liderine Başbakanın verdiği cevabı laiklikle
ilişkilendirmek ve daha da ileri giderek, konuşmada muhataplar açıkça ifade
edilmiş ve iddianameye konulan metinde de yer almasına rağmen iddia makamının;
''Başbakan bu söylemiyle de yetinmeyerek partisinin grup toplantısında yaptığı
bir konuşmada, ''Biz şuna inanıyoruz; biz yola çıkarken daha önce de
demokrasiye inanmış insanların söylediğini söylüyoruz. Biz o beyaz çarşaflarla
yola çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız'' demiş, kefen veya idam
gömleğiyle özdeşleşen 'beyaz çarşaf' betimlemesiyle devleti ve toplumu
dönüştürme kararlılığını ve bu uğurda neleri göze aldığını vurgulamış, ölüm ve
idam çağrıştırmalarıyla halkın bir kısmını laik devlet aleyhine kışkırtıcı
tavrını sürdürmüştür.' (Sayfa: 135, paragraf :3) değerlendirmesinde bulunması,
anlamı yoruma gerek kılmayacak derecede açık olan bir beyandan; 'Beyaz çarşaf'
kelimelerinden hareketle 'Devleti ve toplumu dönüştürme', 'Laik devlet aleyhine
kışkırtıcı tavır' hüküm veya isnadını üretmesi, tam bir çarpıtma ve delil
başkalaştırması olup, hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasanın açık bir
ihlalidir.
Halka açık bir toplantıda alenen yapılan ve laiklik
karşıtlığıyla açık veya gizli hiçbir ilgisi bulunmayan bir açıklamadan
hareketle iddia makamının, 'Devleti ve toplumu dönüştürme' ve 'Laik devlet
aleyhine kışkırtıcı tavır' hükmüne varması, açık bir ifadede gizli anlam
araması veya niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekilmesi mümkün olmayan
açıklamalara gizli anlamlar yüklemesi, açık bir anlam tahrifi ve delil tasnii
olup, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir,
çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı menetmiştir. Fiilen
mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı
yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet
okuyucu değildir, olamaz da. Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten
hareket eder. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan
demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
c) Ayrıca bu
sözler, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakanın kendisine, politikalarına ve
icraatlarına dönük eleştirilere cevap mahiyetindedir ve muhatapları da
eleştirenlerdir. Yani konuşmanın muhatapları bellidir. İddia makamının muhatabı
belli olan bir konuşmaya, laiklik ilkesini muhatap kılması hukuken kabul
edilemez. Çünkü iddia makamı, yapılan bir konuşmayı, konuşulan yer, zaman,
neden ve muhatap bağlamından koparıp, söyleyenin iradesine rağmen
anlamlandırıp, sonra da bu anlamdan dolayı konuşanı itham edip hukuki
sorumluluğunu talep ve dava edemez. Bunun aksi, hukukun evrensel ilkeleri ve
Anayasada ifadesini bulan ve teminat altına alınan hukuk devleti ilkelerinin
alenen çiğnenmesidir. Maalesef iddia makamı burada, bu ilkelerin tamamını ihlal
etmiştir.
Kaldı ki bir kişinin kendisine dönük eleştirilere cevap
vermesi, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksine eleştirilere
cevap verme hakkı, Anayasa'nın teminatı altındadır. Başbakanın, Anayasanın
teminatı altında bulunan bir hakkı kullanması, Anayasaya aykırı değildir. İddia
makamının iddiasıyla da Anayasaya uygun bir şey, Anayasaya aykırı hale gelmez.
Anayasa ve yasalarımızda, 'Basın veya anamuhalefet lideri
eleştirilemez ve bir başbakan kendine dönük eleştirilere cevap veremez, aksi
halde laiklik ilkesi ihlal edilmiş sayılır.' diye herhangi bir kural yoktur.
Aksine demokratik bir hukuk devleti (Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak
'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ile 'Düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti' (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve
hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka
yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu
gibi AK Parti Genel Başkanı da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve
hürriyeti, AK Parti Genel Başkanından esirgediği düşünülemez. Herkes gibi AK
Parti Genel Başkanı da ülke gündeminde ki sorunları dile getirmek, kendisine,
partisine ve politikalarına dönük eleştirilerle ilgili tespit ve
değerlendirmelerde bulunarak düşüncelerini açıklamak ve cevap vermek hak ve
yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak
ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, görüş
ve düşüncelerini açıkladı, ülke sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde
bulundu diye laiklik karşıtı gösteremez ve bunu yapanların siyasi yasaklı hale
gelmesini talep ve dava edemez.
d) Ayrıca bu
konuşma, Türkiye Büyük Millet Meclisinde ve AK Parti Grup Genel Kurulunda
yapılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisinde Partilerin Grup Genel Kurullarında
yapılan konuşmalar ve aksi kararlaştırılmadıkça bunların basında yer alması ve
dışarıda tekrarlanması mutlak yasama sorumsuzluğu kapsamında olup, Anayasa'nın
83'üncü maddesinin teminatı altındadır.
57) İddianamenin
53'üncü sayfasında yer alan 57 numaralı iddiada (EK-162) yer alan konuşmada; AK
Parti'nin ayrımcılık yapmadığı ve yapmayacağı, insanımıza eşit gözle baktığı ve
hizmet ettiği, CHP ve basında bazılarının bunu farklı göstermelerinin
yanlışlığı anlatılmakta, laikliğin önemi vurgulanmakta, CHP Genel Başkanı ve
basın eleştirilmektedir.
a) İddia makamı,
konuşmayı bütününden koparıp, sadece bir kısmını vermiştir. Konuşma metninin
kendince aleyhe olduğunu kabul ettiği kısmını almış, kendince lehe olduğunu
düşündüğü kısmı almamıştır. Bu, yasal olarak lehe ve aleyhe delilleri
toplamakla yükümlü ve görevli iddia makamının bu yükümlülük ve görevini
yapmaması, subjektif bir yaklaşım olup, iyi niyet kurallarıyla bağdaşmaz.
Konuşmanın bir bütünlük içinde değerlendirilmesi için, Anadolu Ajansında çıkan
konuşma metnini aynen veriyoruz: 'ANKARA (A.A) - 13.02.2008 - AK Parti Genel
Başkanı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ''Bizim ilkelerimizde başı örtülü, başı
açık diye bir ayrım yoktur olamaz. Bunu böyle bilin. Başı açık olan kardeşim,
kardeşim. Başı örtülü olan kardeşim, o da kardeşim'' dedi.
''(Bizi çarşafa sokacaklar) diyorlar. Ya insaf...
Affedersiniz, gazetelerinin baş köşelerinde bu toplumun ahlak değerleriyle
tamamen ters düşen çırılçıplak kadın resimlerini siz basıyorsunuz. Basıyorlar
mı' Basıyorlar. Affedersiniz, ilavelerinizde her şey tamamıyla ortada. Bugüne kadar
ne yapıldı, hangi müdahale yapıldı, yasama ve yürütme olarak''' diyen Erdoğan,
vatandaşa, ''Halkımızı seviyoruz. Onun için bunların 'başı açık olanların
geleceği garanti altında olmaz' gibi safsatalarına asla uymayın'' diye
seslendi.
'Başbakan Erdoğan, partisinin il başkanları
toplantısında yaptığı konuşmada, AK Parti'nin siyasete sadece yeni bir soluk
değil, yeni bir siyaset tarzını da getirdiğini ifade etti. Erdoğan, ''biz ve
diğerleri'' şeklinde ayrım yaparak, marjinal kalıplarına çekilen bir siyasetin
doğurduğu olumsuz sonuçları iyi bildiklerini söyledi. Bu işin içinde pişe pişe
geldiklerini belirten Erdoğan, şöyle konuştu:
''Tespitlerimiz, teşhislerimiz oradan geliyor. Çözüm
önerilerimizi bu hassasiyet içinde ortaya koyuyoruz. Bu yüzden toplumumuzun
her kesiminin her sorununu siyasetimizin konusu yaptık. Her kesimi aynı
samimiyetle kucakladık, her soruna aynı duyarlılık ile yaklaştık.
1994'te İstanbul gibi bir kentin belediye başkanlığını
yaptım ve arkadaşlarımızla beraber orada tüm İstanbullulara hizmet verdim. Aynı
dönemde Melih Bey Ankara'da belediye başkanıydı. O belediye başkanlığımız
döneminde halkımızın hangi katmanları bizden olumsuz bir yaklaşım gördü' Acaba
onların yaşam tarzlarına yönelik olarak biz hangi olumsuz yaklaşımı ortaya
koyduk. Bunu bize ispatlayabilirler mi' Cımbızlaya cımbızlaya kenarda köşede
bulabildikleri birçok olaylarla kendilerine göre gazetelerinde haberler yapmaya
çalıştılar ama tutmadı. Bunu neye dayanarak söylüyorum, çünkü halkımız bizi
büyüttükçe büyüttü ve bugünlere geldik. AK Parti de böyle iktidar olmuştur.
Dün de söyledim, Antalya CHP'nin kalesi... Şu anda AK
Partili bir belediye başkanı var. Acaba kimin yaşam tarzına biz orada dokunduk'
AK Parti zihniyeti orada ne yaptı' Orada tüm halka hizmeti götürmüyor mu' Antalya'nın
tarihinde acaba böyle bir hizmet Antalya'ya verilebilmiş midir' Baykal, dikili
ağacın var mı senin Antalya'da' Bunu bize göster. Allah aşkına, Baykal
yatıyor, kalkıyor, laiklik, laiklik, laiklik... Başka bir şey konuştuğu yok.
Laiklik, laiklik diyerek bu ülkede laikliği yozlaştırdı Baykal. Laiklik bu
değil. Laiklik bu değil ki. Laiklik toplumun tüm katmanlarına, inanç gruplarına
aynı mesafede olmak, eşit mesafede olmak, onları güvence altına almaktır. Ama
Baykal akşam yatıyor başka, sabah kalkıyor başka. Sen hizmet için ne yaptın bu
ülkede, Allah aşkına bunu söyle. İnsanlar arasında ayrım yapmak varsa bu senin
kitabında var. Senin yaşam tarzında var. Ama bizim yaşam tarzımızda bu yok. Biz
bütün vatandaşlarımıza aynı mesafedeyiz. Aynı hizmeti verdik, vermeye de devam
edeceğiz. Eksiklerimiz olabilir, yanlışlarımız olabilir ama ben size somut
örnek veriyorum. İşte İstanbul'da, Ankara'da, Antalya'da, Adana'da,
Gaziantep'te, Samsun'da, Bursa'da, Erzurum'da, Konya'da, Kayseri'de AK Partili
belediye var. Ne gördünüz ayrımcılık adına soruyorum'''
İrili ufaklı bin 800'e varan AK Partili belediye
bulunduğunu anlatan Erdoğan, ''Somut olarak ne gördünüz vatandaşlarımız
arasında ayrımcılık olarak, hizmetten başka, insanları sevmekten başka' Hizmet
sevgiyle olur, lafla olmaz. Hizmet saygıyla olur, lafla olmaz. İşte bunu biz
başardık'' diye konuştu. Başbakan Erdoğan, şöyle devam etti:
''Ben yine sesleniyorum: Bizim ilkelerimizde başı örtülü,
başı açık diye bir ayrım yoktur olamaz. Bunu böyle bilin. Başı açık olan kardeşim,
kardeşim. Başı örtülü olan kardeşim, o da kardeşim. Biz yaratılanı yaratandan
ötürü sevme anlayışıyla bu yolda hizmete devam ediyoruz. Kusura bakmasın,
Baykal ve benzerleri gibi değil. Bunu böyle bilin. Ve onlarla aynı istikameti
de paylaşan kusura bakmasınlar, medya gruplarıyla da aynı düşünmüyoruz.
Ne yazarlarsa yazsınlar, ne resmederlerse etsinler,
halkımız her şeyi gayet iyi biliyor. 'Bizi çarşafa sokacaklar' diyorlar. Ya
insaf. Affedersiniz, gazetelerinin baş köşelerinde bu toplumun ahlak değerleriyle
tamamen ters düşen çırılçıplak kadın resimlerini siz basıyorsunuz. Basıyorlar
mı' Basıyorlar. Affedersiniz, ilavelerinizde her şey tamamıyla ortada. Bugüne
kadar ne yapıldı, hangi müdahale yapıldı, yasama ve yürütme olarak' Bizim
yaptığımız veya yapacağımız herhangi bir şey mi var' Yaptık mı, hayır. O zaman
nedir bu feryat' Biz ne diyorduk' Ne haliniz varsa görün. Halk zaten sizi
nereye getirecekse getirir, ne kadar gazetenizi alacaksa alır. Beğenirse alır,
beğenmezse almaz. Daha ne istiyorsunuz' Yoksa gazetelerinizi toptan biz mi
satın alacağız' Bunu mu bekliyorsunuz'''
Şu anda bu hizmeti kararlı bir şekilde, sadece halkın
hizmetkarı olma anlayışı ile sürdürdüklerini ifade eden Erdoğan, ''Halkımızı seviyoruz.
Onun için bunların 'başı açık olanların geleceği garanti altında olmaz' gibi
safsatalarına asla uymayın'' dedi. Erdoğan, şunları kaydetti:
''Bu tuzağa benim halkım düşmez biliyorum ama sakın bu
oyuna gelmeyin. Biz ilk defa bu ülkede iktidarda değiliz. 1994'te yerel
yönetimlerde görev yaptık. 2002'de 58 ve 59. hükümetleri kurduk. Şimdi 60.
Hükümet olarak varız. Merkezi yönetimde varız, yerel yönetimlerde varız. Nasıl
şu ana kadar hiçbir başı açık kardeşim bu ülkede bizden olumsuz bir şey görmediyse
bundan sonra da görmez, göremez. Çünkü onların yaşam şekli de bizim güvencemiz
altındadır.
Kimse bizi bu tuzağa düşürme gayreti içine de girmesin.
Bu konuda hassasiyetlerimiz var. Çok açık konuşuyorum. AK Parti grubu ortada.
Bizim yüzde 10'a yakın kadın milletvekilimiz var. CHP'nin yüzde kaç' Parmak
sayısını geçmez. Hani kadına değer veriyordun, ispat et. Bizim her şeyimiz
ortada uygulama ile ispat ediyoruz. Şu anda böyle. Önümüzdeki dönemde çok daha
farklı konuma geleceğiz. Bunların kadın hakları anlayışına da inanmayın.
Bunların kadın hakları noktasında da böyle bir hassasiyetleri yok. Onun için
kısa kısa geliyorlar, asıl kesenler onlar. Yani başı örtülü olarak bu ülkede
eğitim-öğrenim hakkının önünü kesme... Bunun laiklikle yakından uzaktan ne
alakası olabilir' Bunu gündeme getirenler bunlar. Ne alakası var' Dünyada
laiklik bir bizde mi var arkadaşlar' Batı ülkelerinin bir çoğu laik sistem.
Amerika da laik ama Anglosakson laiklik uyguluyor, İngiltere öyle uyguluyor.
Ama laikliği uyguluyor. Var mı bir sıkıntı' Yok.
Şimdi bakıyorsunuz, 'batı gazetelerinden haberler' diye
köşe yazıları alıyorlar. Bir incelettim, arkadaşlar büyük bir çoğunluğu yalan,
yalan ve uydurma haberler. Şu anda arkadaşlarım onların üzerinde de
çalışıyorlar. Arkadaşlarımız orijinalini de koyarak bunları ilan edecekler.
Çünkü Türkiye'de bir ayrımcılığı ortaya koymak suretiyle kafaları
bulandırmaktan başka bir dertleri yok.''
Öfkeli olduğu yönünde eleştiriler bulunduğuna da işaret
eden Erdoğan, ''Öfkeli olduğumu söylüyorlar. Öfke bir hitabet sanatıdır. Çünkü
ben zulmü alkışlayamam, zalimi de asla sevemem. Kusura bakmasınlar, yumuşak
başlıysak uysal koyun değiliz. Bunu da bilmeleri lazım'' diye konuştu.
Erdoğan, şu ana kadar politikalarını böyle
sürdürdüklerini, bundan sonra da böyle sürdüreceklerini vurgulayarak, ''Biz
karşımızdakilere saygı gösterirken karşımızdakilerin de bize saygı göstermeleri
gerekiyor'' dedi.
''Bir yanağına vur, öbür yanağını çevirirsin'' anlayışına
da sahip olmadıklarını ifade eden Erdoğan, ''Kusura bakmasınlar, öyle yanak
bizde yok. Böyle yanak bizde yok. Çünkü adalet bu değildir'' dedi. Başbakan
Erdoğan, onun için adaleti, kalkınmayı, özgürlükleri, demokrasiyi sadece
kendileri için istemediklerini, Türkiye'nin her bölgesine, her şehrine,
toplumun tüm kesimlerine aynı samimiyetle kucak açtıklarını söyledi. Erdoğan,
''Enerjimizi belli bazı sorunlara yoğunlaştırıp umumun sorunlarına kayıtsız
kalmadık. Adalet isteyeceksek herkes için istemek, özgürlükleri genişleteceksek
herkes için genişletmek durumundayız. Bizler Türkiye'nin sorunlarının sağlam
bir siyasi iradeyle çözülebileceğini iyi biliyoruz'' diye konuştu.' (Anadolu
Ajansı, 13.02.2008)
Bu sözlerden hangisi, laiklik ilkesine veya Anayasaya
aykırıdır' 'Bu yüzden toplumumuzun her kesiminin her sorununu siyasetimizin
konusu yaptık. Her kesimi aynı samimiyetle kucakladık, her soruna aynı
duyarlılık ile yaklaştık.' demesi mi Anayasa veya laiklik ilkesine aykırı'
Yoksa '1994'te İstanbul gibi bir kentin belediye
başkanlığını yaptım ve arkadaşlarımızla beraber orada tüm İstanbullulara hizmet
verdim. Aynı dönemde Melih Bey Ankara'da belediye başkanıydı. O belediye
başkanlığımız döneminde halkımızın hangi katmanları bizden olumsuz bir yaklaşım
gördü' Acaba onların yaşam tarzlarına yönelik olarak biz hangi olumsuz
yaklaşımı ortaya koyduk. Bunu bize ispatlayabilirler mi' Cımbızlaya cımbızlaya
kenarda köşede bulabildikleri birçok olaylarla kendilerine göre gazetelerinde
haberler yapmaya çalıştılar ama tutmadı. Bunu neye dayanarak söylüyorum, çünkü
halkımız bizi büyüttükçe büyüttü ve bugünlere geldik. AK Parti de böyle iktidar
olmuştur.' açıklaması mı Anayasa veya laiklik ilkesine aykırı'
Veya 'Allah aşkına, Baykal yatıyor, kalkıyor, laiklik,
laiklik, laiklik... Başka bir şey konuştuğu yok. Laiklik, laiklik diyerek bu
ülkede laikliği yozlaştırdı Baykal. Laiklik bu değil. Laiklik bu değil ki.
Laiklik toplumun tüm katmanlarına, inanç gruplarına aynı mesafede olmak, eşit
mesafede olmak, onları güvence altına almaktır. Ama Baykal akşam yatıyor başka,
sabah kalkıyor başka. Sen hizmet için ne yaptın bu ülkede, Allah aşkına bunu
söyle. İnsanlar arasında ayrım yapmak varsa bu senin kitabında var. Senin yaşam
tarzında var. Ama bizim yaşam tarzımızda bu yok. Biz bütün vatandaşlarımıza
aynı mesafedeyiz. Aynı hizmeti verdik, vermeye de devam edeceğiz. Eksiklerimiz
olabilir, yanlışlarımız olabilir ama ben size somut örnek veriyorum. İşte
İstanbul'da, Ankara'da, Antalya'da, Adana'da, Gaziantep'te, Samsun'da,
Bursa'da, Erzurum'da, Konya'da, Kayseri'de AK Partili belediye var. Ne gördünüz
ayrımcılık adına soruyorum''' değerlendirme ve eleştirisi mi Anayasa veya
laiklik ilkesine aykırı'
Yoksa ''Ben yine sesleniyorum: Bizim ilkelerimizde
başı örtülü, başı açık diye bir ayrım yoktur olamaz. Bunu böyle bilin. Başı
açık olan kardeşim, kardeşim. Başı örtülü olan kardeşim, o da kardeşim. Biz
yaratılanı yaratandan ötürü sevme anlayışıyla bu yolda hizmete devam ediyoruz.
Kusura bakmasın, Baykal ve benzerleri gibi değil. Bunu böyle bilin. Ve onlarla
aynı istikameti de paylaşan kusura bakmasınlar, medya gruplarıyla da aynı
düşünmüyoruz.' demesi mi Anayasa veya laiklik ilkesine aykırı'
Veya ''Bu tuzağa benim halkım düşmez biliyorum ama
sakın bu oyuna gelmeyin. Biz ilk defa bu ülkede iktidarda değiliz. 1994'te
yerel yönetimlerde görev yaptık. 2002'de 58 ve 59. hükümetleri kurduk. Şimdi
60. Hükümet olarak varız. Merkezi yönetimde varız, yerel yönetimlerde varız.
Nasıl şu ana kadar hiçbir başı açık kardeşim bu ülkede bizden olumsuz bir şey
görmediyse bundan sonra da görmez, göremez. Çünkü onların yaşam şekli de bizim
güvencemiz altındadır.' açıklaması mı Anayasa veya laikliğe aykırı'
Bu açıklamanın hangi kelime veya cümlesi Anayasa veya
laiklik ilkesine aykırıdır' Cevabı bizce net ve tartışmasız: Hiç biri, Anayasa
ve laikliğe aykırı değildir. Anayasa ve laikliğe aykırı olan Başbakanın
değerlendirme ve tespiti değil, iddia makamının laiklik yorumudur.
Başbakanın bu açıklamalarından ayrımcılık, laiklik
karşıtlığı, Anayasaya aykırılık ve parti kapatma gerekçesi asla çıkarılamaz.
Aksine Başbakanın bu beyanları, iddianameyi açıkça tekzip
etmektedir.
b) 'Zira bize
de inanan, güvenen bir kitle var. O kitle, sessiz yığınlar olarak yıllar yılı
bekledi. O dille tercüman olacak siyasetçiler olarak bizi buraya gönderdi.'
ifadeleri, laiklik karşıtı ve gizli anlam yüklü ifadeler değildir.
Demokrasilerde her siyasi parti, tüzük ve programıyla
milletin karşısına çıkar ve milletten oy ister. İnsanlar; tüzüğünü, programını
ve projelerini beğendikleri partilere oy verirler. Her partiye güvenip oy veren
insanlar olduğu gibi AK Partiye oy veren ve güvenen insanların olması çoğulcu
demokrasinin gereğidir. Demokrasilerde, bir partiye oy verenleri, diğer partiye
oy verenlerin karşısına dikecek bir anlayış ve yaklaşımı benimsemek veya
insanların farklı siyasi partilere oy vermesine şüphe ile bakmak ve onları
potansiyel bir tehlike gibi kabul etmek ve böyle göstermek, demokrasinin ruhu
ile bağdaşmaz. Aksine demokratik hukuk devletlerinde milletin tercihleri
kıymetli olup, siyasi partilerin iktidara gelmesinde ve iktidardan ayrılmasında
tek belirleyici kriterdir.
1961 Anayasası ve 1982 Anayasası'nın 2'inci maddesine
göre, 'Türkiye Cumhuriyeti ' demokratik ' bir ' devlettir''
'Demokratik devlet, egemenliğin bir kişi, zümre veya
sınıf tarafından, belli sınıflar yararına kullanılmadığı, serbest ve genel
seçimin iktidara gelmede ve iktidardan ayrılmada tek yol olarak kabul edildiği
ve iktidarın bütün millet yararına kullanıldığı' bir idare biçimidir.' (Anayasa
Mahkemesi, 1963/173 E., 26.09.1965 Tarih ve 1965/40 K., AMKD, S. 4, S. 301)
'Hürriyetçi demokratik rejimin özellikleri, ülkeden
ülkeye bazı değişiklikler göstermekle beraber, bu rejimin vazgeçilmez, asgari
şartı olarak kabul edilmesi gereken bazı unsurlar da vardır. Bunların en
önemlileri, siyasal sistemdeki temel siyasal karar organlarının genel oya dayanan
serbest seçimlerle oluşması, serbestçe örgütlenen siyasal partiler arasında
eşit şartlarla yürütülen iktidar yarışması ve tüm vatandaşların temel hak ve
hürriyetlerinin tanınmış ve hukuki güvence altına alınmış olmasıdır'' (Ergun
ÖZBUDUN, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, 7. Baskı, Ankara ' 2002, S. 82)
Bu bilimsel, Anayasal ve yargısal gerçeklik karşısında AK
Parti Genel Başkanının kendi partisine oy veren ve güvenen bir kitlenin
olduğunu söylemesi, demokrasilerde yadırganmaz ve bu ifadelerin altında gizli
anlamlar aranmaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan
demokratik hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz.
'Öfkeli olduğumu söylüyorlar, öfke de bir hitabet
sanatı. Çünkü ben zulmü alkışlayamam, zalimi de sevmem. Yumuşak başlıysak uysal
koyun değiliz'' ifadeleri de, laiklik
karşıtı ve gizli anlamlar yüklü ifadeler değildir. Bu sözler; AK Parti'ye veya
icraatlarına karşı haksız veya saygı sınırlarını aşan eleştiriler karşısında
sessiz kalınmayacağını belirtmek için kullanılmıştır. Haksızlık karşısında
susmanın yanlışlığını ifade eden, 'Çünkü ben zulmü alkışlayamam, zalimi de
sevmem. Yumuşak başlıysak uysal koyun değiliz'' sözü ile saygının karşılıklı
olduğunu vurgulayan ''Biz karşımızdakilere saygı gösterirken
karşımızdakilerin de bize saygı göstermeleri gerekiyor'' cümlesi, bunu
açıkça göstermektedir.
Ayrıca halka açık bir toplantıda alenen yapılan ve
laiklik karşıtlığıyla açık veya gizli hiçbir ilgisi bulunmayan bir açıklamadan
hareketle iddia makamının, açık bir ifadede gizli anlam araması veya niyet
okumak suretiyle başka anlamlara çekilmesi mümkün olmayan açıklamalara gizli
anlamlar yüklemesi, aleni bir anlam tahrifi ve delil tasnii olup, hem hukuken
ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun
evrensel ilkeleri, niyet okumayı menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü
iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan
bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir,
olamaz da. Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder.
Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk
devleti ilkesinin açık ihlalidir.
c) Ayrıca bu
sözler, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakanın kendisine, politikalarına ve
icraatlarına dönük eleştirilere cevap mahiyetindedir ve muhatapları da
eleştirenlerdir. Yani konuşmanın muhatapları bellidir. İddia makamının muhatabı
belli olan bir konuşmaya, laiklik ilkesini muhatap kılması hukuken kabul
edilemez. Çünkü iddia makamı, yapılan bir konuşmayı, konuşulan yer, zaman,
neden ve muhatap bağlamından koparıp, söyleyenin iradesine rağmen
anlamlandırıp, sonra da bu anlamdan dolayı konuşanı itham edip hukuki
sorumluluğunu talep ve dava edemez. Bunun aksi, hukukun evrensel ilkeleri ve
Anayasada ifadesini bulan ve teminat altına alınan hukuk devleti ilkelerinin
alenen çiğnenmesidir. Maalesef iddia makamı burada, bu ilkelerin tamamını ihlal
etmiştir.
Kaldı ki bir kişinin kendisine dönük eleştirilere cevap vermesi,
ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksine eleştirilere cevap
verme hakkı, Anayasa'nın teminatı altındadır. Başbakanın, Anayasanın teminatı
altında bulunan bir hakkı kullanması, Anayasaya aykırı değildir. İddia
makamının iddiasıyla da Anayasaya uygun bir şey, Anayasaya aykırı hale gelmez.
Anayasa ve yasalarımızda, 'Basın veya anamuhalefet lideri
eleştirilemez ve bir başbakan kendine dönük eleştirilere cevap veremez, aksi
halde laiklik ilkesi ihlal edilmiş sayılır.' diye herhangi bir kural yoktur.
Aksine demokratik bir hukuk devleti (Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak
'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ile 'Düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti' (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve
hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka
yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu
gibi AK Parti Genel Başkanı da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve
hürriyeti, AK Parti Genel Başkanından esirgediği düşünülemez. Herkes gibi AK
Parti Genel Başkanı da ülke gündeminde ki sorunları dile getirmek, kendisine,
partisine ve politikalarına dönük eleştirilerle ilgili tespit ve
değerlendirmelerde bulunarak düşüncelerini açıklamak ve cevap vermek hak ve
yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak
ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, görüş
ve düşüncelerini açıkladı, ülke sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde
bulundu diye laiklik karşıtı gösteremez ve bunu yapanların siyasi yasaklı hale
gelmesini talep ve dava edemez.
58) İddianamenin
53'üncü sayfasında yer alan 58 numaralı iddiada (EK-163) yer alan konuşma;
başörtüsü sorunu ve çözümüne yönelik bir değerlendirmedir.
a) Konuşma,
başörtüsü sorunu ve çözümüyle ilgili bir değerlendirmedir.
Türkiye'de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun
varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan
hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti
programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve
bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye
Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu
kurmuştur.
Ayrıca Türkiye'de sivil toplum örgütleri, üniversiteler,
hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu
sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı'da dava konusu olup, mahkemelerce de
tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir
sorunu Başbakanın dile getirmiş olması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya
aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan
demokratik hukuk devleti ve 10'uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık
bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik bir ülkede demokrasi, hukuk devleti
olan bir ülkede hukuk ve laik devlet yapısına sahip bir ülkede laiklik, öğrenim
hakkının teminatıdır.
Bir Başbakanın, ülkesinde yaşanan ve herkesin konuştuğu
bir sorunu konuşması ve çözümüne dair değerlendirmede bulunmasının ve beraberce
bu sorunu aşarız demesinin neresi Anayasaya aykırıdır'
b) Konuşmada geçen;
'Ben ülkemde üniversiteye gidemiyorum, neden'' 'başörtüm olduğu için
gidemiyorum' işte bunu aşabilmenin gayreti içinde, bundan sonraki beklentilere
yönelik olarak Türkiye'de yasalar zaten belli. (') Kurumsal mutabakatı yüzde
yüz bekleyenler bir defa yanlışın içindeler. Hiçbir zaman mutabakat yüzde yüz
olur diyemezsiniz. (') Her şeyden önce sessiz duran yığınların bir
temsilcisiyim. Bakın alanlara, belli insanlar gelip toplanıyor. Onlar da benim
vatandaşım ve oralarda bazı senaryolar düzenleniyor. Sabırla izliyorum.
Bulunduğum makam nedeniyle. Ama şu anda böyle bir şeyin karşısında eğer gerilim
taraftarı olsam o meydanlara 10 katını biz toplarız. (') 5 yıl başörtüsü
konusunda ses çıkarmadık. Hep sabır sabır dedik. (') Din İşleri Yüksek Kurulu
1980'de Kuran-ı Kerim'den bir ayeti alıyor şöyle diyor: Cenab-ı Hak bu ayeti
ile celile ile cahiliye devrinin bu adetini kesinlikle yasaklamış. Müslüman
kadınların başörtülerini, saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun ve
gerdanlarını örtecek şekilde yakalarının üzerine salmalarını emretmiştir.'
ifadeleri de, laiklik karşıtı ve gizli anlamlar yüklü ifadeler değildir.
Laiklik karşıtlığıyla açık veya gizli hiçbir ilgisi
bulunmayan bir açıklamadan hareketle iddia makamının, açık bir ifadede gizli
anlam araması veya niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekilmesi mümkün
olmayan açıklamalara gizli anlamlar yüklemesi, aleni bir anlam tahrifi ve delil
tasnii olup, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün
değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı
yasaklamıştır. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne
anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve
netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. Hukuk devletinde
iddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder. Aksinin kabulü, Anayasanın
2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık
ihlalidir.
c) Ayrıca bu
sözler, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakanın kendisine, politikalarına ve
icraatlarına dönük eleştirilere cevap mahiyetindedir ve muhatapları da
eleştirenlerdir. Yani konuşmanın muhatapları bellidir. İddia makamının muhatabı
belli olan bir konuşmaya, laiklik ilkesini muhatap kılması hukuken kabul
edilemez. Çünkü iddia makamı, yapılan bir konuşmayı, konuşulan yer, zaman,
neden ve muhatap bağlamından koparıp, söyleyenin iradesine rağmen
anlamlandırıp, sonra da bu anlamdan dolayı konuşanı itham edip hukuki
sorumluluğunu talep ve dava edemez. Bunun aksi, hukukun evrensel ilkeleri ve
Anayasada ifadesini bulan ve teminat altına alınan hukuk devleti ilkelerinin
alenen çiğnenmesidir. Maalesef iddia makamı burada, bu ilkelerin tamamını ihlal
etmiştir.
Kaldı ki bir kişinin kendisine dönük eleştirilere cevap
vermesi, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksine eleştirilere
cevap verme hakkı, Anayasa'nın teminatı altındadır. Başbakanın, Anayasanın
teminatı altında bulunan bir hakkı kullanması, Anayasaya aykırı değildir. İddia
makamının iddiasıyla da Anayasaya uygun bir şey, Anayasaya aykırı hale gelmez.
Anayasa ve yasalarımızda, 'Bir başbakan kendine dönük
eleştirilere cevap veremez, aksi halde laiklik ilkesi ihlal edilmiş sayılır.'
diye herhangi bir kural yoktur. Aksine demokratik bir hukuk devleti (Anayasa,
m. 2) olmanın gereği olarak 'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ile
'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp
teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve
kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak
açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi AK Parti Genel Başkanı da sahiptir.
Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, AK Parti Genel Başkanından
esirgediği düşünülemez. Herkes gibi AK Parti Genel Başkanı da ülke gündeminde
ki sorunları dile getirmek, kendisine, partisine ve politikalarına dönük
eleştirilerle ilgili tespit ve değerlendirmelerde bulunarak düşüncelerini
açıklamak ve cevap vermek hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve
yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, görüş
ve düşüncelerini açıkladı, ülke sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde
bulundu diye laiklik karşıtı gösteremez ve bunu yapanların siyasi yasaklı hale
gelmesini talep ve dava edemez.
c) Diyanet İşleri
Başkanlığı, Anayasal bir kuruluştur. Anayasa'nın 136'ıncı maddesine göre;
'Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi
doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe
dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri
yerine getirir.' Anayasanın bu hükmüne müsteniden kurulan Diyanet İşleri
Başkanlığı'nın kuruluş kanuna göre; 'İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak
esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve
ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı
kurulmuştur.' (22.06.1965 Tarih ve 633 Sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş
ve Görevleri Hakkında Kanun, m. 1)
Anayasal bir kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığının
bir görüşünün AK Parti Genel Başkanı tarafından okunup dile getirilmesi, ne
Anayasaya ve ne de laiklik ilkesine aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasa'dan
aldığı yetkiye göre görev ifa eden ve yetkisini kullanan Diyanet İşleri
Başkanlığı, hukuk dışı hale getireceği gibi, hukuk sınırları içinde bu kurumun
görevlerini yerine getirmesi imkansız hale gelir ve vatandaşların bu kurumun
görüşünü istemesi veya olan görüşünü okuması da hukuk dışı olur. Bu, Anayasada
ifadesinin bulan hukuk devleti ilkesinin ve laiklik ilkesinin açık bir
ihlalidir.
59) İddianamenin
53-54'üncü sayfalarında yer alan 59 numaralı iddiada (EK-164) yer alan 'Sizin
üniversitelerinizin rektörleri de ÜAK Üyesi. Ancak bildiriye imza atanlar oldu.
Bu konuda daha ilkeli tavır bekliyoruz. Bu bildiriye niye karşı çıkmıyorsunuz'
Tavır göstermenizi beklerdik.' sözleri, Başbakan ve AK Parti Genel Başkanına
ait değildir.
Başbakan ile Vakıf Üniversiteleri Birliği Üyeleri
arasında yapılan görüşmede, başörtüsü konusu hiç görüşülmemiş ve konuşulmamıştır.
İddianın delili olarak sunulan gazete, bu hususu açıklıkla ifade etmektedir.
Başbakan ve görüşmeye katılan Vakıf Üniversiteleri Birliği Üyelerinden hiçbiri,
böyle bir açıklama yapmamıştır.
Başbakanlık koridorunda böyle bir konuşmanın geçtiğine
dair de ne Başbakanın ve ne de herhangi bir Vakıf Üniversiteleri Birliği
Üyesinin açıklaması vardır. İddianamede yer alan cümlelerin söylendiğini,
sadece gazete muhabiri iddia etmektedir.
İşin aslını araştırmak ve ona göre işlem yapmakla görevli
iddia makamının, bu görevini yapmadan, aslı olmayan bir gazete haberini delil
olarak sunması, Anayasa'da ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin açık
ihlalidir.
Kaldı ki haberde geçen cümleler, ne laiklik ilkesine ve
ne de Anayasaya aykırıdır. Olmayan bir sitemden, laiklik karşıtı anlamlar
çıkarmak, izahı mümkün olmayan bir durumdur.
60) İddianamenin
54'üncü sayfasında yer alan 60 numaralı iddiada (EK-165) yer alan konuşma; af
konusunda sorulan bir soruya verilmiş cevaptır.
Türk hukukunda affın kim tarafından çıkarılabileceği ve
sonuçlarının ne olacağı, Anayasa ve yasayla düzenlenmiştir. Anayasaya göre, üye
tamsayısının beşte üç çoğunluğunun kararı ile genel ve özel af ilânına, Türkiye
Büyük Millet Meclisi görevli ve yetkilidir (Anayasa, m. 87). Türk Ceza Kanununa
göre affın hüküm ve sonuçları; 'Genel af halinde, kamu davası düşer, hükmolunan
cezalar bütün neticeleri ile birlikte ortadan kalkar (1). Özel af ile hapis
cezasının infaz kurumunda çektirilmesine son verilebilir veya infaz kurumunda
çektirilecek süresi kısaltılabilir ya da adli para cezasına çevrilebilir(2).
Cezaya bağlı olan veya hükümde belirtilen hak yoksunlukları, özel affa rağmen
etkisini devam ettirir(3). (Türk Ceza Kanunu, m. 65)
AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan, Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin görev ve yetkisinde olan af yetkisinin, kişilere verilmesini hiçbir
zaman savunmamıştır. Aksine AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan; 'Cuma günü
Uşak'ta yaptığı af ile ilgili konuşmasının farklı yönlere çekildiğini belirtti.
Af konusunun hukuken, devletin ve Meclis'in iradesinde olduğunu, ancak
kendilerinin bundan bahsetmediğini dile getiren Başbakan Erdoğan, ' AK Parti
iktidarı, bu tür bir affı, parlamentoda gücü yettiği sürece çıkarmaz,
çıkaramaz.'' (Anadolu Ajansı, 09.03.2008) açıklamasıyla, af yetkisinin Türkiye
Büyük Millet Meclisinde olduğunu, parlamentodan af çıkarma gücüne sahip AK
Parti'nin af çıkarmayacağını açıkça ifade etmiştir.
İddianamede geçen '' 'Af yok mu'' diye seslenen bir
vatandaşa, '..Af yok, suç işleyen cezasını çeker, Devlet katili affetme
yetkisine sahip değildir. Katili affetme yetkisi aslında maktulün varislerine
aittir. Öyle olması lazım'' sözleri, laiklik karşıtı ve gizli anlamlar
yüklü sözler değildir. Bu sözler, af konusunda bir hukuki düzenleme yaparken,
bunun kamu vicdanına uyup uymadığına, toplumun yüreğini sızlatıp sızlatmadığına
dikkat etmek ve tarafların hassasiyetlerini gözetmenin, devletin görevi
olduğunu vurgulamak için kullanılmıştır. Hiçbir biçimde çok hukukluluğu veya
şeriat hukukunu savunmak için söylenmemiştir.
Bu gerçekliğe rağmen konu, basın yayın organları
tarafından çarpıtılmış ve sözler amacı dışında değerlendirilmiştir. Bunun
üzerine Başbakan, basında çıkan haberleri tekzip etmiş ve kendi maksadını
bizzat kendisi açıklamıştır. 'Partisinin İzmir İl Kadın Kongresine katılan Başbakan
Erdoğan, Cuma günü Uşak'ta yaptığı af ile ilgili konuşmasının farklı yönlere
çekildiğini belirtti. Af konusunun hukuken, devletin ve Meclis'in iradesinde
olduğunu, ancak kendilerinin bundan bahsetmediğini dile getiren Başbakan
Erdoğan, şöyle konuştu. ''Kamu vicdanında bunun nasıl bir etki doğuracağı da
önemlidir. Devlet düzenleme yaparken bunu da hesaba katmalıdır. Bir hukuki
düzenleme yaparken, bunun kamu vicdanına uyup uymadığına, toplumun yüreğini
sızlatıp sızlatmadığına dikkat etmek, tarafların hassasiyetlerini gözetmek,
devletin görevidir. Biz bunu dile getiriyoruz, ama onlar onu başka yerlere
çekiyor. Hangi insan, ailesinde en sevdiği babası, hanımı, evladı öldürülmüş
olsa, bunlar affedilerek karşısına çıksa, buna katlanabilir mi' Buna dayanabilir
mi, soruyorum sizlere' Neymiş' Devlet af çıkarmış... Olur mu böyle bir şey' AK
Parti iktidarı, bu tür bir affı, parlamentoda gücü yettiği sürece çıkarmaz,
çıkaramaz.'' (Anadolu Ajansı, 09.03.2008) Bu açıklamalar, konunun
çarpıtıldığını açıkça göstermektedir.
Görüldüğü üzere AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan,
Anayasa'nın 32'inci maddesinin tanıyıp teminat altına aldığı 'Düzeltme ve cevap
hakkı'nı da kullanmıştır. Ancak iddia makamı, Anayasa ile tanınıp
teminat altına alınan 'düzeltme ve cevap hakkı'na (Anayasa, m. 32) istinaden
yapılmış tekzip ve düzeltmeleri dikkate alması gerekirken bunu yapmamış, aksine
gerçeğe aykırı gazete haber ve yorumlarına itibar etmiştir. Bunlar, açık ve
tartışmasız bir Anayasa ihlali olduğu gibi hukukun temel ilkelerinin de ayaklar
altına alınmasıdır.
Kaldı ki Türkiye, değişik zamanlarda muhtelif genel veya
özel af kanunları çıkarmıştır. Pek çok kişi ve siyasetçi; mağdurun ve mağdur
yakınlarının mağduriyetini ve hissiyatını gözetmediği gerekçesiyle çıkarılan af
kanunlarını ve bunları çıkaranları eleştirmişler ve hatta AK Parti Genel
Başkanı ve Başbakanın bu sözlerinin benzerlerini farklı üsluplarla tekrar
etmişlerdir. Türkiye Büyük Millet Meclisi tutanakları ve basın arşivleri buna
dair açıklamalarla doludur.
'Soruşturulması ve kovuşturulması şikayete bağlı olan suç
hakkında yetkili kimse altı ay içinde şikayette bulunmadığı takdirde soruşturma
ve kovuşturmanın yapılmaması' ve 'suçtan zarar görenin şikayetten vazgeçmesinin
davayı düşürmesi' (Türk Ceza Kanunu, m. 73) ile soruşturma ve kovuşturma
evresinde mağdur ve şikayetçiye yasanın tanıdığı haklar(Ceza Muhakemesi Kanunu,
m. 233-243), dünyanın modern ceza hukuklarında olan ve Türk Ceza hukuku
alanında da uygulanan müesseseler olup, bunların tamamı, mağdurun veya
yakınlarının haklarına ve hissiyatına önem veren düzenlemelerdir. 1.3.1926
tarih ve 765 Sayılı Türk Ceza Kanunu ve 4.4.1949 tarih ve 1412 Sayılı Ceza
Muhakemeleri Kanunlarında da olan bu müesseseler, bizim hukukumuzda da suç
mağdurları ve yakınlarının hak ve hissiyatına önem verildiğinin açık birer
delilidir. Hukukumuzdaki bu müesseseleri, İslam'ın öngördüğü müesseseler olarak
görebilir miyiz' Göremeyiz. Bunları yasalaştıran ve uygulayanları şeriat
devleti istedikleri için bunu yapıyorlar diyebilir miyiz' Diyemeyiz. Çünkü, bu
müesseseler, modern ceza hukukunun müesseseleri olup, nerdeyse bütün dünya
ülkelerinde uygulanmaktadır.
b) İddia makamı,
AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan hakkındaki 2, 50 ve 60 numaralı iddiaları
birlikte değerlendirerek (İddianame, s. 116-117) 60 numaralı iddia ile ilgili; ''
ikinci söylemiyle de laik hukuk sistemini yok sayarak, adam öldürme suçuna
şeriat hukukundaki 'kısas' uygulamasını ifade etmekte, 'öyle olması gerekir'
cümlesiyle de, sistemin şeriat hukukuna dönüşmesine olan özlem ve niyetini
açığa vurmaktadır. Başbakanın bu yaklaşımlarına göre dini inancın bütün
vecibeleri din ve vicdan özgürlüğü kapsamındadır ve kısıtlanamaz. Bu yoruma
göre, özel ve kamusal yaşamın tümünü kapsama iddiasındaki İslam şeriatı için
hiçbir kısıtlama öngörülemeyecek, ceza hukuku uygulamalarında da şeriat
hukukunun kapıları açılacaktır. Bu bakış açısıyla türban bir dini vecibedir ve
dini vecibelere kısıtlama getirilemez. Yine din kurallarının uygulanması dini
vecibe (dini ödev) kabul edildiğinde, bu kuralların tüm özel ve kamusal
alanlarında da (aile, miras, ceza, ticaret hukuku vb.) yaşanması talebi
kendiliğinden ortaya çıkacak, aksini savunanlar yine İslam şeriatının
yaptırımlarına maruz kalabilecektir'' sonucuna ulaşmaktadır. Bunlar, AK Parti
Genel Başkanı ve Başbakanın sözleri değildir. Bu sözler, iddia makamına aittir.
Maalesef İddia makamı, somut bir delile dayanmak yerine, yorumlarını AK
Partinin görüşü gibi takdim edip, aleyhimize delil olarak ikame etmektedir.
İddia makamının bu tutumu, hukuk devleti anlayışını yok saymaktır.
Kaldı ki iddia makamının 2, 50 ve 60 numaralı iddiaları
birlikte değerlendirmesi, ne hukuk metodolojisine, ne yorum metotlarına ve ne
de bilimsel metotlara uygundur. İddia makamı, tamamen kendince ve subjektif bir
yaklaşımla, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakanın sözlerinin; söylenilen yer,
neden, zaman ve muhatap bağlamından koparmış, söylenenleri söyleyenin iradesine
rağmen kendince anlamlandırmış ve kendi verdiği anlamları sanki o söylemiş gibi
takdim etmiş ve bu sözlerden dolayı onun sorumluluğunu talep ve dava etmiştir.
Bu, hukukun evrensel ilkelerinin ve Anayasada ifadesini bulan hukuk devleti
ilkesinin alenen ihlalidir.
Oysa ki bir Başbakanın veya bir partinin siyasetine bağlı
olarak kesin sonuçlara ulaşabilmek için tablonun tümünü birden ele almak
lazımdır. Parti ve Başbakan bütün söylemlerinde dinsel milliyetçiliğe karşı
olduğunu vurgulamasına, hukukun din referansıyla temellendirilmesini mümkün
olmadığını açıkça belirtmesine ve İslami devlet tanımlamasına karşı çıkmasına
rağmen, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının 'Şeriatçı' damgasını bu kimliğe
yakıştırma gayreti, bu siyasi harekete karşı objektiviteden uzak subjektif ve
iyi niyet kurallarıyla bağdaşmayan bir yaklaşımla hareket ettiğini ortaya
koymaktadır.
Ayrıca laiklik karşıtlığıyla açık veya gizli hiçbir
ilgisi bulunmayan bir açıklamadan hareketle iddia makamının, açık bir ifadede
gizli anlam araması veya niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekilmesi
mümkün olmayan açıklamalara gizli anlamlar yüklemesi, aleni bir anlam tahrifi
ve delil tasnii olup, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken
mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı
menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne
anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve
netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. Hukuk devletinde
iddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder. Aksinin kabulü, Anayasanın
2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık
ihlalidir.
61) İddianamenin
54'üncü sayfasında yer alan 61 numaralı iddiada (EK-178)yer alan konuşma;
Anayasa Mahkemesinin Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili olarak verdiği karar
hakkındaki eleştiri ve değerlendirmeyi içermektedir.
Anayasa veya yasalarımızda 'Mahkeme kararları
eleştirilemez' diye bir kural yoktur. Herkesin görüşünün eleştirisi mümkün
olduğu gibi mahkeme kararları da eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, görüş
veya mahkeme kararı yoktur. Sadece otoriter veya totaliter rejimlerde
eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararları olabilir.
Demokratik bir hukuk devletinde, ülkeyi ilgilendiren bir
soruna ilişkin olarak Anayasa Mahkemesi'nin verdiği bir kararın tartışılması,
değerlendirilmesi ve eleştirilmesinden daha doğal bir şey olamaz. Anayasa
Mahkemesi dahil, bütün mahkeme kararları eleştirebilir. Nitekim Anayasa
Mahkemesi Başkanları, Anayasa Mahkemesi'nin kuruluş günlerinde açıkça ifade
ettikleri üzere; yüksek mahkeme dahil mahkeme kararlarının eleştirilmesi
pozitif bir hak ve katkıdır, bu hak siyasetçilerden esirgenemez.
Anayasa Mahkemesi'nin bu kararı gerek siyasiler ve
gerekse akademik çevrelerce yoğun şekilde ve çok yönlü eleştirilmiştir. Bu
konudaki kısa eleştiri monografisi şöyledir: 'Prof.Dr. Eroğul, Cem.2007
Cumhurbaşkanı Seçimi Bunalımından Çıkarılabilecek Dersler. (AÜSBFD.Yavuz
Sabancu'ya Armağan Özel Sayısı.Temmuz-Eylül 2007.62/3. s.141 ve dev.
Prof.Dr.Turhan,Mehmet. Anayasanın Hak Temelli Yorumu ve Anayasa Yargısı. Aynı
Dergi.s.379 ve dev.), Yrd. Doç.Dr.Uluşahin, Nur. Cumhurbaşkanı Seçiminin
Düşündürdükleri ya da Hukukun Siyasallaşması (Ankara Barosu Dergisi)(Bahar
2007.s.18 ve dev.) Prof.Dr. Arslan,Zühtü. Gerekçeli 367 kararının
düşündürdükleri (Zaman Gazetesi). Dr. Ergül,Ozan. age.s.260 ve dev.
Prof.Dr.Selçuk,Sami.2007'nin Hukuk Olayı Anayasa Mahkemesi'nin 367
kararı.Ank.2008 (eserin tamamı).
Mahkeme kararlarının bağlayıcılığı ve buna dayalı olarak
uygulanma zorunluluğu farklı bir şeydir, ancak o kararın doğru olmadığını ya da
hukukun uygun yorumuna dayanmadığını söylemek farklı bir şeydir. Herkes Mahkeme
kararlarına uymak zorundadır. Ancak mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu,
onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Demokratik hukuk devletinde hiç
kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve
değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir düşünce
açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez.
'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi
açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat
altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz,
yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma
hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir
hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Başbakanın da
Anayasa Mahkemesi'nin kararına katılmamak veya gerektiğinde eleştirme hak ve
yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak
ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, mahkeme
kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme kararını eleştirdi diye siyasi
yasaklı hale gelmesini talep etmez ve edemez.
b) İddia makamı,
AK Parti Genel Başkanı ve Başbakanın; ' Bu bitmedi, çok konuşulacak. Bu
yargı için bir talihsizliktir, yüz karasıdır.(') Açık net ortada olduğu
halde zorlamayla, dayatmayla bu karar verilmiştir' sözlerinden hareketle,
'Başbakan Erdoğan ve diğer partililerin laiklik ilkesini savunanlara ve
Yargının laiklik ilkesini koruyan kararlarına karşı takındıkları sert üslup' ve
'Çoğulcu demokrasinin güçler ayrılığı ilkesine dayandığı gerçeğini adeta
reddederek totaliter bir anlayışın savunuculuğunu yapmak' olarak
nitelendirmiştir. Bunlar, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakanın sözleri
değildir. Bu sözler, iddia makamına aittir. Maalesef İddia makamı, somut bir
delile dayanmak yerine, yorumlarını AK Partinin görüşü gibi takdim edip,
aleyhimize delil olarak ikame etmektedir. İddia makamının bu tutumu, hukuk
devleti anlayışını yok saymaktır.
Kaldı ki iddia makamının iddia ettiği gibi Anayasa
Mahkemesi'nin Cumhurbaşkanı seçimi nedeniyle verdiği karar, laiklik ilkesinin
korunmasıyla ilgili bir karar olmayıp, Cumhurbaşkanı seçiminde toplantı yeter
sayısının ne olduğunu tespit eden (Anayasa'nın 102'inci maddesiyle ilgili) bir
karardır. Bu kararın laiklikle ilgisini kurmak ve laiklik savunusu olarak bu
kararı değerlendirmek, hukuken ve fiilen mümkün değildir. Ancak iddia makamı,
fiilen ve hukuken mümkün olmayanı yapmış, Anayasa ve hukuk dışına çıkarak,
Cumhurbaşkanı seçiminin toplantı yeter sayısıyla ilgili bir kararın laiklikle
irtibatını kurmuştur. Bu, Anayasada ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin ve
hukukun evrensel ilkelerinin açık bir ihlalidir.
Bu eleştiriden iddia makamının, 'Çoğulcu demokrasinin
güçler ayrılığı ilkesine dayandığı gerçeğini adeta reddederek totaliter bir
anlayışın savunuculuğunu yapmak' sonucunu çıkarması da mümkün değildir.
'Mahkeme kararına yanlıştır veya hukuka uygun değildir' demekle totaliter
rejimi savunmak arasında nasıl bir ilişki kurulabilir' Bu eleştiri, bizatihi
kendisi, totaliter rejimi reddeden bir anlayışın ürünüdür. Mahkeme kararlarını
eleştirmek değil, mahkeme kararlarını eleştirilmez saymak totaliter rejimin
özelliğidir.
İddia makamının bu değerlendirmesi, ne hukuk
metodolojisine, ne yorum metotlarına ve ne de bilimsel metotlara uygundur.
İddia makamı, tamamen kendince ve subjektif bir yaklaşımla, AK Parti Genel
Başkanı ve Başbakanın sözlerini; söylenilen yer, neden, zaman ve muhatap
bağlamından koparmış, söylenenleri söyleyenin iradesine rağmen kendince
anlamlandırmış ve kendi verdiği anlamları sanki o söylemiş gibi takdim etmiş ve
bu sözlerden dolayı onun sorumluluğunu talep ve dava etmiştir. Bu, hukukun
evrensel ilkelerinin ve Anayasada ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin
alenen ihlalidir.
Ayrıca laiklik karşıtlığıyla açık veya gizli hiçbir
ilgisi bulunmayan bir açıklamadan hareketle iddia makamının, açık bir ifadede
gizli anlam araması veya niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekilmesi
mümkün olmayan açıklamalara gizli anlamlar yüklemesi, aleni bir anlam tahrifi
ve delil tasnii olup, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken
mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı
menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne
anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve
netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. Hukuk devletinde
iddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder. Aksinin kabulü, Anayasanın
2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık
ihlalidir.
c) İddia makamının
bu konuşmayı iddianameye alırken, 'Bu yargı için talihsizliktir, yüzkarasıdır.'
ve 'Her şey art niyetli.' Cümlelerini öne çıkararak vermesi, Anayasa
Mahkemesi'ni etkileme ve mahkemeyi AK Parti Genel Başkanı ve AK Parti aleyhine
etkileme gayretinden başka bir şey değildir. Yüksek Mahkeme üyeleri, bu gayreti
görecek ve sezinleyecek tecrübeye sahiptir.'
-
Davalı Partinin parti mensupları hakkındaki iddialara yönelik aynı tarihli
savunması:
PARTİ MENSUPLARI HAKKINDAKİ İDDİALARA İLİŞKİN
CEVAPLARIMIZ
I- TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ ESKİ BAŞKANI BÜLENT ARINÇ
HAKKINDAKİ İDDİALARA CEVAPLARIMIZ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının, Türkiye Büyük Millet
Meclisi eski Başkanı ve halen AK Parti Manisa milletvekili olan Bülent
ARINÇ'ın, AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi
ile ilgili fiil ve beyanlarının bulunduğu iddiası gerçeği yansıtmamaktadır ve
hem de Anayasa'ya tartışmasız aykırıdır. Çünkü:
I) Türkiye Büyük
Millet Meclisi Başkanı, üyesi bulunduğu siyasi partinin veya parti grubunun
Meclis içindeki ve dışındaki faaliyetlerine katılmaz. Anayasa'nın bu konudaki
amir hükmü; 'Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkanvekilleri,
üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya
dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis
tartışmalarına katılamazlar; Başkan ve oturumu yöneten Başkanvekili oy
kullanamazlar.' (m.94/6) şeklindedir. Ayrıca Anayasa, Türkiye Büyük Millet
Meclisi Başkanının tarafsız ve partiler üstü konumu nedeniyle 'Siyasi parti
grupları Başkanlık için aday gösteremezler.' (m. 94/2) hükmünü de amirdir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanının görevleri, Türkiye Büyük
Millet Meclisi İçtüzüğü'nde belirlenmiştir. İçtüzüğe göre Türkiye Büyük Millet
Meclisi 'Başkanın görevleri şunlardır:
1. Türkiye Büyük Millet Meclisini Meclis dışında temsil etmek;
2. Genel Kurul görüşmelerini yönetmek;
3. Tutanak dergisi ile tutanak özetinin düzenlenmesini
denetlemek;
4. Başkanlık Divanına başkanlık etmek ve Divanın gündemini
hazırlamak;
5. Danışma Kuruluna başkanlık etmek;
6. Türkiye Büyük Millet Meclisi komisyonlarını denetlemek;
işlerde birikme
olması halinde komisyon başkanı ve üyelerini uyarmak ve durumu
Genel Kurulun bilgisine sunmak;
7. Başkanlık Divanı kararlarını uygulamak;
8. Türkiye Büyük Millet Meclisinin idarî ve malî işleri
ile kolluk işlerini yürütmek ve denetlemek;
9. Başkanlık Divanı bünyesinde oluşturulacak 'Türkiye
Büyük Millet Meclisi Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu' aracılığıyla Meclisi ve
çalışmalarını yurt içinde ve yurt dışında tanıtıcı tedbirler almak ve yayın
yapmak;
10. Kendisine Anayasa, kanunlar ve İçtüzük gereğince
verilen görevleri yerine getirmek.
Başkan, özürlü olduğu veya Türkiye Büyük Millet Meclisi toplantı
halinde iken Ankara dışında bulunduğu zaman, görevlerini yerine getirmek üzere,
başkanvekillerinden birisini kendisine yazıyla vekil olarak tayin eder.
Başkan, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına ayrılan resmî
konaklarda oturur.'(Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü, m. 14)
Görüldüğü üzere gerek Anayasa ve gerekse İçtüzük hükümlerine
göre Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, üyesi olduğu siyasi partinin
faaliyetlerine katılamazlar.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanın temsil görevi, sadece
Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni Meclis dışında temsil etmekle sınırlıdır.
Arz edilen nedenlerle Meclis Başkanı görevinde bulunmuş bulunan
Bülent ARINÇ'ın görev süresince gerçekleştirdiği bütün eylem ve söylemler,
Türkiye Büyük Millet Meclisi adınadır. Bir Meclis Başkanının, Meclis adına
yaptığı eylem ve söylemlerin, Anayasanın açık, tartışmasız ve amir hükmüne
rağmen, üyesi bulunduğu partiyle ilişkilendirmek kuşkusuz bir Anayasa
ihlalidir.
II) Bunun yanında
Bülent ARINÇ'ın bir kısım açıklamaları da, Anayasanın 83'üncü maddesi gereği
mutlak yasama sorumsuzluğu kapsamındadır.
Anayasaya göre; 'Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis
çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o
oturumdaki Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alınmadıkça
bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar'.
(m.83/1).
Meclis çalışmaları kavramı, Meclis Genel Kurulu toplantılarını,
komisyon toplantılarını, siyasi partilerin grup toplantılarını ve meclis
araştırması ve meclis soruşturması komisyonlarının Meclis dışındaki
çalışmalarını da kapsar. Konusu ve muhtevası ne olursa olsun oy, söz ve düşünce
açıklaması yasama sorumsuzluğu kapsamında kabul edilmektedir. Yasama
sorumsuzluğu mutlak ve sürekli olduğundan, milletvekillerinin hem
milletvekilliği süresince hem de milletvekilliği sona erdikten sonra oy ve
sözlerinden dolayı herhangi bir yaptırıma tâbi tutulmaları mümkün değildir.
Yasama sorumsuzluğunun amacı, milletvekillerinin Meclis
çalışmalarındaki oy, söz ve düşünce açıklamalarından mutlak manada sorumsuz tutulmasıdır.
Demokrasilerde yasama sorumsuzluğu, milletvekillerinin hiçbir şekilde hukuksal
bir engellemeyle karşılaşmaksızın düşündüklerini özgürce ifade etmek için
getirilmiş önemli bir güvencedir. Böylece milletvekilleri kendileri ya da
mensup oldukları parti bakımından her hangi bir yaptırıma maruz kalmayacakları
güvencesiyle yasama faaliyetlerine 'özgür iradeleri' ile
katılabileceklerdir.
Milletvekillerinin, yapmış oldukları konuşmalar ve
açıklamış olduğu düşüncelerinden dolayı partilerinin kapatılabileceğini,
milletvekilliklerinin düşeceğini ve beş yıl siyasi parti yasağına maruz
kalabilecekleri endişesini taşımaları durumunda, yasama faaliyetlerine özgür
iradeleriyle katılabileceklerini düşünmek mümkün değildir. Bu da sonuçta yasama
faaliyetlerinin layıkıyla yerine getirilmesini engelleyecektir. Başka bir ifade
ile eğer partili milletvekillerinin konuşmaları, partilerinin kapatılmasında
gerekçe olarak kullanıldığı takdirde, yasama sorumsuzluğunun pratikte bir
anlamı kalmayacaktır.
Ayrıca parti kapatma davalarında yasama sorumsuzluğunun
dikkate alınmaması, partili milletvekillerinin ifade özgürlüğünün bağımsız
milletvekilleriyle karşılaştırıldığında eşitsiz biçimde kısıtlanması sonucunu
doğuracaktır. Bu durum da demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları
olarak nitelendirilen siyasi partilerin özel olarak cezalandırılması anlamına
gelecektir.
Bu nedenle Anayasanın 69 uncu maddesindeki beş yıllık
siyasi parti yasağı, 84 üncü maddesindeki milletvekilliğinin düşmesi ile 83
üncü maddesindeki sorumsuzluk hükümlerinin birlikte değerlendirilerek uyumlu
bir yoruma tabi tutulması zorunludur. Böyle bir değerlendirme sonucunda da,
83 üncü madde hükmünün daha 'özel' bir hüküm olarak diğerleri karşısında üstün
tutulması gerekir.
Kaldı ki, iddianamede Bülent ARINÇ'a atfen yer verilen
beyanların tamamı yasama sorumsuzluğu güvencesini gerektirmeyecek şekilde ifade
özgürlüğü kapsamındadır.
III) Anayasa'nın 69'uncu
maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların birlikte
varlığı halinde siyasi parti üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma
nedenidir.
Bülent ARINÇ'ın, AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Başsavcı da iddianamesinde
bu yönde bir eylemden söz etmemektedir.
IV) Kaldı ki iddia
makamının Bülent ARINÇ'a atfen verdiği beyanların hiçbiri eylem olmayıp tamamı,
Anayasanın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa,
m. 25) ile 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında
olup, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devletinin
güvencesi altındadır. Şöyle ki:
(Bülent ARINÇ'a atfedilen 16 isnattan; 1'i bir bürokrat
ataması, 1'i 23 nisan 2006'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 86'ıncı kuruluş
yıldönümünde yaptığı konuşma, diğer 14 ise basın toplantısı, gazetecilerle
sohbet, televizyon ve konferanslardaki konuşmalardan ibarettir. Ayrıca
bunlardan 15'i Meclis Başkanı iken olmuş, sadece 1'i Meclis Başkanlığından
ayrıldıktan sonra gerçekleşmiştir (O da 16 numaralı isnattır.)
1 - İddianamenin
54'üncü sayfasında yer alan 1 numaralı iddia (EK-56), Kemal ÖZTÜRK'ün danışman
atanmasına ilişkindir. İddianın delilleri, muhtelif gazete kupürleridir.
a) Siyasi
partiler, birer tüzel kişiliktir. Tüzel kişiler, ''Kendileri ile ilgili özel
hükümler uyarınca tüzel kişilik kazanırlar.' (Türk Medeni Kanunu, m. 47/1) ve
'' Kanuna ve kuruluş belgelerine göre gerekli organlara sahip olmakla, fiil
ehliyetini kazanırlar.' (Türk Medeni Kanunu, m. 49) Tüzel kişiliğe sahip siyasi
partiler ise , belli '' bildiri ve belgelerin İçişleri Bakanlığına verilmesiyle
tüzel kişilik kazanırlar.' (Siyasi Partiler Kanunu, m. 8/3)
Adalet ve Kalkınma Partisi, 14 ağustos 2001'de
kurulmuştur.
Kemal ÖZTÜRK'ün Mir Mahmut Rıza adıyla yazdığı
'Rahmetli-Bir Garip Oğlanın Hikayesi' isimli kitap, AK Parti'nin kuruluşundan
12 sene önce, Kemal ÖZTÜRK'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı'nın iletişim
danışmanı olarak göreve başlamasından da 15 sene önce yayınlanmıştır. İddia
makamının, kitabın yayın tarihini belirtmeden iddianamesine alması, onu yeni
yayınlanmış kılmaz. Burada dikkat çekici ve manidar olan, yansız olması gerekli
iddia makamının, yıllar önce yayınlanmış bir kitabı yeni yayınlanmış gibi
anlaşılmasına yol açacak bir takdimde bulunmasıdır. Bu, iddia makamının
tarafsızlığına gölge düşürür.
AK Parti'nin kuruluşundan yaklaşık 15 yıl önce
yayınlanmış bir kitaptan dolayı, AK Parti'nin sorumlu tutulması, Anayasa ve
hukukun temel ilkelerine aykırıdır.
b) Türkiye Büyük
Millet Meclisi eski Başkanı Bülent ARINÇ'ın 2003 senesinde iletişim danışmanı
görevine getirdiği sayın Kemal ÖZTÜRK, AK PARTİ üyesi değildir. Anayasa'nın
69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrasına göre; bir parti, belli şartların birlikte
varlığı halinde sadece üyelerinin eylemlerinden sorumludur. AK Parti üyesi
olmayan birinin yazdığı bir kitaptan dolayı AK Parti'nin sorumlu tutulmak
istenmesi, Anayasa'nın 69'uncu maddesine açıkça aykırıdır ve hukuk dışı bir
anlayıştır.
c) Bülent ARINÇ,
Kemal ÖZTÜRK'ün görev yaptığı sürede, göreviyle ilgili eylem ve söylemlerin
yasal sınırlar içinde yapılmasını sağlamak ve bu amaçla denetim yapmakla
sınırlıdır. Kemal ÖZTÜRK'ün göreve başlamadan yıllar önce yazdığı kitabı Bülent
ARINÇ'ın satır satır okuması beklenemeyeceği gibi, başkasının yazdığı bir
kitaptan sorumlu tutulması da hukuken mümkün değildir. Bu, 'Ceza sorumluluğu
şahsidir' (Anayasa, m. 38/7) ilkesine aykırı olduğu gibi 'hukuk devleti'
(Anayasa, m. 2) ilkesine de aykırıdır.
d) Bütün bunların
yanında, Türkiye Büyük Millet Meclisi eski Başkanının göreve aldığı bir kişinin
yazdığı bir kitapla AK Parti arasında da herhangi bir illiyet bağı kurmak
mümkün değildir. İlliyet bağı kurulmadan ve Anayasanın 69/6'daki koşulların
varlığı aranmadan partimiz aleyhine delil oluşturma cihetine gidildiği
takdirde, ilgili ilgisiz gökte ve yerde olan her şeyi delil göstermek
mümkündür. Hiçbir hukuk devletinde, sınırsız, kuralsız ve hukuksuz delil
kullanılamaz.
2- İddianamenin
54'üncü sayfasında yer alan 2 numaralı iddia (EK-57), düşünceyi açıklama
hürriyeti kapsamında, 'kamusal alan' tartışmaları sırasında yaptığı bir durum
tespitidir.
Anayasa'nın 7'inci maddesine göre 'Yasama yetkisi Türk
milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'nindir. Bu yetki devredilemez.'
Anayasa ve yasalarda olmayan bir hukuki tanımı ancak Meclisin koyabileceğini
ifade için bir Meclis Başkanının; 'Anayasayı yapan kurum Meclis'tir. Başka
hiçbir kimse yasama yetkisini paylaşamaz'' demesi, temsil ettiği meclisin
yetkisine sahip çıkması ve Anayasa'nın 7'inci maddesini başka bir ifade ile
tekrarlamasından ibarettir. Bu açıklama, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya
aykırıdır. Aksinin kabulü veya iddiası Anayasanın açık ihlalidir.
3- İddianamenin
54-55'inci sayfalarında yer alan 3 numaralı iddia (EK-58), Bülent ARINÇ'ın 2005
yılı Nisan ayında katıldığı CNN Türk'te yayımlanan "Ankara Kulisi"
programında yaptığı açıklamalardan alınmıştır.
Deliller arasında, bu programın kaseti ve deşifresi
yoktur. İddia, programın gazetelerde yer alan haberlerinden oluşturulmuştur.
Gerçek bu iken iddia makamının, iddiasını CNN Türk'te yayınlanan 'Ankara
Kulisi' programından almış göstermesi kabul edilemez.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa BUMİN'in yaptığı
açıklamalarla Meclisin yetki alanına müdahale ettiğini düşünen Türkiye Büyük
Millet Meclisi eski Başkanı Bülent ARINÇ, Anayasa'nın başlangıcındaki erkler
arası ilişkiye dair ifadeler ile Anayasanın 7'inci maddesindeki yasama yetkisi
ve niteliği ve 87'inci maddesinde yer alan 'Meclisin görev ve yetkileri'ne dair
hükümleri kendi ifadeleriyle hatırlatarak Anayasa Mahkemesi Başkanı'na cevap
vermiş ve Meclis Başkanı sıfatıyla yasama yetkisine ile Meclisin görev ve
yetkilerine sahip çıkmıştır. Söylediklerinin hepsi, Anayasada yer alan
hükümlerdir. Buna rağmen, bu açıklamanın konuşmanın bütünlüğünden koparılarak,
sanki Anayasa Mahkemesi'ne karşı ve onu yok etmek istiyormuş gibi bir mantık
içinde sunulmak istenmesi iyi niyet kurallarıyla bağdaşır bir durum değildir.
İddianameye alınan metnin bir üst paragrafında Bülent
ARINÇ; ' Anayasa üzerine ant içmiş bir insan olduğunu, bu rejimle, bu sistemle,
bu Anayasa ile Atatürk ilkeleriyle hiçbir sıkıntısı olmadığını' ifade ettikten
sonra, 'Beni ilgilendiren konu türban değil, yasama yetkisini elinde bulunduran
Meclis'e yapılan haksızlık. Anayasaya göre yasama yetkisi Türk milleti adına
Meclise ait. Bu yetki hiçbir kuruma devredilemez. İngiltere Parlamentosu için
söylenen şey doğrudur; bu, parlamentonun kadını erkek, kadını erkek yapma
dışında her şeye muktedir olduğudur. Bir demokratik ülkede Meclisin yasama
yetkisine sahip olmadığı söylenirse ve bu yetkiye gölge düşürülürse ve bu konu
tartışmaya açılırsa herkes buna güler. Anayasada yasama, yürütme ve yargı
erkleri ayrımı vardır. Bunlar birbiriyle rekabet eden, birbirlerinin
sınırlarına tecavüz eden, birbirlerinin üzerinde hegemonya kuran erkler
değildir. Her birisi egemenlik haklarını Meclis adına kullanır. Benim yargı
erkine, mahkemelere müdahale etmem mümkün değil. Ama aynı müdahaleyi benim
yürütmeden veya yargıdan da görmem mümkün değil.' ( Bkz. Ek 58, Cumhuriyet
Gazetesi, 02.05.2005) (İddianame 58'inci ek) demek suretiyle Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nin yasama yetkisi (Anayasa, m.7) ile görev ve yetkilerine
(Anayasa, m. 87) sahip çıkmıştır.
Hem iddianamedeki beyan ve hem de beyanın iddianameye
alınmayan kısımları, Anayasa hükümlerinin tekrarı niteliğinde bir durum tespiti
ve bir Meclis Başkanının aynı şartlarda yapmak zorunluluğunda olduğu
açıklamalar olup, ifade hürriyeti ve Başkanın görevi kapsamındadır.
Kaldı ki 'Yargıtay Başkanın beyanları eleştirilemez.'
şeklinde ne bir Anayasa ve ne de yasa kuralı vardır. Herkesin görüşünün
eleştirisi mümkün olduğu gibi Yargıtay Başkanının görüşleri de eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde kişiler tabu olmadığı gibi, kişilerin görüşleri
de tabu değildir. Ancak totaliter rejimlerde, eleştirilmez kişiler veya
görüşler olabilir. 'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi
açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat
altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz,
yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma
hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir
hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Sayın
Başbakanın da Yargıtay Başkanının görüşlerine katılmamak veya gerektiğinde
eleştirme hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma
veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
4- İddianamenin
55- 57'inci sayfalarında yer alan 4 numaralı iddia (EK-59) konusu beyanlar, 58
numaralı beyanlarla aynı konuda olup, Dolmabahçe Sarayında Karaman Valiliği ve
Belediye Başkanlığı tarafından düzenlenen "Karaman Türk Dili Ödülleri
Töreni"nin ardından, Türkiye Büyük Millet Meclisi eski Başkanı Bülent
ARINÇ'ın basın mensuplarının, Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa BUMİN'in
yaptığı açıklamalarına ilişkin sorularına verdiği cevaplardan oluşmaktadır.
İddia makamının, aynı konuya ilişkin beyanları, sadece söylenildiği yer ve
zaman farkı nedeniyle ayrı ayrı iddialar olarak iddianameye koyması, oldukça
manidardır.
Bir önceki iddianın değerlendirilmesinde de ifade
edildiği üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı sıfatıyla Bülent ARINÇ,
Anayasa Mahkemesi Başkanının beyanlarını eleştirel bir yaklaşımla
değerlendirmiş ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yasama yetkisi (Anayasa,
m.7) ile görev ve yetkilerine (Anayasa, m. 87) sahip çıkmıştır.
Hem iddianamedeki beyan ve hem de beyanın iddianameye
alınmayan kısımları, Anayasa hükümlerinin tekrarı niteliğinde bir durum tespiti
ve bir Meclis Başkanının aynı şartlarda yapmak zorunluluğunda olduğu
açıklamalar olup, ifade hürriyeti ve Başkanın görevi kapsamındadır.
5- İddianamenin
57'inci sayfasında yer alan 5 numaralı iddia (EK-60), TBMM'nin mescidinde Kuran
kursu açıldığı hakkındadır.
Bu, aslı olmayan bir iddiadır (EK- 1). CHP Denizli
Milletvekili Mehmet NEŞŞAR'ın 'TBMM Başkanı Bülent ARINÇ'a TBMM kampusü
içindeki mescitte Kur'an Kursu açılıp açılmadığı' şeklindeki soru önergesi
haber yapılmış, iddia makamı da bu haberleri delil sayıp, bu deliller üzerine
iddiasını bina etmiştir.
Halbuki hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten
hareket eder, aslını doğrulatmadığı bir delili kişileri itham etmede kullanmaz,
kullanamaz.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Türkiye Büyük Millet
Meclisi Başkanlığından yazılı cevap istese veya Türkiye Büyük Meclisi
Tutanaklarına internetten ulaşsa idi bu haberin aslı olmadığını, yalan olduğunu
tespit edebilirdi ve de iddia makamını aslı olmayan bir haber üzerine iddia
bina etme pozisyonuna düşmekten kurtarabilirdi.
Aslı olmayan bir haberi, aslı varmış gibi iddianameye
koymak, yalana gerçeklik vasfı kazandırmaz, olmayanı var kılmaz.
6- İddianamenin
58-59'uncu sayfalarında yer alan 6 numaralı iddia (EK-61)ya konu konuşmayı Bülent
ARINÇ, Türkiye Büyük Millet Meclisi eski Başkanı olarak 23 Nisan 2006 tarihinde
Meclis Genel Kurulunda yapmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda
yapılan konuşmalar, aksi kararlaştırılmadıkça bunların Meclis dışında tekrarı
ve basında yer alması da mutlak sorumsuzluk kapsamında olup, Anayasanın 83'üncü
maddesinin teminatı altındadır.
Bu iddiada yer alan beyanlar, bir durum tespiti ve
değerlendirmesidir. Ayrıca Anayasa'nın laiklik konusundaki kabulüyle de çelişki
içinde değildir. Bu beyanlar, laiklik aleyhine değil, ancak laiklik lehine
delildir. İddia makamının farklı algılaması, bu gerçeği değiştirmez.
Bülent ARINÇ iddianamede yer alan konuşmasında;
''Laikliğin, Yüce Önder Atatürk'ün, Cumhuriyetin, bayrağın, rejimin sahibi
milletin kendisidir. Milletin temsilcileri olan bizler tüm bu değerlere bağlı
kalacağımıza, sahip çıkacağımıza milletvekili olduğumuzda yemin ettik. Bugüne
kadar bu yeminimize muhalif bir tek davranış dahi bu Yüce Meclisimiz içinde
vuku bulmamıştır. Tartışmaların odağında yer alan ve nerdeyse tüm fikir
ayrılıklarının gelip dayandığı bir başka konu da laiklik ilkesidir. Açıkça
belirtmeliyim ki, Anayasa'mızın değiştirilemez maddesi olan laiklik ilkesine,
Türkiye'de karşı çıkan kimse yoktur. Bütün tartışmalar laiklik ilkesinin farklı
yorumlanmasından kaynaklanmaktadır... Laikliği bir toplumsal barış ve uzlaşı
mekanizması olarak algılamak gerekir. Laiklik, devletin inançlar karşısında
tarafsızlığını zorunlu kılar. Bütün inançların kendisini ifade etmesine imkân
vermek, bireylerin ibadet hürriyetini sağlamak laiklik ilkesinin temel
işlevidir. Devlet, bu işlevi uygulayan ve tüm inançlara eşit mesafede davranan
aygıttır. Sorun işte burada başlamaktadır. Devlet, dini inançların
yaşamasını teminat altına alması gerekirken, tam tersine kamusal alanda bazı
inançların yaşam hakkını, ifade hürriyetini kısıtlamaktadır. Bunu da
laiklik adına yapmaktadır ki, siyaset bilimi açısından büyük bir çelişkidir.
Bu çelişki yıllardır Türkiye'nin iç huzurunu zedelemekte ve bitmez tükenmez
sorunları beraberinde getirmektedir. Aydınların, siyasetçilerin ve
akademisyenlerin hep birlikte çözmesi gereken yorum farkından kaynaklanan işte
bu çelişkidir.' demesinin, Anayasanın hangi hükmüyle çelişen bir yönü vardır'
Bu değerlendirme, Yargıtay Cumhuriyet Savcısının laiklik yorumuyla çelişebilir;
ama Anayasanın laiklik ilkesiyle asla çelişmez. İddia makamının dayandığı bu
delil, iddianameyi çökertmek için tek başına kafidir.
7- İddianamenin
59'uncu sayfasında yer alan 7 numaralı iddia (EK-62), Türkiye Büyük Millet
Meclisi eski Başkanı ARINÇ'ın; 23 nisan 2006'da TBMM Genel Kurulunda yaptığı
konuşmaya gelen tepkilerin sorulması üzerine yaptığı bir tespit ve
değerlendirme konuşmasıdır. İfade hürriyeti kapsamındadır.
İçerisinde "' Laiklik ilkesine ne benim, ne başka
bir kimsenin hiçbir zaman ciddi bir itirazı olmaz. Ama laiklikten ne
anladığınızı ortaya koymalısınız. Katı laiklik uygulamasıyla insanlara sosyal
hayatı bir cezaevine çevirecek anlayışlar ne kadar zararlıysa, laikliği bir
barış ve özgürlük, din ve vicdan hürriyeti olarak tanımak ve insanların
inançlarına müdahale etmemek de o kadar toplumsal barışa hizmet edecektir.'
cümleleri bulunan bir konuşmayı, laiklik aleyhine bir beyan olarak
değerlendirmek mümkün değildir. İddia makamının farklı algısı ve yorumu, bu
gerçeği değiştirmez.
8- İddianamenin
59-60'ıncı sayfalarında yer alan 8 numaralı iddia (EK-63) da yer alan beyanlar,
23 nisan 2006'da TBMM Genel Kurulunda yaptığı konuşmaya gelen tepkilerin
sorulması üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi eski Başkanı ARINÇ'IN yaptığı
bir tespit ve değerlendirme konuşmasıdır ve ifade hürriyeti kapsamındadır.
Konuşmasında Bülent ARINÇ devletin laik yapısına vurgu
yapmış ve ''Mecliste 'Dini kural böyledir, onu herkes için geçerli bir yasa
haline getirelim' diyen bir kişinin çıkamayacağını, böyle bir teklifin hiçbir
zaman kanunlaşamayacağını aksi olursa, bu meclisin kapısına kilit vurmamız
lazım' ifadelerini de kullanmıştır (Bkz. Ek- 63, Sabah Gazetesi, 06.05.2006).
Bunlar, laiklik aleyhine değil, aksine laiklik lehine beyanlardır. Ne yazık ki
iddia makamı, bu kısımları iddianameye almamıştır. Ancak bu kırpılan kısım
olmasa bile Bülent ARINÇ'ın konuşması, Anayasanın laiklik kabulüne uygun ve
ifade hürriyeti kapsamındadır.
9- İddianamenin
60'ıncı sayfasında yer alan 9 numaralı iddia (EK- 64), Türkiye'nin gündemindeki
tartışma konularının başlıklarını ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yasama
yetkisi ve bu yetkinin niteliği üzerinde değerlendirmeler içeren bir
konuşmadır. Bu konuşmanın içinde zikredilen tartışma konuları, konuşmayı
laiklik veya Anayasaya aykırı hale getirmez. Değerlendirmeler, tamamen ifade
hürriyeti kapsamındadır.
10- İddianamenin
60'ıncı sayfasında yer alan 10 numaralı iddia (EK-65) ya konu Bülent ARINÇ'ın
konuşması; ''Söylediğimiz tek şey şudur: Anayasanın 2. maddesinde
demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlanan Türkiye
Cumhuriyeti'nin bu niteliklerine benim de kimsenin de bir itirazı yok.
Anayasanın 3. maddesi, bu ilkenin değiştirilmesini ve kaldırılmasını
yasaklıyor. Doğru olan da bu. Laiklik ilkesine 'evet' diyoruz ama burada
konuştuğumuz konu, bu ilke nasıl yorumlanacak' Anayasada laiklik tarif
edilmemiştir. Laiklik ilkesi söz konusudur. Başka hiçbir yasada laiklik ilkesi
tarif edilmemiştir.'' şeklinde olup, Anayasaya uygun bir durum tespiti ve
değerlendirmedir.
Bülent ARINÇ aynı konuşmasında; 'Ben laiklik ilkesine
karşı olmadığımı söylerken sen beni ' laikliğe karşı muhtıra vermekle sorumlu
tutuyorsun. Ben ' laiklik ilkesini kaldıralım' diye bir teklifte bulunmuyorum. Aklımı
kaçırmadım.' beyanlarında da bulunmuş, ancak iddia makamı bunları
iddianameye almamıştır.
Bülent ARINÇ'ın konuşmasının tamamı, Anayasaya uygun ve
laiklik ilkesi lehinedir. İddia makamı, Bülent ARINÇ'ın konuşmasının tamamı
olmasa da iddianameye aldığı kısım dahi bütün iddianameyi çürütecek
niteliktedir. İddia makamının bazı cümleleri koyu siyah yazması, onları yanlış
ve Anayasaya aykırı hale getirmez. Bu beyan, ancak laiklik lehinedir ve beyan
sahibinin de laiklikten yana olduğunun kanıtıdır.
11- İddianamenin
60-62'inci sayfalrında yer alan 11 numaralı iddia (EK-66)ya konu röportajda
Türkiye Büyük Millet Meclisi eski Başkanı Bülent ARINÇ; "Laiklik, Türkiye
Cumhuriyet Devleti'nin niteliklerinden bir tanesidir. Hiçbir itirazımız yok.
Bunu çıkaralım gibi bir düşüncemiz kesinlikle yok. Gerçek laikliğe bir
itirazımız yok. Laiklik Türkiye'ye Batı'dan gelmiştir. Bugün Batı kültürünün
kendi içinde yaşattığı laiklik duygusu ile Türkiye'de dayatılmak istenen
laiklik arasında çok büyük farklar var'' demiş ve konuşmasının devamında
Türkiye'deki laiklik yorumuna dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
Bir kişinin, 'Türkiye'deki laiklik uygulaması ile
Avrupa'daki laiklik uygulaması farklıdır' dedikten sonra bu farklılıklara dair
tespit ve değerlendirmelerde bulunması, o kişiyi laiklik karşıtı haline
getirmez ve bu değerlendirmeyi Anayasaya aykırı kılmaz. Zira eleştiri ve
değerlendirmeler, Anayasanın teminatı altındadır. Aksinin kabulü, Anayasa
ihlalidir.
12- İddianamenin
62 numaralı sayfasında yer alan 12 numaralı iddia (EK-67) ya konu konuşmada
Bülent ARINÇ, Türk demokrasi hayatında sistemin siyasetçileri takiyye yapmaya
zorladığını, bunun siyasetçilerin değil sistemin kabahati olduğunu, ifade
özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılarak insanların inandıklarını rahatça
söyleyebildiği bir ortamın yaratılması gerektiğini ifade etmiştir. Yapılan
konuşma, Türk demokrasisinin içinde bulunduğu sistem ve duruma ilişkin bir
tespittir.
Basının beyanlarını çarpıtması üzerine Türkiye Büyük
Millet Meclisi eski Başkanı Bülent ARINÇ, bir düzeltme açıklaması yapmıştır.
28.09.2003 Tarihli Anadolu Ajansında yayınlanan açıklamasında Bülent ARINÇ: '26
Eylül akşamı İstanbul'da Türk Demokrasi Vakfı'nda bir konferans verdim. Bu
konferansım çok seçkin bir kitle önünde oldu. Onlarca basın mensubu vardı. O kadar
gazetecinin içinde sadece Milliyet Gazetesi'nin benim sözlerimi çarpıtarak
vermesi fevkalade üzücü oldu. Ben sözümü bilen bir insanım. Sözümü tok söyleyen
bir insanım. Olayın aslı şudur: O geceki konferansım 2 saat kadar sürdü. Video
kasetlerde de tespit edildi. Ben takiyye sözcüğünün, bir insanın inanmadığı
halde, sözleriyle ve davranışlarıyla samimiyetsiz olarak davranması olarak
tarif ediyorum. Ve dedim ki, Türk demokrasi hayatında siyasetçilerin pek çoğu
'takiyye' yani olduğundan farklı görünmüştür. Bu onların kabahati değildir.
Sistemin kabahatidir. Çünkü sistem, onları takiyye yapmaya zorluyor. Bunu ben
kendim olarak değil, birileri olarak tarif ediyorum. Yoksa hayatımda
samimiyetsiz bir günü bile geçmemiş, çok şükür, samimiyet konusunda imtihanını
vermiş bir insanım.
AK Parti takiyye yapmayan bir partidir. Ben bugün hiçbir
siyasi partinin takiyye yaptığını söylemem. Siyasi partiler demokratik hayatın
vazgeçilmez unsurlarıdır. Ben diyorum ki kaldırın şu ifade özgürlüğü önündeki
engelleri, kim ne düşünüyorsa samimi olarak ortaya koysun. İnsanlar takiyye
yaparak utanmasınlar, sıkılmasınlar, suçlanmasınlar. Ben mertçe konuşuyorum.
Benim bu sözümü herkes bu anlamda ortaya koysun.' (EK-2) şeklinde bir
kez daha aslını ve niyetini açıklayarak yinelemiş ve basındaki çarpıtmaları
düzeltmiştir.
Ayrıca ve açıklıkla, AK Parti ve hiçbir parti'nin takiyye
yapmadığını da bu düzeltmede ifade etmiştir.
Görüldüğü üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi
eski Başkanı Bülent ARINÇ, Anayasa'nın tanıdığı ve teminat altına aldığı 'Cevap
ve düzeltme hakkını' (Anayasa, m. 32) kullanmıştır. Ne gariptir ki iddia
makamı; Bülent ARINÇ'ın Anayasa ile tanınıp teminat altına alınan 'düzeltme ve
cevap hakkı'na istinaden yaptığı tekzip ve düzeltmeleri dikkate alması
gerekirken bunu yapmamış, aksine gerçeğe aykırı gazete haber ve yorumlarına
itibar etmiştir. Bunlar, açık ve tartışmasız bir Anayasa ihlali olduğu gibi
hukukun temel ilkelerinin de ayaklar altına alınmasıdır. Hiçbir hukuk
devletinde iddia makamı, tekzip edilen metni, aksi hukuken sabit olmadıkça,
tekzip edene isnat edemez ve bu nedenle onun sorumluluğunu talep edemez.
13- İddianamenin
62-63'üncü sayfalarında yer alan 13 numaralı iddia (EK-68), Bülent ARINÇ'ın
'Turgut Özal Düşünce ve Hamle Derneği'nde yaptığı konuşmayı içermektedir.
Bu iddianın ekleri arasında yer alan 'İran İslam
Cumhuriyeti Anayasası'nın, iddianamede belirtilen 'Arınç'ın Turgut Özal Düşünce
ve Hamle Derneğinde yaptığı konuşma' ile bir ilgisi yok. Bu kitap, iddianamede
de yer almamaktadır.
Ayrıca İran İslam Cumhuriyeti Anayasası ile iddianame ve
Bülent ARINÇ'ın beyanı arasında herhangi bir illiyet bağı da kurulamamıştır.
Şayet iddia makamı Bülent ARINÇ'ın konuşmasında yer alan 'Sivil, demokrat ve
dindar Cumhurbaşkanı' ifadesindeki 'dindar' kelimesinden hareketle, İran İslam
Cumhuriyeti Anayasasının Cumhurbaşkanının niteliklerini düzenleyen 115'inci
maddesinde geçen '' takva sahibi olmak, İslam Cumhuriyeti'nin ve ülkenin resmi
dinin temel ilkelerine inançlı olmak.' vasıfları arasında irtibat kuruyorsa, bu
açık bir kurgulamadır. Bu kurgulama anlayış ve yaklaşımı, demokratik hukuk
devleti anlayışını yok eden, hukuku, Anayasayı ve bütün evrensel değerleri
ayaklar altına alan bir yaklaşımdır. Bu, hukuk adına bir garabetten öte, Türk
hukuku adına utanılacak bir hukuk skandalıdır. Böyle bir hukuk anlayışı, bu
anlayışı haklı gören bir hukuk devleti olamaz. Zira, Türkiye'de söylenen her
bir sözün başka ülkelerde cari yasaların pek çoğunda karşılığı olabilir. O
zaman, o sözün sahibini biz her zaman, başka ülkelerin yasalarında geçeni
savunuyor diye mi itham edeceğiz' Bu yol hukuken doğru kabul edildiği ve de bu
mantık cari olduğu takdirde, Türkiye'de itham edilmeyen tek bir kişi kalabilir
mi'
İddia makamı, keyfi hareket edemez. Bütün eylem ve söylemleri,
hukukla bağlı ve sınırlıdır. Kendisi bir hedef koyup, hedefi gerçekleştirmek
için, hukukun ayaklar altına alıp, keyfiliği hukuk haline dönüştürüp, keyfine
karşı geldi diye de kimsenin sorumluluğunu talep ve daha edemez. Bülent ARINÇ
hakkındaki bu iddia ve bu iddianın mesnetleri arasındaki İran İslam Cumhuriyeti
Anayasası 'konulma saiki ne olursa olsun- bir hukuk tanımazlığın ve keyfiliği
hukuk saymanın açık bir uygulamasıdır. Hiçbir hukuk devleti, böylesi bir
keyfiliğe ve hukuk tanımazlığa göz yumamaz. Aksi takdirde hukuk devleti vasfını
yitirir.
Kaldı ki Cumhurbaşkanı seçim sürecinde Deniz BAYKAL dahil
pek çok siyasetçi, akademisyen ve yazar, seçilecek cumhurbaşkanında aradığı
özelliklere dair değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Bu değerlendirmeler,
Anayasanın 102'inci maddesinde Cumhurbaşkanı için aranan koşulları ortadan
kaldırmadığı gibi, Anayasaya da aykırı değildir. Herkesin yaptığı ve
kınanmadığı değerlendirmelerden dolayı, Bülent ARINÇ'ın kınanması, yadırganması
ve bunun laikliğe aykırı bir eylemmiş gibi kabul edilip iddianameye konulması,
Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan hukuk devleti ve 10'uncu
maddesinde ifadesini bulan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılık teşkil eder.
Bir siyasetçinin, dahası hem de Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanı olan Bülent ARINÇ'ın, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne seçilecek yeni
cumhurbaşkanı ile ilgili görüşlerini kamuoyu ile paylaşması kadar doğal ne
olabilir'
14- İddianamenin
63'üncü sayfasında yer alan 14 numaralı iddia (EK-69)ya konu konuşma, Bülent
ARINÇ'ın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Leyla Şahin Kararına ilişkin
değerlendirme ve tespitlerini içermekte olup, tamamen ifade hürriyeti
kapsamında bir açıklamadır. Eleştiri, AİHM'in kararından çok, bu kararı
çarpıtarak takdim edenlere dönüktür.
Kaldı ki Mahkeme kararları, eleştirilmez değildir.
Mahkeme kararları da demokratik hukuk devletinin gereği olarak eleştirilebilir.
Mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına
gelmez. Bir kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı
tespit ve değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir
düşünce açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez. Hiçbir hukuk devletinde iddia
makamı, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme
kararını eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep etmez ve edemez.
Ayrıca konuşmanın içeriğinde yer alan ve lehe delil
olarak kullanılabilecek kısmı iddianameye alınmamıştır.
15- İddianamenin
64-65'inci sayfalarında yer alan 15 numaralı iddia (EK-70), başörtüsü sorununa
dair bir değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş olup, yapılan değerlendirme ve
tespitler ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır.
Türkiye'de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun
varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan
hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti
programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve
bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye
Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu
kurmuştur.
Ayrıca Türkiye'de sivil toplum örgütleri, üniversiteler,
hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu
sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı'da dava konusu olup, mahkemelerce de
tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir
sorunu Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanın dile getirmiş olması, ne laiklik
ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci
maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10'uncu maddesinde yer
alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik bir ülkede demokrasi, hukuk devleti
olan bir ülkede hukuk ve laik devlet yapısına sahip bir ülkede laiklik, öğrenim
hakkının teminatıdır.
16- İddianamenin
65'inci sayfasında yer alan 16 numaralı iddia (EK- 71)ya konu konuşmasında
Bülent ARINÇ, başörtüsü ve darbe çığırtkanlığı yapanlarla ilgili değerlendirme
ve tespitlerde bulunmuştur.
Ekte sunulan deliller arasında yer alan Mehmet TEZKAN'ın
'Türbanı laikliğe aykırı bulan AKPCİ yazarın dahiyane formülü' başlıklı
makalesinin Bülent ARINÇ ve beyanı ile hiçbir ilgisi yoktur. Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısının kurduğu irtibatı tespit mümkün olamamıştır.
Bülent ARINÇ'a isnat edilen beyanlardan sadece bu, Meclis
Başkanı sıfatını taşımadan yaptığı konuşmadır.
Sunulan nedenlere binaen; Bülent ARINÇ'ın beş yıl süreyle
bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olmasının
yasaklanması ve üyesi bulunduğu Ak Parti'nin kapatılması talebinin reddi
gerekir.
II- MİLLİ EĞİTİM BAKANI HÜSEYİN ÇELİK HAKKINDAKİ
İDDİALARA CEVAPLARIMIZ
1- İddianamenin
70-72'inci sayfalarında yer alan 1 numaralı iddia (EK-82), Anayasaya uygun bir
biçimde işleyen bir yasama sürecinden, Anayasaya aykırılık türetmeye
dayanmaktadır.
Yasama yetkisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne aittir
(Anayasa, m. 7). Kanun koymak, değiştirmek veya kaldırmak, Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin yetki ve görevlerindendir(Anayasa, m. 87). 'Kanun teklif etmeye
Bakanlar Kurulu ve milletvekilleri yetkilidir.'(Anayasa, m. 88/1)
'Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisince kabul edilen kanunları onbeş
gün içinde yayımlar. (Değişik: 3.10.2001-4709/29 md.) Yayımlanmasını kısmen
veya tamamen uygun bulmadığı kanunları, bir daha görüşülmek üzere, bu hususta
gösterdiği gerekçe ile birlikte aynı süre içinde, Türkiye Büyük Millet
Meclisi'ne geri gönderir'' (Anayasa, m. 89/1-2) Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nde görüşülerek kabul edilen 13.05. 2004 tarih ve 5171 Sayılı
Yükseköğretim Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun, Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet SEZER tarafından 28.05.2004 tarihinde bir daha görüşülmek üzere
Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne geri gönderilmesi, tamamen Anayasaya uygun
usule dair bir işlemdir.
Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edilen bir kanunun,
Anayasaya aykırılık denetimi ve aykırılığın tespiti halinde iptali, Anayasa
Mahkemesinin görev ve yetkileri arasındadır (Anayasa, m. 148-153). Anayasa ve
İçtüzük'e uygun bir yasama faaliyeti, salt Cumhurbaşkanının bir daha görüşülmek
üzere Meclise geri göndermede beyan ettiği gerekçelerle veya Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı'nın iddia ve değerlendirmesiyle Anayasaya aykırı hale
gelmez, getirilemez. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı bu tavrıyla, Anayasanın
yalnızca Anayasa Mahkemesi'ne tanıdığı denetim yetkisini devşirmektedir. Oysa
'Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi
kullanamaz.' (Anayasa, m. 6/3)
Ayrıca yapılan düzenleme, bütün mesleki ve teknik eğitimi
ilgilendiren bir düzenleme olup, bunun sadece İmam Hatip Lisesi için
yapıldığını söylemek subjektif bir yaklaşımdır. Subjektif değerlendirmeler,
objektif gerçekliği değiştirmez.
Üniversiteye girişte uygulanan katsayı adaletsizliğinin
kaldırılmasını savunmak ve bu yönde çalışma yapmak, Anayasaya kesinlikle aykırı
değildir. Bunun aksinin kabulü, 1998 senesine kadar böyle bir uygulama olmaması
nedeniyle, bütün hükümetlerin ve idarenin Anayasayı ihlal ettiği anlamına gelir
ki bu hem doğru değildir. Anayasa ve hükümleri aynı olduğu halde, 1998'e kadar
Anayasaya uygun olan uygulamanın, 1998'den sonra Anayasaya aykırı hale gelmesi
veya getirilmesi ve daha da kötü bunun bir siyasi partinin kapatılmasının
nedeni gösterilmesi, Anayasa'nın 2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik
ve laik hukuk devleti ilkesi ile 10'uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkesi ile
bağdaşmaz. İddia makamının değerlendirmesi veya Cumhurbaşkanının veto
gerekçeleri, bu gerçekliği ortadan kaldıramaz.
Kaldı ki yasama faaliyetleri, mutlak sorumsuzluk
kapsamında olup Anayasa'nın 83'üncü maddesinin teminatı altındadır (Anayasa, m.
83/1).
2- İddianamenin
66'ıncı sayfasında yer alan 2 numaralı iddia (EK- 83)daki konuşma, Açık Lise
Yönetmeliği'nde yapılan değişikliklerin eleştirilmesi karşısında Milli Eğitim
Bakanı Hüseyin ÇÇELİK'in değerlendirme ve tespitlerini içermektedir.
Açık Lise Yönetmeliğinde yapılan değişiklikler; Avrupa
Birliğine üye pek çok ülkede uygulanan bir sistem olup, okullar arasında yatay
ve dikey geçişe imkan tanımaktadır. Konunun sadece İmam Hatip Liselerine
indirgenmesi ve olayın böyle yansıtılması, bir çarpıtmadır. Ortaöğretimde yer
alan bütün okullar arasında yatay ve dikey geçişi düzenlerken, her hangi bir
okulu ayırmak, Anayasada ifadesini bulan hukuk devleti (m. 2) ve eşitlik (m.
10) ilkelerine tartışmasız aykırıdır.
Bütün meslek liseleri, 1998 yılına kadar bu imkandan
yararlanıyordu. Anayasa ve hükümleri aynı olduğu halde, 1998'e kadar Anayasaya
uygun olan uygulamanın, 1998'den sonra Anayasaya aykırı hale gelmesi veya
getirilmesi ve daha da kötüsü bunun bir siyasi partinin kapatılmasının nedeni
gösterilmesi, Anayasa'nın 2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik ve laik
hukuk devleti ilkesi ile 10'uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkesi ile
bağdaşmaz. İddia makamının değerlendirmesi de, bu gerçekliği ortadan
kaldıramaz.
İmam Hatip Liseleri de diğer liseler gibi Devletin
kurduğu, giderlerini karşıladığı, öğretmenlerini atadığı, yönetimi icra ettiği,
program ve kitaplarını tespit edip uygulattığı, öğrencisini devletin kaydettiği
ve mezununa diplomasını verdiği, kısaca devletin gözetim ve denetimi altında faaliyet
gösteren bir okuldur. Bir yandan bu okulların faaliyetini sürdürmeyi Anayasaya
uygun bir devlet görevi sayarken, diğer yandan bu okulların ve burada okuyan
öğrencilerin sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmayı ve
sorunların giderilmesi için çaba sarf etmeyi Anayasaya aykırı saymak ve işin
vahimi bu kabulün dayanağı olarak Anayasayı göstermek, hakla, hukukla ve
Anayasa ile izahı kabil olmayan yaman ve temel bir çelişkidir. Devlet, kendi
eğitim-öğretim kurumlarına ikircikli bakmaz ve bakılmasına da müsaade etmez. Ne
gariptir ki iddianame, bu okullara ikircikli yaklaşmamayı Anayasa ihlali ve
parti kapatma nedeni sayan, hukuk dışı bir yaklaşıma sahiptir.
Milli Eğitim Bakanlığı'nın yönetmelik çıkarması,
yürütmeye ait düzenleyici bir işlemdir. AK Parti ile Milli Eğitim Bakanlığı'nın
tüzel kişilikleri de bir birinden ayrıdır. Bir tüzel kişiliğin eylem veya
söylemi nedeniyle başka bir tüzel kişiliğin sorumlu tutulması 'Ceza sorumluluğu
şahsidir'(Anayasa, m. 38) temel hukuk ilkesine aykırı olduğu gibi hukuk devleti
anlayışı ile de bağdaşmaz.
Bütün bu açıklık ve gerçekliğe rağmen iddia makamı hem
Anayasayı ve hem de hukukun temel ilklerini baypas ederek, buradan AK Parti
aleyhine delil üretmeye çalışmıştır., Bu hukuken kabul edilemez, iyi niyet
prensibi ile bağdaştırılamaz, subjektif bir yaklaşımdır.
3- İddianamenin
72'inci sayfasında yer alan 3 numaralı iddia (EK-84)ya konu konuşma,
üniversiteye girişte uygulanan katsayı adaletsizliğine ilişkin tespit ve
değerlendirmeyi içermektedir.
Konuşmada geçen '' bu zulmün giderilmesi''
ifadesi, haksızlığın dozunu ve derecesini ifade sadedinde kullanılmıştır. Bir
Milli Eğitim Bakanının, doğrudan milli eğitim ile ilgili bir konuda tespit ve değerlendirmelerde
bulunup, sorunun çözüleceğini ifade etmesinden daha doğal ne olabilir'
İmam Hatip Liseleri de diğer liseler gibi Devletin
kurduğu, giderlerini karşıladığı, öğretmenlerini atadığı, yönetimi icra ettiği,
program ve kitaplarını tespit edip uygulattığı, öğrencisini devletin kaydettiği
ve mezununa diplomasını verdiği, kısaca devletin gözetim ve denetimi altında
faaliyet gösteren bir okuldur. Bir yandan bu okulların faaliyetini sürdürmeyi
Anayasaya uygun bir devlet görevi sayarken, diğer yandan bu okulların ve burada
okuyan öğrencilerin sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmayı ve
sorunların giderilmesi için çaba sarfetmeyi Anayasaya aykırı saymak ve işin
vahimi bu kabulün dayanağı olarak Anayasayı göstermek, hakla, hukukla ve Anayasa
ile izahı kabil olmayan yaman ve temel bir çelişkidir. Devlet, kendi
eğitim-öğretim kurumlarına ikircikli bakmaz ve bakılmasına da müsaade etmez. Ne
gariptir ki iddianame, bu okullara ikircikli yaklaşmamayı Anayasa ihlali ve
parti kapatma nedeni sayan, hukuk dışı bir yaklaşıma sahiptir.
Kaldı ki meslek liseler aleyhine olan katsayı
adaletsizliğinin kaldırılmasını savunmak ve bu yönde çalışma yapmak, Anayasaya
kesinlikle aykırı değildir. Bunun aksinin kabulü, 1998 senesine kadar böyle bir
uygulama olmaması nedeniyle, bütün hükümetlerin ve idarenin Anayasayı ihlal
ettiği anlamına gelir ki bu, doğru değildir. Anayasa ve hükümleri aynı olduğu
halde, 1998'e kadar Anayasaya uygun olan uygulamanın, 1998'den sonra Anayasaya
aykırı hale gelmesi veya getirilmesi ve daha da kötüsü bunun bir siyasi
partinin kapatılmasının nedeni gösterilmesi, Anayasa'nın 2'inci maddesinde
ifadesini bulan demokratik ve laik hukuk devleti ve 10'uncu maddesinde yer alan
eşitlik ilkesi ile bağdaşmaz. İddia makamının değerlendirmesi, bu gerçekliği
ortadan kaldıramaz.
4- İddianamenin
72'inci sayfasında yer alan 4 numaralı konuşma (EK-85), 2005 yılında Milli
Eğitim Bakanlığı 'Din Öğretimi Genel Müdürlüğü'nce Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
dersi müfredatında yapılan değişikliğe dönük eleştirilere ilişkin değerlendirme
ve tespitleri içermektedir.
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi müfredatında yapılan
değişiklik, sadece İslam Dinini değil bütün semavi dinleri kapsayan bir
düzenlemeyi içermesine karşın, kamuoyunda amacı dışında algılanmış olması nedeniyle
daha sonra kaldırılmıştır.
5- İddianamenin
71-72'inci sayfalarında yer alan 5 numaralı iddia (EK-86), Milli Eğitim Bakanı
Hüseyin Çelik'in, AİHM'in Leyla Şahin kararı ile ilgili tespit, değerlendirme
ve eleştirilerini içermektedir.
Mahkeme kararları, eleştirilmez değildir. Mahkeme
kararları da demokratik hukuk devletinin gereği olarak eleştirilebilir. Mahkeme
kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Bir
kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve
değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir düşünce
açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez. Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı,
bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme kararını
eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep edemez.
6- İddianamenin
73'üncü sayfasında yer alan 6 numaralı iddia (EK- 87)da ki beyanlar; Milli
Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in, 2005 yılı Kasım ayında TBMM Genel Kurulu'nda
yaptığı konuşmadan alınmıştır.
Konuşmasında Hüseyin ÇELİK; Türk hukukunda ve bütün ülke
hukuklarında cari olan bilirkişilik müessesinin önemine vurgu yapmış, çözümü
teknik ve fenni bilgiyi gerektiren konularda, o konunun uzmanı bilirkişilere
müracaatın gerekliliğine ifade etmiştir. Mahkemeler de karar verirken, hakimlik
mesleğinin genel ve hukuki bilgi ile çözülmesi mümkün olmayan, çözümü
uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde bilirkişinin oy ve
görüşünün alınmasının gerekliliğini farklı bir lisanla ifade etmiştir.
Bilirkişilik müessesi, başlangıçtan beri Türk hukukunda hem Ceza Muhakemesi
Kanunu (M. 63- 73), hem Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (M. 275-286) ve hem de
İdari Yargılama Usulü Kanununda (M. 31) düzenlenen ve uygulanan bir
müessesedir. Mahkemelerin, hakimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukuki
bilgi ile çözülmesi mümkün olmayan, çözümü uzmanlığı, teknik veya özel bilgiyi
gerektiren konularda, hukukumuzda var olan bilirkişilik müessesesini
işletmemelerini tespit, değerlendirme ve eleştirmenin laikliğe, Anayasaya ve yasaya
aykırı bir yönü yoktur.
Ayrıca Anayasaya göre; 'Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri,
Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri
düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisçe başka
bir karar alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu
tutulamazlar'. (m.83/1).
Meclis çalışmaları kavramı, Meclis Genel Kurulu toplantılarını,
komisyon toplantılarını, siyasi partilerin grup toplantılarını ve meclis
araştırması ve meclis soruşturması komisyonlarının Meclis dışındaki
çalışmalarını da kapsar. Konusu ve muhtevası ne olursa olsun oy, söz ve düşünce
açıklaması yasama sorumsuzluğu kapsamında kabul edilmektedir. Yasama
sorumsuzluğu mutlak ve sürekli olduğundan, milletvekillerinin hem
milletvekilliği süresince hem de milletvekilliği sona erdikten sonra oy ve
sözlerinden dolayı herhangi bir yaptırıma tâbi tutulmaları mümkün değildir.
Yasama sorumsuzluğunun amacı, milletvekillerinin Meclis
çalışmalarındaki oy, söz ve düşünce açıklamalarından mutlak manada sorumsuz
tutulmasıdır. Demokrasilerde yasama sorumsuzluğu, milletvekillerinin hiçbir
şekilde hukuksal bir engellemeyle karşılaşmaksızın düşündüklerini özgürce ifade
etmek için getirilmiş önemli bir güvencedir. Böylece milletvekilleri kendileri
ya da mensup oldukları parti bakımından her hangi bir yaptırıma maruz
kalmayacakları güvencesiyle yasama faaliyetlerine 'özgür iradeleri' ile
katılabileceklerdir.
Milletvekillerinin, yapmış oldukları konuşmalar ve
açıklamış olduğu düşüncelerinden dolayı partilerinin kapatılabileceğini,
milletvekilliklerinin düşeceğini ve beş yıl siyasi parti yasağına maruz
kalabilecekleri endişesini taşımaları durumunda, yasama faaliyetlerine özgür
iradeleriyle katılabileceklerini düşünmek mümkün değildir. Bu da sonuçta yasama
faaliyetlerinin layıkıyla yerine getirilmesini engelleyecektir. Başka bir ifade
ile eğer partili milletvekillerinin konuşmaları, partilerinin kapatılmasında
gerekçe olarak kullanıldığı takdirde, yasama sorumsuzluğunun pratikte bir anlamı
kalmayacaktır.
Ayrıca parti kapatma davalarında yasama sorumsuzluğunun
dikkate alınmaması, partili milletvekillerinin ifade özgürlüğünün bağımsız
milletvekilleriyle karşılaştırıldığında eşitsiz biçimde kısıtlanması sonucunu
doğuracaktır. Bu durum da demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları
olarak nitelendirilen siyasi partilerin özel olarak cezalandırılması anlamına
gelecektir.
Bu nedenle Anayasanın 69 uncu maddesindeki beş yıllık
siyasi parti yasağı, 84 üncü maddesindeki milletvekilliğinin düşmesi ile 83
üncü maddesindeki sorumsuzluk hükümlerinin birlikte değerlendirilerek uyumlu
bir yoruma tabi tutulması zorunludur. Böyle bir değerlendirme sonucunda da,
83 üncü madde hükmünün daha 'özel' bir hüküm olarak diğerleri karşısında üstün
tutulması gerekir.
7- İddianamenin
73-74'üncü sayfalarında yer alan 7 numaralı iddia (EK- 88); Milli Eğitim Bakanı
Hüseyin Çelik'in, "Türkiye'de Değişim, Demokrasi ve Aydınlar"
adlı kitabına koyduğu 'Bir başka açıdan Atatürkçülük' başlıklı makaleye
ilişkindir.
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in, "Türkiye'de
Değişim, Demokrasi ve Aydınlar" adlı kitabına koyduğu 'Bir başka
açıdan Atatürkçülük' başlıklı makale, 1994 yılında yazılmış ve Türkiye Günlüğü
Dergisinde yayınlanmıştır. Yayınlandığı tarihte AK Parti diye bir parti
bulunmadığı gibi, Hüseyin ÇELİK de siyasetçi değildi, üniversitede görevli bir
bilim adamıydı.
Siyasi partiler, birer tüzel kişiliktir. Tüzel kişiler,
''Kendileri ile ilgili özel hükümler uyarınca tüzel kişilik kazanırlar.' (Türk
Medeni Kanunu, m. 47/1) ve '' Kanuna ve kuruluş belgelerine göre gerekli
organlara sahip olmakla, fiil ehliyetini kazanırlar.' (Türk Medeni Kanunu, m.
49) Tüzel kişiliğe sahip siyasi partiler ise, belli '' bildiri ve belgelerin
İçişleri Bakanlığına verilmesiyle tüzel kişilik kazanırlar.' (Siyasi Partiler
Kanunu, m. 8/3)
Adalet ve Kalkınma Partisi, 14 Ağustos 2001'de
kurulmuştur.
Hüseyin Çelik'in, "Türkiye'de Değişim, Demokrasi
ve Aydınlar" adlı kitabına koyduğu, 1994 yılında yazılmış ve Türkiye
Günlüğü Dergisinde yayınlanmış olan 'Bir başka açıdan Atatürkçülük' başlıklı
makale, AK Parti'nin kuruluşundan yaklaşık 7 sene önce, yayınlanmıştır. AK
Parti'nin kuruluşundan yaklaşık 7 yıl önce yayınlanmış bir kitaptan dolayı, AK
Parti'nin sorumlu tutulması, Anayasa ve hukukun temel ilkelerine aykırıdır.
Ayrıca bu makalenin yazıldığı ve yayınlandığı 1994
senesinde Hüseyin ÇELİK, siyasetçi değildir. Kaldı ki siyasetçi olsa bile AK
Parti üyesi olması mümkün değildir. Zira AK Parti, makalenin yayımından
yaklaşık 7 sene sonra kurulmuştur. Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı
fıkrasına göre; bir parti, belli şartların birlikte varlığı halinde sadece
üyelerinin eylemlerinden sorumludur. AK Parti üyesi olmayan ve parti tüzel
kişiliği olmadığından üyeliği de fiilen imkansız birinin yazdığı bir makaleden
dolayı AK Parti'nin sorumlu tutulmak istenmesi, Anayasa'nın 69'uncu maddesine
açıkça aykırıdır ve hukuk dışı bir anlayıştır.
İddia makamı, iddiasının dayanağı gösterdiği kitabı,
iddianamenin ekine koymamıştır. Bunun yerine, Cumhuriyet Gazetesinin 22.05.2007
tarihli nüshasında yer alan bir haber yorumundan hareketle bu kanaate
varmıştır. Bu ayrı bir, hukuksuzluktur. Zira iddia makamı, başkalarının
yorumundan hareketle bir kişinin fikirleri hakkında kesin kanaate varıp, onu
itham edemez. İddianın dayanağı asıl delile ulaşması ve değerlendirmesini bu
delil üzerinden yapması gerekli ve zorunludur. Maalesef iddia makamı bu
gereklilik ve zorunluluğun gereğini ifa yerine, başkalarının yorumuna itibar
etmiştir. Bu, bir hukuksuzluk ve bir keyfiliktir. Şayet iddia makamı, kitabı
incelemiş olsaydı, gazetedeki yorumun yanlışlığını görecek ve böylesine bir
delili iddianameye dayanak yapmayabilecekti.
8- İddianamenin
74-75'inci sayfalarında yer alan 8 numaralı iddia (EK- 166); CHP İzmir
Milletvekili Ahmet ERSİN'in soru önergesine Milli Eğitim Bakanı Hüseyin
ÇELİK'in verdiği cevaba ilişkin 15.02.2008 tarihli Cumhuriyet ve Sabah
Gazetesinde yer alan haberlere dayanmaktadır.
Milli Eğitim Bakanlığı, Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği
aracılığı ile yaptığı 12.12.2007 tarihli basın açıklamada; 'Okula başı açık
devam eden, İlköğretim 8. sınıfta iken yaptığı bir proje ile ödüle layık
görülen, şuanda lise 1. sınıf öğrencisi olan söz konusu kişinin, başı kapalı
olarak sahneye çıkarılması mevzuata aykırılıkla birlikte iyi niyetle de
bağdaştırılmamıştır. Sayın Milli Eğitim Bakanı Doç. Dr. Hüseyin ÇELİK'in
talimatıyla söz konusu öğrencinin refakatindeki öğretmen ve idareciler hakkında
soruşturma başlatılmıştır. Kamuoyuna saygıyla duyurulur.' denilerek, 'Başı
kapalı olarak sahneye çıkarılmanın hem mevzuata aykırı olduğunu ve hem de bu
durumun iyi niyetli olmadığını' açıklıkla ifade etmiş ve ilgililer hakkında
idari soruşturma başlatmıştır. Milli Eğitim Bakanı Hüseyin ÇELİK, bu suretle olaya
tepki ve tavır koymuştur.
Maalesef bu basın açıklaması ve tavır iddianamede yer
almamıştır.
Ayrıca iddiasının dayanağı delillere ulaşıp, onları
mahkemeye sunmakla görevli ve yükümlü iddia makamı, CHP İzmir milletvekili
Ahmet ERSİN'in soru önergesini ve Milli Eğitim Bakanı Hüseyin ÇELİK'in bu
önergeye verdiği cevabı araştırıp, gazete haberlerine dayandırdığı iddiasının
doğruluğunu araştırmamıştır. Zira bu iddianın delillerinin yer aldığı EK
166'da; CHP İzmir milletvekili Ahmet ERSİN'in soru önergesi ve Milli Eğitim
Bakanı Hüseyin ÇELİK'in bu önergeye verdiği cevabı yoktur.
İddia makamının; konuya ilişkin basın açıklamasını, Milli
Eğitim Bakanı Hüseyin ÇELİK'in CHP İzmir Milletvekili Ahmet ERSİN'in soru
önergesine verdiği cevabı ve bu konudaki tepki, tavır ve idari tahkikatı yok
sayıp, sadece iki gazetede yer alan yoruma istinat etmesi, açık bir keyfilik ve
hukuksuzluktur. Her hukuk makamı gibi iddia makamı da keyfi davranamaz. O da
hukukla bağlı ve sınırlıdır.
9- İddianamenin
75'inci sayfasında yer alan 9 numaralı iddia (EK-174); Anayasa'nın 10 ve
42'inci maddelerinde yapılan değişiklik, Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe
girmesi üzerine yapılmış bir açıklamadır.
Anayasa, herkesi bağlayıcı, en üstün normdur. Nitekim
'Anayasa'nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü' başlıklı 11. maddesinde; 'Anayasa
hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer
kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.'(Anayasa, m. 11)
denilmek suretiyle bu gerçek ortaya konulmuştur.
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin ÇELİK'in konuşması,
Anayasa'nın 11'inci maddesi hükmünün ve Üniversitelerarası Kurulun Yüksek
Öğretim Kanununda belirlenmiş bulunan görevlerinin hatırlatılmasıdır.
Anayasa'nın; 'Hiç kimse, yalnızca sözleşmeden doğan
yükümlülüğünü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonamaz.'
(Anayasa, m. 38/8), 'Ölüm cezası ' verilemez.' (Anayasa, m. 38/10), 'İspat
hakkı' (Anayasa, m. 39), 'Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin Anayasa'nın 102'inci
maddesi ve Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerine ilişkin 104'üncü maddeleri
doğrudan uygulanmışlardır. Anayasa'nın 104'üncü maddesi, halen de doğrudan
uygulanmaktadır.
Nitekim Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay; Anayasa
hükmünün yeterince somut ve açık olması halinde doğrudan uygulanabileceğine
dair muhtelif kararlar vermişlerdir.
Yürürlüğe girmiş bir Anayasa hükmünün uygulanmasıyla
ilgili olarak Milli Eğitim Bakanının; yürürlükteki Anayasa hükümlerine
uymayacağını söyleyen ve bunu yaparken de yasal yetki ve görevlerini aşan kamu
görevlilerine karşı; 'yürürlükteki Anayasa ve yasa hükümlerine uyun' diye kamu
görevi yapanlara dönük yaptığı uyarı, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya
aykırıdır.
Çünkü yürürlükte olan bir Anayasa hükmünün uygulanması
gerekliliğini beyan - hem de bu hüküm yürürlüğünü sürdürdüğü, Anayasa hükmü
olduğu ve iddia makamı da buna uymak ve uygulamak zorunda olduğu halde '
Anayasaya aykırı görülemez ve gösterilemez. Aksinin kabulü, Anayasanın 2.
maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin ve Anayasanın
11'inci maddesinin açık ihlalidir, hukukun evrensel ilkelerinin ayaklar altına
alınmasıdır. Ne yazık ki bu açıklığa rağmen, 'Anayasa değişikliklerine
uyulması' gerektiği yönündeki Anayasaya uygun hukuki değerlendirmeleri bile
iddianamesine almak suretiyle iddia makamı, Anayasal hüküm ve gereklilikleri
göz ardı ederek, bir kez daha Anayasa ve hukukun evrensel kurallarını ihlal
etmiştir.
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in, "Türkiye'de
Değişim, Demokrasi ve Aydınlar" adlı kitabına koyduğu 'Bir başka
açıdan Atatürkçülük' başlıklı makale, 1994 yılında yazılmış ve Türkiye Günlüğü
Dergisinde yayınlanmıştır. Yayınlandığı tarihte AK Parti diye bir parti
bulunmadığı gibi, Hüseyin ÇELİK de siyasetçi değildi, üniversitede görevli bir
bilim adamıydı.
III- DİĞER MİLLETVEKİLLERİ HAKKINDAKİ İDDİALARA İLİŞKİN
CEVAPLARIMIZ
1-
ÖMER DİNÇER
İddianamenin 75-76'ıncı sayfasında yer alan 1 numaralı
iddia (EK-89); Başbakanlık eski Müsteşarı ve halen AK Parti İstanbul
Milletvekili Ömer Dinçer'in 19-21 Mayıs 1995 tarihinde Sivas'ta yapılan
bir konferansta yaptığı '21. Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde
İslam' konulu konuşmasına ilişkindir.
a) Siyasi
partiler, birer tüzel kişiliktir. Tüzel kişiler, ''Kendileri ile ilgili özel
hükümler uyarınca tüzel kişilik kazanırlar.' (Türk Medeni Kanunu, m. 47/1) ve
'' Kanuna ve kuruluş belgelerine göre gerekli organlara sahip olmakla, fiil
ehliyetini kazanırlar.' (Türk Medeni Kanunu, m. 49) Tüzel kişiliğe sahip siyasi
partiler ise , belli '' bildiri ve belgelerin İçişleri Bakanlığına verilmesiyle
tüzel kişilik kazanırlar.' (Siyasi Partiler Kanunu, m. 8/3)
Adalet ve Kalkınma Partisi, 14 Ağustos 2001'de
kurulmuştur.
Başbakanlık eski Müsteşarı ve halen AK Parti İstanbul
Milletvekili Ömer Dinçer'in 19-21 Mayıs 1995 tarihinde Sivas'ta yapılan
bir konferansta yaptığı '21. Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde
İslam' konulu konuşma, 'Bilgi ve Hikmet' dergisinin Güz 1995 Tarihli
-12. sayısında yayınlanmıştır.
AK Parti'nin kurulmadığı, yer yüzünde yaşayan hiçbir
kişinin zihninde AK Parti diye bir siyasi partinin olmadığı bir dönemde, diğer
bir ifadeyle AK Parti kurulmadan yaklaşık 9 sene önce yapılan bir konuşmadan
dolayı AK Parti'nin kınanması, Anayasa'ya aykırı hareketle itham edilmesi
Anayasa ve hukukun temel ilkelerine aykırıdır.
b) Ayrıca bu
konuşmanın yapıldığı ve dergide yayınlandığı 1995 tarihinde Ömer Dinçer,
üniversitede öğretim üyesidir ve her hangi bir siyasi partinin de üyesi
değildir. Kaldı ki o tarihte AK Parti diye bir siyasi parti de yoktur. AK
Parti, bu konuşmadan yaklaşık 9 sene sonra 2001'de kurulmuştur. Anayasa'nın
69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrasına göre; bir parti, belli şartların birlikte
varlığı halinde sadece üyelerinin eylemlerinden sorumludur. AK Parti üyesi
olmayan ve parti tüzel kişiliği olmadığından üyeliği de fiilen imkansız birinin
yaptığı bir konuşmadan dolayı AK Parti'nin sorumlu tutulmak istenmesi,
Anayasa'nın 69'uncu maddesine açıkça aykırıdır ve hukuk dışı bir anlayıştır.
İddianamede Ömer Dinçer'e isnat edilen açıklama,
24.12.2003 tarihlidir. Bu tarihte de Ömer Dinçer, AK Parti üyesi değildir. Ömer
Dinçer'in AK Parti üyeliği, 22 temmuz 2007'de milletvekili seçilmesiyle
gerçekleşmiştir. Parti üyesi olmayan birinin eylem veya söylemi, hiçbir partiye
isnat edilemez.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Ömer Dinçer'in AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Başsavcı da iddianamesinde
bu yönde bir eylemden söz etmemektedir.
c) Kaldı ki iddia
makamının Ömer Dinçer'e atfen verdiği beyanların tamamı, Anayasanın tanıyıp
teminat altına aldığı 'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25), 'Düşünceyi
açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) ve bilim ve sanat hürriyeti
(Anayasa, m. 27) kapsamında olup, bunlar da Anayasanın 2'inci maddesinde
ifadesini bulan demokratik hukuk devletinin güvencesi altındadır. Nitekim konu
2004 yılında yargıya intikal etmiş ve sonuçta Erzurum Devlet Güvenlik Mahkemesi
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın; 'Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 'ifade
Özgürlüğü' başlığını taşıyan 16. maddesinde herkesin görüşlerini açıklama ve
anlatım özgürlüğüne sahip olduğu belirtilerek, bu hakkın kanaat özgürlüğü ile
kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber
veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerdiği belirtilmiş, sözleşmenin
uygulanmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında da açıkça
şiddet ve şiddete çağrı içermeyen her türlü düşüncenin ifade özgürlüğü
kapsamında kabul edildiği vurgulanmıştır. Suç ihbarı dilekçesine ekli 'Bilgi
ve Hikmet' isimli derginin Güz/1995 tarihli 12. sayısında neşredilen konuşma
metninin kül olarak değerlendirilmesi neticesinde belirtilen konuşmanın şiddete
çağrı ve suç işlemeye tahrik içermemesi, ifade özgürlüğü kapsamında kalması
nedeniyle, TCK' nun 146/2, 311, 312/1'2 maddelerinde düzenlenen suçların
unsurlarının oluşmadığı anlaşılmakla; müsnet fiillerle ilgili olarak sanık
hakkında takibat yapılmasına mahal olmadığına'' karar vermiş ve bu karar da
kesinleşmiştir (Erzurum Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı
07. 06. 2004 tarih 2004 / 128 Esas 2004 / 23 Karar sayılı kararı) (EK- 3) .
Dolayısıyla adli tahkikat sonucunda da, Ömer Dinçer'e atfedilen
sözlerin ifade özgürlüğü kapsamında olduğu kesin olarak tespit edilmiştir.
İddia makamının kesinleşmiş kararı, dikkate almaması ve bunu indi mütalaa ile
yok sayması, açık bir Anayasa ihlalidir. Anayasa bir yandan 'Suçluluğu hükmen
sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.'(Anayasa, m. 38/4) diyerek,
suçluluğu sabit olan kişileri suçlu saymak için dahi mahkeme kararı ararken,
suçsuzluğu ve söylediklerinin ifade özgürlüğü kapsamında olduğu kesinleşmiş bir
adli kararla sabit olan Ömer DİNÇER hakkındaki karara itibar etmeyip, ithama
devamı, yaman ve temel bir hukuk çelişkisi, açık ve tartışmasız bir Anayasa
ihlalidir.
d) Bunun yanında
Ömer DİNÇER'in şahsına dönük eleştiri sınırını aşan yazılar ve sözler nedeniyle
açtığı manevi tazminat davasının, ilk derece mahkemesince kabul edilip,
Yargıtay tarafından bozulması kararının gerekçesinde yer alan bir cümleden
hareketle bu kararı delil olarak sunması da hukuka aykırıdır. İlgisi olmayan
bir konu ile AK Parti'yi irtibatlı hale getirmek ve buradan Ömer DİNÇER
aleyhine sonuç üretmek, ancak iddia makamının maharetiyle olabilecek bir
şeydir. Yoksa hukuk ve Anayasa böylesi bir keyfiliğe ve hukuksuzluğa imkan
vermez.
e) Ayrıca Ömer
DİNÇER, bir bürokrattır. Yürütmede görev yapan bir kişidir. Anayasa 69/6,
Anayasaya aykırı bir eylemden dolayı bir partinin sorumlu tutulmasını, belli
şartların birlikte varlığı halinde ancak üyelerin eylemleri için mümkün
kılarken, iddia makamının bu Anayasal gerçeği göz ardı edip, parti üyesi
olmayan, parti ile hiçbir bağı bulunmayan, aksine yürütme organının bir
görevlisinin eylemlerinden AK Parti'yi sorumlu tutması, açık ve tartışmasız bir
Anayasa ihlalidir.
Bürokrasiye yapılan atamalar, Anayasa ve yasalara uygun bir
biçimde yapılmıştır.
2- FAHRİ KESKİN
İddia, 18.01.2005 tarihli Cumhuriyet Gazetesinden alınma
bir kupüre dayanmaktadır. Başkaca delil yoktur.
Fahri KESKİN, bu toplantıya partiyi temsilen değil şahsi
bir davetle ve şahsı adına katılmış ve konuşmuştur. Konuşmasında meslek
liselerinin sorunlarına değinmiştir.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Fahri KESKİN'in AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Başsavcı da iddianamesinde
bu yönde bir eylemden söz etmemektedir.
Kaldı ki KESKİN'in konuşması; bir eylem değildir ve
Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve kanaat hürriyeti'
(Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26)
kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2) olmanın gereği
olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine
aykırı bir durum söz konusu değildir.
3-
BURHAN KUZU
İstanbul milletvekili Burhan KUZU hakkındaki iddialar; 6
adet olup, tamamı gazetelerde yer alan haberlerden derlenmiştir.
1) İddianamenin
76-77. sayfalarında yer alan, Ek-91'de delili sunulan konuşmasında; genelde
meslek liselerine ve özelde laik sistem içinde faaliyet gösteren İmam Hatip
Okullarına karşı uygulanan ve Anayasadaki 'Fırsat eşitliği' ilkesine aykırı
olan katsayı haksızlığını dile getirmiş, Anayasa ve hukukun evrensel ilkelerine
aykırı olan bu haksızlığın dozunu belirtmek için 'zulüm' ifadesi
kullanılmıştır. Yoksa, bu okul mezunlarına özel bir anlam ve önem vermek;
bunların devlet kademelerinde görev almalarının özlemi içinde olmak gibi bir
amaçla kullanılmamıştır.
2) İddianamenin
88-89. sayfalarında yer alan, Ek.106'de delili sunulan konuşması; Türk Ceza
Kanunun 263'üncü maddesindeki değişikliğin tartışıldığı günlerde, sorulan bir
soruya verdiği cevaptır. Cevabında; Kur'an Kursu'nun kaçağı olmayacağını, olsa
olsa 'İzinsiz eğitim kurumu' olabileceğini, bu nedenle de 'Kaçak Kur'an Kursu'
ifadesinin yanlış olduğunu, safiyane Kur'an öğrenmenin cezalandırılamayacağını;
ancak herhangi bir yasa dışı faaliyetin varlığı halinde cezalandırmanın mümkün
olduğunu, konunun yanlış bir yönden tartışıldığını bir hukuk profesörü olarak
izah etmiştir.
3) İddianamenin 95
inci sayfasında yer alan, Ek.124'de delili sunulan konuşma; Türk Kadınının
Seçme ve Seçilme Hakkının 73 üncü yılı dolayısıyla düzenlenen bir panelde,
sorulan bir soru üzerine; yeni Anayasa çalışmalarında başörtülü kadınların
aktif siyaset yapma engelinin kaldırılmadığını; yükseköğrenimde yaşanan
başörtüsü sorunun çözümü konusunda bir düzenlemenin olabileceği konusunda
öngörü olarak yaptığı tespit ve değerlendirmeleri içermektedir. Anayasa Hukuku
Profesörü bir bilim adamı ve aynı zamanda Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı ve
toplumsal sorunlara duyarlı bir siyasetçi olan Burhan KUZU'nın, yapılacak yeni
Anayasa ve kapsamı hakkında değerlendirme yapması; hukuk, Anayasa ve laiklik
ilkesine nasıl aykırı olabilir'
4) İddianamenin 95
inci sayfasında yer alan, Ek.125 delili sunulan konuşma, asılsızdır. Ayşe
BÖHÜRLER ile Burhan KUZU arasında iddianamede bahsedilen diyalog olmamıştır.
Programa ilişkin CD'ler çözüldüğünde bu durum açıkça anlaşılacaktır. Ne
gariptir ki iddia makamı SHOW TV.'de 17.01.2008'de yayınlanan 'Siyaset Meydanı'
programına iddiasını dayandırdığı halde, programın CD'sinin çözümünü
yaptırmadan dosyaya ek olarak koymuştur.
İddia makamının dayanağı olan ve EK 125'e konan SHOW TV.'de
17.01.2008'de yayınlanan 'Siyaset Meydanı' programının çözümünü ile bu açık
hakikate ulaşmak mümkün olduğu halde, iddia makamı, bu yolu denememiştir. Bunun
yerine, programa dair sadece 22.01.2008 tarihli Cumhuriyet Gazetesi nüshasında
Orhan BİRGİT'in 'Düz yazı' başlıklı köşesindeki yazıya istinat etmiştir.
İddianamede 'Siyaset Meydanı' programından alıntı yapılmış gibi gösterip, bir
gazeteden alıntı yapmak, iyi niyetle bağdaşmadığı gibi açık bir delil
yanıltmasıdır.
Kaldı ki Burhan KUZU, hem iddia makamının delil olarak
dayandığı ORHAN BİRGİT'i ve hem de diğer haber yorum yapan gazetecilerin
hepsini tekzip etmiştir. Cumhuriyet Gazetesi yazarı Orhan BİRGİT'in 22 Ocak
2008 tarihli yazısına ilişkin tekzip, 25 ocak 2008'de; Hürriyet Gazetesi yazarı
Yalçın BAYER'in 19 ocak 2008 tarihli yazısına ilişkin tekzip, 26 ocak 2008'de;
Tercüman Gazetesi yazarı Sırrı Yüksel CEBECİ'nin 21 ocak 2008 tarihli yorumuna
dair tekzip, 24 ocak 2008'de ve Cumhuriyet Gazetesi yazarı Hikmet ÇETİNKAYA'nın
28 ocak 2008 tarihli yazısına ilişkin tekzip 29 ocak 2008'de aynı gazetelerin
aynı yerlerinde yayınlanmıştır (EK- 4).
Bir hukuk devletinde iddia makamı, salt birilerinin yorum
ve haberleriyle kimseyi itham edemez. Delil ve isnat konusunda, keyfi ve hukuka
aykırı davranamaz. Zira iddia makamı, bir iddia ve isnatta bulunmadan önce,
elindeki hukuki imkanlarla iddia ve isnadın doğruluğunu araştırmakla görevli ve
yükümlüdür. Maalesef bu olayda iddia makamı, Siyaset Meydanı programında
söylenenlere istinat ettiğini söylemesine rağmen programa ait kasetin çözümünü
dosyaya koymamış; iddiasını, iddianamede yazıldığı gibi Siyaset Meydanı
programına değil Cumhuriyet Gazetesi yazarı Orhan BİRGİT'in yorumuna
dayandırmış; yorumun aslını araştırmamış ve Anayasa ile tanınıp, teminat altına
alınan 'düzeltme ve cevap hakkı' (Anayasa, m. 32) dikkate alınmayıp, aksine
bireylerin kendileriyle ilgili düzeltme ve tekziplere değil de gerçeğe aykırı
haber ve yorumlara itibar etmiştir. Bunlar, açık ve tartışmasız bir Anayasa
ihlali olduğu gibi hukukun temel ilkelerinin de ayaklar altına alınmasıdır.
Başsavcı, Burhan KUZU'nun sustuğunu programda cevap
vermediğini söylemektedir. Oysa, ilgili programın kaseti çözüldüğünde Kuzu şu
görüşü ileri sürmektedir: '' Devlet memurluğu bir statü meselesidir. Kanunlarda
1935'den bu tarafa kadın ve erkek memurların giyimlerine ilişkin düzenlemeler
mevcuttur. Bizim gündemimizde başka bir şey yok' sistemin kendine göre bir
takım ana arterleri vardır. Netice itibariyle, hükümet olmak demek bütün
bunlarla oynamak anlamına gelmez.' (EK- 5) Kaldı ki, Komisyon Başkanlarının
Partinin yetkili kurulu olmadığının da bilinmesi gerekir. Bu nedenle, KUZU'nun
susması partiyi bağlamadığı için parti aleyhine delil olarak kullanılamaz.
Kaldı ki susmak da onaylamak anlamına gelmez.
5) İddianamenin
99-100. sayfalarında yer alan, Ek-171'de delili sunulan konuşma; Anayasanın 10
ve 42'inci maddelerindeki değişikliğin Resmi Gazetede yayınlanıp yürürlüğe
girmesinden sonra, bu değişikliklerin doğrudan uygulanıp uygulanamayacağına
ilişkin teknik bir görüş açıklamasıdır.
Anayasa, herkesi bağlayıcı, en üstün hukuk normudur.
Nitekim 'Anayasa'nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü' başlıklı 11. maddesinde;
'Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve
diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.'(Anayasa, m. 11)
denilmek suretiyle bu gerçek ortaya konulmuştur.
Anayasa'nın; 'Hiç kimse, yalnızca sözleşmeden doğan
yükümlülüğünü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonamaz.' (Anayasa,
m. 38/8), 'Ölüm cezası ' verilemez.' (Anayasa, m. 38/10), 'İspat hakkı'
(Anayasa, m. 39), 'Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin Anayasa'nın 102'inci maddesi
ve Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerine ilişkin 104'üncü maddeleri doğrudan
uygulanmışlardır. Anayasa'nın 104'üncü maddesi, halen de doğrudan
uygulanmaktadır.
Nitekim Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay; Anayasa
hükmünün yeterince somut ve açık olması halinde doğrudan uygulanabileceğine
dair muhtelif kararlar vermişlerdir.
Yürürlükte olan bir Anayasa hükmünün uygulanması
gerekliliğini beyan, - hem de bu hüküm yürürlüğünü sürdürdüğü, Anayasa hükmü
olduğu ve iddia makamı da buna uymak ve uygulamak zorunda olduğu halde '
Anayasaya aykırı görülemez ve gösterilemez. Aksinin kabulü, Anayasanın 2. maddesinde
ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin ve Anayasanın 11'inci
maddesinin açık ihlalidir, hukukun evrensel ilkelerinin ayaklar altına
alınmasıdır.
Bu Anayasal gerçekliğe rağmen Burhan KUZU; YÖK'ün
uygulamaya geçmeden, yapılacak yasa değişikliğini beklemesinin daha şık
olacağını açıklamıştır.
Ne yazık ki bütün bu açıklık ve Anayasal gerçekliğe
rağmen iddia makamı, Anayasal hüküm ve gereklilikleri göz ardı ederek, bir kez
daha Anayasa ve hukukun evrensel kurallarını ihlal etmiştir. Anayasamıza göre,
Anayasaya uygun bir şey veya değerlendirme, salt iddia makamının yorumu ile
Anayasaya aykırı hale gelmez.
6) İddianamenin
101 inci sayfasında ileri sürülen, Ek-174'de delili sunulan konuşmada;
'Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinde yapılan değişikliğini Anayasa Mahkemesinin
esastan inceleyeceği yorumlarını yapanlar için, '' böyle bir yorum yapmak
beyinsizliktir, densizliktir'' dediği iddiası da asılsızdır.
Bu sözler, söylenilen yer, zaman neden ve muhatap
bağlamından koparılarak, iddianameye alınmıştır. Bu sözlerin, Anayasa
Mahkemesinin yapacağı denetim ile uzaktan-yakından bir alakası yoktur. Bu
husus, Anayasa'nın10 ve 42 nci maddesine ilişkin Anayasa Komisyonu ve Meclis
Genel Kurulu tutanakları incelendiğinde açıkça anlaşılabilirdi. Ancak iddia
makamı bu araştırmayı yapmamıştır.
Bu ifadeler, Anayasanın 10 ve 42. maddelerine ilişkin
değişiklik teklifinin Anayasa Komisyonunda ve Genel Kurul'da görüşülmesi
sırasında CHP Milletvekilleri Şahin MENGÜ ve Hakkı Süha OKAY ile Burhan KUZU arasında
geçen bir söyleşiyle alakalıdır. Bu diyalogda, adı geçen üyelerin 10 ve 42.
maddelerde yapılan bu değişikliklerle Anayasanın ilk üç maddesinin 'açıkça '
ihlal edildiğini söylemesi üzerine, Komisyon Başkanı olarak Burhan KUZU'nun; 'değişmez
maddelere açıkça aykırı bir teklif bu Komisyonda nasıl görüşülebilir'
biçimindeki itirazı, 'açıkça görüşülemez dediğine göre, demek ki üstü kapalı
olarak getirdiler' (EK- 6) biçiminde yorumlamaları nedeniyle, bu tür
yorum yapanlar için kullanılmıştır.
Açıklamada geçen bu ifade tamamen çarpıtılarak 10 ve
42.maddenin Anayasa Mahkemesine iptalleri için açılan davada da gerekçe olarak
kullanılınca, işte bu çarpık yorumu yapanlar için kullandığı bu ifade, sanki
Anayasa Mahkemesi tarafından yapılacak denetim için kullanıldığı biçiminde
algılanmış ve ilgisiz bir şekilde iddianameye girmiştir. Bu konunun parti
kapatma ile ilişkilendirilmesini anlamak akıllara zarar verecek niteliktedir.
Ayrıca Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası
uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi
parti üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Burhan KUZU'nun, AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur. Başsavcı da iddianamesinde
bu yönde bir eylemden söz etmemektedir.
Kaldı ki Burhan KUZU'nun konuşmaları; eylem değildir,
Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve kanaat hürriyeti'
(Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26)
kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2) olmanın gereği
olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu
maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
4-
EYÜP FATSA
Ordu milletvekili Eyüp FATSA hakkında 2 adet iddia yer
almaktadır. Her iki iddia da gazete haberlerine dayandırılmıştır.
1) İddianamenin
77'inci sayfasında yer alan ve EK- 92'de delili sunulan konuşmayı Eyüp FATSA,
Ordu İslami İlimler Hizmet Vakfı tarafından 2003 yılı Temmuz ayında düzenlediği
'Ordu İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensuplarının Anı Tazeleme Yemeği'nde
yapmıştır. Bu konuşma, bir tespit ve değerlendirmedir. Bir milletvekilinin
mezun olduğu okulun anı tazeleme toplantısında, bu okulun yaşadığı sıkıntılarla
ilgili değerlendirme yapmasını, tespitlerde bulunmasının yanlış bir yönü
yoktur. Ayrıca Eyüp FATSA'nın 'İmam hatipli olmak bir ayrıcalıktır"
sözü, okulun ismi başka olabilir; ama bütün okulların mezuniyet ve anma
günlerinde herkesçe tekrarlanana klasik bir cümledir. Herkesin söyleyebildiği,
anlamı gayet açık olan bir cümleden, derin anlamlar keşfetmek mümkün değildir.
Burada yanlış veya yadırganması gereken, Eyüp FATSA'nın sözü değil, bu sözü
mahkum eden ve onda söyleyenin iradesi dışında derinlik ve anlam arayan hukuk
yaklaşımı ve anlayışıdır.
2) İddianamenin 77
- 78'inci sayfasında yer alan ve EK- 94'de delili sunulan konuşma; başörtüsü
ile ilgili eylemi reddeden, sorunların sokakta çözülemeyeceğine, çözüm için
uzlaşmanın gerekliliğine ifade eden bir tespit ve değerlendirmedir.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Eyüp FATSA'nın AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Başsavcı da iddianamesinde
bu yönde bir eylemden söz etmemektedir.
Kaldı ki Eyüp FATSA'ya isnat edilen her iki konuşma da;
Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına
aldığı 'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve
yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti'
(Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır.
Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu
değildir.
5- NİHAT ERİ
Mardin eski milletvekili Nihat ERİ hakkında 1 adet iddia
yer almaktadır. Bu iddia, gazete haberlerine dayandırılmıştır.
Nihat ERİ'ye isnat edilen konuşma, Nihat ERİ'ye ait
değildir. Nihat ERİ'nin konuşmasının tahrif edilmiş biçimidir. Zira Nihat ERİ
adı geçen konuşmasında, 'tekke' kelimesini kesinlikle kullanmamıştır. Dönemin
Dışişleri Komisyonu Başkanı da, Nihat ERİ'nin 'tekke' kelimesini kullanmadığını
açıklamış ve bu açıklaması basında yer almıştır (Bkz. iddianamenin 93 numaralı
ekindeki 06 aralık 2006 tarihli Akşam Com. Tr.). Ne gariptir ki iddia makamı,
eke koyduğu bu bilgiye iddianamesinde değinmemiştir.
Bunun yanında Nihat ERİ, basında yer alan
yanlış haberlerden haberdar olduklarını da tekzip etmiştir. Tekzip metinleri
gazetelerde yayınlamıştır. Tekzip metnini hiç yayınlamayan Cumhuriyet Gazetesi
muhabiri Türey KÖSE ile yeterli biçimde yayınlamayan Hürriyet Gazetesi muhabiri
Nuray BAŞARAN'ı ise Basın Konseyi'ne şikayet etmiş, Basın Konseyi yaptığı
inceleme sonunda Cumhuriyet Gazetesi muhabiri Türey KÖSE'ye uyarma cezası
vermiştir(EK- 7). İddia makamı; Nihat ERİ'nin Anayasa ile tanınıp teminat
altına alınan 'düzeltme ve cevap hakkı'na (Anayasa, m. 32) istinaden yaptığı
tekzip ve düzeltmeleri dikkate alması gerekirken bunu yapmamış, aksine gerçeğe
aykırı gazete haber ve yorumlarına itibar etmiştir. Bunlar, açık ve tartışmasız
bir Anayasa ihlali olduğu gibi hukukun temel ilkelerinin de ayaklar altına
alınmasıdır.
Sonuç olarak Nihat ERİ'nin iddianamede yer aldığı
şekliyle bir konuşması yoktur.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Nihat ERİ'nin AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Başsavcı da iddianamesinde
bu yönde bir eylemden söz etmemektedir.
Nihat ERİ'nin Dışişleri Komisyonunda yaptığı konuşma ise,
mutlak sorumsuzluk kapsamında Anayasa'nın 83'üncü maddesinin teminatı altında
olduğu gibi, Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve kanaat
hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) nin de kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa,
m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
6- EYÜP SANAY
Ankara eski milletvekili Eyüp SANAY hakkında 3 adet iddia
vardır ve her üçü de gazete haberlerine dayanmaktadır.
1) İddianamenin
77'inci sayfasında yer alan ve EK ' 93'te delili sunulan konuşma, iddianamedeki
iddiayı reddeden, konuyla ilgili durum tespiti yapan bir değerlendirmedir.
İddia makamının, Eyüp SANAY'ın konuşmasını onun iradesine rağmen
anlamlandırması, iddianameyi ve iddiayı çürüten ve reddeden bir konuşmayı
iddiasına mesnet yapması, temel ve büyük bir hukuksuzluktur, bir hukuk
tanımamazlıktır.
Ayrıca bu konuşma, Dışişleri Komisyonunda yapılmış olup,
mutlak sorumsuzluk kapsamındadır. Anayasa'nın 83'üncü maddesinin de teminatı
altındadır.
2) İddianamenin
90'ıncı sayfasında yer alan ve EK-111'de delili sunulan konuşma, Hükümetin
Leyla Şahin hakkındaki AİHM 4. Dairesi'nin kararının onaylanmasını istemesi
üzerine Hükümete yapılan bir eleştiridir.
3) İddianamenin 90'ıncı
sayfasında yer alan ve EK-112'de delili sunulan konuşma, Türkiye Büyük Millet
Meclisi Genel Kurulu'nda yapılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel
Kurulunda yapılan konuşmalar, aksi kararlaştırılmadıkça bunların Meclis dışında
tekrarı veya basında yer alması mutlak sorumsuzluk kapsamında olup, Anayasa'nın
83'üncü maddesinin de teminatı altındadır.
Ayrıca iddia makamı, iddiasını, Eyüp SANAY'ın Türkiye
Büyük Millet Meclisi Genel Kurul konuşmasına dayandırdığı halde Genel Kurul
tutanağını temin edip dosyaya koyması gerekirken bunu yapmaması, bunun yerine
iddiasını gazete haberine dayandırması delil değeri açısından açık bir delil
saptırmasıdır.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Eyüp SANAY'ın AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Başsavcı da iddianamesinde
bu yönde bir eylemden söz etmemektedir.
Kaldı ki Eyüp SANAY'ın yaptığı konuşmalar, Anayasa'nın
tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve
'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup,
'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın
teminatı altındadır. Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir
durum söz konusu değildir.
7- TAYYAR ALTIKULAÇ
Ordu milletvekili Tayyar ALTIKULAÇ hakkında 2 adet iddia yer
almakta ve her iki iddia da gazete haberlerine dayanmaktadır.
1) İddianamenin
78'inci sayfasında yer alan ve EK- 94'de delili sunulan konuşma; başörtüsü ile
ilgili eylemi reddeden, çözüm yerinin sokak olamadığını, sorunun kabulünün ve
çözümünün gerekliliğini ifade eden bir tespit ve değerlendirmedir.
2) İddianamenin
78'inci sayfasında yer alan ve EK- 95'de delili sunulan konuşma; Konuşma,
AİHM'in Leyla Şahin kararına ilişkin tespit, eleştiri ve değerlendirmeleri
içermektedir.
Mahkeme kararları, eleştirilmez değildir. Mahkeme
kararları da demokratik hukuk devletinin gereği olarak eleştirilebilir. Mahkeme
kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Bir
kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve
değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir düşünce
açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez. Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı,
bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme kararını
eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep edemez.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Tayyar ALTIKULAÇ'ın AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Başsavcı da
iddianamesinde bu yönde bir eylemden söz etmemektedir.
Kaldı ki Tayyar ALTIKULAÇ'a isnat edilen her iki
konuşmada; Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp
teminat altına aldığı 'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve
'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup,
'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın
teminatı altındadır. Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir
durum söz konusu değildir.
8- ÖMER ÖZYILMAZ
Erzurum eski milletvekili Ömer ÖZYILMAZ hakkında 1 adet
iddia yer almakta ve bu iddia da gazete haberlerine dayanmaktadır.
Ömer ÖZYILMAZ'ın iddianamenin 78'inci sayfasında yer alan
ve EK ' 95'te delili sunulan konuşması, başörtüsü sorunu ve çözümü ile ilgili
değerlendirme ve tespitleri içermektedir.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Ömer ÖZYILMAZ'ın AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Başsavcı da iddianamesinde
bu yönde bir eylemden söz etmemektedir.
Kaldı ki Ömer ÖZYILMAZ'a isnat edilen konuşma; Anayasaya
aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı
'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti'
(Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır.
Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu
değildir.
9- SADULLAH ERGİN
Hatay milletvekili Sadullah ERGİN N hakkında 3 adet iddia
yer almaktadır. İddialardan 2'si gazete kupürlerine, 1'i ise Türkiye Büyük
Millet Meclisi'ne sunulmuş bulunan bir kanun teklifine dayandırılmıştır.
1) İddianamenin
78-79'uncu sayfalarında yer alan ve EK ' 95'te delili sunulan konuşma, AİHM'in
Leyla ŞAHİN kararı ile ilgili tespit, değerlendirme ve eleştirileri
içermektedir. Bu açıklamasında Sadullah ERGİN; Anayasa, İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi, Anayasa Mahkemesi dahil
Yargıtay'ın pek çok kararında yer alan insan haklarının niteliğine dair
hükümleri, değişik bir üslup ile tekrar etmiş ve bu bağlamda AİHM'in Leyla
ŞAHİN kararı hakkında tespit ve değerlendirmelerde bulunmuş, bu kararı farklı
takdim etmek isteyenleri eleştirmiş ve başörtüsü sorununa dair kanaatlerini
ifade etmiştir.
Kaldı ki Mahkeme kararları, eleştirilmez değildir.
Mahkeme kararları da demokratik hukuk devletinin gereği olarak eleştirilebilir.
Mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına
gelmez. Bir kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı
tespit ve değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir
düşünce açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez. Hiçbir hukuk devletinde iddia
makamı, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme
kararını eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep edemez.
2) İddianamenin
99'uncu sayfasında yer alan iddia, 17 şubat 2008 tarihinde Kanal 24'ün Ankara
Masası programında yapılan açıklamalara dayandırılmış; ancak dayanağının
gösterildiği EK- 169'da bu programın CD'si ve çözümü konmamış, bunun yerine
üzerine el yazısıyla 'Star 18.02.2008' yazan bir gazete kupürü konulmuştur.
İddia makamının iddiasını televizyon programına dayandırıp, bunun delili olarak
da doğruluğu ve aidiyeti tartışmalı bir gazete kupürü koyması, açık bir hukuk
ihlali, açık bir keyfilik ve açık bir Anayasaya aykırılıktır.
Sadullah ERGİN'in bu açıklaması, 'Anayasa'nın 10 ve 42
maddeleri ile Yüksek Öğretim Kanunun ek 17'inci maddesinin değiştirilmesi
konusunda gizli mutabakat olduğu ve bu mutabakatta çatlak olduğu' yönündeki bir
soruya verilen cevaptan ibarettir. Bu konularda iki parti arasındaki
görüşmelere dair bir açıklamadır. İki parti arasında bir yasa ile ilgili
görüşmelere dair bir beyanın, Anayasa ve laikliğe nesri aykırıdır' Bu
açıklamanın laiklikle irtibatının kurulması, ancak Anayasa ve hukukun temel
ilkeleri bir yana koyulup, bunların yerine subjektif bir yaklaşımı ikame
etmekle mümkün olabilir. Hukuk devletinde iddia makamı, subjektif davranamaz,
keyfi hareket edemez, çünkü o da Anayasa ve yasalarla bağlıdır.
3) İddianamenin
100'üncü sayfasında yer alan ve EK- 171'de delili sunulan konuşma; Anayasa'nın
10 ve 42'inci maddelerinde yapılan değişiklik, Resmi Gazete'de yayınlanarak
yürürlüğe girmesi üzerine yapılmış bir açıklamadır. Anayasa, herkesi bağlayıcı,
en üstün hukuk normudur. Nitekim 'Anayasa'nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü'
başlıklı 11. maddesinde; 'Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı
organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel
hukuk kurallarıdır.
Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.' (Anayasa, m. 11)
denilmek suretiyle bu gerçek ortaya konulmuştur.
Sadullah ERGİN'in konuşması, Anayasa'nın 11'inci maddesi
hükmünün farklı bir üslupla tekrarıdır.
Anayasa'nın; 'Hiç kimse , yalnızca sözleşmeden doğan
yükümlülüğünü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonamaz.'
(Anayasa, m. 38/8), 'Ölüm cezası ' verilemez.' (Anayasa, m. 38/10), 'İspat
hakkı' (Anayasa, m. 39), 'Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin Anayasa'nın 102'inci
maddesi ve Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerine ilişkin 104'üncü maddeleri
doğrudan uygulanmışlardır. Anayasa'nın 104'üncü maddesi, halen de doğrudan
uygulanmaktadır.
Nitekim Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay; Anayasa
hükmünün yeterince somut ve açık olması halinde doğrudan uygulanabileceğine
dair muhtelif kararlar vermişlerdir.
Yürürlüğe girmiş bir Anayasa hükmünün uygulanmasıyla
ilgili olarak bir milletvekilinin,'Hukuk devletinde hukuka saygılı olmak lazım.
Artık uygulayıcıların da bu düzenlemeye uygun hareket etmesini umuyoruz.'
şeklinde ki hukuka uymaya ilişkin beklentisini ifade eden sözleri, ne laikliğe,
ne hukuka ve ne de Anayasaya aykırıdır.
Çünkü yürürlükte olan bir Anayasa hükmünün uygulanması
gerekliliğini beyan, - hem de bu hüküm yürürlüğünü sürdürdüğü, Anayasa hükmü
olduğu ve iddia makamı da buna uymak ve uygulamak zorunda olduğu halde '
Anayasaya aykırı görülemez ve gösterilemez. Aksinin kabulü, Anayasanın 2.
maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin ve Anayasanın
11'inci maddesinin açık ihlalidir, hukukun evrensel ilkelerinin ayaklar altına
alınmasıdır. Ne yazık ki bu açıklığa rağmen, 'Anayasa değişikliklerine
uyulması' gerektiği yönündeki Anayasaya uygun hukuki değerlendirmeleri bile
iddianamesine almak suretiyle iddia makamı, Anayasal hüküm ve gereklilikleri
göz ardı ederek, bir kez daha Anayasa ve hukukun evrensel kurallarını ihlal
etmiştir.
4) Sadullah ERGİN
hakkında iddianamenin 112 ve 113'üncü sayfasında yer alan ve delili EK-160'da
sunulan iddia, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sunulan bir kanun teklifine
dayanmaktadır. İddianın delillerinin yer aldığı EK-160'da; Anayasa'nın 10 ve
42'inci maddeleri ile Yüksek Öğretim Kanunun EK 17'inci maddesinde değişiklik
öngören kanun teklifleri ve bunlara dair gazete kupürleri yer almaktadır.
Sadullah ERGİN'in Anayasa ve yasa değişiklik teklifi
vermesi, Anayasa'nın teminatı altında bir yasama faaliyeti çalışmasıdır.
Bilindiği gibi yasama yetkisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne aittir (Anayasa,
m. 7). Kanun koymak, değiştirmek veya kaldırmak, Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin yetki ve görevlerindendir(Anayasa, m. 87). 'Kanun teklif etmeye
Bakanlar Kurulu ve milletvekilleri yetkilidir.'(Anayasa, m. 88/1) Sadullah
ERGİN, Anayasa'nın bu hükümlerine uygun bir kanun teklifine imza atmıştır. Bir
milletvekilinin Anayasanın kendisine tanıdığı yetkiyi kullanarak kanun teklifi
vermesi, ne laikliğe ve ne de Anayasaya aykırıdır. Anayasaya aykırı olan,
Anayasaya uygun bir biçimde Anayasanın tanıdığı kanun teklif etme yetkisini
kullanan bir milletvekilin, Anayasa'ya aykırı hareket ettiğinden bahisle siyasi
yasaklılığının talep ve dava edilmiş olmasıdır.
Bir kanun teklifi veya bir konuda kanuni düzenleme
yapılmak üzere teklif verilmesi, salt Cumhuriyet Başsavcısının değerlendirmesiyle
Anayasaya aykırı hale gelmez. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı bu tavrıyla,
Anayasanın yalnızca Anayasa Mahkemesi'ne tanıdığı denetim yetkisini
devşirmektedir. Oysa 'Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir
Devlet yetkisi kullanamaz.' (Anayasa, m. 6/3)
Kanun teklifi vermek, bir milletvekilinin asli görevidir
ve tartışmasız bir yasama faaliyetidir. Yasama faaliyetleri, mutlak yasama
sorumsuzluğu kapsamında olup, Anayasanın 83'üncü maddesinin teminatı
altındadır.
Bir kanunun veya bir kanun maddesinin değiştirilmesini
veya kaldırılmasını savunmak, istemek ve bunun için kanun teklifi vermek de
düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti (Anayasa, m. 26) kapsamındadır. Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulu
kararına göre de; ''Yasalarla getirilen düzenlemeleri savunarak
değerlendirilmesini veya ortadan tamamen kaldırılmasını istemek T.C.
Anayasası'nın 25 ve 26. maddelerinde öngörülen düşünce ve kanaat hürriyetinin
doğal bir sonucudur. (Bkz. Yargıtay Ceza Genel Kurulu, E.2001/9-32, K.2001/155,
K.T. 3.7.2001)
Ayrıca Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası
uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi
parti üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Sadullah ERGİN'in AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Başsavcı da iddianamesinde
bu yönde bir eylemden söz etmemektedir.
Kaldı ki Sadullah ERGİN'e isnad edilen ve iddianamenin
79, 99 ve 100'üncü sayfalarında yer alan beyanlar; Anayasaya aykırı bir eylem
olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve kanaat
hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
10- CAVİT TORUN
Diyarbakır eski milletvekili Cavit TORUN hakkında 2 adet
iddia yer almakta ve bunlardan EK-96'da delili sunulan Türkiye Büyük Millet
Meclisi Genel Kurul tutanağına, EK-97'de delili sunulan ise gazete haberlerine
dayanmaktadır.
1) Cavit TORUN'un
iddianamenin 79'uncu sayfasında yer alan ve EK ' 96'da delili sunulan konuşma,
19 haziran 2003'te Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu'nda yapılmıştır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu'nda yapılan
konuşmalar, aksi kararlaştırılmadıkça bunların Meclis dışında veya basında
tekrarı mutlak sorumsuzluk kapsamında olup, Anayasanın 83'üncü maddesinin
teminatı altındadır.
Cavit TORUN bu konuşmasında; insan hakları bağlamında
değişik sorunlara değinmiş ve bu alanda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin
yaptığı çalışmalardan övgü ile bahsetmiştir. Konuşmanın bütününden koparılan
bir parçanın, iddianameye konulması bu gerçeği değiştirmez. Esasında aslolan
iddia makamının da, iddialarını oradan buradan kırptığı, metin bütünlüğünden
kopardığı cümlelere dayandırması da kabul edilemez bir keyfilik ve hukuka
aykırılıktır.
2) İddianamenin
79'uncu sayfasında yer alan ve EK ' 97'de delili sunulan metin, bir konuşma
değil, Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nusret ARAS'ın milletvekillerine
ilettiği yazılı düşüncesine karşı, bir milletvekili olarak Cavit TORUN'un
şahsen verdiği yazılı cevap ve tepkiden oluşmaktadır. Cevapta, Ankara
Üniversitesi Rektörü PROF. Dr. Nusret ARAS'ın görüşleri eleştirilmektedir.
Gerçek bu iken iddia makamının, Anakara Üniversitesi Rektörü'nün yazdığı
mektuptaki bazı cümleleri aldıktan sonra Diyarbakır eski milletvekili Cavit
TORUN'un cevabını vermesi, okuyanda; iddia makamının 'Ankara Üniversitesi
Rektörünün görüşü eleştirilmez, bunu eleştiren parti kapatılır, eleştiren kişi
siyasi yasaklı olur' gibi bir ön kabule sahip olduğu kanaati uyanmaktadır.
Halbuki 'Üniversite Rektörlerinin görüşleri eleştirilmez' diye bir Anayasa veya
yasa kuralı yoktur. Aksine eleştirilmesi, normal, doğal ve yasaldır.
Ayrıca Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası
uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi
parti üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Cavit TORUN'un AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Başsavcı da iddianamesinde
bu yönde bir eylemden söz etmemektedir.
Kaldı ki Cavit TORUN'a isnat edilen konuşma ve yazılı
cevap metni; Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp
teminat altına aldığı 'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve
'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup,
'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın
teminatı altındadır. Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir
durum söz konusu değildir.
11- ASIM AYKAN
Trabzon milletvekili Asım AYKAN hakkında 2 adet iddia yer
almakta ve her iki iddia da gazete haberlerine dayandırılmaktadır.
1) İddianamenin
80'inci sayfasında yer alan ve EK ' 98'de delili sunulan konu, Trabzon
milletvekili Asım AYKAN'ın; Anayasa'nın tanıdığı ve teminat altına aldığı
dilekçe hakkı (Anayasa, m. 7) ve Bilgi Edinme Kanunu çerçevesinde başvurduğu
bir yöntemdir. Her Türk vatandaşı, yetkili makamlara müracaatla bilgi
isteyebilir veya herhangi bir talepte bulunabilirler. Bu husus, Anayasa ve
yasalarımızın teminatı altındadır. Her vatandaşın istediğinde kullandığı bir
hak ve imkandan, bir milletvekilinin yararlanmak istemesi normal, doğal ve
Anayasaldır. Aksini savunmak, Anayasa ve yasalara aykırıdır.
Kaldı ki iddia makamının iddianamede iddia ettiği gibi
Asım AYKAN, 'Türbanın tanımı ve boyutlarıyla bir standart belirlemesini'
istememiştir. İddiasını gazete kupürlerine dayandıran iddia makamı, biraz
tahkikat yapıp, Türk Standartları Enstitüsü'nden Asım AYKAN'ın dilekçesini ve
kurumun cevabını inceleseydi bu hataya düşmezdi. Ne yazık ki iddia makamı, bu dilekçe
ve dilekçeye verilen cevabı araştırmamış ve iddiasının ekine delil olarak da
koymamıştır.
Asım AYKAN'ın Türk Standartları Enstitüsü Başkanlığı'na
yazdığı 12.12.2003 tarihli dilekçe de şu sorular yer almaktadır:
'1. Başkanlığınız faaliyetleri içerisinde insan
kıyafetiyle ilgili bir çalışmanız ve ölçünüz var mıdır'
2.Bu bağlamda, kamuoyunu uzun süredir meşgul eden türban
ve başörtüsü konusunda bir standart geliştirdiniz mi, geliştirdiyseniz bu iki
örtü arasındaki fark nedir'
3. Şimdiye kadar böyle bir çalışmanız yoksa anılan alanda
bir tarif ve ölçü tanımlaması yapmayı düşünüyor musunuz'
4. Dünyadaki standart alanında benzer çalışmalar yapılmış
mıdır'' (EK- 8)
Görüldüğü üzere bu dilekçede, iddia makamının iddia ettiği
gibi 'Türbanın tanımı ve boyutlarıyla bir standart belirlemesini' isteme
yoktur, sadece konuya dair bilgilenme talebi vardır. Kişilerin bilgi edinme
hakkıdır. Hukuk devletinde, bir kişi yasal makamlardan, yasal usullere uygun
bilgi talep etti diye kınanamaz, yadırganamaz ve Anayasaya aykırı bir
davranışla itham edilemez. Bir milletvekilinin, şahsi bir talebi, hem de
yasaların teminat altına aldığı bir talebi nedeniyle, bir siyasi partinin
kapatılmasını talep, hukukun temel ilkelerine ve Anayasaya aykırıdır.
2) İddianamenin
80'inci sayfasında yer alan ve EK ' 99'da delili sunulan metin, Asım AYKAN'ın
internet sitesinden alınmıştır. Buradaki açıklamasında Asım AYKAN; AİHM'in
Leyla ŞAHİN kararı ile ilgili tespit, değerlendirme ve eleştirilerde
bulunmuştur.
Kaldı ki Mahkeme kararları, eleştirilmez değildir.
Mahkeme kararları da demokratik hukuk devletinin gereği olarak eleştirilebilir.
Mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına
gelmez. Bir kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı
tespit ve değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir
düşünce açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez. Hiçbir hukuk devletinde iddia
makamı, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme
kararını eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep edemez.
Ayrıca Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası
uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi
parti üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Asım AYKAN'ın AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Başsavcı da iddianamesinde
bu yönde bir eylemden söz etmemektedir.
Bütün bunların yanında Asım AYKAN'a isnat edilen her iki
metin; Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat
altına aldığı 'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi
açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik
hukuk devleti' (Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı
altındadır. Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz
konusu değildir.
12- İRFAN GÜNDÜZ
İstanbul milletvekili İfan GÜNDÜZ hakkında 2 adet iddia
yer almaktadır. Her iki iddia da gazete haberlerine dayandırılmıştır. Ancak
iddia makamı; bu gazetelerin, aynı günkü diğer gazetelerle ve konuşmaların tam
metni ile ele alıp değerlendirmesi gerekirken bunun yapmamıştır. Ayrıca, EK
-100'de delil olarak konan Meclis tutanaklarındaki konuşmalarından hiç birisi,
İrfan GÜNDÜZ hakkındaki iddia ile ilgili değildir.
1) İddianamenin
81-82'inci sayfalarında yer alan ve EK- 100'de delili sunulan konuşma; dönemin
Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa BUMİN'in, Anayasa Mahkemesi'nin 39.
Kuruluş Yılı Kutlama Töreni Açılış Konuşması'nın, eleştirisi mahiyetinde
değerlendirme ve tespitleri içermektedir. İrfan GÜNDÜZ konuşmasının bir
bölümünde, hakimlik mesleğinin genel ve hukuki bilgi ile çözülmesi mümkün
olmayan, çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde
bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasının gerekliliğini farklı bir lisanla ifade
etmiştir. Bilirkişilik müessesi, başlangıçtan beri Türk hukukunda hem Ceza
Muhakemesi Kanunu (M. 63- 73), hem Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (M. 275-286)
ve İdari Yargılama Usulü Kanunu (M. 31) düzenlenen ve uygulanan bir
müessesedir. Mahkemelerin, hakimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukuki
bilgi ile çözülmesi mümkün olmayan, çözümü uzmanlığı, teknik veya özel bilgiyi
gerektiren konularda, hukukumuzda var olan bilirkişilik müessesesini
işletmemelerini tespit, değerlendirme ve eleştirmenin laikliğe, Anayasaya ve
yasaya aykırı bir yönü yoktur.
'Anayasa Mahkemesi Başkanın beyanları eleştirilemez.'
şeklinde ne bir Anayasa ve ne de yasa kuralı vardır. Herkesin görüşünün
eleştirisi mümkün olduğu gibi Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa BUMİN'in
görüşleri de eleştirilebilir. Bu eleştiriler, düşünce ve düşünceyi ifade
kapsamında ve Anayasanın teminatı altındadır.
2) İddianamenin
85-86'ıncı sayfalarında yer alan ve EK- 104'de delili sunulan beyanlar;
eleştirel bir yaklaşımla mesleki eğitim ve başörtüsü konusundaki tespit ve
değerlendirmeleri içermektedir.
Ayrıca Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası
uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi
parti üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
İrfan GÜNDÜZ'ün AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Başsavcı da iddianamesinde
bu yönde bir eylemden söz etmemektedir.
Kaldı ki İrfan GÜNDÜZ'e isnat edilen her iki konuşma da;
Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına
aldığı 'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve
yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti'
(Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır.
Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu
değildir.
13- MEHMET ÇİÇEK
Yozgat milletvekili Mehmet ÇİÇEK hakkında 2 adet iddia
yer almaktadır.
1) İddianamenin
83'üncü sayfasında yer alan ve EK-100'de delili sunulan beyanların dayanağı,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul tutanakları ve bir gazete kupürüdür.
İddia makamı, Mehmet ÇİÇEK ile ilgisi olmayan ve başka milletvekillerine ait
pek çok konuşma koymuştur. İddia makamının bu tutumunu, hukukun içinde kalarak
anlamak mümkün değildir.
Mehmet ÇİÇEK bu konuşmayı, bir yasama faaliyeti
çerçevesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda yapmıştır. Türkiye
Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu'nda yapılan konuşmalar ve aksi
kararlaştırılmadıkça bunların dışarıda tekrarı veya basında yer alması da
mutlak sorumsuzluk kapsamında olup, Anayasanın 83'üncü maddesinin teminatı
altındadır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulundaki
konuşmasında Mehmet ÇİÇEK; laikliğe ve cumhuriyetin değerlerine vurgu yapmış,
'Laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında
kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda
belirtilen görevleri yerine getirir.' (Anayasa, m. 136) şeklindeki Anayasa
hükmü mucibince Diyanet İşleri Başkanlığı'nın önemine ve faaliyetlerine
değinmiş, herkesin görevini yaparken Anayasa'nın verdiği görev ve yetki
sınırları içinde kalmasının gerekliliğine işaret etmiş, din hakkında uzmanlığı
olmayanların konuşmasının yanlışlığına vurgu yapmış, bu meyanda konuşmasının
bir kısmında da Anayasa Mahkemesi'nin 43'üncü kuruluş yıldönümü münasebetiyle
dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa BUMİN'in yaptığı açıklamalara dair
tespit, değerlendirme ve eleştirilerde bulunmuştur.
Konuşma bir bütün olarak incelendiğinde, ne laiklik
ilkesine ve ne de Anayasa'nın herhangi bir hükmüne aykırılık vardır. Aksine
Anayasaya ve laikliğe bağlılık vardır. Nitekim konuşmada geçen 'İşin doğrusu,
devlet, millet, cumhuriyet, Atatürk ilkeleri, laiklik ilkeleri kimsenin
babasının mülkü değildir. Bunlar yüce Türk milletinin vazgeçilmez ortak
değerleridir ve milletimizin değerleridir, kimsenin inhisarı altında değildir''
ifadeleri bunun ispatıdır.
Ancak bu açıklık ve gerçekliğe rağmen iddia makamının,
Mehmet ÇİÇEK'in konuşmasından sadece dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa
BUMİN'in konuşmasıyla ilgili tespit, değerlendirme ve eleştirilerini
iddianameye koyması, konuşmanın bütününü parçalaması ve bu parçaya da konuşanın
iradesine rağmen anlam yüklemesi, hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz.
'Anayasa Mahkemesi Başkanın beyanları eleştirilemez.'
şeklinde ne bir Anayasa ve ne de yasa kuralı vardır. Herkesin görüşünün
eleştirisi mümkün olduğu gibi Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa BUMİN'in görüşleri
de eleştirilebilir. Kaldı ki bu eleştiriler, düşünce ve düşünceyi ifade
hürriyeti kapsamında ve Anayasanın teminatı altındadır.
2) İddianamenin
84'üncü sayfasında yer alan ve EK-101'de delili sunulan beyanların dayanağı,
2006 yılı şubat ayında Star TV'de katıldığı bir programdaki açıklamalarıdır.
İddia makamı, bu programa ait CD'yi, iddiasına dayanak delil olarak koyduğu
halde, bu CD'nin çözümünü yaptırıp dosyaya koymamıştır. Ayrıca EK-1001'de;
Hürriyet Gazetesi yazarı Ertuğrul ÖZKÖK'e ait aynı köşe yazısından 2 adet,
konuya ilişkin bir haber ve Mehmet ÇİÇEK'in yaptığı ve Milliyet Gazetesinde yer
alan basın açıklaması var. Ekteki diğer 3 gazete kupürünün iddia ile hiçbir
ilgisi yoktur. Bunları iddia makamının ne maksatla koyduğu anlaşılamamıştır.
İddia makamı, Mehmet ÇİÇEK'in konuşmasının bir kısmını
anlam bütünlüğünden kopararak iddianamesine almış ve Mehmet ÇİÇEK'in iradesi ve
ifadelerinin hilafına hareketle söylenenleri laiklik aleyhine nitelemiş ve
takdim etmiştir. Bu kabul edilemez. Hukuk devletinde iddia makamı, somut
gerçeklikten hareket eder, kişilerin beyanlarına onlara rağmen anlam
yükleyemez.
Mehmet ÇİÇEK bu konuşmasında; Danıştay 2. Dairesi'nin
Aytaç Kılınç'a ilişkin 26.10.2005 gün ve 2004/4051-2005/3366 sayılı kararı ile
ilgili tespit, değerlendirme ve eleştirilerde de bulunmuştur. Danıştay'ın bu
karar üzerine yaşanan tartışmalar çerçevesinde Mehmet ÇİÇEK; hakimlik
mesleğinin genel ve hukuki bilgi ile çözülmesi mümkün olmayan, çözümü
uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde bilirkişinin oy ve
görüşünün alınmasının gerekliliğini farklı bir lisanla ifade etmiştir.
Bilirkişilik müessesi, başlangıçtan beri Türk hukukunda hem Ceza Muhakemesi
Kanunu (M. 63- 73), hem Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (M. 275-286) ve hem de
İdari Yargılama Usulü Kanunu (M. 31) düzenlenen ve uygulanan bir müessesedir.
Mahkemelerin, hakimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukuki bilgi ile
çözülmesi mümkün olmayan, çözümü uzmanlığı, teknik veya özel bilgiyi gerektiren
konularda, hukukumuzda var olan bilirkişilik müessesesini işletmemelerini
tespit, değerlendirme ve eleştirmenin laikliğe, Anayasaya ve yasaya aykırı bir
yönü yoktur.
Kaldı ki Mahkeme kararları, eleştirilmez değildir.
Mahkeme kararları da demokratik hukuk devletinin gereği olarak eleştirilebilir.
Mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına
gelmez. Bir kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı
tespit ve değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir
düşünce açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez. Hiçbir hukuk devletinde iddia
makamı, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme
kararını eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep etmez ve edemez.
Star TV'de yaptığı açıklamaların basında
çarpıtılarak yer alması üzerine Mehmet ÇİÇEK; Anayasa'nın tanıdığı ve teminat
altına aldığı 'Cevap ve düzeltme hakkını' (Anayasa, m. 32) kullanmıştır.
Hürriyet Gazetesi yazarı Ertuğrul ÖZKÖK 18.02.2006 tarihli köşesinde 'Yeminime
sadığım' başlığı ve Milliyet Gazetesinin 19.02.2006 tarihli nüshasında 'AKP'li
Mehmet ÇİÇEK: Milletvekili yeminine sadığım' başlığı ile bu cevap ve
düzeltmeleri yayınlanmışlardır. Sabah Gazetesi yazarı Fatih ALTAYLI''ya
gönderdiği 21.02.2006 tarihli açıklama ise yayınlanmamıştır (EK- 9). Ne
gariptir ki iddia makamı; Mehmet ÇİÇEK'in Anayasa ile tanınıp teminat altına
alınan 'düzeltme ve cevap hakkı'na (Anayasa, m. 32) istinaden yaptığı tekzip ve
düzeltmeleri dikkate alması gerekirken bunu yapmamış, aksine gerçeğe aykırı
gazete haber ve yorumlarına itibar etmiştir. Bunlar, açık ve tartışmasız bir
Anayasa ihlali olduğu gibi hukukun temel ilkelerinin de ayaklar altına
alınmasıdır.
Ayrıca Mehmet ÇİÇEK, bu programa şahsı adına katılmış,
konuşmayı da şahsı adına yapmış, bu hususu da programda açıklıkla ifade
etmiştir. Şahıs adına yapıldığı bir konuşma nedeniyle AK Parti'nin sorumluluğu
söz konusu değildir.
Buna rağmen AK Parti Türkiye Büyük Millet Meclisi Grup
Başkanlığı, 16.02.2006 tarih ve 40 sayılı yazısı ile Mehmet ÇİÇEK hakkında
inceleme başlatmış, savunmasını almış ve sonuçta ikaz edilmesine karar verilmiş
ve gerekli ikazlar da yapılmıştır.
Ayrıca Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası
uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi
parti üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Mehmet ÇİÇEK'in AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Başsavcı da iddianamesinde
bu yönde bir eylemden söz etmemektedir.
Kaldı ki Mehmet ÇİÇEK'e isnat edilen her iki iddiada yer
alan tespit, değerlendirme ve eleştirileri; Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp,
aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve kanaat hürriyeti'
(Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26)
kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2) olmanın gereği
olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu
maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
14- İDRİS NAİM ŞAHİN
İddianamenin 84'üncü sayfasında yer alan ve EK-102'de
delili sunulan iddia, 17.04.2006 tarihli Vakit.com.tr.internet sitesinde yer
alan bir habere dayandırılmıştır.
Gazetede yer alan ve buradan iddianameye alınan metin,
İdris Naim ŞAHİN'in bire bir konuşması değildir. İdris Naim ŞAHİN'nin
konuşmasının metni, İstanbul Valiliği ve İçişleri Bakanlığının resmi
kayıtlarından olan 'Toplantı zabıtları'nda vardır. Zabıtlarda yer alan konuşma;
'İ.Y.C., bu toplantısı ile tarihteki yerini alacaktır. İ.Y.C. bu ülkeye, bu
ülke gençliğine büyük hizmetler vermiştir. Hizmetler devam etmektedir. Zaman
zaman bazı eleştiriler alıyoruz. İktidarın eleştirilmesi, ondan daha fazla
şeyler beklenmesi normaldir. Eleştirilerden yararlanmak, iktidarın görevidir.
Eleştiriler makul ölçülerde olmalıdır. Çözüm bekleyen konuları sabırla, zamana
yayarak çözeceğiz. Asıl olan bu cemiyetin hizmetlerini takip etmek, yardımcı
olmaktır. İ.Y.C. çalışmalarını ve mensuplarını yürekten tebrik ediyorum.
Kutuluyor, başarılar diliyorum.' (EK- 10) şeklindedir.
Görüldüğü gibi İdris Naim ŞAHİN'e isnat edilen konuşma
ile İdris Naim ŞAHİN'in bizzat yaptığı ve Devletin resmi kayıtlarında yer alan
konuşma birbirinden farklıdır. İddia makamı, sadece gazete haberi ile
yetinmeyip İlim Yayma Cemiyeti'nin 52'inci Genel Kurulu tutanaklarını istetip,
işin aslını araştırsaydı, bu gerçeğe kolaylıkla ulaşabilirdi. Ama bunu
yapmamıştır.
İdris Naim ŞAHİN'in zabıtlarda yer alan konuşması, bir
derneğin genel kurulunda herkesin yaptığı mutat konuşmalardan biridir.
Konuşmasında; İlim Yayma Cemiyetini övmüş, hizmetlerinden dolayı teşekkür
etmiş, iktidar partisinin milletvekili olması hasebiyle de iktidara dönük
eleştirilerin normal karşılanması gerektiği ve bundan istifade etmenin
iktidarın görevi olduğunu, çözüm bekleyen konuların da zamanla çözülebileceğini
ifade etmiştir. Bu konuşmanın, Anayasaya aykırı bir yönü olmadığı gibi
laiklikle irtibatlandırılması da mümkün değildir. Buna rağmen iddia makamının,
İdris Naim ŞAHİN'in beyanlarına, onun kast ve iradesi dışında anlam yükleyip,
bunu da laiklikle irtibatlandırması, hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasanın
açık ve tartışmasız ihlalidir.
Anayasanın 69'uncu maddesine göre siyasi partiler; belli
şartların birlikte varlığı koşuluyla sadece üyelerinin eylemlerinden
sorumludur. Anayasanın bu açık hükmüne rağmen iddia makamının, AK Parti üyesi
olmayan İlim Yayma Cemiyeti Genel Başkanı Hamza Akbulut'un yaptığı konuşmayı,
iddianameye koyması da açık bir hukuksuzluk ve açık bir Anayasa ihlalidir.
Bunun yanında İddia makamının, İlim Yayma Cemiyeti Genel
Başkanı Hamza AKBULUT'un konuşması ile İdris Naim ŞAHİN'in konuşması arasında
irtibat kurma çabası da diğer bir hukuksuzluk ve Anayasa ihlalidir. Zira İdris
Naim Şahin'in iddianamede yer alan beyanı, iddianamede yer verilen Hamza
Akbulut'un konuşmasının ardından değil (Şahin, Akbulut'un konuşması sırasında
salonda bulunmamaktadır) kendisinden önce konuşan siyasi parti yetkililerinin
konuşmalarının ardından ve onların eleştirilerine yanıt olarak kullanılmıştır.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
İdris Naim ŞAHİN'in AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden söz etmemektedir.
Kaldı ki İdris Naim ŞAHİN'in İlim Yayma Cemiyeti Genel
Kurulundaki beyanları; Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın
tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve
'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup,
'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın
teminatı altındadır. Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir
durum söz konusu değildir.
15- BİNALİ YILDIRIM
İddianamenin 85'inci sayfasında yer alan ve EK-102'de
delili sunulan iddia, 17.04.2006 tarihli Vakit.com.tr.internet sitesinde yer
alan bir habere dayandırılmıştır.
Gazetede yer alan ve buradan iddianameye alınan metin,
Binali YILDIRIM'ın bire bir konuşması değildir. İstanbul Valiliği ve İçişleri
Bakanlığının resmi kayıtlarından olan 'Toplantı zabıtları'nda Binali
YILDIRIM'ın; '' Reformlar sancılı olur. Reformları uzlaşarak yapmak toplumun
menfaatinedir. Reformların bir kısmının sonu alındı. Bir kısmının da zamana
bağlı olarak alınacaktır. Kırıp dökmeden iş yapmak istiyoruz.' şeklindeki
ifadeleri, Vakit.com.tr internet sitesi ve iddianamede 'Reformlar sancılı olur.
Güle oynaya yapılmaz. Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken
birçoğu kanlı oldu. Bu konuda sabır ve zamana ihtiyacımız var. Önemli olan bir
şeyi yaparken kırıp dökmemek ve bu da bizim hassasiyetimiz. Yolumuza da bu
şekilde devam edeceğiz. Devam ederken de gerekenler yapılacak.' (EK-11)
şeklinde yer almıştır. Görüldüğü üzere; '' Güle oynaya yapılmaz. Tarihte de
bu reformlar gerçekleştirilirken birçoğu kanlı oldu. Bu konuda sabır ve zamana
ihtiyacımız var. Önemli olan bir şeyi yaparken kırıp dökmemek ve bu da bizim
hassasiyetimiz. Yolumuza da bu şekilde devam edeceğiz. Devam ederken de
gerekenler yapılacak.' ifadeleri, Binali YILDIRIM'ın beyanları arasında
yoktur. Bu ifadeler, gazete muhabirinin haberinde yer ve iddia makamı da
doğruluğunu sorgulamadan iddianameye almıştır. İddia makamı, sadece gazete
haberi ile yetinmeyip İlim Yayma Cemiyeti'nin 52'inci Genel Kurulu
tutanaklarını istetip, işin aslını araştırsaydı, bu gerçeğe kolaylıkla
ulaşabilir ve böyle bir yanlışa düşmeyebilirdi. Ama bunu yapmamıştır.
Binali YILDIRIM'ın zabıtlarda yer alan konuşması, bir
derneğin genel kurulunda herkesin yaptığı mutat konuşmalardan biridir.
Konuşmasında; İlim Yayma Cemiyetini ve hizmetlerini övmüş ve AB sürecinde
yapılan reformlardan bahsetmiştir. Binali YILDIRIM'ın konuşmasında geçen 'Reform'
kelimesini, kendi görev alanına giren haberleşme ve ulaştırma alanlarında ve AB
sürecinde yapılan köklü değişiklikleri ifade için kullanmıştır. Bu konuşmanın,
Anayasaya aykırı bir yönü olmadığı gibi laiklikle irtibatlandırılması da mümkün
değildir. Buna rağmen iddia makamının, Binali YILDIRIM'ın beyanlarına, onun
kast ve iradesi dışında anlam yükleyip, bunu da laiklikle irtibatlandırması,
hukukun evrensel ilkeleri ile Anayasanın açık ve tartışmasız ihlalidir.
Anayasanın 69'uncu maddesine göre siyasi partiler; belli
şartların birlikte varlığı koşuluyla sadece üyelerinin eylemlerinden
sorumludur. Anayasanın bu açık hükmüne rağmen iddia makamının, AK Parti üyesi
olmayan İlim Yayma Cemiyeti Genel Başkanı Hamza Akbulut'un yaptığı konuşmayı,
iddianameye koyması da açık bir hukuksuzluk ve açık bir Anayasa ihlalidir.
Bunun yanında İddia makamının, İlim Yayma Cemiyeti Genel
Başkanı Hamza AKBULUT'un konuşması ile Binali YILDIRIM'ın konuşması arasında
irtibat kurma çabası da diğer bir hukuksuzluk ve Anayasa ihlalidir.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Binali YILDIRIM'ın AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Kaldı ki Binali YILDIRIM'ın İlim Yayma Cemiyeti Genel
Kurulundaki beyanları; Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın
tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve
'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup,
'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın
teminatı altındadır. Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir
durum söz konusu değildir.
16- AKİF GÜLLE
İddianamenin 85'inci sayfasında yer alan ve EK-103'de
delili sunulan iddia, 10 şubat 2006 tarihli Radikal İnternet Baskısından alınan
habere dayandırılmıştır.
Akif Gülle, iddianamede yer alan beyanından da açıkça
anlaşıldığı gibi, Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliğini yargıya taşıyan YÖK'ü
eleştirmiştir. Bu beyanın, laiklikle uzaktan yakından hiçbir ilişkisi yoktur.
Hiçbir mantık ve yorum, bu beyanın laiklikle ilişkisini kuramaz. Kaldı ki
Anayasa ve yasalarımızda; 'YÖK eleştirilemez. YÖK'ün eleştirilmesi Anayasa veya
laikliğe aykırıdır.' biçiminde bir hüküm yoktur. Bir milletvekilinin
düşüncesini ifade edebilme özgürlüğü çerçevesinde YÖK'ü eleştirmesinin laiklik
karşıtı bir eylem ve beyan olarak değerlendirilmesinin hukuki bir dayanağı
bulunmamaktadır.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Akif GÜLLE'nin AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Kaldı ki Akif GÜLLE'nin bu beyanı; Anayasaya aykırı bir
eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
17- FEHMİ HÜSREV KUTLU
1) İddianamenin
88'inci sayfasında yer alan ve EK-105'de delili sunulan iddia; tarihsiz bir
Cumhuriyet Gazetesi haberine dayandırılmıştır. Bu iddianın ekinde sunulan
onlarca delilden sadece biri Fehmi Hüsrev KUTLU ile ilgilidir. Diğer
delillerin, Fehmi Hüsrev KUTLU ile hiçbir ilgisi yoktur. Fehmi Hüsrev KUTLU'nun
iddianameye alınan konuşması, Adalet Komisyonu'nda yapılmıştır. Adalet
Komisyonu Raporunu iddianame ekine koyan iddia makamı, bu konuşmayı havi
komisyon tutanağını ekler arasına koymamıştır. Bunun yerine Cumhuriyet
Gazetesinin tarihsiz bir haberine istinat etmiştir. Bu yöntem, delil itibarında
bir saptırmadır.
Fehmi Hüsrev KUTLU bu konuşmayı, bir yasama faaliyeti
çerçevesinde Adalet Komisyonunda yapmıştır. Adalet Komisyonunda yapılan
konuşmalar ile bunların Meclis dışında tekrarı ve gazetelerde yer alması da
mutlak sorumsuzluk kapsamında olup Anayasanın 83'üncü maddesinin teminatı
altındadır.
İddianamede yer alan sözler; Anayasa ve laiklik karşıtı
sözler olmayıp, Anayasa ve laikliğin teminatı altında yapılan bir
değerlendirmedir.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Fehmi Hüsrev KUTLU'nun AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz
etmemektedir.
Kaldı ki Fehmi Hüsrev KUTLU'nun bu beyanı; Anayasaya
aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı
'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti'
(Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır.
Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
2) Ayrıca iddia
makamı, 29.06.2005 tarih ve 5377 sayılı kanunun 29. maddesi ile değiştirilen ve
halen yürürlükte bulanan Türk Ceza Kanunun 263'üncü maddesinin, Türkiye Büyük
Millet Meclisinde görüşülmesini ve kanunlaşmasını, Cumhurbaşkanının geri gönderme
gerekçeleri ve kendi değerlendirmesi ile Anayasa ve laikliğe aykırı görmüş ve
bunu da kapatma davasında delil olarak göstermiştir. Bu, iddia makamının
kendisini Meclis ve hatta Anayasa Mahkemesi yerine koyan, kendi yetki
sınırlarını aşan, Anayasa ve hukuk dışı bir yaklaşımdır.
Çünkü yasama yetkisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne
aittir (Anayasa, m. 7). Kanun koymak, değiştirmek veya kaldırmak, Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nin yetki ve görevlerindendir(Anayasa, m. 87). 'Kanun teklif
etmeye Bakanlar Kurulu ve milletvekilleri yetkilidir.'(Anayasa, m. 88/1)
'Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisince kabul edilen kanunları onbeş
gün içinde yayımlar. (Değişik: 3.10.2001-4709/29 md.) Yayımlanmasını kısmen
veya tamamen uygun bulmadığı kanunları, bir daha görüşülmek üzere, bu hususta
gösterdiği gerekçe ile birlikte aynı süre içinde, Türkiye Büyük Millet
Meclisi'ne geri gönderir'' (Anayasa, m. 89/1-2) Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nde görüşülerek kabul edilen bir kanunun, Cumhurbaşkanı tarafından bir
daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne geri gönderilmesi ve
Meclisin kanunu aynen kabul etmesi, Anayasa ve İçtüzük'e uygun bir yasama
faaliyeti ve sürecidir.
Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edilen bir kanunun,
Anayasaya aykırılık denetimi ve aykırılığın tespiti halinde iptali, Anayasa
Mahkemesinin görev ve yetkileri arasındadır (Anayasa, m. 148-153). Anayasa ve
İçtüzük'e uygun bir yasama faaliyeti, salt Cumhurbaşkanının bir daha görüşülmek
üzere Meclise geri göndermede beyan ettiği gerekçelerle veya Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı'nın iddia ve değerlendirmesiyle Anayasaya aykırı hale
gelmez, getirilemez. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı bu tavrıyla, Anayasanın
yalnızca Anayasa Mahkemesi'ne tanıdığı denetim yetkisini devşirmektedir. Oysa
'Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi
kullanamaz.' (Anayasa, m. 6/3)
Kaldı ki Anayasa'ya aykırılık iddiasıyla ne Cumhurbaşkanı
ve ne de bu kanunu uygulayan bir mahkeme (Anayasa m. 152'ye göre) Anayasa
Mahkemesine taşımıştır.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, yürürlükte olan ve
herkesin uymak zorunda olduğu ve kendisinin de hem uymak hem de uygulamak
zorunda olduğu bir kanun nedeniyle bir siyasi partinin kapatılmasını dava
edemez. Aksinin kabulü, hukukun evrensel ilkelerinin ihlalidir. İddia makamı,
bu tutumuyla, iddianamedeki subjektif yaklaşımını burada da sergilemiştir.
3) Öte yandan,
iddianamede (Sayfa: 48, EK-45) 'Fehmi Hüsrev Kutlu'nun, ödül alan türbanlı
öğrenci ile birlikte basın fotoğrafçılarına poz vermesi'nin laiklik ilkesine
aykırı olarak değerlendirilmesi, ayrı bir hukuk garabetidir. Bir
milletvekilinin, başarılı bir öğrenci ile fotoğraf çektirmesi ve onu
başarısından dolayı tebrik etmesi, ne laikliğe ve ne de Anayasanın herhangi bir
hükmüne aykırıdır. Burada söz konusu olan, başarılı öğrencileri kutlamak ve
onları daha çok çalışmaya teşvik etmektir. Kaldı ki, Fehmi Hüsrev Kutlu
yalnızca türbanlı öğrenciyi değil başarılı çok sayıda öğrenciyi kutlamış ve
onların isteği üzerine de birlikte fotoğraf çektirmiştir. Anayasaya asıl aykırı
olan, başarılı bir öğrenci ile bir milletvekilinin fotoğraf çektirmesini, sırf
öğrencinin başörtüsü nedeniyle yadırgamak ve bunu laikliğe aykırı
değerlendirmektir. Onun için bu değerlendirmenin de hiçbir hukuki dayanağı
yoktur.
18- MUSA UZUNKAYA
1) İddianamenin
89'uncu sayfasında yer alan ve EK-107'de delili sunulan konuşma, Türkiye Büyük
Millet Meclisi Plan ve Bütçe Komisyonunda yapılmıştır. İddia makamı, konuşmanın
Plan ve Bütçe Komisyonunda yapıldığını belirttiği halde, delil olarak 08 Kasım
2006 tarihli Cumhuriyet Gazetesi haberini göstermiş; ama komisyon tutanaklarını
delil olarak sunmamıştır. Bu açık bir, delil yanıltmasıdır.
Bu konuşmada, başörtüsü sorununa dair değerlendirme ve
tespitlerde bulunmuştur.
2) İddianamenin
89'uncu sayfasında yer alan ve EK-108'de delili sunulan konuşma da Türkiye
Büyük Millet Meclisi Plan ve Bütçe Komisyonunda yapılmıştır. İddia makamı,
konuşmanın Plan ve Bütçe Komisyonunda yapıldığını belirttiği halde, delil
olarak Cumhuriyet Gazetesindeki haberleri göstermiş; ama komisyon tutanaklarını
delil olarak sunmamıştır. Bu açık bir, delil yanıltmasıdır.
Bu değerlendirme ve eleştiriler, Plan ve Bütçe
Komisyonundaki CHP milletvekillerinin yaptıkları eleştirilere cevap vermek
maksadıyla yapılmış bir düşünce açıklamasıdır. Tarihi kişiliklere dair
tespitlerde bulunmak ve bir kişinin düşüncesini benimsediğini söylemek, ne
Anayasaya ve ne de laiklik ilkesine aykırıdır.
Kaldı ki Musa UZUNKAYA'nın yaptığı her iki konuşma da bir
yasama faaliyeti çerçevesinde Plan ve Bütçe Komisyonunda yapmıştır. Plan ve
Bütçe Komisyonunda yapılan konuşmalar ile aksi kararlaştırılmadıkça bunların
Meclis dışında tekrarı ve gazetelerde yer alması da mutlak sorumsuzluk
kapsamında olup Anayasanın 83'üncü maddesinin teminatı altındadır.
Ayrıca Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası
uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi
parti üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Musa UZUNKAYA'nın AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Bütün bunların yanında Musa UZUNKAYA'nın bu beyanları;
Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına
aldığı 'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve
yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti'
(Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır.
Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu
değildir.
19- MEHMET AYDIN
İddianamenin 89'uncu sayfasında yer alan ifadelerin
Almanya'da yayınlanan Frankfurter Allgemeine gazetesine verilen demeçten
alındığı belirtilmesine karşın, iddianın delillerinin sunulduğu EK-109'da bu
gazete yoktur. Bu açık bir delil saptırmasıdır.
Mehmet Aydın'ın; 2004 yılı Nisan ayında Almanya'da
Frankfurter Allgemeine gazetesine verdiği mülakat, o tarihte Almanya'da yaşanan
başörtüsü tartışması ile ilgili olup Türkiye veya Türkiye'de yaşanan başörtüsü
sorunuyla ilgili değildir. Mülakatın yer aldığı Frankfurter Allgemeine gazetesi
tercüme edilip incelenmiş olsaydı (EK-12), iddianame ve ekinde sunulan
delillerin bu konuşmayı yansıtmadığı açıkça görülebilirdi. Ne yazık ki iddia
makamı, ne bu gazetenin aslını ve ne de tercümesini dosyaya koymuştur.
Almanya'da yaşanan bir soruna dair Almanya'da yapılan ve bir Alman gazetesinde
yer alan mülakatın, Türkiye'de yapılmış gibi gösterilip, Türkiye'nin hukuk
sistemine, laiklik anlayışına ve Anayasasına aykırı görmek, hukukun evrensel
ilklerinin ve Anayasanın tartışmasız ihlalidir.
Ayrıca Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası
uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi
parti üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Mehmet AYDIN'ın AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Kaldı ki Mehmet AYDIN'ın bu beyanları; Anayasaya aykırı
bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
20- GÜLDAL AKŞİT
İddianamenin 89'uncu sayfasında yer alan ve EK-110'da delili
sunulan iddia, muhtelif gazete kupürlerine dayandırılmıştır.
Güldal Akşit; Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Her Türlü
Ayrımcılığın Önlenmesi Komisyonunda (CEDAW) Türk Delegasyonu Başkanı ve
Kadından Sorumlu Devlet Bakanı olarak Türkiye raporunu sunmuş, sunumunda ise
başörtüsü sorununa hiç değinmemiştir. Ancak raporun sunumunu müteakip
gerçekleştirilen soru cevap bölümünde, komisyon üyelerinden birisinin
'Türkiye'deki üniversitelerde başörtüsü sorunu olduğuna dair haberler doğru
mu'' biçimindeki sorusu üzerine, yorumsuz bir durum tespitinde bulunmuştur. Bu
konuda Türkiye'de konuşmayan, tespitte bulunmayan veya kendince çözüm önerileri
sunmayan ne bir siyasi, ne bir sivil toplum örgütü ve ne de bir üniversite
kalmıştır. Hatta bu sorun, çeşitli davalarla Danıştay, Anayasa Mahkemesi ve
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin gündemine gelmiş, mahkemeler de bu sorunu
tartışmış ve bu konuda muhtelif kararlar da vermişlerdir. Hakikat bu iken,
herkesin görüş bildirdiği ve tartıştığı bir konuda, kadından sorumlu Devlet
Bakanı Güldal AKŞİT'in kadın sorunlarının uluslararası düzeyde konuşulduğu bir
toplantıda, sorulan bir soru üzerine, yorum yapmaksızın, sadece başörtüsü
sorununa dair bir tespitte bulunmasından daha doğal ne olabilir'
Güldal AKŞİT'in bu tespitinin laiklikle uzaktan
yakından hiçbir ilişkisi yoktur. İddia makamının farklı değerlendirmesi, bu
somut gerçekliği değiştirmez.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Güldal AKŞİT'in AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Kaldı ki Güldal AKŞİT'in bu beyanı; Anayasaya aykırı bir
eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
21- ERSÖNMEZ YARBAY
İddianamenin 90'ıncı sayfasında yer alan ve EK-111'de
delili sunulan konuşma, Hükümetin Leyla Şahin hakkındaki AİHM 4. Dairesi'nin
kararının onaylanmasını istemesi üzerine Hükümete yapılan bir eleştiri ve
değerlendirmedir. Bu açıklamanın, laiklik ilkesine ve Anayasaya aykırı bir yönü
de yoktur. Ersönmez YARBAY'ın beyanı, 'Hükümetin türban yasağını savunmasının
Anayasa'ya aykırılığına' ilişkindir.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Ersönmez YARBAY'ın AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz
etmemektedir.
Kaldı ki Ersönmez YARBAY'ın bu beyanı; Anayasaya aykırı
bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
22- AHMET FARUK ÜNSAL
İddianamenin 90'ıncı sayfasında yer alan ve EK-111'de
delili sunulan konuşma, Hükümetin Leyla Şahin hakkındaki AİHM 4. Dairesi'nin
kararının onaylanmasını istemesi üzerine Hükümete yapılan bir eleştiri ve
değerlendirmedir. Bu açıklamanın, laiklik ilkesine ve Anayasaya aykırı bir yönü
de yoktur.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Ahmet Faruk ÜNSAL'ın AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz
etmemektedir.
Kaldı ki Ahmet Faruk ÜNSAL'ın bu beyanı; Anayasaya aykırı
bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
23- MEHMET ELKATMIŞ
İddianamenin 90'ıncı sayfasında yer alan ve EK-111'de
delili sunulan konuşma, Hükümetin Leyla Şahin hakkındaki AİHM 4. Dairesi'nin
kararının onaylanmasını istemesi üzerine Hükümete yapılan bir eleştiri ve
değerlendirmedir. Bu açıklamanın, laiklik ilkesine ve Anayasaya aykırı bir yönü
de yoktur.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Mehmet ELKATMIŞ'ın AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz
etmemektedir.
Kaldı ki Mehmet ELKATMIŞ'ın bu beyanı; Anayasaya aykırı
bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
24- ABDULLAH ÇALIŞKAN
1) İddianamenin
90'ıncı sayfasında yer alan ve EK-111'de delili sunulan konuşma, Hükümetin
Leyla Şahin hakkındaki AİHM 4. Dairesi'nin kararının onaylanmasını istemesi
üzerine Hükümete yapılan bir eleştiri ve değerlendirmedir. Bu açıklamanın,
laiklik ilkesine ve Anayasaya aykırı bir yönü de yoktur.
2) İddianamenin
90-91'inci sayfalarında yer alan ve EK-113'de delili sunulan konuşma, gençler
ve değişim konusunda yapılmış bir değerlendirmedir. Konuşmadaki 'Yeşil
devrim'den kasıt, iddia makamının dile getirdiği gibi 'Laik cumhuriyete yönelik
bir karşı devrimin adı'(İddianame, s. 142) değil, değişim ve bunun gençlik için
önemini ifade ederken yapılmış bir nitelemedir. Abdullah ÇALIŞKAN, 'Kastettiğim
köklü değişimlerdir.' demek suretiyle kastını açıklıkla ifade ettiği ve bu
ifadesi de iddianamede yer aldığı halde iddia makamının, bunu kendine göre
yorumlanması ve anlamlandırması hukukun evrensel ilkeleriyle bağdaşmaz.
3) Ayrıca, AK Parti Kocaeli
milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı Nihat ERGÜN, Abdullah ÇALIŞKAN'ın
görüşlerine parti olarak katılmadıklarını, bu ifadelerin partinin görüşlerini
yansıtmadığını açıklıkla ifade etmiştir. İşte Nihat ERGÜN'ün o konuşmasının
ilgili kısmı: 'Biz bir hizmet milliyetçisiyiz, Parti olarak da bir hizmet partisiyiz,
bir ideolojik parti değiliz. Toplumu adam
etme sevdasında bir partinin üyeleri değiliz biz. Toplumu bir veri kabul ediyoruz. İşte toplum bu. Bu toplumdan etkileniyoruz,
günü geldiğinde bu toplumu etkiliyoruz,
görüş ve düşüncelerimizle. Bu toplumun var olan problemlerini çözmek ve bunu daha ileriye götürmek için uğraşan bir siyasi
partiyiz. Muhafazakâr demokrat bir siyasi partinin üyeleriyiz, gençliğiz, yöneticileriyiz. Muhafazakâr
partiler devrimci partiler değildirler. Yeşil ya da kırmızı, önemli değil.
Tedricî değişimden yana olan evrimci partilerdir. Değişimden
yanayız, yenilikçiyiz. Ama, bu yenilikçilik kökten silen atan, devrimci bir yenilenme değildir. Kendi kendine, doğal
süreci içerisinde değişen, bir evrim geçiren bir yenilenmedir. Böyle bir yenilenmeden yanayız. Kökten silip atan bir
yenilenmenin toplumu tahrip ettiğini
düşünürüz. Böyle bir yenilenme yerine evrimci, birbirinden etkilenerek toplumu ilerleten, mesafe aldıran bir yenilenmenin
öncüleri olan muhafazakâr demokrat bir siyasi partinin temsilcileriyiz.
O açıdan, bizim yaklaşımlarımızın radikal olmadığımızı, köktenci olmadığımızı,
toplumu adam etme sevdasında olmadığımızı, toplumu bir veri olarak kabul
ettiğimizi, o veriyle etkileşim içerisinde kâh ondan etkilenerek kâh onu
etkileyerek ilerleme kaydetmemiz
gerektiğini düşünen bir siyasi partiyiz. Bazı köktenci partiler toplumu beğenmezler, onu adam etmek sevdasındadırlar,
kendi hâline bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya gideceğine inanırlar. Onun için, ensesinden devletin sopasını
eksik etmemek ve onu hiza istikamete
sokmak peşinde koşmuşlardır. Böyle dönemler yaşamıştır Türkiye. Bu dönemlerin Türkiye'de topluma da, siyasete de bir
şey katmadığını, kazandırmadığını biz, hepimiz biliyoruz.'(EK- 13)
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Abdullah ÇALIŞKAN'ın AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz
etmemektedir.
Kaldı ki Abdullah ÇALIŞKAN'ın beyanları; Anayasaya aykırı
bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir. Nitekim
Abdullah ÇALIŞKAN'ın Adana'daki konuşması, adli soruşturmaya konu olmuş ve
yapılan soruşturma sonucunda; yapılan konuşmada suç unsuru bulunmadığı, düşünce
ve düşünceyi açıklama hürriyeti kapsamında olduğunu tespitle kovuşturmaya yer
olmadığına karar verilmiş ve bu karar da kesinleşmiştir (EK- 14).
25- NİHAT ERGÜN
1) İddianamenin
91'inci sayfasında yer alan ve EK-114'de delili sunulan konuşmada Nihat ERGÜN;
Anayasa Mahkemesi'nin 46'ıncı kuruluş yıldönümünde dönemin Anayasa Mahkemesi
Başkanı Mustafa BUMİN'in beyanları eleştirilmiş, temel hak ve özgürlükler,
hukuk, laiklik ve çağdaşlık konularında değerlendirme ve tespitlerde
bulunmuştur. Her ne kadar iddia makamı, anlam bütünlüğünü bozacak biçimde
konuşmanın bazı kısımlarını iddianameye almış olsa bile bu gerçeklik yine de
açıktır.
Kaldı ki 'Anayasa Mahkemesi Başkanın beyanları
eleştirilemez.' şeklinde ne bir Anayasa ve ne de yasa kuralı vardır. Herkesin
görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa
BUMİN'in görüşleri de eleştirilebilir. Bu eleştiriler, düşünce ve düşünceyi
ifade kapsamında ve Anayasanın teminatı altındadır.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Nihat ERGÜN'ün AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Kaldı ki Nihat ERGÜN'ün bu beyanı; Anayasaya aykırı bir
eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
2) İddianamenin
112 ve 113'üncü sayfasında yer alan ve delili EK-160'da sunulan iddia, Türkiye
Büyük Millet Meclisi'ne sunulan bir kanun teklifine dayanmaktadır. İddianın
delillerinin yer aldığı EK-160'da; Anayasa'nın 10 ve 42'inci maddeleri ile
Yüksek Öğretim Kanunun EK 17'inci maddesinde değişiklik öngören kanun
teklifleri ve bunlara dair gazete kupürleri yer almaktadır.
Nihat ERGÜN'ün Anayasa ve yasa değişiklik teklifi
vermesi, Anayasa'nın teminatı altında bir yasama faaliyeti çalışmasıdır.
Bilindiği gibi yasama yetkisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne aittir (Anayasa,
m. 7). Kanun koymak, değiştirmek veya kaldırmak, Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin yetki ve görevlerindendir(Anayasa, m. 87). 'Kanun teklif etmeye
Bakanlar Kurulu ve milletvekilleri yetkilidir.'(Anayasa, m. 88/1) Nihat ERGÜN,
Anayasa'nın bu hükümlerine uygun bir kanun teklifine imza atmıştır. Bir
milletvekilinin Anayasanın kendisine tanıdığı yetkiyi kullanarak kanun teklifi
vermesi, ne laikliğe ve ne de Anayasaya aykırıdır. Anayasaya aykırı olan, Anayasaya
uygun bir biçimde Anayasanın tanıdığı kanun teklif etme yetkisini kullanan bir
milletvekilin, Anayasa'ya aykırı hareket ettiğinden bahisle siyasi
yasaklılığının talep ve dava edilmiş olmasıdır.
Bir kanun teklifi veya bir konuda kanuni düzenleme yapılmak
üzere teklif verilmesi, salt Cumhuriyet Başsavcısının değerlendirmesiyle
Anayasaya aykırı hale gelmez. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı bu tavrıyla,
Anayasanın yalnızca Anayasa Mahkemesi'ne tanıdığı denetim yetkisini
devşirmektedir. Oysa 'Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir
Devlet yetkisi kullanamaz.' (Anayasa, m. 6/3).
Bir kanunun veya bir kanun maddesinin değiştirilmesini
veya kaldırılmasını savunmak, istemek ve bunun için kanun teklifi vermek de
düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti (Anayasa, m. 26) kapsamındadır. Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulu
kararına göre de; ''Yasalarla getirilen düzenlemeleri savunarak
değerlendirilmesini veya ortadan tamamen kaldırılmasını istemek T.C. Anayasası'nın
25 ve 26. maddelerinde öngörülen düşünce ve kanaat hürriyetinin doğal bir
sonucudur'. (Bkz. Yargıtay Ceza Genel Kurulu, E.2001/9-32, K.2001/155, K.T.
3.7.2001)
Kaldı ki kanun teklifi vermek, bir milletvekilinin asli görevidir
ve tartışmasız bir yasama faaliyetidir. Yasama faaliyetleri, mutlak yasama
sorumsuzluğu kapsamında olup, Anayasanın 83'üncü maddesinin teminatı
altındadır.
26- BÜLENT GEDİKLİ
İddianamenin 91'inci sayfasında yer alan ve EK-115'de
delilleri sunulan konuşma; Bülent GEDİKLİ'nin, 05.12.2005 tarihinde AK Parti
Adıyaman İl Başkanlığında yaptığı açıklamalardan alınmıştır.
Haberin kaynağı belli değil; diyarbakir.söz.com, internet
adresinden alınan 'Başsavcı için kurumsal mutabakat' başlıklı haber sitesinden
alınmıştır. Ayrıca, Yeni Asya internet sitesi adresinden alınmış.
'Başörtüsünün insan hakları ihlali olduğu ortadadır.' cümlesi
'Yeni Asya Gazetesi' sitesinde yoktur. Keza, Anadolu Ajansının ilgili basın
toplantısına ait bülteninde de bu cümle her ne kadar 'Diyarbakır Söz
Gazetesi'nden alınmış ve bu gazete kaynak olarak Anadolu Ajansını göstermiş ise
de orada bu cümle yoktur.
Kaldı ki başörtüsü nedeniyle eğitim hakkı engellenen
öğrencilere yapılan bu muamelenin bir insan hakkı ihlali olduğunu sayısız siyasetçi,
yazar ve akademisyen açıklıkla söylerken, Bülent GEDİKLİ'nin de 'Başörtüsünün
insan hakları ihlali olduğunu' ifade etmesi ve bunun yanında; başörtülü
öğrencilerin eğitim be öğretim haklarının engellendiğinden üzüntü duyduğunu,
sorunun çözümü için toplumsal ve kurumsal mutabakat arandığını, toplumsal
mutabakatın varlığına karşın kurumsal mutabakatın henüz temin edilemediğini ve
bunun içinde zamana ihtiyaç duyulduğunu ifade etmesi, bir durum tespiti ve
değerlendirmesidir. Burada laiklik ilkesiyle çelişen bir yön bulunmadığı gibi,
Anayasaya aykırılık da bulunmamaktadır.
Ayrıca Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası
uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi
parti üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Bülent GEDİKLİ'nin AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz
etmemektedir.
Kaldı ki Bülent GEDİKLİ'nin bu beyanı; Anayasaya aykırı
bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
27- EGEMEN BAĞIŞ
1) İddianamenin
92'inci sayfasında yer alan ve Ek-116'da delilleri sunulan konuşmasında Egemen
BAĞIŞ, hem mini eteği ve hem de başörtüsünü ifade özgürlüğünün gereği olarak
gördüğünü ve savunduğunu ifade ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Leyla
ŞAHİN kararına dair değerlendirme, tespit ve eleştiride bulunmuştur.
İddianamedeki metnin son cümlesinde bunun, şahsi görüşü olduğunu da açıklıkla
söylemiştir.
2) İddianamenin
98'inci sayfasında yer alan ve EK-130'da delilleri sunulan konuşma; Egemen
BAĞIŞ'ın söylediklerini aynen yansıtmamaktadır. Zira konuşmasında Egemen BAĞIŞ;
başörtüsü sorununa dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş; ancak
konuşmasının hiçbir yerinde 'Türban TBMM'de serbest olmalıdır' diye bir ifade
veya ima yoluyla bile olsa aynı anlama gelebilecek başka bir ifade
kullanmamıştır. Gazeteler, Egemen BAĞIŞ'ın beyanlarını çarpıtarak vermişlerdir.
Bunun üzerine Egemen BAĞIŞ, gazetelerde çıkan haberleri açıkça tekzip etmiş ve
tekzip metninde; 'Türban TBMM'de de serbest olmalıdır' diye bir ifadem
olmamıştır. Bu ifadeler benim değil, bu kurguyu kaleme alanların
yakıştırmasıdır. BAĞIŞ'a göre diyor. Bunu diyen ben değil, senaryoyu yazanın
yakıştırmasıdır'' hususlarını açıkça ifade etmiştir. Bu tekzip metni,
07.02.2008'de Anadolu Ajansı tarafından yayınlanmıştır. Ayrıca 08.02.2008
tarihinde; Milli Gazete, http: //www.NTVMSNBC.com/news/434918.asp ve NTV ,
HABERX, TGRT Haber, Star Gazetesi, Objektif Haber, Haber Vitrini ve TV8'de
yayınlanmıştır(EK-15).
Bütün bu açık gerçekliğe rağmen iddia makamının, Egemen
BAĞIŞ'ın Anayasa ile tanınıp teminat altına alınan 'düzeltme ve cevap hakkı'na (Anayasa,
m. 32) istinaden yaptığı tekzip ve düzeltmeleri dikkate alması gerekirken
bunu yapmamış, aksine gerçeğe aykırı gazete haber ve yorumlarına itibar etmesi,
açık bir Anayasa ihlali olduğu gibi hukukun temel ilkelerinin de ayaklar altına
alınmasıdır.
Öte yandan Egemen BAĞIŞ; 'Bu benim düşüncem. Partimin
düşüncesini soruyorsanız, henüz bu konuyu konuşmadık.' dediği ve bu husus
iddianamede yer alan metinde de açıkça yer aldığı ve şahsi görülerin hukuken
partiyi bağlamayacağı somut gerçekliğine rağmen iddia makamının, bu konuşmayı
iddianameye delil olarak koyması diğer bir hukuksuzluk ve Anayasa ihlalidir.
Egemen BAĞIŞ, AK Parti kurucusu olmadığı halde, iddia
makamınca kurucu olarak takdimi de ayrı bir yanlışlıktır.
Ayrıca Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası
uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi
parti üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Egemen BAĞIŞ'ın AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Kaldı ki Egemen BAĞIŞ'ın beyanları; Anayasaya aykırı bir
eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
28- RESUL TOSUN
1) İddianamenin
92'inci sayfasında yer alan ve EK-117'de delilleri sunulan konuşma, Hükümetin
Leyla Şahin hakkındaki AİHM 4. Dairesi'nin kararının onaylanmasını istemesi
üzerine Hükümete yapılan bir eleştiri ve değerlendirmedir. Bu açıklamanın,
laiklik ilkesine ve Anayasaya aykırı bir yönü de yoktur.
2) İddianamenin
92-93'üncü sayfalarında yer alan ve EK-118'de delilleri sunulan konuşmasında
Resul TOSUN; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Leyla ŞAHİN kararı hakkındaki
değerlendirme, tespit ve eleştirileri ile başörtüsü sorunun çözümüne dair şahsi
görüşlerini dile getirmiştir.
Kaldı ki Mahkeme kararları, eleştirilmez değildir.
Mahkeme kararları da demokratik hukuk devletinin gereği olarak eleştirilebilir.
Mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına
gelmez. Bir kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı
tespit ve değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir
düşünce açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez. Hiçbir hukuk devletinde iddia
makamı, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme
kararını eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep edemez.
Ayrıca bu konuşma, AK Parti Meclis Grubu toplantısında
yapılmış olup, mutlak sorumsuzluk kapsamında ve Anayasa'nın 83'üncü maddesinin
teminatı altındadır.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Resul TOSUN'un AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Kaldı ki Resul TOSUN'un beyanları; Anayasaya aykırı bir
eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
29- HAYATİ YAZICI
İddianamenin 93'üncü sayfasında yer alan ve EK-119'da
delilleri sunulan konuşmasında Hayati YAZICI; Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi'nin Leyla ŞAHİN kararı hakkındaki değerlendirme, tespit ve
eleştirilerini dile getirmiştir. Hayati YAZICI'nın; erkler ayrılığına işaret
etmesi, yargının kural ihdas etme yetkisi olmadığı ve sadece önüne gelen somut
olayda karar verebileceğini, kararların yalnızca taraflar için bağlayıcı
olacağını, kural koyma yetkisinin yasama organına ait olduğunu ifade etmesi,
Anayasanın başlangıcındaki 3 ve 4'üncü paragrafları ile 6, 7, 8, 9, 125 ve
153'üncü maddeleri hükümlerinin farklı bir üslupla tekrarından başka bir şey
değildir. Anayasa hükümlerini farklı bir üslupla dile getirmenin laiklik
ilkesine veya Anayasaya aykırılıkla ilgisi yoktur. Asıl Anayasa ihlali,
Anayasanın kimi hükümlerinin dahi Anayasa ihlali sayıp, buna istinaden
iddianame düzenlemektir.
Kaldı ki Mahkeme kararları, eleştirilmez değildir.
Mahkeme kararları da demokratik hukuk devletinin gereği olarak eleştirilebilir.
Mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına
gelmez. Bir kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı
tespit ve değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir
düşünce açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez. Hiçbir hukuk devletinde iddia
makamı, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme
kararını eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep edemez.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Hayati YAZICI'nın AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Kaldı ki Hayati YAZICI'nın beyanları; Anayasaya aykırı
bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
30- SADIK YAKUT
İddianamenin 93'üncü sayfasında yer alan ve EK-120'de
delilleri sunulan konuşmasında Sadık YAKUT(EK-16); Milli iradenin önemine
vurgu yapmış, kurum ve kuruluşların milli iradenin bir parçası olduğunu
vurgulamış ve yargıya da milli iradenin yansıması gereğine işaret etmiştir.
Bu konuşma, Anayasa'nın; 'Egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir.
Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara
göre yetkili organları eliyle kullanılır(Anayasa, m. 6/1-2), 'Yasama yetkisi
Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki
devredilemez.'(Anayasa, m.7), 'Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve
Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve
yerine getirilir.' (Anayasa, m. 8) ve 'Yargı yetkisi, Türk Milleti adına
bağımsız mahkemelerce kullanılır.' (Anayasa, m. 9) şeklindeki kimi hükümlerinin
farklı bir üslup ile ifadesidir. Anayasa hükümlerini farklı bir üslupla dile
getirmenin laiklik ilkesine veya Anayasaya aykırılıkla ilgisi yoktur. Asıl
Anayasa ihlali, Anayasanın kimi hükümlerinin farklı bir üslupla tekrarını dahi
Anayasa ihlali sayıp, buna istinaden iddianame düzenlemektir.
'Milli iradenin yargıya da yansıması gerektiği' görüşü,
sadece Sadık YAKUT tarafından değil, pek çok siyasetçi, sivil toplum örgütü ve
akademisyen tarafından da dile getirilmiştir. Nitekim TÜSİAD'ın 1992'de,
TOBB'un 2000 ve Türkiye Barolar Birliği'nin 2001 ve 2007'de hazırlayıp kamuoyu
ile paylaştıkları Anayasa önerilerinde de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ,
bazı yüksek yargı organlarına üye seçmesi benimsenmiştir. Herkesin söylediği ve
herkesin de Anayasaya aykırı bulmadığı bir fikri, Sadık YAKUT'un dile getirmesi,
o fikri Anayasaya aykırı hale getirmez. Aksinin kabulü, söylenene göre değil de
söyleyene göre Anayasaya aykırılık oluşturulduğu sonucu çıkar ki bu, açık bir
Anayasa ihlalidir.
Konuşmanın yapıldığı tarihte Sadık YAKUT, Türkiye Büyük
Millet Meclisi Başkanvekilidir. Anayasaya göre; 'Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanı, Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti
grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan
haller dışında, Meclis tartışmalarına katılamazlar; Başkan ve oturumu yöneten
Başkanvekili oy kullanamazlar.' (m.94/6). Sadık YAKUT'un iddianameye konulması,
bu yönüyle de Anayasaya aykırıdır.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Sadık YAKUT'un AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Kaldı ki Sadık YAKUT'un beyanları; Anayasaya aykırı bir
eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
31- ABDURRAHMAN KURT
İddianamenin 94-95'inci sayfasında yer alan ve EK-121'de
delilleri sunulan konuşmasında Abdurrrahman KURT; başörtüsü sorunu hakkında bir
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Abdurrahman KURT'un AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz
etmemektedir.
Kaldı ki Abdurrahman KURT'un beyanları; Anayasaya aykırı
bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
32- MUZAFFER KÜLCÜ
İddianamenin 94'üncü sayfasında yer alan ve EK-122'de
delilleri sunulan konuşmasında Muzaffer KÜLCÜ; Danıştay 2. Dairesi'nin Aytaç
KILINÇ kararı hakkında değerlendirme, tespit ve eleştiride bulunmuştur. Bu
açıklamanın, laiklik ilkesine ve Anayasaya aykırı bir yönü de yoktur.
Kaldı ki Mahkeme kararları, eleştirilmez değildir.
Mahkeme kararları da demokratik hukuk devletinin gereği olarak eleştirilebilir.
Mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına
gelmez. Bir kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı
tespit ve değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir
düşünce açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez. Hiçbir hukuk devletinde iddia
makamı, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme
kararını eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep edemez.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Muzaffer KÜLCÜ'nün AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz
etmemektedir.
Kaldı ki Muzaffer KÜLCÜ'nün beyanları; Anayasaya aykırı
bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
33- SELAMİ UZUN
İddianamenin 94'üncü sayfasında yer alan ve EK-122'de
delilleri sunulan konuşmasında Selami UZUN; Danıştay 2. Dairesi'nin Aytaç
KILINÇ kararı hakkında değerlendirme, tespit ve eleştiride bulunmuştur. Bu
açıklamanın, laiklik ilkesine ve Anayasaya aykırı bir yönü de yoktur.
Kaldı ki Mahkeme kararları, eleştirilmez değildir.
Mahkeme kararları da demokratik hukuk devletinin gereği olarak eleştirilebilir.
Mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına
gelmez. Bir kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı
tespit ve değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir
düşünce açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez. Hiçbir hukuk devletinde iddia
makamı, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme
kararını eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep edemez.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Selami UZUN'un AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Kaldı ki Selami UZUN'un beyanları; Anayasaya aykırı bir
eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
34- HASAN KARA
İddianamenin 94'üncü sayfasında yer alan ve EK-122'de
delilleri sunulan konuşmasında Hasan KARA; Danıştay 2. Dairesi'nin Aytaç KILINÇ
kararı hakkında değerlendirme, tespit ve eleştiride bulunmuştur. Bu açıklamanın,
laiklik ilkesine ve Anayasaya aykırı bir yönü de yoktur.
Kaldı ki Mahkeme kararları, eleştirilmez değildir.
Mahkeme kararları da demokratik hukuk devletinin gereği olarak eleştirilebilir.
Mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına
gelmez. Bir kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı
tespit ve değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir
düşünce açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez. Hiçbir hukuk devletinde iddia
makamı, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme
kararını eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep edemez.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Hasan KARA'nın AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Kaldı ki Hasan KARA'nın beyanları; Anayasaya aykırı bir
eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
35- FATMA SENİHA NÜKHET HOTAR GÖKSEL
İddianamenin 94'üncü sayfasında yer alan ve EK-123'te
delilleri sunulan konuşmasında Fatma Seniha Nükhet Hotar GÖKSEL; değişik
konuların yanında başörtüsü sorunu ile ilgili değerlendirme ve tespitlerde
bulunmuş ve bu meyanda; bunun eğitimde kızlarımız için engel oluşturduğunu,
çözümün mutabakatla sağlanacağını, yasaklara karşı olduklarını, Anayasa
taslağında yükseköğretim hakkının kullanımını sınırlayan yasağı kaldıran bir
düzenleme olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca Fatma Seniha Nükhet Hotar GÖKSEL;
yükseköğretimdeki başörtüsü sorunu çözülmeli sonra da sıra ilk ve orta öğrenime
gelmeli şeklinde bir açıklama yapmamıştır.
Başörtüsü ile ilgili olarak sorulan bir soruya 'Biz temel
olarak özellikle eğitimde her türlü yasağın kalkmasından yanayız' demesi
üzerine, 'eğitim derken ilk öğretimi mi, orta öğretimi mi, yüksek öğretimi mi
kastediyorsunuz, sorusuna 'Tabi öncelikle yükseköğretim' şeklinde
cevaplandırmasından, Sayın Başsavcının anladığı anlamda yani 'ötekilere de daha
sonra sıra gelecek' biçiminde bir anlam vermeye bu konuşma çekilemez, çünkü şu
an tartışılan konu yükseköğretim kurumlarında başörtü sorunudur. Böyle bir
soruya elbette ki 'lafın gelişi' başka türlü cevap verilemezdi. Nitekim adı
geçen basın toplantısında çok sayıda haber ajansı ve basın mensubu olduğu halde
hiç birisi meseleyi Başsavcı gibi algılamamış ve delil olarak gösterilen gazete
dahil hiçbir gazete haberi bu yönü ile vermemiştir.
İddia makamı, Fatma Seniha Nükhet Hotar GÖKSEL'in ismini
de 'Nükhet Hotar GÖKSEL' şeklinde eksik ve yanlış yazmıştır.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Fatma Seniha Nükhet Hotar GÖKSEL'in AK Parti'nin laikliğe
aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz
etmemektedir.
Kaldı ki Fatma Seniha Nükhet Hotar GÖKSEL'in beyanları;
Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına
aldığı 'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve
yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti'
(Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır.
Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu
değildir.
36- AYŞE BÖHÜRLER
İddianamenin 95'inci sayfasında yer alan ve EK-125'te
delilleri sunulan iddia, gerçeği yansıtmamaktadır. İddia makamı,
iddiasını, Cumhuriyet Gazetesi yazarı Orhan BİRGİT'in köşesinde yaptığı yoruma
dayandırmış; ama bu haber yorumun aslını araştırma gereği duymamıştır. Bir
iddia varsa bunun aslını araştırmakla görevli ve yükümlü iddia makamı, bu
görevinin gereğini yapmamış ve bu eksiklik sonucunda da benimsemediği ve
savunmadığı bir görüşle Ayşe BÖHÜRLER'i haksız ve hukuksuz bir biçimde itham
etmiştir.
Oysa ki iddia makamı, 'Siyaset Meydanı' programının
CD'nin çözümünü yapmış ve incelemiş olsaydı; Ayşe BÖHÜRLER'in türbanlı bayan
yargıç olmasını savunan, destekleyen ya da arzu eden bir beyanda bulunmadığı
gerçeğini açıklıkla tespit edebilirdi. Zira anılan programda, ne Ayşe BÖHÜRLER
ile Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan KUZU arasında iddia makamının iddiasında
belirttiği gibi bir diyalog da yaşanmış ve ne de Ayşe BÖHÜRLER başörtülü yargıç
olmasını savunmuştur. İlgili programa ait CD'ler çözüldüğünde anlaşılacaktır
ki, başörtülü bir öğrencinin üniversiteyi bitirdikten sonra kamuda çalışıp
çalışamayacağı tartışılmış Ayşe BÖHÜRLER bunu bir 'Hak arama biçimi' olarak
nitelemiş ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde AİHM'in tutumunun ne
olabileceğini oradaki uzmanlardan öğrenmek istemiştir. Yoksa hiçbir ifadesinde
'başörtülü bir yargıç olsun' savunmasında bulunmamıştır.
Ayşe BÖHÜRLER, adı geçen tartışma programına öncelikle
gazeteci kimliği ile ve şahsı adına katılmıştır. AK Parti'yi temsilen veya AK
Parti adına görüş belirtmek üzere katılmamıştır. İddia makamı, bu gerçeği de
hiç dikkate almamıştır.
Bireyler için tartışılmaz bir hak olan düşünce ve
düşünceyi açıklama özgürlüğü bir gazeteci için aynı zamanda eleştirme hak ve
özgürlüğünü de kapsar. Eleştiri hakkı basın özgürlüğünün en temel, en
vazgeçilmez unsurudur. Gazetecinin bir konu ile ilgili düşüncelerini açıklaması
yalnızca hakkı değil aynı zamanda görevidir de.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Ayşe BÖHÜRLER'in AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Kaldı ki Ayşe BÖHÜRLER'in beyanları; Anayasaya aykırı bir
eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
37- DENGİR MİR MEHMET FIRAT
1) İddianamenin
95'inci sayfasında yer alan ve EK-126'da delilleri sunulan konuşmalarında
Dengir Mir Mehmet FIRAT; yeni Anayasa taslağı çalışmaları hakkında bilgi
vermiş, başörtüsü ile ilgili sorulan bir soru üzerine de; Anayasanın 13'üncü
maddesindeki; '(Değişik: 3.10.2001-4709/2 md.) Temel hak ve hürriyetler,
özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen
sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın
sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine
ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.' (Anayasa, m. 13) hükümlerinden hareketle,
temel hak ve hürriyetlerin ancak kanunla sınırlandırılabileceğine, hiçbir makam
veya organın kararıyla kısıtlanamayacağını, başörtüsüyle ilgili Anayasa ve
yasalarda bir yasaklama olmadığını, bunun aksinin Anayasayı ihlal olacağını
ifade etmiş ve yeni Anayasa konusundaki esas tartışmanın başörtüsü konusu
değil, egemenliğin kime ait olacağı konusu olduğuna işaret etmiştir.
Dengir Mir Mehmet FIRAT'ın bu beyanları, Anayasa'nın
13'üncü maddesinin bir değerlendirmesi, diğer bir anlatımla Anayasanın 13'üncü
maddesinin farklı bir üslupla tekrarından ibaret bir hukuki değerlendirme ve
tespittir. Anayasa hükümlerini farklı bir üslupla dile getirmenin laiklik
ilkesine veya Anayasaya aykırılıkla ilgisi yoktur. Asıl Anayasa ihlali,
Anayasanın kimi hükümlerinin farklı bir üslupla tekrarını dahi Anayasa ihlali
sayıp, buna istinaden iddianame düzenlemektir.
2) İddianamenin
99'uncu sayfasında yer alan ve EK-170'de delilleri sunulan konuşmasında Dengir
Mir Mehmet FIRAT; Anayasada 10 ve 42. maddede yapılan değişiklikleri
uygulamayacağını, diğer bir ifadeyle Anayasaya uymayacağını değişik vesilelerle
açıklayan rektörlerle ilgili açıklamada bulunmuştur. Bir milletvekilinin,
-yürürlüğe girse bile Anayasa'nın 10 ve 42'inci maddesi hükümlerini
uygulamayacağını söyleyen rektörlerle ilgili Anayasa'nın 13 üncü maddesi ve
diğer yasal düzenlemeler dikkate alındığında- kişi ve kurumların Anayasaya uyma
zorunluluğu ile ilgili değerlendirme ve tespitte bulunmasının ne laiklik
ilkesiyle ve ne de Anayasaya aykırılıkla ilgisi vardır.
3) İddianamenin
100'üncü sayfasında yer alan ve EK- 174'de delili sunulan konuşmalarında Dengir
Mir Mehmet FIRAT; Anayasa'nın 10 ve 42'inci maddelerinde yapılan değişiklik,
Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girmesi üzerine yapılmış bir
açıklamadır.
a) Anayasa,
herkesi bağlayıcı, en üstün hukuk normudur. Nitekim 'Anayasa'nın bağlayıcılığı
ve üstünlüğü' başlıklı 11. maddesinde; 'Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve
yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan
temel hukuk kurallarıdır.
Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.'(Anayasa, m. 11) denilmek
suretiyle bu gerçek ortaya konulmuştur.
Dengir Mir Mehmet FIRAT'ın bu açıklaması, Anayasa'nın
11'inci maddesi hükmünün farklı bir üslupla tekrarıdır.
Anayasa'nın; 'Hiç kimse, yalnızca sözleşmeden doğan yükümlülüğünü
yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonamaz.' (Anayasa, m. 38/8),
'Ölüm cezası ' verilemez.' (Anayasa, m. 38/10), 'İspat hakkı' (Anayasa, m. 39),
'Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin Anayasa'nın 102'inci maddesi ve
Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerine ilişkin 104'üncü maddeleri doğrudan
uygulanmışlardır. Anayasa'nın 104'üncü maddesi, halen de doğrudan
uygulanmaktadır.
Nitekim Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay; Anayasa
hükmünün yeterince somut ve açık olması halinde doğrudan uygulanabileceğine
dair muhtelif kararlar vermişlerdir.
Yürürlüğe girmiş bir Anayasa hükmünün uygulanmasıyla
ilgili olarak bir milletvekilinin, yürürlükteki Anayasa ve yasaların herkesi
bağlayıcı olduğunu hatırlatması, yürürlüğe girmiş bulunan Anayasa değişikliğine
uymanın yasal gerekliliğini dile getirmesi ve yürürlükteki bir kuralı
uygulamamanın yasal sonuçlarını hatırlatmasının, ne laikliğe ve ne de Anayasaya
aykırı bir yönü vardır. Aksine bu konuşma, Anayasaya uygun bir 'Anayasaya uyun'
açıklamasıdır.
Çünkü yürürlükte olan bir Anayasa hükmünün uygulanması
gerekliliğini beyan, - hem de bu hüküm yürürlüğünü sürdürdüğü, Anayasa hükmü
olduğu ve iddia makamı da buna uymak ve uygulamak zorunda olduğu halde '
Anayasaya aykırı görülemez ve gösterilemez. Aksinin kabulü, Anayasanın 2.
maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin ve Anayasanın
11'inci maddesinin açık ihlalidir, hukukun evrensel ilkelerinin ayaklar altına
alınmasıdır. Ne yazık ki bu açıklığa rağmen, 'Anayasa değişikliklerine uyulması'
gerektiği yönündeki Anayasaya uygun hukuki değerlendirmeleri bile iddianamesine
almak suretiyle iddia makamı, Anayasal hüküm ve gereklilikleri göz ardı ederek,
bir kez daha Anayasa ve hukukun evrensel kurallarını ihlal etmiştir.
b) Ayrıca Dengir
Mir Mehmet FIRAT, Anayasa Taslağının tanıtımı için Fetullah Gülen'in
himayesindeki bir kuruluşun düzenlediği konferanslara katılmak üzere Profesör
Dr. Ergun ÖZBUDUN, AKP milletvekili Cüneyt YÜKSEL ile birlikte ABD'ye
gitmemiştir.
Dengir Mir Mehmet FIRAT ABD'ye, Colombia Üniversitesi'nin
davetlisi olarak gitmiştir (EK- 17). Belli ki iddia makamı, işin aslını
araştırmadan ve Fethullah GÜLEN'in isminden psikolojik bir istifade niyetiyle
böylesi bir ithamda bulunmuştur. Asılsız iddialar üzerine, hakikatı bina etmek
mümkün değildir. Ve ayrıca asılsız haberlerden hareketle Dengir Mir Mehmet
FIRAT'ın ithamı ve siyasi yasaklılığının talebi, hukukun genel ilkeleri ve
Anayasa'nın açık bir ihlalidir.
Ayrıca Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası
uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi
parti üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Dengir Mir Mehmet FIRAT'ın AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz
etmemektedir.
Kaldı ki Dengir Mir Mehmet FIRAT'ın beyanları; Anayasaya
aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı
'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti'
(Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır.
Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu
değildir.
38- MEHMET ZAFER ÜSKÜL
Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları Komisyonu
Başkanı Mehmet Zafer ÜSKÜL hakkında iddianamenin 96'ıncı sayfasında yer alan
iddianın eki (EK-127) delilleri; 'AKP'den Türbana Anayasal Özgürlük' başlıklı
bir gazete kupürü ile Mersin'de yaptığı bir basın açıklamasına yer veren
çeşitli gazetelerin kupürlerinden oluşmaktadır. Bu delillerden 13.11.2007
tarihli Anayurt Gazetesi'nde Mehmet Zafer ÜSKÜL'ün adı geçmemekte ve henüz
açıklanmayan bir taslağın içeriğine yer vermekte olup, haberi yapan gazetecinin
hayali ürünüdür ve delil olarak değerlendirilmesi mümkün değildir.
Değişik gazetelerde yer verilen açıklamalar ise, Mehmet
Zafer Üskül'ün yaptığı konuşmanın tümüne yer vermemektedir. İddianamede, gazete
haberlerinde yer alan açıklamanın bir bölümünün de yer almadığı görülmektedir.
Bu nedenle, iddianame, Mehmet Zafer Üskül'ün açıklamasına, konuşmasını
bütünlüğünden kopartarak ve bazı kısımları keserek yer vermiştir.
Mehmet Zafer Üskül; temel hak ve hürriyetlerin
sınırlandırılmasını düzenleyen Anayasa'nın 13'üncü maddesi hükmünün farklı bir
üslupla tekrar etmiş ve bu meyanda üniversitelerde yaşanan türban sorununa
değinmiş, türban sorununa bir insan hakkı bir eğitim hakkı olarak baktığını,
türbanlı öğrencilerin de üniversiteye girmesi gerektiğini, türbanlı öğrencinin
hizmet alan kişi olduğunu, tapu dairesinden ve Mahkemelerden hizmet alırken
üniversitelerden hizmet alamamasının bir çelişki olduğunu, ama Anayasa
Mahkemesi ve Danıştay kararlarına rağmen hukuken bunun mümkün olmadığını,
dolayısıyla bunu başka şekilde çözmek gerektiğini, bir hukuk profesörü ve İnsan
Hakları Komisyonu Başkanı bir milletvekili olarak ifade etmiştir. Bu beyanlar,
ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırıdır. Bu
konuşma metni, bütün olarak değerlendirildiğinde, laikliğe aykırı olmak bir
yana, laikliği savunan beyanlardır.
Mehmet Zafer ÜSKÜL, bir akademisyen olarak, tüm meslek
yaşamı boyunca laikliği savunmuştur. Milletvekili olmadan önce yaptığı
açıklamalar, yazdığı yazılar bunun açık kanıtlarıdır. Mehmet Zafer ÜSKÜL,
milletvekili seçildikten sonra da aynı tutumunu sürdürmüştür. Müteaddit
defalar, değişik platformlarda ve TV programlarında kendisinin ve AK Partinin
Cumhuriyetimizin temel niteliklerine, laik, demokratik, sosyal hukuk devleti
anlayışına bağlılığını defalarca ifade etmiştir (EK-18)
Ayrıca Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası
uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi
parti üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Mehmet Zafer ÜSKÜL'ün AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz
etmemektedir.
Kaldı ki Mehmet Zafer ÜSKÜL'ün beyanları; Anayasaya
aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı
'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti'
(Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır.
Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu
değildir.
39- HÜSEYİN TUĞCU
1) İddianamenin
96'ıncı sayfasında yer alan iddianın eki (EK-128) delil, bir tanedir. O da,
16.01.2008 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'ne ait bir kupür.
Hüseyin TUĞCU; Alevi-Bektaşi kültüründe, Osmanlı ve
Cumhuriyet döneminde 'Cemevi' kavramı üzerinde durmuş, bununla ilgili mukayese
yapmış ve bu konuyla ilgili değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
Kaldı ki 'Cemevleri ibadet hane olmasın' diyen Hüseyin
TUĞCU'nun, 'Tarikatlar yasallaşsın' diye bir açıklaması yoktur. Gazetede geçen
tırnak içi siyah yerler, Hüseyin TUĞCU'ya ait cümleler olup, bunların içinde de
'Tarikatlar yasallaşsın' ifadesi yoktur. Bu, gazetenin ilavesidir. Maalesef iddia
makamı, gazetenin yorumunu, Hüseyin TUĞCU'nun sözü gibi iddianameye koymuştur.
Bu, hukuken kabul edilemez bir yaklaşım, açık bir hukuksuzluk ve Anayasa
ihlalidir.
2) İddianamenin
98'inci sayfasında yer alan beyanın delilleri (EK-131) muhtelif gazete kupürlerinden
oluşturulmuştur.,
Hüseyin TUĞCU açıklamasında; 'Müteahhitler iş alacaksa
eşlerinin başı örtülü olmalıdır.' şeklinde bir açıklama yapmamıştır. Muhabirin
sorusu bu yöndedir; Hüseyin TUĞCU'nun açıklaması, bunu tasvip ettiği veya bunun
gerekliliğini ifade eden bir açıklama değildir. Ancak konu basında, maalesef
söyleyenin iradesi dışında çarpıtılarak verilmiştir.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet FIRAT;
'Yalan söylüyor. Benim milletvekilimse, milletvekilim bunu söylüyorsa yalan
söylüyor. Eğer bu milletvekili bu şekilde söylemişse yalan söylüyor. Çünkü
sistemi bilmiyor demektir. Her ihalenin bağımsız bir komisyonu var ve itiraz
hakkı var. Bu komisyonları da biz kurmuyoruz. Siz Türkiye'yi bu kadar ilkel, bu
kadar basit bir Devlet yapısı olarak gösteremezsiniz. Burası krallık değil,
Saddam devleti değil. Burası hukuk devleti. İdarenin her türlü eylemine karşı
yargı yolu açık.'(Bkz. İddianame ekleri, EK-131, Hürriyet Gazetesi 'Vekilim
yalan söylüyor' başlıklı haber) demek suretiyle AK Parti'nin, Hüseyin TUĞCU'nun
basında çıkan sözlerini benimsemediğini açıklıkla ortaya koymuş ve açıklamasını
ağır bir lisanla reddetmiştir.
Ancak iddia makamı, Hüseyin TUĞCU'nun çarpıtılan beyanına
itibar ederken, AK Parti adına Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet
FIRAT'ın açıklamasını ' Davanın ekine koyduğu halde- görmezden gelip dikkate
almaması, açık bir Anayasa ihlalidir. Bu açıklamaya rağmen, iddianameye
alınması, Anayasa'nın 69'uncu maddesine açıkça aykırıdır.
Ayrıca Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası
uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi
parti üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Hüseyin TUĞCU'nun, AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Kaldı ki Hüseyin TUĞCU'nun beyanları; Anayasaya aykırı
bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
40- MEHMET CEMAL ÖZTAYLAN
İddianamenin 97'inci sayfasında yer alan iddianın eki
(EK- 129) delillerden dördü, Mehmet Cemal ÖZTAYLAN'a dair haber ve yorum
içermektedir. Diğerleri, Mehmet Cemal ÖZTAYLAN ile ilgili değildir.
Mehmet Cemal ÖZTAYLAN, AK Partiye dönük eleştirilere
cevap mahiyetinde değerlendirmeler yapmıştır. Konuşması, ne laikliğe ve ne de
Anayasaya aykırıdır. Konuşmada geçen 'Birçok şeyin olduğu gibi AKP'nin de
simgesi var'' ifadesinden kasıt, 'AK Parti'nin simgesi ampüldür.' İddia
makamının, bu somut gerçekliğe rağmen, konuşulanı, konuşanın kastı dışında
anlamlandırması ayrı bir hukuksuzluk ve keyfiliktir.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Mehmet Cemal ÖZTAYLAN'ın, AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz
etmemektedir.
Kaldı ki Mehmet Cemal ÖZTAYLAN'ın beyanları; Anayasaya
aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı
'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti'
(Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır.
Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu
değildir.
41- HÜSNÜ TUNA
İddianamenin 97'inci sayfasında yer alan iddianın eki
(EK- 129) deliller, gazete haberlerinden oluşturulmuştur.
İddianameye konu konuşmasında Hüsnü TUNA, başörtüsü
sorununa dair değerlendirmelerde bulunmuştur.
Ancak bu beyanlar, Hüsnü TUNA'nın kastını aşan bir şekil
ve üslupta basında yer almıştır. Bunun üzerine Hüsnü TUNA; Anayasa'nın tanıdığı
ve teminat altına aldığı 'Cevap ve düzeltme hakkını' (Anayasa, m. 32)
kullanmıştır. Hüsnü TUNA'nın yaptığı tekzip ve düzeltme açıklaması, hem
televizyonlarda ve hem de yazılı basında yer almıştır.
4- Ne gariptir ki iddia makamı; Hüsnü TUNA'nın
Anayasa ile tanınıp teminat altına alınan 'düzeltme ve cevap hakkı'na (Anayasa,
m. 32) istinaden yaptığı tekzip ve düzeltmeleri dikkate alması gerekirken bunu
yapmamış, aksine gerçeğe aykırı gazete haber ve yorumlarına itibar etmiştir.
Bunlar, açık ve tartışmasız bir Anayasa ihlali olduğu gibi hukukun temel
ilkelerinin de ayaklar altına alınmasıdır.
Ayrıca Hüsnü TUNA, AK Parti adına değil, şahsı adına
konuşmuştur. Nitekim yaptığı basın açıklamasında da bu hususun altını
çizmiştir.
Bütün bunların yanında AK Parti Meclis Grup Yönetimi, hem
Hüsnü TUNA'nın görüşlerine katılmadığını açıklamış ve hem de hakkında inceleme başlatmıştır.
Yapılan incelme sonunda Hüsnü TUNA; 'Uyarma' ile cezalandırılması istemiyle
Müşterek Disiplin Kuruluna sevk edilmiştir. Parti Müşterek Disiplin Kurulu da,
Hüsnü TUNA'nın 'Uyarma' ile tecziyesine karar vermiş ve bu karar da
kesinleşmiştir (EK-19).
Bu AK Parti'nin, Hüsnü TUNA'ya atfedilen beyanları
benimsemediğinin, açık bir göstergesi ve delilidir. Bu ceza ile AK Parti, Hüsnü
TUNA'ya atfedilen sözlere karşı eylemli bir tavır koymuştur. Bu açık tavra
rağmen, iddia makamının , bu konuyu iddianameye alması, Anayasa'nın 69'uncu
maddesine açık bir aykırılık teşkil eder.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Hüsnü TUNA'nın, AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Kaldı ki Hüsnü TUNA'nın beyanları; Anayasaya aykırı bir eylem
olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve kanaat
hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
42- HASAN CÜNEYT ZAPSU
1) İddianamenin
97'inci sayfasında yer alan iddianın eki (EK- 129) delillerden hiç birisi,
Hasan Cüneyt ZAPSU ile ilgili değildir. İddia makamı, Hasan Cünet ZAPSU'ya ait
olduğunu iddia ettiği beyanları, delilsiz iddianameye koymuştur. Bu, açık bir
Anayasa ve yasa ihlalidir. Hiç kimse delilsiz itham edilemez.
2) İddianamenin
101'inci sayfasında yer alan konuşmanın delilleri (EK- 174), muhtelif gazete
haberlerinden oluşturulmuştur.
Her iki konuşmasında da Hasan Cüneyt ZAPSU; pek çok
siyasi, akademisyen, sivil toplum örgütü, gazeteci veya yazarın yaptığı gibi
türban takanlarla ve türban sorunuyla ilgili değerlendirme ve tespitlerde
bulunmuştur.
Ayrıca Hasan Cüneyt ZAPSU bu değerlendirmeleri, AK Parti
adına değil, şahsı adına yapmıştır. Şahıs adına yapılan konuşmalarla parti
arasında illiyet bağı kurulup sorumluluk cihetine gidilmesi, hukuka aykırıdır.
Bunun yanında her iki konuşmanın yapıldığı sırada da
Hasan Cüneyt ZAPSU, AK Parti MKYK üyesi değildir. Çünkü daha önce istifaen
ayrılmıştır.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti üyelerinin
sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Hasan Cüney ZAPSU'nun, AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Kaldı ki Hasan Cüneyt ZAPSU'nun beyanları; Anayasaya
aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı
'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti'
(Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır.
Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu
değildir.
43- FATMA ŞAHİN
İddianamenin 97'inci sayfasında yer alan iddianın eki (EK-
129) deliller, muhtelif gazete kupürlerinden oluşturulmuştur.
Ancak gazete kupürlerinde yer alan haberler, Fatma
ŞAHİN'in gerçek iradesini yansıtmamaktadır. Zira Fatma ŞAHİN; açıklamasında,
Türkiye'nin özgürlük alanında yaşadığı sıkıntılara ve aldığı mesafelere
değinmiş , özgürlük alanını genişletmek için daha fazla çabaya ihtiyaç olduğunu
vurgulamış ve 'Kamuda çalışanların başörtüsü takması gerektiğine ilişkin bir
düşüncesi ve çalışmasının olmadığını' açıkça belirtmiş olmasına rağmen basına
aksi yansıtılmış ve bu suretle basın tarafından iradesi ve beyanı
çarpıtılmıştır.
Bunun üzerine Fatma ŞAHİN, Anayasa'nın tanıdığı ve
teminat altına aldığı 'Cevap ve düzeltme hakkını' (Anayasa, m. 32)
kullanmıştır. Fatma ŞAHİN'in 30.01.2008 tarihinde yayınladığı tekzip ve
düzeltme metni; 'AK Parti milletvekili ŞAHİN: sözlerim medyada, maksadı aşar
şekilde kullanıldı, kamuda başıörtülülülerin de çalışması konusunda bir düşünce
ve çalışmam yok.' başlığı ile 30 0cak 2008'de Haberler.com'da, 'Fatma ŞAHİN
sözlerinin nasıl çarpıtıldığını anlattı.' başlığı ile 30.01.2008 tarihli Zaman
Gazetesinde, 'İşte bir çarpıtma örneği' başlığı ile 11.04.2008'de Günce
Haber'de, 'ŞAHİN sözlerim çarpıtıldı.' başlığı ile 31.01.2008'de Güneş
Gazetesinde ve 'Şahin, kamuda başörtülülerin de çalışması için bir çalışmam
yok' başlığı ile 31.01.2008 tarihli Zafer Gazetesinde yer aldı (EK-20).
Ne gariptir ki iddia makamı; Fatma ŞAHİN'in
Anayasa ile tanınıp teminat altına alınan 'düzeltme ve cevap hakkı'na (Anayasa,
m. 32) istinaden yaptığı tekzip ve düzeltmeleri dikkate alması gerekirken bunu
yapmamış, aksine gerçeğe aykırı gazete haber ve yorumlarına itibar etmiştir.
Bunlar, açık ve tartışmasız bir Anayasa ihlali olduğu gibi hukukun temel
ilkelerinin de ayaklar altına alınmasıdır.
AK Parti Meclis Grubu'nun Fatma ŞAHİN hakkında ön
inceleme başlatmaması, iddia makamının yapması gerektiği halde yapmadığı
araştırmayı yapması ve Fatma ŞAHİN'in tekzip ve düzeltme açıklamalarıyla
birlikte konuyu değerlendirdiğinde, Fatma ŞAHİN'in açıklamalarının basın tarafından
çarpıtılarak yayınlandığına inanmasından kaynaklanmıştır. Aynı incelemeyi iddia
makamı yapmış olsaydı, Fatma ŞAHİN'in beyanlarını buraya almaması gerekirdi.
Ama İddia makamı, bu incelemeyi yapmamıştır.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Fatma ŞAHİN'in, AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Kaldı ki Fatma ŞAHİN'in beyanları; Anayasaya aykırı bir
eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
44- MUZAFFER GÜLYURT
İddianamenin 98'inci sayfasında yer alan konuşmanın eki
(EK-129) delillerden, sadece üçü Muzaffer GÜLYURT ile ilgili olup, muhtelif
gazete kupürlerinden oluşturulmuştur.
Muzaffer GÜLYURT konuşmasında, başörtüsü yasağından yana
olan öğretim üyelerini eleştirmiş, başörtüsü nedeniyle yüksek öğrenimde
uygulanan yasağın haksızlığını ve dozajını ifade için 'zulüm' kelimesini
kullanmıştır.
Herkes, yasal sınırlar dahilinde eleştirilebildiği gibi,
üniversite öğretim üyeleri de eleştirilebilir. Hukukumuzda, 'Üniversite öğretim
üyeleri eleştirilemez. Şayet eleştirilirse laiklik ilkesine aykırı olur.' diye
bir düzenleme de yoktur.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti üyelerinin
sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Muzaffer GÜLYURT'un, AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz
etmemektedir.
Kaldı ki Muzffer GÜLYURT'un beyanları; Anayasaya aykırı
bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
45- MUHYETTİN AKSAK
Muhyettin AKSAK konuşmasında, başörtüsü yasağının
kalkacak olmasından duyduğu memnuniyeti dile getirmiştir. Bir milletvekilinin,
temel hak ve hürriyetlerle ilgili, yükseköğrenim hakkını hukuk devleti ve
eşitlik ilkesine aykırı bir biçimde sınırlayan yasağın kalkacak olmasından
duyduğu memnuniyeti dile getirmesi, laiklik ilkesine de Anayasa'nın hiçbir
hükmüne de aykırı değildir. Anayasa ve yasalarımızda, sevinmeyi veya bir
husustan dolayı memnuniyetini ifadeyi yasaklayan bir düzenleme de yoktur.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Muhyettin AKSAK'ın, AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz
etmemektedir.
Kaldı ki Muhyettin AKSAK'ın beyanları; Anayasaya aykırı
bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
46- CEVDET ERDÖL
İddianamenin 98-99'uncu sayfalarında yer alan konuşmanın
delili (EK-167), 15.02.2008 tarihli Milliyet Gazetesinde yer alan bir haberdir.
Haberde Cevdet ERDÖL'e isnat edilen konuşma, Türkiye Büyük Millet Meclisi
'Sağlık, Aile, Çalışma, Sosyal İşler Komisyonu'nda yapıldığından bahsedilmiş
olmasına karşın iddianame bu ayrıntıyı içermemektedir.
Cevdet ERDÖL'ün konuşması, kız öğrencilerin
yükseköğrenimde karşılaştıkları başörtüsü sorunun çözümünün, okumak isteyen kız
çocukları için teşvik edici olacağı yönündedir. Konuşmada geçen ancak
iddianameye alınmayan 'Bu, zannediyorum ki, hani liseye gönderirsem çocuğu ne
olacak' Üniversitede okuyamayacak diye çocuğunu okumak istemeyen anne babalar
için önemli bir fırsat olacaktır''( Türkiye Büyük Millet Meclisi, Sağlık, Aile
Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu'nun 14.02.2008 tarihli tutanağı) (EK-21) sözleri,
bunu açıkça göstermektedir. Bu açıklığa ve gerçekliğe rağmen iddia makamının bu
konuşmadan, 'İlköğretim ve orta öğretim çağındaki kız öğrencilere de türban
serbestisi sağlanacağının işaretinin verilmesi' anlamını çıkarması, hukuken
kabul edilemez, subjektif bir yaklaşımdır. Bu, açık bir niyet okumadır. Halbuki
iddia makamı, kıyas yapamaz, kıyasa yol açacak değerlendirmelerde bulunamaz,
söylenilen sözü söyleyenin iradesine rağmen anlamlandıramaz. Aksi takdirde hem
Anayasayı ve hem de hukukun evrensel ilkelerini çiğnemiş olur. Hukuk devletinde
iddia makamı, bir kişinin tevile ihtiyaç bırakmayacak açıklıktaki bir sözünden,
farklı bir söz veya cümle üretemez.
İddia makamı, bu iddianın asıl kaynağı olan komisyon
tutanaklarına kolaylıkla ulaşması mümkünken bunu yapmamış, sadece doğruluğunu
teyit etmediği bir gazete haberine istinat etmiştir. Cevdet ERDÖL, gazetede
çıkan ve hatta ismini 'Cevat' biçiminde yanlış yazan, özensiz ve yanlış
bilgilerin yer aldığı haberi, Anayasanın tanıdığı 'Düzeltme ve cevap hakkı'
(Anayasa, m. 32) kullanarak tekzip etmiş, ancak gazete bunu yayınlamamıştır (EK-22).
Ayrıca Cevdet ERDÖL bu konuşmayı, Türkiye Büyük Millet
Meclisi Sağlık, Aile, Çalışma, Sosyal İşler Komisyonu'nda yapmıştır. Sağlık,
Aile, Çalışma, Sosyal İşler Komisyonu'nda yapılan konuşmalar ve aksi
kararlaştırılmadıkça bunların dışarıda tekrarı ve basında yer alması da mutlak
sorumsuzluk kapsamında olup, Anayasanın 83'üncü maddesinin teminatı altındadır.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Cevdet ERDÖL'ün, AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Kaldı ki Cevdet ERDÖL'ün beyanları; Anayasaya aykırı bir eylem
olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve kanaat
hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
47- HÜSEYİN TANRIVERDİ
İddianamenin 99'uncu sayfasında yer alan konuşmanın
delili (EK-168), 18.02.2008 tarihli Milliyet Gazetesi ve aynı tarihli Radikal
Gazetesi'nde yer alan haberlerdir.
Hüseyin TANRIVERDİ'nin konuşması, Anayasanın 10 ve
42'inci maddesindeki değişikliklerin Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel
Kurulunda 411 oyla kabulü üzerine '411 el kaosa kalktı' şeklindeki eleştirilere
verilmiş bir cevaptır. Anayasa değişikliklerinin eleştirilmesinin,
eleştirisidir. 'AK Partiyi eleştirenler eleştirilmez, eleştirilirse laiklik
ilkesi ve Anayasa ihlal olur.' diye bir Anayasa kuralı da yoktur. Eğer iddia
makamı AK Partililerin kendilerini eleştirenleri eleştirmesini veya onlara
cevap vermesini Anayasaya aykırı görüyorsa, bu daha vahim bir hukuk dışılıktır,
açık bir Anayasa ihlalidir. 'Biz beyaz çarşaflarımızla meclise
geldik. Onun için siz varın, ağzınızdan akan salyalarla manşetler oluşturun.
Bunlar bizim için vız gelir, tırıs gider.' ifadeleri, bu Anayasa değişikliği
nedeniyle, AK Partilileri imalı imasız, açık kapalı ölümle tehdit edenlere
karşı söylenmiş demokrat bir çıkıştır. Demokrasiden yana tavırdır. Bunu, başka
anlamlara çekmenin, yorum yoluyla genişletmenin, söyleyenin iradesinin hilafına
anlamlandırıp, bu anlamdan dolayı da söyleyeni sorumlu tutmanın, hukukla,
laiklikle ve Anayasa ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu yaklaşım, hukuksuz ve keyfi
bir yaklaşımdır. Anayasamızda ifadesini bulan demokratik hukuk devleti
anlayışı, böylesi bir yaklaşımı asla himaye etmez.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Hüseyin TANRIVERDİ'nin AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden söz etmemektedir.
Kaldı ki Hüseyin TANRIVERDİ'nin beyanları; Anayasaya aykırı
bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
48- BEKİR BOZDAĞ
1) İddianamenin
101'inci sayfasında yer alan konuşmanın delili (EK-174), muhtelif gazete
haberleridir. EK-174'te yer alan deliler, YÖK Başkanı Yusuf Ziya ÖZCAN 25 şubat
2008 tarihli 'Kamuoyuna duyuru' başlıklı açıklaması (2 adet) ve 96 gazete
kupüründen oluşmaktadır. Toplam 98 adet delilden sadece 7 gazete kupürü Bekir
BOZDAĞ ile ilgilidir. Bu yedi gazete kupürünün tamamı, Bekir BOZDAĞ'ın
gazetecilerle yaptığı sohbet toplantısında söylediklerinin, farklı gazetelerde
değişik biçimlerde bazı kısımlarının verilmesinden ibarettir.
Basınla sohbet toplantısında Bekir BOZDAĞ'ın
açıklamalarının tamamına yakın kısmı, söyleniş sırasına da uygun bir biçimde
sadece Anadolu Ajansı tarafından verilmiştir. Anadolu Ajansı'nın 25.02.2008
tarihli haberin konuya ilişkin kısmı aynen aşağıya alınmıştır (EK- 23):
'YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya ÖZCAN'ın genelgesiyle ilgili soruyu da
Bozdağ, şöyle yanıtladı:
'Anayasa'nın 10 ve 42'inci maddesinde yapılan
değişiklikler çok açık' 42. madde, 'Kanunda açıkça yazılı olmayan her hangi bir
sebeple kimse yükseköğrenim hakkının kullanılmasından mahrum edilemez. Bu
hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir.' diyor. Dolayısıyla herhangi
bir yükseköğretim hakkını kısıtlayan yasağın kanunda açıkça yazılı olmasını
öngörüyor Anayasa. Kanun da yoruma, değerlendirmeye ihtiyaç bırakmaksızın
açıkça yazılı olmasını Anayasa hükmü haline getiriyor.
Bunun dışında yasakla ilgili bir düzenleme varsa, bunun
da ancak kanunla yapılabileceğini ortaya getiriyor. Yani idarenin kararlarıyla,
genelgeyle, yönergeyle bu konuda uygulama yapılamayacağı hükmüne amirdir.
Yükseköğretim yasasının 17. maddesinin düzenlenmemiş olması, Anayasada yapılan
değişikliğin uygulanmasına mani değildir. Anayasada yapılan değişiklik
uygulanma kabiliyeti olan bir değişikliktir.
Daha önce Anayasada ekonomik suçlarla ilgili hürriyeti
bağlayıcı ceza uygulanamayacağına dair değişiklik, kanuna gerek kalmadan
uygulanabildi. İdam cezasıyla ilgili düzenlemeler de aynı şekilde doğrudan
doğruya uygulama kabiliyeti buldu. Cumhurbaşkanımızın görev ve yetkileriyle
ilgili Anayasa hükmü doğrudan doğruya uygulama imkanı bulan bir hükümdür.'
Yapılan Anayasa değişikliğinin doğrudan
uygulanabileceğini anlatan Bozdağ; 'EK 17'de düzenleme yapılması sadece bu
uygulamanın sınırlarıyla ilgili düzenlemeye amirdir. EK 17'de yapılacak şey,
hürriyetin sınırıdır. Orada bir sınırlama yapılırsa uygulayıcılar o sınıra
uyar.' dedi.
EK 17. maddede herhangi bir sınırlama yapılmadığı
takdirde mevcut mevzuat çerçevesinde bunun uygulanabileceğini savunan Bozdağ,
bazı kanunlarda yer alan kıyafet yasaklarıyla ilgili düzenlemeleri anlattı.
Bozdağ, mevcut kanunların ortaya koyduğu kısıtlamaların dikkate
alınabileceğini, güvenlikle ilgili konuların da üniversiteler tarafından takdir
edilebileceğini belirterek, 'Bu doğrudan uygulanır. 'Uygulamam deme' hakkı hiç
kimsede yoktur.' diye konuştu. Bozdağ, Anayasanın 11. maddesini hatırlatarak,
'Anayasa hükümlerine uymak, Anayasal düzen içinde görev yapan herkesin
vazifesidir.' dedi.
Görüldüğü üzere Bekir BOZDAĞ'ın beyanları, Anayasa'nın 10
ve 42'inci maddelerinde yapılan değişiklik, Resmi Gazete'de yayınlanarak
yürürlüğe girmesi üzerine, yeni Anayasa hükümlerinin uygulanabilirliği hususunu
izah maksadıyla yapılmış, Anayasa ve yasalara uygun bir hukuki değerlendirme ve
tespittir.
Anayasa, herkesi bağlayıcı, en üstün hukuk normudur.
Nitekim 'Anayasa'nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü' başlıklı 11. maddesinde;
'Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve
diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.'(Anayasa, m. 11)
denilmek suretiyle bu gerçek ortaya konulmuştur.
Bekir BOZDAĞ konuşmasında Anayasa'nın 11'inci maddesini
okuyarak değerlendirme yapmış ve bir nevi Anayasa'nın 11'inci maddesi hükmünü,
hukuki bir değerlendirme ile genişçe ve tekraren izah etmiştir..
Anayasa'nın; 'Hiç kimse , yalnızca sözleşmeden doğan
yükümlülüğünü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonamaz.'
(Anayasa, m. 38/8), 'Ölüm cezası ' verilemez.' (Anayasa, m. 38/10), 'İspat
hakkı' (Anayasa, m. 39), 'Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin Anayasa'nın 102'inci
maddesi ve Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerine ilişkin 104'üncü maddeleri
doğrudan uygulanmışlardır. Anayasa'nın 104'üncü maddesi, halen de doğrudan
uygulanmaktadır.
Nitekim Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay; Anayasa
hükmünün yeterince somut ve açık olması halinde doğrudan uygulanabileceğine dair
muhtelif kararlar vermişlerdir.
Yürürlüğe girmiş bir Anayasa hükmünün uygulanmasıyla
ilgili olarak bir milletvekilinin, 'Hiç kimsenin yürürlüğe girmiş bir Anayasa
hükmünü uygulamam deme hakkı yok. Anayasa hükümlerine uymak, Anayasal düzen içinde
görev yapan herkesin vazifesidir.' demesi, ne laikliğe, ne hukuka ve ne de
Anayasaya aykırıdır.
Çünkü yürürlükte olan bir Anayasa hükmünün uygulanması
gerekliliğini beyan, - hem de bu hüküm yürürlüğünü sürdürdüğü, Anayasa hükmü
olduğu ve iddia makamı da buna uymak ve uygulamak zorunda olduğu halde '
Anayasaya aykırı görülemez ve gösterilemez. Aksinin kabulü, Anayasanın 2.
maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin ve Anayasanın 11
inci maddesinin açık ihlalidir, hukukun evrensel ilkelerinin ayaklar altına
alınmasıdır. Ne yazık ki bu açıklığa rağmen, 'Anayasa değişikliklerine
uyulması' gerektiği yönündeki Anayasaya uygun hukuki değerlendirmeleri bile
iddianamesine almak suretiyle iddia makamı, Anayasal hüküm ve gereklilikleri
göz ardı ederek, bir kez daha Anayasa ve hukukun evrensel kurallarını ihlal
etmiştir.
2) İddianamenin
102'inci sayfasında yer alan beyanın delilleri (EK- 175), muhtelif 24 adet
gazete kupüründen oluşmaktadır. Bu 24 adet gazete kupüründen sadece biri Bekir
BOZDAĞ ile ilgilidir. O da, 26 şubat 2008 tarihli Milliyet Gazetesi kupürüdür.
Aynı kupür, Bekir BOZDAĞ ile ilgili olarak 174 numaralı ekte (2 adet) vardır.
Bu gazete kupürü, Bekir BOZDAĞ'ın gazetecilerle yaptığı sohbet toplantısında
söylediklerinin bir bölümüyle ilgilidir.
Basınla sohbet toplantısında Bekir BOZDAĞ'ın
açıklamlarının tamamına yakın kısmı, söyleniş sırasına da uygun bir biçimde
sadece Anadolu Ajansı tarafından verilmiştir. Konuşmanın bir kısmı, bir önceki
iddianın değerlendirilmesi sırasında yukarıda verildi. Anadolu Ajansı'nın
25.02.2008 tarihli haberin konuya ilişkin kısmı aynen aşağıya alınmıştır
(EK-23):
'Bozdağ, bugün bazı hastanelerde başörtülü personelin
çalıştığını gösteren haberlerin hatırlatılması üzerine de 'Biz bu konudaki
düşüncemizi gayet açık söyledik. Dedik ki sadece yükseköğrenime dönük düzenleme
yapıyoruz. Hatta eleştiriler olunca hazırladığımız metne 'yükseköğrenim'
kelimesini de ekledik. Bizim kamu kurumlarına veya ortaöğretime dönük bir
çalışmamız yoktur, böyle bir niyetimiz de yoktur. Biz bunu defalarca açıkladık.
Böyle bir niyetimiz yok, böyle bir çalışmamız yok, böyle bir uygulamamız yok''
şeklinde konuştu.
Bozdağ, bu açıklamalara rağmen hala 'sorgulama
yapanların' iyi niyetli hareket etmediklerini söyledi. Görüntülerin hatırlatılması
üzerine de Bozdağ şöyle konuştu:
'Görüntüleri çoğunun yalan çıktığı daha sonraki başka
haberlerden de anlaşılıyor. Bunlarla ilgili görüntüsü olanlar ilgili makamlara
ihbarda bulunur, onlar da gereğini yapar. Bu konuda süreci tıkamak isteyenlerin
iyi niyetten uzak gayretlerinin ürünü diye düşünüyorum.
Daha önce de fotoğraflar gördük, daha sonra hepsi yalan
çıktı. En son geçen haftalarda yaşadık, aynı gazetenin verdiği örnekler' Arkası
boş' Böyle bir uygulama varsa ilgili makamlara bildirilir, onlar da gereğini
yapar. Yapmazlarsa yapmayanlar hakkında gereği yapılır. En son Tarsus'ta
yaşanan hadise' Nerelere çekildi, arkasından neler çıktı. Bizim dönemimizde
böyle bir uygulama olmamıştır, olmasında da müsaade etmedik. Bundan sonra da
etmeyeceğiz. Bizim kamuya, ortaöğretime veya ilköğretime dönük bir çalışmamız
yok' Ama bizim olmayan niyetimizi, olmayan çalışmamızı varmış gibi gösterenler
kendi ahlak anlayışları içerisinde bunu yansıtabilirler.'
İddia makamı, Bekir BOZDAĞ'ın bu açık, net ve tartışmasız
açıklamalarına, hem de açıklamalarındaki açık ve yoruma mahal bırakmayacak
netlikte olan; 'Bizim kamuya, ilköğretime ve ortaöğretime dönük çalışmamız,
uygulamamız ve niyetimiz yok.', 'Bizim dönemimizde kamuda başörtü uygulaması
olmamıştır, olmasına müsaade etmedik, bundan sonra da etmeyeceğiz.', 'Kamuda
başörtülü çalışan olduğuna dair görüntü veya bilgisi olan varsa ilgili makama
bildirsin, onlar gereğini yapar. Yapmazlarsa yapmayanlar hakkında gereği
yapılır.' ifadelerine rağmen, bunları yok saymış, sadece gazetelerde çıkan bazı
haberlere 'Yalan' demesinden dolayı Bekir BOZDAĞ'ı 'Türbanın kamusal alanda
yayınlamasını onaylamış ve cesaretlendirmiş' biri olarak takdim ve itham
etmiştir.
Açıkça görülüyor ki iddia makamı, Bekir BOZDAĞ'ın açık,
net ve tartışmasız sözlerini yok saymış, söylenenlerden sadece bir cümleyi
almış ve onu da bağlamından koparmak ve kendince niyet okuyarak yorumlamak
suretiyle, söyleyenin ve söylenilenin zıddı bir anlam yüklemiş ve bu yüklediği
anlam nedeniyle de haksız ve hukuksuz bir biçimde Bekir BOZDAĞ'ı itham edip,
sorumluluğu cihetine gitmiştir.
İddia makamının bu yaklaşım ve değerlendirmesi, hukukun
evrensel ilkeleri ve Anayasanın açık ve tartışmasız ihlalidir.
Kaldı ki daha önce basında, başörtüsü sorunuyla
ilişkilendirilen muhtelif haberler çıkmış ve bilahare bu haberlerin asılsız
olduğu anlaşılmıştır. Örneğin Konya Numune Hastanesinde tesettürlü bir
doktorun, erkek bir hastanın tesislerinin ultrasonunu çekmediğine dair haberler
günlerce medyada yer almış; ancak yapılan araştırma sonucu haber asılsız
çıkmıştır. Her iki haber de basında yer almıştır(EK-24).
Aynı şekilde basın sohbetinde dile getirildiği gibi
Tarsus'ta liseli öğrencilere şırıngalı kezzap atma olayları başörtüsü
tartışmaları ile ilişkilendirerek 'Başı açık kızlara kezzap atılıyor' şeklinde
basında yer almış; ancak daha sonra bu haberler de asılsız çıkmıştır(EK-25).
Bekir BOZDAĞ, basın toplantısında Tarsus olayını da
hatırlatarak gazete haberlerine yalan demiş ve arkasından da; ''Daha önce de
fotoğraflar gördük, daha sonra hepsi yalan çıktı. En son geçen haftalarda
yaşadık, aynı gazetenin verdiği örnekler' Arkası boş' Böyle bir uygulama varsa
ilgili makamlara bildirilir, onlar da gereğini yapar. Yapmazlarsa yapmayanlar
hakkında gereği yapılır. En son Tarsus'ta yaşanan hadise' Nerelere çekildi,
arkasından neler çıktı. Bizim dönemimizde böyle bir uygulama olmamıştır,
olmasında da müsaade etmedik. Bundan sonra da etmeyeceğiz. Bizim kamuya,
ortaöğretime veya ilköğretime dönük bir çalışmamız yok' Ama bizim olmayan
niyetimizi, olmayan çalışmamızı varmış gibi gösterenler kendi ahlak anlayışları
içerisinde bunu yansıtabilirler.' (Anadolu Ajansı, 25.02.2007) açıklamasını
yapmıştır. Bu açıklamalardan, iddia makamının ulaştığı sonucu çıkarmak,
kesinlikle mümkün değildir. Bu açıklığa rağmen iddia makamının değerlendirmesi,
en hafif deyimiyle keyfiliktir, hukuk tanımamazlıktır. Halbuki iddia makamı da
hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasa ile bağlıdır. Keyfi hareket edemez. Hukuk
ve Anayasa dışına çıkamaz.
Ayrıca bütün bu arz edilen hususlar ve Anadolu Ajansının
büyük bir kısmını verdiği açıklamalar bir yana, Bekir BOZDAĞ'ın sözlerinin
iddianameye alınan kısmı dahi, iddia makamının iddiasını çürütmeye yeterlidir.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Bekir BOZDAĞ'ın AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
Bekir BOZDAĞ'ın her iki beyanı da; Anayasaya aykırı bir
eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
3) Bekir BOZDAĞ
hakkında iddianamenin 112 ve 113'üncü sayfasında yer alan ve delili EK-160'da
sunulan iddia, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sunulan bir kanun teklifine
dayanmaktadır. İddianın delillerinin yer aldığı EK-160'da; Anayasa'nın 10 ve
42'inci maddeleri ile Yüksek Öğretim Kanunun EK 17'inci maddesinde değişiklik
öngören kanun teklifleri ve bunlara dair gazete kupürleri yer almaktadır.
Bekir BOZDAĞ'ın Anayasa ve yasa değişiklik teklifi
vermesi, Anayasa'nın teminatı altında bir yasama faaliyeti çalışmasıdır. Bilindiği
gibi yasama yetkisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne aittir (Anayasa, m. 7).
Kanun koymak, değiştirmek veya kaldırmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin
yetki ve görevlerindendir(Anayasa, m. 87). 'Kanun teklif etmeye Bakanlar Kurulu
ve milletvekilleri yetkilidir.'(Anayasa, m. 88/1) Bekri BOZDAĞ, Anayasa'nın bu
hükümlerine uygun bir kanun teklifine imza atmıştır. Bir milletvekilinin
Anayasanın kendisine tanıdığı yetkiyi kullanarak kanun teklifi vermesi, ne
laikliğe ve ne de Anayasaya aykırıdır. Anayasaya aykırı olan, Anayasaya uygun
bir biçimde Anayasanın tanıdığı kanun teklif etme yetkisini kullanan bir
milletvekilin, Anayasa'ya aykırı hareket ettiğinden bahisle siyasi
yasaklılığının talep ve dava edilmiş olmasıdır.
Bir kanun teklifi veya bir konuda kanuni düzenleme
yapılmak üzere teklif verilmesi, salt Cumhuriyet Başsavcısının
değerlendirmesiyle Anayasaya aykırı hale gelmez. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
bu tavrıyla, Anayasanın yalnızca Anayasa Mahkemesi'ne tanıdığı denetim
yetkisini devşirmektedir. Oysa 'Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan
almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.' (Anayasa, m. 6/3)
Kanun teklifi vermek, bir milletvekilinin asli görevidir
ve tartışmasız bir yasama faaliyetidir. Yasama faaliyetleri, mutlak yasama
sorumsuzluğu kapsamında olup, Anayasanın 83'üncü maddesinin teminatı
altındadır.
Bir kanunun veya bir kanun maddesinin değiştirilmesini
veya kaldırılmasını savunmak, istemek ve bunun için kanun teklifi vermek de
düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti (Anayasa, m. 26) kapsamındadır. Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulu
kararına göre de; ''Yasalarla getirilen düzenlemeleri savunarak
değerlendirilmesini veya ortadan tamamen kaldırılmasını istemek T.C.
Anayasası'nın 25 ve 26. maddelerinde öngörülen düşünce ve kanaat hürriyetinin
doğal bir sonucudur.' (Bkz. Yargıtay Ceza Genel Kurulu, E.2001/9-32,
K.2001/155, K.T. 3.7.2001)
49- RECEP AKDAĞ
1) İddianamenin
102-103'üncü sayfalarında yer alan iddialar (EK-175), muhtelif gazete haberlerine
dayandırılmıştır. Ancak iddia makamı, ilgili ilgisiz pek çok gazete kupürünü
delil göstermiştir. Zira EK-175'te sunulan delillerden, 27.02.2008 tarihli
Türkiye ve Milliyet Gazeteleri; 28.02.2008 tarihli Posta, Hürriyet ve Milliyet
(2 adet) Gazeteleri; 26.02.2008 tarihli Milliyet Gazetesi; 12.02.2008,
15.02.2008 (3 adet) ve 16.02.2008 tarihli Cumhuriyet Gazeteleri ile 'Türbana
karşı toplumsal direniş', 'Türbanlı öğrenciler lise bahçesinde' ve 'Türban
dersliklerde' başlıklı isimsiz ve tarihsiz gazete kupürlerinin hiçbiri Recep
AKDAĞ'ın beyanı ve onun hakkındaki iddia ile ilgisi yoktur. İlgisiz deliller
mesnet yapılarak Recep AKDAĞ'ın itham edilmesi, hukuk devleti ilkesiyle
bağdaşmaz. İddialar, öncelikle delilleri yönüyle hukuka ve Anayasaya aykırıdır.
Muhtelif sağlık kurumlarında başörtülü görev yapanların
olduğuna dair haberlerin çıkması üzerine Sağlık Bakanının; 'Biz görevimizi
biliyoruz, yasaya aykırı bir durum varsa zaten müdahale ederiz, müdahale
edilir.' anlamında görevlerinin bilincinde olduklarını, vali ve kaymakamların
da görevlerinin bilincinde olduğunu ifade etmesi, ne laikliğe ve ne de
Anayasaya aykırıdır.
Öncelikle şu hususu belirtmek gerekir ki; iddianameye
alınan fotoğraf ve görüntülerin nerede ve nasıl çekildiği, görüntülerdeki
kişilerin kim olduğu, bu kişilerin çekimlerinin yapıldığı sırada görev başında
olup olmadıkları belli değildir. Ayrıca evvelce basında çıkan benzeri
haberlerin birçok defa gerçeği yansıtmadığı ortaya çıkmıştır. Örnek olarak 2006
yılında türbanlı iki bayan doktorun testisleri şişen gencin ultrasonunu
çekmediği bir gazetemizde birinci sayfadan duyurulmuş ve bu haber müteakip
dönemde birçok yazar tarafından irticai faaliyetlere referans olarak
kullanılmıştır. Bakanlıkça derhal başlatılan soruşturma sonucu bayan doktorların
türbanlı olmadığı gibi, vaka konusunda görevli bulunmadıkları, geçmişte her
zaman benzeri ultrasonları çektikleri tüm tarafların beyanları ve belgelerle
anlaşılmış, haberi yapan basın kuruluşu da bu gerçeği sonradan kabullenmiştir.
Bu örnekte olduğu gibi basına yansıyan görüntü ve
haberler SAĞLIK Bakanlığı ve mahalli yöneticilerce değerlendirilmekte,
soruşturulmakta ve gerekli müeyyideler uygulanmaktadır. Türbanlı olarak görev
yapmak memur hukuku bakımından disiplin suçudur ve disiplin âmirlerince gerekli
hukuki işlemler yapılmıştır ve yapılmaktadır.
Nitekim bu konuda verilen soru önergesine cevâben TBMM'de
yaptığı konuşmada Recep AKDAĞ; yukarıda belirtilen hususlara temas ederek;
basına yansıyan bu görüntülerin nerede ve nasıl çekildiğinin belli olmadığı,
vali, kaymakam ve mahalli yöneticilerin görevlerinin bilincinde olduğu, kamuda
görev yapan memurlarla ilgili tavrın açık ve net olduğu, ancak provokasyonlara
müsaade edilmeyeceğini ifade etmiştir. Dolayısıyla TBMM'de yapılan bu konuşmadan
türbanlı personelin görmezden gelindiği veya gerekli işlemlerin yapılmadığı
anlamını çıkarmak mümkün değildir.
Bu kadar çok sağlık kuruluşu ve personeli bulunan bir
yapıda, sağlık hizmeti sunan bütün kurumlarımızda her kesimden milyonlarca
vatandaşımız muayene ve tedavi olurken, bu hizmeti sunan personelimizin kılık
kıyafeti de herkesçe görülebilmekte iken, bazılarının Sağlık Bakanlığı
teşkilatında dahi bulunmayan (İddanamede yer alan Cebeci Eğitim ve Araştırma
Hastanesi isminde bir hastane bulunmamaktadır. Vakıf Gureba Hastanesi ise
Sağlık Bakanlığına bağlı değildir.) birkaç mekanda çekilen fotoğraflardan yola
çıkılarak ve 'sağlık kuruluşlarında yoğun olarak yaşanan laikliğe aykırı bu
durum' , 'Çok sayıda sağlık personelinin türbanla görev yaptıkları' gibi
ifadelere yer verilerek, Sağlık Bakanlığında 'çok sayıda' türbanlı personel
çalışıyormuş gibi gösterilmesi ve bu durumun gerçekliği araştırılmadan laikliğe
aykırılığın delili olarak sunulması maddî ve hukukî bakımından mümkün değildir.
2) Sağlık Bakanlığı
Müsteşarı Orhan GÜMRÜKÇÜOĞLU imzasıyla 7 şubat 2008'de yayınlanan genelge;
sağlık kurum ve kuruluşlarının huzur içinde hizmet yapması ve hastaların
mahremiyet haklarının korunmasını temin maksadıyla yayınlanmıştır. İddia
makamının, yorumla ve adeta niyet okur bir biçimde bu genelgeyi 'Sağlık
kurumlarındaki yasadışı uygulamaların gizlenmesine çalışmak' (İddianame, s.
103) olarak değerlendirmesi, Açık bir Anayasa ihlalidir. Amacı açıkça belli bir
genelgeyi, genelgenin yazılı açık amacının dışında anlamlandırmak, hiçbir hukuk
devletinde yapılması mümkün olmayan bir hukuk ihlalidir.
Bütün dünyada olduğu gibi Sağlık Bakanlığına bağlı sağlık
kuruluşlarında da hasta mahremiyetine riayet etmek esastır.
03/12/2003 tarihli ve 5013 sayılı Kanunla onaylanması uygun
bulunan "Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan
Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi: İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi'nin 10
uncu maddesi 'Özel yaşam ve bilgilendirme hakkı' kenar başlığını haizdir. Bu
maddenin birinci fıkrası ile herkesin, kendi sağlığıyla ilgili bilgiler
bakımından, özel yaşamına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahip olduğu
belirtilerek sağlıktaki hasta mahremiyeti ülkemizce de kabul edilmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında 'mahremiyet'
ilkesi sadece ev ve aile hayatı ile sınırlı tutulmamakta, işyeri dahil geniş
şekilde yorumlanmaktadır. İzinsiz fotoğraf çekimi ve bunun yayımlanması
ülkemizi zor duruma sokabilecektir. Nitekim bu ülkelerdeki hastanelerde izinsiz
çekim yaptırılmaz.
Diğer taraftan, ülkemizde bir çok özel hastaneyi de
akredite eden JCI (Joint Comission International-Uluslararası Birleşik
Komisyon) tarafından 2003 Yılı Ocak Ayında yayımlanan 'Hastaneler İçin
Akreditasyon Standartları'nda, özellikle klinik işlemler ve muayene sırasında
hasta mahremiyetinin önemli olduğu, hastanın mahremiyet ihtiyacına saygı
gösterilmesi gerektiği bir standart olarak belirlenmiştir.
Ülkemizde de, 01/08/1998 târihli ve 23420 sayılı Resmî
Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren Hasta Hakları Yönetmeliğinde
'Mahremiyete saygı gösterilmesi' başlıklı 21 inci maddesinde 'Hastanın,
mahremiyetine saygı gösterilmesi esastır.', 'Hastanın, sağlık durumu ile ilgili
tıbbi değerlendirmelerin gizlilik içerisinde yürütülmesi', 'Muayenenin,
teşhisin, tedavinin ve hasta ile doğrudan teması gerektiren diğer işlemlerin
makul bir gizlilik ortamında gerçekleştirilmesi' hükümlerine yer verilmiştir.
Yine aynı Yönetmeliğin 39 uncu maddesinde ise 'Hasta, kişilik
değerlerine uygun bir şekilde ve ortamda sağlık hizmetlerinden faydalanma
hakkına sahiptir.', 'Sağlık kurum ve kuruluşlarında, ' gürültünün ve rahatsız
edici diğer bütün etkenlerin bertaraf edilmesi esastır.' hükümlerine yer
verilmiştir. Bu hükümler ışığında sağlık kuruluşlarında hasta mahremiyetinin
sağlanması gerektiği noktasında bir tereddüt bulunmamaktadır.
Basın mensuplarının sağlık kuruluşlarından görüntü alıp
alamayacakları hususunda bu kuruluşların idarecilerinin tereddüde düştüğü ve
muhatabından izin almadan çekilen bu görüntülerle hasta mahremiyetinin ihlal
edildiği ve yaşanan tartışmaların huzur ve sükunu bozduğu, hastane idarecileri
ve hastalarca sıkça Bakanlık yetkililerine iletildiği görülmüştür. Giderek
yoğunlaşan bu tür şikâyetler ve bu durumun bir düzene sokulması talepleri
Bakanlık tarafından değerlendirilmiş ve basın mensuplarının sağlık
kuruluşlarından görüntü alma konusundaki hukukî boşluğun giderilmesi, hasta
mahremiyetinin korunması, huzur ve sükunun temini maksadı ile iddianameye konu
07/02/2008 târihli ve 3553 sayılı Genelge yayımlanmıştır.
Sağlık kuruluşlarının umuma açık olduğu ve teknolojide
gelinen nokta ve cep telefonları ile dahi her şeyin görüntülenebildiği ve kayıt
altına alınabildiği bir çağda, Bakanlığın hasta mahremiyetinin sağlanması ve
huzur ve sükûnun sağlanması yönündeki Genelgesinin sağlık kuruluşlarındaki yasa
dışı uygulamaların gizlenmeye çalışıldığı iddiasına hasredilmesinin kabul
edilebilir bir yönü bulunmamaktadır.
Konunun hasta hakları yönünden diğer boyutu 'Güvenliğin
Sağlanması'dır. Aynı Yönetmeliğin 37 nci maddesi 'Herkesin sağlık kurum ve
kuruluşlarında güvenlik içinde olmayı bekleme ve bunu isteme hakları vardır'
hükmünü amirdir. Benzer şekilde güvenlik gerekçesi ile diğer bir çok kamu kurum
ve kuruluşunda izinsiz fotoğraf ve kamera çekimi yapılamadığı da herkesçe
malumdur.
Yine aynı Yönetmelikte düzenlenen bir diğer husus hastalara
ait 'Bilgilerin Gizli Tutulması' ilkesidir. Hastanelerde serbestçe çekime
müsaade edilmesi halinde bu ilkenin de kolaylıkla ihlali mümkündür. Türk Ceza
Kanununun 'özel hayata ve hayatın gizli alanına karşı suçlar' ile ilgili
düzenlemesinde de, kişilerin sağlık durumlarının mahremiyeti kabul edilmiş ve
bu bilgileri kaydeden kimse için cezai müeyyide öngörülmüştür. Gizlilik hakkı,
Roma/2002 tarihli Hasta Haklarına İlişkin Avrupa Ana Sözleşmesinde de yer alan
evrensel bir değerdir.
Hasta hakları çağdaş dünyada insan haklarının sağlık
alanında uygulaması olarak kabul görmektedir. Bakanlığım dönemimde hasta
haklarının ilgili taraflarca benimsenmesi ve fiilen uygulanması için birçok
düzenleme yapılmıştır. Bunun bir parçası olan mezkur genelgenin irtica ile
irtibatlandırılması, çağdaş ve evrensel değerlerin tam zıddına yorumlanmasıdır.
Mezkûr Genelge tamâmen bu maksatlar ile yayımlanmış olup,
iddianamede maksadı aşan ifadelere de yer verilerek bu Genelge ile 'sağlık
kurumlarındaki yasadışı uygulamaların gizlenmesine çalışıldığı'nın iddia
edilmesinin maddî ve hukukî mesnedi bulunmamaktadır.
Sonuç olarak, gerçekliği araştırılmadan basın kupürleri ile
Sağlık Bakanlığına haksız isnatlarda bulunulmuş, uluslararası hukuk hatta
pozitif hukukumuzda yer alan düzenlemeler açık iken 'niyet okuma' yolu ile
suçlamalar yöneltilerek, ülkemizi sağlık alanında en uygar ülkeler düzeyine
taşımaya yönelik çalışmalar 'irticai faaliyet' olarak tanımlanmıştır.
3) Yine İddianame'nin
103'üncü sayfasında yer alan; 'Sağlık Bakanı Recep AKDAĞ'ın Anayasa ve Yüksek
Öğretim Kanununun ek 17. maddesinde yapılacak değişiklikten sonra, tıp
fakültelerinin 6. sınıfında okuyan 'intern' denilen stajyer doktorların da
başörtüsü takabileceklerini söylediği' iddiası da gerçek dışıdır.
Zira bu açıklama 'intern' denilen Tıp Fakültesi 6. sınıf
öğrencilerinin 'üniversite öğrencisi' olması hasebiyle ve bunların 'öğrencilik'
statüsü düşünülerek yapılmış olup, üniversite öğrencilerine yönelik genel bir
düzenleme yapıldığında Tıp Fakültesi öğrencilerinin de bu kapsamda
değerlendirilecekleri izahtan varestedir. Tıp fakültesi 6. sınıf öğrencilerinin
'öğrencilik' statüsü bir tarafa bırakılarak, bu öğrencilerin İddia Makamınca
'stajyer doktor' olarak tanımlanmaları ve memurlara uygulanan müeyyidelere tabi
olmaları gerektiği değerlendirilerek, açıklamanın bu minval üzere iddianameye
alınması maddî gerçekle örtüşmediği gibi, bu hatalı değerlendirmeden yola
çıkarak, 'türban serbestisinin kamudaki olası genişlemesinin işaretinin
verildiği' neticesine ulaşmak da mümkün değildir.
3) Ayrıca
ddianamede 'Devlet kadrolarının islâmi bir yapıya dönüştürülmesine matuf olarak
Diyanet İşleri Başkanlığı kadrosunda görev yapan çok sayıda memurun, hastane
yöneticiliğinde görevlendirildiği' iddia edilmiştir.
Başka kamu kurum ve kuruluşlarında görev yapan personelin
Sağlık Bakanlığına nakilleri 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun kurumlar
arası nakli düzenleyen 74 üncü maddesinin birinci fıkrasının 'Memurların bu
Kanuna tabi kurumlar arasında, kurumların muvafakatı ile kazanılmış hak
dereceleri üzerinden veya 68 inci maddedeki esaslar çerçevesinde derece
yükselmesi suretiyle, bulundukları sınıftan veya öğrenim durumları itibariyle
girebilecekleri sınıftan, bir kadroya nakilleri mümkündür.' hükmü çerçevesinde
gerçekleştirilmektedir.
Sağlık Bakanlığına naklen geçişlerde, subjektif
değerlendirmelerin önüne geçmek maksadıyla 08/06/2004 tarihli ve 25486 sayılı
Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe konulan Sağlık Bakanlığı Atama ve Nakil Yönetmeliği
ile kurumlar arası nakiller bakımından (Madde 17) objektif kıstaslar
belirlenmiş ve başka kurumlardan Sağlık Bakanlığına nakillerde, Türkiye'de bir
ilk gerçekleştirilerek kura usûlü kabul getirilmiştir. Bu çerçevede Sağlık
Bakanlığına Şubat ve Eylül dönemlerinde kura ile kurumlar arası nakiller
yapılmaktadır. Bu şekilde yapılacak atamalarda ilan edilecek kadrolar, 6 ncı ve
5 inci hizmet bölgelerinden başlamak üzere belirlenmektedir. Kura, bütün kamu
kurum ve kuruluşlarında görev yapan personele açık olup, kurum ve personel
bakımından herhangi bir kısıtlama sözkonusu değildir ve esâsen kısıtlama
yapılması da hukûken mümkün olamaz.
Diyanet İşleri Başkanlığı da, 633 sayılı Diyanet İşleri
Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun uyarınca Başbakanlığın bağlı
kuruluşu olup, bir kamu kurumudur ve personeli de memur statüsündedir. Dolayısı
ile, bütün kamu kurum ve kuruluşunda çalışan personel gibi, Diyanet İşleri
Başkanlığı personeli de Sağlık Bakanlığına kurumlar arası naklen atama kurasına
müracaat edebilmekte ve kurada çıktığı ve yerleştiği takdirde ataması
yapılmaktadır.
Kura, herkesin katılımına açık olup, boş kadrolar ilan
edilmekte ve müracaatlar alınıp tercihler yapıldıktan sonra noter huzurunda
gerçekleştirilmektedir. Kurumlar arası atamalar bu şekilde kura ile
yapıldığından, torpil, iltimas ve sair usûl ile objektiflikten uzak atamalar
yapılması maddeten de mümkün olamaz. Herhangi bir kurum veya personele
ayrıcalık tanınması veya müracaatının engellenmesi de sözkonusu değildir.
Diğer taraftan, Sağlık Bakanlığı hastanelerine yönetici
atamaları da Sağlık Bakanlığı Personeli Unvan Değişikliği ve Görevde Yükselme
Yönetmeliği hükümleri çerçevesinde yapılmakta olup; bu Yönetmelikte belirlenen
şartları taşıyan bütün personel görevde yükselme eğitim ve sınavına
katılabilmekte ve bu eğitim ve sınav neticesinde başarı durumuna göre atama
yapılmaktadır.
Netice itibariyle, diğer kamu kurum ve kuruluşlarından
Sağlık Bakanlığına atanmak isteyen personel kura ile tespit edilip atandığından
ve Bakanlığa bağlı hastanelerine yapılan yönetici atamaları da, şartları
taşıyan tüm personelin katılımına açık görevde yükselme eğitimi ve sınavı
neticesinde yapıldığından, Diyanet İşleri Başkanlığı personeline özel -yâni bu
personel lehine veya aleyhine- bir uygulama yapılması veya ayrıcalık tanınması
hukuken mümkün değildir.
Bu kadar objektif usulle yapılan ve herkes gibi iddia
makamının da takdir etmesi gereken bir uygulamadan dolayı Sağlık Bakanı Recep
AKDAĞ takdir edilmesi gerekirken, iddia makamı tarafından kadrolaşmakla itham
edilmesi, iyi niyet kurallarıyla bağdaşmaz.
4) Sağlık
Kuruluşları Ruhsatlandırma Yönetmeliği Taslağının 113 üncü maddesindeki
'hastaların dini gereklerini yerine getirebilecekleri mekânlar ayrılması'
ibaresi, 'Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetlerinin laiklik ilkesine aykırı
diğer eylemleri' arasında sayılarak, bu hükmün laikliğe aykırı olduğu iddia
edilmiştir.
Sağlık kuruluşlarında hastaların seçtikleri dine göre din
adamlarından destek alabilmeleri ve dini gereklerini yerine getirebilecekleri
imkanlar sağlanması sağlık hizmeti gereklerine, sağlık kuruluşları akreditasyon
standartlarına, hasta hakları hususundaki evrensel bildirgelere ve uluslar
arası sağlık kuruluşları kriterlerine göre yapılmış bir düzenlemedir.
Yönetmelikte bu yönde bir düzenleme yapılmak istenmesinde tamamen sağlık
hizmeti sunumunda 'hasta hakları' maksadı esas alınmıştır.
Dünya Tabipler Birliği'nin yayınladığı 1981 Lizbon ve
1995 Bali 'Hasta Hakları Bildirgesi', Amsterdam'da 1994 yılında yayımlanan
Avrupa'da Hasta Haklarının Geliştirilmesi Bildirgesi, Amerika Hastane Birliği
Hasta Hakları Bildirisi gibi birçok uluslararası belgede bu konuda düzenlemeler
mevcuttur.
Son yıllarda sağlık hizmeti sunumu, sağlık kuruluşlarının
fiziki yapısı, tıbbî malzeme, sağlık personeli gibi alanlarda Sağlık Bakanlığı
ve ülkemizin özel sağlık sektörü uluslararası standartları yakalamış ve ülkemiz
bu hususta Dünya ülkeleri arasındaki yerini almış bulunmaktadır. Sağlık
kuruluşlarının uluslar arası standartları incelendiğinde;
Dünyada ve özellikle ABD'de en yaygın ve saygın sağlık
kuruluşlarının akreditasyon kuruluşu olan JCI (Joint Comission
International-Uluslararası Birleşik Komisyon) tarafından 2003 Yılı Ocak Ayında
yayımlanan 'Hastaneler İçin Akreditasyon Standartları'nda, 'Kurum hasta ve
ailelerinin ibadet taleplerine ya da hastanın ruhani ve dini benzer taleplerine
cevap veren bir sürece sahip olmalıdır.' ve 'Bir hasta ya da ailesi dini ya da
ruhani inançlarla ilgili olarak birisi ile görüşmek istediğinde, kurum bu isteğe
yanıt verme sürecine sahip olmalıdır.' yolunda standartlar bulunduğu
görülmektedir.
Ülkemizde, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Uludağ
Üniversitesi Tıp Fakültesi hastaneleri, Mesa, Bayındır, Acıbadem, Amerikan
Hastaneleri gibi 20 civarında hastanenin JCI (Joint Comission
International-Uluslararası Birleşik Komisyon) tarafından akredite edildiği ve
bu hastanelerin hastalarının dini ve ruhani taleplerini karşılama
standartlarını yerine getirdiği bilinmektedir.
Diğer taraftan Amerika, İngiltere, Almanya, Avustralya
gibi ülkelerin hastanelerinde her biri kendi çalışma alanında uzman üyelerden
oluşan 'Etik Kurullar' yer almakta olup, 'Hastanenin Din Sorumlusu' da bu
Kurulun üyesidir.
Uygar ülkelerde bu tür düzenlemeler yapılmakta ve bu
düzenlemeler insan haklarının ve bunun sağlık alanında yansıması olan hasta
haklarının bir gereği olduğu değerlendirilmektedir.
Ülkemizde de, Sağlık Bakanlığınca hazırlanan ve
01/08/1998 tarihli ve 23420 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren
'Hasta Hakları Yönetmeliği'nde çağdaş uygulamalar pozitif hukukumuza
alınmıştır. Bu Yönetmeliğin 'Dini Vecibeleri Yerine Getirebilme ve Dini
Hizmetlerden Faydalanma' başlıklı 38 inci maddesinde 'Sağlık kurum ve
kuruluşlarının imkanları ölçüsünde hastalara dini vecibelerini serbestçe yerine
getirebilmeleri için gereken tedbirler alınır. Kurum hizmetlerinde aksamalara
sebebiyet verilmemek, başkalarını rahatsız etmemek ve personelce düzenlenip
yürütülen tıbbi tedaviye hiç bir şekilde müdahalede bulunulmamak şartı ile
hastalara dini telkinde bulunmak ve onları manevi yönden desteklemek üzere
talepleri halinde, dini inançlarına uygun olan din görevlisi davet edilir.
Bunun için, sağlık kurum ve kuruluşlarında uygun zaman ve mekan belirlenir.
İfadeye muktedir olmayıp da dini inancı bilinen ve kimsesiz olan agoni
halindeki hastalar için de, talep şartı aranmaksızın, dini inançlarına uygun
olan din görevlisi çağrılır. Bu hakların nasıl ve ne zaman kullanılacağı ve bu
konuda alınacak tedbirler, sağlık kuruluşunun çalışma usul ve esaslarını
gösteren mevzuatta ayrıca düzenlenir.' yolunda hüküm mevcuttur ve Avrupa Hasta
Hakları düzenlemelerine paralellik gösteren bu hüküm yaklaşık 10 yıldır
yürürlüktedir.
Ülkemizde söz konusu hüküm Hasta Hakları Yönetmeliğinde
yaklaşık 10 yıldır yürürlükte iken, İddia Makamınca bu Yönetmeliği hazırlayan
ve yürürlüğe koyanlar hakkında hiçbir işlem yapılmamış, taslak halinde kalan ve
yayımlanmayan bir Yönetmelik hükmü hükümetin laiklik ilkesine aykırı eylemi
olarak ileri sürülmüştür.
Söz konusu hükmün suç olarak düşünülmesi ve laiklik
ilkesine aykırı eylem olarak iddia edilmesi mümkün olmamakla birlikte; ceza
hukuku yönünden de bir değerlendirme yapabilmek açısından bir an için suç
unsuru taşıdığı kabul ve farz edilse bile;
İdarenin Yönetmelik, Tebliğ, Genelge gibi bir düzenleyici
işlemi ancak bu işlemin tesisine yetkili makamın iradesi ile ortaya çıkar,
tekemmül eder ve hem Devlet-idare, hem de üçüncü şahıslar bakımından hak ve
yükümlülükler doğurur. Bir Yönetmeliğin yayımlanmamış ve taslak halinde kalmış
olması halinde, bunda, hem Bakan, hem memurlar, hem de üçüncü şahıslar
bakımından herhangi bir idarî, mâlî, cezâî, siyasî sorumluluktan bahsedilmesi
hukûken mümkün değildir.
Maalesef iddia makamı, olmayan bir yönetmelikten
hareketle afaki bir ithamda bulunmakta, Sağlık Bakanı Recep AKDAĞ'ın yapmadığı
bir eylemden dolayı siyasi yasaklı olmasını ve üyesi olduğu partinin
kapatılmasını talep etmektedir. Bu, hukukun genel ilkeleri ve Anayasa'da
ifadesinin bulan hukuk devleti ilkesinin alenen ihlalidir.
5) Anayasa'nın 69'uncu
maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların birlikte
varlığı halinde siyasi parti üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma
nedenidir.
Recep AKDAĞ'ın AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir eylemden de söz etmemektedir.
6) Kaldı ki Recep
AKDAĞ'ın her iki beyanı da; Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp, aksine
Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve kanaat hürriyeti'
(Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26)
kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2) olmanın gereği
olarak Anayasanın teminatı altındadır. Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu
maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
50- NURETTİN CANİKLİ
Nurettin CANİKLİ hakkında iddianamenin 112 ve 113 üncü
sayfasında yer alan ve delili EK-160'da sunulan iddia, Türkiye Büyük Millet
Meclisi'ne sunulan bir kanun teklifine dayanmaktadır. İddianın delillerinin yer
aldığı EK-160'da; Anayasa'nın 10 ve 42 nci maddeleri ile Yüksek Öğretim Kanunun
EK 17 nci maddesinde değişiklik öngören kanun teklifleri ve bunlara dair gazete
kupürleri yer almaktadır.
Nurettin CANİKLİ'nin Anayasa ve yasa değişiklik teklifi vermesi,
Anayasa'nın teminatı altında bir yasama faaliyeti çalışmasıdır. Bilindiği gibi
yasama yetkisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne aittir (Anayasa, m. 7). Kanun
koymak, değiştirmek veya kaldırmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yetki ve
görevlerindendir(Anayasa, m. 87). 'Kanun teklif etmeye Bakanlar Kurulu ve
milletvekilleri yetkilidir.'(Anayasa, m. 88/1) Nurettin CANİKLİ, Anayasa'nın bu
hükümlerine uygun bir kanun teklifine imza atmıştır. Bir milletvekilinin
Anayasanın kendisine tanıdığı yetkiyi kullanarak kanun teklifi vermesi, ne
laikliğe ve ne de Anayasaya aykırıdır. Anayasaya aykırı olan, Anayasaya uygun
bir biçimde Anayasanın tanıdığı kanun teklif etme yetkisini kullanan bir
milletvekilin, Anayasa'ya aykırı hareket ettiğinden bahisle siyasi yasaklılığının
talep ve dava edilmiş olmasıdır.
Bir kanun teklifi veya bir konuda kanuni düzenleme
yapılmak üzere teklif verilmesi, salt Cumhuriyet Başsavcısının
değerlendirmesiyle Anayasaya aykırı hale gelmez. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
bu tavrıyla, Anayasanın yalnızca Anayasa Mahkemesi'ne tanıdığı denetim
yetkisini devşirmektedir. Oysa 'Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan
almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.' (Anayasa, m. 6/3)
Kanun teklifi vermek, bir milletvekilinin asli görevidir
ve tartışmasız bir yasama faaliyetidir. Yasama faaliyetleri, mutlak yasama
sorumsuzluğu kapsamında olup, Anayasanın 83'üncü maddesinin teminatı
altındadır.
Bir kanunun veya bir kanun maddesinin değiştirilmesini
veya kaldırılmasını savunmak, istemek ve bunun için kanun teklifi vermek de
düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti (Anayasa, m. 26) kapsamındadır. Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulu
kararına göre de; ''Yasalarla getirilen düzenlemeleri savunarak
değerlendirilmesini veya ortadan tamamen kaldırılmasını istemek T.C.
Anayasası'nın 25 ve 26. maddelerinde öngörülen düşünce ve kanaat hürriyetinin
doğal bir sonucudur. (Bkz. Yargıtay Ceza Genel Kurulu, E.2001/9-32, K.2001/155,
K.T. 3.7.2001)
51- MUSTAFA ELİTAŞ
Mustafa ELİTAŞ hakkında iddianamenin 112 ve 113'üncü
sayfasında yer alan ve delili EK-160'da sunulan iddia, Türkiye Büyük Millet
Meclisi'ne sunulan bir kanun teklifine dayanmaktadır. İddianın delillerinin yer
aldığı EK-160'da; Anayasa'nın 10 ve 42'inci maddeleri ile Yüksek Öğretim
Kanunun EK 17'inci maddesinde değişiklik öngören kanun teklifleri ve bunlara
dair gazete kupürleri yer almaktadır.
Mustafa ELİTAŞ'ın Anayasa ve yasa değişiklik teklifi
vermesi, Anayasa'nın teminatı altında bir yasama faaliyeti çalışmasıdır. Bilindiği
gibi yasama yetkisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne aittir (Anayasa, m. 7).
Kanun koymak, değiştirmek veya kaldırmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin
yetki ve görevlerindendir(Anayasa, m. 87). 'Kanun teklif etmeye Bakanlar Kurulu
ve milletvekilleri yetkilidir.'(Anayasa, m. 88/1) Mustafa ELİTAŞ, Anayasa'nın
bu hükümlerine uygun bir kanun teklifine imza atmıştır. Bir milletvekilinin
Anayasanın kendisine tanıdığı yetkiyi kullanarak kanun teklifi vermesi, ne
laikliğe ve ne de Anayasaya aykırıdır. Anayasaya aykırı olan, Anayasaya uygun
bir biçimde Anayasanın tanıdığı kanun teklif etme yetkisini kullanan bir
milletvekilin, Anayasa'ya aykırı hareket ettiğinden bahisle siyasi
yasaklılığının talep ve dava edilmiş olmasıdır.
Bir kanun teklifi veya bir konuda kanuni düzenleme
yapılmak üzere teklif verilmesi, salt Cumhuriyet Başsavcısının
değerlendirmesiyle Anayasaya aykırı hale gelmez. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
bu tavrıyla, Anayasanın yalnızca Anayasa Mahkemesi'ne tanıdığı denetim
yetkisini devşirmektedir. Oysa 'Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan
almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.' (Anayasa, m. 6/3)
Kanun teklifi vermek, bir milletvekilinin asli görevidir
ve tartışmasız bir yasama faaliyetidir. Yasama faaliyetleri, mutlak yasama
sorumsuzluğu kapsamında olup, Anayasanın 83'üncü maddesinin teminatı
altındadır.
Bir kanunun veya bir kanun maddesinin değiştirilmesini
veya kaldırılmasını savunmak, istemek ve bunun için kanun teklifi vermek de
düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti (Anayasa, m. 26) kapsamındadır. Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulu
kararına göre de; ''Yasalarla getirilen düzenlemeleri savunarak
değerlendirilmesini veya ortadan tamamen kaldırılmasını istemek T.C.
Anayasası'nın 25 ve 26. maddelerinde öngörülen düşünce ve kanaat hürriyetinin
doğal bir sonucudur. (Bkz. Yargıtay Ceza Genel Kurulu, E.2001/9-32, K.2001/155,
K.T. 3.7.2001)
IV- AK PARTİ'Lİ YEREL YÖNETİCİ VE İL, İLÇE VE BELDE
TEŞKİLAT YÖNETİCİLERİ HAKKINDAKİ İDDİALARIN CEVAPLANDIRILMASI
1- ALİ UĞURLU - KAMİL ÜNAL ' MUSTAFA BURNA ' ALİ TEKİN
İddianamenin 103'üncü sayfasında yer alan 1 numaralı
iddia (EK- 132), Ali UĞURLU, Kamil ÜNAL, Mustafa BURNA ve Ali TEKİN'in, 2004
yerel seçimlerinde kullandıkları 'İktidarla el ele-84 yıllık karanlığa son'
sözlerini içeren slogan, geçmiş yerel yöneticileri eleştirmek, kendilerinin
daha iyi hizmet yapacaklarını ve iktidarla ilçelerine daha fazla hizmet
getireceklerini ifade için kullanılmıştır. Bu slogan, laiklik veya cumhuriyet
karşıtı, bir anlamı veya anlayışı ifade etmemektedir.
a) Niğde Ulukışla
İlçe teşkilatı il genel meclisi üye adayları Ali Uğurlu, Kamil Ünal,
Mustafa Burna ile belediye başkan adayı Ali Tekin hakkında
Ulukışla Cumhuriyet Başsavcılığı 'Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni alenen tahkir
ve tezyif suçundan dolayı yargılanmaları ve cezalandırılmaları' istemiyle
Ulukışla Asliye Ceza Mahkemesinde kamu davası açılmıştır.
Yapılan yargılama sonucunda Niğde Ulukışla Asliye Ceza
Mahkemesi, ''tüm dosya kapsamından 'İktidarla el ele 84 yıllık karanlığa
son' sloganı ile sanıkların amacının ilçenin geri kalmışlığını ifade ederek,
hem mensubu oldukları ve iktidarda bulunan siyasi partinin kendilerine
sağlayacağı kolaylıklardan faydalanarak ilçeye daha iyi hizmet edeceklerini
ifade etmek, bu suretle oy toplamak, hem de 2004 yılına kadar ilçede görev
yapmış olan yerel yönetimleri eleştirmek olduğunun anlaşıldığı, açıklanan tüm
bu nedenlerle sanıklarda suç kastının, dolayısıyla Türkiye Büyük Millet
Meclisinin alenen tahkir ve tezyif kastının bulunmadığı, aksi yönde, her türlü
şüpheden uzak, somut, kesin ve inandırıcı delil de bulunmadığından,
mahkememizce tüm sanıkların 5271 sayılı ceza muhakemesi kanunun 223/2-c maddesi
uyarınca müsnet suçtan ayrı ayrı olmak üzere beraatlerine karar vermek
gerekmiştir.' demek suretiyle, bu kişilerin beraatine karar vermiştir.
(Ulukışla Aliye Ceza Mahkemesi 26.07.2005 tarih ve 2004/93 E. ve 2005/138 K.)(EK-26)
Ancak iddia makamı, bu tahkikat, yargılama ve karardan
iddianamesinde hiç bahsetmemiş, iddiasının ekleri arasında ise tahkikat
aşamasına dair belgelere yer verdiği halde mahkeme kararına dair belgeleri
ekler arasına koymamıştır. Bu, lehte ve aleyhte delil toplama yükümlülüğü ve
görevi olan iddia makamının, bu görevini anılan kişiler ve Ak Parti aleyhine
açıkça ihlal ettiğini göstermektedir.
Ayrıca Anayasamıza göre; 'Suçluluğu hükmen sabit oluncaya
kadar, kimse suçlu sayılamaz.' (Anayasa, m. 38/4) Hukukun evrensel prensipleri
ve Anayasamız, bir kişinin suçluluğu mahkeme kararıyla kesin olarak sabit
olmadıkça suçlu sayılamayacağını açıkça ortaya koyarken, suçsuzluğu hükmen
sabit olan Ali Uğurlu, Kamil Ünal, Mustafa Burna ve Ali Tekin'in hala itham
edilmesi ve siyasi yasaklılığının talep edilmesi, hukukun evrensel ilkeleri ve
Anayasa'nın 2'inci maddesinde ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin alenen
çiğnenmesidir.
b)Kaldı ki Ak
Parti, bu kişiler hakkında derhal disiplin tahkikatı başlatmış ve yapılan
tahkikat sonucunda; Niğde İl Disiplin Kurulu'nun 22.03.2004 tarihli kararı ile
parti üyesi olan Yunus UĞURLU partiden kesin ihraç edilmiş ve bu karar da
kesinleşmiştir( EK- 27). Adı geçen kişilerden Ali TEKİN, Mustafa BURMA
ve Kamil ÜNAL'ın parti üyesi olmadığı ve Ali UĞURLU'nun 30.12.2003'te İl Genel
Meclisi Üyeliği için İlçe Başkanlığı görevinden istifa ettiği için herhangi bir
ceza verilememiştir.
Görüldüğü gibi Ak Parti, olay karşısında tepkisiz
kalmamış, olay duyulur duyulmaz. Gerekli soruşturmayı yapmış ve ilgililer
hakkında disiplin kurallarını işleterek, parti olarak tavrını koymuştur.
Ancak iddia makamı, bu hususu da görmezden gelmiş ve
Yüksek Mahkeme'nin de bilgisine sunmamıştır.
c) Anayasa'nın
69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların
birlikte varlığı halinde siyasi parti üyelerinin sadece eylemleri, parti
kapatma nedenidir.
Ali TEKİN, Mustafa BURMA ve Kamil ÜNAL, Ak Parti'nin
üyesi değildir. Anayasa'nın 69'uncu maddesi, parti üyesi olmayanların
eylemlerinden dolayı bir partinin sorumlu tutulamayacağı hükmünü amirdir. Ancak
bu hükme rağmen iddia makamı, parti üyesi olmayan bu kişilerin siyasi
yasaklılığını ve bu nedenle Ak Parti'nin kapatılabilmesini talep edebilmiştir.
İddia makamının mantığıyla hareket edildiği takdirde, Ak Parti ile hiç ilgisi
bulunmayan ve hatta partiye karşı olanların söyledikleri sözler nedeniyle de
partinin ithamı ve kişiler için siyasi yasak talebi mümkün hale gelmektedir.
Bunun kabulü, hukuken ve fiilen mümkün değildir. Aksinin kabulü, Anayasa'nın
69'uncu maddesinin ve hukukun evresel ilkeleri ile Anayasa'nın 2'inci
maddesinde ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin alenen ihlalidir. İddia
makamı, bu tutum ve yaklaşımıyla, hukukun evrensel ilkelerini, Anayasa'nın
69'uncu maddesini ve Anayasa'nın 2'inci maddesinde ifadesini bulan hukuk
devletini alenen ihlal etmiştir.
d) İddia makamı; 'İktidarla
el ele-84 yıllık karanlığa son' cümlesinden hareketle, bunun laiklik veya
cumhuriyet dönemi aleyhine söylenmiş sözler sonucuna ulaşması da hukuken kabul
edilmez. Çünkü bu sözler, bir yerel seçim döneminde, geçmiş yerel yönetimleri
eleştirmek ve kendilerinin daha iyi hizmet edeceklerini ifade etmek için
söylenmiştir. Bu sloganı kullanan kişiler yargılanmış ve yargılama sonucunda
Ulukışla Asliye Ceza Mahkemesi; , ''tüm dosya kapsamından 'İktidarla el
ele 84 yıllık karanlığa son' sloganı ile sanıkların amacının ilçenin geri
kalmışlığını ifade ederek, hem mensubu oldukları ve iktidarda bulunan siyasi
partinin kendilerine sağlayacağı kolaylıklardan faydalanarak ilçeye daha iyi
hizmet edeceklerini ifade etmek, bu suretle oy toplamak, hem de 2004 yılına kadar
ilçede görev yapmış olan yerel yönetimleri eleştirmek olduğunun anlaşıldığı,
açıklanan tüm bu nedenlerle sanıklarda suç kastının, dolayısıyla Türkiye Büyük
Millet Meclisinin alenen tahkir ve tezyif kastının bulunmadığı, aksi yönde, her
türlü şüpheden uzak, somut, kesin ve inandırıcı delil de bulunmadığından,
mahkememizce tüm sanıkların 5271 sayılı ceza muhakemesi kanunun 223/2-c maddesi
uyarınca müsnet suçtan ayrı ayrı olmak üzere beraatlerine karar vermek
gerekmiştir.' (Ulukışla Aliye Ceza Mahkemesi 26.07.2005 tarih ve 2004/93 E. ve
2005/138 K.) demek suretiyle, bu sözlerin ne maksatla söylendiği açıklıkla
tespit etmiştir.
e) İddia makamı, 'İktidarla
el ele-84 yıllık karanlığa son' sloganını, tamamen kendince ve subjektif
bir yaklaşımla, söylenilen yer, neden, zaman ve muhatap bağlamından koparmış,
söylenenleri söyleyenlerin iradesine rağmen kendince anlamlandırmış ve kendi
verdiği anlamları sanki onlar söylemiş gibi takdim etmiş ve bu sözlerden dolayı
onların sorumluluğunu talep ve dava etmiştir. Bu, hukukun evrensel ilkelerinin
ve Anayasada ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin alenen ihlalidir.
Ayrıca laiklik karşıtlığıyla veya cumhuriyet döneminin
eleştirilmesiyle açık veya gizli hiçbir ilgisi bulunmayan bir açıklamadan
hareketle iddia makamının, açık bir ifadede gizli anlam araması veya niyet
okumak suretiyle başka anlamlara çekilmesi mümkün olmayan açıklamalara gizli
anlamlar yüklemesi, aleni bir anlam tahrifi ve delil tasnii olup, hem hukuken
ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve
hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı menetmiştir. Fiilen mümkün değildir,
çünkü iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile
imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir,
olamaz da. Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder.
Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk
devleti ilkesinin açık ihlalidir.
f) Anayasa'nın
69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların
birlikte varlığı halinde siyasi parti üyelerinin sadece eylemleri, parti
kapatma nedenidir.
Ali UĞURLU, Kamil ÜNAL, Mustafa BURNA ve Ali TEKİN'in Ak
Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili hiçbir
eylemi yoktur ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde bu yönde bir
eylemden de söz etmemektedir.
g) Kaldı ki Ali
UĞURLU, Kamil ÜNAL, Mustafa BURNA ve Ali TEKİN'in kullandıkları slogan; Anayasaya
aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı
'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti'
(Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altındadır.
Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durum söz konusu
değildir.
2- SÜLEYMAN KALDIRIM
İddianamenin 103'üncü sayfasında yer alan 2 numaralı
iddia (EK- 133), Samsun ili Gazi Beldesi Belediye Başkanı Süleyman Kaldırım'ın
önsöz yazdığı 'Muhtasar İlmihal-Resimli Namaz Hocası' adlı 'gözleri
ve ayakları sağlam olmayanların cuma namazı kılamayacağı, insan pisliğinin 3.2
gramdan fazlasının namaza mani olduğu, 'ah' diye inlemenin, saç ve sakal taramanın
da namazı bozduğu' gibi dini kuralların anlatıldığı 190 sayfalık kitabın,
ilköğretim okulu öğrencilerine 2005 yılı Eylül ayında bedava dağıtıldığı,
iddiasıdır.
Bu iddia gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü:
a) İddiaya konu
kitap, ilköğretim okulu öğrencilerine dağıtılmamıştır. Bu kitap, Kültür
Bakanlığı bandrolü taşıyan, yaklaşık 30-35 senedir piyasada bulunan kitap olup,
kanuna uygun bir biçimde yaz aylarında Gazi Beldesi'nde açılan yaz Kur'an
Kursu'na giden öğrencilere öğrenimlerinde yardımcı olmak amacıyla
dağıtılmıştır. İçindeki bilgiler, pratik ve resimli dini bilgilerdir.
b) Süleyman
KALDIRIM, bu kitaba bir önsöz yazmamıştır. İddia makamı, dağıtılan kitabı
incelemiş olsaydı bu hususu görebilirdi. Ama maalesef incelemediği için,
yayınevinin yazdığı önsözü, Süleyman KALDIRIM yazmış gibi göstermiştir. Bu,
hakikat dışıdır. Açık bir saptırma, açık bir yanıltmadır.
Süleyman KALDIRIM, dağıtılan kitaba bir yazı eklemiştir.
Yazının muhtevası aynen şöyledir:
'Sevgili Gençler,
Bizler, sizin her alanda başarılı olmanızı istiyor ve bu
konuda çalışmalarımıza hiç ara vermeden devam ediyoruz. Geleceğimizin teminatı
olan siz gençlere söz verdiğimiz gibi, attığınız her önemli adımda yanınızda
olmak istiyoruz. Hayatın her alanında başarılı ve bilgili gençlerin yetişmesi,
ülkemizin geleceğe daha güvenle bakabilmesi demektir. Millet kavramını
oluşturan biz bireyler, eğitim, spor, sanat, kültür, bilgi, teknoloji, inanç ve
günümüz şartları neyi gerektiriyorsa öğrenmek ve en iyi olmak için çok
çalışmalıyız.
(İmza)
Süleyman KALDIRIM
Gazi Belediye Başkanı' (EK-28)
Eklenen bu yazının iddia ile uzaktan yakından hiçbir
ilgisi yoktur.
c) Konunun basında
çarpıtılarak haberleştirilmesi üzerine Gazi Belediye Başkanı Süleyman KALDIRIM,
Gazi Belediye Başkanlığı'nın 16.09.2005 tarihli ve 471 sayılı yazısı ile
durumu Samsun Valiliği ve Samsun İl Emniyet Müdürlüğüne bildirmiş, 04.07.2006
tarih ve 334 sayılı yazı ile de Samsun Valiliği ve Mahalli İdareler Genel
Müdürlüğü bilgilendirilmiştir. Bu yazışma ve araştırmaların hepsinde de gazete haberinin
gerçeğe aykırılığı vurgulanmıştır(EK-29)
d) Ek -133'te
delil olarak sunulan cumhuriyet gazetesi haberinde; söz konusu kitabın
'İlköğretim okullarında yaz aylarında düzenlenen Kur'an Kurslarına katılan
ilköğretim öğrencilerine' dağıtıldığı şeklindeki yanlış haber, iddia makamı
tarafından biraz değiştirilerek iddianameye 'Kitabın ilköğretim okulu
öğrencilerine 2005 yılı eylül ayında dağıtıldığı' şeklinde konulmuş ve
böylelikle gazetenin ilköğretim okullarında yazın düzenlenen Kur'an Kursuna
giden öğrencilere dağıtılan kitap diye haberleştirdiği konu, iddianameye
girerken sanki ilköğretim okuluna devam eden öğrencilere dağıtılmış bir kitap
olmuş ve konu bir kez de iddia makamı tarafından başkalaştırılmıştır. Bu, açık
bir çarptırmadır, açık bir saptırmadır ve iyi niyetten uzak bir yaklaşımdır.
Hukuk devletinde iddia makamı, somut delilleri hukuka uygun bir biçimde toplar
ve değerlendirir; ama delilleri istediği şekle sokamaz ve somut gerçekliği
dışında bir anlamda kesinlikle değerlendiremez. Aksi, hukukun evrensel ilkeleri
ve hukuk devletinin alenen ihlali olur.
Ayrıca, iddia makamının tırnak içinde verdiği düşünceler,
Süleyman KALDIRIM'a ait değildir.
e) Kaldı ki AK Parti, bazı parti üyelerinin ve belediye
başkanlarının parti politikalarıyla uyuşmayan kişisel görüşlerini benimsemediği
gibi, özellikle yerel yönetimlerin faaliyetlerinde parti politikalarına aykırı
tutum ve davranışlardan kaçınılması gerektiğine dair genelgeler yayınlamıştır.
Nitekim, AK Parti Yerel Yönetimler Başkanlığı, 2006 yılı Mayıs ayında
bazı basın ve yayın organlarında yer alan 'AK Partili belediyelerin kültürel
faaliyetler çerçevesinde dağıttığı kitaplara ilişkin tartışmalar' nedeniyle,
24.5.2006 tarih, yyön/81.07./2006-1696 sayı ve 'Kültürel Amaçlı Toplantılar ve
Yayınlar' konulu genelgeyi bütün AK Parti'li belediye başkanlarına
göndermiştir.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı, Yerel Yönetimler
Başkanı ve Kocaeli Milletvekili Nihat Ergün imzası ile yayınlanan bu genelgede
şu hususlara vurgu yapılmıştır : ( EK '
30)
'Son zamanlarda belediyelerimizin kültürel içerikli
toplantı, panel ve konferansları ile dergi, kitap, broşür gibi basılı
neşriyatında, kamuoyunu yanlış yönlendirebilecek, yanlış anlaşılabilecek,
başkalarınca istismar edilebilecek veya gereksiz tartışmalara yol açabilecek nitelikte
politik-sosyal ve dini konular işlendiği görülmüştür.
Belediyelerin asli görevleri arasında yer almayan ve
basın yayın organlarına da intikal eden bu hususların parti programımıza,
partimiz temel ilke ve amaçlarına da uygun olmadığı ve partimiz genel
merkezince tasvip edilmediği bilinmelidir.
Sosyal ve kültürel amaçlı çalışmalar ve yayınlar
konusunda yukarıdaki hususlara özen gösterilmesi gereğini önemle rica eder,
çalışmalarınızda başarılar dilerim.'
Bu genelge, çok sayıda basın ve yayın organında da yer
almıştır. Bu genelge, partimizin bu tür konularda ne kadar hassas olduğunu
açıkça ortaya koymaktadır. Partimizle ilgili olarak kıyıda köşede kalmış, çoğu
defa tek bir gazetede yer alan, asılsız veya tahrif edilmiş haberlerin yoğun
bir şekilde kullanıldığı bir iddianamede, neredeyse tüm gazetelerde yer alan bu
genelgenin görmezlikten gelinmesi subjektif ve iyi niyet kurallarıyla
bağdaşmayan bir yaklaşımın göstergesidir. Hukuk devleti, böylesi yaklaşımları
himaye etmez.
3- MUSTAFA TARLACI
İddianamenin 103-104'üncü sayfalarında yer alan 3
numaralı iddia (EK-134), Dinar Belediye Başkanı Mustafa TARLACI'nın 2005 yılı
Ramazan ayı boyunca 8 camide teravih namazı kıldırdığının öne sürülmesi üzerine
Valiliğin, buna izin veren 8 cami imamı hakkında soruşturma açtırmasına
ilişkindir.
a) Mustafa
TARLACI'nın teravih namazı kıldırdığı doğrudur. Mustafa TARLACI İlahiyat
Fakültesi mezunu olup, cami cemaatinin teklifi üzerine namaz kıldırmıştır.
b) Bu konunun
yerel gazeteler tarafından haber yapılması üzerine Afyonkarahisar Valiliği İl
İdare Kurulu Müdürlüğü'nün 07.11.2005 tarihli ve 1560 sayılı kararı ile ön
inceleme başlatılmış, yapılan ön inceleme sonucunda; İlçe Müftüsü hakkında
uyarma cezası, 10 İmam-Hatip ve Müezzin Kayyım hakkında ise kınama cezası verilmesi
disiplin yönünden, İmam-Hatip ve Müezzin Kayyımların ilçe içerisinde yerlerinin
değiştirilmesi önerilmiş, cezalar ve idari yaptırımlar uygulanmıştır (EK-31).
Kısaca idare, bu olay karşısında sessiz kalmamıştır.
c) Dinar Cumhuriyet
Başsavcılığı, 'Özel işaret ve kıyafetleri usulsüz kullanma' suçu nedeniyle
cezalandırılması istemiyle Mustafa TARLACI hakkında Dinar Sulh Ceza Mahkemesine
dava açmış ve yapılan yargılama sonucunda Mustafa TARLACI beraat etmiş ve bu
karar da temyiz edilmeyerek kesinleşmiştir (Dinar Sulh Ceza Mahkemesinin
13.03.2007 tarih ve 2006/203 E.. , 2007/86 K. İle) (EK-32)
Ancak iddia makamı, Mustafa TARLACI hakkında yapılan
tahkikat, yargılama ve karardan iddianamesinde hiç bahsetmemiş, iddiasının
ekleri arasında ise tahkikat aşamasına ve yargılamaya dair belgelerin hiç
birisine yer vermemiştir. Bu, lehte ve aleyhte delil toplama yükümlülüğü ve
görevi olan iddia makamının, bu görevini anılan kişi ve Ak Parti aleyhine
açıkça ihlal ettiğini göstermektedir.
Başka yerlerde yürütmenin eylemlerinden dahi hukuka
aykırı bir biçimde Ak Parti'yi sorumlu tutan iddia makamının, bu olay
karşısında idarenin harekete geçip uyguladığı yaptırımlara hiç değinmemesi ve
bunu Ak Parti lehine bir delil olarak kullanmaması oldukça manidardır.
Ayrıca Anayasamıza göre; 'Suçluluğu hükmen sabit oluncaya
kadar, kimse suçlu sayılamaz.' (Anayasa, m. 38/4) Hukukun evrensel prensipleri
ve Anayasamız, bir kişinin suçluluğu mahkeme kararıyla kesin olarak sabit
olmadıkça suçlu sayılamayacağını açıkça ortaya koyarken, suçsuzluğu hükmen
sabit olan Mustafa TARLACI'nın itham edilmesi ve siyasi yasaklılığının talep
edilmesi, hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasa'nın 2'inci maddesinde ifadesini
bulan hukuk devleti ilkesinin alenen çiğnenmesidir.
d) Kaldı ki AK Parti, bazı parti üyelerinin ve belediye
başkanlarının parti politikalarıyla uyuşmayan kişisel görüşlerini benimsemediği
gibi, özellikle yerel yönetimlerin faaliyetlerinde parti politikalarına aykırı
tutum ve davranışlardan kaçınılması gerektiğine dair genelgeler yayınlamıştır.
Nitekim, AK Parti Yerel Yönetimler Başkanlığı, 2006 yılı Mayıs ayında
bazı basın ve yayın organlarında yer alan 'AK Partili belediyelerin kültürel
faaliyetler çerçevesinde dağıttığı kitaplara ilişkin tartışmalar' nedeniyle,
24.5.2006 tarih, yyön/81.07./2006-1696 sayı ve 'Kültürel Amaçlı Toplantılar ve
Yayınlar' konulu genelgeyi bütün AK Parti'li belediye başkanlarına
göndermiştir.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı, Yerel Yönetimler
Başkanı ve Kocaeli Milletvekili Nihat Ergün imzası ile yayınlanan bu genelgede
şu hususlara vurgu yapılmıştır : ( EK '
3O )
'Son zamanlarda belediyelerimizin kültürel içerikli
toplantı, panel ve konferansları ile dergi, kitap, broşür gibi basılı
neşriyatında, kamuoyunu yanlış yönlendirebilecek, yanlış anlaşılabilecek,
başkalarınca istismar edilebilecek veya gereksiz tartışmalara yol açabilecek
nitelikte politik-sosyal ve dini konular işlendiği görülmüştür.
Belediyelerin asli görevleri arasında yer almayan ve
basın yayın organlarına da intikal eden bu hususların parti programımıza,
partimiz temel ilke ve amaçlarına da uygun olmadığı ve partimiz genel
merkezince tasvip edilmediği bilinmelidir.
Sosyal ve kültürel amaçlı çalışmalar ve yayınlar
konusunda yukarıdaki hususlara özen gösterilmesi gereğini önemle rica eder,
çalışmalarınızda başarılar dilerim.'
Bu genelge, çok sayıda basın ve yayın organında da yer
almıştır. Bu genelge, partimizin bu tür konularda ne kadar hassas olduğunu
açıkça ortaya koymaktadır. Partimizle ilgili olarak kıyıda köşede kalmış, çoğu
defa tek bir gazetede yer alan, asılsız veya tahrif edilmiş haberlerin yoğun
bir şekilde kullanıldığı bir iddianamede, neredeyse tüm gazetelerde yer alan bu
genelgenin görmezlikten gelinmesi subjektif ve iyi niyet kurallarıyla
bağdaşmayan bir yaklaşımın göstergesidir. Hukuk devleti, böylesi yaklaşımları
himaye etmez.
4- AYŞE YÜREKLİTÜRK
İddianamenin 104'üncü sayfasında yer alan 4 numaralı
iddia (EK- 135) Ayşe YÜREKLİTÜRK'ün İzmir İl Genel Meclisi'nin 2005 yılı
Aralık ayında yapılan toplantısına türbanla gelerek, Adalet ve Kalkınma Partili
meclis üyelerinin arasına oturduğu, bu tutumunun ağır tartışmalara sebebiyet
verdiğine ilişkindir.
a) Bu iddia, doğur
değildir. Çünkü Ak Parti İzmir İl Genel Meclis Üyesi Ayşe YÜREKLİTÜRK, türbanla
İl Genel Meclisi üyeleri arasına oturmamış, İl Genel Meclisi toplantı salonunun
halka açık kısmında oturmuştur.
5302 Sayılı İl Özel İdaresi Kanunun 'Meclis Toplantısı'
başlıklı 12'inci maddesinin 4'üncü fıkrasında 'İl Genel Meclisi toplantıları
halka açıktır' denildiği gibi, İl Genel Meclisi Çalışma Yönetmeliği'nin,
'Görüşmeler ve Yönetim' başlıklı 11!inci maddesinin 10'uncu fıkrasında da 'İl
Genel Meclisi toplantıları halka açıktır' denilmektedir. İl Genel Meclisi
toplantı salonunun halka açık kısmında oturmak için herhangi bir kıyafet
mecburiyeti yoktur.
Ak Parti İzmir İl Genel Meclis üyesi Ayşe YÜREKLİTÜRK, İl
Genel Meclisi toplantıları halka açık yapıldığından görüşmeler sırasında, İl
Genel Meclisi toplantı salonunun halka açık kısmında ve arka sıralarda
oturmuştur.
Bu husus, Ayşe YÜREKLİTÜRK'ün yazılı talebi üzerine İzmir
İl Genel Meclisi Başkanı İsmail YILMAZ'ın 1 nisan 2008 tarihli ve 4682 sayılı
yazısında şöyle ifade edilmektedir (EK-33): ' Kanun ve Yönetmelik
maddelerinde belirtildiği üzere, İl Genel Meclisi toplantılarımız halka açık
olarak yapıldığından, görüşmeler sırasında herkesin bu toplantıları izleme
hakkı mevcuttur. Şahsınızın Tabipler Odası Başkanı Zeki GÜR'ün konuşma yaptığı
sırada İl Genel Meclisi toplantı salonumuzun dinleyiciler için ayrılmış olan
arka sıralarında oturur vaziyette bulunduğunuz ilişikte gösterilen görüntü
kayıtlarının birinci CD'sinde 21.19'dan 21.55'inci saniyeye kadar olan
bölümünde görülmektedir.' biçiminde açıkça ve tartışmasız ifade edilmiştir.
Ancak iddia makamı, iddiasını gazete haberlerine
dayandırırken, işin doğrusunu İzmir İl Genel Meclisi Başkanlığı'ndan veya İzmir
Valiliğinden öğrenme ve bilgi edinme imkanı varken bunu yapmamış, böylece
asılsız bir gazete haberine istinaden Ayşe YÜREKLİTÜRK'ü haksız yere itham
edip, siyasi yasaklılığını talep etmiştir.
Bir kişinin yapmadığı bir şeyden dolayı, kendisinin
siyasi yasaklılığını ve üyesi bulunduğu partinin de kapatılmasını talep etmek,
hiçbir gerekçe ile izah edilemez. Bu, hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasa'da
ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin alenen ihlalidir.
5- AHMET GENÇ
Eyüp Belediye Başkanı Ahmet GENÇ hakkında iddianamenin
104'üncü sayfasında 3 ayrı iddia yer almaktadır. Bunlar:
1) Birinci iddia
(İddianame, s. 104, EK- 136), Eyüp Belediyesi'nin 2005 yılında ÖSYM'nin yaptığı
Kamu Personeli Seçme Sınavı'yla alacağı zabıta memurları için imam-hatip mezunu
olma şartı getirdiğine ilişkindir.
a) Konuyla ilgili
İçişleri Baklanlığı Mülkiye Müfettişliği tarafından 15.04.2003 - 06.12.2005
yılları arası teftişi, 08.11.2005 - 06.12.2005 tarihleri arasında Mülkiye
Müfettişleri Turan ERGÜN ve Talip YEL tarafından yapılmış ve 02.12.2005
tarihinde sunulan 'Teftiş Raporu'nda konu değerlendirilmiş ve işlemlerin
(Teftiş Raporu, Sayfa: 2, 6. numaralı değerlendirme) (EK-34) usul ve
yasaya uygunluğu tespitle birlikte, usul ve yasaya uygun yapılmaya devam
olunması belirtilmiş, ama bu rapor dosyada yok.
b) Bu konu basın
tarafından farklı ve yanlış bir biçimde aktarılmış, bunun üzerine Ahmet GENÇ
Anayasa'nın 32'inci maddesinden kaynaklanan 'Düzeltme ve cevap hakkı'nı
kullanarak; Radikal Gazetesinin 19.01.2006 tarihli nüshasında çıkan 'AKP'li
belediyenin imam-hatipli ısrarı, zabıta dediğin dua bilir.' haberi ile ilgili
Beyoğlu 9. Noterliği'nden 10 şubat 2006 tarih ve 02990 nolu ihtarnameyi;
Milliyet yazarı Melih AŞIK'ın köşesinde yer alan 14.07.2005 tarihli yazıya
ilişkin olarak Eyüp Belediye Başkanlığı Basın Danışmanlığı aracılığı ile
17.07.2005 tarihli açıklama gönderilmiştir. Milliyet Gazetesi köşe yazarı Melih
AŞIK, bu açıklma metnini 'Eyüp'ten bilgi' başlığı ile köşesinde yayınlanmıştır (EK-35).
Ancak iddianamede ve eklerinde, ne ihtarnameye, ne Eyüp
Belediye Başkanlığının açıklamasına ve ne de Melih AŞIK'ın yazısına yer
verilmiştir.
Görüldüğü üzere Ahmet GENÇ, Anayasa'nın 32'inci
maddesinin tanıyıp teminat altına aldığı 'Düzeltme ve cevap hakkı'nı da
kullanmıştır. Ancak iddia makamı, Anayasa ile tanınıp teminat altına
alınan 'düzeltme ve cevap hakkı'na (Anayasa, m. 32) istinaden yapılmış tekzip
ve düzeltmeleri dikkate alması gerekirken bunu yapmamış, aksine gerçeğe aykırı
gazete haber ve yorumlarına itibar etmiştir. Bunlar, açık ve tartışmasız bir
anayasa ihlali olduğu gibi hukukun temel ilkelerinin de ayaklar altına
alınmasıdır.
2) İkinci iddia
(İddianame, s. 104, EK- 137), Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç'in, 2006
yılında 10.000 adet bastırdığı ''Örtünmemek elbette dinden çıkmak değildir.
Sadece günahkar olmaktır. Ancak başörtülüye eğitim ve sosyal sahalarda reva
görülen muamele, sadece zulüm ve haksızlık olarak değerlendirilemez. Aynı
zamanda İslam dinini hatırlatan her şeye düşmanlıktır. Din ve vicdan
özgürlüğüne açık bir müdahaledir" görüşlerini içeren 'Sevgili
Peygamberimiz Hz. Muhammed" başlıklı broşür ile Diyanet İşleri
Başkanlığının 'Hz. Peygamberin Örnek Hayatı' isimli kitabını okullarda izinsiz
olarak dağıttığı hususunu içermektedir.
Bu iddia, gerçek dışıdır. Çünkü:
a) Eyüp Belediye
Başkanı veya Eyüp Belediye Başkanlığı:
1- 'Sevgili
Peygamberimiz Hazreti Muhammed' başlıklı bir broşür dağıtmamış ve
dağıttırmamıştır.
2- Diyanet İşleri Başkanlığının
'Hz. Peygamberin Örnek Hayatı' isimli kitabını okullarda izinli veya izinsiz
dağıtmamış ve dağıttırmamıştır.
3- Diyanet Vakfı
Yayınları arasında çıkan Doç. Dr. Ferhat KOCA'nın hazırladığı 'Hz. Peygamberin
Örnek Hayatı' isimli kitaptan 10.000 adet alınmış ve bu kitapta okullarda
öğrencilere dağıtılmamıştır. Bu kitabın bir kısmı, okul ve öğrenci ile hiçbir
ilgisi olmaksızın vatandaşlara dağıtılmıştır.
4- Bir kısmı
vatandaşa dağıtılan 'Hz. Peygamberin Örnek Hayatı' isimli kitapta, iddianamede
iddia edildiği gibi ''Örtünmemek elbette dinden çıkmak değildir. Sadece
günahkar olmaktır. Ancak başörtülüye eğitim ve sosyal sahalarda reva görülen
muamele, sadece zulüm ve haksızlık olarak değerlendirilemez. Aynı zamanda İslam
dinini hatırlatan her şeye düşmanlıktır. Din ve vicdan özgürlüğüne açık bir
müdahaledir" şeklinde herhangi bir görüş kesinlikle yoktur.
Şöyle ki:
Eyüp Kaymakamlığı, 21.04.2006 tarihli yazısı ile 'Eyüp
Belediyesi'nin 'Kutlu Doğum Haftası' kapsamında bastırdığı bir kitap ve broşürü
milli eğitim müdürlüğü'nden izin almadan bazı okullarda dağıttığı, öğrencilere
dağıtılan bu broşürlerde 'Örtünmemek günahtır.' denildiği iddia edilmektedir.'
denilerek, gazete haberine istinaden konunun araştırılması istemiştir.
Bunun üzerine İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, Milli Eğitim
Şube Müdürleri Güsamettin Erdoğan ve Dursun Sezer'i muhakkik olarak
görevlendirmiştir.
Muhakkiklerin Eyüp Kaymakamlığı'na sunduğu 18.05.2006
tarihli 'İnceleme Raporu'nda (EK-36); 'Eyüp Belediyesi tarafından
Eyüp'te yaşayan vatandaşlara yönelik olarak broşür ve kitap dağıtım
işlemlerinin yapıldığı, ancak okul müdür ve diğer idarecilerinin ve
öğretmenlerinin bu dağıtım işleminde rol ve görev almadıkları' sonucuna
varılmıştır. Buna göre, Eyüp Belediye Başkanı Ahmet GENÇ, 'Sevgili Peygamberimiz
Hazreti Muhammed' başlıklı bir broşür ve 'Hz. Peygamberin Örnek Hayatı' isimli
kitabı, Eyüp'teki okullarda izinli veya izinsiz dağıtmamış ve dağıttırmamıştır.
Muhakkiklerin tanık olarak dinlediği ve iddianamenin 137
numaralı ekinde yer alan 10 okul müdürü de ifadelerinde; Eyüp Belediye
Başkanlığı'nın okullarında herhangi bir kitap ve broşür dağıtmadığını açıkça
ifade etmişlerdir.
Ayrıca Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 17.05.2006
tarihli ve 591-3617 sayılı yazı ile Eyüp Belediye Başkanlığı'ndan 'Sevgili
Peygamberimiz Hazreti Muhammed' isimli broşür ile 'Hz. Peygamberin Örnek
Hayatı' isimli kitaptan birer örnek gösterilmesini istemesi üzerine, Eyüp
Belediye Başkanlığı Kültür ve Turizm Müdürlüğü gönderdiği cevabi yazıda;
'Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed (s.a.v.) isimli broşürün Eyüp
Belediyesi tarafından basılmadığı ve dağıtılmadığı, belediyenin hiçbir birim
veya yetkililerinin bu broşür ve içeriği ile ilgisi olmadığı, Diyanet Vakfı
Yayınları arasında çıkan Doç. Dr. Ferhat KOCA'nın hazırladığı 'Hz. Peygamberin
Örnek Hayatı' isimli kitaptan 10.000 adet alındığı ve bunun bir kısmının
dağıtıldığı, bunun dışında dağıtılan hiçbir şeyin belediye'nin izin, bilgi ve
kontrolünde olmadığı açıkça bildirilmiştir.
Söz konusu kitap, Diyanet İşleri Başkanlığının Yayın
Danışma Kurulu'nun 12.06.1999 tarih ve 17 sayılı kararı ile yararlı
görülmüştür. Anılan eserde de iddianamede yazılan başörtüsü ile ilgili bilgiler
yoktur. Ayrıca Anayasal bir Kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığının (Anayasa,
m. 136) yayınladığı bir kitabın dağıtılmasını, Anayasa veya laiklik ilkesine
aykırı görmek, ayrı bir hukuksuzluk ve Anayasa ihlalidir. Böylesi bir kabul,
Diyanet İşleri Başkanlığının yayınladığı kitapların hepsini Anayasa veya
laiklik ilkesine aykırı sayma sonucuna görür ki bunun hukuken kabulü ve izahı
mümkün değildir. Böylesi bir yaklaşım hukuk devletinin gereği olan hukuki
güvenliği de tamamen ortadan kaldırır.
18.01.2007 tarihli yazısında İçişleri Bakanlığı,
yaptırdığı tahkikat sonucunda; Eyüp Belediye Başkanı Ahmet GENÇ'in iddianameye
konu broşür ve kitabı dağıtmadığını tespit etmiş ve bu nedenle Belediye Başkanı
Ahmet GENÇ hakkındaki 'İddiaların işleme konulmamasına' karar vermiştir. Ancak
bu bilgi, ek 137'de yer alması gerekirken, ek 139'da yer almaktadır. Bu da ayrı
bir dikkatsizlik örneğidir.
Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı, basında çıkan haberlerin
asılsız çıkması nedeniyle Belediye Başkanı Ahmet GENÇ hakkında, idari veya adli
bir tahkikat başlatmamıştır.
b) İddia makamı,
Eyüp Belediye Başkanı Ahmet GENÇ'in dağıttığını ve dağıttırdığını iddia ettiği
ve içinde ''Örtünmemek elbette dinden çıkmak değildir. Sadece günahkar
olmaktır. Ancak başörtülüye eğitim ve sosyal sahalarda reva görülen muamele,
sadece zulüm ve haksızlık olarak değerlendirilemez. Aynı zamanda İslam dinini
hatırlatan her şeye düşmanlıktır. Din ve vicdan özgürlüğüne açık bir
müdahaledir" görüşleri yer alan 'Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed"
başlıklı broşür, iddianın eklerinin sunulduğu 137 numaralı ekte yoktur.
İddia makamı, olamayan bir broşürden ve içinde
yazanlardan dolayı Eyüp Belediye Başkanının ve onun üyesi olduğu partinin
cezalandırılmasını talep etmektedir. Böyle bir yaklaşım, hangi hukuk devletinde
olabilir' İddia makamı, olmayan bir broşürün dağıtılmasından ve içinde yer alan
görüşlerden Belediye Başkanını sorumlu tutarken, bu broşürü dosyaya koyması,
yasa gereğidir. Ama maalesef, bu broşür dosyada yoktur. Olmayan bir delil ve bu
delilde yer alan görüşlerden dolayı bir partinin kapatılması ve bir kişinin de
siyasi yasaklılığının talebi, hukuken, aklen ve ilmen izahı mümkün değildir.
İddia makamının bu yaklaşımı, hukukun evrensel ilkelerinin ve Anayasa'da
ifadesini bulan hukuk devletinin yok sayılması, hukuk devletinde olması gerekli
asgari hukuki güvenliğin yok edilmesidir.
İddia makamının bu yaklaşımı, objektif iyiniyet
kuralları, hukukun evrensel ilkeleri, Anayasa ve yasayla uyumlu olmayan,
subjektif ve hukuk dışı bir yaklaşımdır.
3) İddianamenin
104'üncü sayfasında yer alan 7 numaralı iddia (EK- 138), Eyüp Belediye Başkanı Ahmet
Genç'in 2006 yılı ramazan ayında Eyüp Sultan Cami bahçesine kurulan ramazan
çadırına 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasasının 87. maddesine aykırı olarak
ismini ve sıfatını içeren afişler astırttığına ilişkindir.
2006 Yılı ramazan ayında Eyüp Sultan Cami bahçesine
kurulan ramazan çadırına 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasasının 87. maddesine
aykırı olarak Eyüp Belediye Başkanı Ahmet GENÇ'in ismini ve sıfatını içeren
afişler astırttığı iddiası da asılsızdır.
İddianın asılsızlığı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının
talebi üzerine Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığının yaptığı tahkikat ve tespitle
açıkça ortaya konmuştur. Eyüp Cumhuriyet savcılığı konuya dair tahkikat yapmış
ve yapılan tahkikat sonucunda; '13.10.2006 tarihinde müsnet suçun işlendiği
iddia olunan Eyüp Sultan Camii Bahçesinde kurulu ramazan çadırında yapılan
tespit ve çekilen fotoğraflarda çadırın içinde ve dışında bulunan pankart ve
duvarda asılı resimlerin içeriğinde bir siyasi parti ile ilişkiyi gösteren
herhangi bir bulgunun tespit edilmediği, bu hususun aynı tarihte düzenlenen
tespit tutanağı ile imza altına alındığı. bu nedenle siyasi partiler yasasının
117'inci maddesinin uygulanmasını sağlayacak herhangi bir işlemin yapılmadığı'
nı tespit etmiş ve 'kovuşturmaya yer olmadığına dair karar' vermiştir (Eyüp
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 26.03.2008 tarih ve 2006/23252 soruşturma no ve
2008/3699 kararı) (EK-37)
Ayrıca İçişleri Bakanlığı da Eyüp Belediye Başkanı Ahmet
Genç hakkında tahkikat yaptırmış ve sonunda 'İşleme konulmama' kararı
vermiştir.
Ancak ne Eyüp Cumhuriyet Savcılığı'nın kovuşturmaya yer
olmadığı kararı ve ne de İçişleri Bakanlığı'nın 'İşleme konulmama' kararı
dosyada ve ekleri arasında vardır. İddia makamı, bu belgelere kolaylıkla
ulaşıp, işin aslını öğrenebilecekken bunu yapmamış, sadece basında çıkan haberlere
itibar ederek bu iddiayı tanzim etmiştir.
Şimdi bir yanda İçişleri Bakanlığının iddiayı tekzip eden
'İşleme konulmama' kararı, diğer yanda yine iddiayı tekzip eden Eyüp Cumhuriyet
Savcılığı'nın 'Kovuşturmaya yer olmadığı kararı' dururken, iddia makamının bu
iddiayı dillendirmesi ve asılsız bir iddiadan dolayı Ahmet GENÇ'in siyasi
yasaklığını ve üyesi olduğu partinin kapatılmasını talep etmesi, açıkça hukukun
evrensel ilkeleri ve hukuk devleti ilkesinin ihlalidir.
Adli tahkikat sonucu; 'Eyüp Sultan Camii Bahçesinde
kurulu ramazan çadırında yapılan tespit ve çekilen fotoğraflarda çadırın içinde
ve dışında bulunan pankart ve duvarda asılı resimlerin içeriğinde bir siyasi
parti ile ilişkiyi gösteren herhangi bir bulgunun tespit edilmediği, bu hususun
aynı tarihte düzenlenen tespit tutanağı ile imza altına alındığı. bu nedenle
siyasi partiler yasasının 117'inci maddesinin uygulanmasını sağlayacak herhangi
bir işlemin yapılmadığı'nı açıkça ortaya koymaktadır. Eyüp Cumhuriyet
Savcılığının bu tahkikatı ve sonucunda verdiği 'Kovuşturmaya yer olmadığı
kararı, iddiayı alenen tekzip etmektedir.
İddia makamı, aslı olamayan ve aslının olmadığı adli
tahkikatla sabit olan bir iddiayı dile getirmesi ve bundan dolayı Eyüp Belediye
Başkanının ve onun üyesi olduğu partinin cezalandırılmasını talep etmesinin
izahı, hukuken, aklen ve ilmen mümkün değildir. İddia makamının bu yaklaşımı,
hukukun evrensel ilkelerinin ve Anayasa'da ifadesini bulan hukuk devletinin yok
sayılması, hukuk devletinde olması gerekli asgari hukuki güvenliğin yok
edilmesidir.
İddia makamının bu yaklaşımı, objektif iyiniyet
kuralları, hukukun evrensel ilkeleri, Anayasa ve yasayla uyumlu olmayan,
subjektif ve hukuk dışı bir yaklaşımdır.
4) Kaldı ki AK Parti, bazı parti üyelerinin ve belediye
başkanlarının parti politikalarıyla uyuşmayan kişisel görüşlerini benimsemediği
gibi, özellikle yerel yönetimlerin faaliyetlerinde parti politikalarına aykırı
tutum ve davranışlardan kaçınılması gerektiğine dair genelgeler yayınlamıştır.
Nitekim, AK Parti Yerel Yönetimler Başkanlığı, 2006 yılı Mayıs ayında
bazı basın ve yayın organlarında yer alan 'AK Partili belediyelerin kültürel
faaliyetler çerçevesinde dağıttığı kitaplara ilişkin tartışmalar' nedeniyle,
24.5.2006 tarih, yyön/81.07./2006-1696 sayı ve 'Kültürel Amaçlı Toplantılar ve
Yayınlar' konulu genelgeyi bütün AK Parti'li belediye başkanlarına
göndermiştir.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı, Yerel Yönetimler
Başkanı ve Kocaeli Milletvekili Nihat Ergün imzası ile yayınlanan bu genelgede
şu hususlara vurgu yapılmıştır : ( EK '
30)
'Son zamanlarda belediyelerimizin kültürel içerikli
toplantı, panel ve konferansları ile dergi, kitap, broşür gibi basılı
neşriyatında, kamuoyunu yanlış yönlendirebilecek, yanlış anlaşılabilecek,
başkalarınca istismar edilebilecek veya gereksiz tartışmalara yol açabilecek
nitelikte politik-sosyal ve dini konular işlendiği görülmüştür.
Belediyelerin asli görevleri arasında yer almayan ve
basın yayın organlarına da intikal eden bu hususların parti programımıza,
partimiz temel ilke ve amaçlarına da uygun olmadığı ve partimiz genel
merkezince tasvip edilmediği bilinmelidir.
Sosyal ve kültürel amaçlı çalışmalar ve yayınlar
konusunda yukarıdaki hususlara özen gösterilmesi gereğini önemle rica eder,
çalışmalarınızda başarılar dilerim.'
Bu genelge, çok sayıda basın ve yayın organında da yer
almıştır. Bu genelge, partimizin bu tür konularda ne kadar hassas olduğunu
açıkça ortaya koymaktadır. Partimizle ilgili olarak kıyıda köşede kalmış, çoğu
defa tek bir gazetede yer alan, asılsız veya tahrif edilmiş haberlerin yoğun
bir şekilde kullanıldığı bir iddianamede, neredeyse tüm gazetelerde yer alan bu
genelgenin görmezlikten gelinmesi subjektif ve iyi niyet kurallarıyla
bağdaşmayan bir yaklaşımın göstergesidir. Hukuk devleti, böylesi yaklaşımları
himaye etmez.
6- MEHMET DEMİRCİ
İddianamenin 104'üncü sayfasında yer alan 8 numaralı
iddia (EK- 139), Tuzla Belediye Başkanı Mehmet DEMİRCİ'nin, 2006 yılında
evlenen çiftlere üzerinde belediyenin ambleminin de yer aldığı şeriat
hükümlerine göre yaşamalarını ve bunun için cihat yapmalarını öneren Bursa
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof Dr Hamdi Döndüren
tarafından yazılan 'Delilleriyle Aile İlmihali' isimli kitabın
dağıtıldığı, hususunu içermektedir.
a) Tuzla Belediye
Başkanı Mehmet DEMİRCİ'nin yeni evlenen çiftlere, Bursa Uludağ Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof Dr Hamdi Döndüren tarafından yazılan 'Delilleriyle
Aile İlmihali' isimli kitabı hediye ettiği doğrudur.
Bu kitapta; nişanlanma, evlenme, boşanma, aile içi ilişikler,
vasiyet ve miras konularında, İslam kaynaklarına dayalı bilgiler verilmiştir.
Kitabın hiçbir yerinde cihad çağrısı yoktur. Nitekim1995 yılından beri Kültür
Bakanlığı bandrolüyle birlikte satılan ve Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri
Yüksek Kurulu'nun 14.09.2006 tarih ve 1002 Sayılı Kararı ile ' Prof. Dr. Hamdi
DÖNDÜREN'e ait 'Delilleriyle Aile İlmihali' adlı eserde yer alan bilgilerin;
ayetlere, hadislere ve fıkhi kaynaklara dayandığı' (EK-38) belirlenmiştir.
Diyanet İşleri Başkanlığı, Anayasal bir kuruluştur.
Anayasa'nın 136'ıncı maddesine göre; 'Genel idare içinde yer alan Diyanet
İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve
düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç
edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.' Anayasanın bu
hükmüne müsteniden kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kuruluş kanuna göre;
'İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek,
din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere;
Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.' (22.06.1965 Tarih ve
633 Sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun, m. 1)
Anayasal bir kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı Din
İşleri Yüksek Kurulu'nun; ayet, hadis ve fıkhi kaynaklara dayandığını ifade
ettiği ve 1995 yılından beride piyasada Kültür Bakanlığı bandrolü ile satılan
bir kitabın, Tuzla Belediye Başkanı tarafından dağıtılması, ne Anayasaya ve ne
de laiklik ilkesine aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasa'dan aldığı yetkiye göre
görev ifa eden ve yetkisini kullanan Diyanet İşleri Başkanlığı, hukuk dışı hale
getireceği gibi, hukuk sınırları içinde bu kurumun görevlerini yerine getirmesi
imkansız hale gelir ve vatandaşların bu kurumun görüşünü istemesi veya olan
görüşünü dile getirmesi de hukuk dışı olur. Bu ise, Anayasada ifadesinin bulan
hukuk devleti ilkesinin ve laiklik ilkesinin açık bir ihlalidir.
b) Tuzla Belediye
Başkanı, yeni evlenen çiftlere sadece bu kitabı değil, bu kitapla birlikte Gary
CHAPMAN tarafından yazılmış ve Betül ÇELİK tarafından Türkçe'ye çevrilmiş olan
'Beş Sevgi Dili' isimli kitabı da dağıtmıştır (EK-39).
Ancak iddia makamı, iddiasında bu kitaptan hiç
bahsetmemiş, gazetelerin aleyhinde haber yaptığı kitabı iddianameye konu
etmiştir. Bu tutum, hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz. Çünkü iddia makamı,
sadece aleyhe olan delilleri değil lehe olan delilleri de toplamakla
görevlidir. Maalesef iddia makamı, bu yasal yükümlülüğünü yerine getirmemiştir.
Bu, subjektif ve iyi niyet kurallarıyla bağdaşmayan bir yaklaşım olup, hukukun
evrensel ilkeleri ve Anayasa'nın açık ihlalidir.
c) Ayrıca İçişleri
Bakanlığı, Tuzla Belediye Başkanı Mehmet DEMİRCİ hakkında tahkikat başlatmış ve
18.01.2007 tarihinde 'İşleme konulmama' kararı verilmiştir.
d) Tuzla
Cumhuriyet Başsavcılığı da 'Kovuşturmaya yer olmadığına' karar vermiştir (Tuzla
Cumhuriyet Başsavcılığı, 12.03. 2007 tarih, Soruşturma no: 2006/20083, Karar:
2007/576) (EK-40).
e) Kaldı ki AK Parti, Belediye Başkanlarının parti
politikalarıyla bağdaşmayan görüşlerini ve faaliyetlerini benimsememiştir. Bu
nedenle Belediye Başkanları ve bazı parti üyelerinin parti politikalarıyla
uyuşmayan kişisel görüşlerini benimsemediği açıklıkla ifade etmiş ve özellikle
yerel yönetimlerin faaliyetlerinde parti politikalarına aykırı tutum ve
davranışlardan kaçınılması gerektiğine dair genelgeler yayınlamıştır.
Nitekim, AK Parti Yerel Yönetimler Başkanlığı, 2006 yılı Mayıs
ayında bazı basın ve yayın organlarında yer alan 'AK Partili belediyelerin
kültürel faaliyetler çerçevesinde dağıttığı kitaplara ilişkin tartışmalar'
nedeniyle, 24.5.2006 tarih, yyön/81.07./2006-1696 sayı ve 'Kültürel Amaçlı
Toplantılar ve Yayınlar' konulu genelgeyi bütün AK Parti'li belediye
başkanlarına göndermiştir.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı, Yerel Yönetimler
Başkanı ve Kocaeli Milletvekili Nihat Ergün imzası ile yayınlanan bu genelgede
şu hususlara vurgu yapılmıştır : ( EK '
30 )
'Son zamanlarda belediyelerimizin kültürel içerikli
toplantı, panel ve konferansları ile dergi, kitap, broşür gibi basılı
neşriyatında, kamuoyunu yanlış yönlendirebilecek, yanlış anlaşılabilecek,
başkalarınca istismar edilebilecek veya gereksiz tartışmalara yol açabilecek
nitelikte politik-sosyal ve dini konular işlendiği görülmüştür.
Belediyelerin asli görevleri arasında yer almayan ve
basın yayın organlarına da intikal eden bu hususların parti programımıza,
partimiz temel ilke ve amaçlarına da uygun olmadığı ve partimiz genel
merkezince tasvip edilmediği bilinmelidir.
Sosyal ve kültürel amaçlı çalışmalar ve yayınlar
konusunda yukarıdaki hususlara özen gösterilmesi gereğini önemle rica eder,
çalışmalarınızda başarılar dilerim.'
Bu genelge, çok sayıda basın ve yayın organında da yer
almıştır. Bu genelge, partimizin bu tür konularda ne kadar hassas olduğunu açıkça
ortaya koymaktadır. Partimizle ilgili olarak kıyıda köşede kalmış, çoğu defa
tek bir gazetede yer alan, asılsız veya tahrif edilmiş haberlerin yoğun bir
şekilde kullanıldığı bir iddianamede, neredeyse tüm gazetelerde yer alan bu
genelgenin görmezlikten gelinmesi subjektif ve iyi niyet kurallarıyla
bağdaşmayan bir yaklaşımın göstergesidir. Hukuk devleti, böylesi yaklaşımları
himaye etmez.
7- AHMET MİSBAH
DEMİRCAN
İddianamenin 104'üncü sayfasında yer alan 9 numaralı
iddia (EK- 140), 2006 yılında ilköğretim öğrencilerine trafik kurallarını
öğrenmesi amacıyla dağıtılan ve Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah
DEMİRCAN'ın önsözünü yazdığı "Çocuklara Trafik Bilgileri ve
Eğitimi" adlı kitabın dağıtıldığı ve bu kitabın içinde kazaların
"Takdir-i ilahi" olduğu hususunu içermektedir.
a) Bu kitabın
59'uncu sayfasındaki görüş ve yorumlar, Ahmet Misbah DEMİRCAN'a ait değildir.
b) Ahmet Misbah
DEMİRCAN, kitaba sadece önsöz yazmıştır.
c) Kitap
basılmadan önce Beyoğlu Kaymakamlığı İlçe Emniyet Müdürlüğü ve Beyoğlu Kaymakamlığı
İlçe Emniyet Müdürlüğü'nün tetkikine sunulmuş, içerik itibariyle basılmasında
sakınca olmadığı görüşü alınarak basılmış ve Kaymakamlık makamının onayı ile de
dağıtılmıştır.
d) Beyoğlu Belediye
Başkanının, öğrencileri trafik bilgileri konusunda bilinçlendirmek amacıyla
yaptığı bu hizmet, 59'uncu sayfada yer alan bilgiler nedeniyle maksadı dışında
algılanmış, kamuoyunu haksız bir biçimde meşgul etmiştir. Bunun üzerine Beyoğlu
Belediye Başkanı Ahmet Misbah DEMİRCAN, yanlış anlaşılmalara mahal bırakmamak
için kitabın dağıtımını durdurmuş, dağıtılanları toplatmış ve kitabı yeniden
tetkik ettirip tartışılan kısımları çıkardıktan sonra yeniden bastırmıştır
(EK-41).
Görüldüğü üzere Beyoğlu Belediye Başkanı, yanlış
yapılmaması için gerekli titizliği göstermiş, buna rağmen yanlış anlaşılma
olunca da derhal duruma vaziyet etmiş ve yanlışlığı düzeltmiştir. Yani yanlışa
tavır koymuştur. Belediye Başkanının bu tavrı takdir edilmesi gerekirken, siyasi
yasaklılığının ve üyesi olduğu partinin kapatılmasının talep edilmesi, hukuken
kabul edilemez.
Neticeten Ahmet Misbah DEMİRCAN'nın davranışında ne
laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırılık vardır.
e) Kaldı ki AK Parti, Belediye Başkanlarının parti politikalarıyla
bağdaşmayan görüşlerini ve faaliyetlerini benimsememiştir. Bu nedenle Belediye
Başkanları ve bazı parti üyelerinin parti politikalarıyla uyuşmayan kişisel
görüşlerini benimsemediği açıklıkla ifade etmiş ve özellikle yerel yönetimlerin
faaliyetlerinde parti politikalarına aykırı tutum ve davranışlardan kaçınılması
gerektiğine dair genelgeler yayınlamıştır.
Nitekim, AK Parti Yerel Yönetimler Başkanlığı, 2006 yılı Mayıs
ayında bazı basın ve yayın organlarında yer alan 'AK Partili belediyelerin kültürel
faaliyetler çerçevesinde dağıttığı kitaplara ilişkin tartışmalar' nedeniyle,
24.5.2006 tarih, yyön/81.07./2006-1696 sayı ve 'Kültürel Amaçlı Toplantılar ve
Yayınlar' konulu genelgeyi bütün AK Parti'li belediye başkanlarına
göndermiştir.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı, Yerel Yönetimler
Başkanı ve Kocaeli Milletvekili Nihat Ergün imzası ile yayınlanan bu genelgede
şu hususlara vurgu yapılmıştır : ( EK '
30 )
'Son zamanlarda belediyelerimizin kültürel içerikli
toplantı, panel ve konferansları ile dergi, kitap, broşür gibi basılı
neşriyatında, kamuoyunu yanlış yönlendirebilecek, yanlış anlaşılabilecek,
başkalarınca istismar edilebilecek veya gereksiz tartışmalara yol açabilecek
nitelikte politik-sosyal ve dini konular işlendiği görülmüştür.
Belediyelerin asli görevleri arasında yer almayan ve
basın yayın organlarına da intikal eden bu hususların parti programımıza,
partimiz temel ilke ve amaçlarına da uygun olmadığı ve partimiz genel
merkezince tasvip edilmediği bilinmelidir.
Sosyal ve kültürel amaçlı çalışmalar ve yayınlar
konusunda yukarıdaki hususlara özen gösterilmesi gereğini önemle rica eder,
çalışmalarınızda başarılar dilerim.'
Bu genelge, çok sayıda basın ve yayın organında da yer
almıştır. Bu genelge, partimizin bu tür konularda ne kadar hassas olduğunu
açıkça ortaya koymaktadır. Partimizle ilgili olarak kıyıda köşede kalmış, çoğu
defa tek bir gazetede yer alan, asılsız veya tahrif edilmiş haberlerin yoğun
bir şekilde kullanıldığı bir iddianamede, neredeyse tüm gazetelerde yer alan bu
genelgenin görmezlikten gelinmesi subjektif ve iyi niyet kurallarıyla
bağdaşmayan bir yaklaşımın göstergesidir. Hukuk devleti, böylesi yaklaşımları
himaye etmez.
8- HÜSEYİN TURAN
İddianamenin 104-105'inci sayfalarında yer alan 10
numaralı iddia (EK- 141), Silivri Belediye Başkanı Hüseyin TURAN'ın, M.
Ertuğrul DÜZDAĞ tarafından yazılan önsözünde Atatürk'ün kişiliğine, ilke ve
devrimlerine ağır saldırılar yapılan Mehmet Akif Ersoy'un 'Safahat'
isimli kitabın, 2006 yılında ilçedeki tüm lise öğrencilerine bedava dağıtılmak
üzere belediyeye ait taşıtlarla okullara gönderdiği ve İlçe Milli Eğitim
Müdürlüğünce dağıtım izni bulunmayan kitapların bir kısmının lisedeki
öğrencilere dağıtımının yapıldığı hususuna ilişkindir.
a) 'Safahat
kitabı', milli şairimiz Mehmet Akif ERSOY'a aittir.
b) Bu kitabın
önsözünü, M. Ertuğrul DÜZDAĞ yazmıştır.
c) İddia makamının
iddia ettiği gibi M. Ertuğrul DÜZDAĞ'ın yazdığı önsözde, Atatürk'ün kişiliğine,
ilke ve devrimlerine saldırı yoktur. Çünkü iki sayfa olan önsözde, imalı veya
açık, hiçbir surette Atatürk veya ilke ve devrimlerinden bahsedilmemiştir.
d) Bu kitabın
girişi de M. Ertuğrul DÜZDAĞ tarafından yazılmıştır. Girişte; sadece Mehmet
Akif ERSOY'un hayatı, eserleri, sanatı ve ahlakı anlatılmıştır. Girişin hiçbir
yerinde, Atatürk'ün kişiliği, ilke ve devrimlerinden bahsedilmemiştir (EK-42).
e) Nitekim CHP
Silivri İlçe Başkanı Mümin TUĞLU'nun şikayeti üzerine İstanbul Cumhuriyet
Başsavcılığı, kitabın yazarı M. Ertuğrul DÜZDAĞ ile yayıncısı Şaban KURT
hakkında adli tahkikat başlatmış ve yapılan tahkikatın neticesinde; ''Kitabın
giriş kısmında, Mehmet Akif ERSOY'un hayatı ve eserleri muhalif görüşlerine de
yer verilerek anlatılmış olup, Mustafa Kemal ATATÜRK'ün manevi şahsiyetine
hakaret suçunu oluşturacak herhangi bir ifade ve suç unsuru da bulunmadığı
kanaatine varılmıştır' denilerek şüpheliler yayıncı Şaban KURT ile yazar M.
Ertuğrul DÜZDAĞ hakkında kamu adına kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmiş
ve bu karar da kesinleşmiştir ( İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu,
31.08.2006 tarih, 2006/31172 Soruşturma No 2006/9252-193 Karar No) (EK-43).
Görüldüğü üzere Silivri Belediye Başkanı Hüseyin TURAN'ın
dağıttığı 'Safahat' isimli kitabın giriş ve devamında Mustafa Kemal ATATÜRK'ün
kişiliğine, ilke ve devrimlerine herhangi bir saldırının olmadığı, adli
tahkikat sonucu belirlenmiştir.
Ancak iddia
makamı, dağıtılan 'Safahat' isimli kitabı inceleyip, muhtevasına bakmadığı
gibi, bu konuda adli tahkikat olup olmadığına da bakmamıştır. Sadece bu konuda,
basında çıkan aleyhte yazılara ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilen
ihbar yazılarına inanmıştır. Halbu ki bir hukuk devletinde iddia makamı, gelen
her ihbarı doğru sayıp ona göre hareket etmez, önce gelen ihbarı değerlendirir,
gerekli tahkikatı yapar ve yaptırır, sonuçta elde ettiği bilgiye göre hareket
eder. Ama maalesef, burada, bunların hiç biri yapılmamıştır.
Şayet iddia makamı bu tahkikatı yapmış olsaydı, kitapta
iddia edilen hususların olmadığını görecek ve Silivri Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın kovuşturmaya yer olmadığına dair kararına vakıf olabilecek ve
sonuçta da böylesine haksız ve hukuksuz bir ithamla bir Belediye Başkanının
siyasi yasaklığını ve onun mensubu olduğu partinin kapatılmasını talep ve dava
etme yanlışlığına belki de düşmeyecekti.
Bu adli tahkikat , yargılama ve karardan iddianamesinde
hiç bahsetmemiş, iddiasının ekleri arasında ise tahkikat aşamasına dair
belgelere yer verdiği halde mahkeme kararına dair belgeleri ekler arasına
koymamıştır. Bu, lehte ve aleyhte delil toplama yükümlülüğü ve görevi olan
iddia makamının, bu görevini anılan kişiler ve Ak Parti aleyhine açıkça ihlal
ettiğini göstermektedir.
Ayrıca Anayasamıza göre; 'Suçluluğu hükmen sabit oluncaya
kadar, kimse suçlu sayılamaz.' (Anayasa, m. 38/4) Hukukun evrensel prensipleri
ve Anayasamız, bir kişinin suçluluğu mahkeme kararıyla kesin olarak sabit
olmadıkça suçlu sayılamayacağını açıkça ortaya koyarken, suçsuzluğu adli
tahkikat sonucu verilen ve kesinleşen bir takipsizlik kararıyla sabit olan
Silivri Belediye Başkanı Hüseyin TURAN'ın itham edilip siyasi yasaklılığının
talep edilmesi ve üyesi olduğu parinin kapatılmasının talep ve dava edilmesi,
hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasa'nın 2'inci maddesinde ifadesini bulan
hukuk devleti ilkesinin alenen çiğnenmesidir. İddia makamının bu yaklaşımı,
hukukun evrensel ilkeleri, hukuk devleti ilkesi ve bu ilkenin asgari gerekliği
olan hukuki güvenliğin açıkça yok edilmesidir.
9- İBRAHİM KARAOSMANOĞLU
İddianamenin 105'inci sayfasında yer alan 11 numaralı
iddia (EK- 142), Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu'nun,
2006 tarihinde üzerinde kartviziti ve AKP logosu bulunan 5.000 adet Kuran-ı
Kerim'i Büyükşehir amblemini taşıyan çantalar içerisinde belediye personeli
aracılığıyla kentte dağıttırdığı hususlarını içermektedir.
a) Kocaeli
Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim KARAOSMANOĞLU'nun, Kur'n-ı Kerim dağıttığı
ve Kur'an-ı Kerim kapağına yapıştırılmış vaziyette Büyükşehir Belediye Başkanı
İbrahim KARAOSMANOĞLU'nun kartviziti olduğu doğrudur.
Belediye Başkanı bu Kur'an-ı Kerimleri, Kur'an Kursu
öğretmenlerinin yazılı taleplerine istinaden, Kur'an Kurslarında okuyan
öğrencilere dağıtılmak üzere vermiştir (EK-44). Belediye Başkanının,
yasalara uygun açılmış ve faaliyette bulunan Kur'an Kurslarında okuyan
öğrencilere, okumayı öğrenmeye çalıştıkları Kur'an-ı Kerim'i vermesinin
altında, gizli anlamlar aramak ve yasaya uygun bir işten yasalara aykırılık
üretmek mümkün değildir.
b) Ancak dağıtılan
Kur'an-ı Kerimler üzerinde Ak Parti logosunun bulunduğu asılsızdır.
Bu hususun doğruluğu, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
Siyasi Partiler Soruşturma Bürosu, 09.10.2006 tarih ve 2006/148 sayılı yazısına
istinaden Kocaeli Cumhuriyet Başsavcılığının başlattığı adli tahkikat sırasında
22.01.2007 tarihli açma tutanağı başlıklı yazıda; 'İl Müftülüğü tarafından
gönderilen çantanın bir yüzünde Kocaeli Büyükşehir Belediyesi yazdığı, İzmit
Saat Kulesi resmi olduğu ve ayrıca belediye web sayfası adresinin yazılı
olduğu, diğer yüzünde aynı hususların İngilizce yazılı olduğu, herhangi bir
siyasi partinin ilgisine rastlanmadığı, içinde bulunan kartvizitin ise Kur'an-ı
Kerim kapağına yapıştırılmış vaziyette olduğu ve Büyükşehir Belediye Başkan
İbrahim KARAOSMANOĞLU'nun kartviziti olduğu, herhangi bir siyasi partinin
işaretinin olmadığı' açıkça ifade edilmiştir.
c) İçişleri
Bakanlığının talimatı ile Kocaeli Valiliği, Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı
hakkında bir inceleme başlatmıştır. Yapılan inceleme sonucunda; '' Kocaeli
Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim KARAOSMANOĞLU'na ait kartvizit ile
dağıtılan Kur'an-ı Kerimlerin dağıtım işleminde, Belediye Başkanlığı bütçesini
ve imkanlarını kullanarak ve dini hissiyati istismar ederek kişisel saygınlık
ve çıkar sağlamak suretiyle görevini kötüye kullandığı iddiasının sübut
bulmadığı, Türk Ceza Kanununda ve Kabahatler Kanununda belirtilen suç
niteliğinde olmadığı anlaşıldığından, 4483 Sayılı Kanun gereğince herhangi bir
işlem yapılmasına gerek olmadığı kanaatine varılmıştır.' Bu rapor üzerine
İçişleri Bakanlığı, Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim KARAOSMANOĞLU
hakkında 09.07.2007 tarihinde 'İşleme konulmama' kararı (EK-45) vermiş
ve bu karar da itiraz edilmediğinden kesinleşmiştir.
Görüldüğü üzere dağıtılan Kur'an-ı Kerimler üzerinde Ak
Parti logosu yoktur. Bu husus, hem adli ve hem de idari tahkikat ile sabittir.
Ancak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı adli tahkikat
yapılmasını istemiş olmasına rağmen, bu tahkikatın nihai sonucunun ne olduğunu
araştırıp dosyaya koymamış, konuya dair idari tahkikat yapılıp yapılmadı
üzerinde ise hiç durmamıştır. Halbuki yapılan idari ve adli tahkikatlar,
dağıtılan Kur'an-ı Kerimler üzerinde Ak Parti logosunun bulunmadığını tespit
etmiştir. Buna rağmen, iddia makamının olayı Ak Parti ile ilişkilendirmesi ve
bundan gizli ve laiklik karşıtı anlamlar çıkarması, hukukun evrensel ilkeleri
ve hukuk devleti ilkesinin alenen ihlalidir.
Ayrıca insanların büyük bir kısmının Müslüman olduğu bir
ülkede, din ve dince kutsal sayılan şeyler Anayasa ile teminat altına alındığı
(Anayasa, m. 24) ve hem de 'Kişinin mensup bulunduğu dine göre kutsal sayılan
değerlerden bahisle' hakareti hakaret suçunun nitelikli hali sayıp cezai
yaptırıma bağlarken (Türk Ceza Kanunu, m. 125/3-c), bir Belediye Başkanın
insanlara mensup oldukları dinin kutsal kitabını dağıtmasını, laiklik ilkesine ve
Anayasaya aykırı görmek ve göstermek, büyük bir hukuki çelişkidir. . İddia
makamının bu çelişkili yaklaşımı, hukukun evrensel ilkeleri, laiklik ilkesi,
hukuk devleti ilkesi ve bu ilkenin asgari gerekliği olan hukuki güvenliğin
açıkça yok edilmesidir.
d) Kocaeli
Büyükşehir Belediye Başkanı, iddia makamının dayanağı basında çıkan asılsız
haberleri tekzip etmiştir.
Bizim Kocaeli Gazetesi yazarı Azime TELLİ, konuya ilişkin
3 ekim 2006 ve 6 ekim 2006'da iki adet gerçekleri yansıtmayan yorum yazısı
yazmıştır. Bunun üzerine Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı, Kocaeli 3.
Noterliğinin 01 Aralık 2006 Tarih ve 25053 Nolu ihttarı ile 'Tekzip'
göndermiştir. Tekzibin yayınlanmaması üzerine Kocaeli Sulh Ceza Mahkemesine
müracaatla, tekzip metninin yayınlanması kararı almıştır (Kocaeli Sulh Ceza
Mahkemesi, 26.12.2006 tarih ve 2006/1275 D. İş Tekzip Kararı) (EK-46).
Buna rağmen tekzip yayınlanmayınca, Kocaeli Büyükşehir
Belediye Başkanı, ilgililer Güngör ARSLAN ve Azime TELLİ hakkında Kocaeli Cumhuriyet
Başsavcılığına 26.01.2007'de suç duyurusunda bulunmuş, açılan kamu davası soncu
Kocaeli Asliye Ceza Mahkemesinde yapılan yargılamada, sanıkların yayınlanmasına
karar verilen tekzip metnini usulüne uygun yayınlamamak suretiyle basın
kanununa aykırı davrandıkları gerekçesiyle ayrı ayrı adli para cezasına
çarptırıldığı, tekzip metninin de trajı 100000'in üzerinde olan iki gazetede
yayımlanmasına karar verilmiştir (Kocaeli Asliye Ceza Mahkemesi, Dosya No:
2007/68, Karar Tarihi: 26.09.2007, Karar No: 2007/312) (EK-47).
Görüldüğü üzere Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı,
Anayasa'nın 32'inci maddesinin tanıyıp teminat altına aldığı 'Düzeltme ve cevap
hakkı'nı da kullanmıştır. Ancak iddia makamı, Anayasa ile tanınıp
teminat altına alınan 'düzeltme ve cevap hakkı'na (Anayasa, m. 32) istinaden
yapılmış tekzip ve düzeltmeleri dikkate alması gerekirken bunu yapmamış, aksine
gerçeğe aykırı gazete haber ve yorumlarına itibar etmiştir. Bunlar, açık ve
tartışmasız bir anayasa ihlali olduğu gibi hukukun temel ilkelerinin de ayaklar
altına alınmasıdır.
e) Kaldı ki AK Parti, Belediye Başkanlarının parti
politikalarıyla bağdaşmayan görüşlerini ve faaliyetlerini benimsememiştir. Bu
nedenle Belediye Başkanları ve bazı parti üyelerinin parti politikalarıyla
uyuşmayan kişisel görüşlerini benimsemediği açıklıkla ifade etmiş ve özellikle
yerel yönetimlerin faaliyetlerinde parti politikalarına aykırı tutum ve
davranışlardan kaçınılması gerektiğine dair genelgeler yayınlamıştır.
Nitekim, AK Parti Yerel Yönetimler Başkanlığı, 2006 yılı Mayıs
ayında bazı basın ve yayın organlarında yer alan 'AK Partili belediyelerin
kültürel faaliyetler çerçevesinde dağıttığı kitaplara ilişkin tartışmalar'
nedeniyle, 24.5.2006 tarih, yyön/81.07./2006-1696 sayı ve 'Kültürel Amaçlı
Toplantılar ve Yayınlar' konulu genelgeyi bütün AK Parti'li belediye
başkanlarına göndermiştir.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı, Yerel Yönetimler
Başkanı ve Kocaeli Milletvekili Nihat Ergün imzası ile yayınlanan bu genelgede
şu hususlara vurgu yapılmıştır (EK ' 30)
:
'Son zamanlarda belediyelerimizin kültürel içerikli
toplantı, panel ve konferansları ile dergi, kitap, broşür gibi basılı
neşriyatında, kamuoyunu yanlış yönlendirebilecek, yanlış anlaşılabilecek,
başkalarınca istismar edilebilecek veya gereksiz tartışmalara yol açabilecek
nitelikte politik-sosyal ve dini konular işlendiği görülmüştür.
Belediyelerin asli görevleri arasında yer almayan ve
basın yayın organlarına da intikal eden bu hususların parti programımıza,
partimiz temel ilke ve amaçlarına da uygun olmadığı ve partimiz genel
merkezince tasvip edilmediği bilinmelidir.
Sosyal ve kültürel amaçlı çalışmalar ve yayınlar
konusunda yukarıdaki hususlara özen gösterilmesi gereğini önemle rica eder,
çalışmalarınızda başarılar dilerim.'
Bu genelge, çok sayıda basın ve yayın organında da yer
almıştır. Bu genelge, partimizin bu tür konularda ne kadar hassas olduğunu
açıkça ortaya koymaktadır. Partimizle ilgili olarak kıyıda köşede kalmış, çoğu
defa tek bir gazetede yer alan, asılsız veya tahrif edilmiş haberlerin yoğun bir
şekilde kullanıldığı bir iddianamede, neredeyse tüm gazetelerde yer alan bu
genelgenin görmezlikten gelinmesi subjektif ve iyi niyet kurallarıyla
bağdaşmayan bir yaklaşımın göstergesidir. Hukuk devleti, böylesi yaklaşımları
himaye etmez.
10- ALAADDİN YILMAZ
İddianamenin 105'inci sayfasında yer alan 12 numaralı
iddia(EK-143), Bolu Belediye Başkanı Alaaddin YILMAZ'ın 2004 yılı Kasım ve
Aralık aylarında belediyenin görevleri içerisinde bulunmadığı halde belediye
ait otobüsü seyyar mescit haline dönüştürdüğü ve bu eylemi nedeniyle hakkında
soruşturma izni verildiği hususlarını içermektedir.
a) İddia gerçeği
yansıtmamaktadır. Çünkü Bolu Belediye Başkanı Alaaddin YILMAZ, Bolu
Belediyesine ait hiçbir otobüsü seyyar mescit haline dönüştürmemiştir.
Olayın aslı şudur:
Bolu Merkez Hal Pazarında, kalıcı işyeri bulunan ve
pazartesi günleri seyyar işyerleri bulunan vatandaşlar 232 imzalı bir dilekçe
ile Bolu Belediye Başkanlığına müracaatla, 'Wc., lavabo ve mescit gibi sosyal
ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir sosyal tesis talebinde bulunmuştur (EK-48).
Bu talep üzerine Bolu Belediye Başkanlığı, ihtiyacı
karşılayacak sosyal tesis yapımı için bir yer araştırması yapmış, ancak uygun
yer bulamamıştır. Bunun üzerine, Belediye otobüs işlerinin özelleştirilmesi
nedeniyle boşa çıkmış olan ve atıl durumda bulunan üç otobüs, 1580 Sayılı
Belediyeler Kanunun 19/1 maddesi gereği, esnafın tuvalet, lavabo, el ve yüz
temizliği ve kıyafet değişimi ihtiyaçlarını gidermek için tahsis edilmiştir. Bu
iş için de Belediye bütçesinden herhangi bir para harcanmamıştır.
Yapılan işin yanlış anlaşılması ve tahsis amacı dışında
kullanılması nedeniyle üç hafta sonra hizmetten vazgeçilmiş ve otobüsler Bolu
Belediyesi Encümeninin 14.02.2006 tarih ve 2006/151 Sayılı kararı ile Gerede
Belediyesine satılmıştır.
Ayrıca bu hususta, Av. Kemal Sahir SUNAR'ın şikayeti
üzerine adli ve idari tahkikat yapılmıştır.
İçişleri Bakanlığı yaptırdığı inceleme sonucunda;
07.12.2006'da 'Soruşturma izni verilmemesine' karar vermiştir (EK- 49).
İtiraz üzerine konu yargıya taşınmış ve neticeten
Danıştay Birinci Dairesi; 'İsnat edilen eylemin, 4483 sayılı kanun kapsamında
görevi sebebiyle işlenmiş bir suç olarak nitelendirilemeyeceği, bu nedenle
genel hükümlere göre işlem yapılması gerektiği anlaşıldığından' bahisle içişleri
bakanlığının 07.12.2006 tarih ve tef.kur.bşk. 2006/187 sayılı kararına karşı
yapılan itirazı kabul etmiş, dosyayı gereği için bolu cumhuriyet başsavcılığına
göndermiştir (Danıştay 1. Dairesi 26.04.2007 tarih ve 2007/327 E.., 2007/508 K.
İle) Halen yargılama genel hükümlere göre devam etmektedir.
Görüldüğü üzere Bolu Belediye Başkanı, herhangi bir
otobüsü mescide çevirip esnafın hizmetine sunmamıştır. Ancak bir kısım esnaf,
bu kıyafet değişimi için ayrılan otobüsü namaz kılmak için kullanmıştır. Bolu
Belediye Başkanı, konuya vakıf olduktan sonra da otobüsleri hizmetten
kaldırmıştır.
Ancak iddia makamı, Bolu Belediye Başkanının bu tavrını
iddianameye hiç yansıtmamış, lehe olacak hususları, iddianamenin her aşamasında
olduğu gibi burada da görmezlikten gelmiş, aslı olmayan bir olayın üzerine
iddiasını bina etmiştir. Bu, hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasa'da ifadesinin
bulan hukuk devleti ilkesinin açık bir ihlalidir.
b) Kaldı ki AK Parti, Belediye Başkanlarının parti politikalarıyla
bağdaşmayan görüşlerini ve faaliyetlerini benimsememiştir. Bu nedenle Belediye
Başkanları ve bazı parti üyelerinin parti politikalarıyla uyuşmayan kişisel
görüşlerini benimsemediği açıklıkla ifade etmiş ve özellikle yerel yönetimlerin
faaliyetlerinde parti politikalarına aykırı tutum ve davranışlardan kaçınılması
gerektiğine dair genelgeler yayınlamıştır.
Nitekim, AK Parti Yerel Yönetimler Başkanlığı, 2006 yılı Mayıs
ayında bazı basın ve yayın organlarında yer alan 'AK Partili belediyelerin
kültürel faaliyetler çerçevesinde dağıttığı kitaplara ilişkin tartışmalar'
nedeniyle, 24.5.2006 tarih, yyön/81.07./2006-1696 sayı ve 'Kültürel Amaçlı
Toplantılar ve Yayınlar' konulu genelgeyi bütün AK Parti'li belediye
başkanlarına göndermiştir.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı, Yerel Yönetimler
Başkanı ve Kocaeli Milletvekili Nihat Ergün imzası ile yayınlanan bu genelgede
şu hususlara vurgu yapılmıştır (EK-30):
'Son zamanlarda belediyelerimizin kültürel içerikli
toplantı, panel ve konferansları ile dergi, kitap, broşür gibi basılı
neşriyatında, kamuoyunu yanlış yönlendirebilecek, yanlış anlaşılabilecek,
başkalarınca istismar edilebilecek veya gereksiz tartışmalara yol açabilecek
nitelikte politik-sosyal ve dini konular işlendiği görülmüştür.
Belediyelerin asli görevleri arasında yer almayan ve
basın yayın organlarına da intikal eden bu hususların parti programımıza,
partimiz temel ilke ve amaçlarına da uygun olmadığı ve partimiz genel
merkezince tasvip edilmediği bilinmelidir.
Sosyal ve kültürel amaçlı çalışmalar ve yayınlar
konusunda yukarıdaki hususlara özen gösterilmesi gereğini önemle rica eder,
çalışmalarınızda başarılar dilerim.'
Bu genelge, çok sayıda basın ve yayın organında da yer
almıştır. Bu genelge, partimizin bu tür konularda ne kadar hassas olduğunu
açıkça ortaya koymaktadır. Partimizle ilgili olarak kıyıda köşede kalmış, çoğu
defa tek bir gazetede yer alan, asılsız veya tahrif edilmiş haberlerin yoğun
bir şekilde kullanıldığı bir iddianamede, neredeyse tüm gazetelerde yer alan bu
genelgenin görmezlikten gelinmesi subjektif ve iyi niyet kurallarıyla
bağdaşmayan bir yaklaşımın göstergesidir. Hukuk devleti, böylesi yaklaşımları
himaye etmez.
11- AK PARTİ GENÇLİK KOLLARI ANKARA İL BAŞKANLIĞI İFTAR
ÇADIRI
İddianamenin 105'inci sayfasında yer alan 13 numaralı
iddia (EK- 144), Adalet ve Kalkınma Partisi Gençlik Kolları Ankara İl
Başkanlığı tarafından 2006 yılında Kurtuluş semtinde, üzerinde 2820 Sayılı
Siyasi Partiler Kanununun 87. maddesine aykırı olarak 'Hoş geldin Ya Şehr-i
ramazan', 'Adalet ve Kalkınma Partisi', 'Gençlik Kolları', 'Her şey Türkiye
için', 'Adalet ve Kalkınma Partisi Gençlik Kolları Ankara İl Başkanlığı İftar
Çadırı' yazıları ile Adalet ve Kalkınma Partisi'nin amblemi ve genel başkanının
dört ayrı fotoğrafı bulunan iftar çadırı açıldığının belirlendiği hususlarını
içermektedir.
Bu olay farklı yansıtılmıştır. Çünkü bu çadırın
kurulması, Ak Parti'nin veya Ak Parti adına yetkili birilerinin talimatı veya
düzenlemesiyle gerçekleştirilmiş değildir. Bu olay, Ak Parti veya yetkili
organlarının talimatı dışında, Ankara Gençlik Kolları Başkanı Orhan YEĞİN
tarafından yapılmıştır. Bu hususi, mahkeme kararıyla da sabittir.
Nitekim bu olay nedeniyle Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı,
Siyasi Partiler Yasasının 117'inci maddesini ihlal ettiği iddiasıyla, Orhan
YEĞİN hakkında Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesine kamu davası açmıştır.
Yapılan yargılama sonunda Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi;
'' 2820 Sayılı Yasa'nın 87. maddesinde 'Siyasi partiler devletin sosyal veya
ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa dini esas ve
inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve
tesis eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan
şeyleri alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapamaz, istismar
edemez veya kötüye kullanamaz.' hükmü yer almaktadır.
Bu açık hükümden anlaşılacağı gibi maddede geçen
eylemlerin suç sayılıp aynı yasanın 117. maddesi uyarınca yaptırım altına alınabilmesi
için anılan eylemlerin siyasi partilerin yetkili kuruluşları ve kişileri
tarafından gerçekleştirilmiş olması gerekir.
Somut olayda sanığın Adalet ve Kalkınma Partisi Ankara İl
Başkanlığı Gençlik Kolları İl Başkanı olduğu sabitse de Adalet ve Kalkınma
Partisini temsil yetkisi bulunmamaktadır.
Öte yandan parti yetkililerinin sanığa talimat verdiği de
belirlenememiştir.
Adalet ve Kalkınma Partisini temsil yetkisi bulunmayan
sanığın anılan parti adına hareket edemeyeceği gözetildiğinde kurduğu çadır
üzerine yazdığı yazılar ile astığı fotoğrafların kendi kişisel görüşlerini
yansıtacağı açıktır.
Bu durumda sanığın eyleminin suç oluşturmayacağının
kabulü gerekir.
Çünkü yüklenen suçun oluşabilmesi için eylemin siyasi
partiler veya siyasi partilerin yetkili kurulu tarafından veya talimat üzerine
gerçekleştirilmesi gerekir.
O halde sanığın saptanan eyleminde yüklenen suçun yasal
unsurları bulunmadığının kabulü ile buna göre uygulama yapılmalıdır.
Öyle ise dosyada var olan delillere itibar edilerek
sanığın yasal unsurları itibariyle oluşmayan yüklenen suçtan beraatine karar
verilmelidir.' (Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi, Esas No: 2006/366; Karar Tarihi:
08.05.2007; Karar No: 2008/152) (EK-50) gerekçeleriyle Orhan YEĞİN'in
yasal unsurları itibariyle oluşmayan yüklenen suçtan oybirliği ile beraatine
karar vermiştir.
Görüldüğü üzere bu hadisenin, Ak Partinin veya parti
adına temsil yetki ve görevi olanların talimatıyla gerçekleştirilmediği,
kesinleşmiş mahkeme kararıyla sabittir. Bu durum karşısında bir hukuk devletinde
iddia makamına düşen, böyle bir olayı, bir kapatma davasına delil olarak
sunmamaktır. Çünkü Siyasi Partiler Yasası'nın 117'inci maddesi, kapatma
nedenleri için de öngörülmüş bir suç ve ceza yaptırım maddesidir. Bu maddeye
göre yargılanıp beraat etmiş birinin eylemini, kapatma nedeni olarak göstermek
açık bir hukuk ve Anayasa ihlalidir.
Ancak iddia makamı, bu yargılama ve kararı iddianın
ekleri arasına koyduğu halde, bunlardan iddianamesinde hiç bahsetmemiş, adeta
bunu görmezden gelmiştir.
Halbuki Anayasamıza göre; 'Suçluluğu hükmen sabit
oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.' (Anayasa, m. 38/4) Hukukun evrensel
prensipleri ve Anayasamız, bir kişinin suçluluğu mahkeme kararıyla kesin olarak
sabit olmadıkça suçlu sayılamayacağını açıkça ortaya koyarken, suçsuzluğu
hükmen sabit olan Orhan YEĞİN'in eylemini Ak Parti'nin kapatma nedenleri
arasında göstermek, hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasa'nın 2'inci maddesinde
ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin alenen çiğnenmesidir. İddia makamı bu
yaklaşımı ile, hukukun evrensel ilkelerini ve hukuk devleti ilkesini yok
saymaktadır.
12- İBRAHİM HALICI
İddianamenin 105'inci sayfasında yer alan 14 numaralı
iddia (EK- 145), Konya Seydişehir Belediye Başkanı İbrahim HALICI'nın; 18 Mart
Çanakkale Şehitleri'ni Anma Günü nedeniyle düzenlenen şiir ve müzik
yarışmasında birinci olan İmam Hatip Lisesi öğrencilerine ödüllerinin verilmesi
için okul bahçesinde düzenlenen törendeki konuşmasında; ''Ben de bu okulda
okudum. O dönem okul çok kalabalıktı, şimdi azalmış. İnşallah bütün okullar
imam hatip olacak'' dediği, hususunu içermektedir.
Bu iddia da asılsız ve gerçek dışıdır:
a) Çünkü
Seydişehir Belediye Başkanı İbrahim HALICI; ''Ben de bu okulda okudum. O dönem
okul çok kalabalıktı, şimdi azalmış. İnşallah bütün okullar imam hatip
olacak'' sözünü söylememiştir.
İbrahim HALICI'nın anılan törende yaptığı konuşması, aynı
gün yayınlanan yerel gazeteler, 30 mart 2006 tarihli 'Öz Seydişehir', 31 mart
2006 tarihli 'Seydişehir Toroslar Gazetesi, 28 mart 2006 tarihli 'Seydişehir
Postası Gazetesi', 28 mart 2006 tarihli 'Memleket' ve 27 mart 2006 tarihli
'Yeni Meram Gazetesi'nde ve ulusal düzeyde yayınlanan 27 mart 2006 tarihli
'Yeni Şafak Gazetesi'nde yer almıştır. 'İnşallah bütün okullar imam hatip
olacak'' cümlesi, bu gazete haberlerinin hiç birisinde yoktur (EK-51).
Ak Parti hakkında kamu davasının açılmasından sonra,
Syedişehir Belediye Başkanı İbrahim HALICI'nın da yasak istenenler arasında
olduğunu görünce; Seydişehir Gazeteciler Cemiyetinin '' Belediye Başkanı sayın
İbrahim HALICI'nın söylemediği bir sözden dolayı zan altında bırakılmasından''
bahseden açıklamaları, 25 mart 2008 tarihli 'Seydişehir Postası Gazetesi',, 20
mart 2008 tarihli 'Öz Seydişehir Gazetesi', 22 mart 2008 tarihli 'Toroslar
Gazetesi', 28 mart 2008 tarihli 'Memleket Gazetesi'nde yer almıştır(EK-52).
Gazetelerde çıkan bu açıklama, Ak Parti hakkındaki kapatma davasının
açılmasından sonradır. Ancak açıklamayı yapan, iddianameyi tekzip eden sadece
Belediye Başkanı değil, Seydişehir'in bütün basın yayın organlarıdır.
Seydişehir Gazeteciler Cemiyeti, özetle, söz konusu töreni takip ettiklerini ve
Belediye Başkanının iddianamede geçen sözleri söylemediğini bir şahit olarak
alenen ifade etmiş ve bu suretle iddiayı tekzip etmiştir.
Seydişehir Gazeteciler Cemiyeti'nin bu açıklamayı geç
yapması, iddianın gerçek dışı olduğu hakikatini ortadan kaldırmaz.
b) 'İnşallah
bütün okullar imam hatip olacak'' cümlesi, sadece 26.03.2006 tarihli
'Cumhuriyet Gazetesinde' yer almıştır. İbrahim HALICI, bu habere vakıf
olamadığı için tekzip edememiştir. Hukuk devletinde gazetelerde yayınlanan
asılsız bir haber, sırf tekzip edilmediği diye doğru hale gelemez. Asılsız olan
haber, her zaman asılsız olmaya devam eder. Kaldı ki aynı gün çıkan yerel
gazetelerin tamamı, Cumhuriyet Gazetesinde yer alan haberi zaten tekzip
etmektedir.
İddia makamı, işin aslını araştırmış olsaydı, asılsız ve
yalan bir haberi iddianameye alma yanlışlığına düşmeyebilirdi. Ancak iddia
makamı bunu yapmamış, işin aslını araştırma yükümlülüğünü yerine getirmeyip,
asılsız bir gazete haberine istinaden İbrahim HALICI'nın siyasi yasaklılığını
ve üyesi olduğu partinin kapatılmasını talep ve dava etmiştir. Bu, açık ve
tartışmasız bir biçimde hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasa'nın 2'inci
maddesinde ifadesini bulan hukuk devleti ilkesi'nin ihlalidir.
13- DENİZLİ BELEDİYESİNİN 'YUSUF BATUR CADDESİ' NİN
İSMİNİ 'MECLİS CADDESİ' OLARAK DEĞİŞTİRMESİ
İddianamenin 105'inci sayfasında yer alan 15 numaralı
iddia (EK-146), 'Denizli Endüstri Meslek Lisesi'nde sınıf tahtasına 'Şeriat
gelecek, zulüm bitecek' diye yazan ve namaz kıldığı için derslere geç giren
öğrencisi İmdat Niyaz'ı uyardığı için öldürülen Öğretmen Yusuf Batur'un bir
caddeye verilen ismi AKP'li Denizli Belediye'si tarafından 'Meclis Caddesi'
olarak değiştirildiği, adının yazılı olduğu tabelaların yerinden söküldüğü,
Yusuf Batur'un eşi Ümmühan Batur'un söz konusu idari
işlemin iptali için Denizli İdare Mahkemesine açılan dava sonucunda hukuka
aykırı meclis kararının iptaline karar verildiği' hususlarını içermektedir.
Yapılan işlem, rutin bir belediyecilik faaliyetidir. 5393
Sayılı Belediye Kanununun 18'inci maddesinin 1'inci fıkrasının (n) bendine
göre; 'Meydan, cadde, sokak, park, tesisi ve benzerlerine ad vermek; mahalle
kurulması, kaldırılması, birleştirilmesi, adlarıyla sınırlarının tespiti ve
değiştirilmesine karar vermek; beldeyi tanıtıcı amblem, flama ve benzerlerini
kabul etmek', Belediye Meclisi'nin görev ve yetkileri arasındadır. Denizli
Belediye Meclisi, yasadan aldığı bu yetkiye istinaden, 'Yusuf BATUR Caddesi'
adını, 'Meclis Caddesi' olarak değiştirmiştir.
Görüldüğü üzere Denizli Belediyesi, yasadan aldığı bir
yetkiyi, yasalara uygun kullanarak caddenin adını değiştirmiştir.
Laiklik karşıtlığıyla açık veya gizli hiçbir ilgisi
bulunmayan ve Belediye Kanununa dayanılarak ve kanuna uygun olarak kullanılan
bir yetkiden dolayı iddia makamının, yapılan işin altında gizli anlam araması
veya niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekilmesi mümkün olmayan bir işe
gizli anlamlar yüklemesi, aleni bir anlam tahrifi ve delil tasnii olup, hem
hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü
Anayasa ve hukukun genel ilkeleri, niyet okumayı menetmiştir. Fiilen mümkün
değildir, çünkü yapılan iş kanuna müsteniden ve kanuna uygun yapılmış olup
tevile imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu
değildir, olamaz da. Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten hareket
eder. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik
hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
14- AHMET ŞÜKRÜ KILIÇ
İddianamenin 105-106'ıncı sayfalarında yer alan 16
numaralı iddia (EK-147), 'Adalet ve Kalkınma Partisi Konya Milletvekili Halil
ÜRÜN'ün danışmanlığını yürüten Ahmet Şükrü KILIÇ'ın; türbanlı olduğu
için 28 Şubat döneminde görevine son verildiği bildirilen eşi Nilgün Kılıç'ın
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 2003 Yılı Kasım ayında yapılan büyük kongresinde
MKYK üyeliğine seçilmesini 'işte 28 Şubat'ın rövanşı diye ben buna derim'
şeklinde değerlendirdiği' hususlarını içermektedir.
Bu iddianın, Ak Parti'nin kapatılması için gösterilen
nedenler arasında yer alması, Anayasa'nın 69'uncu ve 2'inci maddelerine
aykırıdır.
Çünkü Ahmet Şükrü KILIÇ, Ak Parti üyesi değildir ve Ak
Parti'nin kurulduğu günden bugüne hiçbir zaman da Ak Parti üyesi olmamıştır. Ak
Parti üyesi olmayan Ahmet Şükrü KILIÇ'ın söyleyip söylemediği belli olmayan bir
sözünü, sadece eşi AK Parti MKYK üyesi diye partimizin kapatma nedenleri
arasında yer vermek, açık bir Anayasa ihlalidir.
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrasına göre bir
siyasi parti, belli şartların birlikte varlığı halinde üyelerinin eylemleri
nedeniyle kapatılabilir. Yine Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 9'uncu fıkrasına
göre bir kişi, sadece siyasi parti üyesi olur ve eylemleriyle partinin
kapatılmasına sebep olursa siyasi yasaklı hale gelebilir. Anayasa'nın bu
açıklığı karşısında, Ak Parti üyesi olmayan Ahmet Şükrü KILIÇ için hem siyasi
yasak talep edilmesi ve hem de üyesi olmadığı Ak Parti'nin kapatılması istemi,
açık bir Anayasa ihlalidir. İddia makamının bu tavrı, hukukun genel ilkeleri ve
Anayasamızda ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin yok edilmesidir.
15- HASAN BALAMAN
1) İddianamenin
106'ıncı sayfasında yer alan 17 numaralı iddia (172), Isparta Belediye Başkanı
Hasan BALAMAN'ın İlköğretim öğrencilerine içinde Said-i Nursi propagandası
yapılan bir kitap dağıttığı ve bu kitabın Ülkü
İlköğretim Okulunda 200 öğrenciye verildiği, hususlarına işikindir.
Belediye Başkanı Hasan BALAMAN, Bahattin ATAK'ın 'Küçük Gezgin
Güller ve Halılar Diyarı Isparta'da' isimli kitaptan 5000 adet bastırılmış ve
bunun 500 adedi dağıtılmıştır.
Kitabın içinde Said-i Nursi ile ilgili bölümün farkına
varılınca kitabın dağıtımı durdurulmuş, dağıtılan 480 adet kitap toplanıp
Belediye tarafından imha edilmiş, geri kalan 4.500 adet kitap ise kitabın
yazarı Bahattin ATAK'a iade edilmiştir (EK-53).
Bilahare aynı kitabın içindeki Said-i Nursi ile ilgili
kısım çıkarılmış ve kitap yeniden bastırılmıştır (EK-54).
Kitabın içinde geçen ifadelere vakıf olur olmaz Belediye
Başkanı Hasan BALAMAN'ın duruma vaziyet edip, dağıtımı durdurması,
dağıtılanları toplatıp imha ettirmesi ve ilgili kısmı çıkartıp kitabı yeniden
bastırması, anılan görüşlere katılmadığını göstermektedir.
Ayrıca Belediye Başkanı, basında konunun yanlış takdim
edilmesi üzerine noter kanalıyla tekzipler göndermiştir.
İddia makamı, kitabın dağıtımı ve muhtevasını laiklik
karşıtı olarak gösterirken, Belediye Başkanının bu tutumunu görmezlikten
gelmesi, hukuken izah edilemez bir yaklaşımdır. Belediye Başkanının tavır
koyduğu bir konudan, laiklik karşıtlığı veya Anayasaya aykırılık üretilemez.
2) İddianamenin
106'ıncı sayfasında yer alan 18 numaralı iddia (EK-129), Isparta Belediye
Başkanı Hasan BALAMAN'ın, Isparta Müftülüğü tarafından düzenlenen 'Hafızlık Taç
Giyme Töreninde' yaptığı konuşmada; '' böyle bir şey olmaz. Yasak
her yerden kalkmalı (') başörtülü bir kadın da belediye başkanı, daire başkanı
olabilmeli (') imam hatipli bir kişinin hırsız veya uğursuz olduğu
görülmemiştir.' dediğine ilişkindir.
a) Bu konuşmanın
basında maksadı aşar bir biçimde yer alması üzerine Belediye Başkanı, 'Şahsi
görüşlerimin mensubu bulunduğum partinin görüşleriymiş gibi değerlendirilmesi
şahsımı üzmüştür.' ifadeleriyle, bu konuşmanın, mensubu olduğu partinin
görüşlerini yansıtmadığını ve şahsi görüşleri olduğunu açıkça ifade etmiştir (EK-55).
Bir Belediye Başkanının, 'Şahsi görüşümdür.' diye tanımladığı bir açıklamadan
Ak Parti'nin sorumlu tutulması, hukukun genel ilkeleri ve Anayasada ifadesini
bulan hukuk devleti ilkesine aykırıdır.
b) Ayrıca bu
konuşmanın basında yer alması üzerine Ak Parti Yerel Yönetimlerden Sorumlu
Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin TANRIVERDİ, söz konusu konuşma metni, CD'si veya
bu konuya dair açıklamaları derhal Ak Parti Yerel Yönetimler Başkanlığına
gönderilmesini bir yazıyla istemiş ve bir inceleme başlatmıştır (EK- 56). Bu,
Ak Parti'nin konuşma nedeniyle tavır koyduğu ve konuşmayı benimsemediğinin açık
bir delilidir.
c) Öte yandan AK Parti, Belediye Başkanlarının parti
politikalarıyla bağdaşmayan görüşlerini ve faaliyetlerini benimsememiştir. Bu
nedenle Belediye Başkanları ve bazı parti üyelerinin parti politikalarıyla
uyuşmayan kişisel görüşlerini benimsemediği açıklıkla ifade etmiş ve özellikle
yerel yönetimlerin faaliyetlerinde parti politikalarına aykırı tutum ve
davranışlardan kaçınılması gerektiğine dair genelgeler yayınlamıştır.
Nitekim, AK Parti Yerel Yönetimler Başkanlığı, 2006 yılı Mayıs
ayında bazı basın ve yayın organlarında yer alan 'AK Partili belediyelerin
kültürel faaliyetler çerçevesinde dağıttığı kitaplara ilişkin tartışmalar'
nedeniyle, 24.5.2006 tarih, yyön/81.07./2006-1696 sayı ve 'Kültürel Amaçlı
Toplantılar ve Yayınlar' konulu genelgeyi bütün AK Parti'li belediye
başkanlarına göndermiştir.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı, Yerel Yönetimler
Başkanı ve Kocaeli Milletvekili Nihat Ergün imzası ile yayınlanan bu genelgede
şu hususlara vurgu yapılmıştır (EK-30):
'Son zamanlarda belediyelerimizin kültürel içerikli
toplantı, panel ve konferansları ile dergi, kitap, broşür gibi basılı
neşriyatında, kamuoyunu yanlış yönlendirebilecek, yanlış anlaşılabilecek,
başkalarınca istismar edilebilecek veya gereksiz tartışmalara yol açabilecek
nitelikte politik-sosyal ve dini konular işlendiği görülmüştür.
Belediyelerin asli görevleri arasında yer almayan ve
basın yayın organlarına da intikal eden bu hususların parti programımıza,
partimiz temel ilke ve amaçlarına da uygun olmadığı ve partimiz genel
merkezince tasvip edilmediği bilinmelidir.
Sosyal ve kültürel amaçlı çalışmalar ve yayınlar
konusunda yukarıdaki hususlara özen gösterilmesi gereğini önemle rica eder,
çalışmalarınızda başarılar dilerim.'
Bu genelge, çok sayıda basın ve yayın organında da yer
almıştır. Bu genelge, partimizin bu tür konularda ne kadar hassas olduğunu
açıkça ortaya koymaktadır. Partimizle ilgili olarak kıyıda köşede kalmış, çoğu
defa tek bir gazetede yer alan, asılsız veya tahrif edilmiş haberlerin yoğun
bir şekilde kullanıldığı bir iddianamede, neredeyse tüm gazetelerde yer alan bu
genelgenin görmezlikten gelinmesi subjektif ve iyi niyet kurallarıyla
bağdaşmayan bir yaklaşımın göstergesidir. Hukuk devleti, böylesi yaklaşımları
himaye etmez.
d) Kaldı ki Hasan
BALAMAN'ın bu beyanı; Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın
tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve
'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında olup,
'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın
teminatı altındadır. Dolayısıyla da Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir
durum söz konusu değildir.
V-
YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCISI'NIN SÖZLÜ AÇIKLAMASI İLE DAVALI PARTİ
TEMSİLCİLERİNİN SÖZLÜ VE YAZILI SAVUNMALARI
Anayasa Mahkemesinin Çalışma ve Yargılama Usûlü'nü
belirleyen Anayasa'nın 149. maddesinin son fıkrası uyarınca 1.7.2008 tarihinde
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının sözlü açıklaması, 3.7.2008 tarihinde ise
davalı siyasî parti temsilcilerinin sözlü savunmaları dinlenmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın Sözlü
Açıklaması
BAŞKAN ' 1 Temmuz 2008 Salı, saat: 10.00
Adalet ve Kalkınma Partisinin temelli kapıtılması
istemiyle açılan E. 2008/1 (Siyasi Parti-Kapatma) sayılı davanın 18.6.2008
gününde yapılan inceleme toplantısında, Anayasa'nın 149. maddesinin son fıkrası
ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında
Kanun'un 4280 sayılı Yasa ile değiştirilen 33. maddesi gereğince Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısının dinlenilmesine karar verilmekle; Başkan Haşim KILIÇ,
Başkanvekili Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Üyeler Sacit ADALI, Fulya KANTARCIOĞLU,
Ahmet AKYALÇIN, Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Serdar ÖZGÜLDÜR, Şevket APALAK,
Serruh KALELİ ve Zehra Ayla PERKTAŞ'tan oluşan Kurul yerini aldı.
Raportör Osman Can yerinde.
Daha önce yeminleri yaptırılan stenograflar Numan GÜNAY,
Alaaddin AYTEN, Erhan KARA ve Doğan AYTOP ile ses teknisyeni Özer ÖZLER hazır.
Sayın Başsavcı, ses düzeni itibarıyla konuşmalar banda
alındığından açıklamaların kürsüden yapılması gerekmektedir.
Buyurun Sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman
YALÇINKAYA.
YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCISI ABDURRAHMAN YALÇINKAYA '
Çok Değerli Başkanım ve sevgili üyeler; hepinize sevgi ve saygılarımı
sunuyorum.
Adalet Ve Kalkınma Partisi hakkında 14.03.2008 tarihli
iddianame ile açmış bulunduğumuz temelli kapatma davasında sözlü açıklamalarda
bulunmak üzere huzurlarınızdayım.
Yüce heyetinize davalı partinin kapatılmasını gerektiren
Anayasa ve yasalara aykırı eylemleri hakkında İddianame ve esas hakkında
görüşümüzde iddialar ve buna ilişkin ayrıntılı kanıtlar sunulmuş, davalı
partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğundan bahisle Anayasanın 68/4,
69/6'ncı ve Siyasi Partiler Yasasının 101/b maddesi gereğince temelli
kapatılması talep edilmiştir.
85 yıllık bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti tarihinin,
dini ve dince kutsal sayılan şeyleri istismara dayalı gerici ayaklanmalara
tanıklık ettiği yüksek malumlarınızdır. Bu kalkışmalar Ulusumuzun Cumhuriyetin
kazanımlarına sahip çıkma azim ve kararlılığı sayesinde bastırılmış, Laiklik,
Cumhuriyetin ve demokrasinin temel ve değişmez ilkeleri arasında yerini
almıştır.
Tarih boyunca dini değerleri istismar edenlerin,
insanlığı nasıl bir kan ve gözyaşına boğduklarını biliyoruz. Bugün bile yüksek bir
medeniyetin temsilcisi olduklarını iddia edenler, yaşadığımız yer kürenin her
yerinde, ama özellikle ülkemizin de içinde bulunduğu coğrafyada acımasız
uygulamalarını sergilemekte, ülkemize davalı partinin oluşturduğu hükümet ve
onun uygulamaları sayesinde 'ılımlı İslam'ın örnek ülkesi' rolü biçilmektedir.
Davalı partinin genel başkanı ülkemizin de sınırlarının yeniden çizilmesini
öngören 'Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesinin' eşbaşkanı olduğunu
söylemekte, Dışişleri Bakanı da laik bir Cumhuriyetin bakanı olduğunu unutup,
'Türkiye'de azınlıklar gibi Müslümanlar da dini özgürlüklerini yaşayamıyor'',
diyerek ülkesini dışarıda şikâyet etmektedir. Partinin Genel Başkan Yardımcısı
Dengir Mir Mehmet Fırat, katıldığı bir televizyon programında; 'Dini her alandan
kovan bir felsefi laikçi anlayışın temsilcisi değiliz', diyerek dini kuralları
yaşamın her alanına yaymakta ısrarlı ve kararlı olduklarını göstermektedir.
Aynı kişi, yabancı bir haber ajansına, 'Atatürk Devrimlerinin toplumda travma
yarattığını' söylemekten kaçınmamakta, bir başka partili milletvekili Lütfi
Çırakoğlu, Cumhuriyetin kurucularını 'millet düşmanı' olmakla suçlayanlara
Meclis kürsüsünden destek çıkmaktadır. TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet
İyimaya'nın Mahkemenizin kararlarının askıya alınması önerisi ile TBMM eski
Başkanı Bülent Arınç'ın 2005 yılında sarf ettiği Anayasa Mahkemesinin
kaldırılmasına yönelik beyanları birlikte değerlendirildiğinde davalı partinin
demokratik ve laik rejimin güvencesi olan kurumlar için neyi planladığı, rejimi
ortadan kaldırmak için neleri göze aldığı açıkça anlaşılmaktadır.
Laik Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının 24. maddesinde;
'kimsenin devletin sosyal, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa,
din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama
amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince
kutsal sayılan şeyleri istismar edemeyeceği ve kötüye kullanamayacağı'
emredilmesine rağmen, uluslararası dâhil, tüm platformlarda bu temel kuralın
çiğnenmesinden de sakınılmamıştır. Davalı partinin, İddianame, esas hakkındaki
görüş ve yukarıda belirtilen beyan ve eylemleriyle; Cumhuriyet'e ve onun
değerlerine, kazanımlarına ve kurucusu Atatürk'e saldırdığı, karaladığı ve
yıprattığı, nihayetinde demokrasiyi ortadan kaldırmayı hedeflediği halde,
Ülkemizde ve Dünya'da Türkiye'deki Anayasaya uygun hukuki girişimleri demokrasi
taraftarları ile ona karşı olan statükocular arasında geçen bir iktidar
mücadelesi gibi sunduğu da görülmektedir.
Tüm bunlar, dini ve dince kutsal sayılan değerleri
istismar eden, kötüye kullanan, devlet işlerine ve politikaya karıştıran bir
gelenekten gelenlerin, bütün siyasi sermayesi riya ve takiye olanların,
demokratik ve laik Cumhuriyetle bazı sorunları olduğunu göstermektedir. Bütün
saldırılarına, karalama kampanyalarına, baskılara, komplo ve tuzaklara rağmen
Cumhuriyeti ve onun devrimlerini korumaya azimli ve kararlı anayasal kurumların
direnci karşısında bocalamakta, yanlışlarını çoğaltmaktadırlar. Bu kurumların
mevcudiyetini bile tartışmakta, bütün demokrasi dışı totaliter isteklerini
yürürlüğe koymak için gayret göstermektedirler. İç ve dıştaki bütün olağanüstü
destek ve ittifaklara rağmen Cumhuriyet kurumlarının direnişi, bu amansız ve
çirkin saldırılara karşı yalnızca hukuka dayanarak karşı koyması, davalı parti
ve yandaşlarının öfkesini arttırmaktadır. Emperyalizmin icadı ılımlı İslam
rejimini bu ülkeye dayatacaklarını sananlar er veya geç hüsrana uğrayacak,
evrensel ilkelere, akıl ve bilime dayanan Laik Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar
kalacaktır.
Sayın Başkan, Yüksek Mahkemenin değerli üyeleri; tarihin
kaydettiği en büyük trajedilerden olan İkinci Dünya Savaşına, 'hukuksal denetim
mekanizmaları bulunmayan bazı demokrasilerin açıklarından yararlanarak iktidara
gelen, sonrasında ise iktidarın demokratik yöntemlerle el değiştirmesinin
koşullarını ortadan kaldıran bazı faşist ve nasyonalist totaliter anlayışların
sebep olduğu' herkesçe bilinmektedir. Batı demokrasileri İkinci Dünya Savaşının
sebep olduğu büyük yıkım ve kıyımlardan ders çıkarmış, erkler ayrılığı, hukuk
devleti ile temel hak ve özgürlükleri demokrasinin temel kuralları arasına
yerleştirmişlerdir. Ülkemizde de, 1950 ile 1960 yılları arasında iktidarda
bulunan bir siyasi partinin parlamento çoğunluğuna dayanarak oluşturduğu 'tahkikat
encümenleri' vasıtasıyla diktatörlüğe yönelmesi, erkler ayrılığı ilkesinin 1961
Anayasası ile demokrasimize kazandırılmasını sağlamıştır. Erkler ayrılığı
ilkesi, egemenliği ulus adına kullanan üç erkin eşitliği ve işbölümü içinde
işbirliği esasına dayanır. Bu ilke, yasama ve yürütmenin gücünün, çoğunluk
diktatörlüğüne dönüşerek demokrasiyi sona erdirmemesi için sınırlandırılması,
denetlenmesi ve bu yolla dengelenmesi esasını temel alır. Hukuk devleti kavramı
da, hukukun üstünlüğünü gözeten erkler ayrılığının bir sonucudur.
Erkler ayrılığı ve hukuk devleti ilkeleri, 1982
Anayasasında da kabul edilmiştir. Anayasaya göre, egemenlik kayıtsız şartsız
ulusundur. Ancak Ulus, egemenliğini Anayasa'nın koyduğu esaslara göre yetkili
organları eliyle kullanır. Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin
gereği olarak yasama ve yürütmenin tüm eylem ve işlemleri yargı denetimine
bağlı kılınmış; yargı kararlarının herkesi bağlayacağı kabul edilmiştir.
Bu bağlamda, Anayasanın başlangıç kısmında ve muhtelif
maddelerinde belirtilen laiklik ilkesi de Cumhuriyetin ve demokrasinin
vazgeçilmez ilkeleri arasında yer almıştır. Yüksek Mahkemeye sunduğumuz
iddianame ve esas hakkındaki görüşümüzde, davalı partinin temelli kapatılması
istemimize, gerekçe olarak, anılan partinin kuruluşundan dava tarihine kadar
geçen süreçte laikliğe aykırı söz ve eylemlerini esas aldığımızı ayrıntılarıyla
belirtmiştik. Anayasanın başlangıç kısmında, laiklik ilkesi gereği kutsal din
duygularının Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı; 2
nci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik ve lâik bir hukuk devleti
olduğu; 24 ncü maddesinde de, Devlet'in sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal
temel düzeninin din kurallarına dayandırılamayacağı belirtilmiş, bu suretle
davalı parti ileri gelenlerinin söylemlerinin aksine, laikliğin Anayasada
işlevsel bir tanımı yapılmıştır.
Yüksek yargının istikrar kazanan kararları ile açıklanan
Devletimizin temel niteliği olan laiklik ilkesi, dinsel inançlar arasında
hiçbir fark gözetmeyen, toplumsal barışı ve düzeni sağlayan, ayrımcılığı
önleyip eşitliği temin eden bir yaşam biçimidir. Laik devlet düzeninde kamusal
düzenlemelerin kaynağı dinî kurallar olamaz ve bu düzenlemelerin dinî kurallara
göre yapılması düşünülemez. Dünya işlerinin lâik hukukla, din işlerinin de
(inanç ve ibadet çerçevesinde) kendi kurallarıyla yürütülmesi, çağdaş
demokrasilerin dayandığı temellerden birisidir. Dinin siyasete alet edilmesinin
yasaklanması da, laiklik ilkesinin doğal bir sonucudur.
Hâlbuki davalı parti, laikliği toplum içindeki inançlara
göre tayin edip her inanca hak ve özgürlük tanınması biçiminde yorumlamıştır.
Bu düşüncenin, ülkeyi, devleti yönetmek için iktidara gelenlere, mensup
oldukları tarikatlara göre devleti, toplumu şekillendirme serbestîsi vermeyi
amaçladığı açıktır. Bu parti ileri geleninin 'dini her alandan kovan felsefi
bir laikçiliğin temsilcisi değiliz' şeklindeki açıklamasının başka da anlamı
yoktur.
Sayın başkan ve değerli üyeler; iddianamemize dayanak
yapılan delillerden birisi, Anayasanın 4 ncü maddesi uyarınca değiştirilmesi ve
değiştirilmesi için teklif verilmesi yasaklanmış bulunan laiklik ilkesine
aykırı olarak Anayasanın 10 ncu ve 42 nci maddelerinde değişiklik yapılması ve
buna bağlı olarak Yüksek Öğretim Kanunu'nun Ek 17 nci maddesinin
değiştirilmesine ilişkin olarak yasa teklifi verilmesidir.
Söz konusu değişikliklere ilişkin gerekçelerin ve
komisyon raporunun incelenmesinden, amacın yüksek öğretimde türban
serbestîsinin sağlanması olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Türban ile yüksek öğrenim görmenin ve kamuda görev
almanın kişi temel hak ve özgürlükleri kapsamında bulunmadığı ve laiklik ilkesi
karşısında hukuken koruma göremeyeceği ulusal ve uluslararası yargı kararları
ile sabit bulunması karşısında; davalı siyasi partinin yüksek öğrenimde türban
serbestîsinin özgürlüklerin genişletilmesi niteliğinde olduğunu ileri sürmesi
bütünüyle bir saptırmadan ibaret olup, hukuki değerden yoksundur.
Nitekim Yüksek Mahkemeniz Anayasa'nın 10 ncu ve 42 nci
maddelerinde yapılan değişikliği, yine Anayasa'nın 2 nci, 4 ncü ve 148 nci
maddeleri uyarınca iptal etmiş ve yürürlüğünün durdurulmasına karar vermiştir.
Bu karar ile iddianamede laikliğe aykırılığın en somut delili olarak sunduğumuz
eylem sübut bulmuş, kesinleşmiştir.
Kaldı ki, davalı siyasi partinin amacı, yalnızca türbanın
yüksek öğrenimde serbest bırakılması değildir. Başta genel başkan olmak üzere
davalı parti üyelerinin hedefledikleri din esasına dayalı bir sisteme adım
adım, aşamalı bir biçimde geçme konusundaki politikalarını dışa vuran beyanları,
kamuda türban serbestîsinin bir sonraki aşama olduğunu belirten açıklamaları
birlikte değerlendirildiğinde; asıl amacın, Anayasal sistemin din kurallarına
dayalı bir rejime dönüştürmek olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Davalı Parti esas hakkındaki savunmasında, Genel Başkan
ve diğer parti üyelerinin eylem ve söylemlerinin laikliğe aykırılık
içermediğini, iddianamede belirtilen sözlerin, konuşmaların bütünü içerisinden
cımbızlandığını ileri sürmüştür. Beyanların tamamı incelendiğinde, bütünlülüğü
ile de iddianameye alınan sözlerin anlamını değiştirmediği ve geçerliliğini
koruduğu görüldüğü gibi, 178 başlık altında toplanan iddialar bir bütünlük
içinde değerlendirildiğinde; eylem ve söylemlerin Anayasal rejimi dönüştürmek
için sistemli bir biçimde, ardışık olarak ifade edildiği ve ortaya konulduğu
görülecektir. Bu söz ve eylemler davalı parti tarafından bir plan dâhilinde ve
birkaç aşamalı olarak yürürlüğe konmuş ve uygulanmıştır.
Bu planın birinci aşaması, partinin bütün söylemlerinde
ağırlıklı olarak dini söylem ve referansları kullanmasıdır.
İkinci husus, laikliğe aykırı bu söylemlerin düzeyinin,
partinin kuruluşundan kapatma davasının açıldığı tarihe kadar yükselen bir ivme
izlemiş olmasıdır.
Planın dikkati çeken üçüncü aşaması ise; laikliğe aykırı
söylemlerle toplumun ve kurumların tepkisini ölçme ve bunlara göre tavır alma
biçiminde gerçekleşen 'gerginlik' politikasının sıklıkla kullanılmasıdır. Bu
yöntem ile demokratik ve laik Cumhuriyetin kazanımlarına ilişkin bir konu,
bilhassa partinin genel başkanı tarafından tartışmaya açılmakta, eğer güçlü bir
muhalefet ile karşılaşılmaz ise, partinin diğer ileri gelenleri tarafından da
işlenerek toplumda genel bir kabul oluşturularak yasal bir düzenleme ile
sonuçlandırılmaktadır. Eğer yoğun bir tepki alınırsa konu beklemeye alınmakta,
ileride uygun bir zamanda tekrar gündeme taşınmaktadır. Bu yöntem, laikliğe
aykırı eylem ve söylemlerin dozu artırılarak sıklıkla uygulanmakta ve
dönüştürülmesi istenen hususlar benimsetilmeye çalışılmaktadır. Davalı partinin
türban konusunda 'mutabakat süreçleri' olarak adlandırdığı yöntem de, bu
planının uygulanmasına bir örnektir. Anımsanacağı gibi, davalı partinin genel
başkanı türban konusunda başlangıçta yapılan tartışmalardan istedikleri sonucu
alamayınca, Cumhuriyetin temel niteliklerinin hiçbir biçimde değiştirilmesinin
mümkün olamayacağı gerçeği dışlanarak, önce 'toplumsal mutabakatın sağlanması',
sonra da 'kurumsal mutabakatın sağlanması' gibi müphem söylemlerle süreci
zamana yaymış, nihayet iktidarlarının altıncı yılında Anayasanın 10 ve 42.
maddelerinin değiştirilmesi noktasına taşımıştır. Böylece, Cumhuriyetin
değiştirilmesi teklif edilemeyecek niteliklerinin toplumsal ve kurumsal
mutabakatla değiştirilebileceği görüşü yerleştirilmeye çalışılmıştır. Hiç
şüphesiz, bu konuda bir başarı sağlanmış olsaydı aynı plan gereği türbanın,
kamuda da serbest bırakılması noktasına taşınacağından bir kuşku
bulunmamaktadır.
Davalı partinin demokratik ve laik rejimi değiştirme
planlarında uyguladığı dördüncü yöntem; iktidar gücünü kullanarak temin ettiği
medya gücünün desteği ile yürüttüğü çarpıtmadır. Bu bütünüyle, laik rejimi
karalama, şimdiye kadar yaşanan her türlü olumsuzluğun suçunu laik Cumhuriyete
yıkma, ona sahip çıkanları, 'statükocu, laikçi, indirgemeci, siyasi dinozor'
gibi kavramlarla karalayarak mahkûm etme, takiye mantığı ve uygulaması ile
gerçek amacını gizleyerek işbirliği yaptığı bazı uluslararası çevrelerin özel
amaçlı destekleri sayesinde ılımlı İslam ideolojisini çağdaş ve demokratik bir
siyasi anlayış, bir hak ve özgürlük algısı olarak topluma sunma çabasıdır. Bu
cümleden olarak; her fırsatta Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana
uygulanan laiklik anlayışının sözüm ona demokratik eleştirisi yapılarak bu
ilkenin içeriğinin boşaltılmasına özel bir gayret sarf edilmektedir. Esas
hakkında savunmalarında yer alan 'laikliğin bir yaşam biçimi olmadığına'
ilişkin savunmaları da bu gayretin bir sonucudur.
Sayın başkan, sayın üyeler; laiklik ilkesi Anayasanın
Başlangıç kısmı ile 2. ve 24. maddelerinde açıkça tanımlanmış, istikrar kazanan
Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay kararları ile etraflı bir biçimde
açıklanmış, İHAM kararlarıyla da bu ilkenin ve mevcut uygulamanın İHAS'a aykırı
olmadığı saptanmış, Türkiye için taşıdığı özel öneme defalarca vurgu
yapılmıştır. Davalı partinin laiklik ilkesinin içeriğini boşaltma gayretleri,
esas hakkındaki savunmasına da yansımıştır. Laikliğin bir yaşam biçimi
olamayacağına ilişkin görüşle, Cumhuriyetin laiklik anlayışı ve uygulamalarına
saldırıya devam olunmuştur. Yukarıda açıklanan Anayasa hükümleri ile yargı
kararlarında tanımlanan laiklik ilkesine dayanan iddianame ve esas hakkındaki
görüşümüz, Sovyetler Birliğinin laiklik anlayış ve uygulamalarıyla eşdeğer
gösterilmeye çalışılarak, sadece 'kendilerine demokrat' olduklarını ikrar etmişlerdir.
Davalı partinin 'demokratik laiklik' söylemiyle kamuoyuna sunduğu, sistemin
uygulama şansı bulması hâlinde, ortada laiklik ilkesinin adından başka bir
şeyin kalmayacağı çok açıktır. Bu durum, davalı partinin özlemle beklediği bir
sonuçtur. Ancak bütün sözde bilimsel kurnazlıklara rağmen laikliğe aykırı söz
ve eylemlerin bir hak ve özgürlük algısıyla topluma sunulması, bu fikirlerin
çağın gerisinde kalan bir düşünce olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmeyecektir.
Davalı partinin rejimi İslami bir yapıya dönüştürürken
uyguladığı planın beşinci ayağı, laik Cumhuriyetin ve demokrasinin güvencesi
olan kurumlara yönelik sistemli hukuk dışı saldırılardan oluşmaktadır. Bu
bağlamda, başta Yargı olmak üzere Cumhuriyet değerlerinin koruyucusu bütün
kurumlar darbeci, statükocu gibi sıfatlarla karalanarak işlev ve etkinlikleri
yok edilmeye çalışılmaktadır.
Yaşanan süreci değerlendirdiğimizde; bu beş başlık
altında uygulamaya konulan yöntem, ne yazık ki sonuç vermiş ve toplumun geriye
doğru evrilmesinde önemli bir rol oynamıştır.
İşsizlik, ekonomik kriz, kuraklık, çevre sorunları,
katlanan dış borçlar ve büyüyen cari açık, tıkanan AB süreci, etnik ve bölücü
terör gibi çözüm bekleyen onlarca temel sorun artarak büyürken, üniversiteye
gidemeyen yüz öğrenciden sadece birisinin sorunu olduğu bilimsel araştırma ve
istatistiklerle kanıtlanmış olan türban, son altı yılın en önemli sorunu olarak
sunulabilmiş, bu uğurda Anayasanın 10 ncu ve 42 inci maddeleri bütün sağduyulu
çağrılara karşın, değiştirilmiştir. Başsavcılığımızı ve partinin faaliyetlerini
eleştiren herkesi 'niyet okuyucu' olmakla suçlayanların, 'gizli programları'
olmadığını savunanların; bütün bu temel sorunlar ortada dururken bir siyasi
simge olduğuna kuşku bulunmayan türban konusunda ısrarlı çabalarının gerekçesi
ne olabilir' Aslında bu sorunun tek bir açıklaması vardır: Bilmektedirler ki,
türban, laik Cumhuriyete bir seçenek olarak dayatılan ılımlı İslam'ın, din
esaslı devlet sisteminin kapısını açacak bir anahtardır. Yakın zamanda bir
televizyon programında 70 milyonun önünde Atatürk'e hakaret edip, Humeyni'ye
övgüler yağdıran, tam bağımsız ve laik Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşamaktansa,
İngiliz Mandası altında yaşamayı tercih edebileceklerini ifade edenlerin, neyin
savunucusu oldukları ve bu ülkeyi nasıl bir geleceğin beklediği çok açık olarak
görülmüştür.
Sayın Başkan, Yüksek Mahkemenin değerli üyeleri; davalı
partinin türban için bu kadar mücadeleyi göze almasının nedeni, türbanın siyasi
simge, Cumhuriyete karşı açılmış karşı devrimin (yeşil devrimin) sancağı
olmasıdır.
Yoksa ülkenin bu kadar temel sorunu varken, zihniyetleri
ve birikimleri Humeyni sevgisi ve Atatürk düşmanlığından öte gidemeyen, dünyevi
kurtuluşu Kanada hükümetine ilticada, ilahi kurtuluşu İngiliz Mandasına
teslimiyette bulmuş, depremde ölen on binlerin acısı bütün insanlarımızın
kalbinde henüz çok taze iken, açtıkları ' 7,4 yetmedi mi' ' gibi pankartlarla
havsalaya sığmayacak acımasızlık örnekleri sergileyebilen, bu uğurda üç-beş
yaşındaki kız çocuklarını bile kara çarşaflara büründürüp meydanlara sürmekten
çekinmeyen, kendilerini ezen ailelerine, erkek kardeşlerine, babalarına,
tarikat baskısına direnemeyen, ancak onları birey hâline getirip özgürleştiren
Cumhuriyet Devrimlerine karşı çıkmayı akıl ve mantığa sığmayacak bir özgürlük
zanneden, kadını eve kapatmaktan, köleleştirmekten başka bir zihniyeti olmayan
bir siyasetin aracı olarak kullanılan kişilerin (burada mütedeyyin şahıslar
hariç olmak üzere diye ilave ediyoruz) sorunları nasıl bu kadar önemli
olabilir'
Şüphesiz, bu yolla üniversitelere nüfuz edildikten sonra,
ortaöğretim, ilköğretim ve kamu kurumlarına giden yol açılacak, hedefledikleri
siyasi İslam'ın şekilsel görüntüsü tamamlanmış olacaktır.
Ancak, takiye ile sonuca gideceklerini zannedenler bir
kez daha yanılmıştır. Bu girişim, Yüksek Mahkemenizin Anayasal değerleri koruma
konusundaki değişmez, sarsılmaz kararlığı ile engellenmiştir. Davalı parti söz
konusu karar karşısında bile hiçbir akıl ve hukuk mantığıyla bağdaşmayacak bir
savunma geliştirmiş, iptal kararının, yapılan Anayasa değişikliğinin, delil
olma niteliğini ortadan kaldırdığını, bunun yanı sıra, siyasi iktidarın
icraatlarının, anayasa yargısı ve idari yargı yoluyla denetlendiğinden bahisle
kapatma davasına konu edilemeyeceğini savunmuştur.
Esas hakkında görüşümüzde de belirttiğimiz üzere;
yasaların anayasaya uygunluğunun denetlenmesi, idarenin her türlü eylem ve
işlemleri ile yasalar için yargısal denetim yolunun bulunması, davalı partinin
laikliğe aykırı eylemlerin odağı hâline gelmesi nedeniyle hakkında dava
açılmasını ve kapatma yaptırımı uygulanmasını gereksiz kılmaz. Tam aksine,
kararlı ve ısrarlı eylem ve söylemleriyle Devletin ve demokrasinin vazgeçilmez
ilkesi olan laiklik prensibine aykırı davranan iktidardaki siyasi parti
hakkında, toplumsal barış ve anayasal düzen (demokrasi) için tehlike
oluşturması nedeniyle her iki denetim mekanizmasının birlikte işlemesi ve
özellikle kapatma yaptırımı uygulanması zorunlu bulunmaktadır. Bu nedenle,
siyasi iktidarın icraatlarının, anayasa yargısı ve idari yargı yoluyla denetlendiğinden
bahisle kapatma davasına konu edilemeyeceğine, anayasa değişikliklerinin iptal
edilmiş olmasının davanın dayanağını ortadan kaldırmış bulunduğuna ilişkin ön
savunma ile esas hakkındaki savunmaya itibar edilemez.
Sayın Başkan ve değerli üyeler; davalı partinin tüm
savunmaları ve dava ile ilgili kamuoyuna yansıyan beyanları incelendiğinde bir
husus hemen dikkati çekmektedir. Davalı parti hukuki bir savunma yapmak yerine,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığını hedef alan; hiçbir hak, insaf ve nefaset
ölçüsüne riayet edilmeden küçültücü sıfat ve tanımlamalarla saldırıya
geçmiştir. Bu saldırılara bazı yabancı siyasetçi, bilim insanı ve kurumların
katılımının sağlandığı kamuoyuna yansıyan yayınlardan açıkça anlaşılmıştır. Sadece
bu durum bile gösteriyor ki Cumhuriyet, çok ortaklı büyük bir tehlike ile karşı
karşıyadır.
Davalı parti saldırı eksenli savunmalarında, iddianamenin
önyargı ve siyasi saikle düzenlendiğini iddia ederek hakkındaki isnadı ve
kanıtları karartma, gölgeleme gayreti sergilemektedir. Oysa dava, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığına Anayasanın verdiği yetki ve görev çerçevesinde,
Anayasanın 69/6 ile SPK'nun 101. maddesinin (b) bendi uyarınca açılmıştır.
Davalı parti savunmalarında ağırlıkla, iddianameye konu
söz ve eylemlerin ifade özgürlüğü ve yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunduğunu
kabul ettirebilme çabasındadır. Oysa, isnat edilen bütün söylem ve eylemler
birbiri ile ardışık ve uyumlu olup, belirgin bir hedefin gerçekleştirilmesine
yöneliktir. Siyasi rejimi değiştirmeye yönelik bu fiillerin ifade özgürlüğü,
yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunmadığı Refah Partisi ve Fazilet Partisi
kararlarında Yüksek Mahkemenizce açıkça vurgulanmıştır.
Kapatılan bu partilerin siyasi mirasçısı olan Davalı
partinin iddianamede yer alan eylemlerinde de bu partilerin amaçlarıyla bir
uyum ve aynilik söz konusudur.
Yukarıda da belirtildiği üzere, davalı parti hakkında
açılan kapatma davasında esas aldığımız hukuki dayanaklarımız Anayasa, SPK,
İHAS hükümleri ve İHAM kararlarıdır. Davalı parti, sadece tavsiye niteliği
bulunan Venedik İlkelerini gerekçe göstererek şiddet içermeyen, şiddeti teşvik
etmeyen söz ve eylemlerin parti kapatmada esas alınamayacağını savunmaktadır.
Bu savunma, Refah Partisi ile ilgili İHAM kararı karşısında hukuki dayanaktan
yoksundur. Çünkü, İHAM'ın Refah Partisi kararında şiddet unsuru ikinci
plandadır. Kararda esas alınan husus, partinin laikliğe aykırı söz ve eylemleri
ile hedeflediği amacın demokratik bir toplum gerekleri ile bağdaşmamasıdır.
Laiklik ilkesine aykırı davranışların İHAS'ın 9. maddesi karşısında koruma
göremeyeceği açıktır. Nitekim, Refah Partisinin söz ve eylemleri ile şeriat ve
onun bir sonucu olan çok hukukluluğun hedeflendiği saptanmış, kapatma kararının
İHAS'ın 9 ncu maddesine aykırı olmadığı sonucuna varılmıştır. Bu bakımdan
davalı partinin hedeflediği şeriatın, çok hukukluluğu da içerdiğinde kuşku
bulunmamaktadır. Davalı siyasi partinin iktidarda bulunması, hedeflediği toplum
ve devlet modelini sabırlı bir biçimde ve adım adım gerçekleştirme yönündeki
politikası, istediği yasal ve Anayasal değişiklikleri zamanı geldiğini
düşündüğünde gerçekleştirdiği olgusu birlikte değerlendirildiğinde; adı geçen
partinin hedeflediği demokratik sisteme aykırı olan şeriata dayalı bir rejimi
hayata geçirmesinin mümkün olduğunu göstermektedir.
Davalı siyasi partinin, iddianame ve esas hakkında
görüşümüzde etraflı bir biçimde açıklandığı üzere şeriata ve çok hukukluluğa
dayanan bir sistemi amaçladığı, devleti adım adım şeriat ile yönetilen bir
devlete dönüştürmeye çalıştığı başta genel başkan olmak üzere her kademedeki
parti üyelerinin beyanları ve davalı partinin eylemleri ile ortaya çıkmıştır.
Şeriat ve çok hukukluluğun demokrasi ve demokratik toplum ile bağdaşmadığı İHAM
kararlarında vurgulanmıştır.
Katillere af yetkisinin maktulün varislerine ait
olduğunun beyan edilmesi türban konusunda verilen yargı kararı üzerine
mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı bulunmadığının, söz söyleme hakkının din
ulemasına ait olduğunun ifade edilmesi, Devlet Planlama Teşkilatının 9.
Kalkınma Planı kapsamında oluşturulan özel ihtisas komisyonu raporunda, zekât
sisteminin özel kurum ve teşkilatına kavuşturulması, bu amaçla zekât mağazalar
zinciri oluşturulması, davalı parti genel başkanı hakkındaki 2 ve 50 numaralı
iddialar, davalı siyasi partinin şeriata dayalı bir sistemi amaçladığını ve bu
nedenle çok hukuklu bir düzeni istediğini somut ve belirgin olarak ortaya
koymaktadır.
İslami bir devlet yapılanmasının şeriatı ve bu boyutuyla
cihadı da içerdiğinden şiddeti de kapsadığı ortadadır.
Kaldı ki; Başbakan ve davalı partinin Genel Başkanı Recep
Tayyip Erdoğan BM'nin 'küresel terörü destekleyenler' listesinde adı geçen
Yasin El Kadı için 'El Kadı'ya param kadar kefilim. Tanımadığınız, bilmediğiniz
insan için terörist ifadesi kullanamazsınız',
Adana Milletvekili Abdullah Çalışkan; ''Gençler devrim
istiyor. Ben de bir romantik devrimci olarak elbette devrimden yanayım. Ama
devrimin turuncusu olmaz. Ara renk olmaz devrimde. Devrim ya kırmızıdır, ya da
yeşildir. Ben yeşilden yanayım'''Bu devrimci ateşinizin asla sönmemesini
diliyorum'',
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım;''Reformlar sancılı
olur. Güle oynaya yapılmaz. Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken birçoğu
kanlı oldu. Bu konuda sabır ve zamana ihtiyacımız var'',
Eski TBMM Başkanı Bülent Arınç; ''İnsanlar sokakta teneke
çalmaya başladı. Yüzde 47 oy almış bir parti, mütevazı olacağım diye, teneke
çalıp gürültü yapanların karşısında neredeyse mahcup durumda''- türbanlı
öğrencileri kastederek, ''Onlar bu kıyafetiyle giremezken, çok sevgili
arkadaşları hangi kıyafetle okula giriyorlar, hepiniz biliyorsunuz'',
Şeklinde beyanlarda bulunmuşlardır.
Bu beyanlar ve davalı partinin diğer faaliyetleri ile
'laikliğin yeniden tanımı yapılarak dinî simgelerin (türban) hak ve özgürlük
olarak gösterilmeye, devletin ve toplumun şekillendirilmeye çalışılması,
toplumun laik-anti laik diye saflara ayrılması, yüksek öğretimde türbanın
serbest bırakılması için yasal düzenlemelere başvurulması ve bu yönde Anayasa
değişikliği yapılması, kamusal alanda da türban serbestîsi istenmesi, oy
çokluğu nedeniyle çoğulculuk yerine çoğunlukçuluk anlayışıyla yapılan,
kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü prensibini dışlayan beyanlarda
bulunulması' laik düzenden yana olan vatandaşlar üzerinde gerginlik, kaygı, panik
yaratılmasına ve saflar arasında nefret duygularının oluşturulmasına sebebiyet
vermiş, şiddet teşvik edilmiştir. Bu ortam, toplumda açıkça görülmektedir.
Nitekim, iddianamede de ayrıntılarıyla belirttiğimiz
Danıştay 2. Dairesinin türban kararına ilişkin olarak; Başbakan ve AKP Genel
Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın; ''Böyle bir kaba gürültüye de pabuç bırakma
niyetinde de değiliz. Biz fani olduğumuzu aklından çıkarmayan bir anlayışın
mensuplarıyız. Kalıcı değiliz. Bugün varız, yarın yokuz. Baki kalan bir hoş
sada... Ölümün nerede ne zaman geleceği belli mi..' Sivas Milletvekili Selami
Uzun'un 'ancak dehşet denebilir', Adalet ve Kalkınma Partisi Kilis Milletvekili
Hasan Kara'nın 'Böyle bir karar toplumda infiale neden olur ve vatandaşlarımız
üzerinde sıkıntıya yol açar.' şeklindeki sözleriyle gösterdikleri tepkilerin
ertesinde bir gazetede kararı veren Daire üyelerinin resimleri yayınlanmış,
kısa bir süre sonra da, Danıştay'ın 2. Dairesine müzakere sırasında silahlı
saldırıda bulunulmuş, Üye Mustafa Yücel Özbilgin öldürülmüş, diğer yargıçlar da
ağır yaralanmıştır.
Suçu işlediği tespit edilenlerin yargılanmaları sırasında
sanıklardan Alparslan Arslan'a son sözü sorulduğunda, 'Genelkurmay şeriatın
önüne geçmeye çalışmasın, Abdullah Gül'den, Başbakan Erdoğan'dan ve imanlı
kişilerden Türkiye'de şeriatı ilan etmelerini istiyorum, yoksa kan dökülür.'
Diğer sanık Osman Yıldırım'da Atatürk'ü kastederek, 'O İngiliz piçinin kurduğu
cumhuriyeti başınıza yıkacağız, benim yegâne görevim cumhuriyeti yıkıp 2 nci
Osmanlı Devletini kurmak.' ve bunun gibi sözler ve hakaretlerde bulunmuşlardır.
Sanıkların son duruşmadaki sözleri bile eylemi hangi
saiklerle yaptıklarını, toplum içinde yaratılan gerginlik, nefret ve şiddet
ortamını ortaya koymaktadır.
Danıştay saldırısı, davalı partinin yarattığı gerginlik,
nefret ve şiddet ortamının ürünüdür. TBMM Eski Başkanı Bülent Arınç'ın Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısını hedef alarak söylediği, 'Ölüm en büyük gerçek. Bunu
başsavcı da görmeli, tüm siyasetçiler de görmeli. Ölüm bize şah damarlarımızdan
daha yakın. Hepimiz faniyiz. En büyük hatip musalla taşındaki cenazedir. Susar
ama çok şey söyler' şeklindeki sözleri, Danıştay saldırısı da gözetildiğinde
davalı partinin şiddet çağrısı niteliğindeki beyanlarını sürdürdüğünü
göstermektedir.
Davalı partinin genel başkan ve üyelerinin gerginlik
istemedikleri yönündeki beyanlar altında sürekli olarak gerginlik yaratmaya
yönelik söylem ve eylemlerde bulunmaları, uyguladıkları takiye yönteminin bir
göstergesidir.
Davalı partinin iddianamede belirtilen eylemleri ile
Anayasanın 68/4, 69/6 ve SPK'nun 101/b maddeleri anlamında laikliğe aykırı
eylemlerin odağı olduğunda kuşku bulunmamaktadır. Bu eylemlerden büyük bir
kısmı parti genel başkanına aittir. Ülkemizde siyasi partiler birer lider
partisi niteliğindedir. Partinin siyasal figürü olan genel başkanının mutabakat
süreçleri ile olgunlaştırıp, 'velev ki' ile ivme kazandırdığı, Anayasanın 10
ile 42. maddelerinin değiştirilmesi sonucunu doğuran laikliğe aykırı eylemleri,
odak olma ölçüsünde bir yoğunluk ve kararlılıkla işlenmiş, bu eylemlere
partinin diğer merkez organlarından herhangi bir itiraz gelmemiş,
benimsenmiştir.
Davalı partinin diğer üyelerinin, iddianamede yer alan ve
partinin genel başkanının beyanları ile örtüşen söz ve eylemlerinin laiklik
ilkesine aykırı olduğunda, aynı yoğunluk ve kararlılıkla işlendiğinde şüphe
yoktur. Parti Genel Başkanından, genel başkan yardımcılarına, milletvekillerine
ve yerel yöneticilerine kadar birçok partilinin belirli bir tarih içerisinde,
birbiri ile uyuşan ve ortak temelde laikliği hedef alan çok sayıda söz ve
eylemin münferit olduğu savunulamaz.
Değerli Başkan ve sayın üyeler; davalı partinin kapatmaya
esas alınan söz ve eylemlerinin ceza hukuku anlamında suç oluşturması ve
bunların ceza hükmü ile sonuçlandırılması gerektiği yönündeki ısrarlı
savunmasının dayanaksız olduğu iddianame ve esas hakkındaki görüşümüzde
ayrıntıları ile açıklanmıştır. Ayrıca, kapatılan Refah Partisi ve Fazilet
Partisi davalarının karar gerekçeleri karşısında böyle bir savunmanın geçersiz
olduğu açıktır. Siyasi parti kapatma davalarının, ceza muhakemesi hukuku
anlamında ceza davası olmaması, kapatmaya konu eylemlerin de ceza hukuku
kapsamında suç olma zorunluluğunu gerektirmemektedir. Bu nedenle, cezai
sorumluluk veya cezai bir yaptırım gerektirmeyen fiiller, siyasi partilerin
kapatılması nedenleri arasında yer alabilir. Suç olarak düzenlenmeyen eylemler
ile suç olmaktan çıkarılan fiiller, siyasi partiler için yasak olma niteliğini
ve varlığını sürdürebilirler. Anayasada parti kapatmaya ve odaklığa esas
alınan, söz ve eylemlerin anayasal düzene ve temel ilkelere aykırılık
oluşturmasıdır. Bu anlamda bir örnek vermek gerekirse, Fethullah Gülen'in
faaliyetleri Anayasal düzene ve laikliğe aykırı eylemlerdir. Bu nitelikteki
eylemlerin suç olmaktan çıkarılsa dahi siyasi partilere isnat edilebileceği
İHAM Refah Partisi kararıyla da sabit bulunmaktadır. Bu bağlamda, Fethullah
Gülen isimli tarikat liderinin yurt dışında kurduğu okulların bir ticari şirket
olarak değerlendirilerek temas ve işbirliği yapılması yönündeki Dışişleri
Bakanının genelgesi, ayrıca iddianamede 2/c-2,3,4,5,6,7,8,9 ve 10'uncu sırada
belirtilen beyan ve faaliyetler, laik devlet ilkesine aykırı olup partiye isnat
edilebilir niteliktedir.
Davalı partinin gazete haberleri ile sair medya
organlarından elde edilen ses ve görüntü kayıtlarının delil olarak
kullanılamayacağına ilişkin savunmasının da hukuki dayanağı bulunmamaktadır.
SPK'nın 98 nci ve 106 ncı maddelerinden açıkça anlaşılacağı üzere; Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığının siyasi partilere ilişkin soruşturmalarda
uygulayacağı yöntem 'delil serbestîsi ilkesidir'. Bu nedenle delillerin gazete,
televizyon, internet gibi iletişim araçlarından temin edilmesinin önünde yasal
bir engel bulunmadığı gibi, bu yöntem, siyasi faaliyetlerin izlenmesinin en
etkili yoludur. Kaldı ki, davaya konu beyanlara ilişkin delillerin başka türlü
elde edilme olanağı da bulunmamaktadır. Üstelik, bazılarına sizlerin de vakıf
bulunduğunuz bu beyanların önemli bir kısmı ulusal radyo ve televizyonlarda
yapılmıştır. Bu beyanlar kişilerin rızası ile yayınlanmıştır ve gizlilikleri
yoktur. Zaten, bu tür siyasi demeçler, ilgililerince yayımlanması için
verilmektedir. Hiçbir hukuk mantığı, kişinin kendi rızası ile ve yayımlanması
için verdiği bir konuşmanın geçersizliğini savunamaz. Davalı partinin Genel
Başkanı Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanı olduğunu, kendi rızası ile ve
yayımlanacağını mutlak bildiği bir televizyon programında söylemiştir. Bu bilgi
sadece televizyon programı ile de sınırlı kalmamış, başka televizyon, internet,
yazılı basın vb. yayın organları tarafından da kopyalanıp yayımlanmıştır. Bu
bağlamda, görsel ve yazılı basında yer alan bazı haber ve görüntüleri başka
kanallardan teyit etmek için internet olanaklarından yararlanılması, delil
serbestîsi ilkesinin bir sonucudur. Nitekim Genel Başkanın, Büyük Ortadoğu
Projesinin eşbaşkanı olduğuna ilişkin gazete haberleri, ses ve görüntü
kayıtları, bizzat davalı partinin internet sitesinden alınan bilgi ile de
doğrulanmıştır. Bildiğiniz gibi, hukuk abesle iştigal etmez ve hukukta
bilinenin ispatı da gerekmez.
Sayın Başkan ve değerli üyeler; laiklik ilkesine aykırı
uygulamaları sonucu ülkemizin dışarıya verdiği görüntünün bir 'Ilımlı İslam
Cumhuriyeti', davalı partinin ise 'Ilımlı İslami' parti olduğu, batılı ve yakın
coğrafyamızdaki ülkelerin siyasi çevreleri, üniversiteleri ile basını
tarafından açık bir biçimde dile getirilmektedir. Bu gerçek karşısında, davalı
partinin inkâra yönelik savunmalarının Ülkemiz için yaratılan görüntüyü silmeye
yeterli olmayacağı açıktır.
Sayın Başkan ve değerli üyeler; davalı parti hakkında
fiil ve söylemleriyle laikliğe aykırı eylemlerin odağı hâline geldiği
iddiasıyla dava açılmıştır. İddianamenin düzenlenmesinden sonra da davalı
partinin devlet ve toplumu İslami bir yapıya dönüştürülmesine yönelik
beyanlarının sürmesi ve laikliğe aykırı faaliyetlere yönelik etkili bir
yaptırım uygulamamasının sonucunda, Tarım ve Orman Bakanlığı'nın henüz kısa bir
süre önce Sivas'ta açmış olduğu biçki dikiş kursunun mezuniyet törenine
öğrencilerin türbanlı ve tek tip üniformalarıyla katılmalarına, aynı ilde
kutlanan kütüphane haftasında ilin yüksek görevli kamu görevlilerinin kamusal
alanda düzenlenen törende türbanlı öğrencilere ödül verilmesine, başta İstanbul
olmak üzere birçok il ve ilçede türbanlı bayan doktor, öğretmen ve diğer kamu
görevlilerinin vazife yapmalarına, ilköğretim ve ortaöğretim öğrencilerinin
türbanlı olarak öğrenim görmelerine ilişkin haber ve görüntülerin basında
sıklıkla yer alması, davalı partinin laikliğe aykırı eylemlerde bulunma
konusundaki ısrar ve kararlılığını sergilemektedir.
İçki satışı ve tüketimi konusunda dinsel inanç kaynaklı
kısıtlayıcı uygulamaların sürdüğüne dair basında çıkan haberler, davalı
partinin aksi yöndeki savunmalarını geçersiz kılmaktadır.
Sayın Başkan ve sayın üyeler; siyasi partilerin
demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğu, Anayasa ve Siyasi
Partiler Kanununda da ifadesini bulan evrensel bir kuraldır. Ancak siyasi
partilerin içinde vücut buldukları demokrasiyi yok etmeye yönelmeleri durumunda
sistemin buna seyirci kalması da beklenemez. Çoğulcu demokrasi ilkeleri, kendi
varlığını tehdit eden siyasi partileri sınırlama, yasaklama eğilimindedir.
Batılı demokrasilerde de parti yasakları ve parti kapatma vardır. Bu davanın
açılmasından sonra, 'bu çağda siyasi parti kapatılamaz-İktidar partisi
kapatılamaz' biçiminde eleştiriler aldığımız Avrupa siyasi çevreleri de gayet
iyi bilmektedirler ki; birçok Avrupa ülkesinde siyasi partiler rejim karşıtı
faaliyetleri nedeniyle kapatılmıştır. Üstelik bu siyasi çevrelerin en üst yargı
kurumu olan İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) laikliğe aykırı faaliyetleri
nedeniyle kapatılan Refah Partisinin kapatılmasını İnsan Hakları Avrupa
Sözleşmesine (İHAS) aykırı bulmamıştır. Bu nedenle önemli olan, siyasi
çevrelerin değil, son sözü söyleyen hukuk kurumlarının ne dediğidir. Ayrıca,
Avrupa'daki siyasi kişi ve kurumların ülkemizde görülmekte olan bir dava
nedeniyle bağımsız Türk yargısının işleyişine müdahale niteliğini taşıyan beyanlarda
bulunmaları, yargının bağımsızlığı ilkesine aykırıdır.
Sayın Başkan ve değerli üyeler; Türkiye'nin bu konuda
Batı'dan farkı, daha çok sayıda siyasi parti kapatılmasıdır. Ancak bunun nedeni;
demokrasimizin yasaklayıcı'müdahaleci yapısı değil; demokrasiyi
içselleştiremeyen bazı siyasi partilerin, bölücülük ve dine dayalı siyasi rejim
konusunda ısrarlı politikalarıdır. Demokrasinin, kendini ortadan kaldıracak
eylemlere hoşgörü ile yaklaşması beklenemez. Nitekim tüm demokrasiler,
kendisini ve rejimi tehdit eden siyasi partileri yasaklama eğilimindedirler.
Tehdidin somutlaşması, bu önlemin alınmasını ivedileştirmektedir. Üstelik,
ülkemizde laiklik karşıtı yapılanmalar bütün Cumhuriyet tarihi boyunca rejim
için en büyük tehlike olmuştur.
Davalı parti yönetici ve üyelerinin beyan ve
faaliyetlerinde takiye yöntemini benimsedikleri; demokrasinin amaç yerine araç
olarak görülüp sadece projelerini gerçekleştirmek için demokrasi, özgürlükler,
insan hakları gibi evrensel değerleri önüne alıp laikliği yıpratma olarak
kullanmaları, siyasal islamın simgesi hâline gelen türbanı 'velev ki siyasi
simge' tabiri ile kabullenmeleri, Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi
teklif edilemez ilkesine aykırı olarak 10 ve 42'nci maddelerini değiştirmeleri,
Yüksek Öğretim Kanununun ek 17. maddesinin değiştirilmesine ilişkin yasa
teklifi vermeleri ile açıkça ortaya çıkmıştır.
Bu projelere sahip olan bir siyasi partinin Anayasaya
aykırı faaliyetleri, Anayasa, Siyasi Partiler Kanunu, Birleşmiş Milletler İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesi ve İHAS hükümleri karşısında koruma göremez. Çünkü
bu yasa ve sözleşmeler, özgürlüklerin kötüye kullanılmasını ve yok edilmesini
himaye altına almamıştır.
Yukarıda da değindiğimiz gibi demokrasilerin kendilerini
koruma refleksinin bir gereği olarak hukuk düzenimizde de siyasi partilerin
faaliyetleri Anayasa ve yasalarla sınırlandırılmıştır. Siyasi partilerin tüzük
ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve ulusuyla
bölünmez bütünlüğüne, ulusal egemenliğe, eşitlik, hukuk devleti, demokratik ve
laik Cumhuriyet ilkelerine, insan haklarına aykırı olamaz.
Anayasakoyucu, siyasi partilere sınırsız bir özgürlük
tanımamış, bazı hallerde kapatılabileceklerini öngörmüştür.
2001 yılında 4709 SK ile Anayasanın 69. maddesinin 6.
fıkrasına eklenen bir cümle ile hangi hallerde siyasi partilerin 'odak' hâline
geleceği saptanmıştır.
Buna göre, siyasi partilerin yasaklanmış eylemlerin odağı
hâline gelebilmesi için:
Anayasaya aykırı fiillerin bir partinin üyelerince
'yoğun' bir şekilde işlenmesi ve bu durumun o partinin yetkili organlarınca
zımnen veya açıkça 'benimsenmesi' veya Anayasaya aykırı fiillerin doğrudan
doğruya bir partinin yetkili organlarınca 'kararlılık' içinde işlenmesi gerekmektedir.
Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidara gelişinden
itibaren Anayasa'nın başlangıç kısmı ile 2. ve 24. maddelerinde işlevsel bir
tanımı yapılmış, Yüksek Mahkeme kararlarıyla da açıklanmış olan laiklik
ilkesinin Anayasadaki tanımının yeterli olmadığı söylemiyle aşındırmaya
çalışılması,
Laik devletin bütün inançlara eşit mesafede olması, ancak
dünyevi ilişkilerde devletin akıl ve bilimin ışığında ve dinden bağımsız olarak
düzenleme yapma yetkisi görmezden gelinerek 'ulemaya danışma, af yetkisi maktulün
mirasçılarına aittir' gibi söylemlerle dini hükümlerin referans gösterilmesi,
Din ve vicdan özgürlüğünü sınırsız ve kısıtlanamaz bir
hak gibi topluma benimsetilmesi ve benimsetilen bu inanç üzerinden türbanın
üniversitelerde serbest bırakılması ve bu serbestinin giderek tüm kamusal alana
yaygınlaştırılması için partili milletvekillerinden, belediye başkanlarına
kadar ortak bir söylem kullanılması,
İmam hatip lisesi mezunlarına üniversiteye girişte
uygulanan katsayı sistemi bir hak ihlali algısıyla sürekli eleştirilerek,
Tevhid-i Tedrisat Yasası'na ve eşitlik ilkesine aykırı olarak Cumhuriyet öncesi
gibi ikili bir öğretimin özendirilmesi ve bu okulların meslek okulu
hüviyetinden çıkarılmasına, orta öğretimin asıl unsurları hâline getirilmesine
çalışılması,
Eğitimin müfredat da dâhil olmak üzere Millî Eğitim Temel
Kanununa aykırı olarak dinselleştirilmesi,
12 yaşın altındaki çocukların Kur'an kurslarına devamını
engelleyen düzenlemelerin kaldırılmasına yönelik söylem ve çabaları,
Devlet kadrolarında siyasal İslamcı bir yapının
oluşturulması, özellikle üst düzey atamalarda liyakat ve kariyer yerine dinî
inanç ve aidiyetin ölçüt olarak öne çıkarılması,
Halk sağlığı ve gençliğin korunması bahanesiyle adeta
şer'i nizam uygulanırcasına alkollü içki satış ve tüketim alanlarının
daraltılması ve giderek yasaklanması,
Yurt içi ve yurt dışı her türlü resmi toplantı ve
törenlerde laik bir Cumhuriyetin yöneticileri oldukları hiçe sayılarak, dinsel
kimlik ve aidiyetlere vurgu yapılması, tanıtımlarda dinî motiflerin öne çıkarılması,
Dinî bayram ve günlerin ulusal bayramları gölgeleyecek
bir tanıtım ve gösteriş içinde kutlanması, her türlü siyasi faaliyette din ve
dince kutsal sayılan şeylerin tüm parti kademelerince istismar edilmesi,
Çoğulcu demokrasinin; kuvvetler ayrılığı ve hukukun
üstünlüğü prensibine dayandığı göz ardı edilerek Anayasanın değiştirilemez ve
değiştirilmesi teklif edilemez olarak belirlediği laiklik ilkesinin dolanılarak
ortadan kaldırılmaya kalkışılması, bu amaçla Anayasa'nın 10 ve 42 nci
maddelerinin değiştirilmesi, Yüksek Öğretim kanunun Ek 17 nci maddesinin
değiştirilmesi için yasa teklifi verilmesi,
Davalı partinin, temel hak ve özgürlüklerin geçerli
olduğu laik ve demokratik bir hukuk devletini değil, dinî kurallara dayanan,
referanslarını dinden alan bir devlet ve toplum modelini gerçekleştirmeyi
amaçladığını ortaya koymaktadır.
Bu eylemlerin partinin genel başkanından başlayarak genel
başkan yardımcıları, milletvekilleri ile teşkilatlarında ve ayrıca yerel
yönetimlerde görev alan her kademedeki partililerin yoğun, kararlı, ısrarlı ve
süreklilik gösteren beyan ve fiilleri ile işlenmesi, davalı partinin laiklik
karşıtı eylemlerin odağı hâline geldiğini kanıtlamaktadır.
Davalı siyasi partinin yukarıda belirtilen beyan ve
eylemlerinin bir kısmı dahi laikliğe aykırı fiillerin odağı hâline geldiğini
göstermeye yeterli bulunmaktadır.
Kuşkusuz, devlet ve toplum yaşamında dinî kuralların
egemen kılınmasını, nihayetinde şeriatı hedefleyen bu beyan ve eylemler çoğulcu
demokrasi içerisinde bile Anayasa'nın 14 ve İHAS'ın 17 nci maddeleri karşısında
koruma göremez.
Davalı partinin geçmişte üyesi veya yöneticisi oldukları
'Milli Görüş' yanlısı partilerin savunduğu dine dayalı devlet düzeninden, çok
hukukluluk ilkesinden ayrılamadığı, kendi hukuklarını egemen kılmak için yargı
kararlarına rağmen yüksek öğretim kurumlarında kılık ve kıyafetin (türbanın)
serbest bırakılmasını sağlamak için Anayasa değişikliğini gerçekleştirdiği
kanıtları ile ortaya konulmuştur.
Devlet ve toplum yaşamında kişilerin inançlarının veya
giyimlerinin ölçü alınması, bazı kesimlere toplum ve Devlet içinde ayrıcalık
tanımak olur ki; bu, eşitliği bozacağı gibi demokrasiye de aykırı düşer ve
oluşturulan farklı kimliklerin önce ayrımcılık, sonra da kaçınılmaz bir şekilde
bölünme nedeni olması sonucunu doğurur. Nitekim, davalı partinin eylem ve
söylemleri sonucunda, toplumun dindar olanlar ' olmayanlar diye ikiye ayrılmaya
başladığı görülmektedir.
Davalı parti başkan ve üyelerinin iddianamede belirtilen
beyan ve eylemleri, çok hukuklu bir sistem çerçevesi içinde şeriata dayalı bir
rejim oluşturmaya yönelik uzun vadeli bir politikanın varlığını ortaya
çıkarmıştır. Davalı partinin söz konusu politikasını uygularken ve öngördüğü
sistemi yerleştirirken, şiddete başvurma olasılığını dışlamadığı açıktır. Bu
projeler, demokratik toplum kavramıyla bağdaşmadığı gibi, demokrasiye yönelik
tehdidi daha somut ve yakın kıldığından açık ve yakın bir tehlike
oluşturmaktadır.
Davalı partiyi laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı
hâline getiren fiiller ve beyanlar, siyasi partinin Anayasanın 68/4. maddesi
delaletiyle 69/6. maddesi ve SPK.nun 101/b maddesi gereğince kapatılmasını
gerektirmektedir.
Savunmalarının aksine, İHAS hükümleri ve İHAM kararları da
davalı partinin temelli kapatılmasına uygun norm ve hükümler içermektedir.
Örgütlenme özgürlüğü içerisinde değerlendirilen siyasi
partiler, kural olarak Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi
ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS) tarafından korunmaktadır. Ancak bu
özgürlük, sınırsız olmayıp nispi niteliktedir. İHAS'ın 11'inci maddesinde 'bir
siyasi partinin eylemlerinin, Avrupa kamu düzeniyle çatışması ve sözleşmeyle
korunan alanın dışına taşması durumunda, yine sözleşmede öngörülen nedenlere
dayalı olarak sınırlandırılabileceği' hükme bağlanmıştır.
Bu düzenleme gözetildiğinde, ülkedeki demokratik rejimi
tehlikeye sokacak siyasi projesi bulunan veya siyasi amaçlar için gerektiğinde
şiddete başvurmayı amaçlayan siyasi parti için kapatma yaptırımı öngörülmesi ve
uygulanması İHAS'a aykırı değildir.
Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidar partisi olması
nedeniyle iddianamede ve yukarıda belirttiğimiz beyan ve eylemleri, laik
Cumhuriyet aleyhine giderilmesi olanaksız zararlar doğuracağından kapatma
yaptırımını gerektirmekte, ortaya konulan eylemler gözetildiğinde bu yaptırımın
uygulanmasında zorlayıcı sosyal gereksinim bulunmaktadır.
Zorlayıcı sosyal gereksinim değerlendirilirken gözetilen
uygun zaman, eylemlerdeki ağırlık, fiillerin isnat edilebilirliği, partinin
hedeflediği siyasi model, eylemlerdeki kullanılan yöntem karşısında; öngörülen
yaptırım fiillerle orantılıdır.
Kapatma davasının açıldığı tarihte davalı iktidar
partisinin türbanın yükseköğretim kurumlarına sokulması için Anayasa değişikliği
ile neden olduğu toplumsal kutuplaşma ve gerginlik dikkate alındığında ve
özellikle demokratik toplumun düzenli bir biçimde işlemesinin sağlanmaya
çalışıldığı ülkemizde, laiklik ilkesinin korunması yasal ve anayasal bir
zorunluluk olduğu gibi, bu ilkenin korunmasında genel bir çıkar da
bulunmaktadır.
Bu nedenle, laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı
durumuna gelen Adalet ve Kalkınma Partisinin, bu genel çıkar da gözetilerek
temelli kapatılması, zorlayıcı sosyal gereksinim de dikkate alındığında demokratik
toplum gereklerine uygundur. Siyasi parti kapatma davası hukuksal bir süreçtir.
Anayasa ve yasalar ile öngörülen bu sürecin 'yargı darbesi' olarak
nitelendirilmesi kabul edilemez. Demokrasi ve insan hakları nasıl
vazgeçilmezse, koruma altına alınması da kaçınılmazdır.
Sayın Başkan ve değerli üyeler; davalı partinin ön
savunması ile esas hakkında savunmasında belirtilen bazı hususlara ilişkin
açıklamalarda bulunmak istiyorum.
Savunmada;
1- İddianamenin 39. sırasında belirtilen Başbakanın
davalı parti kadın kolları başkanlığının 3. kuruluş yıldönümü nedeniyle Bilkent
Otelde yaptığı konuşmasında, Danıştay 2. Dairesinin Aytaç Kılınç'a ilişkin
olarak verdiği karardan hiçbir biçimde bahsetmediği savunulmuştur.
Başbakanın 19 Şubat 2006 tarihli bu konuşması,
iddianamenin 42. sıra numarası altında belirtilen Danıştay 2. Dairesinin Aytaç
Kılınç'a ilişkin kararına yönelik 11 Şubat 2006 tarihli beyanının devamı
niteliğindedir.
2- İddianamenin 16, 27 ve 39. sıralarında belirtilen
Başbakanın beyanlarının, kadınlara karşı ayrımcılıkla mücadelenin gerekliliğine
işaret eden, Anayasaya uygun konuşmalar olduğu ileri sürülmektedir.
Söz konusu beyanlardaki asıl amacın kamuda ve
üniversitelerde türban serbestisinin sağlanması olduğu, Anayasa hükümleri ile
yargı kararlarının aksine kamuda ve üniversitelerde türban serbestisinin
bulunmamasının bir ayrımcılık olarak göstermeye yönelik olduğu açıktır.
3- Eğitim Bir-Sen Sendikasının Cumhuriyet devrimlerine aykırı
faaliyetleri ile bilinen bir kuruluş olarak nitelendirilmesinin hukuk devletine
aykırı olduğu belirtilmiştir.
Bu sendikanın iddianame kapsamında belirtilen beyanlar
ile örtüşen faaliyetlerine ilişkin bilgiler yazılı ve görsel basında yer
almaktadır. Ayrıca, sendikanın bazı yöneticileri hakkında Şanlıurfa Cumhuriyet
Başsavcılığı tarafından iddianame düzenlenerek dava açılmış bulunmaktadır. Söz
konusu iddianame örneğini ben heyetinize sunuyorum.
Sayın Başkan ve sayın üyeler; bu açıklamalar ışığında;
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin, laikliğe aykırı
eylemlerin odağı durumuna geldiğinin tespiti ile eylemlerinin ağırlığı da
gözetilerek, Anayasa'nın 69 ncu maddesinin altıncı fıkrası ve 2820 sayılı
Siyasi Partiler Yasası'nın 101 nci maddesinin b bendi uyarınca kapatılmasına,
Beyan ve eylemleri ile partinin temelli kapatılmasına
neden olan ve iddianamede isimleri belirtilen kişilerin, Anayasa'nın 69 ncu
maddesinin 9 ncu, 84 ncü maddesinin 5 nci fıkraları ve 2820 sayılı Siyasi
Partiler Yasası'nın 95 nci maddesi uyarınca temelli kapatılmaya ilişkin kararın
Resmi Gazete'de yayınlanmasından itibaren beş yıl süreyle bir başka siyasi
partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamayacaklarına, ayrıca
milletvekili olanların da milletvekilliklerinin düşürülmesine,
karar verilmesi kamu adına saygıyla arz ve talep olunur.
Teşekkürler Başkanım.'
BAŞKAN- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman
YALÇINKAYA'nın sözlü açıklamaları dinlendi, yapılan açıklamaları banda alındı,
ayrıca stenograflarca da saptandı.
Teşekkür ederim Sayın Abdurrahman YALÇINKAYA.
Davalı Parti Temsilcilerinin Yazılı ve Sözlü
Savunmaları
Davalı Parti'nin sözlü savunması Cemil ÇİÇEK ve Bekir
BOZDAĞ tarafından yapılmıştır.
-
3.7.2008 tarihli sözlü savunma şöyledir:
BAŞKAN ' 3 Temmuz 2008 Perşembe, saat : 10.05
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin temelli kapatılması
istemiyle açılan E. 2008/1 (Siyasi Parti-Kapatma) sayılı davanın 17.6.2008
gününde yapılan inceleme toplantısında, Anayasa'nın 149. maddesinin son fıkrası
ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında
Kanun'un 4280 sayılı Yasa ile değiştirilen 33. maddesi gereğince Parti
savunmasının dinlenilmesine karar verilmekle; Başkan Haşim KILIÇ, Başkanvekili
Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Üyeler Sacit ADALI, Fulya KANTARCIOĞLU, Ahmet AKYALÇIN,
Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Serdar ÖZGÜLDÜR, Şevket APALAK, Serruh KALELİ ve
Zehra Ayla PERKTAŞ'dan oluşan Kurul yerini aldı.
Raportör Osman CAN yerinde.
Daha önce yeminleri yaptırılan stenograflar Numan GÜNAY,
Alaaddin AYTEN, Erhan KARA ve Doğan AYTOP ile ses teknisyeni ismet ALTINIŞIK
hazır.
Davalı Adalet ve Kalkınma Partisi adına sözlü savunma
yapacak Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Cemil ÇİÇEK ile Türkiye
Büyük Millet Meclisi Grup Başkan Vekili Sayın Bekir BOZDAĞ yerlerine alındılar.
Sayın Çiçek, bu savunmanızın tahminen ne kadar süreceğini
öngörebiliyorsunuz saat olarak'
DEVLET BAKANI VE BAŞKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK ' Bugün
bitirebiliriz Sayın Başkan.
BAŞKAN ' Peki.
Şimdi, savunmanın herhâlde bir bölümünü veya tamamını
bilemiyorum' Siz kendi aranızda bir iş bölümü yapabilirsiniz. Yalnız ses
kaydını alabilmemiz açısından kürsüden yapmanız gerekiyor bu açıklamaları.
Buyurun Sayın Çiçek.
DEVLET BAKANI VE BAŞKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK ' Teşekkür
ederim Sayın Başkanım.
Anayasa Mahkemesinin Saygıdeğer Üyeleri, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı Sayın Abdurrahman Yalçınkaya tarafından Adalet ve
Kalkınma Partisi hakkında açılmış olan dava sebebiyle sözlü olarak bu konudaki
düşüncelerimizi ifade etmek üzere huzurlarınızdayım. Yüksek heyetinizi saygıyla
selamlıyorum.
Davalı Partinin Genel Başkanının görevlendirme yazısını
takdim ettik.
Bu davayla ilgili olarak daha evvel ibraz ettiğimiz ve
yazılı olarak sunduğumuz görüşlerimizi ve ekindeki bilgileri aynen tekrar
ediyoruz. Bugün yapacağımız savunmada ve cevaplarımızda da bu davanın İddia
Makamınca ileri sürülen hususların neden doğru olmadığını, neden hukuki
olmadığını, hatta bir kısım iddiaların neden Partimizle ilgisi bulunmadığını ve
davanın neden reddedilmesi gerektiğini arza çalışacağız.
Sayın Başkan, sayın üyeler; sözlerimin başında evvela bu
davayla ilgili bir genel değerlendirme yapmak istiyorum. Ama ondan evvel şunu
ifade etmek istiyorum ki, Anayasa'mızda ve Siyasi Partiler Yasamızda parti
kapatmayla ilgili hükümler bulunsa da bunun açılmış en son dava olmasını
temenni ediyorum. Çünkü, siyasi partiler, Anayasa'ya göre, demokratik siyasi
hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Bu aynı zamanda demokrasi teorisinin evrensel
normudur. Anayasal demokrasi ancak siyasi partiler yoluyla tatbik imkânı bulur.
Bireylerin siyasete katılımları, örgütlenmeleri, siyasi eğitim almaları
partiler aracılığıyla en geniş şekilde sağlanır. Esasen cumhuriyetimizin temel
niteliklerinden biri olan demokratik devletin iki evrensel şartı vardır: Biri
genel seçimler, diğeri ise çok partili siyasi hayat. O nedenle, modern
demokrasiler aynı zamanda partiler demokrasisidir. Demokrasiyi geliştiren
partilerdir ve onlarsız bir demokrasi düşünülemez.
Toplumdaki farklı görüş ve taleplerin siyasi sisteme
taşınmaları, sivil toplumla siyasi sistem arasında sağlıklı bir iletişim ve bağ
kurulması, taleplerin aşağıdan yukarıya doğru bir yol kat ederek uygulanabilir
politikalar hâline gelmesi hep siyasi partiler aracılığıyla gerçekleşmektedir.
Anayasa Mahkememiz yeni verdiği bir kararda -2008/1- 'Siyasal çoğulculuğu ve
katılımcılığı esas alan kurullar ve kurumlar düzeni olan çağdaş demokrasilerde,
bireysel iradeleri birleştirip yönlendirerek, onlara ağırlık kazandıracak özgün
kuruluşlara duyulan gereksinim, dağınık siyasal görüşleri birleştirmek
suretiyle halk iradesini oluşturan ve açığa çıkaran siyasi partiler vasıtasıyla
karşılanmaktadır. Partiler, belli siyasal düşünceler çerçevesinde birleşen
yurttaşların özgürce kurdukları ve özgürce katılıp ayrıldıkları hukuksal
yapılardır. Siyasi partilerin kendilerine göre öne çıkardıkları ülke
sorunlarına ilişkin farklı çözüm önerileri getirmeleri demokratik siyasi
yaşamda üstlendikleri işlevin doğal sonucudur. Bu nedenle siyasi partiler,
Anayasa'nın konuya ilişkin kurallarıyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin
'Örgütlenme', 'Düşünce ve ifade özgürlüğü' konusundaki 10 ve 11'inci
maddelerinin koruması altındadır. 'demektedir.
Toplum hayatımızda ifade ettiği ve ifa ettiği bu önemli
rol sebebiyle siyasi partiler yeri bir başka organizasyonla doldurulamayacak
kadar önemli kuruluşlardır. Bu ve benzeri birçok sebepten dolayı demokrasilerde
siyasi partiler için ister hukuki ister teamüli olsun önemli teminatlar
getirilmiştir. Siyasi partilerin bütün bu sebeplerden dolayı yaşamaları
esastır, kapatılmaları istisnadır.
Siyasi parti özgürlüğü çoğulcu demokrasilerin olmazsa
olmazı olan düşünce ve ifade özgürlüğü ile örgütlenme özgürlüğünün özel bir
kullanım biçimidir. Hatta ifade özgürlüğü bu nedenle örgütlenme özgürlüğünün
kolektif kullanımıdır. İfade özgürlüğü ve bu özgürlüğe sağlanan güvenceler de
anayasal demokrasilerin kilit taşıdır.
Şüphesiz bir demokraside meşru parti faaliyeti yalnızca
pozitif hukuk tarafından tanınan hakların kullanılmasındaki aksaklıkları değil,
henüz pozitif hukuk tarafından tanınmamış hak ve özgürlük taleplerini de
gündeme getirmeyi kapsar. Bu sebeple, ifade özgürlüğü bütün fertler için
vazgeçilmez değerde bir insan hakkı olmakla beraber demokrasilerde bu özgürlüğe
en fazla ihtiyaç duyan da siyasi partilerdir.
Anayasa Mahkememiz de bir kararında siyasi
partilerin davranışları karşısına birtakım fiili engeller ve müdahaleler
çıkarılmaması, bunlara Anayasa'yla tanınmış hakların kullanılmalarının
engellenmemesi gerektiğini vurgulamış ve siyasi partilerin bu manadaki rolünü
benimsemiştir. Siyasi partileri şeklen demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez
unsurları olarak kabul edip yeterince ifade özgürlüğü tanımıyorsak o sisteme
anayasal demokrasi ve çağdaş demokrasi denemez. Açılan davanın bu yönüyle dahi
gerçekten tartışılması ve reddedilmesi gerekir.
Siyasi partilerle ilgili olarak üzerinde yeterince
durmadığımız bir başka husus da şudur: Siyasi partiler aslında bir ülkenin
toplumsal gerçekliğini yansıtan ayna rolünü gören kuruluşlardır. Açıkçası,
siyasi partiler sosyolojik gerçeklerdir. Bu gerçekliği göz ardı ederek başarılı
bir demokrasi kurulamaz. Eğer siyasi partiler sosyolojik olarak toplumsal
gerçekliği yansıtan aynalar ise, aynayı kaldırmak gerçeği kaldırmak anlamına
gelmiyor. O gerçek bir başka şekilde kendisini ortaya koyuyor.
Bunu en iyi anlayacak ve değerlendirecek olan bizleriz.
Bu konuda yeterince ve çok sayıda tecrübeye sahibiz. Varlıklarını bir anayasal
problem olarak kabul edip kapattığımız çok sayıda siyasi parti oldu, kapatma
yoluyla tedbir almadığımız hemen hemen hiçbir toplum kesimi kalmadı. Cumhuriyet
Halk Partisi, Adalet Partisi gibi büyük kitle partilerinden tutun ideolojik
partilere kadar ister olağan dönemde ister olağanüstü dönemlerde ister yargı
yoluyla ister başka türlü' Bir öz eleştiri yaparak soruna baktığımızda, parti
kapatmalar toplumda siyasal kırılganlığı artırmaktan, toplumsal örselenmeye
sebep olmaktan öteye ne netice elde edildi diye bir maliyet analizi yapmamız
gerekmektedir. Bunu bir savunma söylemi olarak söylemiyorum. siyaset bilimi
açısından bir gereklilik ve bir tespit olarak ifade etmek istiyorum.
Toplumdaki çeşitlilik unsurlarını kurumsal ve siyasal
hayattan tasfiye etmek, böyle bir çaba içinde olmak demokrasi için bir
tuzaktır. Çünkü, bu yol demokrasiyi kendi öncüllerinden uzaklaştırır ve tam
karşıtı olan istemediğimiz rejimlerin ya da sakat anlayışların kucağına iter.
Bu sebeple günümüzün demokrasi anlayışında çoğulculuk ve çeşitlilik esastır.
Politik ya da konjonktürel saiklerle toplumsal gerçeği reddetmenin
pratikte bir faydası olmamıştır. Bugün Türkiye'deki siyasi partiler yelpazesine
baktığınızda AK PARTİ bir sosyolojik gerçektir, sosyolojik gerekçeli olan bir
siyasi partidir, belki de bu manada en başta gelen partidir. Ayrıca, toplumun
belli bir kesimi tarafından yanlış görülen düşünceler veya politik teklifler
değişim süreci içerisinde, hem öyle asırlar filan geçmeden, kısa sürede politik
uygulanabilir seçenekler hâline de dönüşebilirler. Hem insanlık tarihinde hem
Türkiye siyasetinde bunun çok örnekleri görülmüştür.
Dolayısıyla, burada söylemek istediğim şey şu: Eğer bir
toplumda dengeler yerli yerine oturmadıysa, toplumda sağlıklı bir sosyal yapı,
bir ekonomik yapı, istikrarlı siyasi bir yapı ve süreç söz konusu değilse, bu
neviden dönüşümler, bir taraftan öbür tarafa kıymet hükümlerinde değişiklikler
her zaman olmaktadır. Dünün yasakları ve yasak fikirleri bugünün siyasi
alternatif ve çözümleri olarak karşımıza çıkabilmektedir. Bunun en kapsamlı
projesi Avrupa Birliğidir. Geçmişte kimler Avrupa Birliğine karşı oldu Türk
siyasetinde' Şimdi 'Aman Avrupa Birliğine girelim.' diyen, bunu yüksek sesle
söyleyenler kimler' Şüphesiz çoğumuzuz ya da hepimiziz. Çünkü, hepimiz
değiştik. Öyleyse yarının muhtemel doğrularını bugün yasak ya da düşman ilan etmek
değişimin değişmez dinamiğine ters düşmektedir.
Onun için, Sayın Başkan, sayın üyeler; demokratik
toplumlarda siyasetin bir işleyiş tarzı var. Vatandaş partilerin politikalarını
değerlendirir ve seçim dönemlerinde bu politikalara karşı kendi tepkilerini
ortaya koyar. Böylece, birçok yanlış ve eksik bu süreç içerisinde kendiliğinden
ortadan kalkar. Yanlışında ısrar eden siyasi partiler kendi varlıklarını ve
geleceklerini tehlikeye sokar. Siyasi partilere karşı cebri tedbirler, ancak
çok zaruri durumlarda, istisnai durumlarda uygulamaya sokulabilecek, sık
kullanılmaması gereken yöntemlerdir.
1982 Anayasası'nın yürürlüğe girmesinden sonra yapılan
seçimlere baktığımızda gördüğümüz hadise şudur: Çok partili hayata geçtiğimiz
ilk dönemlerde insanlar genellikle babadan oğula aynı partiye oy verirken,
şimdi Türk seçmeni kendi hür iradesiyle oyunu kullanmakta ve siyasi iktidarları
belirlemektedir. Bütün partilerin seçime katıldığı 1987 seçiminde -1983
seçimlerine üç parti katıldı bilinen sebeplerden dolayı ama bütün siyasi
partilerin 1982 Anayasası'nın yürürlüğe girmesinden sonra katıldığı ilk seçim
1987 seçimleridir- bu seçimlerde Anavatan Partisi yüzde 35'le iktidar oldu.
Aradan on beş ay geçtikten sonra -1989- mahallî idare seçimleri yaptı. Aradan
geçen bu süre içerisinde Anavatan Partisi beklentileri karşılamadığı ve
toplumun hassasiyetlerine karşı gerekli duyarlılığı göstermediği için yüzde
35'den yüzde 21,75'e düştü ve 1991 genel seçimlerinde Türk seçmeni yüzde 27'yle
Doğru Yol Partisini birinci parti yaptı. 1991-1995 yılları arasında iktidar
olan iki ana parti, iki ana siyasi akım -ki, 80 öncesi özlenen, arzu edilen bir
koalisyon- bu dönemde yönetim zaafları, gerekli reformları yapmamış olmaları,
toplumsal beklentileri karşılamaktaki başarısızlıkları ve daha başkaca
sebeplerle her iki parti de güç kaybetti.
1994 mahallî idare seçimlerinde başta İstanbul ve Ankara
Büyükşehir Belediye Başkanlıklarını ve 1995 genel seçimlerini Refah Partisi
kazandı. 1999 genel seçimlerinin galibi ise bu defa Demokratik Sol Partidir.
2002'ye gelindiğinde vatandaşın tercihi kendilerine ülkeyi başarıyla
yönetmeleri hususunda yetki verdiği, ama yönetimlerinden memnun olmadığı için
siyasetten uzaklaştırdığı yukarıdaki partilerden hiçbirisi değil, yeni kurulmuş
olan Adalet ve Kalkınma Partisidir. 1999 seçimlerinin üzerinde ayrıca durmak
gerekiyor. Çünkü, bu seçimlerde -18 Nisan 1999- hem genel seçimler hem de
mahallî idare seçimleri birlikte yapıldı. Dolayısıyla, sandık başına giden Türk
seçmeni aynı anda hem ülkeyi yönetecek partilere oy kullandı hem il genel
meclisi, belediye meclisi ve belediye başkanlıkları, muhtarlıklar da dahil aynı
anda oy kullandı.
Bu 99 seçim sonuçları iyi analiz edildiğinde şunu
görürüz: Özellikle Fazilet Partisinin durumu enteresandır. 18 Nisan 1999
seçiminde il genel meclisinde ve belediyelerde Fazilet Partisinin aldığı oy
yüzde 23'tür. Ama, buna karşılık genel seçimler için milletvekili seçiminde
aldığı oy yüzde 15'tir. Yani, neredeyse yüzde 23'ün üçte 1'i Fazilet Partisine
oy vermedi. Bu şunu gösteriyor: Türk seçmeni bilerek oy kullanıyor, düşünerek
oy kullanıyor. Başka türlü değerlendirmeler yapanlar olabilir. Demek ki, Türk
seçmeni, birisi için ehil gördüğünü öbür makam için, öbür görevler için ehil
görmeyecek kadar sağduyuyla, soğukkanlı ve bilerek oyunu kullanmaktadır.
Dolayısıyla, demokratik sisteme müdahale edilmediği takdirde Türk seçmeninin
87'den bu tarafa ortaya koyduğu tablo, en sağdan sola kadar, merkezdeki
partilere kadar, gelişen şartlara göre kendi beklentilerini karşılayıp
karşılamadıklarına göre, kadrolarına göre, politikalarına göre, daha başkaca
sebeplere göre, rahatlıkla bir seçimden öbür seçime önemli ölçüde kanaatini
değiştirmektedir.
Bu nedenle, partilere hatalarını en kalıcı, en etkin
biçimde gösteren seçmenlerdir ve seçimlerdir. Siyasetin bu doğal akışına zaman
zaman, sebebi ne olursa olsun, yapılan müdahaleler her defasında aynı
sorunların yaşanmasına sebep olmaktadır. Çünkü, sosyal ve siyasal gerçekliği
kavramak bir matematik gerçeği kavramaktan daha fazla zaman alıcıdır ve fakat
sonuçları itibarıyla daha kalıcıdır. Demokratik sistemin ve neticede hukukun,
hukuku uygulayanların bu gerçeğin kavranması noktasında demokratik sabrı,
toleransı ve kolaylığı göstermesi icap eder. Siyasi istikrar, örselenmemiş bir
siyasi ve sosyal doku, ihtiyaç duyulan kan değişimi ve hücre yenilenmesi bu
demokratik sabrın gösterilmesine bağlıdır. Aksi uygulamalar beklenen sonuçları
vermemiştir ve vermemektedir.
Demokratik bir toplum için geçerli olan çoğulculuk,
hoşgörü ve açık görüşlülük bunu gerektirmektedir. Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi birçok kararında çoğulculuk olmadan demokrasi olmayacağını,
Sözleşme'nin 10'uncu maddesinde dile getirilen ifade özgürlüğünün yalnız uygun
gördüğümüz, bizi rahatsız etmeyen yahut kayıtsız kaldığımız bilgiler ve
fikirler için değil, fakat aynı zamanda bizi rahatsız eden, sarsan, altüst eden
bilgiler ve fikirler için de geçerli olması gerektiğini belirtmiştir.
Yine bu mahkemeye göre, 'Bir partinin siyasi projesinin demokratik
devletin cari ilkeleri ve yapısıyla bağdaşmaz görülmesi onun demokratik
kuralları ihlal ettiği anlamına gelmez. Demokrasinin özü, bizatihi demokrasiyi
tahrip etmemek kaydıyla, devletin halihazırdaki örgütlenme tarzını sorgulamaya
davet edenler dahil olmak üzere, farklı siyasi projelerin tartışılmasına izin
vermektir.' diyor.
Burada üzerinde durulması gereken kavram 'Demokrasiye
zarar verme' kavramıdır. Bunun kriteri nedir' Sosyalist Parti kararında Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi 'Herhangi bir antidemokratik yönteme başvurma tavsiye
edilmediği, şiddet kullanmaya kalkışma veya demokratik yöntemlerin herhangi bir
şekilde reddine ilişkin bir çağrı olmadığı takdirde, demokrasiye zarar verme
olarak kabul edilemez.' demektedir. O sebeple, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi,
ifade özgürlüğünün kullanılmasından dolayı parti kapatılmasını mübrem bir
sosyal ihtiyacın sonucu olarak görmemektedir. Keza, aynı ilkeler Avrupa Konseyi
Venedik Komisyonunun tavsiye kararında da dile getirilmektedir.
Şüphesiz, Türkiye Avrupa Konseyinin üyesidir ve Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'ne de imza koymuş bir ülkedir. Bu kararlar
göstermektedir ki, artık demokrasinin dünyada bize göresi, bize özgüsü yok,
evrensel normları ve değerleri var. Herhâlde Türkiye gibi bir ülkeye düşen de bu
kararları dikkate almaktır. Bilinmelidir ki, Venedik Komisyonu her ne kadar
Avrupa Konseyinin danışma organı ise de, siyasi partilerin kapatılmasına
ilişkin kriterleri, bu mahkeme istikrarlı bir şekilde -bu kriterleri-
uygulamaktadır. Kaldı ki, Türkiye bu Komisyona üyedir ve Komisyonda üyesi de
bulunmaktadır.
Demokrasilerde siyasi partiler kendi görüşleri
doğrultusunda oluşturdukları programlarıyla halkın karşına çıkarlar ve iktidarı
yarışmacı seçimler sonucunda elde etmeyi amaçlarlar. Serbest seçimler sonucunda
iktidara gelen bir parti ülke sorunlarının çözümü için demokrasi ve hukukun
üstünlüğü çerçevesinde programını uygulamaya koymaya yetkilidir. Demokrasilerde
iktidarların el değiştirmesi ancak seçim yoluyla mümkündür.
Siyasi partiler sahip oldukları vazgeçilmez konumları
nedeniyle demokrasilerde hukuki güvenceye kavuşturulmuştur. Bu çerçevede
partilerin yasaklanması konusunda çok önemli koruyucu hükümler getirilmiş ve
kapatılmaları oldukça zor şartlara bağlanmıştır. Kapatma biçimindeki yaptırım
siyasi parti özgürlüğünün özünü ortadan kaldırabileceği içindir ki, ancak
zorunlu durumlarda istisnai ve en son çare olarak düşünülmektedir. Zira, siyasi
partilerin kapatılması kişiler açısından idam cezasına denk düşmektedir. Siyasi
partilerin keyfî ve ölçüsüz olarak yasaklanmasının çoğulcu demokratik rejimin
özünü zedeleyeceği muhakkaktır.
Nitekim, Anayasa Mahkememiz yine en son -biraz evvel atıf
yaptığım- kararında, 'Siyasi partilerin diğer tüzel kişiliklerden farklı olarak
kuruluş ve faaliyetlerine ilişkin esaslar anayasal güvenceye kavuşturulmuş,
kapatılmasına yol açabilecek nedenler ise Anayasa'nın 14'üncü maddesindeki
temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasını engelleyen düzenleme de
gözetilerek tek tek sayılmış, yasa koyucuya bunların dışında düzenleme yapmaya
elverişli bir alan bırakılmamıştır. Belirtilen düzenlemelerle Anayasakoyucu
siyasi partilerin varlıklarını sürdürmelerini esas alıp, kapatılmalarını ise
ayrık durumlarla sınırlı tutarak öncelikle demokratik rejimin sağlıklı biçimde
yaşatılmasını amaçlamış, ancak korunması gerektiğini de göz ardı etmemiştir.'
Batı demokrasilerinde siyasi partilerin yasaklanması
konusundaki uygulamada da bu evrensel standartlara uygun gelişmeler olmuştur.
Nitekim, Avrupa'da 1950'lerden bugüne kadarki süreçte sadece üç siyasi parti
kapatılmıştır. Bunlardan ikisi, Avrupa'nın yaşadığı totaliter diktatörlüklerin
etkisiyle Nazi Partisi 1952'de, Alman Komünist Partisi ise 1956 yılında
kapatılmıştır.
Türkiye'de siyasi parti kapatma yaptırımına sürekli örnek
gösterilen Almanya'da, Anayasa Mahkemesi, 1951 yılında federal hükûmet
tarafından açılan Komünist Partisi davasında bir siyasi partinin siyasi yarışma
sonucu tasfiye olmasının onun bir yargı yoluyla yasaklanmasına nazaran daha
doğru olacağı düşüncesiyle yıllarca kapatma kararı vermekten imtina etmiş,
ancak hükûmetin başvurusunu geri çekmeyeceğine kanaat getirince kapatma kararı
vermiştir. Açılış tarihi 51, karar tarihi 1956. Ayrıca, bu ülkede kapatılan
partilerin devamı niteliğindeki partilerin hâlen siyasi alanda faaliyetlerini
sürdürdükleri de bilinmektedir. Avrupa'da daha sonraki dönemde kapatılan yegâne
parti ise İspanya'daki Herri Batasuna Partisidir. Bu parti 2003 yılında
ayrılıkçı terör örgütüyle, ETA'yla organik bağı bulunduğu gerekçesiyle
kapatılmıştır.
Siyasi partilerin kapatılması konusundaki evrensel
standartların insan haklarına saygılı ve demokratik bir hukuk devleti olan
Türkiye açısından da geçerli olması gerektiğinde kuşku yoktur. Nitekim, 1961 ve
82 Anayasalarında siyasi partilerin demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez
unsurları olduğu açıkça belirtilmiştir. Anayasalarımızda bu evrensel ilke yer
almasına rağmen, uygulamada çok sayıda parti demokratik sistemlerde ve
uluslararası sözleşmelerde öngörülen kriterlere aykırı bir şekilde
kapatılmıştır. Böylece, siyasi partilerin demokrasiler açısından
vazgeçilmezliği ilkesi âdeta tersine çevrilmiş, bu durumda siyasi partilerin
uygulamada kolaylıkla vazgeçilebilir olacağı sonucuna varmışızdır.
1961 Anayasası'nın yürürlüğe girdiği tarihten bu yana
Anayasa Mahkemesi tarafından yirmi dört siyasi parti kapatılmıştır. Bu sayıya
askeri müdahaleler döneminde kapatılan siyasi partiler dahil değildir.
Kapatılan siyasi parti sayısı itibarıyla Türkiye çağdaş demokrasilerde
kırılması imkânsız bir rekorun sahibidir. Sadece 61 Anayasası döneminde
kapatılan parti sayısı bile tek başına demokratik ülkelerde kapatılan
partilerin toplamından daha fazladır. 1982 Anayasası döneminde daha yoğun
biçimde parti kapatma kararları verilerek siyasi alan iyice daraltılmıştır. Öte
yandan, yoğun biçimde siyasi parti kapatma kararı vermekle ülkedeki sorunlara
demokrasi ve hukuk sınırları içerisinde çözümler üretme ve sorunları böylece
çözme imkânı da ortadan kaldırılmaktadır. Yasaklama biçimindeki yaptırım
nedeniyle düşünce ve siyasi parti özgürlüklerinin âdeta içi boşaltılmaktadır.
Türkiye uygulamasının evrensel standartlara uymadığının
en açık göstergesi Anayasa Mahkemesi tarafından verilen siyasi parti kapatma
kararlarının biri hariç tamamının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından
'sözleşmenin ihlali' olarak kabul edilmiş olmasıdır.
Sayın Başkan, sayın üyeler; iddianamede siyasi parti
kapatma nedenlerinden bahsedilirken, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
hükümleriyle Venedik Komisyonu ilkelerine atıf yapılmakla birlikte Venedik
Komisyonu ilkelerinin siyasi partiler için son derece güvenceli bir koruma
sistemi getirdiği, sadece şiddeti benimseyen siyasi partilerin
kapatılabileceğine cevaz verdiği gerçeği görmezlikten gelinmektedir.
Avrupa Konseyi bünyesinde ortak bir demokrasi standardını
oluşturmak amacıyla kurulan Venedik Komisyonu siyasi partilerin yasaklanması ve
kapatılması konusundaki 2000 tarihli raporunda şu ilkeleri benimsemiştir:
1) Siyasi partinin anayasada barışçıl yöntemlerle bir
değişiklik yapmayı savunması tek başına onun yasaklanması ya da kapatılması
için yeterli bir delil olarak gösterilemez.
2) Siyasi partiler ancak şiddet kullanmayı savunmaları ya
da demokratik anayasal düzeni ortadan kaldırmak suretiyle hak ve özgürlükleri
yok etmek amacıyla şiddeti siyasi bir araç olarak kullanmaları durumunda
yasaklanabilir.
3) Partilerin yasaklanması veya kapatılması biçimindeki
yaptırım istisnai bir tedbir olarak en son çare biçiminde kullanılmalıdır.
Bir başka madde: Siyasi parti hakkında dava açılmadan
önce davayı açacak hükûmet ya da diğer devlet organlarınca siyasi partinin
özgür ve demokratik siyasi düzen veya hak ve özgürlükler için gerçek bir
tehlike oluşturup oluşturmadığına ve kapatma ya da yasaklama yaptırımı dışında
daha hafif tedbirlerle bu tehlikenin önlenmesinin mümkün olup olmadığına
bakılmalıdır.
Ayrıca, siyasi parti kapatma davaları hukuki usulün tüm
güvencelerine yer veren aleni ve adil bir yargılama sonucunda karara
bağlanmalıdır.
Bu ilkelerden anlaşılacağı üzere, Venedik Komisyonu,
siyasi partilerin ancak şiddeti savunma veya şiddeti politik bir araç olarak
kullanma durumunda kapatılabileceğini belirtmektedir.
Anayasa Mahkememizin de olaya bakışı bu yöndedir diye
düşünüyoruz. Yukarıda vermiş olduğu kararda -zikrettiğim- bu nedenle siyasi partilerin
Anayasa'ya aykırı olduğu ileri sürülen tüzük ve programındaki söylemlerinin
demokratik yaşam için doğrudan açık ve yakın tehlike oluşturmaması durumunda
bunların ifade özgürlüğü kapsamında kaldığının kabulü gerekir. Demokratik
rejimin tüm kurum ve kurallarıyla özümsendiği ülkelerde de rejim için ciddi bir
tehlike oluşturmadıkça siyasi partilerin kapatılmasına olur vermediği
gözetildiğinde, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkma hedefi olan
Anayasa'mızın da salt ifade özgürlüğü kapsamında kalan tüzük ve program
düzenlemesini kapatma nedeni saydığını kabul etmek olanaklı değildir.
Diğer yandan, siyasi partilerin kapatılması Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi'nin birçok maddesiyle ilgilidir. Bunlardan bir tanesi
11'inci maddedir. Siyasi parti özgürlüğünü örgütlenme özgürlüğünün bir unsuru
olarak gören madde. İkincisi, 10'uncu madde ifade özgürlüğüyle ilgilidir.
Dolayısıyla, kapatma davasında sunulan delillerin -bu davada- neredeyse tamamı
ilgili parti üyelerince değişik tarihlerde yapılan açıklamalardan ibaret
olduğundan, dava açısından ifade özgürlüğünün önemi daha da artmaktadır.
Yargılama sırasında ortaya çıkabilecek ihlaller, Sözleşme'nin yargılama hakkını
düzenleyen 6'ncı maddesini de devreye sokulabilecektir. Ayrıca, kapatmayla
sonuçlandığı takdirde mülkiyet hakkı ihlali de gündeme gelebilecektir.
Ayrıca, bir siyasi partinin kapatılmasına neden olduğu
gerekçesiyle partili milletvekillerinin parlamento üyeliğinin düşürülmesi ve
beş yıl süreyle herhangi bir partide yer alamaması yaptırımı Sözleşme'nin 1
No'lu Protokolünün 3'üncü maddesine aykırılık sonucunu doğurabilecektir.
Nitekim, 2002 yılında vermiş olduğu bir kararda, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi, başvurucuların partilerinin kapatılması sonucu otomatik olarak
milletvekilliklerinin düşmesinin orantılı bir yaptırım olmadığına karar
vermiştir. Mahkemeye göre 'Bu yaptırım Sözleşmenin 1 No'lu Protokolünün 3'üncü
maddesinde korunan seçilme ve parlamento üyesi olma hakkının özüyle
bağdaşmadığı gibi, başvurucuları parlamentoya üye olarak gönderen seçmenin
egemen iradesini de ihlal etmiştir.' demektedir. Aynı şekilde partilerinin
kapatılması sonucu haklarında beş yıl parti yasağı getirilen diğer 3
milletvekilinin başvurusu üzerine 2007 yılında verdiği kararda Sözleşme'nin
seçme ve seçilme hakkının ihlal edildiğini kabul etmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bu kararlarına göre,
Anayasa'nın milletvekilliğinin düşmesi ve beş yıllık parti yasağı sonuçlarını
doğuran hükümleri siyasi parti mensupları bakımından oldukça ağır bir yaptırım
öngörmektedir. Başvuru sahipleri hakkında uygulanan bu ciddi yaptırımlar
sınırlama sebebi olan meşru amaçlarla orantısız bulunmuştur.
Siyasi parti özgürlüğünün sınırları konusundaki AİHM
içtihadı Türkiye'de kapatılan partilerin yaptığı başvurular üzerine
oluşturulmuştur. AİHM, bu kararlarında, siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin
ilke ve ölçütleri açık bir biçimde ortaya koymuştur.
Bu ilke ve ölçütleri şu şekilde özetlemek mümkün:
Siyasi parti kararlarında Sözleşme'nin 11'inci maddesi
ifade özgürlüğünü koruyan 10'uncu maddesiyle birlikte değerlendirilmelidir.
Siyasi partilerin program ve projelerinin devletin
anayasal yapısı ve ilkeleriyle uyuşmaması, bunların demokrasiyle de
bağdaşmadığı anlamına gelmez. Buna göre, demokrasinin kendisine zarar vermediği
müddetçe siyasi partiler mevcut anayasal düzeni sorgulayabilirler, farklı
siyasi görüşleri savunabilirler.
Siyasi parti özgürlüğüyle ilgili Sözleşme'nin 11'inci
maddesinin ikinci fıkrasındaki sınırlama sebepleri ise oldukça dar ve katı
yorumlanmalıdır.
Siyasi partiler inandırıcı ve zorunlu sebeplerle ve ancak
istisnai olarak kapatılabilir.
Bir siyasi partinin gerçekleştirdiği faaliyetlerde
kullandığı tüm yöntemler hukuki ve demokratik nitelikte olmalıdır.
Siyasi partinin önerdiği değişikliklerin kendisi de
bizzat temel demokratik ilkelere uygun olması gerekmektedir.
Siyasi partinin tüzük ve programındaki ifadelerden
hareketle kapatılması söz konusu olamaz, partinin somut önerileri ve
faaliyetleri olmalıdır.
Siyasi partilere yönelik sınırlamalar demokratik bir
toplumda zorunlu ve meşru amaçlarla orantılı olmalıdır.
İddianamede siyasi partilerin yasaklanması konusunda AİHM
kararlarıyla ortaya konulan ölçütlere yer verilmekle birlikte, bu ölçütlere
göre neden AK PARTİ'nin kapatılması gerektiği hiçbir şekilde ortaya
konulamamıştır. Aksine, iddianamede yer verilen AİHM ölçütlerinin dikkate
alınması hâlinde bu kapatma davasının hiç açılmaması gerekirdi. Nitekim, AİHM'e
göre, parti kapatma yaptırımının 'zorlayıcı toplumsal gereksinim' şartını
sağlayıp sağlamadığını belirlemek için şu üç temel şartın gerçekleşmesi
gerekmektedir.
1) Siyasi partiden kaynaklanan, demokrasiyi ortadan
kaldırmaya yönelik tehlikenin yeteri kadar yakın ve kaçınılmaz olduğunu
gösterecek, varlığı ispat edilmiş, sağlam, inandırıcı deliller bulunmalıdır.
2) İlgili siyasi parti yöneticilerinin ve üyelerinin
eylem ve beyanları partiye isnat edilebilir nitelikte olmalıdır.
3) Siyasi partiye isnat edilebilir nitelikteki eylem ve
beyanlar partinin 'demokratik toplum' kavramıyla bağdaşmayan bir toplum
modelini tasavvur ettiğini ve savunduğunu açıkça ortaya koyacak şekilde bir
bütün teşkil etmelidir.
Açıkça ifade edelim ki, bu şartların hiçbirisi bu davada
söz konusu değildir. Çünkü, AK PARTİ, demokrasiye yönelik yakın ya da uzak bir
tehlike teşkil etmek bir yana, iktidara geldiği günden beri demokrasiyi
geliştirmek için, demokratik standartları yükseltmek için, hak ve özgürlükleri
daha fazla güvence altına alabilmek ve kullanılmasını sağlamaya yönelik
çabaların, gayretlerin içerisindedir. Bu gerçeğe tersinden bakmak ve aksini
göstermeye çalışmak için kullanılan sözler hiçbir şekilde AİHM'in kastettiği
anlamda hukuki ve inandırıcı delil olarak vasıflandırılamaz. Doğrulukları bile
araştırılmadan dosyaya konan gazete haberleri, bağlamlarından koparılan sözler,
tekzip edilen beyanlar, yanlış çevrilen röportajlar ve tüm bunlara çıkarılmaya
çalışılan kurgusal ve sanal sonuçlar eğer gerçekten delil kabul edilecekse, bu
deliller karşısında yeryüzünde demokrasi için tehlike teşkil etmeyecek bir
siyasi parti bulunamaz.
Öte yandan, iddianame Partimizi geçmiş bazı partilerin
devamı olarak gösterme gayreti içindedir. Burada amaç belli. AİHM'in bir siyasi
partiyle ilgili olarak verdiği karardan hareketle partimizin de kapatılmasının
Sözleşmeye uygun olacağı izlenimi oluşturulmak istenmektedir. Dolayısıyla,
ortada bir izlenim çabası ve gayreti vardır. Ancak, bu gayretlerin hiçbirisi
doğru değildir. AK PARTİ 2001 yılında tamamen yeni bir parti olarak kurulmuş ve
bunu sadece söylemleriyle değil, eylemleriyle de göstermiştir.
Üzerinde durmak istediğim bir husus da şudur: AK PARTİ,
programını henüz gerçekleştirme imkânı bulamamış bir muhalefet partisi
değildir. Şimdiye kadar ülkenin daha ileri gitmesi için önerdiği ve yaptığı tüm
reformlar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin öngördüğü kriterler çerçevesinde
her bakımdan yasal ve demokratik araçlarla gerçekleşmiştir ve yaptığı tüm
işlemler, tüm tasarruflar da yargı denetimine tabidir. AK PARTİ'nin şu ana
kadar gerçekleştirdiği ve gerçekleştirmeyi taahhüt ettiği önerilerin tamamı da
demokrasinin temel ilkeleriyle uyumludur. Hatta, 2002 yılından beri yapılanlar
Türkiye'de insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün tarihte hiç
olmadığı kadar pekiştirilmesine imkân sağlamıştır. Bu açık ve yalın gerçeğe
rağmen Partimizle ilgili doğrudan veya dolaylı olarak 'Demokrasi karşıtlığı'
suçlamasının yapılması bence doğru değildir, gerçekçi de değildir. Tüm mantık
kurallarını altüst edecektir. Bu durum, şayet bir kavram kargaşasından ve
karışıklığından kaynaklanmıyorsa, kesinlikle kabul edebileceğim bir husus değildir
ve bir önyargıdır.
Bunun en açık misali 2002'den bu tarafa Türkiye'nin bir
devlet politikası olarak yürüttüğü -1963'ten bu tarafa- Avrupa Birliği için
çıkardığı uyum yasalarıdır. Uyum yasalarının önemli bir kısmı Türkiye'nin bugün
Avrupa Birliğiyle müzakere sürecine gelmesine ve müzakere yapan bir ülke
konumuna yükselmesine imkân vermiştir ve bunların hepsi demokrasiyi geliştirme
çabaları iken, demokrasi karşıtlığı gibi bir ithamla suçlanmış olmak doğrusu
bizim açımızdan son derece de üzüntü vericidir.
Türkiye'de siyasi parti özgürlüğü ve sınırları Anayasa ve
Siyasi Partiler Kanunu tarafından düzenlenmiştir. 1995 ve 2001 yılında yapılan
değişiklikler bu alanda siyasi partilerin daha teminatlı konuma gelmesi
noktasındaki düzenlemeleri içermektedir. 2001 Anayasa değişikliğiyle bir siyasi
partinin Anayasa'ya aykırı eylemlerin odağı olmasının şartları Anayasada
düzenlenmiştir. Buna göre, bir siyasi parti, 68'inci maddenin dördüncü fıkrası
hükümlerine aykırı eylemlerden dolayı bir kapatma söz konusu olacaksa, o
partinin üyelerince yoğun bir şekilde bu eylemlerin işlenmesi lazım. Anayasa'da
yazılı organların bunu benimsemesi lazım ve bunun bir kararlılık içerisinde de
sürdürülmesi gerekmektedir.
Bu düzenlemeye göre, Anayasa'ya aykırı eylemlerin siyasi
parti üyelerince yoğun bir şekilde işlenmesi ve bunların yetkili organlarınca
benimsenmesi şartlarının gerçekleştiği somut ve açık kanıtlarla
belirlenmelidir. Örneğin, üyeler birtakım eylemler icra ediyor fakat parti
organları bunları benimsemiyorsa parti odak hâline gelemez. Yine parti
yetkililerinin kararlılık içinde işlenmeyen eylemleri de partiyi odak hâline
getirmez. Başka bir ifadeyle, Anayasa'ya aykırı eylemleri işleyenlerin bu
eylemleri süreklilik içinde ve sıklıkla tekrarlamaları zorunludur.
Ayrıca, 2001 Anayasa değişikliklerinden sonra siyasi
partilerin beyanlarından dolayı odak hâline gelmesi de mümkün değildir. Zira,
69'uncu maddenin altıncı fıkrasında 'Eylemlerden dolayı bir siyasi partinin
odak olabileceği' öngörülmektedir. Bu değişiklik, ifade özgürlüğünün alanını
genişletmek amacıyla Anayasa'nın 'Başlangıç' kısmının beşinci paragrafında
yapılan değişiklikle de paralellik arz etmektedir. 'Başlangıç' kısmında yapılan
bu değişiklikle 'Düşünce ve mülahaza' ibaresi 'faaliyet' sözcüğüyle
değiştirilmiştir. Anayasa değişikliği teklif gerekçesinde 'Düşünce ve mülahaza'
ibaresinin doğrudan düşünceye bir sınır teşkil etmesi nedeniyle değiştirildiği
açıkça bellidir.
Yine Anayasa Mahkememizin yine atıf yaptığımız en son
kararı da hakkımızda açılan bu davayı büyük ölçüde reddedilmesi gerektiğini
ortaya koyuyor. Parti kapatma davalarında yeni bir dönemi de başlatan bu
içtihada göre, eylem kategorisi dışında kalan veriler, düşünce açıklamaları,
öneriler, tüzükler, programlar, projeler ve benzerleri hiçbir şekilde kapatmanın
sebebi kılınamaz. Projelerin gerçekleşmesinde Anayasa dışı bir yöntem
benimsenmedikçe, bu gibi veriler çoğulcu demokrasinin ve ifade ve örgütlenme
özgürlüğünün dokunulmaz alanlarına girmektedir. Partimiz, hiçbir zaman ve
hiçbir şekilde, bu içtihat çerçevesinde, bu kapsama girebilecek hiçbir eylemin
ve söylemin de sahibi değildir.
Diğer yandan, üzerinde durmamız gereken bir başka Anayasa
maddesi 90'ıncı maddedir. 2004 yılında yapılan değişiklik de siyasi partilerin
kapatılması bakımından -bu değişiklik- önemli sonuçlar doğurabilecek
niteliktedir. Zira, bu değişiklikle, insan hak ve özgürlükleriyle ilgili
sözleşmelerin iç hukukta aynı alanda kanuni bir düzenleme var ve bu hükümler
çatışıyorsa, sözleşme hükümlerinin uygulanacağına imkân vermektedir. Usulüne
göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklerle ilişkin milletlerarası
anlaşmaların, böylece, bu değişiklikten bu tarafa öncelikle uygulanacak bir
hukuk hükmü hâline geldiği bizim iç hukukumuzda eskiden bir yorum konusu iken,
şimdi bir Anayasa hükmü hâline gelmiştir.
Bunu zikredişimizin sebebi şudur: Hem Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi içtihatlarının bu tip davalarda göz önünde tutulması hem de
bundan sonraki yargılamalarda ve hüküm tesislerinde sözleşme hükümleriyle mahkeme
içtihatlarının birlikte ele alınması zorunluluğudur.
Anayasa Mahkememizin parti kapatma konusunda kararları
ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihatları arasında eskiden çok büyük
farklılıklar vardır. Bu değişikliklerden sonra bu içtihatların yeni baştan
gözden geçirilmesi gerektiği ortadadır. Nitekim, Anayasa Mahkemesi de 2/3/2007
tarihli kapatılan Türkiye Birleşik Komünist Partisi hakkında verdiği bir
kararda, son Ceza Muhakemesi Yasası'ndaki değişiklikle, bunun bir iadei
muhakeme sebebi olacağına, bu talebin kabule değer olduğuna karar vermiştir.
Şimdi, bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, Türkiye'de
siyasi partiler hukuku alanında yapılan anayasal ve yasal değişiklikler siyasi
partileri daha güvenceli bir konuma getirme amacını taşımaktadır.
Sayın Başkan, sayın üyeler; şu anda Yüksek Mahkeme olarak
sizler sıradan bir yargılama yapmıyorsunuz. Burada biz bir özel hukuk
ihtilafını çözmüyoruz. Şahsi sebeplerden kaynaklanan ve sonucu da yalnızca tarafları
ilgilendiren bir hukuki ihtilaf da değil konumuz. İddianame açısından
baktığımızda, hukuk siyaseti yargılamaktadır. Bu ne derece doğrudur, hukukidir,
o ayrı bir konu. Ama muhakkak olan bir şey var, o da şudur: Bu dava ile ilgili
vereceğiniz karar, sadece hüküm fıkrasıyla değil, yorumlarıyla, gerekçesiyle
yeni yüzyılda önemli bir mihenk taşını oluşturacaktır. Bütün düzenlemelerin ve
devlet faaliyetlerinin ana istikametini bu davada verilecek karar
belirleyecektir. Yapılacak her türlü yasal düzenlemelere, yasama
faaliyetlerine, idari tasarruflara kaynak olarak ölçü bir karar olacaktır.
İfade ve örgütlenme özgürlüğü neticede Türkiye'de demokrasinin ne ölçüde var
olduğu hususunu hem bize hem tüm dünyaya göstermesi bakımından tesir kat sayısı
yüksek bir karar olacaktır. Bu nedenle bu davanın Partimizi aşan bir boyutu
vardır. Ülkemizin demokratik imajı, kazanımları, itibarı bu dava vesilesiyle
içeride ve dışarıda değerlendirme ve tartışma konusu yapılacaktır. Türkiye'nin
hak ve özgürlükler ve demokrasi açısından yeni bir altyapısının oluşması
vereceğiniz kararla şekillenecektir. Onun için, sıradan bir dava olmadığını
söyledim.
Neden bir altyapı oluşturacak ve neden iş ve işlemlerin
yasal ve idari tasarrufların, faaliyetlerin istikametini bu dava ile ilgili
verilecek karar tayin edecek'
Sayın Başkan, sayın üyeler; Türkiye, Tanzimat'tan bu yana
sosyolojik anlamda bir modernleşme ve çağdaşlaşma çabasını sürdürmektedir.
Türkiye milleti cumhuriyetle beraber bunu daha kapsamlı bir proje hâline
dönüştürmüş ve devam ettirmiştir. Bize göre cumhuriyet bir modernleşme
projesidir. Bugün hepimiz Türkiye Cumhuriyeti'nin onurlu vatandaşlarıyız.
Vatandaşlık, aslen, verilenle yetinmeyen, talep eden, tenkit eden, itiraz eden,
protesto eden, yargılayan aktif bir aidiyeti ifade eden statüdür. Bugün hepimiz
bu ülkenin vatandaşlarıyız. Bu sıfatla, eğer mevcutlar yetmiyorsa yeni talepler
olacak. Bu dinamik bir süreç, her demokratik ülkede olan da budur.
Şimdi 'Neden yeni taleplerde bulunuyorsunuz'' diyemeyiz.
Yani vatandaşa tebaa muamelesi yapamayız. Bu çağdışılıktır, çağı anlamamak,
onun gereklerini iyi kavramamaktır. Bugünü yaşayanlara dünün hak ve
özgürlükleri yetmiyorsa elbette yenilerini isteyecektir, en başta da siyasi
haklar ve kültüler haklar olmak üzere. Sivil toplum bunun için vardır. Sivil
toplum örgütlerinin yegâne varlık sebebi budur. Talepleri toplulaştırmak,
bunları demokratik yollardan gündeme getirmek, uygulanabilir ve yaşanabilir bir
düzeye yükseltmektir. Bir manada siyasi partiler de bunu yapacaktır.
Eğer bizler, hukuku yapanlar ve uygulayanlar her özgürlük
talebini rejimi yıkma teşebbüsü, laikliğe karşı tavır olarak algılayarak
laiklik ve rejim karşıtı söz ve açıklamaları olarak değerlendireceksek, şu an
sahip olduklarımızın bir kısmını hak etmemişiz demektir. Çünkü bugün sahip
olduklarımız dünün talepleriydi, dünün yasaklarıydı. Talep edenler oldu, bedel
ödeyenler oldu. Şimdi biz bunları kullanıyoruz. Mesela, sansürün kalkması,
sendikalar, partilerin ortaya çıkması, Anayasa'nın 'Birinci Bölüm'ündeki bir
kısım temel hak ve özgürlükler, ceza mevzuatındaki eskiden var olup şimdi
olmayan birçok düzenlemeler. Dolayısıyla, bunlar dünün yasaklarıydı. Üstelik,
bu tartışmalar o zaman da yapıldı, onlar bir sonuca bağlandı, biz şimdi bu
hakları ve özgürlükleri tartışmasız kullanıyoruz. Dolayısıyla, bugünün anayasal
düzenlemeleri, yasal düzenlemeleri eğer toplum tarafından yeterince kâfi
görülmüyorsa siyasi partiler buna aracı olacaktır. Bu talepleri karşılayacak,
bu talepleri hukuk devleti ve demokrasi çerçevesinde yerine getirmeye
çalışacaktır. O nedenle, bu türlü talepleri hemen endişeyle, bir rejim
karşıtlığı ekseninde tartışmaya başladığımız takdirde Türkiye'nin demokrasi
yolunda daha fazla mesafe alma imkânı yoktur.
Tüm bu nedenlerle, bence bu davanın temeli zayıf, hareket
noktası yanlış. Endişeler ve vehimler dava konusu hâline getirilmiş. Ortada
delil yok, delil diye eklenenler ise gazete alıntıları, tek yanlı yorumlar.
Bunlara biraz sonra temas edeceğim.
İkinci olarak temas edeceğim husus şu Sayın Başkan, sayın
üyeler: Demokrasi bir anlamda toleranstır ve çoğulculuktur. Çok farklı, çok zıt
fikirlerin, çıkarların ve bunların taraftarlarının bir arada yaşamasına imkân
veren bir siyasi iklimdir. Hukuk da bunun çerçevesini çizer. Bu çerçeve
çelikten değildir. Esnektir, değişime yatkındır. Demokratik toplumlar alıngan
da değildir. Hava bulutlu iken 'Vay bana niye ördek dedin'e giden çarpık bir
mantık zinciri yoktur. Bir halk deyimiyle 'Leblebiden nem kapmak' da yoktur.
Olaya böyle bakmaz isek, her konuşmadan, her talepten, her tenkitten rejime
yönelik bir tehdit algılaması çıkarabiliriz. Ama bu ne kadar gerçekçi olur ya
da ne kadar doğru olur' Böyle bir sistem içinde siyaset yapmak ne kadar
mümkündür' Bu ve benzeri davalarda şahsen konuşmakta zorlandığımı ifade etmek
istiyorum. Neden' Çünkü 'Neyi söylersem acaba İddia Makamı bunu dava konusu
yapacak'' diye endişeleniyoruz. İşin bir de bu yanı var.
Diğer bir yanı ise konuşan kişiye göre muamele. Çok ileri
bazı lafları bazılarımız söylersek hiçbir işlem yok, hiçbir mahzur da yok, ama
aynı konuda, aynı sözleri, aynı konuyla ilgili olarak başka birileri söylerse,
hatta daha düşük bir seviyede söylerse hemen dava konusu yapmak. Bu davanın en
garip yanlarından, en anlaşılmaz yanlarından birisi de budur.
Sayın İddia Makamının delil olarak sunduğu belgelerin
neredeyse tamamının içeriği ifade özgürlüğü kapsamındaki konuşmalardır. Burada
dikkatlerinize sunmak istediğim husus şu: Belgelerin içeriği olan konular AK
PARTİ'nin gündeme getirdiği ve gündeme taşıdığı konular değildir. Bunlar Türkiye'de
çeyrek asırdan beri tartışma konusudur. Bu konular gündeme geldiği tarihten bu
yana Türkiye'de en başta siyasiler ve siyasi partiler olmak üzere herkesin
konuştuğu her parti liderinin muhakkak çözeceğim diye vaatte bulunduğu,
herkesin yazıp çizdiği, televizyonlarda tartıştığı konular. Dolayısıyla,
toplumun gündeminde olan ve herkesin konuştuğu bir konuyu AK PARTİ'nin
konuşmaması diye bir durum söz konusu olamaz. Bununla ilgili delilleri
cevaplarımızın ekinde daha evvel Yüksek Mahkemeye sunduk.
Uzunca bir zamandan beri toplumun gündeminde olan bir
konu zaruri olarak siyasetin de gündeminde olur. Bu konularla ilgili geçmişte
hem ülke genelinde, hem de Türkiye Büyük Millet Meclisinde Meclis araştırma
önergeleri verilmiş, soru önergeleri verilmiş, bütçe müzakerelerinin en
hararetli konularından birisi bu bahsettiğim konu. Bununla ilgili açıklamalar
yapılmış, her parti kendince vaatte bulunmuş, çözeceğini ifade etmiş. Bu
konuşmalar tetkik edildiğinde görülecektir ki, bizimle ilgili, ne muhteva
itibarıyla ne konuşmanın sınırları itibarıyla ne de ortaya konulan çözümler
itibarıyla diğer partilerin, yazan, çizen, konuşan ve tartışanların
söylediklerinden ve yazdıklarından farklı değil. Özü itibarıyla bir özgürlük
sorununu çözüm talebidir ve fırsat eşitliğini engelleyen hususlara dikkat
çekmekten ibarettir. Aynı konuları gündeme getirenlere karşı farklı bir hukuki
uygulamanın ortaya konulması Türkiye'deki hukuk sisteminin işleyişindeki ciddi
kuşkuları da beraberinde getirmektedir. Bunu aslında çok fazla polemik yapmak
istemem, ama söylediğimin ne anlama geldiğini ifade zımnında bu konularda
ciltler dolusu, klasörler dolusu konuşmalar var. Ben sadece aynı konuyla,
suçlandığımız konuyla ilgili kim, ne demiş, onlara bugüne kadar ne yapılmış,
neden yapılmamış, niçin yapılmamış da şimdi bir hukuk devletinde farklı muamele
yapılıyor, onu söylemek istiyorum. Bu, bilindiği gibi, kılık kıyafetle ilgili,
başörtüsüyle ilgili değişik şekillerde tartışılan, isimlendirilen konuyla
ilgili.
Şimdi, bu beyanlarını, açıklamalarını okuyacağım değerli
zevat saygı duyduğumuz insanlar. Laikliğinden ve cumhuriyete sadakatinden
hiçbirimizin zerre kadar şüphesi olmayan insanlar ve bu konuşmaların hiçbirisi
benim partimin Genel Başkanının, arkadaşlarımın yaptığı konuşmalar da değil.
İkincisi, kapatılmış bir partinin genel başkanının ve sözcülerinin de
konuşmaları da değil.
Şimdi, bakınız, diyor ki: 'Dindar insanın kaynağı devleti
yönetenler değildir, onun kendisine rehber aldığı yer başkadır. Mütedeyyin
insan Kur'an-ı Kerim ne demişse, hadisi şerif ne demişse, sünneti seniyye ne
demişse onu yapacaktır. Biz isteyen taksın, istemeyen takmasın diyoruz.
Serbestliği istiyoruz. Biz yasaklara karşıyız. Biz liberaliz diyoruz. Liberal
ekonomiyi savunanlar liberal demokrasiyi de savunurlar. Avrupa'da böyle bir
kanun yok.' Başörtüsüyle ilgili söylüyor. 'Orada isteyen takıyor, istemeyen
takmıyor. Takan takmayana, takmayan da takana karışmasın diyoruz. Herkes
birbirine hoşgörü göstersin diyoruz. Türbana karşı olmayınca, hadiseye böyle
bakınca tabii ki oyumuz da bu istikamette olur.' Verdiği oyla ilgili, o kanunun
oylamasıyla ilgili bu konuyu böylece dile getirmiş oluyor. Bir oylama var,
onunla ilgili açıklaması bu.
Bir başka siyasi parti liderimiz şöyle diyor: 'Benim
düşünceme göre, dünyadaki uygulamalara göre, ilk ve ortaöğretim çağındaki
çocuklara belli bir kıyafet mecburiyeti veya yasaklamaları getirilebilir. Bu
antidemokratik olmaz. Ama yükseköğrenim çağına girmiş kişilere, gençlere ahlak
kuralları dışında kıyafet mecburiyeti veya sınırlama getirilemez; isteyen
örter, isteyen örtmez. Bazı kimseler diyor ki: 'Başörtüsüne karşı değiliz, ama
ideolojik nedenle başlarını örtmesine karşıyız.' Ben bu görüşe katılmıyorum.
Demokrasi varsa, ideolojik nedenler bile söz konusu olabilir. Yasaklar
kalkarsa, üniversitedeki genç kızların veya din eğitimi gören genç kızlarımızın
başlarını örtme ve kendilerini mecbur hissetmemeleri için vereceğimiz
demokratik mücadeleyi daha gönül rahatlığıyla verebilirim. Yasaklı kişilere
karşı mücadele vermek benim demokrasi anlayışıma sığmaz.'
Bir başka Türk siyasetinde önemli ismin söylediği bir
başka ifade: 'Laiklik, inananların, farklı inananların, inanmayanların, kendi
değişik tercihlerinin, inanışlarının, inançlarını uygulayabilmelerinin ortak
güvencesidir. Bir örnek verilirse, türban kullanmak isteyenin bunu özgürce
yapabilmesinin de, kullanmak istemeyenin kullanmama özgürlüğünün de ortak
güvencesidir.'
Hâlen bir siyasi partimizin liderinin sözleri:
'Öğrencilerin başlarını açmaya zorlanarak okuma haklarını ortadan kaldırmanın
ne laiklikle ne de demokratik devlet anlayışıyla bir ilgisi yoktur.' Türkiye'de
siyasi partilerin iktidarda farklı, muhalefette farklı konuşmalarını
eleştirerek başörtüsünü siyasi bir simge olarak gösterip İslam dinine
saldırıldığının altını çiziyor, 'Dün ne kadar Marksist, ateist ve komünist
varsa, bugün laiklik kisvesi altında İslam'a saldırıyorlar. Bu tür tutum ve
davranışlar devlet-millet zıtlaşmasına Türkiye'yi götürüyor.'
Yine bir önemli devlet görevinde bulunmuş bir başka
siyasi parti lideri bir ünlü gazeteciyle yaptığı mülakatta 'Başörtüsü konusunda
yetki üniversite yönetimlerine aittir. Katı uygulamalara karşıyım. İstismarı
önleyecek tedbirler alınabilir, çağdışı kıyafet yasaklanabilir, ama başörtüsü
çağdışı kıyafet olarak yorumlanamaz, bu kadınlarımızın yarısına hakaret olur.'
Bu konuyla ilgili bazı girişimler oluyor. 'Türbanı siyasi emellerine alet etmek
isteyenler olabilir, bunların belirlenmesi gerekir. İnancından dolayı başını
örtenlere müdahale edilmemelidir. Devrim kanunlarında böyle bir örtü yasağı yoktur.'
Hatta, enteresan, diyor ki: 'Din âlimlerine sordum, türban takılsa da olur,
takılmasa da. Atatürk'ün çıkardığı Kılık Kıyafet Yasası'nda da sarık, cübbe ve
şalvar yasaklanırken, başörtüsüne dair bir kayıt konulmamış. O dönemde, kimse
başını açmaya zorlanmamış. Üniversitede zaten 1982'den bu yana da uygulanmamış.
Biz üniversitelerdeki uygulamalarla mutabık değiliz.' diyor.
Sabrınızı zorlamak istemiyorum. Bir şey daha okuyacağım.
Yine en düzey görev yapmış olan bir başka siyasi parti lideri iktidara geldiklerine
başörtülü öğrencilerin üniversite kapısından dönmeyeceğini belirterek
'Başörtüsü yasağı çağdışı. Bir anne olarak bu yasaktan büyük üzüntü duyuyorum.
Ben. bunu bireyin hakkını korumak için savunuyorum. İran'da olsam, zorla
kapatanlara karşı direnirdim. Başörtüsü yasağını çağdışı buluyorum, demokrasiye
yakışmıyor.' Ve devam ediyor: 'Ezanın sesini kıstılar, yetmedi; milletin
okullarını kapattılar yetmedi. Eğer camiye gidersen hesap sorarız dediler,
şimdi de evladımın başörtüsüyle uğraşıp, okullara sokmuyorlar. Benim için,
örten de, örtmeyen de evladım, hepsi birinci sınıf vatandaşlarım.'
Size klasörler dolusu bu konuda yapılmış açıklama
getirebiliriz. Bunların bir kısmını koyduk. Sadece bir şeye dikkat çekmek
isterim, o da şudur: Eğer bir şey yasaksa herkes için yasak. Serbestse ister
konuşmak ister yapmak, bu ülkenin vatandaşlarının hepsi için serbest. Bize
düşen işte, yasakları da herkese aynen uygulamak, özgürlüklerde de herkesi aynı
ölçüde eşit tutmaktır. Şimdi, birisi için bu laflar söyleniyor. Bu dozda, bu
içerikte bizim bir konuşmamız yok burada. Ama, farklı uygulama var. Bu da
gerçekten Türkiye'de hukukun işleyişi konusunda çok ciddi kuşkuları beraberinde
getiriyor.
Bu sadece benim görüşüm değil, nitekim Yüksek Mahkemenin
verdiği bir kararda, o kararın parçası olan bir metinde aynen şöyle deniyor:
'Türkiye'de her hata işleyen kişi ve kuruluşa yaptırım uygulanmamakta, 'onlarda
yargı önüne getirilirse davasına bakılır.' denilmekte. Şikâyet vukuunda veya
savcı tarafından resen dava açılması durumunda mesele yargı önüne gelmektedir.
Yani çıkarılan kanunlar herkes için geçerli olmamaktadır. Beklemek, istenmeyen
kişi ve kuruluş geldiğinde elek sıkıştırılıp yargı darboğazında çözülmektedir'.
Anlaşılıyor ki şimdi darboğazdan biz geçiyoruz.
Bununla kimseyi ihbar etmiyorum. Neden bu türlü
tahkikatlar, soruşturmaları yapılmadı, bu partilerle ilgili dava açılmadı
demiyorum. Kendimi hiçbir zaman demokrasiye inanmış bir insan olarak muhbir
konumuna koymak istemem. Ben sadece haksız uygulamalara, farklı uygulamalara,
kişiye göre farklı farklı Türkiye'deki hukuk uygulamalarına, bu çarpıklığa
dikkatinizi çekmek istedim. Herhâlde bütün bu açıklamalardan sonra bu
partilerle ilgili, bu kişilerle ilgili hiçbir davanın açılmaması bunları ifade
özgürlüğü kapsamında mütalaa edildiği için diye düşünüyorum ve kanaatim de
budur.
Eğer bir ülkede ister yasalardan ve bunların
uygulamalarından, isterse başkaca sebeplerden kaynaklanan bir sorun varsa ve bu
da tartışılıyorsa öyle bir konuda partilerin fikir beyan etmeleri neden laiklik
karşıtı söylem ve eylem olarak mütalaa edilsin' Kaldı ki siyasi partilerin
demokratik bir toplum içerisindeki rolleri gereği zaten toplumdaki talepleri ve
beklentileri meşru kanallar içerisinde siyasete yansıtacak ki bu taleplerin
arkasında beklentisi olanlar illegal yollara sapmasınlar, meşru yollardan
sisteme adapte olsunlar. Zaten, partilerin varlık sebebi de budur.
Sayın Başkan, sayın üyeler; bir başka hususa da daha
dikkatlerinizi çekmek istiyorum: Şimdi, bir şeyin yasak olması başka, yasağın
yasak yollardan kaldırılmasını talep etmek başka bir şeydir. İşte İddia Makamı
ile anlaşamadığımız konulardan bir tanesi budur. Eğer bir siyasi parti veyahut
siyaset yapan insanlar yasak olan ya da olmayan herhangi bir konuyu veya yasağı
yine yasal yollardan giderek, hukukun dışına çıkmadan, cebir ve şiddeti teşvik
etmeden, barış içerisinde ve usulüne uygun olarak bu yönde bir hak ve özgürlük
talebinde bulunuyorsa bunun neresinde demokrasiye aykırı bir tutum var' Bu
türlü bir siyaset anlayışının neresi antidemokratik, neresi laikliğe karşı bir
durum' Kaldı ki, bugün hepimiz kabul ediyoruz ki, Anayasa'mızda ve
yasalarımızda, belki o gün için öyle düzenlenmesi doğru olan, en iyimser bir
değerlendirmeyle, bugün için anlamı kalmamış birçok madde bulunmaktadır. Bir
anayasal devlet düşünün ki, Anayasa'sının ekinde 15 tane geçici maddesi var ve
bunların da önemli bir kısmının uygulama alanı kalmamış ve geçici bir madde
sebebiyle de yüzlerce yasa Anayasa'ya aykırı olarak varlığını sürdürmüş. Ortada
bir anayasal sorun var, bir hukuk sorunu var. Siyaset kurumuna düşen bu
sorunları çözmek. Nasıl çözecek' Toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek ister
mevcut Anayasa'yı esas alarak bir anayasal düzenleme yapacak isterse yeni bir
Anayasa yapacak.
Şimdi, burada da bir farklılık görüyoruz. Herkesin kabul
ettiği bir gerçek var ki, 1982 Anayasası aradan geçen süre içerisinde yapılan
bunca değişikliklere rağmen toplum bu Anayasa'ya sığmıyor. Burada birçok
zorluğumuz var, devletin işleyişinde bir sürü sıkıntılar var. Dolayısıyla,
birçok sivil toplum kuruluşu, meslek odaları dâhil, hemen hemen bütün siyasi
partiler bir yeni Anayasa ihtiyacına vurgu yapıyor. Biz de parti olarak
yapıyoruz. Biz bunu gündeme getirdiğimizde -ki, bir ön hazırlık yapmaya
çalıştık- defaatle de ifade ettik ki, bunu kamuoyunun, kurumların bilgisine
sunacağız, tartışacağız, konuşacağız. Gelen talepleri dikkate alarak, Bilim
Heyetiyle birlikte en son Türkiye Büyük Millet Meclisine bir hazırlık olması
bakımından bu Anayasa'mızı vereceğiz. Kıyamet koptu. Şimdi, biz Anayasa değişikliği,
yeni bir Anayasa gündeme gelince kıyamet kopuyor, ama bir sivil toplum kuruluşu
-niye geldi demiyorum, tam tersi destek de veriyorum- çok fiyakalı bir isimle
Anayasa Konvansiyonu denildiği zaman bu çok olumlu bir yaklaşım olarak
algılanıveriyor. Yani, o zaman Türkiye'de acaba kullandığımız kelimelerde mi
bir yanlışlık var, biz mi meseleye yanlış bakıyoruz, yoksa kişiye göre,
kurumlara göre farklı muamelenin yeni bir versiyonunu mu görüyoruz'
Dolayısıyla, şimdi bu Anayasa tartışmaları sebebiyle hemencecik Türkiye'de bir
tartışma başladı: AK PARTİ düzeni değiştiriyor, şunu yapıyor, bunu yapıyor.
Yazılanları hatırlıyorsunuz. Hâlbuki biz defaatle açıkladık: 'Anayasa'nın
değişmez maddeleri olan, imla hatalarına, Türkçe kullanımındaki yanlışlıklara
rağmen 1'inci, 2'nci, 3'üncü maddelerini, 4'üncü madde tabiatıyla, bir de
174'üncü maddeyi olduğu gibi alıyoruz.' dedik. Şimdi, bunun dışındaki
maddelerin zaten değiştirilebileceğini Anayasa kendisi kabul ediyor, bunun
usullerini, esaslarını zaten Anayasa kendisi benimsemiş. O zaman bu açık
ifademize rağmen, tutumumuza, davranışımıza rağmen böyle bir değişikliğin
getirilmesi bile hemencecik Türkiye'de bir rejim değişikliği, 'rejim elden
gidiyor' tarzındaki bir tartışmayı toplumun gündemine getiriyor. Hâlbuki, iddianame
ve eklerinde bu iddiaları delillendiren, bu iddiaları haklı çıkarabilecek tek
bir delil bile gösterilemez.
Peki, bu belgeler nasıl olacak da bir partiyi laiklik
karşıtı eylemlerin odağı hâline getirecek, bizi böyle bir kapatma müeyyidesiyle
karşı karşıya bırakacak' İddia Makamıyla anlaşamadığımız temel farklılıklardan
bir tanesi bu.
İddia Makamıyla mutabık kalmadığımız bir başka husus daha
var Sayın Başkan, sayın üyeler; şimdi, başta da ifade etmeye çalıştık, 2002'den
beri bizim yaptığımız iş ekonomik çabaların, gayretlerin, dış politika vesaire
ayrı, her şeyi toplumun gözü önünde yapıyoruz, bir; her şeyi yargı denetimine
tabi olarak yapıyoruz, iki. Türkiye açık toplumdur, iki kişi arasındaki
konuşmaların bile yazılıp çizildiği bir dönemde, bir dünyada kimsenin öyle
gizli ajandası filan olamaz. Biz her şeyi hak hukuk çerçevesinde, kanun nizam
çerçevesinde yapmaya çalışıyoruz ve yapmak istediğimiz şey, demokrasiyi
geliştirmek, Anayasa'nın nitelikleri olan ve çok önem verdiğimiz, biraz sonra
kısaca temas edeceğim hususları geliştirmek, çağdaş ülkeler düzeyindeki
standartlara yükseltmek. Ama, Sayın İddia Makamı bana göre iki şeyi birbirine
karıştırıyor. Bir şeyin 'değiştirilemez' olması başkadır, 'eleştirilemez'
olması başkadır. Eleştirilen değiştirilemeyen değildir, değiştirilmemesi
gereken değildir, o değiştirilmezler adına ortaya konan uygulamalardır ki bunu
sıkça yapıyoruz. Mesela, acil bir rahatsızlık sebebiyle hastaneye gidip de acil
servisten yeşil kartı olmadığı için, sosyal güvenlik imkânı olmadığı için
hastane kapısından döndürülen bir vatandaş 'Böyle sosyal devlet olmaz.' diyorsa
-ki, çokça diyor- bunun karşı olduğu sosyal devlet ilkesi değildir, sosyal
devlet adına ortaya konulan oradaki bir uygulamadır, gayriinsani bir
uygulamadır. 'Paran varsa girersin içeriye, güvence kartın varsa girersin,
değilse kapının ağzında öl.' tarzındaki gayriinsani, gayriahlaki, gayrihukuki
davranışa tepkidir. Ya da diyelim ki geçmişte yaşanmış bir sürü olay var.
Güncellerden misal vererek söylüyorum: Türkiye cezaevlerinde önemli sıkıntılar
yaşadı. Çok şükür bugün bir sıkıntı büyük ölçüde yok uygulanan projeler ve
politikalar sebebiyle. Bizden evvel başladı, biz de sürdürüyoruz. 42'den fazla
kişi cezaevlerinde öldü. Bununla ilgili davalar açıldı ve süresinde bu davalar
neticelenmediği için zamanaşımından bu davaların hepsi düştü.
Şimdi, bu haber gazetelere düştüğünden beri çok sayıda
yazı yazıldı, makale yazıldı 'Böyle hukuk devleti olmaz.' diye. Şimdi, acaba bu
yazıyı yazanlar, bu sözü söyleyenler hukuk devleti ilkesine mi karşıdır, hukuk
devleti ilkesi adına ortaya konulan bu duruma mı karşıdır veya benzer durumlara
mı karşıdır' Dolayısıyla burada Sayın İddia Makamıyla ters düşüyoruz. O diyor
ki: 'Bir şey değiştirilemezse eleştirilemez de.' Hâlbuki, eleştirinin maksadı
önem verdiğimiz bu değiştirilemezlerin toplumda daha fazla yaşanmasını temin
etmek, onun toplumumuza sağlayacağı faydaları bir an evvel toplumumuza temin
etmek içindir. Dolayısıyla, bugün Türkiye Cumhuriyeti devletinin en önemli dört
tane vasfı var. Bunlar önemlidir. Bunlar Anayasa'da yazdığı için önemli değil,
Anayasa'da yazmasa bile çağdaş ve modern devletin özellikleridir. Türkiye
Cumhuriyeti devleti de modern ve çağdaş bir devlettir, yazsa da yazmasa da' Ama
yazmış olması ayrı bir teminattır, ayrı bir güvencedir ve doğru olmuştur.
Dolayısıyla bunları önemsediğimiz için bu tartışmalar yapılmakta, acaba bunu
Türkiye'de daha fazla yaşanabilir hâle nasıl getirebiliriz' Tartışmanın özü,
esası budur ve uygulamaya yöneliktir.
Dolayısıyla, şimdi, iddianamenin ekine koyduğu delillerin
tamamı Türkiye'deki uygulamalara yönelik eleştirilerdir, yoksa değişmez
niteliklerle alakalı değil.
Şimdi, peki neden böyle bir suçlamayla parti olarak karşı
karşıya kalıyoruz' O zaman Türkiye'nin geriye dönük -çok fazla vaktinizi almak
istemiyorum- yaptığı çalışmalara sosyolojik açıdan, siyaset bilimi açısından
kısaca bakmakta fayda görüyorum.
Hepimiz biliyoruz ki, Türk toplumu 1839'dan beri devlet
eliyle bir modernleşme çabasına girmiştir. Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı,
Meşrutiyet Hareketleri, Cumhuriyet ve bugün. Devletin başlattığı, ancak bugün
milletin benimsediği tepeden başlayıp tabanda makes bulan ve kendimize mahsus
bir özümseme kabiliyetiyle başardığımız bize özgü bir modernleşme.
İşte çok partili hayat bu modernleşmenin siyasal hayata
yansımasıdır. Aradan geçen yüz altmış dokuz yıl içerisinde bu modernleşmenin
siyasi tezahürlerinde zaman zaman sıkıntılar oldu, başarısızlıklar oldu ve
Türkiye bunlardan da yeteri kadar tecrübe kazandı ya da kazanması için yeteri
kadar imkân çıktı. Çünkü modernleşme bir toplumun en zor gerçekleştirdiği çok
yönlü değişimdir. Onun için modernleşme sürecini yaşayan toplumlarda bu
süreçler çok sıkıntılı geçmiştir. Bu sıkıntının en çok yaşandığı alan da hiç
şüphesiz siyaset alanıdır. Çünkü modernleşmenin tabiatında sosyolojik anlamda
bir çatışma vardır, gerilim vardır, modernleşme ile gelenek arasında bir
çatışma, bir itişip kakışma. Bu gerginlik, tabii olarak, kaçınılmaz olarak da
belli suçlamaları beraberinde getirmektedir. Ama geriye dönüp baktığımızda bu
suçlamalar acaba ne kadar doğru' Zaman bunları ne kadar doğruladı' Suçlamaların
konusu olan nitelemeler, atfedildikleri insan ya da toplum kesimleri bakımından
gerçekten varit miydi' Bunu zaman gösteriyor ama tarihi bir vakıa ki bunların
çok önemli bir kısmı doğru değildi, zaman doğrulamadı.
Siyasi modernleşmemizde bu manada bir tecrübe dönemi olan
II. Meşrutiyetin ilanından sonraki sürece bir bakmak lazım. Bilindiği gibi,
partiler kuruldu, geleneği temsil edenler, yeniliği dillendirenler oldu. Bu ilk
dönemde siyasi sancılar yaşandı ve gerilimler yaşandı. Önemli iki parti var:
Bunlardan bir tanesi Hürriyet ve Îtîlaf Partisi, daha gelenekçi; İttihat
Terakki Partisi belli kıstaslara göre daha yenilikçi. Birbirlerini acımasızca
suçladılar; dinsizlikle, imansızlıkla, millet gerçeğini inkâr etmekle. Ama
hiçbirisi yeterince doğru değildi. Bu suçlamalar yapıldı ama bu kavganın çokça
yaşandığı Balkanlar bugün ne itilafçılara kaldı ne ittihatçılara.
O sebeple, Türkiye'de bu modernleşme ve siyasi partiler
üzerine değerli araştırmalar yapan bilim adamımız Prof. Şerif Mardin, Türk
modernleşmesiyle ilgili olarak yaptığı inceleme ve değerlendirmesinde şöyle
diyor: 'Modern Türk Siyasetinin Tarihi, incelenen muhalefet hareketlerinin
tamamının aynı ithamla suçlandıklarını gösterir. Bu makalenin kaleme alındığı
günlerde dünyada eşine az rastlanır şekilde Türk gazetelerinin manşetleri
siyasetçilerin şeytani tertiplerle Türk milletini bölmeye çalıştıklarını
duyurarak bu davranış kalıbına, yani suçlama kalıbına katkıda bulunuyorlardı.
Diğer yandan elli yıl kadar önce İttihat Terakki aynı suçlamaları rakiplerine
karşı yöneltmişti. Cumhuriyet devrinde Terakkiperver Fırka vatana ihanete giden
eylemlerin hamisi olmakla suçlandığında, iddianame benzer şekilde tanzim
edilmişti. Atatürk'ün isteği ile kurulan Serbest Fırka benzeri saldırıların
hedefi kılınınca siyasi hayattan silinmişti' diyor ve ekliyor. 'Türk siyasi
kültüründe muhalefet kavramında son derece düşman bir öğenin var olduğu sonucunu
çıkarabiliriz. Sonuçta Türkiye'de muhalefetin sürekli boğazının sıkılmasının
yol açtığı en önemli kayıp, sosyal ve iktisadi yaratıcılığın engellenmesi
olmuştur.' diyor bu makalede.
Bir merhum Başbakan 'Sait Halim Paşa'dan İdris
Küçükömer'e kadar kimi aydınlarımızın işaret ettiği gibi Türkiye'nin bin yıllık
geleneğinde muhalefete yer yoktur. Demokrasilerde devletin bir parçası olarak
kabul edilen muhalefete, Türkiye'de tarihsel olarak yeterli hayat hakkı
tanınmamıştır. Türkiye'de otoriter devletçi zihniyet, oy mekanizmasından,
siyasi rekabetten ve muhalefetten daima korkmuştur. Siyasete yönelik bu
korkunun temelinde aslında vatandaş korkusu, millet korkusu yatmaktadır'
demektedir. Burada kastedilen muhalefet partileri değil, muhalif
hareketlerdir.'
1950'den bu tarafa da ilk tecrübeden intikal eden suçlama
ve itham geleneği hâlen sürüyor. Her on beş yılda bir, yirmi yılda bir
neredeyse özü değişmeyen ama ambalajı günün şartlarına göre değişen bir
suçlama, ayırma ve bölme devam ediyor. Her dönem düşman öğeleri buluyoruz. 1950
öncesi Cumhuriyet Halk Partisi hükûmetlerinde İçişleri Bakanlığı yapan merhum
Mehmet Emin Erişirgil, Mehmet Akif'le ilgili kitabını yazmaya karar verdiğinde
başından geçen bir olayı anlatıyor. Bu olay Türk toplumundaki kolay suçlama
alışkanlığının örneğidir. Vapurda karşılaştığı bir kişi Erişirgil'in Safahat'ı
okuduğunu görünce sorar: 'Beyefendi nereden hatırınıza geldi bu softa''
Erişirgil bu soru üzerine neler düşündüğünü anlatır ve kendi döneminde yaşlılar
için her mekteplinin adı -tırnak içerisinde- züppe, gençlere göre her yaşlının
adı softa olarak anılır.
Dinsizlikten, milliyetsizlikten başlayan ilerici, gerici,
çağdaş olan-olmayan, laik-antilaik tartışmalarına varıncaya kadar Türkiye
suçlama geleneğinde epey tecrübe kazandı. Hepimiz bu suçlamaları dinleyerek
büyüdük, belki zaman zaman da şahsen suçlandık. Benim yaşadığım dönem şahsen,
özellikle üniversite yılları, Türkiye'yi Rusya'ya satacaklarla Amerika'ya
peşkeş çekecekler arasındaki kavgalarla, ithamlarla ve propagandalarla geçti. Türkiye'ye
ne faydası oldu, bilmiyorum.
Bu kadar laf etmemin sebebi şu Sayın Başkan, sayın
üyeler: Bu dava bu suçlama geleneğinin bir ürünüdür. Onu arz etmek için
söyledim. İddia Makamının iddianamesinde ve esas hakkındaki son olarak
huzurunuzda yaptığı mütalaada baştan sona 'emperyalizm', 'ihanet', 'irtica',
'mürteci', 'din tacirleri', 'tertipçi', 'sömürgeci', 'mandacı', 'işbirlikçi',
'gerici', 'iç ve dış odaklar', 'siyasi hegemonya projesi' gibi hukuken
tanımlanması imkânsız fakat belli bir siyasi/ideolojik tavrı yansıtan
kavramlarla dolu. Karşılıklı suçlayan ve suçlanan kesimlerin de Türkiye için
düşündüğünü kabul ederek suçlamak, birbirimize sırt dönmek yerine birbirimizi
anlayabilseydik inanıyorum ki Türkiye bugün çok daha farklı olurdu. Türkiye'yi
kavram terörüne maalesef kurban ediyoruz. Yabancılar Türk halkına güveniyor ama
biz birbirimize güvenmiyoruz.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen millet kendi
kabiliyetiyle, kendi sağduyusuyla bir modernleşme çizgisini de başarıyla
sürdürüyor. Sokak görüntülerine bir bakalım, televizyonların eğlence
programlarına bakalım. Değişik kıyafetlerdeki insanlar, başı açık olan, başı
kapalı olan, yaşlısı genci birlikte aynı sanatçıyı dinliyorlar ve tempo
tutuyorlar. Belki sıradanlaştığı için dikkatimizi çekmiyor olabilir. Muhafazakâr
olduğu kabul edilen radyo kanallarına veya televizyon kanallarına bir bakın,
popüler müziğin en son örneklerini orada görebilirsiniz. Beş yıldızlı otellerin
düğün salonlarında yapılan düğünlere bir bakın, bu düğünleri yapanlar bundan
yirmi sene evvel hangi konumdaydı, bugün hangi konumda'
Türkiye kendi içerisinde -bu misalleri çoğaltmak mümkün-
çok ciddi bir değişim yaşadığını açıkça göstermektedir. Türkiye kabuk
değiştiriyor. Bütün bu değişimin hepsinin de siyasete bir yansıması var. Bizim
toplumumuz kendi kültürünün, geleneğinin değişmezleriyle evrensel değerleri
inanılmaz bir sentezle özümsüyor ve benimsiyor.
Şüphesiz bunları söyleyen ben Türkiye'nin sorunsuz
olduğunu da söylemiyorum. Her ailede sorun olabilir, her ülkenin sorunları
vardır. Ama her anlaşmazlığı mahkemede çözmeye kalkmak ne kadar doğrudur, ne
kadar gerçekçidir ve ne kadar netice alıcıdır'
Demokratik toplum aslında geniş bir aile, demokratik bir
aile. Her sorunu mahkemede çözmek yerine demokratik bir sabırla, hoşgörüyle,
saygı ve açık gönüllülükle çözmek sorunu daha kalıcı çözmektir. Toplumun sorun
çözme yeteneğini geliştirmek, olaylar karşısında hisle, heyecanla, hamasetle ya
da husumetle değil akılla, sağduyuyla çözmek birlikte yaşamayı
kolaylaştıracaktır. Bunun adı 'demokratik yöntemlerle sorun çözmek'tir.
Esasen bir ülkenin her sorunu yasayla çözülseydi bugün
sorunlu hiçbir ülke olmazdı ve bu sorunları yasaklarla da çözmek mümkün değil,
çünkü her sorunun kendi içinde dinamikleri, tayin edici faktörleri var.
Eğitimle çözülebilecek bir konuyu ancak eğitime önem vererek çözebilirsiniz,
eğitim yetersizliğini ortadan kaldırarak çözebilirsiniz. Ekonomik sorunları
ekonominin kurallarından ve önceliklerinden yola çıkarak çözebiliriz. İç içe
geçmiş sosyal olayları sosyal verilerden, sosyolojik verilerden hareketle
anlamamız daha kolay olur. Şüphesiz siyasi sorunları da siyasetin kendi içi
dinamikleri daha kalıcı çözer. Aksine yapılan değerlendirmeler ve uygulamalar
siyasetin yükünün yargıya devredilmesine yol açar ve bugün geldiğimiz nokta da budur.
Siyasetin esnek kuralları yerine yargının sert kaideleriyle sorunlara müdahale
edilmiş olur. Bütün bu nedenlerden dolayı ülkenin her türlü sorununun çözümünü
hukuk kurumlarına havale etmek onlara aşırı bir yük yüklemektir. Bu hukuk
kurumlarını aşındırır ve bu kurumlara olan güveni de sarsar.
Sayın Başkan, Yüksek Mahkememizin sayın üyeleri; davanın
geneliyle ilgili bu değerlendirmeleri yaptıktan sonra Sayın İddia Makamı
partimizin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu iddiasıyla bu iddianamenin
ekine birçok evrak getirdi koydu, doküman getirdi koydu. Tabiatıyla, eğer bu
dokümanlar gerçekten delil niteliği taşıyorsa, sizde böyle bir kanaat hasıl
edecekse, o takdirde varılacak sonuç farklıdır; değilse farklı bir karar
verilecektir. O hâlde, evvela evrensel anlamda bu davada uygulanacak hukuk
kurallarını ortaya koymamız lazım. Biliyorum doktrinde, tatbikatta birçok
tartışma var: 'Parti kapatma davaları ceza davasıdır, ceza davası değildir.' Bu
tartışmalara girmiyoruz ama ister ceza davası olarak kabul edilsin isterse
kendine özgü ama ceza usul hukuku kurallarının uygulanacağı bir nevi şahsına
münhasır dava olarak kabul edilsin, ama mutlak surette dikkat edilmesi gereken,
dikkate alınması gereken bir kısım ceza muhakemesi kuralları var. Sıradan bir
ceza davasında bile bu kurallar geçerliyse, bir tüzel kişiliğin' Çünkü, bir
siyasi partiye, bir tüzel kişiliğe yapılabilecek en ağır itham yapılmıştır:
Laiklik karşıtı eylemlerin odağı. İddia çok yüksek, karşılığında talep edilen
müeyyide ise idam hükmünde; siyasi partinin kapatılması, tüzel kişiliğinin
ortadan kalkması. Öyle olunca, bir sulh cezalık işte bile bu kurallar
geçerliyse, evleviyetle böyle bir davada da bunların geçerli olması
gerekecektir. Dolayısıyla, işin bu bölümünde bu davada uygulanacak önemli usul
kurallarıyla ilgili kısa bir maruzatta bulunmak istiyorum.
Şüphesiz bu davaya delil teşkil eden bir kısım dokümanlar
delillendirilirken göz önünde tutmamız gereken kurallardan bir tanesi 'şüpheden
sanık yararlanır' ilkesidir. Çünkü, idamla sonuçlanacak bir hüküm verebilmek
için gerçekten ortada hiçbir şüphenin olmaması lazım. En ufak bir ihtimalin
dahi söz konusu olması hâlinde bir evrensel kural olarak bunun parti lehine
yorumlanması gerekir: Şüpheden sanık yararlanır ilkesi.
İkincisi: Maddi gerçeğin araştırılması ilkesi. Doğrusunu
isterseniz, bu davada en çok ihlal edilen usul hükümlerinden bir tanesi budur.
Şimdi, bir hukuk düzeninde tüzel kişileri kapatmak veya insanları cezaevlerine
sokmak marifet değildir, doğru olan da bu değildir. Ceza hukukunun temel
felsefesi de bu değil. Hukukun esas amacı, varmak istediği şey gerçeği ortaya
çıkarmak, gerçeği orta yere çıkararak adalete ulaşmaktır. O nedenle, mahkeme
heyeti önüne bir dava getirilirse o olayın bütün yönleriyle, bütün delilleriyle
lehte aleyhte toplanıp ona göre bu davanın açılması gerekir. Maddi gerçeğin
araştırılması ilkesi. Buna hiç riayet edilmediğini biraz sonra arz edeceğim.
Üçüncüsü: Yeterli delil ilkesi. Eğer yeterli delil yoksa
dava açılması doğru değildir. İster ceza davası ister hukuk davası isterseniz
böylesine önemli bir dava. Yeterli delil yoksa, bir dava açtığınız takdirde,
sonuç ne olursa olsun daha baştan en büyük zararı veriyorsunuz. Şimdi, bu
davanın açıldığı günden beri hem ülke için hem de kendimiz açısından ne büyük
sıkıntı çektiğimizi belki bu platform bunları konuşmaya imkân vermez, ama ben
biliyorum ki bu davada yeterli delil yok, hatta delil yok. Ama buna rağmen dava
açılmış. Hâlbuki, işleyen bir hukuk sisteminde önce deliller toplanır lehte
aleyhte, açılacak davanın nevini, türünü o deliller belirler. Önce davayı açıp
sonra delil toplamaya kalkışırsak, o takdirde bu hukukun temel ilkelerini da
zayıflatır, hukuka olan güveni de zayıflatır, kurumlar aşınır ve bir evrensel
usul kuralı da ihlal edilmiş olur.
Bir başka usul kuralı üçüncü kişilerin eylemlerinden
sorumlu olmama ilkesidir. Şimdi biraz sonra yine ifade edeceğim. Ekte konulan
delillerin bir kısmı bu kurala da uymamaktadır.
Bir başka husus 'Kanunsuz suç ve ceza olmaz' ilkesinin
genişletici yorum ve kıyas yasağı sonucunu doğuran boyutudur. Dolayısıyla, bu
manadaki kuralların dar bir şekilde yorumlanması lazım. Ceza Kanunu'nda
yaptığımız değişiklikle de bunu açıkça ortaya koyduk: Kıyas yoluyla yorumlar
getirilemez.
Bir başka ilke 'dürüst işlem' ilkesi. Dürüst işlem ilkesi
ceza muhakemesi işlemlerinin kandırma, yanıltma veya zorlama gibi irade
serbestisini engelleyen veya savunmayı kısıtlayan hususlardan ari olması lazım.
Yine bu biraz sonra açıklayacağım hususlarda bu ilkenin de birçok delil
bakımından ihlal edildiğini açıklıkla görebiliriz.
Ve son bir ilke 'vakıaların sabit ve muhakkak
addedilmesi' gerekliliğine ilişkin kural. Eğer bu noktada bir ihtimal varsa,
olsa olsa varsa, tahmine dayanıyorsa, bu kuralın uygulanma şansı da yoktur.
Yeri gelmişken bir hakkı teslim etmem lazım. O da şudur:
Bugün Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı olan Sayın Yalçınkaya saygı duyduğum bir
hukukçudur. Hakikaten çok değerli bir hukuk adamıdır. Eski görevim sebebiyle de
yakinen tanıyorum. Ayrıca Başsavcı Vekilliği yapan Sayın Kubilay Özkan iyi bir ceza
hukukçusudur. 2002'den bu tarafa yaptığımız ceza hukuku alanındaki
değişikliklerde Yargıtay adına toplantılara hep kendisi katılmıştır.
Dolayısıyla çok büyük katkısını gördük. Bunu hep kamuoyunda da ifade ettim
zaten.
Şimdi, benim hayretimi mucip olan, böyle iki değerli
hukuk adamının görev yaptığı bir makamdan böylesine hukuki titizlikten uzak bir
iddianame nasıl hazırlanmıştır' Doğrusu iki şeye hayret ediyorum: Bir, böyle
bir iddianame; ikincisi, böylesine iki değerli hukukçunun olduğu bir makamdan
bu dava nasıl açılabildi'
Şimdi, neden bunu söylüyorum: Bakınız, ekteki delilleri
değerlendirirken en az on yedi noktada sakınca var. On yedi noktadan bu deliller
arızalı, bu delillerin delil olma niteliği yok. Bu delillere göre bir karar
verme imkânı da yok.
Şimdi, demin bir ilke söyledik: Maddi gerçeğin
araştırılması ilkesi. İddia Makamı' Çünkü -yeri gelmişken ifade edeyim- Avrupa
Birliğiyle Türkiye'nin arasındaki en çok tartışmalardan bir tanesi ve ilerleme
raporlarındaki Türk yargısının en büyük eksikliklerinden bir tanesi savcıyla
hâkimin aynı düzlemde oturması. Niye savunma makamındakiler aşağıda oturuyor,
öbürleri yukarıda oturuyor, onların da aşağı inmesi lazım. Bu çok tartışma
konusu olmuştur. Ceza Muhakemesi Yasası'nda da epey tartışmalar olmuştur ve
hâlen de tartışılan bir konudur. Biz her defasında şunu söyledik, dedik ki:
'Sizdeki iddia makamı gibi değil. Sizdeki savcı anlayışı farklı, bizdeki farklı.
Bizdeki hâkim statüsünde. Mesleğe alınmaları, kabulleri, yetkileri,
sorumlulukları' Bugün hâkim olan pekâlâ bir başka zaman savcı olabilir, kendi
içinde geçişleri var. Çünkü, sizin orada iddia makamı, özellikle Anglosakson
hukukunda, hepinizin bildiği gibi, sadece aleyhe olan delilleri toplar, lehe
olanları savunma makamı getirecek. İddia makamının böyle bir yükümlülüğü yok.
Hâlbuki bizim Ceza Muhakemesi Yasası'nın -eskisinde de, yenisinde de- 160, 161
ve takip eden maddelerde, lehte, aleyhte delillerin hepsini toplaması lazım.'
Yani, şu davanın ekindeki dosyalara bir bakın. Yani, bu parti bu kadar kötü iş
yapmış da bir tane iyi iş yapmamış mı' Bir tane lehte delil hiç olmazsa kanun
hükmünün gereğini yerine getirmek adına bile olsa, sembolik olsa, iki tane
evrak getirilip bunun ekine konabilirdi. Bunların hiçbirisi konulmadan bir
iddianame hazırlanıyor.
Şimdi, belli ki Başsavcılık Makamındaki çalışanların bu
konuda yeterli titizliği yok. Şimdi, ikincisi: Delil olarak ortaya konulan ne'
Basın, basın kupürleri, gazete kupürleri' Şimdi, Türkiye'de bilgi kirliliğinin
en önemli kaynaklarından bir tanesi Türkiye'de basındır. Biz bunu hep söyleyip
geldik. Hepimiz de olup bitenlere bakıyoruz. Şimdi, bir olayı hep beraber
yaşıyoruz. A gazetesinin manşetten verdiğini öbürü küçücük bir haber olarak
veriyor veya birisi bir başka bölümünü orta yere çıkarır, öbürü bir başka
bölümü orta yere çıkarır. Önce yazar, sonra bu işin aslında 'Siz tavzih edin,
tekzip edin'' İşiniz gücünüz yoksa basında çıkan bu yalan haberleri, yanlış
haberleri, kirli bilgileri temizlemek. Dolayısıyla, şimdi bu davanın en zayıf,
bana göre en eksik yanlarından bir tanesi gazete kupürlerine dayanmış
olmasıdır. Üstelik de bunun çok önemli bir kısmının bir tek gazeteye dayanmış
olmasıdır. Gerçekte bu doğru mudur değil midir, aslı var mı yok mu, bunu en
azından o haberin konusunu teşkil eden resmî makamlardan bilgisini, belgesini
isteme imkânı varken, hiç bu yollar tercih edilmemiş, önümüze sizlerin dahi
aylarca okumakta zorlanacağınız, ilgisi olan olmayan ne varsa getirilip
konulmuş. Onun için, mahkemeye kolaylık olması bakımından bu delillerin on yedi
tane zaafı var.
Şimdi, bunlardan bir tanesi, 71 kişiyle ilgili siyasi
yasak talep ediyor. Ama bu yasak talep ettiği kişilerin hukuki dayanağını
koymuyor. Bir iddianamede kim, neden yargılanıyorsa ona onunla ilgili kanun
maddesini, hukuki dayanağını koyması lazım. Öyle götürü usulden tartışma
yapabiliriz ama götürü usulden suçlama olmaz. Dolayısıyla, hakkında yasak talep
ettiği kişilerin hukuki dayanağını koymuyor.
İkincisi: İddia ediyor, itham ediyor, fakat delil
koymuyor. Mesela: Talim Terbiye Kurulunda görev yapanların tamamının bir
sendikaya üye olduğunu, bunun da laiklikle sıkıntısı olan bir sendika olduğunu
söylüyor. Peki, delili nerede' Yani, şimdi bir hukuk devletinde gelişigüzel'
Biz siyasette bazen böyle ileri geri suçlamaları yaparız, ama bir hukuki
metinde, bir hukuki işlemde delili olmadan itham da yapılamaz, suçlama da
yapılamaz, hüküm de tesis edilemez. Eğer bunu söylüyorsanız bunun delilini ekine
koymanız lazım ve bu delilin de hukuki anlamda kıymeti olan, o delil niteliğini
taşıyan belgelerin, bilgilerin olması lazım.
Şimdi, üçüncüsü: İddiasını ispat için Batı uygulamalarını
örnek gösteriyor, 'Batı'da böyle.' Bizim toplumumuz böyle genellemeler yapar.
Batı'yı örnek gösteriyor da, bunun kanıtı yok. Hakikaten Batı dediğiniz neresi'
Nereyi kastederek söylüyorsunuz' Bu Fransız uygulaması mı, Alman uygulaması mı,
İngiltere mi' Neresi' Şimdi, Avrupa dediğiniz zaman 1 milyonluk Baltık
ülkelerinden tutun Portekiz'e kadar her taraf Batı, Batı oldu, Batı
uygulamaları oldu. Şimdi, burada ne demek istiyoruz' Şimdi, bir sürü evrak
getirip koyuyor ve diyor ki: 'Siz benim dediğime bakın.' Bunun kanıtı yok
burada. 'Ben söylersem bu doğrudur.' Acaba ne kadar doğrudur' Konuştuğumuz her
konunun Batı'da farklı uygulamaları var, bunu biliyoruz, bunu görüyoruz ya da
şöyle bir mantıkla bu deliller konuluyor: 'Dünyanın ortası neresidir' Ayağımın
bastığı yerdir. İnanmayan ölçsün.'
Şimdi, biz 'Batı'da bunun örneği vardır.' derken bütün
Avrupa ülkelerini dolaşıp aylarca, yıllarca eğer bir delil arama, bu iddianın
doğruluğunu araştırmaya kalkacaksak o zaman hiçbir davanın bitme imkânı yok. Bu
İddia Makamının görevidir. Bir şeyi iddia ediyorsa, delilini, kanıtını koyacak.
Şimdi, AK PARTİ'nin dış politikasının İslam'la ilintili
olduğunu söylüyor. Bunu söylerken de delil yok. Bir yorumlardan hareketle bir
idam hükmünün verilmesini Yüksek Mahkemeden talep ediyor.
AK PARTİ'nin dış politikasının İslam ile ilintili
olduğunu söylüyor. Bunu söylerken de delil yok. Bir yorumlardan hareketle bir
idam hükmünün verilmesini yüksek mahkemeden talep ediyor. Dış politika konusu'
O bölüme ayrıca geleceğim. O konuyu hiç şüphesiz hepimiz biliyoruz, ayrıca bu
işlerde görev yapmış olan değerli üyelerimiz de var aramızda. O nedenle, onu
ayrı bir başlık olarak söylemek istiyorum.
Bir başka eksikliği bu delil olduğu iddia edilen -tırnak
içerisindeki- demetin bir kısmı teorik konularda karşı görüşler ve kararlar
olduğu hâlde fotoğrafı tam olarak ortaya koymuyor. Hepimiz hukukla uğraşıyoruz,
aynı konuya doktrinde öyle yaklaşanlar var, böyle yaklaşanlar var. Nitekim,
daha bu analizi yaparken söylemeye çalıştım. 'Kapatma davası ceza davasıdır.'
diyenler de var, 'Ceza davası değildir, ceza usul kurallarını uyguluyor, nevi
şahsına uygun, münhasır bir davadır.' diyenler de var. Eğer bu konuyu
tartışacak, konuşacaksak karşı görüşün de getirilip buraya konulması lazım ki
sizler bu ne anlam ifade ediyor daha rahat anlama ve değerlendirme imkânı
olsun. Bunlarla ilgili en ufak bir bilgi yok.
Belki en vahim olanı aslı, olmayan haberleri koyuyor.
Peki, neden aslı olmayan haberleri koydu' Çünkü, o gazete malumatını noter
tasdikli belge olarak kabul etti. Türkiye'de basının neye göre yazı yazdığını
hepimiz biliyoruz. Geriye dönük şu on beş yıllık süre içerisinde neden bazı
büyük holdinglerin bir banka, bir gazete, bir televizyon sahibi olmak
istediklerinin altında yatan gerçekleri biliyoruz, Türkiye'nin bu imkânları
elde edebilmek adına nelerin Türkiye'de yasa dışı yollardan böyle bir
yapılanmaya gidildiğini hatıralardan biliyoruz, yaşadıklarımızdan biliyoruz
vesaireden biliyoruz. Bugün Türk basının maalesef iki tane önemli zaafı var.
Bunlardan bir tanesi' Bazıları tümüyle ideolojiktir, bazıları ise zaten
arkasında büyük holdingler var. İnkâr edilecek şeyler de değil; kim kimin
gazetesidir, televizyonudur, bellidir. Bunların hepsinin siyasetle şu veya bu
şekilde beklentisi vardır, ilişkisi vardır. Evet derseniz farklı olur, o zaman
körü badem gözlü yaparlar; hayır derseniz bu defa da başka türlü olur. Biz
bunları yaşadık geliyoruz.
Vakti uzatmamak için ifade ediyorum. Yaşadığım, şahsen
yaşadığım çok trajikomik olaylar vardır. Belki çoğumuz da yaşıyoruz. Şimdi, bu
medyanın ortaya koyduğu haberlere bakarak, araştırma yapılmadan 'Doğrudur,
budur.' dediğimiz zaman Türkiye'de kapatılmayacak parti de kalmaz. Çünkü, basın
da ikiye üçe bölünmüş, siz de istiyorsanız öbür kanaldan, ben de istiyorsam bu
kanaldaki medyadan bilgi, belge toplayabilirim. O nedenle, aslı araştırılmayan
haberleri doğru kabul ederek iddianameye koymuş ve üstelik de AK PARTİ'nin
laiklik karşıtı eylemlerin odağı hâline getirdiğini söylediği delillerin önemli
bir kısmı aslı olmayan haberler.
Ayrıca kendisi bazı iddialar oluşturmuş. Benim bakımımdan
en üzücü nokta şurasıdır: Konumuz ne olursa olsun, ister savunmada ister İddia
Makamında ister yargı makamında, yargı kararları önemlidir. Eleştirebiliriz
ayrı ama ortada neticelenmiş bir yargı kararı varsa bunu dikkate almak
mecburiyetindedir İddia Makamı. Eğer İddia Makamı bu yargı kararlarını dikkate
almıyor da farklı bir işlem yapıyorsa, o zaman bu yargı kararlarının anlamı ne,
bu yargılamayı biz niye yapıyoruz' İddianameyi delil kabul ediyor, derecattan
geçmiş, kesinleşmiş mahkeme kararlarını yok farz ediyor, 'Siz benim dediğime
bakın.' diyor. Böyle bir yargılama mantığı olamaz. Dolayısıyla, yargı kararını
dikkate almıyor.
Ha, bir başka şey daha var şimdi bu iddianame ve
şeylerinde gördüğümüzde. Şimdi, bir konuşma oluyor. Eğer kendi kurguladığı
iddiaları doğruluyorsa o konuşmayı alıyor. Sorulduğu zaman da 'Niye tekzip
etmedin'' Şimdi, tekzip ediyorsunuz, bu defa diyor ki: 'Tekzip etti ama
tepkiden dolayı tekzip etti.' Şimdi, konuşuyorsunuz suç. Bir televizyon
programında iki arkadaş, partili iki arkadaş -ikisi de yasak talep
edilenlerden- biri konuştuğu için, öbürü o konuşma sırasında sustuğu için' Niye
sustu' Şimdi, dolayısıyla böylesine bir hareket noktası var İddia Makamının.
Düzeltme, cevap haklarını dikkate almıyor. Bunlar anayasal hak. Parti
kurulmadan önceki beyanları delil olarak kullanıyor. Bizim özel hukukumuzda
bile çocuk cenin hâlinde sağ doğmak kaydıyla haklara sahip olur, yükümlülükler
ise belli şartlara bağlıdır. AK PARTİ diye bir parti yok, bir tüzel kişiliği
yok, ana rahmine bile düşmemiş, seneler evvelinden olup biten, söylenen sözleri
getiriyor AK PARTİ'ye yüklüyor. Ceza hukuku anlamında kabul edilebilecek bir
şey değildir, böyle bir suçlama olmaz.
Parti üyesi olmayanların beyanlarını suçlamada delil
olarak kullanıyor. Yasama sorumsuzluğunu hiç dikkate almıyor. Cumhurbaşkanının
beyanlarını delil olarak kullanıyor, Meclis Başkan ve başkan vekillerininkini
kullanıyor, 'Kişisel görüştür.' dediği hâlde bunları parti kapatmada delil
olarak kullanıyor ve bu dosyada o kadar çok evrak var ki -gerçekten günlerce
büyük bir ekiple çalıştık- samimi olarak itiraf edeyim ki, bu deliller buraya
niye kondu yahut bu kupürler, bu gazete, doküman, biz bu işin içerisinden
çıkamadık. Yani, İddia Makamı, bir halk tabiriyle, karanlıkta bize karınca
arattırıyor. Siz de arayacaksınız. Şimdi, o kadar evrak, klasörler dolusu evrak
niçin konulmuş, kiminle ilgili, neden burada, bunların da misallerini vereceğiz
ve bir kısım deliller de yeterli değil.
Hâlbuki, Sayın Başkan, sayın üyeler, Türkiye bir hukuk
devleti. Ne yapacaksak bu çerçevede yapacağız. O nedenle, vermiş olduğunuz
kararlarda hukuk devleti ne anlama geliyor ve bunlar içtihat hâline gelmiş.
Hukuk devleti, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyan, adaletli bir
hukuk düzeni kuran ve bunu sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün işlem ve
eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir. Böyle bir düzenin kurulması
yasama, yürütme ve yargı alanına giren tüm işlem ve eylemlerin hukuk kuralları
içerisinde kalması temel hak ve özgürlüklerin anayasal güvenceye bağlanmasıyla
olanaklıdır. Temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmadığı, hukukun
evrensel kurallarına saygı gösterilmediği ve adaletli bir düzenin
gerçekleşmediği bir ortamda hukuk devletinden söz edilemez. Bunlar sizin
muhtelif tarihlerde vermiş olduğunuz içtihatlarınız, kararlarınız.
Doktrinde hukuk devletinde müddei iddiasını hukuka uygun
usullerle ulaştığı bulgulara ve delillere dayandırarak ispat etmekle
mükelleftir. Aksi takdirde İddia Makamının iddiaları ve delilleri hukuki bir
kıymet ifade etmez. Hukuk devletinde vatandaşlar hukuki güvenlik içinde
yaşarlar. Bunun içinse hangi kurallara tabi olduklarını önceden bilmeleri ve
davranışlarını ona göre ayarlamaları gerekir. Hukuk devleti hukuk kurallarının
belirliliği ilkesini gerektirir.
Hukukumuza göre, 'İddia Makamı kendisine intikal eden
veya resen hareket ettiği bir konuda maddi gerçeğin ortaya çıkarılması ve adil
bir yargılamanın yapılması için emrindeki adli kolluk marifetiyle leh ve
aleyhteki delilleri toplamakla görevli ve yükümlüdür.' Ceza Muhakemesi Kanunu,
160. 161 de yine aynı şeyleri düzenliyor.
Sonuç olarak bir şey söylemek istiyorum. İddia Makamı
hukuka uygun usullerle her iddianın aslını araştırmak ve maddi gerçeği ortaya
koymak, çıkarmak, tarafların leh ve aleyhindeki delilleri toplamak, iddiasını doğru
veya doğrulanmış -altını çiziyorum- delillere dayandırmak ve adil yargılamanın
yapılmasına katkıda bulunmakla görevli ve yükümlüdür. Demin söylediğim on yedi
madde dikkate alındığında, Sayın İddia Makamı bu yükümlülüğünü yerine
getirmemiştir.
Ancak, partimiz hakkında iddianame ve ekleri tetkik
edildiğinde, İddia Makamının bu görev ve yükümlülüklerini yerine getirmede
yeterince titiz ve objektif davranmadığını söyleyebiliriz ve bundan dolayıdır
ki hukuk güvenliği açıkça ihlal edilmiştir.
Şimdi, birincisi: Aslı olmayan haberler delil olarak
kullanılmıştır. Hukuk devletinde iddia makamı iddialarını gerçek delillere
dayandırmak zorundadır. Asılsız haberleri iddianameye dönüştürmek hukukun
evrensel kuralları ve hukuk devletinin sağladığı hukuki güvenceleri ihlal etmek
demektir. Partimiz hakkındaki iddialar ve deliller tetkik edildiğinde pek çok
asılsız haberin gerçek bir iddiaya ve iddianameye dönüştürüldüğünü görmek
mümkündür. Bunlardan bir tanesi şudur: Sayın Başbakan, AK PARTİ Genel Başkanı
Malezya'ya bir ziyaret yapıyor. Malezya'ya ziyaret yaptığında orada çıkan,
İngilizce çıkan bir gazeteye beyanat veriyor. Onun Türkiye'deki bir gazetede
yansıması var. Başbakan Türk basınında çıkan bu habere göre Türkiye modern bir
İslam devleti olarak niteleniyor. Yani, demiş ki Başbakan: 'Modern bir İslam
devleti olarak Türkiye medeniyetler uyumuna örnek olabilir.' tarzında bir ifade
geçiyor.
Şimdi, kesinlikle Başbakanın böyle bir açıklaması yok.
Türk basınında var. Ama eğer deliller tümüyle ortaya konulacaksa, bu iddia doğru
mudur değil midir diye bunu Dışişlerinden sorabilirdi, bunu oradaki Türk
Büyükelçiliğinden sorabilirdi, bu gazetenin orijinal nüshasını getirebilir,
oradan görebilirdi hakikaten Başbakan orada böyle bir şey söyledi mi' Şimdi,
biz bunu ekte koyduk. Şeyde var. Ayrıca da, belki kolaylık olsun, tekrar o
klasörlerin arasında size bir kolaylık olması anlamında buradadır, size tekrar
arz edeceğiz bunları. Böyle bir ifade kesinlikle yok, yani Sayın Başbakan
'Türkiye modern bir İslam devleti' ifadesini kesinlikle kullanmamıştır.
Başbakan 'Türkiye İslamiyetin ve demokrasinin ahenkli bir biçimde bir arada
bulunabildiğini gösteren bir model olabilir. Türkiye, bir medeniyetler
çatışması yaşanabileceğini söyleyen Huntington'un yanılmış olduğunu
kanıtlayacaktır ve medeniyetlerin ahenk içinde yaşamasının mümkün olduğunu
gösterebilir.' Bunun aksinin olduğunu söyledik. Buna rağmen İddia Makamı -çünkü
biz birincisinde söyledik bunu- hiç olmazsa aradan geçen süre içerisinde 'Bu
iddiamız doğru mudur değil midir'' diye son mütalaaya kadar biz bunu bekledik.
Hiç bu konulara temas etmemiş. Demiyor ki bize 'Bu sizin söylediğiniz doğru
değildir, yanlıştır.' 'Biz aslını getirttik, bizim söylediğimiz doğrudur.'
demiyor, o kısımlar geçilmiş. Dolayısıyla, bu iddianamede en çok üzerinde vurgu
yapılan ve rejim değişikliğinin en önemli gerekçelerinden bir tanesi olarak
'Başbakan Türkiye'yi modern bir İslam devleti'' Hepimiz biliyoruz ki Türkiye
laik bir devlettir. Anayasa'sında bellidir, bunu da sık sık hepimiz tekrar
ediyoruz. Dolayısıyla, bu buradadır. Birinci şeylerden bir tanesi budur.
Şimdi, ikincisi: 'Sizin üniversitelerinizde rektörleri de
Üniversitelerarası Kurul üyesi belirliyor, ancak onların attığı imzaların
altında sizin de isminiz var.' tarzında bir iddiada bulunuyor. Başbakan ile
Vakıf Üniversiteleri Birliği üyeleri arasında yapılan görüşmede başörtüsü
konusu görüşülmediği hâlde basında böyle bir haber geçiyor. Şimdi, tartışmalı
konu başörtüsü konusu. Üniversitelerarası Kurulun üyesi aynı zamanda bu özel
vakıf üniversiteleri, vakıf üniversitelerinin bazı sorunları var, Başbakanla
görüşmeye geliyorlar, konuştukları vakıf üniversitelerinin konusudur, başörtüsü
konusu değildir, ama gazete gündemde olmayan bir konuyu, konuşulmayan bir
konuyu varmış gibi gösteriyor. Kaldı ki, zaten gazetenin bizatihi kendisinde
bile bu haber var. Teyit ediliyor ki, Başbakanla şey arasındaki konuşmada böyle
bir konu geçmemiş. Ama bunu koyuyor, araştırmıyor.
Üçüncüsü, en önemlilerden bir tanesi: Türkiye Büyük
Millet Meclisinin mescidinde Kur'an kursu açıldığı iddiasıdır. Böyle vahim bir
iddia var. CHP Denizli Milletvekili Mehmet Neşşar Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanı Bülent Arınç'a Türkiye Büyük Millet Meclisi içindeki mescitte Kur'an
kursu açılıp açılmadığı şeklinde soru önergesi veriyor, Başkan da 3/7/2005
tarihli cevapta Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı, Mecliste Kur'an kursu
açılmadığını ve kurs açma yetkisinin de Diyanet İşleri Başkanlığına ait
olduğunu açıkça belirtiyor. Metin burada. 'Yukarıdaki açıklanan mevzuata göre
-Meclisin resmî yazısıdır- yaz Kur'an kursu açma yetki ve görevi Diyanet İşleri
Başkanlığına ait olup Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığının yaz Kur'an
kursu açması söz konusu değildir. Şu anda Türkiye Büyük Millet Meclisi
kampusünde Diyanet İşleri Başkanlığınca açılmış bir yaz Kur'an kursu da
yoktur.'
Şimdi, Meclisle Başsavcılığın arası belki yüz metre.
Pekâlâ böylesine ağır bir ithamı yaparken bunu resmen sorabilseydi herhâlde bu
cevabı kendileri de alacaktı, şimdi iktidarda olan bir partiyi böylesine ağır
bir ithamla karşı karşıya bırakmayacaktı.
Şimdi, bir başka husus: Mardin eski Milletvekili Nihat
Eri'nin tekkeler lehinde konuşma yaptığı iddiası. Böyle bir konuşma yok. Nerede
yok' Gayet açık. Hepimiz biliyoruz ki Türkiye Büyük Millet Meclisinde ister
Genel Kurulda ister komisyonlarda ne konuşuluyorsa, doğru yanlış, zaman zaman
yaptığımız keyfî müdahaleler de dâhil, alkışlar dâhil, yuhlamalar dâhil hepsi
tutanaklara geçer. Şimdi, böyle bir iddiayı gazetede okuyor ama Türkiye Büyük
Millet Meclisinden sormuyor, Başkandan sormuyor, 'Şunun tutanaklarını bir
getirin, bu var mıdır yok mudur'' diye sormuyor. Komisyon Başkanı diyor ki:
'Hayır, böyle bir konuşma olmadı, 'tekke' kelimesinin içinde geçtiği bir
konuşma kesinlikle yok.' Bu yetmiyor, Nihat Eri -eski milletvekili- bu haberi
yalanlıyor, tekzip ediyor. Tekzip metnini hiç yayınlamayan Cumhuriyet gazetesi
muhabiri Türey Köse ile yeterli biçimde yayınlamayan Hürriyet gazetesi muhabiri
Nuray Başaran'ı Basın Konseyine şikâyet ediyor, Basın Konseyi yaptığı inceleme
sonucunda tekzibi yayınlamadığı için Cumhuriyet gazetesi muhabiri Türey Köse'ye
uyarma cezası veriyor.
Şimdi, gazete haberi var, arkasındaki bu gelişmelerin
hiçbirisi yok. Şimdi, bu nasıl bir maddi gerçeği araştırmak, nasıl yeterli
delil'
Bir başka husus: Çeşitli sağlık kuruluşlarında başörtülü
çalışanların olduğuna dair gazete haberleri.
Şimdi, bununla ilgili bir televizyon programında da konu
olan bir husus var, o da şudur: Belki hepimiz hatırlayacağız, Konya'da on yedi
yaşındaki bir genç Konya Numune Hastanesine müracaat ediyor, iki tane başörtülü
bayan, iddiaya göre, gazete haberine göre, gelen kişi erkek olduğu için,
affedersiniz, testislerine ultrason yapmıyor. Gerekçe bu. Gazete bunu büyük bir
haber olarak veriyor. Bu türlü şeyler. Şimdi, bunun üzerine Sağlık Bakanlığı
derhâl inceleme ve soruşturma başlatıyor. Bu soruşturma neticeleniyor, bu
iddianın doğru olmadığı orta yere çıkıyor. Şimdi, evvela böyle bir şey varsa
İddia Makamının bir soruşturma olup olmadığını, varsa neticesini sorması lazım.
İddia var, teftiş raporu yok. Ayrıca, bu konuyu gündeme getiren gazete,
Hürriyet gazetesi bir özür yazısı yazıyor. Bu da yok. Şimdi, ne yapmak
istiyoruz o zaman biz' Şimdi, bakın, 'Özür ve teşekkür.' Genel Yayın Yönetmeni
Ertuğrul Özkök '16 yıllık genel yayın yönetmenliğim süresince, hiç gocunmadığım
bir şey, yanlış yaptığımızda 'özür dilemek' ve düzeltmek oldu. İtiraf edeyim,
mesleğimizde herkes bu konuda benim kadar bonkör değildir. Geçen hafta Davos'ta
olduğum için, söz verdiğim bir görevi biraz gecikerek yerine getiriyorum.'
diyor. Haberden bahisle 'Soruşturma geçen hafta tamamlanarak kamuoyuna
duyuruldu. Sonuçlarını Hürriyet'te okudunuz. Müfettişler, gerçekten iyi bir
soruşturma yaptılar ve şu sonuçlara ulaştılar: İki kadın görevlinin bir kusuru
yoktu. Başhekim, iki kadın radyoloğun o gün görevde olmadıklarını söylemişti.
Biri görevdeymiş ancak kendisinden çekim istenmemiş. Öteki ise görevde
değilmiş. Bu sonuçtan sonra bize yapılacak tek şey kalıyor. İki kadın
görevliden özür dilemek.'
Ha, bir başka şey daha var bu haberde, o da şu: Başörtülü
bir kısım bayanların Cebeci Eğitim ve Araştırma Hastanesinde görev yaptığını
söylüyor. Cebeci Eğitim ve Araştırma Hastanesi diye bir hastane yok. Yani,
olmayan bir yerde bir hastane yok. Vakıf Gureba Hastanesi var İstanbul'da
-yani, neresini düzelteceğiz- o da Sağlık Bakanlığına bağlı değil.
Şimdi, yani insanların kişilikleriyle medya kolaylıkla
oynayabiliyor. Aslını esasını araştırmadan bir kısım haberleri gündeme
getiriyor. Bunları getirebilir, bunlar alıştığımız şeylerdir. Biz siyaset adamı
olarak nelere alıştık, ama insanların onuruyla ilgili bir şeyse, üstelik de
iktidar olan bir parti, vatandaşın yarısının rey verdiği bir partiyle ilgili
bir itham yapılacaksa ve soruşturma makamlarının soruşturmalarına itibar
etmeyeceksek, tekziplere itibar etmeyeceksek, bu türlü özür yazılarını getirip
bunun ekine koymayacaksak, o zaman bu yargılama nasıl yapılacak' Doğrusu işin
en üzücü yanlarından bir tanesi budur.
BAŞKAN ' Sayın Çiçek, yeni bir bölüme geçmeden, saat
13.30'da devam etmek üzere ara vereceğim. Hem de siz de yoruldunuz, dinlenmiş
olursunuz.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK ' Peki,
teşekkür ederim Sayın Başkanım.
BAŞKAN ' Saat 13.30'da devam etmek üzere ara verilmiştir
arkadaşlar.
Kapanma Saati: 12.05
BAŞKAN ' Sayın Çiçek buyurun, kaldığınız yerden devam
edebilirsiniz.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK '
Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Yüksek Mahkememizin saygıdeğer üyeleri, bu davayla ilgili
olarak Sayın İddia Makamı tarafından delil olarak sunulan belgelerin
değerlendirmesini yapıyorduk. Birinci bölümde, aslı olmadığı halde gazete
haberlerine dayanarak partimiz hakkında bir itham var, bunları maddeleştirmeye
çalıştık.
Şimdi, yedinci bir iddia olarak iddianamede, devlet
kadrolarının İslami bir yapıya dönüştürülmesine matuf olarak Diyanet İşleri
Başkanlığı kadrosunda görev yapan çok sayıda memurun hastane yöneticiliğinde
görevlendirildiği iddiasıdır. Bu iddia, gerçekten bizim bakımımızdan da
şaşırtıcı olmuştur. Türkiye bir hukuk devleti, her konuda neyin nasıl
yapılacağı haddinden fazla da yasa var. Dolayısıyla, kurumlar arası nakillerin
nasıl olacağı, bunun usul ve esasları da hem 657 sayılı Devlet Memurları
Kanunu'nda belli hem de buna dayanılarak çıkarılan yönetmeliklerden belli.
Şimdi burada iddia edilen husus, Sağlık Bakanlığına naklen geçişlerde sübjektif
değerlendirmelerin yapıldığı iddiasıdır. Halbuki bu konuyla ilgili olarak
yayınlanmış olan bir yönetmelik var. 8/6/2004 tarih 25486 sayılı Resmî Gazetede
yayımlanmış ve ilk defa Sağlık Bakanlığı burada, keyfî uygulamaları ortadan
kaldırmak bakımından kura usulünü getiriyor. Kuranın olduğu yerde nasıl
keyfîlik oluyor, doğrusu bunu anlamak mümkün değil. Yani Sağlık Bakanlığı kendi
ihtiyaçlarını belirliyor, bunu ilana çıkarıyor, senenin belli aylarında
müracaat edenler arasından kura çekmek suretiyle belirliyor. Şimdi, bu Resmî
Gazetede de yayımlanan Yönetmeliğin 'Kurumlar Arası Naklen Atama,
Madde 17.- 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 74'üncü
maddesi çerçevesinde diğer kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan kamu
görevlileri Bakanlıkta durumlarına uygun kadrolara atanabilirler. Atama
dönemleri şubat, mayıs, ağustos ve kasım olmak üzere dört dönemdir. Şubat
dönemi atamaları için aralık ayının başından ocak ayının sonuna kadar, mayıs
dönemi atamaları için mart ayının başından nisan ayının sonuna kadar, ağustos
dönemi atamaları için haziran ayının başından temmuz ayının sonuna kadar, kasım
dönemi atamaları için eylül ayının başından ekim ayının sonuna kadar müracaat
edilir. Müracaatlar Bakanlığın ilan ettiği kadrolara göre tercihler
belirtilerek doğrudan doğruya yapılır. Müracaatları kabul edilenlerin
atanacakları yerler tercihleri doğrultusunda kurayla belirlenir. Bu yolla
yapılacak atamalarda ilan edilecek kadrolar sırasıyla altıncı ve beşinci hizmet
bölgelerinden başlamak üzere.' diyor.
Şimdi, bu, herkesin bildiği, herkesin rahatlıkla
okuyabileceği' Eğer, buradaki belirtilen usullere aykırı bir işlem varsa da her
halükârda yargı denetimine tabi olan bir işlem yapılıyor ve bu iddiaya
baktığınız takdirde de zannediliyor ki, Diyanetten yüzlerce, binlerce kişi
oradan ayrılmış, başka kadrolara geçmiş. Halbuki bütün bu süre içerisinde
yapılan personel sayısı, atama sayısı sadece 6'dır. Dolayısıyla 6 kişi,
buradaki belirlenen usullere göre yapılmıştır. Kaldı ki burada başka bir şey
daha söz konusudur, o da şudur: Diyanet İşleri Başkanlığı bir Anayasal
kuruluştur ve gerçekten de bize özgü bir kuruluştur. Ben, İslam dünyasını
gezdim görev icabı. Kabul etmek gerekir ki, Diyanet İşleri Başkanlığının
kuruluşu, böyle bir kuruluş, Atatürk'ün büyük bir öngörüsüdür, bunu kabul etmek
lazım. Gerçekten, eğer böyle bir Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatı olmasaydı,
tutanaklara geçtiği için söylemek istemiyorum bazı devletlerin isimlerini,
oraların ne hâlde olduğunu gördük. Dolayısıyla, bir Anayasal kuruluş olan,
devletin yasalarına tabi olan kurumlar arasında birilerini şüpheli görmek,
birilerini rejim açısından tehlikeli görür bu türlü yayınların yapılması,
haberlerin yapılması ve buna dayalı olarak da bir ayrımcılığın yapılması,
doğrusu, Anayasa ile bağdaşır bir durum değildir. Kaldı ki, iddia edilen
şeylerin tamamı da, zaten 6 kişiden ibarettir bu kadar sene içerisinde.
Şimdi, bir başka husus daha var. Sağlık Kuruluşları
Ruhsatlandırma Yönetmeliği Taslağının 113'üncü maddesindeki hastaların dinî
gereklerini yerine getirebilecekleri mekânların ayrılmasında ilk defa
başlatıldığı iddiasıdır, iddianamenin 110'uncu sayfasında böyle diyor.
Evvela şunu ifade edeyim ki: Bizim dönemimizde, 2002'den
bugüne kadar bu alanla ilgili Sağlık Bakanlığından böyle bir yönetmelik
çıkarılmamıştır. Hayreti mucip olan bir şey, devletin envanterinde olan ve
rahatlıkla da teknolojik imkânlarla erişilebilecek bir kısım mevzuat hükümleri
sanki dün, bugün veya bu iktidar döneminde çıkarılmış gibi bunun bir itham
konusu yapılmasıdır. İddianamedeki ibareleri içeren Hasta Hakları Yönetmeliği
on senedir yürürlüktedir. Biz çıkarmadık, 1/8/1998 tarih ve 23420 sayılı Resmî
Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiş, yönetmeliğin tarihi 1998. Şimdi, bunun
38'inci maddesinde, bu hasta haklarıyla ilgili bir yönetmeliktir. Malum, bu,
artık uluslararası camiada da 'hasta hakları' diye bir kavram var, bununla
ilgili birçok mevzuat düzenlemeleri var, buna paralel olarak da biz de o
tarihte böyle bir yönetmeliği kabul etmişiz, yayınlamışız. Bunun 38'inci
maddesinde başlığı şöyle: 'Dinî Vecibeleri Yerine Getirebilme ve Din
Hizmetlerinden Faydalanma.
Madde 38.- Sağlık kurum ve kuruluşlarının imkânları
ölçüsünde hastalara dinî vecibelerini serbestçe yerine getirebilmeleri için
gereken tedbirler alınır. Kurum hizmetlerinde aksamalara sebebiyet verilmemek,
başkalarını rahatsız etmemek ve personelce düzenlenip yürütülen tıbbi tedaviye
hiçbir şekilde müdahalede bulunmamak şartıyla hastalara dinî telkinde bulunmak
ve onları manevi yönden desteklemek üzere talepleri hâlinde dini inançlarına
uygun olan din görevlisi davet edilir. Bunun için sağlık kurum ve
kuruluşlarında uygun zaman ve mekân belirlenir. İfadeye muktedir olmayıp da
dinî inancı bilinen ve kimsesiz olan agone hâlindeki hastalar için de talep
şartı aranmaksızın dinî inançlarına uygun olan din görevlisi çağrılır. Bu
hakların nasıl ve ne zaman kullanılacağı ve bu konuda alınacak tedbirler sağlık
kuruluşunun çalışma usul ve esaslarını gösteren mevzuatta ayrıca düzenlenir.'
Dolayısıyla, bu, 1998'den beri Türkiye'de de bazı hastaneler bunu uyguluyor.
Burada bir mecburiyet yok. Orada, zaten belli şartlar getirilmiş, belli
kriterler getirilmiş. Bildiğim kadarıyla, Hacettepe Üniversitesinde, Bayındır
gibi, MESA gibi, Acıbadem gibi bir kısım özel hastanelerde, Uludağ Üniversitesi
Tıp Fakültesi Hastanesinde buna benzer bir kısım mekânlar tahsis edilmiş
olabilir, görevliler tahsis edilmiş olabilir. Bu, tamamıyla ihtiyaridir ama
bizim bakımımızdan önemi, sanki bu yönetmelik bizim dönemimizde çıkmış, biz ilk
defa bunu uyguluyoruz veya bu gündeme geliyor gibi bir tartışma Türkiye'de
başlatıldı ve bu da iddianameye bizim aleyhimize bir delil olarak sunuldu. Bu
da çok doğru bir şey değildir. Kaldı ki, Batı dünyasında da yapılan bu neviden
hizmetlerle ilgili bazı hatıralar var. Mesela benim şahsen bildiğim, merhum
Sabancı Amerika'da kalp ameliyatına gittiğinde 'kitabında yazar bunları,
bilseydim de getirebilirdim onu- kendisine bir din görevlisinin gelip ameliyat
öncesi bazı telkinlerde bulundu, duada bulunduğunu da orada açık açık yazar.
Dolayısıyla, bu, zaten dışarıda da uygulaması olan ve 1998'den beri de
Türkiye'de yürürlükte olan bir yönetmelik. Eğer bir işlem yapılıyorsa, bunun
gereği olarak yapılıyor. Eğer, bu yönetmelikte hukuk açısından sakıncası varsa,
başta Tabip Odaları veya meslek kuruluşları şimdiye elli defa bunun aleyhine
yargı mercilerine gidebilirlerdi, bununla ilgili davalar da açılabilirdi. Halen
yürürlükte olduğuna göre, demek ki aslında bu açıdan da üzerinde durulması
gereken bir konudur diye düşünüyorum.
Şimdi, Samsun ili Gazi beldesi belediye başkanı Süleyman
Kaldırım'ın, Muhtasar ilmihal resimli namaz hocası kitabına ön söz yazdığı ve
bu kitabı ilköğretim öğrencilerine dağıttığı iddiasıdır. Şimdi, daha başka
noktalarda da göreceğiz. Şimdi, piyasaya çıkmış bir kitap varsa, iddia
makamının gazetedeki habere itibar etmek yerine, onunla beraber piyasadan o
kitap temin edilebilir, hakikaten o gazetenin yazdığı doğru mudur, yanlış mıdır
diye bakar, ona göre bunu delil olarak koyması gerekirdi. Şimdi, bu iddia
tümüyle asılsız. Neden asılsız' Bir defa, kitap burada. Biz, bunların hepsini,
Sayın Başkanım, delillerimiz arasında bunların hepsini koyduk hatta tasnif de
ettik, belki bunları tekrar size arz edebiliriz kolaylık olması açısından.
Şimdi, Süleyman Kaldırım bu kitaba bir ön söz yazmamış, ön söz burada. Altında
Süleyman Kaldırım'ın böyle bir imzası da yok, ismi de yok.
İkincisi: Süleyman Kaldırım, bu kitabı ilköğretim
öğrencilerine de dağıtmamış. Şimdi, bir şey dağıttı diyorsak, bunun ilgili
makamlardan sorulması lazım; kime dağıtılmış, nereye dağıtılmış, neyin nesidir'
Buna benzer bir başka iddia daha var ileride bazı görevlilerle ilgili.
Dolayısıyla, bu iddianın da aslı yok. Böyle bir kitap da yok, ilkokulu
öğrencilerine dağıtılmış bir kitap da söz konusu değil.
Bir başka delil Ayşe Yüreklitürk: İzmir İl Genel
Meclisinin 2005 yılı Aralık ayında yapılan toplantısına türbanla gelerek Adalet
ve Kalkınma Partili meclis üyelerinin arasına oturduğu ve bu tutumunun ağır
tartışmalara sebebiyet verdiği iddiasıdır. Bu iddia doğru değil. Bir defa
hepimiz şunu biliyoruz ki: Eğer bir mekân belli kişilere tahsis edildiyse
sadece o kişiler oturur. Meclis Genel Kurulunda milletvekili olmayan kimse
oturmaz. Yabancı konuklar, onların da kimler olacağı bellidir, onlar da konuşma
yapar giderler ancak dinleyici locası belli kurallara uymak kaydıyla Mecliste
de serbesttir. Dolayısıyla, Genel Kurulda oturmanın şekli, düzeni, kıyafeti
bellidir, dinleyici localarının durumu bellidir. Şimdi bu açıdan baktığımızda,
bir defa bu Ayşe Yüreklitürk il genel meclisi üyesi değil, AK Partide İzmir il
yönetim kurulu üyesi. İkincisi, Ayşe Yüreklitürk il genel meclisi üyeleri
arasında oturmamıştır. Ayşe Yüreklitürk il genel meclisi toplantı salonunun
halka ayrılan kısmında oturmuş ve toplantıyı izlemiştir ve bu bölüm bakımından
da herhangi bir kıyafet kısıtlaması yoktur. Bu, Meclis için de geçerli. Meclis
Genel Kurul salonunda bayan ve erkeğin hangi tip kıyafetleri giyeceği İç
Tüzük'te bellidir ama dinleyici locaları bakımından daha serbesttir. Bu açıdan
baktığımızda, pekâlâ Sayın İddia Makamı bunu İzmir Valiliğinden sorabilirdi.
Artık, günümüz dünyasında bu tür bilgilere ulaşmak da zor değil, öyle uzun uzun
beklemeye de gerek yok; faks var, başka türlü teknolojik imkân var. Bunu
sorabilmiş olsaydı, böyle bir yanılgıya siz de, biz de düşmezdik. Şimdi,
yazılmış, İzmir İl Genel Meclisi Başkanlığına 'Kanun ve yönetmelik maddelerinde
belirtildiği üzere İl Genel Meclisi toplantılarımız halka açık olarak yapıldığından
görüşmeler sırasında herkesin bu toplantıları izleme hakkı mevcuttur.
Şahsınızın -müracaat üzerine ilgili kişinin- Tabipler Odası Başkanı Zeki Gür'ün
konuşma yaptığı sırada İl Genel Meclisi toplantı salonumuzun dinleyiciler için
ayrılmış olan arka sıralarında oturur vaziyette bulunduğunuz ilişikte görülen
görüntü kayıtlarının birinci CD'sinde '21,19'dan 21.55'inci saniye kadar olan
bölümünde- görülmektedir. Bilgilerinize sunulur.' deniliyor. Demek ki buradaki
iddia da doğru değil, yani 'başörtülü olarak oturmaması, katılmaması gereken
toplantıya katıldı' iddiası doğru değil.
Bir başka iddia: 'Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç'in,
2006 yılında on bin adet bastırdığı, örtünmemek elbette dinden çıkmak değildir,
sadece günahkâr olmaktır. Ancak başörtülüye eğitim ve sosyal sahalarda reva
görülen muamele sadece zulüm ve haksızlık olarak değerlendirilemez, aynı
zamanda İslam dinini hatırlatan her şeye düşmanlıktır. Din ve vicdan
özgürlüğüne açık bir müdahaledir.' görüşlerini içeren 'Sevgili Peygamberimiz ve
Hz. Muhammed' başlıklı broşür ile Diyanet İşleri Başkanlığının Hz. Peygamberin
Örnek Hayatı' isimli kitabını okullarda izinsiz olarak dağıttırdığı'
iddiasıdır.
Bir defa hemen ifade etmeliyim ki, belediye başkanının, birinci
zikredilen 'Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed' başlıklı bir broşür dağıtmamış
ve dağıttırmamıştır.
İki: Diyanet İşleri Başkanlığının 'Hz. Peygamberin Örnek
Hayatı' isimli kitabını da okullarda izinli veya izinsiz dağıtmamış ve
dağıttırmamıştır.
Üç: Diyanet Vakfı yayınları arasında çıkan ve Doç. Dr.
Ferhat Koca'nın hazırladığı 'Hz. Peygamberin Örnek Hayatı' isimli kitabı da
okullara veya okullardaki öğrencilere ve velilere dağıtılmamıştır. Bir kısım
vatandaşa dağıtılan 'Hz. Peygamberin Örnek Hayatı' isimli kitapta, iddianamede
iddia edildiği gibi 'Örtünmemek elbette dinden çıkmak değildir, sadece günahkâr
olmaktır. Ancak başörtülü eğitim ve sosyal sahalarda reva görülen muamele
sadece zulüm ve haksızlık olarak değerlendirilemez, aynı zamanda İslam dinini
hatırlatan her şeye düşmanlıktır, din ve vicdan özgürlüğüne açık bir
müdahaledir.' Şeklinde herhangi bir kelime, cümle veya görüş kesinlikle yok.
Neden' Çünkü Diyanet Vakfı, bir anlamda yarı resmî bir vakıftır. Diyanet İşleri
Başkanlığının denetiminde, oradan çıkacak her türlü yayın Din İşleri Yüksek
Kurulu'nun tetkikinden geçtikten sonra piyasaya sunulmaktadır. Dolayısıyla,
şimdi kitap burada, bunu da takdim edeceğiz. Böyle bir cümle, böyle bir ifade
bu kitabın içerisinde yok. Peki, neye göre yazılıyor' Gazetedeki bir alıntıya
göre. Ayrıca, demin söylenen iddialarla ilgili yapılan soruşturma var. Eyüp
Kaymakamlığı tarafından bir soruşturma başlatılmış, bütün okullardan sorulmuş,
yapılan soruşturmanın sonucunda okul müdürlüklerinden alınan yazılar var. Bu
iddiaların hiçbirisinin varit olmadığı burada da açık olarak görülmektedir.
Yine ayrıca, biraz önce, 'Sevgili Peygamberimiz Hz.
Muhammed' isimli broşürün de belediye tarafından basılmamış ve dağıtılmamış
olduğu ve içeriğiyle varsa böyle bir broşür bununla herhangi bir ilgisinin
bulunmadığı da resmî yazılarla sizlere takdim ediyoruz.
Gazetelerde çıkan haber üzerine Eyüp Kaymakamlığı
21/4/2006 tarihli yazıyla inceleme başlatmış, 18/5/2006 tarihli inceleme
raporunda, Eyüp Belediyesi tarafından yukarıdaki iddiaları havi konularda
herhangi bir hususun söz konusu olmadığını bu rapora da bağlamıştır. Ayrıca,
137 numaralı ekimizde de yer alan 10 okul müdürü de ifadelerinde, Eyüp Belediye
Başkanlığının böyle bir faaliyeti, kitap ve broşür dağıtmadığı açıkça bellidir.
Yine, 12'nci delil olarak sunulan Eyüp Belediye Başkanı
Ahmet Genç'in, 2000 yılı Ramazan ayında Eyüp Sultan Camii bahçesinde kurulan
Ramazan çadırında, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 87'nci maddesine
aykırı olarak ismini ve sıfatını içeren afişler bastırttığı, astırttığı
iddiasıdır. Şimdi, bu iddia üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının talebi
üzerine Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı bir tahkikat başlatıyor. Yaptığı
incelemenin sonucunda, soruşturmanın sonucunda bu iddianın doğru olmadığı ortaya
çıkıyor. Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı 26/3/2008 tarih, 2006/23252 soruşturma
numarası ve 2008/3699 sayılı kararıyla bu hususu teyit etmiyor ve bu karar da
kesinleşiyor.
Tabiatıyla gazetede bir iddia çıkmış ve kendisinin talimatıyla
böyle bir soruşturma başlatıldığına göre en azından iddia makamının bir
titizlik gösterip bu soruşturmanın akıbetini sorup varit ise bunu buraya
koyması gerekirken, savcılığın bu noktadaki aleyhte kararına rağmen, bu da
partinin aleyhine bir delil olarak kullanılmış oluyor.
Şimdi, bir başka enteresan delil: Silivri Belediye
Başkanı Hüseyin Turan'ın 2006 yılında belediye adına özel olarak bastırılan ve
Ertuğrul Düzdağ tarafından yazılan ön sözünde 'Atatürk'ün kişiliğine, ilke ve
devrimlerine ağır saldırılar yapılan Mehmet Akif Ersoy'un Safahat isimli
kitabın ilçedeki tüm lise öğrencilerine bedava dağıtılmak üzere belediyeye ait
taşıtlarda okullara getirildiği ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünce dağıtım izni
bulunmayan kitapların bir kısmının lisedeki öğrencilere dağıtımının yapıldığı'
iddiasıdır, iddianamenin 104 ve 105'inci sayfasında. Şimdi, kitap burada. Bu,
tabii müteaddit defalar baskı yapmış olan bir kitap. Eğer, burada zaten,
Atatürk'e bir saygısızlık varsa, ilgili yasa açısından bu suçtur. Herhangi bir
izne tabi olmadan da kendiliğinden zaten soruşturma konusu olur. Evvela, bu
kitapla ilgili bir soruşturma yok.
İkincisi: Kitabın kendisi burada, içeriğinde böyle bir
saldırı yok.
Üçüncüsü: Bu kitap Mehmet Âkif Ersoy'un hayatını,
eserlerini, sanatını ve ahlakını anlatan bir kitaptır. Bu piyasada da var,
kütüphanelerde de var. Ayrıca, böyle bir iddia üzerine, Cumhuriyet Halk Partisi
Silivri İlçe Başkanı Mümin Tulun'un şikâyeti üzerine İstanbul Cumhuriyet
Başsavcılığı bir soruşturma başlatıyor. 'Belediye Başkanı ile ilgili, Şaban
Kurt'la ilgili bu kitaptaki soruşturma sonucunda kitabın giriş kısmında Mehmet
Âkif Ersoy'un hayatı ve eserleri muhalif görüşlerine de yer verilerek
anlatılmış olup Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi şahsiyetine hakaret suçunu oluşturacak
herhangi bir ifade ve suç unsuru da bulunmadığı kanaatine varılmıştır.'
deniliyor. Bu da İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 31/8/2006 tarih,
2006/31172 soruşturma nolu evrakı, 2006/9252-193 sayılı kararı. Dolayısıyla,
ortada da yargı mercilerinden alınmış böyle bir karar var. Konu gündeme gelir
gelmez zaten bunu basın yazıyor, çiziyor. Tabii böyle bir işin sonucunda
mademki bu delil olarak kullanılacak idiyse, bunun İstanbul Başsavcılığı
tarafından bir soruşturma başlatıldığı da kamuoyunca bilindiğinden bunun
akıbetini sorup getirip buraya koyması gerekirdi.
Bir başka husus: 'Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı
İbrahim Karaosmanoğlu'nun üzerinde kartviziti ve AK Parti logosu bulunan 5 bin
adet Kuran-ı Kerim'i Büyükşehir amblemini taşıyan çantalar içerisinde belediye
personeli aracılığıyla kentte dağıttırdığı' iddiası.
Evvela, böyle bir şey yok, böyle bir dağıtma yok.
İkincisi: Dağıtılan Kuran-ı Kerim'ler üzerinde AK Parti
logosu yok.
Üçüncüsü: Yine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının
siyasi partileri soruşturma bürosunun 9/10/2006 tarih ve 2006/48 sayılı
yazısına istinaden Kocaeli Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlatıyor.
Soruşturma sırasında 22/1/2007 tarihli açma tutanağı düzenleniyor ve burada
iddia edildiği gibi AK Partiyle ilgili herhangi bir doküman, herhangi bir logo
söz konusu değil. Soruşturmayı yürüten 2006/15630, Kocaeli Cumhuriyet
Başsavcılığı, bu soruşturmayı yürüten de Kocaeli Cumhuriyet Başsavcı Vekili
Sayın İsmet Acar, bu iddianın da varit olmadığını açıkça ortaya koyuyor. Kaldı
ki, belediye başkanı hassasiyet gösterir. Bu türlü işlerin toplumda meydana
getirebileceği bir kısım rahatsızlar, lüzumsuz tartışmalar olur düşüncesiyle bu
iddianın haksızlığını, hukuksuzluğunu ortaya koymak adına noter ihtarıyla
Kocaeli Sulh Ceza Mahkemesinin 26/12/2006 tarih ve 2006/1275 değişik işler
numarasından bir tekzip kararı çıkarıyor, 'bu iddia doğru değildir' diye. Bunu
ilgili gazetelere gönderiyor fakat bunlar yayınlanmadığı için bu defa Asliye
Ceza Mahkemesine şikâyette bulunuyor 'bu tekzipler yayınlanmadı' diye. Yapılan
yargılama sonucunda, tekzip metninin tirajı da dikkate alınarak iki gazetede,
tirajı 100 binin üzerinde olan iki gazetede yayınlanmasına karar veriyor.
Kocaeli Asliye Ceza Mahkemesinin dosya numarası 2007/68, karar tarihi de 26/9/2007,
2007/312. Şimdi, böyle bir haksızlık karşısında yapılacak iş tabiatıyla, yargı
yollarına müracaat etmek. Belediye Başkanı da hassasiyet gösteriyor hem
savcılığın 'böyle bir iddia varit' değildir' diye tutanağı var hem de tekzip
ediyor. Çünkü bu türlü işler bir insanın üzerine kaldığı zaman Sayın Başkan,
sayın üyeler; ömür boyu çıkarmanız çok zor oluyor. Çünkü ne zaman sizin isminiz
gündeme gelse, geçmişte bu medyanın böyle bir tahripkâr bir yanı da var, hemen
iki de bir ona giriyorlar, önünüze getiriyorlar. Davanın uzamayacağını bilsem
yaşadığım çok örnekler var, ben bunları burada veririm. On üç sene sonra itiraf
ettiler, benim hayatımı perişan ettiler. Müsaade ederseniz yani bu deliller
değerlendirilirken Türk medyasındaki kalite, habercilik anlayışının da tipik
bir örneğini müsaade ederseniz anlatmak istiyorum.
Ben Anavatan Partisindeyim. Parti içi mücadele her yerde
var. 1989'a giderken parti içinde bir yarış başlıyor ve bir kitle partisi
olması hasebiyle de parti içerisinde çok değişik gruplar var. Biz de kendimizce
bir grubun içerisindeyiz. O zaman, şimdi Sayın İddia Makamının bilgisine ve
delil olarak en çok müracaat ettiği bir gazetede, şimdi bir başka gazetede köşe
yazarı. Biz o zaman aile politikalarıyla ilgileniyoruz. Bir gün manşetten bir
haber: 'Flörtün fuhuştan farkı yoktur, Devlet Bakanı böyle söyledi.' Tepemden
kaynar su döküldü. Ben böyle bir konuşma yapmadım, hayatımda yapmadım, böyle
keskin cümle de hiç kullanmadım. Aile politikaları itibarıyla biz, Türk hukuk
sisteminin, 65'te Anayasa Mahkemesinin verdiği karar, Medeni Kanun'daki
düzenlemeler, Ceza Kanunu'ndaki düzenlemeler, aile nizamı aleyhine işlenen
cürümler diye aile nizamına vurgu yapan 414'ten 440'a kadar, belki o tarihli
765 sayılı Kanun'da hükümler var. Demek ki bizim hukuk sistemimiz esas
itibarıyla aile düzenini esas alıyor. Medeni Kanun, o tarih itibarıyla 88'inci
maddesinden ta eşya hukukuna kadar onun bölümünde nişanlanma, evlilik, boşanma
sebepleri, miras hukuku dâhil nikâh altındaki esas itibarıyla beraberliği önemseyen,
buna vurgu yapan hükümler var, biz de bunu anlatmaya çalışıyoruz. Bu nereden
çıkıyor' Bana sorulan soruda, İskandinav ülkelerinde 'nikâh dışı serbest
birliktelik diye bir şey var, buna ne diyorsunuz'' Biz de hukuk açısından bunun
doğru olmadığını söylüyoruz. Ertesi gün böyle bir şey çıkıyor. Tekzip ediyoruz,
tavzih ediyoruz, bu doğru değildir diyoruz, kimseye duyurduğumuz yok. Bir defa,
öbürü manşetten verilmiş, tekzip kıyıdan, köşeden veriliyor. Aradan tam on üç
sene geçti. Bunların hepsinin kaydı var ve evimde bir şey saklayacaksam, nüfus
kâğıdımdan evvel bu kaydı saklıyorum, bu bant kaydını saklıyorum ibreti âlem
için, çünkü çocuklarımı da, beni de zan altına sokan bir rezaleti, basın adına
bir rezaleti ben yaşadım. Tam on üç sene Cemil Çiçek olarak ne zaman ismim öne
çıksa, 'Flörtün fuhuştan farkı yoktur' cümlesiyle başlıyoruz. Şimdi, 58'inci,
59'uncu Hükümet kuruldu, gündemde bir sürü konular var. Bu kişi, bu haberi
yazan kişi bir haber kanalında basın kulübünü yönetiyor, programın ismi basın
kulübü, ilk o programı yönetenlerden. Beni aradı 'Sayın Bakanım, on üç senedir
size itiraf etmek istediğim bir şey var.' Nedir o' 'Siz, böyle bir şey
söylemediniz. Biz, o zaman gazete olarak, sizin gruba karşıydık, bir başkasını
destekliyorduk. Siz de o grubun önde gelenlerdendiniz, sizi sıkıntıya sokmak
adına biz bu haberi yayınladık. Ben biliyorum ki siz o lafı söylemediniz ama ve
bu böylece geldi. Ben itiraf ediyorum şimdi.' dedi. Ben de o zaman kendisine
dedim ki, bunu sizin bana söylemeniz yetmiyor telefonda, kamuoyu beni böyle
biliyor. Ben değil, benim çocuklarım da bu sıkıntıyı yaşıyor her gittiği yerde.
Eğer bunu düzelteceksen senin programına çıkacağım. 'Söz, düzelteceğim.' dedi.
Gerçekten, basın kulübünde ceza kanunu düzenlemeleri var. Yine, böyle sağa sola
çekilmesi müsait bir soru sordu. Ben de dedim ki, evvela şu on üç yıl evvel
bana yaptığın bir haksızlığı kamuoyu önünde bir düzelt. De ki, siz o lafları
söylemediniz, ben yazdım. 'Evet, gerçekten, siz o lafları söylemediniz, biz
farklı bir grubu destekliyorduk, bu sebepten dolayı biz o zaman yazdık, özür
diliyoruz.' dedi. Ama aradan tam on üç sene geçti. Şimdi, on üç sene geçti ama
hâlen o programı seyretmeyenler bakımından, öbürü kayıtlara geçtiği için, öbürü
televizyonda ne zaman kim kimdir programlarına baksanız bizim böyle bir
cümlemize rastlarsınız. O nedenle şimdi, laiklik gibi, Atatürk gibi,
Türkiye'nin temel değerleri gibi konularda eğer hakkınızda bir şey çıkıyorsa,
gazete yazıyor, siz ondan sonra istediğiniz kadar tavzih edin, bunun beraberinde
getirdiği tortuyu ömür boyu taşıyorsunuz. Onun için belediye başkanı
arkadaşımız hassasiyet gösteriyor, gidiyor tekzip ediyor ama tekzip de
yayınlanmıyor. Yayınlanmıyor, asli cezaya gidiliyor, demin söylediğim karar
alınıyor ama buna rağmen bir yargı mercii, bir başka yargı merciinin verdiği
kararı delil olarak kabul etmiyor, birincisiyle işlem yapıyor ve böyle bir
delil önünüze kadar gelebiliyor.
Şimdi bir başka şey daha ifade etmek istiyorum: Konya
Seydişehir Belediye Başkanı İbrahim Halıcı'nın, 'Ben de bu okulda okudum. O
dönem okul çok kalabalıktı, şimdi azalmış. İnşallah, bütün okullar imam hatip
olacak.' dedi iddiası. Şimdi, biz, bu şu ana kadar söylediklerimizin hukuken ne
anlam ifade ettiğini tartışmıyoruz, yani laiklik açısından, dava açısından bir
anlam ifade edip etmediği değil, aslı olup olmadığını tartışıyoruz. Evvela
böyle bir şeyin aslı var mı, varsa ondan sonra öbür kısım açısından bir
değerlendirme yapacağız. Şimdi, bu tarihi itibarıyla söylüyoruz ki, İbrahim
Halıcı böyle bir söz söylememiş. İbrahim Halıcı'nın anılan törende yaptığı
konuşma aynı gün yayınlanan yerel gazetelerde, 30 Mart 2006 tarihli Öz
Seydişehir, 31 Mart 2006 tarihli Seydişehir Toroslar Gazetesi, 26 Mart 2006
tarihli Seydişehir Posta Gazetesi, 28 Mart 2006 tarihli Memleket Gazetesi, 27
Mart 2006 tarihli Yeni Meram Gazetesi ve ulusal düzeyde de 27 Mart 2006 tarihli
Yeni Şafak Gazetesinde yer alıyor, iddianamedeki bu cümle kesinlikle yok.
Ayrıca, bu iddianame gündeme geldikten sonra Seydişehir Gazeteciler
Cemiyetinin, zaten Seydişehir'in nüfusu belli, orada kim ne yapar ne eder hepsi
belli, onun bir açıklaması var. Kesinlikle böyle bir cümlenin, böyle bir
konuşmanın burada geçmediğine dair onların da bir açıklaması var. Bu da bir
başka husus yani, aslı olmayan bir konu.
Şimdi bir başka husus daha var, o da şudur: Bu önemli,
önemsiyorum kendi yönümden de, en azından önemsiyorum partinin ötesinde: Şimdi,
8/11/2003 tarihli Resmî Gazetede yayımlanan Millî Eğitim Bakanlığı Talim
Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair bir
yönetmelik yayımlanıyor. 'Bu yönetmelikte, gençleri cumhuriyet esaslarına göre
hazırlayacak ve okullarda millî terbiyeyi kuvvetlendirecek tedbirleri almak
hükmünün yönetmelikten çıkarıldığı' iddiası var. Bu iddia kesinlikle doğru
değil. Evvela 8/11/2003 tarihli Resmî Gazetede. Bu, biz iktidar olduktan sonra
yayınlanan gazete, Resmî Gazete, biz iş başındayız. Millî Eğitim Bakanlığı
Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair
Yönetmeliğin 15'inci maddesinin kaldırıldığı, kaldırılan maddeyle demin
söylediğim cümlenin çıkarıldığı iddiası doğru değil. Neden' Çünkü 1/12/1984
tarihli ve 18592 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan Millî Eğitim Gençlik ve Spor
Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu Yönetmeliğinin 5'inci maddesinin (n) bendinde
yer alan, gençleri -madde numarası değişiyor ama cümle aynen var, orada 15,
burada 5'inci maddesi- cumhuriyet esaslarına göre hazırlayacak ve okullarda
millî terbiyeyi kuvvetlendirecek tedbirleri almak hükmü yer alıyor. Bu hüküm
1984. Daha sonra, demek ki bu yönetmelikte iş başına gelen bakanlar
yenileştirme ihtiyacı duyuyor. 30/1/1993 tarih ve 21482 sayılı Resmî Gazetede,
Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı
Yönetmeliğinin 6'ncı maddesinin, bu defa 6'ncı maddesinin, (n) bendinde ve
15'inci maddesinin (h) bendinde aynen yer alıyor. Önceki yönetmelikle aradaki
fark madde numarasının değişmesi ve aynı hükmün 15'inci maddeye de
konulmasıdır. Şimdi, aynı hüküm, bu defa 17/10/2003 tarihli. O zaman biz iş
başındayız, 2562 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan Millî Eğitim Gençlik ve Spor
Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliğinin Değiştirilmesine
Dair Yönetmelik ile 6'ncı maddesinin (s) bendinde ve 16'ncı maddesinin (h)
bendinde mükerreren yer alıyor. İddianamede geçen ve demin numarasını okuduğum
Resmî Gazetede yayımlanan yönetmeliğin değiştirilmesine dair yönetmelikle söz
konusu yönetmeliğin 15'inci maddesi yürürlükten kaldırıldı. Kaldırılan 15'inci
madde, 31/1/1993 tarihli ve 21482 Sayılı Resmî Gazetede yayımlanan yönetmeliğin
program dairesinin görevini düzenleyen madde. Dolayısıyla, ilgili dairenin
adının eğitim, öğretim ve program dairesi başkanlığı olarak 17 Ekim 2003
tarihinde 25262 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan yönetmeliğin 16'ncı maddesiyle
birleştiriliyor, çünkü mükerrerlik var. Yönetmeliğin 16'ncı maddesinin (i)
bendinde de aynı hüküm yer almaktadır. Dolayısıyla, kaldırılmış bir hüküm yok,
sadece yeri değiştirilmiş bir hüküm var. Çünkü bunlar gizli kapaklı değil,
devletin arşivlerinde olan yönetmelikler, pekâlâ bunların açıkça görülme imkânı
var iken, böyle bir inceleme yapılmaksızın, sadece mükerrerliği ortadan
kaldırıp ama hükmü koruyan bir düzenleme bu hüküm ortadan kaldırılmış gibi bir
değerlendirme yapılmış oluyor. Bu da doğru değil.
Şimdi bir başka husus, bu da kanaatimce çok önemli:
Cemaat kavramının yasalara ilk defa girdiği iddiasıdır. Şimdi, cemaat bizim
toplumumuzda iki türlü algılanır. Bunun bir dinî terminolojide ifade ettiği
anlam vardır, bir de Lozan'dan kaynaklanan bir cemaat kavramı var. Şimdi, bu
cemaat kavramı ilk defa bizim dönemimizde mevzuata girmiş bir kavram değil.
Yasalara ilk defa Kurumlar Vergisiyle giriyor. Şimdi, bakınız, 10 Ocak 1961
tarihli Resmî Gazete, sayı numarası 10703. Şimdi buna baktığımızda, 1961 bu. 10'uncu
maddesi, maddenin başlığı 'Kanuni Temsilcilerin Ödevi.
Madde 10.- Tüzel kişilerle küçüklerin ve kısıtların
vakıflar ve cemaatler gibi tüzel kişiliği olmayan teşekküllerin mükellef veya
vergi sorumlusu olmaları hâlinde bunlara düşen ödevler kanuni temsilcileri
tüzel kişiliği olmayan teşekkülleri idare edenler ve varsa bunların
temsilcileri tarafından yerine getirilir.' diyor, 1961.
Sonra, 24/12/1985 tarihinde 3239 sayılı bir kanun var.
Bunun 71'inci maddesine eklenen bent ile (e) bendiyle 'Bu kanun tatbikatında
sendikalar dernek, cemaatler vakıf hükmündedir.' diyor. Bu da 85'te yapılan bir
değişiklik.
Ayrıca, 1949 tarihinde de 'Sendikalar dernek, cemaatler
vakıf hükmündedir.' diye tatbikatında bir hüküm var 5422 sayılı Yasa'da. Şimdi,
bunlara baktığımızda demek ki, ilk defa bizim tarafımızdan, bizim iktidarımız
tarafınızdan çıkarılan yasada cemaat kavramı kullanılıyor değil. Zaten, bunun
ne anlamda kullanıldığını biz biliyoruz. Bu, Lozan'dan kaynaklanan,
Türkiye'deki gayrimüslimlerin kurmuş olduğu bir kısım vakıflarla ilgili, onlara
cemaat tabir edildiği için bu anlamda kullanılıyor. Peki, yapılan değişiklik ne
bizim dönemimizde' Şudur: 13/6/2006 gün ve 5520 sayılı Kurumlar Vergisi
Kanunu'nun 'Mükellefler' başlıklı 2'nci maddesinde hiçbir değişiklik yapılmıyor,
sadece maddede geçen 'tatbikatı' kelimesi yerine 'uygulamasında', 'hükmündedir'
kelimesi yerine de 'sayılır' ibareleri kullanılarak günümüz Türkçesine bir
uyarlama var ama cemaat kavramı eskiden var. Dolayısıyla, buradaki cemaat
kavramı dinî terminolojideki tarikatları değil, Türkiye'nin taraf olduğu bazı
uluslararası anlaşmalarda bahsi geçen dinî azınlıklara ait cemaatleri ifade
etmektedir. Dolayısıyla, bu da zikrettiğim kanunlarda çok açık olarak
görülebilecektir.
Bir başka önemli husus, bildiğiniz gibi 61 Anayasası ile
beraber Türkiye planlı kalkınma dönemine giriyor, her beş yılda bir plan
yapıyoruz. Bu plan hazırlıkları da en az bir yıl evvelden başlıyor. Şu an
Türkiye Dokuzuncu Kalkınma Planını yürütmektedir. Bu kalkınma planı
hazırlıkları kapsamında Dokuzuncusunun gelir dağılımı ve yoksullarla mücadele
özel ihtisas komisyonu taslak raporunda, zekât sisteminin özel kurum ve
teşkilatlarına kavuşturulması ve bu amaçla zekât mağazaları zinciri oluşturması
önerisinde bulunulduğu iddiasıdır, iddianamenin 110'uncu sayfasında. Böyle bir
iddia asılsız, böyle bir düzenleme yok, böyle bir ilke tespit edilip buna göre
bir çalışma yok. Nereden yok biliyoruz' Devletin resmî yayınları arasında
Devlet Planlama Teşkilatının Ankara 2007, Dokuzuncu Kalkınma Planı ile ilgili
2007-2013 Gelir Dağılımı ve Yolsuzlukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu Raporu,
böyle bir şey yok. Ayrıca, zaten bu haber çıktığında 24 Mart 2006 tarihinde
Devlet Planlama Teşkilatı bunu tekzip ediyor 'Bu doğru değildir' diyor
kamuoyuna da hassasiyet gösterip açıklama yapıyor. Dolayısıyla, gazete haberi
alınıyor. Yani gerçekten üzüldüğüm nokta, sabahtan beri nefes tüketmeye
çalışıyoruz.
Şimdi, İddia Makamı bizim İddia Makamımız, bu ülkenin
yargısının bir parçası, önemli bir parçası. Devlet Planlama Teşkilatı bu
devletin teşkilatı, yani ayrı ayrı devletlerin kuruluşları değil ki aradaki
mesafe belli, yani pek âlâ şu metni getirtip var mıdır yok mudur buna bir bakıp
ona göre bir değerlendirme yapması gerekirken, burada da, kitap da burada,
basın açıklaması da burada. Çünkü bu basın açıklamasının tarihi 24 Mart 2006,
yani dava 14 Mart 2008'de açıldığına göre daha ortada dava yok, böyle bir şey
yok. Devlet Planlama Teşkilatı, bir karışıklığa, bir yanlış anlamaya, bir
ithama ve saireye sebebiyet vermemek adına hassasiyet gösterip bir açıklama
yapmış ama maalesef şey yok.
Şimdi, içki yasağıyla ilgili iddianamede önemli vurgular
var. Bir defa içki yasağının bu manada bizim tarafımızdan farklı bir bakış
açısıyla düzenlemeye tabi tutulduğu iddiası doğru değil. Bu asılsız, çünkü
Türkiye'de içki imalat, satış ve içilmesi yasak değil, sadece içki imalatı ve
satışına dair belli kurallar var. AK Parti içki yasağı koyan veya içki
kullanımını sınırlayan bir yasal düzenleme de yapmamış. Türkiye'de bu önemli
bir sektör, zaten, kendi menfaatlerine şu veya bu şekilde dokunacak bir adım
atsanız, bu, Türkiye'de herkes ayağa kalkar, herkes bunun dayanağı olan bir
düzenleme varsa, bununla ilgili mutlak surette bir çabanın, bir gayretin
içerisine girer. Bizim dönemimizde içki imalatını ve satışını kısıtlayan bir
düzenleme de söz konusu değil, tam tersi özellikle okullar bakımından 200
metrelik bir mesafe söz konusu idi okulların olduğu bölgede. Ancak Türkiye'de
turizmin gelişmesi ve bir kısım bu 200 metre yasağı, çok önceki dönemlerde
çıkmış bir kısıtlamadır, özellikle Antalya ve güney sahilleri turistik bölgeler
bakımından bu önemli bir mahzur teşkil ediyor. Vaki müracaatlar üzerine biz
hükümet olarak doğru mu yaptık, yanlış mı yaptık ayrı bir şey konusudur. Tam
tersi 200 metreyi 100 metreye düşürdük. Başka kesimlerin bizi suçlaması
gerekirken, biz, bu defa buradan suçlanmış olduk. Bu da neye göre' 5002 sayılı
Kanun numarası, 12/11/2003 tarihinde yürürlüğe girmiş ve Resmî Gazetede 25296.
Okul binalarının sağlık, eğitim, öğretim ve ulaşım bakımından elverişli bir
mahalde olması göz önünde bulundurulur. Meyhane, kahvehane, kıraathane, bar,
elektronik, oyun merkezleri gibi umuma açık yerler ile açık alkollü içki
satılan yerlerin okul binalarından kapıdan kapıya en az 100 metre uzaklıkta
bulunması zorunlu idi. Yani kaldırmak, kısıtlamak yerine, 200 metreyi tam tersi
100'e düşürmüşüz. Turizmin yoğun olduğu yörelerdeki okulların tatil olduğu
dönemlerde yukarıda belirtilen iş yerleriyle okullar arasında 100 metre şartı
da aranmaz diyoruz. Dolayısıyla, aşağıdaki maddede de yine 100 metre şartını
getirmişiz. Bu bakımdan bu iddia, bizim bakımımızdan çıkan kanun
değerlendirildiğinde doğru bir şeye dayanmıyor. Ancak şu var: Tabiatıyla
Türkiye'de birçok alanda olduğu gibi bu alanda da ruhsatsız iş yeri açanlar
var. Bunun beraberinde getirdiği sakıncalar ortada. Türkiye'de kim ne yapacaksa
yasalara uygun yapması lazım. Ruhsatsız yerler olduğu takdirde ilgili idare
makamları bununla ilgili olarak yargı mercilerine müracaat ediyor. Danıştay 10.
Dairesinin muhtelif tarihlerde vermiş olduğu çok sayıda da karar var. Bu
kararları ve karar numaralarını da yine ekinde yüksek mahkemeye sunmuş
oluyoruz.
Yine, Sayın İddia Makamı son sözlü mütalaasında, AK Parti
Genel Başkan Yardımcısının, Fethullah Gülen'in daveti üzerine Amerika'ya gitti.
Orada bir anayasa paneli yapılıyor. Partiye hazırlık yapan bazı öğretim
üyeleriyle Genel Başkan Yardımcısı Dengir Fırat'ın Fethullah Gülen'in davet
ettiği yolunda bir iddiaya yer veriyor. Halbuki bunun Kolombiya Üniversitesi tarafından
davet edildiği ve üniversite yetkilisinin davet yazısında. Biz dosyayı ibraz
ediyoruz, böylece bunun da varit olmadığı ortada.
Şimdi üzerinde duracağım başkaca hususlar var. Anayasa
değişikliğini sistemi tartışmaya açmak olarak iddianamede suçlanıyoruz. Öğleden
evvelki bölümde de arz etmeye çalıştım. Bu Anayasa 1982'ten bu tarafa
dünyadaki, Türkiye'deki değişikliklere paralel olarak müteaddit defalar
değiştirilmiştir. Birçok iktidar tarafından, birçok dönemde bu değişikliğe
maruz kalmış. Bu Anayasanın bütünlüğünün bozulduğu ortadadır hatta yeni bir
anayasa ihtiyacı sadece siyasetçilerin değil, hatırlayabildiğim kadarıyla,
birçok yüksek yargı kurumlarının kuruluş yıl dönümlerinde veya adli yılın
açılış toplantılarındaki konuşmalarda yüksek mahkeme başkanlarımızın
açıklamalarında da var. Şimdi, Anayasa değişikliğini demokratik sistemi,
demokratik laik sistemi tartışmaya açmak olarak Sayın İddia Makamı böyle
niteliyor. Bu, doğru değil. Yani, eğer bunu böyle kabul ediyorsak, bunun
delilinin ortaya konulması lazım. Biz neyi tartışmaya açmış oluyoruz' Sistemin
omurgası, değişmezleri 1, 2, 3, 4 ve 174'üncü madde, onun dışındaki her madde
değişebilir ihtiyaca göre, değişebileceğini bizatihi Anayasa kendisi kabul
ediyor, 'değişmezler bunlardır' diyor. Ben de sabahleyin arz etmeye çalıştım
ki, her türlü ifade bozukluğuna rağmen, kaldı ki bu ilk üç maddenin yazılımıyla
ilgili başka sivil toplum kuruluşları, mesela Barolar Birliğinin veya TÜSİAD
adına hazırlanmış raporlarda da yeniden yazılımı var. Yazılım oradaki ilkeleri
değiştirmiyor, hatta bazılarına göre, mesela hukuk devletinin olduğu yerde, bir
başka vesileyle ifade ettim, Profesör Zeki Hafızoğulları bir tartışmada diyor
ki 'Hukuk devleti zaten laikliği de içine alır. Bunu buraya yazmaya gerek yok.'
Ama tabiatıyla Türkiye'de herkes o seviyede meseleye bakmayacağı için, o dört
maddenin aynen varlığını sürdürmesini biz parti olarak fayda gördük ama öbür
tarafta tabiatıyla sistemin iyi işleyebilmesi, özellikle Anayasada olmaması
gereken bir kısım maddeler var, ekonomik hükümler var veya güncelliğini
yitirmiş bir kısım maddeler var. Bunların yeni baştan ele alınması bakımından
bir Anayasa değişikliğini biz gündeme getirdiğimiz anda bunu, Sayın İddia
Makamı, sistemi tartışmaya açmak olarak niteliyor ama sabah da arz ettim, bir
başka kuruluş, Anayasa konvansiyonu altında bunu gündeme getiriyor. Yedi büyük
meslek kuruluşu ki, toplumun en az 35-40 milyonunu bünyesinde barındırıyor bu
kuruluşlar, 'yeni bir anayasa ihtiyacı vardır 'diye deklarasyon yayınlıyorlar,
Türkiye'nin muhtelif yerlerinde toplantılar yapıyorlar. Biz siyaset yapıyoruz,
toplumda bir talep varsa, bu talebi değerlendirmek bizim görevimiz. Bunu
karşılayabiliriz, karşılayamayız ayrı bir olay ama bu talepler gündeme
geldiğinde ki, bunlar hepsi yazılı metinlerde var, buna uygun bir hazırlık
yaparız, kamuoyunun tartışmasına açarız. Kaldı ki, zaten bir Anayasa
değişikliği tek başına partinin işi değil, Anayasa değişikliği, yeni bir
anayasa yapılması Türkiye Büyük Millet Meclisinin işidir, milletvekillerinin işidir.
Sonra, yine iddianamede, bizim, dinî referanslar
gösterdiğimiz iddia ediliyor. Peki, nede dini referans göstermişiz' Hangi
eylemde, hangi işlemde dini referans alarak biz düzenleme yapmışız, bunlarla
ilgili herhangi bir şey yok. Onun için, bazı iddialar böylece delil olmadan
oluşturuluyor. Aslında burada yapılmak istenen şey, bir imaj oluşturmak, delil
olmasa bile bir genel değerlendirmeyle bunların hepsi aynı kategoridendir,
bunların hepsi aynı familyadandır demeye getiren ilgili ilgisiz bir değerlendirme
yapmak suretiyle bir imaj oluşturmaya çalışıyor ve bir kısım açıklamalarda
cümleler yer değiştirerek veya kelimelerin yerleri değiştirilmek suretiyle
yapılmış bazı ithamlar var. Mesela bunlardan bir tanesi şu: Yeni Şafak ve
Milliyet com.tr'nin haberlerinde var. Sabah Gazetesi 17/9/2005 tarihinde Erdal
Şafak, 'Baykal'la Yararlı Bir Ufuk Turu' başlıklı haberin Başbakanla hiçbir
ilgisi yok. Orada bir iddia var. Şimdi, orada şu: Habere göre, Sayın Erdoğan
diyor ki: 'Herkesi yaratan Allah'tır. Ayrıma ne gerek var. Üst ortak paydada
birleşerek el ele vereceğiz iken, hepimizi yaratan mutlak yaratıcı Allah'tır,
ayrıma ne gerek var. O üst ortak paydada birleşip el ele vereceğiz.' Şimdi, bu
çok önemli, yani 'o üst ortak payda.' Nedir o üst ortak payda' Hepimizi yaratan
Allah, burada dinî bir anlam yükleniyor ve orada birleşiyoruz. Halbuki Sayın
Başbakanın bugüne kadar yaptığı sayısız açıklama var, televizyonlarda var,
basında var. Din üst kimliktir tarzında bugüne kadar hiçbir yerde bir tek
ifadesi yok. Tam tersi her defasında vurguladığı şey, hepimizin birleşeceği
Anayasal vatandaşlıktır. Anayasanın 36'ncı maddesindeki Türk vatandaşlığı
kavramına hep vurgu yaptığı hâlde, burada cümleler yer değiştirmek ve olmayan
bir kısım şeyler ilave edilmek suretiyle bir delil oluşturulmaya çalışılıyor.
Şimdi, yine onunla ilgili bir başka şey var: 'Hepimizi
yaratan mutlak yaratıcı Allah'tır. Ayrıma ne gerek var. O üst kimlik ortak
paydada birleşip el ele vereceğiz' cümlesi haberde, metnin ilk cümlesi olduğu
hâlde, iddianamede son cümle olarak yer alıyor. Böyle olunca da tabiatıyla bir
metni değerlendireceksek bütünüyle bakıp değerlendirmek lazım. Oradan o
cümleyi, buradan bu cümleyi getirip koyduğunuzda işte böyle bir tablo çıkar
karşımıza, bu da ithama konu oluyor.
Ayrıca, AK Parti Genel Başkanının, 19 numaralı iddia,
iddianamede 36'ncı sayfada, belli bölümleri belli metinlerde, diğer bölümleri
başka metinlerde yer almasına karşın, derleme yoluyla İddia Makamınca, sanki
Başbakan konuşuyormuş gibi ona izafe ettiği özgün bir metin oluşturuluyor.
Nitekim 19 numaralı ekte birinci sayfa olarak yer alan 9/5/2005 tarihli
Cumhuriyet Gazetesinden herhangi bir pasaj alınmamış, yine ekte 2 nolu sayfa
olarak yer alan 9/7/2005 tarihli Milliyet Gazetesinin sondan ikinci paragrafı
aynen alınmış. Bu alıntı ekte 3'üncü sayfada yer alan metinden birbirini
izlemeyen pasajlar üç nokta konmaksızın ve birbirini izliyor görüntüsü
içerisinde iddianameye verilmiştir. Bulmaca çözer gibi bir metin, bunu çözmeye
çalışıyoruz.
Şimdi, bir başka husus: AK Parti Genel Başkanı ve
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkındaki 31 numaralı iddia, iddianamede 41, 42.
Basında yer alan ve siyah harflerle yazılı olan 'İngiltere, ağırlıklı olarak
Hristiyan ülke olmasına karşın, kamu kurumlarında başörtülü insanların çalışabildiğini
ancak çoğunluğu Müslüman olan Türkiye'de kamu kurumlarında başörtülü
çalışmadığını, başörtüsünün insan hakkı olduğunu, türban konusunda toplumsal
mutabakata önem verdiklerini' ibarelerinden oluşan cümleler Başbakana ait
değildir, bunlar programdaki bir katılımcının Başbakana sorduğu sorudur.
Başbakanın kullandığı cümle değil, soruyu soran bu cümleleri içeriyor ama haber
söz konusu olduğunda bu cümleleri Başbakan söylemiş gibi oluyor. Öyle
söyleyince de o zaman içinde belli kavramlar geçtiği için bir delil olarak
sunuluyor. Bunlar programdaki bir katılımcının Başbakana sorduğu soru. Nitekim
bu husus Anadolu Ajansı tarafından verilen haberde, 'Başbakan Erdoğan,
İngiltere ağırlıklı olarak Hristiyan ülke olmasına rağmen, kamu kurumlarında
başörtülü insanların çalışabildiğini ancak çoğunluğu Müslüman olan Türkiye'de
kamu kurumlarında başörtülü çalışılamadığını ifade eden bir katılımcının, bunu
insan hakları bağlamında nasıl değerlendirdiğini sorması üzerine' Anadolu
Ajansında da böyle. 'Başörtüsü konusunun bir insan hakkı olduğunu' söyledi.
Başbakanın söylediği budur biçiminde yer almıştır. Doğrusu da budur. Bunun
CD'leri de var, bunu da ayrıca ekleriyle beraber size hem sunduk hem de bir
defa daha sunarız.
Şimdi, İddia Makamı, Başbakanın söylediği bu sözleri
söylemiş gibi göstermek suretiyle oluşturmuş bir delille Başbakanın kamuda
başörtülü çalışmayı savunduğunu söylemeye çalışıyor, böyle bir noktaya
getiriyor. Böyle bir açıklama yok. Bunun dışında başka yerde de, başka zamanda
da bir açıklaması yok. Aksine Başbakanın, başörtülülerin kamuda çalışması
gerekmediğini ifade eden sözleri var. Bununla ilgili olarak da zaten gerekli
delilleri sizlere arz ettik.
Şimdi, Sayın Başkan, sayın üyeler; delil kategorisinde
sunulan bir kısım hususlar var. Bunlar adli yargıda ve adli soruşturma sonucu
verilmiş kararlar olduğu hâlde, İddia Makamı bunların hiçbirisini dikkate
almıyor. Bu, doğrusu üzüntü verici bir husus. Neticede bir hukuki yargılama
yapıyoruz. Hukuki yargılama yaparken dayanabileceğimiz en kuvvetli delil bizatihi
yargının kendi verdiği kararlardır. O nedenle, Anayasa göre suçluluğu hükmen
sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz. Anayasa ve yasalarımız suçüstü
yakalanan bir kişiye dahi suçluluğu kesinleşmiş mahkeme kararıyla sabit
olmadıkça suçlu denilmesini yasaklamaktadır. Hukukumuzda mahkeme kararları
herkes için bağlayıcıdır ve herkes, özüne katılsa da katılmasa da bunlara uymak
ve bir işlem yapacaksa bu çerçevede yapmak mecburiyetindedir. Bununla ilgili
dosyada pek çok eksik hususlar var. Şimdi bunlardan bir tanesi, hakkında
kesinleşmiş mahkeme kararı olan iddialar, kesinleşmiş mahkeme kararı var.
Mesela bunlardan bir tanesi Niğde Ulukışla İlçe Teşkilatı İl Genel Meclisi Üye
adayları Ali Uğurlu, Kâmil Ünal, Mustafa Burna ile ilçe belediye başkan adayı
Ali Tekin hakkında 2004 yerel seçimlerinde kullandıkları 'İktidarla el ele, 84
yıllık karanlığa son.' İddianamenin 103'üncü sayfası, içeren böyle bir slogan
nedeniyle Ulukışla Cumhuriyet Başsavcılığı dava açıyor. Ulukışla Asliye Ceza
Mahkemesi yaptığı yargılama sonucundaki 26/7/2005 tarih, 2004/93 esas, 2005/138
karar, kesinleşmiş mahkeme kararı. Burada, 'Bu iddianın varit olmadığının,
suçun sabit olmadığının, sanıkların amacının ilçenin geri kalınmışlığını ifade
ederek hem mensubu oldukları ve iktidarda bulunan siyasi partinin kendilerine
sağlayacağı kolaylıklardan faydalanarak ilçeye daha iyi hizmet edeceklerini
ifade etmek, bu suretle oy toplamak hem de 2004 yılına kadar ilçede görev
yapmış olan yerel yönetimleri eleştirmek olduğu anlaşıldığından müsned suçtan
ayrı ayrı olmak üzere beraatlarına karar verilmiştir.' deniliyor, kesinleşmiş
mahkeme kararı, numaralarını arz ettim.
Dinar Belediye Başkanı Mustafa Tarlacı, 2005 yılı Ramazan
ayında teravi namazı kıldırdığı iddiası var ve bundan dolayı da özel işaret ve
kıyafetleri usulsüz kullanma suçu nedeniyle cezalandırılması istenmiş. Dinar
Sulh Ceza Mahkemesinde yapılan yargılama sonucunda beraat etmiş. Dinar Sulh
Ceza Mahkemesinin 13/3/2007 tarih, 2006/2003 esas, 2007/86 karar.
Bir başka mahkeme kararı: AK Parti Ankara İl Gençlik
Kolları Başkanlığının 2006 yılı Ramazan ayında Ankara'nın bir bölgesinde 'Hoş
geldin ya Şehri Ramazan' diyerek bir iftar çadırı açtığı ifade ediliyor.
Bununla ilgili olarak Ankara Üçüncü Ağır Ceza Mahkemesinde, Siyasi Partiler
Yasası'nın 117'nci maddesini ihlal ettiği iddiasıyla dava açılıyor ve yapılan
yargılama sonucunda Üçüncü Ağır Ceza Mahkemesi, esas numarası 2006/366, karar
tarihi ise 8/5/2007, bu davada beraat kararı veriyor suçun unsurları oluşmadığı
için.
İkinci olarak, dosya numarası 2006/366, karar numarası
2007/152. Hakkında kesinleşmiş cumhuriyet başsavcılığı kararı olan iddialar
var. Bunlardan bir tanesi, Adana eski milletvekili Abdullah Çalışkan'ın içinde
'yeşil devrim' ifadeleri geçen konuşması. Bununla ilgili Adana Cumhuriyet
Başsavcılığı soruşturma başlatıyor ve sonunda kovuşturmaya yer olmadığına dair
karar veriyor. Soruşturma numarası 2007/428, karar numarası 2007/51.
İkinci olarak, 19-21 Mayıs 1995 tarihinde, daha AK Parti
diye bir parti yok, Sivas'ta yapılan bir konferansta yaptığı ve Bilgi ve Hikmet
Dergisinin 1995 tarihli 12'nci sayısında yayınlanan 21'inci Yüzyıla Girerken
Dünya ve Türkiye gündeminde İslam konulu konuşmasından dolayı Ömer Dinçer'le
ilgili yürütülen bir soruşturma var. Bu da dosyada bir iddia olarak sürülüyor.
Bunun üzerine, daha o zaman AK Parti yok. Bununla ilgili Erzurum Devlet'
Sonradan yayınlanıyor bu, o zaman bu konuşma yapılıyor, aradan seneler
geçtikten sonra o dergiden bir alıntı yapılmak suretiyle gündeme geliyor.
Gündeme gelince Türk Ceza Kanunu'nun 146/2, 311, 312/1 ve 2'nci maddelerinden
dolayı -Erzurum, o zaman Devlet Güvenlik Mahkemeleri faal- bir soruşturma
başlatıyor savcılık. Erzurum Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı
7/6/2004 tarih, 2004/128 esas, 2004/23 karar sayıyla takipsizlik kararı
veriyor. 'Bunları suç unsurlarının oluşmadığı anlaşılmakla müsned fiillerle
ilgili olarak sanık hakkında takibat yapılmasına karar yoktur.' diyor.
2006 yılı Ramazan ayında Eyüp Sultan bahçesinde kurulan Ramazan
Çadırına, demin söylediğim gibi, Eyüp Belediye Başkanının ismini ve afişleri
astırttığı ve bununla ilgili tutanak tutulduğu. Demin yukarıda Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığının talebi üzerine bir soruşturma başlatıyor Eyüp
Cumhuriyet Başsavcılığı. Tarih ve numarasını arz ettim. Bu iddianın varit
olmadığını bu soruşturma evrakından anlıyoruz.
Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim
Üyesi Profesör Doktor Hamdi Döndüren tarafından yazılan 'Delilleriyle Aile
İlmihali' isimli kitabın dağıtıldığı iddiasıdır. Böyle bir iddia üzerine,
evvela Belediye Başkanı Mehmet Demirci hakkında Tuzla Cumhuriyet Başsavcılığı
adli soruşturma başlatıyor ve bunun sonucunda, 2006/2083 soruşturma, karar
numarası 2007/576, kovuşturmaya yer olmadığına karar veriyor. Ayrıca, bu
dağıtılan ilmihal, Din İşleri Yüksek Kurulunun 14/9/2006 tarih ve 1002 sayılı
kararıyla yayınlanmasında mahzur olmayan bir kitap. Dinî manada bir kısım
bilgiler verdiği anlaşılıyor. Şimdi, Din İşleri Yüksek Kurulu resmî bir kurul,
devletin resmî organı. Devletin bir organının, 'Yayınlanmasında sakınca yoktur'
dediği kitabı, bir başkası eğer kullanıyorsa, bunda bir suç olmaması gerekir.
Esasen, zaten bu manada bir suç varsa, basın savcılıkları kendiliğinden
harekete geçiyor. Kaldı ki burada dikkat çekici bir şey daha var: Bu kitap
1995'ten beri Kültür Bakanlığının bandrolü ile satılıyor. Şimdi, bir taraftan
Din İşleri Yüksek Kurulunun kararı var, öbür tarafta da Kültür Bakanlığının
bandrolü var.
Demin bahsetmiştim, Silivri Belediye Başkanının, Mehmet
Âkif'in Safahat'ıyla ilgili, o vesileyle gündeme gelen konular. Bununla ilgili
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının yaptırdığı, soruşturma numarasını verdim,
'takibata mahal yoktur.' diye zaten bir değerlendirme yapıyorlar.
Ayrıca, Kocaeli Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu
ile ilgili hususları söyledim, onunla ilgili hem tekzip metni var hem mahkeme
kararları var.
Şimdi bir başka şey daha var burada: Şimdi, iddianamenin
98 ve 99'uncu sayfasında 'İlk ve ortaöğrenim çağındaki kız öğrencilere de
türban serbestisi sağlanacağının işaretinin verilmesi' diye bir haber geçiyor.
'Bu konuşma, Komisyon Başkanının, Sayın Cevdet Erdöl'ün, Sağlık ve Sosyal İşler
Komisyonunun toplantısında geçiyor.' diyor. Şimdi, gazetede böyle bir haber
çıkıyor ama böyle bir haberin aslı yok, bu doğru değil ama iddia makamı da
Meclisten tutanakları isteyip bunları sormuyor. Bütün bunlar yan yana
geldiğinde asılsız bir kısım iddialar maalesef dosyada delil olarak sizlere
sunulmuş vaziyette.
Şimdi, bir başka bölüm daha var bu delil kısmında. Tekzip
edilen haberler ve yorumlar var. Şimdi, Sayın iddia makamı, eğer bir haber
çıktı, bu tekzip edilmediyse onu sükûtu ikrardan kabul ediyor. 'Bunu niye
tekzip etmedin, aslı olmasaydı tekzip ederdin.' Şimdi, tekzip ediyoruz, o
takdirde bu tekzipleri dikkate almıyor, bu tekziplere başka bir anlam yüklemeye
çalışıyor. Ayrıca yorumlar var. Değişik kişiler yorumlar yapabilir. İnsanlar
kendi bulundukları konuma göre, siyasi kanaatine göre, ideolojisine göre,
anlayışına göre, kültür seviyesine göre her olayın şu veya bu şekilde yorumu
mümkün. Şimdi, bu yorumlardan yola çıkarak bir delil ihdas edilecekse, bir
yargılama yapılacaksa, bunun sağlıklı bir yargılama olması mümkün değil. Ama
düzeltme ve cevap hakkı bir anayasal hak. Anayasaya göre, 'Düzeltme ve cevap
hakkı ancak kişilerin haysiyet ve şereflerine dokunulması veya kendileriyle
ilgili gerçeğe aykırı yayınlar yapılması hallerinde tanınır ve kanunla
düzenlenir. Düzeltme ve cevap yayınlanmazsa, yayınlanmasının gerekip
gerekmediğine hâkim tarafından ilgilinin müracaat tarihinden itibaren en geç 7
gün içerisinde karar verilir.'
Kabul etmek gerekir ki Sayın Başkan, değerli üyeler;
Türkiye'de yüzlerce mahalli veya Türkiye çapında gazeteler çıkıyor. Sadece bir
medya grubunun 60'tan fazla yayın organı var. Hepimizin bunları takip etme
imkânı yok. Eğer bir makam sahibiysek, belki basın müşavirlerimiz bunu takip
edebiliyor. Bizim dahi atladığımız birçok haber oluyor, belki üç gün sonra, beş
gün sonra bir başka yorumla veya vesileyle haberimiz oluyor. Eğer siz, sade bir
vatandaşsanız veya elinizde böyle bir imkânlar yoksa Türkiye'nin neresinde ne
haber çıkıyor bunu her zaman takip etmeniz mümkün olmadığı gibi, böyle bir
mecburiyet altına sokmak insanları ne kadar doğrudur. Yani basın diyor ki ben
yazarım, siz tavzih edin, tekzip edin. Bu ise, kişiyi durup dururken bir kısım
zahmete, en azından zaman sıkıntısına sokuyor. Bu teknik bir konu olduğu için
belki bir avukata gitmesi gerekecek, ona ücret ödeyecek vesaire dâhil. Ama buna
rağmen, iddianamede ismi geçen arkadaşlarımız hassasiyet gösterip bu iddiaların
doğru olmadığını, yazıldığı gibi olmadığını, gerçeğin bu olduğunu söylediği
hâlde, bunlara itibar edilmiyor, ilk çıkan şekliyle, olanlara itibar edilmek
suretiyle bunun üzerinden bir işlem yapılıyor, bir iddia ortaya konulmaya
çalışılıyor. Mesela demin yukarıda ifade etmeye çalıştım. AK Parti Genel
Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan dinin birleştiriciliğine vurgu yapan
bir konuşma yapıyor. Bunun dışarıda çarpıtılması üzerine, yanlış anlamaları
giderecek bir tekzip, bir açıklama yaptığı hâlde, ilk şeklini alıyor, ondan
sonraki kısma gelince iddianameye işin bu bölümü alınmıyor. Halbuki hukuken
yapılması gereken, en objektif olanı, eğer inanmıyorsa bile bu tekzibe, bu
tavzihe, ikisinin birlikte konulması lazımdı. Şimdi, birini kor, birini
koymazsanız, o başlangıçta arz etmeye çalıştığım ceza muhakemesinin evrensel
kurallarına aykırıdır. Bu tekzibe inanmıyor olabilirsiniz, kimsenin inanma
mecburiyeti de yok, ama bir iddia serdediyorsanız, bunun karşıtı bir görüş de
varsa, objektiflik adına, dürüstlük adına, oradaki anlamda söylüyorum, işlem
dürüstlüğü adına onun da getirilip konulması gerekirdi, bunlar konulmuyor.
Mesela AK Parti Genel Başkanının bir Alman dergisine verdiği demeç, bununla
ilgili delilleri sunuyoruz. Almanya dönüşü uçakta gazetecilerle sohbet ederken
Başbakan Erdoğan'ın Fransa'nın varoşlarında başlayan isyan eylemlerine ilişkin
değerlendirmesi var. Ayrıca, Danimarka, Avrupa hareketi tarafından Kopenhag'ta
düzenlenen Medeniyetler Arası İttifak, Türkiye'nin Rolü Konulu toplantıya
katılan Başbakanın beyanları var. Bunlarla ilgili, Uşak ilinde yaptığı, eski
Meclis Başkanı Sayın Arınç'ın 'Ankara Kulisi Programında CNN Türk'teki
yayınlanan açıklamaları, yine Sayın Arınç'ın, Türkiye Demokrasi Vakfınca Armada
Otelinde düzenlediği toplantıyla ilgili, Mardin eski Milletvekili Nihat Eri'in'
Bunların hepsi var, teker teker okuyup vaktinizi almak istemem. Bunların
hepsini zaten eklerinde koyduk. Sadece bu kadar kişinin kendileriyle ilgili
çıkan haberleri tekzip ettiğini, kamuoyunu bilgilendirmek adına gerekli
açıklamaları yaptığını ifade zımnında söylüyorum.
Yozgat Milletvekili Mehmet Çiçek'in, 2006 Şubat ayında
Star TV'de katıldığı programla ilgili, Show TV'de yayınlanan 17/1/2008 tarihli
'Siyaset' isimli programda Ayşe Böhürler ve Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı
Burhan Kuzu arasında geçen diyalog, Konya Milletvekili Hüsnü Tuna'nın Konya
Gazeteciler Cemiyeti ziyareti sırasında söylediği sözler, Gaziantep
Milletvekili Fatma Şahin'in değerlendirmeleri, İstanbul Milletvekili Egemen
Bağış'ın 2008 Ocak ayı içinde yaptığı konuşma, demin arz ettim, Sağlık İşleri
Komisyonu Başkanı Cevdet Erdöl'ün komisyon değerlendirmeleri, bununla ilgili
açıklamalar var. Eyüp Belediyesince 2005 yılında ÖSYM'nin yaptığı Kamu Personel
Seçme Sınavıyla alacağı zabıta memurlarıyla ilgili çıkan haberler üzerine
yaptığı açıklamalar, İbrahim Karaosmanoğlu, Kocaeli Belediye Başkanının,
Isparta Belediye Başkanını Hasan Balaman'ın, Isparta Müftülüğü tarafından
düzenlenen hafızlık taç giyme töreninde yaptığı değerlendirmeler, bu konularla
ilişkin haberlerin basın ve yayın organlarında yanlış, eksik, gerçek dışı veya
çarpıtılarak yer alması üzerine, ilgililer tarafından düzeltme ve cevap hakkı
kullanılarak düzeltilmiş ya da tekzip edilmiş olduğu halde, bunların hiçbirisi
iddianamede gözükmüyor.
Tabii partimizin sunduğu bu tekzip metinleri karşısında
iddia makamının ya sunulan delillere itibar edip iddiasından sarfınazar etmesi
gerekir ya da bunun aksini kanıtlaması gerekirdi. Bunları maalesef iddianamede
göremiyoruz. Dolayısıyla, bu dava bakımından Anayasanın 32'nci maddesi, cevap
ve düzeltme hakkı bizim bakımımızdan hiçbir ifade etmiyor demektir.
Burada temas edeceğim bir başka bölüm daha var Sayın
Başkan, sayın üyeler: AK Parti kurulmadan önceki eylem ve beyanlar delil olarak
kullanılmıştır. AK Partinin kuruluş tarihi tüzel kişilik olarak 14 Ağustos
2001'dir. Anayasanın 69'uncu maddesi açık; isnadın en erken başlama tarihi,
partinin kuruluş günüdür. Çünkü henüz kurulmamış olan bir partiye herhangi bir
isnat yapılamaz ve Anayasanın 69'uncu maddesindeki müeyyideler işletilemez. Bu
nedenle, hak ve fiil ehliyeti 14 Ağustos 2001'de başlamış demektir. Bu, hem
Türk Medeni Kanunu'nun ilgili maddeleri, 47/1, 49, Siyasi Partiler Kanunu'nun
8'inci maddesi. Bu nedenle, 14 Ağustos 2001 tarihinden önceki hiçbir eylem veya
söylemin AK Partiye isnadı hukuken ve fiilen mümkün değildir. Fiilen mümkün
değildir, çünkü ortada kendisine isnat yapılacak bir AK Parti yoktur. Hukuken
mümkün değildir, çünkü hukuk devleti, bir tüzel kişiliğin mesuliyetini, hak ve
fiil ehliyeti kazanmadan önceki bir tarihe götürmez ve götürülmesine de izin
vermez. Ayrıca hukuk, başkalarının bir filenden dolayı bu fiille hiçbir ilgisi
olmayan kişi veya tüzel kişilerin cezalandırılmasını istemez, buna da izin
vermez. Buna rağmen, iddianamede önemli ölçüde 14 Ağustos 2000 tarihinden evvel
sarf edilmiş bir kısım beyanlar varsa, fiiller varsa, eylemler varsa, bununla
AK Parti arasında bir irtibat kurmaya çalışıyor. Şimdi, bu irtibatı kurarken
kullandığı kavramlar irtibatın ötesinde çok ağır suçlamaları ihtiva ediyor.
Mesela, 'Emperyalizmin mandacı işbirlikçileri, Kurtuluş Savaşı yıllarında
ulusun kurtuluş mücadelesini sekteye uğratan isyanların elebaşları, din taciri,
molla, şıh, derviş, şeyh ve işbirlikçi mürteci zihniyet. İşgalcilerin en büyük
yerli destekçisi sivil toplum kuruluşu İngiliz Muhripler Cemiyetinin Kurucusu
Said Molla isimli bir mürteci. Mustafa Kemal'in ve tüm kuvayımilliyecilerin
idamına fetva veren bir diğer mürteci Dürrizade Abdullah Efendi isimli
şeyhülislam. İrticanın kendi ulusuna ihanetleri Kurtuluş Savaşı dönemiyle de
sınırlı değildir. Cumhuriyet kurulduktan sonra da Şeyh Saidler Derviş
Vahdetiler İngiliz altınlarının parıltısıyla ve şeriat devleti, hilafet
çığlıklarıyla ayaklanmışlar, binlerce şehit kanı dökmüşler. Yakın tarihimizde
din ve mezhep kışkırtmalarıyla gerçekleştirilen Malatya, Kahramanmaraş, Çorum
ve Sivas katliamları. İrticanın 1946 yılında çok partili rejime geçilmesiyle
birlikte bazı siyasi partiler içine sızılarak faaliyetlerini sürdürmesi.
İrticanın ilk defa 26 Ocak 1970 tarihinde bir siyasi parti olarak örgütlenerek
Millî Nizam Partisi adıyla siyaset sahnesine çıkması. Millî Nizam Partisi ve
onun devamı niteliğindeki diğer parti örgütleri Refah Partisi ile Fazilet Partisi
laikliğe aykırı faaliyetleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış
olması.'
Şimdi, bu ve benzeri bir sürü suçlamalar var. Şimdi,
bununla bizim ne alakamız var' Ben de bu partinin mensubuyum. Şimdi onun adına
savunma yapıyorum. Şimdi, bu iddialarla bizim ne alakamız var ki, tarihin bir
döneminde. Biz, bu olayları tasvip eden açıklamalarımız olsa, bu olay doğrudur
desek, bu olaylar yerindedir desek, bunlar doğru yapılmış, tasvip eden bir tek
beyan yok. Şimdi, bu kadar ağır bir suçla bir partiyi suçlamak ne kadar
hukukidir, ne kadar doğrudur. Şimdi, bunlar çok ağır bir itham, çok ağır bir
iddia. Şimdi, biz kamuoyu önünde siyaset yapıyoruz, her şeyimiz açık. Bu
çerçevede, eğer bu iddialar gerçekten varit idiyse, siyasete giren herkesin
lehinde aleyhinde ne varsa bu kamuoyunun önüne dökülür. Siyasette gizli kapaklı
çok fazla bir şey kalmıyor, bugün olmazsa yarın çıkıyor. Bunlar ise hiç geriye
doğru dönük maalesef bizim tarihimizin asla tasvip etmediğimiz ki, dün Sivas
katliamının yıl dönümü idi, bu vesileyle rahmetle anıyoruz ama bir idari zaaf
olarak o önlenebilirdi, önlenemedi, o ayrı bir olay. Niye önlenemedi' Sivas
gibi küçük bir ilde bu işler önceden önlenebilir olduğu hâlde, orada önemli
ölçüde askerî birlik ve güvenlik güçleri olduğu hâlde, Türkiye bu tarihi
faciayı hem içimizde hem de bizi dışarıda sıkıntıya sokacak tarzda bir sürü
insanımız hayatını orada kaybetti. Şimdi, bunlarla AK Parti arasında ne illiyet
rabıtası var ki bizi böyle suçluyorsunuz. Kaldı ki biz bunu hem kabul etmeyiz.
Şimdi, biz yüzde 47 oy aldık. Bunu övünmek anlamında
söylemiyorum. Serbest seçimlerin sonucunda oy aldık. Bu milletin temiz
kabiliyeti yok mu ki Derviş Vahdeti ile beraber olan, Atatürk'e karşı çıkan,
irticanın merkezi hâline gelmiş bir partiyi bu millet fark etmiyor, temiz
edemiyor, ayıramıyor ve buna rağmen bize getirip oy veriyor. Bu milleti de
suçlamaktır aynı zamanda. Biz, bu iddiaları, parti kapatılır kapatılmaz o ayrı
bir olay, bu onun ötesinde bir suçlamadır. Bunun ötesinde hepimizi zan altında
bırakacak haksız bir suçlama. Bunu diyorsanız, delilini koymanız lazım buraya.
Nedir o delil' Parti Genel Başkanının, yetkili organlarının veya üyelerinin, ne
varsa hepsini dökmeye çalıştım. Bir açıklaması olur, bir beyanı olur, bu türlü
bir çabası, bir faaliyeti, bir eylemi, bir etkinliği olur, buna parti göz
yumar, bunu tasvip eder, arka çıkar, o takdirde denilir ki bu böyle bir irtibat
kurulur. Kaldı ki, bu türlü olayların değerlendirilmesi hukukçuların işi değil,
tarihçilerin işidir. Bu da zaten yapılıyor, yapılacak, zaman geçtikçe yeni
bilgiler, yeni belgeler ortaya çıkacak ve ona göre de hep beraber tavır
alacağız. Ama biz, bu olayları hiçbir zaman tasvip etmedik, bu olayları doğru
bulmadık, bu olayların önemli bir kısmı biz hayatta değilken olmuş olaylar. Bırakın
tüzel kişiliği, şahıslar olarak bile bu olayların yaşandığı dönemlerde biz
çoğumuz hayatta bile değiliz. Dünyada olmadığımız dönemin olayları getirilip
bir partiye mal edilirse, bu mantığı benim anlamam şahsen mümkün değil.
İkincisi: Kapatılan bir partiyle ilgili olarak bu bunun
devamıdır, çünkü bunlar o partinin içerisinde idi, dolayısıyla orada kendi
aralarında ihtilaf çıktı, şu oldu, bu oldu, dolayısıyla ayrıldılar, bu onun
devamıdır demeye getiriyor. Bu doğru bir tespit değil, doğru bir değerlendirme
değil, çünkü AK Parti farklı bir parti. Tabiatıyla bir parti kurulurken, daha
evvel şu veya bu siyasi hareket içerisinde olmuş olanlar veya ilk defa siyasete
girenler bir partinin çatısı altında buluşurlar. Türkiye'de siyasetin yerli
yerine oturmadığını, Türkiye'de sık sık yapılan müdahalelerle siyasi dokunun
bozulduğunu sabahleyin olabildiğince öz ifade etmeye çalıştım. Samimi kanaatimi
soruyorsanız, eğer bu askerî müdahaleler olmasaydı, Türkiye iki ana damar
olarak gidiyordu; Cumhuriyet Halk Partisi ve Adalet Partisi, kıyısından
köşesinden de iki tane parti, böylece İngiltere'deki gibi esas itibarıyla iki
partili bir sisteme doğru Türkiye giderken, yerli yersiz müdahaleler siyasetin
dokusunu bozdu, siyasetin kimyasını bozdu. Onun için de hiçbir partinin bugün
toplumsal hafızası geriye dönük çok geniş bir arşivi yok. Cumhuriyet Halk
Partisi belki bunlar içerisinde en eskisi, o bile açılıp kapandıktan sonra o
partide görev yapmış olanlar ayrıldı. Şimdi, eğer Sayın İddia Makamının bu
mantığından gidersek, DSP'yi CHP'nin devamı gibi bir parti sayacağız veya
Demokrat Partiyi Cumhuriyet Halk Partisinin devamı sayacağız, çünkü Cumhuriyet
Halk Partisinde görev yapan rahmetli Bayar, rahmetli Menderes, Koraltan ve o
partiyi kuranlar daha evvel Cumhuriyet Halk Partisi bünyesi içerisindeydi.
Belli ki zaman zaman partiler içerisinde şu veya bu sebeple fikir ayrılıkları
olabiliyor veya müdahalelerden sonra yeniden bir şekillenme, kapatmadan sonra
yeniden şekillenmeler olduğunda insanlar bir siyasi çatı altında faaliyetlerini
sürdüreceklerse, eskiden o partideydin, şimdi buraya geçtin, o zaman bu
partinin devamı tarzındaki bir değerlendirme yapacaksak, o zaman, bu siyasi
tarihimizin belli bölümlerini izahata gerçekten zorlanırız. Kaldı ki, AK
PARTİ'nin -bir muhalefet partisi değil iktidar partisi- şu kadar zamandan beri
yaptığı uygulamalarla, filanca yerden geldikleri dedikleri partinin
görüşleriyle bir değerlendirme yaptığınızda birçok konuda ayrıştığını
görürsünüz. Nitekim zaten onlar da bu partiyi suçluyor, siz diyor şöyle
oldunuz, siz diyor böyle oldunuz tarzında burada ifade etmek istediğim,
özellikle seçim zamanlarında birçok şey söyleniyor. Dolayısıyla bu parti farklı
bir parti ama bu partinin içerisindeki bazı insanların geçmişte şu partide
görev almış olmaları o partinin devamı anlamına gelmez ve o türlü bir
değerlendirme bana göre hukuki de değil, siyasetin gerçeğine de uymuyor.
BAŞKAN ' Sayın Çiçek, yeni bir bölüme geçecekseniz eğer
on dakika ara vereceğim, hem siz de dinlenmiş olursunuz'
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK ' Ben,
bir iki cümle söyleyeyim, ondan sonra yeni bir bölüm'
BAŞKAN ' Peki.
Buyurun.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK ' Demin
söyledim, parti kurulmazdan evvel, parti tüzel kişiliği siyasi hayatımızda yer
almazdan evvel, başka şahısların yaptıkları eylemler var ya da bir kısım
faaliyetler var, bundan dolayı partiyi suçluyor.
Meclis eski Başkanı Bülent Arınç'ın danışmanı olarak
atanan Kemal Öztürk'ün, 'Rahmetli Bir Garip Oğlanın Hikâyesi' adlı kitabı on
beş sene evvel yayınlanmış, on beş sene evvel yayınlanmış bir kitap. Bu kişi
Mecliste görev yapıyor diye, onun faaliyetinden dolayı da getiriliyor parti
suçlanıyor.
Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in 1994 yılında yazdığı
bir kitap var. O kitaptan dolayı da 1994, 1995'te zaten' 1994 yılında yazılmış
ve aynı yıl Türkiye Günlüğü dergisinde yayınlanmış. 1994'teki bir yazıdan
dolayı 2008'de AK PARTİ suçlanıyor, 'Bu yazıyı yazan sizin partinizdedir,
dolayısıyla siz bu türlü faaliyetlerin odağı hâline geldiniz.' demeye
getiriyor.
Ömer Dinçer'le ilgili hususları söyledim.
Bundan sonraki bölümde, parti üyesi olmayanların eylem ve
beyanlarını delil olarak Sayın İddia Makamının kullandığı bir bölüm var,
müsaade ederseniz, bu kısma kaldığımız yerden devam ederiz.
Teşekkür ederim.
BAŞKAN ' Peki.
On dakika sonra toplanmak üzere ara veriyorum.
Kapanma Saati: 15.02
BAŞKAN ' Sayın Çiçek, buyurun, kaldığınız yerden devam
edebilirsiniz.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK '
Teşekkür ederim.
Sayın Başkan, sayın üyeler; bundan sonraki bölümde temas
edeceğim husus, parti üyesi olmayanların eylem ve beyanlarının delil olarak
kullanılmış olmasıdır. Anayasa'nın 69'uncu maddesinin altıncı fıkrası uyarınca
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri parti kapatma nedenidir, söylemler hiçbir şekilde
siyasi parti kapatma nedeni değildir. Parti üyesi olmayanların eylemleri veya
söylemleri partiye isnat edilemez. Ancak iddianamede, bazı kişilerin parti
üyesi olmadığı dönemlerdeki söylemlerinin delil olarak kullanıldığını
görüyoruz. Mesela, AK PARTİ Genel Başkanı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
hakkındaki 12 numaralı iddia, iddianamenin 31'inci sayfasında, geçmiş
dönemlerde, 1994'te yaptığı bir konuşmayı, AK PARTİ yokken, bunu delil olarak
sunuyor. 1994'ten bu tarafa aşağı yukarı on dört sene geçmiş. Zaten aradan
geçen süre içerisinde bunun hesabı varsa hukuken yargıya verilmiştir, siyaseten
hesabı varsa topluma verilmiştir ve on dört sene evvel şu veya bu şekilde
söylenmiş bir beyanı bugüne getirmek suretiyle, eğer siz bunları bir suçlama
konusu yapacaksanız, değişimi daha baştan sıkıyorsunuz demektir.
Biz kendi hayatımızda da gördük, birinci bölümde de
açıklama yapmaya çalıştım. Dünya değişti, Türkiye değişti, hepimiz değiştik,
değişmeyen çok fazla bir şey olmadı. Geçmişin özelleştirmecileri bugün
devletleştirmeci oldu. Benimki gibi geçmişin millileştirmecileri bugün yabancı
sermaye gelsin diye uğraşıyoruz. Bunları açık yüreklilikle söylemekte hiçbir mahzur
yok. Geçmişte kim kimi neyle suçladı, şimdi hangimiz hangi pozisyondayız' Eğer
siz, benim veya bir başkasının seneler evvel -o günün konjonktürünü, o günün
siyaset anlayışını, o günün değerlendirmelerini, ne sayarsanız sayın- söylediği
bir sözü hiç durmadan kişinin önüne getirip koyacaksanız, o takdirde, bu, hukuk
felsefesiyle de bağdaşıyor değildir. Biz, ceza infaz sisteminde bile insanları
topluma kazandırmaya çalışırken, siyaset adamlarına 'Eskiden bunu söylediniz,
bugün olduğu yerde kalın, hiç değişmeyin, aksi hâlde biz bunu sizin aleyhinize
kullanırız.' diyorsak, bu, değişimin tabiatına da aykırı. Dolayısıyla
Başbakanın bir iki konuşmasını almış. Dediğim gibi, bunun suç teşkil eden bir
yanı varsa, zaten hesabı verilmiştir. Siyaseten bir şey varsa, bundan dolayı o
zaman mensup olduğu partide bunun hesabını vermiştir. Şimdi tekrar bir suçtan
dolayı bunu suç kabul ediyorsak, iki defa yargılama yapılamaz. Yani neresinden
bakarsak bakalım, hem Anayasa'ya aykırılık açısından hem hukuk açısından
sakatlığı ortadadır.
İkincisi: Demin arz ettim, bu Kemal Öztürk, AK PARTİ
üyesi değil, bir kamu görevlisi. Bunun Bülent Arınç'ın danışmanı olarak
Mecliste çalışmış olmasını, onun çok evvel yazmış olduğu şeyden dolayı partiye
mal ediliyor.
Cumhurbaşkanının bir kısım beyan ve eylemleri partiyle
irtibatlandırılmaya çalışılıyor, ona ileride ayrıca temas edeceğim.
Millî Eğitim Bakanlığının 1994'te'
Eski Başbakanlık Müsteşarının 1995'te yaptığı konuşmadır.
Hâlbuki parti üyelerinin eylemleri belli şartlarla partiyi ilzam ediyor. O
tarih itibarıyla bir üniversitede görev yapan birisinin partiyi ilzam etmesi
söz konusu değil. Ömer Dinçer'in partiyle resmen ve hukuken irtibatının
kurulduğu tarih 22 Temmuz 2007 milletvekilliği seçimleridir.
Şimdi, en çok üzerinde durulması gereken bir başka konu
var. Bu, gerçekten, Türkiye'de demokrasi açısından da önem arz ediyor,
kuvvetler ayrılığı bakımından da önem arz ediyor. Yasama sorumsuzluğu
kapsamında olan faaliyetler delil olarak kullanılacak mı, kullanılmayacak mı'
Yasama yetkisinin kullanılması, Anayasa'mıza göre, Türkiye Büyük Millet
Meclisine aittir. Dolayısıyla milletvekillerinin Anayasa'da ve yasada verilmiş
iki tane temel görevi var. Bunlardan bir tanesi yasa çıkarmak, ikincisi de
denetim görevini yapmaktır. Dolayısıyla biz, Meclis çatışı altında bu tip iki
tane önemli faaliyette bulunuyoruz. Dolayısıyla bu iki önemli faaliyet
sebebiyledir ki Meclis çalışmalarında dile getirdiğimiz hususların ve bunların
dışarıda konuşulmasının, dışarıda yansıtılmasının Anayasa'nın koruması altında olduğunu
düşünüyoruz, böyle kabul ediyoruz. Bu, kişiye tanınmış bir ayrıcalık değil,
görevin layıkı veçhile yapılmasıyla ilgili, bütün parlamento hukukunun en temel
kavramlarından bir tanesidir.
Yasama faaliyetlerinin özgür bir ortamda yürütülebilmesi
için Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri Meclis çalışmalarındaki oy ve
sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık
Divanının teklifi üzerine Meclisçe başka bir karar alınmadıkça, bunları Meclis
dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar; Anayasa böyle
diyor. Ama şimdi biz burada sorumlu tutuluyoruz. Şimdi, biraz sonra arz
edeceğim, bir kısım faaliyetler yapılmış' Şimdi hem sorumlu tutulamaz deniliyor
hem de bu yasa niye böyle oldu, siz burada niye böyle konuştunuz' Bununla
ilgili birçok faaliyet var. Vakit uzadığı için onları teker teker saymak
istemiyorum. Yasalaşan, kadük olan ve komisyonlarda bekleyen bir kısım kanun
tasarıları var, Yükseköğretim Kanunu Tasarısı -iddianamede geçen yasalardan
bahsediyorum- 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 263'üncü maddesi, fakir ve
başarılı öğrencilerin devletçe desteklenmesiyle ilgili kanun, Belediye Kanunu
ve Kurumlar Vergisi Kanunu'nda cemaat kavramının kullanılması, Diyanet İşleri
Başkanlığı Teşkilat Kanununda Değişiklik Öngören Kanun Teklifi, bir de
Anayasa'nın 10 ve 42'nci maddelerindeki değişiklik. Bu kanunların Mecliste
görüşülmüş olmasını, teklif edilmiş olmasını Sayın İddia Makamı parti aleyhine
delil olarak kullanıyor.
Şimdi, bu kanunlar vesilesiyle de bazı partimiz milletvekillerinin
isimleri iddianamede geçiyor, bundan dolayı da yasaklanması isteniyor. Parti
Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Meclis grubu genel kurulunda;
Türkiye Büyük Millet Meclisi eski Başkanı Bülent Arınç'ın Türkiye Büyük Millet Meclisinin
açılışının 80'inci yıldönümü 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı
nedeniyle özel gündemde Genel Kurulda yaptığı konuşma; Millî Eğitim Bakanı
Hüseyin Çelik'in 2005 yılı kasım ayında Meclis Genel Kurulunda yaptığı konuşma;
Nihat Eri'nin 'biraz evvel bahsettik- içinde 'tekke' lafının geçtiği konuşma
dediği konuşma, Dışişleri Komisyonundaki konuşması; Diyarbakır eski
Milletvekili Cavit Torun'un Meclisin 19/6/2003 tarihli 96'ncı Birleşiminde
yaptığı konuşma; Yozgat Milletvekili Mehmet Çiçek'in 27/4/2005 tarihli yine
90'ıncı Birleşiminin Dördüncü Oturumunda yaptığı konuşma; Fehmi Hüsrev
Kutlu'nun Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda yaptığı konuşma; Samsun
eski Milletvekili Musa Uzunkaya'nın Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Aile ve
Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü ve Özürlüler İdaresi Başkanlığının 2007
yılı bütçe görüşmeleri üzerinde yaptığı konuşma, yine aynı milletvekilinin Plan
ve Bütçe Komisyonunda yaptığı konuşma; Eyyüp Sanay'ın 2005 yılı kasım ayında
Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşma; Resul Tosun'un 2005 yılı mayıs
ayında parti grup toplantısında yaptığı konuşmalar burada delil olarak
sunuluyor.
Türkiye Büyük Millet Meclisi yasal düzenlemeleri hem
şekil hem de esas bakımından Anayasa'ya uygun yapmak zorunda. Meclisin kabul
ettiği bir yasal düzenlemenin Anayasa'ya aykırı bulunması hâlinde tek
müeyyidesi Anayasa Mahkemesi tarafından iptalidir, bunun başkaca bir müeyyidesi
de yoktur. Anayasa Mahkemesi, çok sayıda kanun hakkında iptal kararı vermiştir.
Bir kanun tasarı veya teklifinin Anayasa'ya aykırı olduğu iddiası varsa, bu,
zaten sizin önünüze geliyor, siz de iptal kararı veya ret kararı veriyorsunuz,
gereği de buna göre yapılıyor. Dolayısıyla burada Anayasa'ya aykırı olan bir
şey yok. Anayasa'ya aykırı olan Meclis faaliyetlerinin İddia Makamının
kabulüyle âdeta bir ön denetime tabi olması gibi bir sonuç çıkıyor. Şimdi, eğer
benim teklif ettiğim' Milletvekili olarak -bu, benim anayasal hakkım- bir kanun
teklifi vereceğim. Mecliste görüşülecek. Eğer Anayasa'ya aykırı bir yanı varsa,
buraya geliyor, yoksa zaten mesele yok. Hâlbuki, şimdi tutun ki, ben Anayasa'ya
aykırı bir teklif verdim. Ben öyle düşünmüyorum, Anayasa'ya aykırı değil ama
ben öyle verdim. Sonuçta Anayasa'ya aykırı çıktıysa, bunu bir itham konusu
yapmamanın yolu bir ön denetimden geçirmektir. Böyle bir müesseseniz yok. Kaldı
ki böyle bir ön denetim olacaksa, bu, Yargıtay Başsavcılığının yapacağı bir ön
denetim değil. Bazı sistemlerde anayasa mahkemelerinin böyle bir önceden
değerlendirme yapma imkânının var olduğunu biliyorum. Ama burada, neredeyse,
İddia Makamı, kendisinden bir onay alınmasını gerekli gören, zaruri gören bir
anlayış içerisinde iddianame hazırlıyor.
Hâlbuki şunu biliyoruz: Bütün parlamento hukukunda,
parlamento içerisindeki yapılan çalışmalardan, oy ve düşüncelerinden ve
bunların açıklamalarından mutlak manada sorumsuz tutulması gerekiyor görevi
hakkıyla yapabilmesi için. Dolayısıyla bu, kişinin kendisine tanınmış bir
ayrıcalık değil, arz etmeye çalıştım, bu, doğrudan doğruya görev sebebiyledir,
o görevi kim yapıyorsa, bugün ben yapıyorsam benim içindir, bir başkası
yapıyorsa onun için de geçerli olan bir husustur.
Şimdi, bizim hukukumuzda diyoruz ki siyasi partiler
demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsuru. Şimdi, Anayasa'ya göre, öne çıkan
partilerdir. Doğrusunu isterseniz, partiler olmadan da zaten Meclis içerisinde
bugünkü hem Anayasa hem İç Tüzük bakımından münferit olarak yapabileceğiniz şey
fevkalade sınırlı. Zar zor gündem dışı bir söz alabilirseniz alırsınız, bir de
kanun maddeleri üzerinde, o da Meclis Başkanının büyük ölçüde inisiyatifine
bağlı, diğer grupların o madde üzerinde eğer kendileri önceden söz aldıysa onu
da dile getirme imkânınız yok. Dolayısıyla bağımsız bir milletvekilinin
yapabileceği çok fazla bir şey yok. Onun için bizim siyaset hukukumuzda esas
olan siyasi partilerdir. Onun için de demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez
unsuru olarak partiler öne çıkmıştır.
Şimdi, bundan dolayı, bu yapacağımız değerlendirmeyi bu
ilkeler doğrultusunda analiz etmek gerekiyor. Şimdi, bir sorumsuzluk ki,
milletvekiline kolaylık getiriyor, kendi görevini ifası noktasında bir imkân
sağlıyor da partisini sıkıntıya sokuyorsa, o sorumsuzluğun aslında
milletvekiline de çok fazla bir faydası yok. Çünkü ben Mecliste bir konuşma
yaptığım takdirde, benimle ilgili hiçbir cezai sorumluluk söz konusu değil. Ama
benim o konuşmam iddianame kapsamında bir konuya temas ediyorsa, bu, partimi
sıkıntıya sokuyor, neticede parti bundan dolayı kapatılma tehlikesiyle karşı
karşıya kalıyor.
Millet iradesi büyük ölçüde partiler aracılığıyla Türkiye
Büyük Millet Meclisine ve siyasete yansıdığına göre, o zaman, bu sorumsuzluğu,
kürsü sorumsuzluğunu siyasi partilerin varlık sebepleriyle birlikte bir
değerlendirme yapmamız gerekiyor. Eğer mutlak sorumsuzluk kapsamında bulunan bu
konuşmalarımdan ve yaptığım çalışmalardan dolayı mensubu olduğum parti
kapatılma durumuyla karşı karşıya olacaksa, millet iradesi yirmi dört saat üç
yüz altmış beş gün İddia Makamının nezaretinde olacak. Yani biz, siyasi
partiler ve milletvekilleri âdeta denetimli serbestlik altındaki eski bir
hükümlü durumunda olacağız. Meclisteki konuşmalar da buraya getirebildiğine
göre, biz, partimiz, bütün diğer siyasetçiler ve siyasi partiler bu manada bir
tehdit altında.
Diğer taraftan, kendisi için sorumluluk doğurmayan
konuşmalar partisi için sorumluluk doğuruyorsa kendisi de bundan dolaylı olarak
etkileniyor. Mesela, ben Mecliste bir konuşma yapsam, bu, yasama sorumsuzluğu
kapsamına girse, her türlü cezai müeyyideden kurtuluyorum. Ancak cezai
müeyyidelerden kurtulmuş olmam bir başka şeyden beni kurtarmıyor. Eğer bu bir
kapatma sebebiyle irtibatlı olacaksa ve siyasi yasak gelecekse, sonunda beş yıl
siyasetten ayrı kalıyorum.
Karşımıza bir başka sıkıntı daha çıkıyor eğer meseleye
İddia Makamının baktığı açıdan bakarsak: Eğer yasama sorumsuzluğunu görevle
ilgili bir teminat olarak anlamaz da kişiye özgü bir sorumsuzluk anladığımız
takdirde, bağımsız milletvekilli ile partili milletvekili arasında bir fark,
bir eşitsizlik meydana geliyor. Bağımsız milletvekilinin partisi yok, o
istediği gibi konuşabilir. Hatta içinden geçtiğimiz süreçte, Mecliste konuşulan
konuşmaları Türkiye'nin belli bir bölgesinde yapanla ilgili tahkikat açıyoruz,
ama aynı konuşmanın daha ilerisi Mecliste yapıldığı için herhangi bir şey
yapamıyoruz. Bunu bağımsız yaparsa, ceza hukuku anlamında da sorumluluğu yok,
siyasi partiler hukuku bakımından da herhangi bir sorumluluğu yok. Ama ben bir
partiye mensup milletvekili olarak bir konuşma yaptığım takdirde, bir partili
milletvekilinin karşılaştığı riskle bağımsız milletvekili karşılaşmıyor. Onun
için, bu da partileri zayıflatan önemli bir unsur oluyor. Şimdi bu türlü
durumlarda bir partiye mensup milletvekiliyseniz, o zaman, laf dokuz boğum,
yapacağınız iş şudur: Ya hiç konuşmayacaksınız ya da öyle bir konuşma
yapacaksınız ki suya sabuna dokunmayacak, ne sizin başınız derde girecek ne de
partinizin başı derde girecek. O takdirde, Türkiye Büyük Millet Meclisinin bir
siyasi platform olması, herkesin düşüncelerini, ülke sorunlarını en açık
biçimiyle orada enine boyuna tartışma imkânı o parti kapatma müeyyideleri
sebebiyle büyük ölçüde sekteye uğramış oluyor.Kaldı ki bir başka şeyle
övünüyoruz: Dünyadaki tek gazi Meclis bizim meclisimizdir. Cumhuriyetin
kuruluşundan evvel İstiklal Harbi'nin idaresi dâhil, ondan sonraki en önemli
kararları bu Meclis almış, enine boyuna her şeyi tartışmış. Ben şimdi her şeyi
enine boyuna tartışacağım deyip, karşılığında parti kapatma riski varsa, o
zaman, siz bir kısım şeyleri hiç konuşmayacaksınız ya da Türkiye olmazsa olmazların
çok olduğu bir ülke, o zaman karşınıza şöyle bir muvazaa çıkabilir: Diyelim ki
bir ideolojik parti düşünün, bazı şeyleri Türkiye'nin gündemine getirmesi
gerekiyor. Şimdi üçüncü kanal da var, bütün Türkiye dinliyor. Üçüncü kanaldan,
o düşündüğü fikri bütün Türkiye'ye yaymak istiyor, bunun propagandası yapmak
istiyor. Diyelim ki 5 kişiyi tefrik etti içerisinde milletvekillerinden, siz
dedi bağımsız olun, bizim partiye bağlı olarak söyleyeceğimizi siz bağımsız
olarak söyleyin. Şimdi, bakınız, partiye bağlı olarak söylerse, o takdirde
kapatılma tehlikesiyle' Diyelim ki devletin birliği, bütünlüğü, üniter yapısı,
68'inci maddedeki hususlar, onunla ilgili Meclis içerisinden konuşacak. Partiye
bağlı olursa bu tip bir davayla karşı karşıya kalacak, bağımsız söylediği
takdirde hiçbir şey yok. Şimdi Türkiye'yi bir demokraside muvazaalar ülkesi
hâline getiriyor bu anlayış. O nedenle, Meclis çatısı altında yapılan her türlü
konuşmanın yasama sorumsuzluğu kapsamında olduğunu düşünüyoruz. Bunun parti
kapatmada delil olarak gündeme getirilmesini hem yasama faaliyetini sınırlayan
hem siyasetin alanını daraltan hem de ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü
açısından en büyük tehlike teşkil ettiğini düşünüyoruz.
Üzerinde duracağım bir başka husus: Cumhurbaşkanı Sayın
Abdullah Gül'ün eylem ve beyanlarının delil olarak kullanılmış olmasıdır.
Anayasa'mızın bir bütün olarak anlamı, sistemin üzerinde oturduğu ilkeler ve
sorumsuzluk kuralı birlikte değerlendirildiğinde, görevde bulunan bir
Cumhurbaşkanı için yaptırım istenmesini hukuki bir temele bağlamanın imkânı
yoktur.
Cumhurbaşkanı devletin başıdır, bu sıfatla Türkiye
Cumhuriyetini ve Türk milletinin birliğini temsil eder, Anayasa'nın
uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.
Cumhurbaşkanı tarafsızdır. Cumhurbaşkanının siyasi sorumluluğu yoktur. İster
tek başına veya resen yaptığı işlemlerden Cumhurbaşkanı olarak sorumlu olmadığı
gibi, bunlara karşı yargı mercilerine de başvurulamaz. Ayrıca vatana ihanet
suçu dışında da yargılanmaları söz konusu olamaz.
Şimdi, yeni bir durumla karşı karşıyayız. Aslında,
iddianamede delil olarak ne var mademki Cumhurbaşkanını da biz bu işin
içerisine çektik' İddianamede delil olarak baktığımız şey, bir genelge, kendi
ifadesiyle İddia Makamının genelge. Aslında böyle bir genelge yok. Bir kısım
dış misyonlarımızdaki büyükelçilerimizin sorduğu bazı sorular üzerine
inisiyatifi kendisine bırakan bir yazı var. Ülkenin menfaatlerini düşünmek
suretiyle' Dışarıda bir kısım gruplar var Türkiye'nin maalesef. Özellikle 1960'lı
yılların başından itibaren yurt dışına çok sayıda vatandaşımız çalışmak üzere
gitmiş. Birinci nesil, ikinci nesil, üçüncü nesil, şimdi Avrupa Türklüğü diye
bir topluluk meydana geldi. Hatta son seçim mevzuatındaki değişiklik sebebiyle
bir tespit yaptık, şu an yüz elli beş ülkede 3 milyon 784 bin vatandaşımız şu
veya bu sıfatla, şu veya bu sebeple buralarda bulunuyor. Ama kabul etmek lazım
ki elli parçaya da bölünmüş vaziyette. Burada bir sorumlu aramıyoruz, neticeden
giderek söylüyoruz. Şu sebeple, bu sebeple, bu ayrı bir konudur, Türkiye'de de
uzun süre tartışılmıştır ve Türkiye'nin büyük ölçüde yarasıdır. Kendi
vatandaşlarımızla sadece döviz getirsin diye uğraşmışız, onun dışındaki
işleriyle çok fazla uğraştığımız söylenemez. Onun için, dışarıda bir sürü
gruplar oluşmuş vaziyette. Yabancı istihbarat servislerinin de bunları nasıl
kullandığını biliyoruz. Tutanaklara geçmeyeceğini bilseydim' Yaşadığımız ve
devlet bilgisi olarak birçok bilgiye de sahibiz.
Şimdi, bizim, bu insanlarla irtibatımız' Bunlar bizim
vatandaşlarımız, zihniyeti şu, anlayışı bu, vesairesi bu, suçlu suçsuz, doğru
yanlış, kabul ederiz etmeyiz ama Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşlarıdır bunlar.
Dolayısıyla bunlarla irtibat kurmak, bu irtibatları kurarken de devletin
menfaatini gözeterek' Buradaki temel kriter devletin menfaatidir, milletin
menfaatidir. Bunlarla irtibat kurmak gerektiğinde, bunu tayin edecek dış
misyonlardaki insanlardır. İşi oraya bırakan bir yazı. Sonra bu, tartışma
konusu oldu. Tartışma konusu olunca da o zaman Dışişleri Bakanı sıfatıyla bu
gündemden kaldırıldı. Kaldı ki bunun bir cemaatle ilintisi de o günlerde çok
yazıldı, söylendi, şimdi biraz sonra belki temas ederiz. İddia Makamı, bir
meslek kuruluşuyla ilgili hakkında iddia vardır diyor, Şanlıurfa'da açılan bir
davayı buna delil olarak gösteriyor ama açıldı mı açılmadı mı, o belli değil, o
da yok, sadece bir cümle olarak geçiyor. Hâlbuki Cumhurbaşkanına atfedilen
konuyla ilgili Yargıtay oturdu karar verdi, derecattan geçti. Dolayısıyla bu
iddiaların bir anlamı da kalmadı. Eğer siz, Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararını
da İddia Makamı hesaba katmıyorsa, yani öyle karar vermiş olsa da ben öyle
değilim deniliyorsa, o zaman, kim kimi neye göre değerlendirecek'
Onun için, Cumhurbaşkanının hem siyasi sorumluluğu yok
hem vatana ihanet suçu dışında hiçbir şekilde yargılanması söz konusu olmaz.
Bu, parlamenter sistemin özüne aykırıdır ve dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı makamı
açısından da oturup dokuz defa düşünülmesi gereken bir konudur. Dayanılan
hususlardan bir tanesi bu.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanının ve başkan
vekillerinin beyanları delil olarak sunulmuş. Anayasa'nın 94'üncü maddesinde ve
Siyasi Partiler Yasası'nın 24'üncü maddesinin ikinci fıkrasında 'Türkiye Büyük
Millet Meclisi Başkanı ve başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin
ve parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine görevlerinin
gereği olan haller dışında Meclis tartışmalarına katılamazlar. Başkanı ve
oturumu yöneten başkan vekili oy kullanamaz.' Dolayısıyla bizim parlamenter
sistemimizdeki Meclis Başkanlığına veya Başkan Vekilliğine seçildiyse,
partisiyle irtibatı kesilir. Dolayısıyla yaptığı her işlem kendisiyle
alakalıdır, partiyi bağlamaz. Ama buna rağmen Sayın İddia Makamı, geçtiğimiz
dönem içerisinde bazı bu sıfatı taşıyan Meclis Başkanı veya Başkan Vekili olan
üyelerin bir kısım beyanları delil olarak kullanmış. Kaldı ki bunların hepsi
aslında ifade özgürlüğü kapsamında olan şeyler. O göz ardı edilerek iddianameye
derç ediliyor. Onunla ilgili zaten eski açıklamalarımızda teferruatlı bir
değerlendirme yaptık, kısaltmak adına konuşmaları geçiyorum.
Yürütme organının eylem ve söylemleri delil olarak
kullanılmış. Maalesef bu da parlamenter sistem açısından, kuvvetler ayrılığı
açısından fevkalade sakıncalıdır. Çünkü Anayasa'ya göre, idare, kuruluş ve
görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir. Kamu hizmetlerinin
gerektirdiği asli ve sürekli görevler memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle
görülür. Memurlar ve diğer kamu görevlileri, Anayasa ve kanunlara sadık kalarak
faaliyette bulunmakla yükümlüdür. Kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve
suretle çalışmakta olan kimselerin, üstünden aldığı emri yönetmelik, tüzük,
kanun ve Anayasa hükümlerine aykırı görmesi hâlinde yerine getirmez. Kanunsuz
emir verildiği takdirde ne yapılacağı bellidir. Dolayısıyla bütün bunlar belli.
İdarenin her yaptığı işlem yargı denetimine de tabi olduğuna göre, eğer bir
tasarruf yasaya aykırıysa, bir işlem yasaya aykırıysa, bu zaten ister idare
mahkemesi ister Danıştay tarafından değerlendiriliyor, gereği yapılıyor. Kaldı
ki zaten bizim Anayasa'mıza göre, üç, Cumhurbaşkanlığı tasarrufları, Hâkimler
Savcılar Kurulu ve YAŞ kararları yargı denetimine tabi değil. Ama şimdi
Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun kararı da -bir örnek karar var, onu
biliyoruz- o bile yargı denetimine açıldı bir şekilde. Dolayısıyla ortada zaten
kanunsuz, haksız, hukuksuz bir durum varsa, bir şekilde yargının önüne
gittiğine göre, bunun laikliğe aykırı eylemlerin odağı hâline nasıl geliyor,
ben bunu anlamıyorum. Çünkü her hâlükârda bir yargı denetimi söz konusu.
Yargıya gitmeyen hemen hemen işlem de yok. Bu, bir tayin tasarrufudur veya
başka türlü bir tasarruf. O nedenle, memurların yaptığı her işten dolayı da
eğer bir parti suçlanabilecekse, o zaman oturup bu mevzuatı yeni baştan gözden geçirmek,
sorumluluk hukukunu yeni baştan bir değerlendirmeye tabi tutmakta fayda var.
Bununla ilgili iddianamede bazı iddialar var. Bunların biz hepsine ayrı ayrı
cevap verdik. Dolayısıyla bunları teferruata girmeden ifade etmeye çalışıyorum.
Aynı şey yerel yönetimler için de geçerli. Onların da
yapmış olduğu ne varsa, demin bazılarını ifade etmeye çalıştım, bunların hepsi
eğer yanlış yapıldıysa, kamuoyunda şu veya bu şekilde gündeme geldiyse, bunlar
bir şekilde yargıya intikal etmiş, yargı da gereğini yapmıştır.
Kişisel görüşler kapatma delili olarak kullanılmıştır
diyoruz. Şimdi, aslında, bizim sorumluluk hukukumuz açısından parti adına
yapılan veya partinin belli şartlarla üyelerinin bir kısım faaliyetlerini
benimsiyorsa, o zaman, partinin sorumluluğu doğuyor. Eğer yok kendi şahsi
değerlendirmelerini yaptıysa, bununla ilgili sorumlu olmaması gerekir. Bununla
ilgili bazı partili arkadaşlarımızın isimleri iddianamede geçmekte ve bunlar
için yasak talep edilmektedir. Mesela, bunlardan bir tanesi Devlet Bakanı
Mehmet Aydın'ın, 2004 yılı nisan ayında Almanya'da Frankfurter Allgemeine
gazetesine verdiği demeçte, Almanya'daki bir sorunla ilgili, Türkiye'yle ilgili
değil, orada o günlerde bir tartışma var, bizim vatandaşlarımızın eğitim
kurumlarıyla olan bir sıkıntıları var. 'Eğer bir kadın kapanması gerektiğini
düşünüyorsa, bu konuda bir demokrat olarak sadece şunu söyleyebilirim: Buna
hakkı var.' söylediği tek cümle ve önümüze şimdi beş yıllık parti siyaset
yasağı getiriliyor.
İstanbul Milletvekili Egemen Bağış'ın, İnsan Hakları
Mahkemesinin Leyla Şahin kararıyla ilgili bir değerlendirmesi var. 'Başörtüsü
kullananların kullanma hakkına saygı duyuyorum. Aynı şekilde ben başörtüsünü
savunduğum kadar mini eteği de savunuyorum. Çünkü ikisi de ifade özgürlüğünün
gereğidir. İnsanlar ülkede istedikleri gibi yaşabilmelidir diye düşünüyorum.'
diyor ve 2008 Ocak ayında da Berlin'de bir gazetecinin türban konusundaki
sorusu üzerine 'Bu benim düşüncem. Partimin düşüncesini soruyorsanız, henüz bu
konuda karar vermedik.' diyor ve ama buna rağmen bu şahsi görüşler de delil
olarak kullanılmış.
Şimdi, başlangıçta delilleri değerlendirirken çok açık
bir şeyi ifade ettim: İddia Makamı objektif olarak bu davada hareket etmiş
olsaydı' Diyelim ki bunların tamamı doğru bir faraziye olarak. Şimdi bu parti
2002'den bu tarafa iktidarda. Birçok konuşma yapmış. Şu iddia edilen hususlarla
ilgili acaba hiçbir üyesi lehte hiçbir konuşma yapmamış mı' Yaptığımız hiç
lehte bir faaliyet yok mu, hiçbir eylem yok mu, hiçbir açıklama yok mu' Bunlarla
ilgili dosyaya en ufak bir şey koymamış. Böylece, maddi gerçeği araştırmak ve
işin hakikatini ortaya çıkarmak için mahkemeye bu manada yardımcı olmadığını
düşünüyoruz. Hâlbuki hepimizin görevi bir manada gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır
ve bunun da yapılırken hukuka uygun, doğruluğu hukuken sabit olmuş delillere
dayanmış olması gerekirdi. Hâlbuki İddia Makamı aleyhte olduğunu düşündüğü
hususları öne çıkardığı deliller var, lehe olan hususları görmezlikten gelmiş
ve dikkate almamıştır ve bu konuda da hemen hemen hiçbir delil toplamamıştır.
Mesela, İddia Makamı, iddianameye aldığı bazı beyanları açıklamanın lehe
olduğunu düşündüğü kısımlarını çıkartarak yapmıştır. Mesela, AK PARTİ Genel
Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkındaki 2 numaralı iddia,
iddianamenin 27'nci sayfasında 'Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya'nın 2003 adli
yılı açılış konuşmasında 'Sınırsız din ve vicdan özgürlüğü isteyenler ile
İslami devlet kurmak isteyenlerin amaçları aynı.' şeklindeki sözlerine Başbakan
aynı beyan içerisinde 'Açıkça din ve vicdan özgürlüğünü savunmak hiçbir zaman
din devleti kurmak değildir, bunu böyle değerlendirmek çok yanlıştır.' dediği
hâlde, birincisi var, ikinci kısmı yok. Hâlbuki burada İddia Makamının yaptığı
şey, söylenen sözü yer, zaman, neden ve muhatap bağlamından koparıp, söyleyenin
kastına rağmen anlamlandırmış ve bu suretle Başbakanı 'Siyasal İslam'a sınırsız
bir özgürlük alanı yaratmak ve devleti bir inancın hüküm ve kuralları
çerçevesinde yeniden biçimlendirmek ve dönüştürmek.' tarzında tavzih etmiştir.
Şuna inanıyoruz ki hukuk devletinde, iddianameler,
vehimler, tahminler ve yorumlar üzerine değil, anayasa ve yasalara uygun somut
gerçeklikler üzerine bina edilir. Aynı şey Sayın Bekir Bozdağ'ın 'burada
bulunuyor- 'Bu konuyla ilgili Meclisteki bir çalışma sebebiyle basında çıkan
bir kısım hususlar var. Kamu kurumları ve ortaöğretime yönelik bir çalışmamız,
böyle bir niyetimiz yok. 'Bu 10-42 tartışmaları sırasında- Anayasa'ya açık açık
yazdık. Buna rağmen hâlâ bu noktada sorgulama yapanlar var. Görüntülerin
çoğunun yalan çıktığı -o günlerde bazı görüntüler var- başka haberlerden de
anlaşılıyor. Bu konuda süreci tıkamak isteyenlerin iyi niyetten uzak
gayretlerinin ürünü olduğu diye düşünüyorum.' dediği; gazetecilerin basında yer
alan fotoğrafları görüp görmediğini sorması üzerine, Bekir Bozdağ 'Gördüm, daha
önce de gördüm, hepsi yalan çıktı. Biz bu konudaki düşüncelerimizi gayet açık
söyledik. Dedik ki: Sadece yükseköğrenime dönük düzenleme yapıyoruz. Hatta
eleştiriler olunca hazırladığımız metne yükseköğrenim kelimesini de ekledik.
Bizim kamu kurumlarına veya ortaöğretime dönük bir çalışmamız yoktur, böyle bir
niyetimiz de yoktur. Biz bunu defalarca açıkladık, böyle bir niyetimiz yok,
böyle bir çalışmamız yok, böyle bir uygulamamız yok.' şeklinde konuştu. Buna
rağmen hâlâ sorgulama yapanların iyi niyetle hareket etmediklerini basın
mensuplarına söylüyor. 'Görüntülerin çoğunun yalan çıktığı daha sonraki başka
haberlerden de anlaşılıyor. Bunlarla ilgili görüntüsü olanlar ilgili makamlara
ihbarda bulunur, onlar da gereğini yapar. Bu konuda süreci tıkamak isteyenlerin
iyi niyetten uzak gayretlerinin ürünüdür diye düşünüyorum.' diyor. Bakın burada
ilgili makamlara atıf yapıyor, bunlar gereğini yapıyor vesaire. Bunlarla ilgili
birçok konu bu konuşmanın içerisinde iddianameye eklenen kısımlarda yok.
Böylece, maksat dışında bir anlam yüklenmek suretiyle bugün iddianameye bir
delil olarak sunuluyor. Eğer arzu edilirse, kendisi de buradadır, bu bölümle
ilgili daha detaylı bir cevaplama yapar.
Şimdi, AK PARTİ ve laiklikle irtibatı kurulamayan ilgisiz
iddia ve eklerle iddianame ve ekleri kabartılmıştır. Belki bu dava bakımından
en fazla üzerinde durulması gereken konu budur. Gerçekten biz büyük bir
heyetle, kalabalık bir heyetle çalışmış olmamıza rağmen, bazı evrakların, bazı
dosyaların neden bu davanın ekinde verildiğini şahsen bulamadık. Herhâlde bir
imaj yaratılmak istendi, bu kadar evrak olduğuna göre, olsa olsa işte odak
ancak bu kadar evrakla olabilir filan gibi bir imaj yaratmak kaygısıyla,
alakası olsun olmasın birçok şey getirilmiş dosyanın ekine konulmuş. Bunlarla
ilgili dosya numaralarını da vermek suretiyle gerçekten mahkemeye yardımcı
olmaya çalıştık. Çünkü bu, zaman kaybı olacaktır. Bunların ayıklanması
gerçekten uzun bir zamanı gerektiriyor. Yani, tabiri caizse, iddia makamı
karanlıkta karınca arattırıyor bize.
Şimdi bazı ekleri var, mesela koymuş, biz bunun
irtibatını kuramadık, şimdi gündemdeki bir dava sebebiyle tutuklu bulunan
birisinin yazdığı 'Patlak Ampul' diye bir kitap var Ergün Poyraz'a ait, 15/10/2002'de
basılmış, 264 sayfadan ibaret. Şimdi bu kitap bu dosyada niye bulunuyor' Eğer
bu dosyadaki bir kısım bilgiler bir şeyi ispat için ise ona atıfta bulunması
lazımdır, aksi hâlde şimdi 264 sayfa kitap okunacak. Peki, sonuçta kiminle
ilgili, parti başkanıyla mı ilgili, iddianamede ismi geçen 71 kişiden neyle
alakası var' Dolayısıyla kitap konulmuş, bağlantısı yok.
Bir kısım CD'ler konulmuş. Ya çözümü yok, deşifresi yok,
getirilmiş konulmuş. Şimdi siz bunu koyuyorsanız, deşifresini yapacaksınız, biz
de bileceğiz ki bu bunun içindir, bu maksatladır. Bunun bağlantısını kurmak
mümkün değil.
Mesela, bir yerde, 47 numaralı iddia, 22 Temmuz
seçimlerden önce yapılmış bir konuşma Ocak 2008'de yapılmış bir konuşma olarak
sunulmuş.
Yine, AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan hakkında 47 numaralı iddianın ekleri arasında CD'si var, deşifresi yok.
Bülent Arınç hakkındaki 13 numaralı iddianın ekleri
arasında İran İslam Cumhuriyeti Anayasası yer alıyor. Şimdi, anayasayı getirip
koymuş. Şimdi, bu anayasanın bu davada delil olarak kullanmasının biz sebebini
anlayamadık. Eğer birilerinin konuşmalarıyla bir irtibat kuruluyorsa, onu
irtibatlandırmak lazım. Aksi halde, bu İran Anayasası'yla 71 kişi birden
suçlanıyor demektir, parti suçlanıyor. Hâlbuki böyle bir şey yok. Eğer bunu
koyduysanız, bunu neden koyduğunuzu sizin izah etmiş olmanız lazım. Dediğim
gibi, bunların hepsi bir manada imaj oluşturmak, işte bütün bunca delilden
sonra bu parti bu noktadır demeye getiriyor.
Mesela, Ankara Üniversitesi Rektörlüğü Senatosunun Kur'an
kurslarıyla ilgili aldığı bir karar var ve bunu milletvekillerine gönderdi,
bütün milletvekillerine gönderdi. Bunun AK PARTİ'yle bir ilgisi yok, herkese
gitti, şu partiden, bu partiden, bağımsız veya partili, herkese gitti. Bunu getirip
koymuş.
Bazı yüksek mahkeme başkanlarının kuruluş yıldönümlerinde
yaptıkları konuşmalar var. Bunlar, biz biliyoruz ki, doğrudan doğruya bir
partiyi ve bir şahsı hedef alan konuşmalar değildir, esasen bu türlü konuşmaların
tabiatına aykırıdır. Onlar genel bir hukuki değerlendirme yaparlar. Şimdi o
konuşmaları getiriyor, AK PARTİ'yle irtibatlandırmaya, onun güya bu sözlerin,
söylenen sözlerin muhatabı olduğunu göstermeye çalışıyor. Bu manada bir kısım
iddiaları getirmiş koymuş.
Ayrıca, yorumla tahrif edilen eylem ve beyanlar delil
olarak kullanılmıştır. Şimdi, aslında bu kadar önemli bir dava ki, başta hep
ifade etmeye çalıştık, bir tüzel kişiliğin idamıyla sonuçlanacak bir davada
yorum yoluyla hüküm tesis edilemez. Bu, hem Ceza Kanunu'nun 1'inci maddesine
aykırıdır hem hukukun temel ilkelerine aykırıdır. Somut delil lazım, delillerin
gerçekliği lazım ve bunun hukuka uygun yollardan elde edilmiş olmasına rağmen,
yorum yoluyla bir kısım sözleri belli bir noktaya getiriyor bağlıyor.
Şimdi, bununla ilgili çok uzun bir liste var, ama ben
sadece bir fikir olması bakımından söylemek istiyorum: Mesela: 'Modern bir
İslam devleti olarak Türkiye medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir.' Başta
söyledi ki 'modern bir İslam devleti' diye bir tabir yok. Gazeteyi koyduk,
'halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülke Türkiye', devlet ise 'laik
devlet', ama 'İslam devleti' lafı yok. O yanlıştan başka bir netice çıkarmış.
Mesela, Başbakan 'Bir kısım talepler karşısında acelemiz yok, sabırla bu işleri
değerlendirmemiz lazım.' 'Acelemiz yok'u hep bir yere bağlamaya çalışıyor.
'Türkiye'de din bir çimentodur.' demiş, orada bir anlam çıkarmaya çalışıyor.
'Kamusal alanın henüz tanımı yok.' demiş, buradan bir anlam çıkarmaya
çalışıyor. 'Halk nezdinde bir mutabakatı kastetmiyorum, orada zaten mutabakat
var, Parlamento için mutabakat gerekir, Parlamento halkın iradesini
yansıtmıyor, sıkıntı burada.' Eski tarih itibarıyla bu dönem büyük ölçüde yüzde
85'e varan bir çoğunluk Parlamentoda temsil ediliyor. Buradan bir anlam
çıkarıyor veya tam tersi bir söylendiğinde de, bu defa, onu öbür taraftan
buraya bağlamaya çalışıyor.
Mesela 'Bu işleri niye çözmüyorsunuz''diyor. Vatandaşla
bizim en çok karşılaştığımız şey şu: Karşılaştığı her türlü problemin kanunla
çözülmesi gibi bizim bir alışkanlığımız var. Maalesef zaman zaman hepimiz
duyuyoruz ki: 'Ben olsam bir kanun çıkarırım, bu işi çözerim.' Vatandaş
karşılaştığı bir sorunun çözümü için 'Niye çıkarmıyorsunuz, niye bu işleri
böyle yapmıyorsunuz'' denildiğinde, bu halkı bilgilendirmek, halkı teskin
etmek, halkın tansiyonunu düşürmek, elli sebepten dolayı bu türlü cümleler
kullanılabilir. 'Çok acelecisiniz, biz sorumluluk sahibiyiz. Bu işi kangren
hâline getirenlerin şimdi dışarıdan konuştuklarını görüyoruz, siz de onların
oyununa geliyorsunuz, sabırlı olun.' deniliyor. Tam tersi işte, biz bunları
söylediğimizde de suçlanıyoruz, öbür türlüsünü yaptığınızda da bunda
suçlanıyorsunuz. Bakın, şimdi, yukarıdakilerle bu tezat teşkil eden bir
ifadedir. Yani bir toplantıda bir kısım insanlar -ki bunların önemli bir kısmı
akademisyen. Ben bu toplantıyı hatırlıyorum- Sayın Başbakana 'Bunu niye
yapmıyorsunuz'' tarzında sert eleştiriler getiriyor. Başbakanın da söylediği
'Siz de onların oyununa geliyorsunuz, sabırlı olun, çok acelecisiniz, biz
sorumluluk sahibiyiz.' Dediğinden, buradan başka bir plan çıkarmaya çalışıyor,
nitekim ileride var.
'Bir takvimimiz yok. Biraz atmosfer ve zemin olayı' gibi
lafları kullanıyor.
Mesela: 'Gönlümün derinliklerinde yatan hıçkırıklar var.
Bunu da açıkça söylemek zorundayım. Fakat şunu bilmenizi istiyorum, her şey
zamana gebe. Zira millet iradesi birçok şeyi halledecektir. Ama sabırlı olmaya
mecburuz.' Buradan, buralardan, 'AK PARTİ'nin bir planı var. Şimdi bu işleri
sabırla geçiştirmeye çalışıyor, vakti zamanı geldiğinde bu işleri yapacak.'
gibi bir değerlendirmeye işi götürüyor. Mesela, dışarıda' Çünkü bunların, bu
söylediklerimin hepsi, aslında, Başbakana, Hükûmete veya partiye yöneltilen
eleştiriler karşılığında partinin bir kendisini savunma refleksi zımnında
söylediği ifadeler.
Şimdi, mesela şu çok enteresan: 'Ölümün nerede ne zaman
geleceği belli mi' Musalla taşına yatırıldığınız zaman 'Falanca
cumhurbaşkanıydı, falanca başbakandı' veya 'Cumhurbaşkanı niyetine ya da
başbakan niyetine' demeyecekler, 'er kişi niyetine' diyecekler. Bu makamlar, bu
mevkiler gelip geçici. Bunlar bizleri şımartmasın. Ben tüm Adalet ve Kalkınma
Partililere şunları söylüyorum: Mütevazı olun'
Mesela: 'Şunu unutmayın, sağlıklı bir doğum dokuz ay on
gün olur. Bazılarının tahriklerine sakın aldanmayın. Biz dertliyiz. Biz,
nerede, neyin, nasıl dertleri olduğunu biliyoruz. Ama her şey bir yol haritası
içerisinde yürüyecektir.'
'İdam sehpasının yolunu gösteriyor. Biz bu yola çıkarken
daha önce de demokrasiye inanmış insanların söylediğini söylüyoruz. Biz o beyaz
çarşaflarla beraber yola çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız. Bu konuda
rahatız.' Şimdi, bunların önemli bir kısmı, ana muhalefet partisinin grup
konuşmalarından sonra, geçmişte maalesef üzücü akıbetlerle karşılaşmış bir
kısım siyasetçileri örnek göstermeleri karşısında, Başbakanın 'Tamam bunlar
olmasaydı Türkiye'nin tarihinde, ama bu yola çıkanlar bunu da göze alır.' demek
suretiyle vermiş olduğu muhalefet liderine bir cevap, buradan başka bir anlam, laiklik
karşıtlığıyla açık ve gizli bir değerlendirme yapmaya çalışıyor. Hâlbuki açık
bir ifadede gizli anlam aranması ve başka anlamlara çekilmesi, bunların
hiçbirisi doğru değil. Kaldı ki bir kişinin kendisine dönük eleştirilere cevap
vermesi veya başkalarını eleştirmesi veya ülke sorunlarını konuşması ne laiklik
ilkesine ve ne de Anayasa'ya aykırıdır. Tabiatıyla, her babayiğidin bir yoğurt
yiyişi var. Birisi konuyu böyle anlatır, bir başkası başka anlatır. Bu, bir
ifade tarzıdır. İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken her husus'
Onun için, birinci bölümde yapmaya çalıştım.
Konuşulan her konudan bir anlam çıkarmaya çalışırsak, o
zaman, Türkiye'de kapatılmadık parti de olmaz veya yasak kapsamına girmeyecek
milletvekili veya siyasetçi de olmaz. Çünkü burada büyük ölçüde niyet okumalara
dayalı bir durum görüyorum. Misal olarak ifade edeyim: Şimdi bugün itibarıyla
Türkiye'nin dış ve iç borcu 346 milyar YTL. Şimdi bu ay 24 milyar YTL borç
ödüyoruz, Ağustosta 19 milyar YTL. Bundan birkaç ay evvel faizler 15.75'ti,
şimdi 22,5 oldu. Dolayısıyla Türkiye hâlen borçlanarak, faiz dışı fazladan
ödeyebildiklerinin geri kalanını piyasadan borçlanarak ödüyor. Dolayısıyla
aradan geçen birkaç ay içerisinde, faizden dolayı 1 puan artmış olması hâlinde,
3,4 milyar YTL Türkiye'nin borcu artıyor, özel sektörüyle, kamu sektörüyle
birlikte. Şimdi ben şöyle bir şey söylesem, desem ki: 'Bu faiz Türkiye'nin
bütün kaynaklarını kurutuyor, Türkiye'yi mahvediyor, bütçenin içini boşaltıyor,
fakirin, fukaranın hakkı, hukuku faize gidiyor.' Şimdi bardağın boş tarafından
baktığımızda bu ifadeye yükleyeceğimiz anlam farklıdır, dolu tarafından
baktığımızda yükleyeceğimiz anlam farklıdır. Eğer bunu bir ekonomist olarak ve
iyi niyetle benim bu konuşmam değerlendiriliyorsa, Türk ekonomisinin, Türk
bütçesinin, Türk maliyesinin bir gerçeğini söylemiş oluyorum. Bunun size
göresi, bana göresi yok, çünkü vaka bu. Bugün ben de olsam, başkası da olsa,
'Evet, Türkiye'nin bugün itibarıyla 346 milyar YTL borcu var ve faizle
borçlandığı için de gerçekten önemli bir kısmı, bütçenin üçte 1'inden fazlası
neredeyse her sene faize gidiyor.' bu, işin dolu tarafı, ben bilimsel veya mali
bir tespit yapmış olurum. Şimdi boş tarafından bakarsam: 'Bu faiz bu memleketi
tüketiyor, bitiriyor.' denildiğinde, eğer belli bir kimlikle belli bir sıfatı
da taşıyorsanız, buradan pekâlâ 'Bu konuşan kişi faizsiz bir düzen istiyor,
faizsiz düzen de İslami düzendir.' al sana laiklik karşıtı bir söylem. Şimdi
böyle bir değerlendirme olabilir mi' Yani, böyle giderek Türkiye'de siyaset
yapılabilir mi' Şimdi ne konuşacağız, nasıl konuşacağız, nasıl anlaşılacak,
nasıl değerlendirilecek' Tek ayak üzerinde durarak bir siyaset yapmak gibi
sorunla biz karşı karşıyayız.
Onun için, delillerle ilgili ana başlıklarla bir
değerlendirme yaptık. Geri kalan kısımların davayla irtibatını biz şahsen
kuramadık. Olanlarla ilgili de zaten önceki cevaplarımızda ayrıntılı, Yüksek
Mahkemeye yardımcı olmak adına bunları koyduk. Ayrıca teker teker her
milletvekiliyle ilgili iddia konusunda da zaten eklerinde var. Şimdi o 71
kişiyle ilgili bir değerlendirme yapmaya kalksam, en az üç yüz sayfa daha bizim
konuşmamız gerekiyor. Bunlar sizin bilginize zaten sunuldu. Ama ister
şahıslarla ilgili olsun, ister partiyle ilgili olsun, bu söylediğimiz
illetlerle malul bir deliller 'manzumesi' var. Bununla gerçekten delil hukuku
bakımından Sayın İddia Makamı iddiasını ispat etmiş oluyor mu' Bunu sizler
değerlendireceksiniz.
Şimdi bu delillerle, aslı olmayan mahkeme kararlarıyla
veya tekziplerle, tavzihlerle, partiyle alakası olmayan kişilerle ilgili bu
deliller kategorisiyle bir siyasi partinin suçlanabileceği en ağır suçlamayla
iktidardaki bir parti karşı karşıyadır. Nedir o' Laiklik karşıtı eylemlerin
odağı olmak. Şimdi burada üzerinde durmamız gereken iki tane kavram var. Bir
tanesi 'laiklik', bir tanesi de 'odak' kavramıdır.
Şimdi, İddia Makamının on iki sayfa tutan açıklama ve
yorumlarında ortaya koyduğu laiklik tanımı ve yorumları baştan aşağıya
sorunludur. Biz bunları çok teferruatlı bir şekilde önceki takdimlerimizde,
yazılı takdimlerimizde izah etmeye çalıştık. Bunlar neden sorunludur, neden
kendi içinde çelişkileri vardır, neden sübjektiftir, neden hukuk standartlarına
uygun değildir ve en önemlisi, neden bu türlü bir laiklik anlayışının bizatihi
hepimizin koruması gerektiği laiklik prensibine bütünüyle zarar verici
unsurları içermektedir'
Şimdi, müsaade ederseniz, parti adına biz laiklikten ne
anlıyoruz, çok fazla sabrınızı zorlamadan birkaç hususu ifade etmek istiyorum.
Biz buyuz. Biz iddianamedeki parti değiliz. İddianamede tavsif edilen kişiler
değiliz. İddianamede itham edilen hususlar bize yafta olarak getirilip
yapıştırılamaz. Biz o değiliz, biz buyuz. Biz neyiz' Şimdi onu müsaade
ederseniz arz etmek istiyorum.
Şimdi, iddianamede kendi içinde tutarlık taşıyan,
bilimsel muhakemeye uygun, toplumsal gerçeklerle ve laik düşüncenin evrensel
birikimiyle uyumlu, herkes tarafından aynı şekilde anlaşılacak ve uyulacak
hukuki standartları taşıyan bir laiklik tanımı maalesef iddianamede yer
almıyor. İddianamede laiklik prensibi değil, laiklik adıyla katı bir ideoloji
-buna totaliter de diyebiliriz- bir felsefi kanaat ve en tehlikelisi, diğer
dinî inançlarla rekabet hâlinde olan bir inanç sistemi tanımlanmakta ve
sunulmaktadır, savunulmaktadır.
Laikliğin dinamik bir kavram olduğu ve devletin
demokratikleşme sürecinde laiklik anlayışının da demokratikleştiği gerçeği göz
ardı edilmiştir. Laikliğin dünyada en katı şekilde uygulandığı Fransa'da bile
bu dönüşüm yaşanmış, bu ülkede demokratikleşme sürecinde laikliğin ikinci temel
unsuru olan din ve vicdan özgürlüğü, diğer özgürlükler gibi gelişmiştir.
Laiklik zamanla radikal ve militan uygulamalardan arınarak din ve vicdan
özgürlüğüne daha fazla yer veren demokratik bir görünüm kazanmıştır. Laikliğin demokratikleşmesi,
onun toplumsallaşması sürecini de hızlandırmıştır.
Türkiye'de laikliğin din ve devlet işlerinin ayrılığı
anlamındaki tanımı elbette devam etmektedir, edecektir ve de etmelidir. Bu
ülkenin diğer boyutu olan din ve vicdan özgürlüğü, tek parti dönemine nazaran,
tıpkı ifade, toplantı, örgütlenme özgürlüğü ve başkaca özgürlükler gibi
gelişmiştir. Bu bağlamda, cumhuriyetin temel niteliklerinden biri olan laik
hukukun üstünlüğü, insan hakları ve demokrasi gibi diğer niteliklerle
eklemlenerek bugünkü hâlini almıştır. Nitekim, bu sosyolojik dönüşüm laikliğin
toplumsal açıdan algılanmasını ölçmeye yönelik bilimsel çalışmalarda da ortaya
çıkmaktadır. Profesör Ali Çarkoğlu ve Profesör Binnaz Toprak'ın Kasım 2006'da
yaptıkları sosyolojik araştırma bu bakımdan son derece önemli. 'Değişen
Türkiye'de Din, Toplum ve Siyaset' adlı bu bilimsel araştırmaya göre, toplumda
laikliği benimseyenlerin oranı ciddi olarak artmıştır. Daha sonra yapılan
bilimsel araştırmalarda da bu aynı şekilde gözükmektedir. Bence sonuçları
vardır.
Bu araştırmalar gösteriyor ki, eğer toplumun iktisadi
seviyesi yükseliyorsa, eğitim seviyesi yükseliyorsa, uygulanan sosyal
politikalara paralel olarak laikliği benimseyenlerin oranı da her geçen gün
artmaktadır. Parti olarak da bizim iktidara geldiğimiz günden beri yaptığımız
iş, varmak istediğimiz hedef de budur. Laikliği daha güçlendirmek,
toplumsallaştırmak, geliştirmek, çağdaş uygulamalara paralel kılmaktır.
Laiklik, herhangi bir dinin mahiyetinden hareketle tanımlanacak bir iki ilke
olmayıp, devletin tutumunu belirleyen bir prensiptir. Laiklik, bireylerin
tutumunun değil, sosyopolitik sistemin niteliğidir. esas itibarıyla devleti
sınırlayan, dolayısıyla da devletin nasıl hareket etmeyeceğini gösteren bir
ilkedir. Bu cümlenin altını özellikle çiziyorum. Dolayısıyla bize göre, devleti
sınırlayan, dolayısıyla da devletin nasıl hareket etmeyeceğini gösteren bir
ilke. Daha açık bir ifadeyle, laik devlet, belli bir dini veya seküler bir
görüşü yurttaşlarına empoze edemeyeceği gibi, din ve vicdan özgürlüğünün
kullanımını da güvence altına almak zorundadır. Laikliğe aykırı olan, toplumda
din konusunda farklı görüşlerin bulunması değil, devlet yetkisini kullananların
belli bir dinî görüşü, yasal ve idari kural veya uygulamalar şeklinde cebir
yoluyla yurttaşlarına dayatmalarıdır. Özetle, herhangi bir dinin hükümlerinin
devlet kuralı hâline getirilmemesi demektir.
Nihayet, bir dinin mensuplarının kendi dinlerini şu veya
bu şekilde anlamaları laiklik devletin sorunu değildir. Esasen bir dinin doğru
yorumunun ne olduğu siyaseten belirlenecek bir husus da değildir. Yurttaşların
kendi dinlerini yanlış da olsa doğru da olsa yorumlayıp onu içselleştirmesi
onun kendi bireysel takdir hakkıdır. Kanunların açıkça tanımladığı suç teşkil
eden fiilleri işlemedikçe bu husus devleti ilgilendirmez.
Demokrasinin laiklikle ilişkisi hakkında elbette farklı
görüşler var ama çağdaş demokrasilerdeki uygulamasına baktığımızda, burada
demokrasinin önemli bir kısmı laiklik sistemlerdir demokrasilerin, ancak
demokratik olmayan ülkelerin bir kısmı da laikliktir, laik olmayan demokratik
ülkeler de vardır. Bu tespitten hareketle, dünyadaki uygulamalara bakıp
diyebiliriz ki, laiklik, demokrasinin yeterli şartı değildir, ama gerekli
şartıdır, ancak laikliğin doğru anlaşılmış olması gerekir. Totaliter rejimlerde
uygulanan şekli ile demokratik laiklik anlayışı arasında büyük fark var.
Totaliter laiklik anlayışı içerisinde, dinin kötü, zararlı, gerici bir
toplumsal güç olarak kabulü vardır. Onun için de siyasal sistem laikliği dinden
özgürleşme olarak algılamıştır. Bu dinden özgürlük anlamındaki laiklik anlayışı
daha çok Fransız tipi laiklik anlayışına tekabül eder. Dinin özgürleşmesi
anlamındaki laiklik anlayışı da Amerika Birleşik Devletlerinde daha çok
uygulama alanı bulmuştur. Bu anlayışın arkasındaki temel düşünce, devletin
dinler karşısında tarafsız kalması gerektiği düşüncesidir. Laiklik bu anlamda
bir özgürlük ilkesidir. Bunun içindir ki laiklik, bireyleri onun temel hak ve
özgürlüklerini değil, devleti ve onun güç kullanımını sınırlayan bir ilkedir.
Laik devletin görevi, bütün inançlara saygı göstermek,
dinî veya seküler görüşler arasında ve bunları benimseyen kişiler arasında
hiçbir ayrım yapmamaktır. Bu tespitten yola çıkarak, laiklik, tarafsızlık
ilkesinin sonuçlarından birisidir. Netice itibarıyla, laiklik, bir toplumsal
barış ilkesidir. Bu çerçevede bize göre laikliğin iki ayağı var. Birincisi din
ve vicdan özgürlüğü, ikincisi hukuki düzenin doğrudan doğruya dine
dayanmamasıdır. Bununla beraber, siyasi meşruluğun dine dayanmamış olması,
dinin bireysel ve toplumsal boyutlarının laik devlet tarafından tanımlaması
anlamına gelmez. Diğer yandan, elbette laik bir düzende kişilerin de dinî
ihtiyaçlarının karşılanmasında devletten talepleri olabilir, bunları dile
getirebilir ve bunları siyasetçilerden isteyebilirler.
Demokratik ülkelerdeki uygulamalara baktığımızda,
evrensel standartta bir din-devlet ilişkisi de yok, yani her ülke kendisine
göre din-devlet ilişkileri geliştirmiştir. Onun için, herhangi bir ülkede o
ülkedeki laiklik ilişkilerini eleştirmek, farklı yorum ve önerilerde bulunmak
mümkündür. Bu, laiklik karşıtlığı anlamına gelmiyor. Ama kesin olan bir şey
var, o da din ve vicdan özgürlüğü, demokratik laiklik anlayışının vazgeçilmez
bir şartıdır. Böyle olduğu ve Batı'da böyle kabul edildiği için, laiklik
anlayışında ve uygulamalarında giderek statik bir yorum yerine, dinamik bir
yorum hâkim olmakta, kesin ayrılık yerine hayırhah, tarafsızlık, hatta dine
sempatik laiklik diyebileceğimiz bir anlayışa yönelinmektedir.
Modern devlet, vatandaşlarına hak ve özgürlükler
bakımından ve sosyal devlet prensipleri çerçevesinde eşit bireyler olarak
tutmakla mükelleftir ve bize göre devletin farklı dinî inançlara mensup
vatandaşlarına eşit mesafede durması eşitliği, durmaması eşitliği imkânsız hâle
getirir. O nedenledir ki biz, eşitlik ancak laik bir düzende mümkündür diye
düşünüyoruz.
Ayrıca, laiklik toplumsal barışı sağlamak için de
gereklidir. Farklı dinler ve inançlar barışı ve hoşgörüyü telkin etseler de
bambaşka nedenlerden çatışan taraflar bile meşruiyet kazanmak için inançlar
dünyasından gerekçeler bulmaktadır. Toplumu bir arada, barış içinde tutmak için
hoşgörüden önce sağlam hukuk kurallarına ihtiyaç var. Hoşgörü bu hukuk
kurallarını besleyerek barışa katkı da sağlıyor. O nedenle, laiklik bizim
açımızdan aynı zamanda bir barış ilkesidir.
Ancak burada en büyük tehlike, azınlık ile çoğunluk
arasında geçen kutuplaşmanın laiklik eksenine oturtulmasıdır. Bu durumda
laikliğin kolaylıkla bir siyasi görüşe veya ideolojiye dönüşme ihtimali
kuvvetlidir. Böylece laiklik var oluş amacından sapabilir, hâlbuki laik devlet
ilkesine sadece sayısal olarak az olan inanç mensupları değil, çoğunluk
inancına sahip olanların ihtiyacı da eşit orandadır. Çünkü çoğunluk inancının
farklı yorumları da birbiriyle rekabet hâlindedir. Devlet düzeni laiklikten
uzaklaştığı zaman, ilk tehlike, militan din yorumunun diğer din yorumlarını
bastırmaya çalışmasıdır.
Öbür taraftan, dinî ve felsefi inanç farklılıklarının bir
arada barış içinde yaşatmak için var olan laiklik bir inanca dönüşmemelidir.
Laiklik prensibinin hukuki değerini yok eden en büyük risk, laikliğin de diğer
inançlar karşısında, her ne gerekçeyle olursa olsun, bir inanç olarak
çıkartılmasıdır. Laikliği bir din, bir inanç ve felsefi kanaat veya diğer inanç
ve felsefi kanaatleri ortadan kaldırmaya çalışan düşmanca bir prensip olarak
anlamak ve yorumlamak laik hukuk düzenine ve toplumsal barışa yönelik en ciddi
tehlikedir.
Şimdi, laiklik konusundaki görüşmelerimizi ifade ettikten
sonra, AK PARTİ nasıl laikliğe aykırı eylemlerin odağı hâline gelmiş, o bölümde
birkaç şey söylemek istiyorum. Sayın Başsavcının odak konusundaki yaklaşımı
Anayasa'nın ruhuyla bağdaşmazlık içindedir. Çünkü bir siyasi partinin parti
yasaklarına aykırı fiillerden dolayı kapatılmasını zorlaştıran Siyasi Partiler
Kanunu'ndan önce Anayasa'nın bizatihi kendisidir. Anayasa'nın kapatılmayı odak
olma şartına bağlamış olması ve bunun kriterlerinin de 69'uncu madde içerisinde
yaşanan tecrübeler dikkate alınarak, son değişiklikle maddeye derç etmesi bunun
en belirgin kanıtıdır. Esasen odaklaşma zaten gerçekleşmesi zor olan bir
durumdur. Bu terimin ve kriterlerin madde metnine son değişikliklerle ilave
edilmesi Anayasakoyucunun bilinçli bir seçimidir. Aksi hâlde, sempati besleme,
destek verme, fiillere karışma gibi Türkçede başkaca tanımlar ya da ifadeler
var iken, bunu seçmiş olması son derece anlamlıdır. Bu demektir ki, Anayasa'nın
kendisi bir siyasi partinin kapatılması için onun yasak fiillerle herhangi bir
bağlantısını veya öyle bir izlenimini yeterli görmemekte, onun bu fiillerin
odağı hâline gelmesini Anayasa'nın 69'uncu maddesindeki şartları da dikkate
alarak gerekli görmektedir, yani şarta bağlı bir durum söz konusu.
Öbür taraftan, 'odak' kelimesini 'hâline gelme'
ibaresiyle bir arada bulunması da bizce önemlidir. Bu anlatım biçimi, yasak
fiillerle arızi bir ilişki veya bağlantı durumundan farklı olarak, kararlılık
gösteren bir sürecin göz önünde bulundurulmasını ve bu fiillerin yoğun bir
şekilde işlenmesini ve bu durumda partinin Anayasa'nın 69'uncu maddesinde
zikredilen organlar tarafından benimsenmesini zorunlu görmektedir ve bunların
hepsi Anayasa'nın 69'uncu maddesinde çok açık olarak söylenmiştir.
Anayasa, bir siyasi partinin odaktan kapatılmasını belli
koşullar altında somut ve gerçekleşmiş eylemlerin varlığını zorunlu görmesine
rağmen, İddia Makamınca, yine, eylem ve söylemlerin özellikle bir iktidar
partisi yönünden somutlaşması, yani sonuçların ortaya çıkması gerekmemektedir.
Şimdi Anayasa eylem arıyor, ama İddia Makamı böyle bir sonucun ortaya çıkmasını
beklemiyor. Yasama organında çoğunluğa sahip bir siyasi partinin bu eylem ve
söylemleri her an için gerçekleştirilebilecek konumda olması karşısında, bu
eylem ve söylemlerin gerçekleşebilir olması karşısında soyut olarak varlığı
dahi kapatma yaptırımına dayanak olabilecektir. Yani, tek başına iktidar
olmanız İddia Makamının mantığına göre, odak olma bakımından ayrıca eyleme
gerek yok, siz zaten bu tehlikeyi, bu riski taşıyorsunuz diyor. Hâlbuki,
Anayasa açısından evvela 68'inci maddenin dördüncü fıkrasındaki zikredilen
hususlara aykırı eylemler olacak. O fiilleri işleyenin parti üyesi olması şart.
Anayasa'da sayılan organların açık ya da zımni benimsemesi gerekir. Organları
bunları kararlılıkla ve doğrudan işlemesi ve yoğunlukla birlikte işlemesi.
Bunların hepsinin bir arada olması hâlinde odak söz konusuyken, iktidar partisi
olmanız bile tek başına odak olmanız için yeterli delil olarak
sunulabilmektedir.
Şimdi, burada hukuki bir kısım değerlendirmelerin
yapılması gerekiyor. Tabii, odak hâline gelme, eskiden, büyük ölçüde sübuta
erme şartına bağlıydı. Bu da mahkemelerden alınmış kararlarla ilgiliydi. Bu,
Yüksek Mahkeme tarafından iptal edildi. Dolayısıyla şimdi içinde bulunduğumuz
süreçte artık bu sübut şartı ortadan kalkıyor. Ama buna rağmen yine de bir
partiyi odak olmaktan suçlayacaksanız belli eylemlerin olması gerekmektedir.
Şimdi, bu eylemler nasıl eylemler' Şimdi, bir hukuk
devletinde bir yasak değilse serbesttir. Çünkü siz davranışlarınızı neye göre
ayarlayacaksınız' Yasalarda sizi belli faaliyetleri yapmayı engelleyen hususlar
var mıdır yok mudur' Ben bir şey yaparsam bundan dolayı bir müeyyideye muhatap
olur muyum olmaz mıyım' Şimdi, parti kapatma gibi çok önemli bir konuda velev
ki bir ceza yaptırımı söz konusu olmasa bile, yine de fiilin belli unsurları
taşıması lazım. Aksi hâlde olsa olsa metoduyla parti kapatma yolunu açmış
oluruz. Yani, buradan biz şunu demek istemiyoruz: Yani illa da fiillerin
varlığı ve karşılığında da bir ceza hükmünün olması gerekmiyor ama yapılan
düzenlemelerde, bizim kanaatimiz, yine bir fiil olacak, çünkü düşünce, mülahaza
bunların hepsi kalkmış eylem gündeme gelmiş, eylem üzerinden bu
değerlendirmeler yapılacak. Bunlar da sıradan eylemler değil. Yine karşılığında
bir cezai müeyyide olmasa dahi, belli unsurları itibarıyla bu sonucu
doğurabilecek bir kısım fiillerin olması gerekiyor. Nitekim, fiilin işlendiği
tarihten başlayarak iki yıl geçmemiş ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı söz
konusu organ, merci veya kuruluşun işten çektirilmesini yazıyla partiden ister.
Parti üyeleri 68'inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı fiil ve
konuşmalarından dolayı hüküm giyerlerse diyor. Bir şeyden hüküm giyebilmek için
evvela o kapsama giren fiilin unsurlarının oluşması lazım.
Yine 68'inci maddenin dördüncü fıkrasında yer alan
hükümlere aykırı fiillerin ceza hukuku anlamındaki fiiller olması gerektiği,
bizim bu iddiamızı doğruluyor. Dolayısıyla şimdi lafı bu kadar uzatmamın sebebi
şu: Şimdi biz nasıl odak olmuşuz, ne var, eylem olarak Sayın Başsavcı ne
getiriyor' Deminden beri anlatmaya çalıştığımız husus, ifade özgürlüğü
kapsamında herkesin konuştuğu, sıradan vatandaşın konuştuğu, bir köşe yazarının
yazdığı, bir yorumcunun yorumladığı veya televizyon tartışmalarında bilim
adamlarının, akademisyenlerin veya herkesin konuştuğu konuları konuşmaktan
ibarettir. Dolayısıyla bu ifade özgürlüğü kapsamındaki bu açıklamaları laiklik
karşıtı eylemler olarak mütalaa ediyor. Ben de söylemeye çalıştım ki, bu
sözleri ilk defa biz söylemiyoruz, bu konuları biz gündeme getirmedik, bizden
evvel de var. Bir siyasi parti toplumda olan konuları konuşmayacaksa,
vatandaşın karşısında diğer partiye nazaran o sorunlara kendi çözümlerini
açıkça ortaya koyamayacaksa ve bu konuşmalar eylem olarak mütalaa edilip bundan
dolayı parti kapatılacaksa, siyasete çok fazla da bir yer kalmıyor diye
düşünüyoruz.
Onun için, biz, ne laiklik karşıtıyız ne de sunulan
deliller karşısında bu işin odağı hâline gelmişiz. Bizim laiklik anlayışımız
Anayasa'nın laiklik anlayışına uygun. Anayasa'nın laiklik anlayışında, bir
tarafta yukarıda iki özelliğini saydığımız din ve vicdan özgürlüğü teminat
altında, öbür tarafta da devletin temel nizamlarının dinî esaslara
dayandırılmaması. Dolayısıyla bizim anlayışımız bu, Anayasa'nın anlayışı da bu.
Biz, bu konuyu, bunları kendi parti programımızda, tüzüğümüzde çok açık olarak
ortaya koyduk. Mesela, partimiz laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin,
sivilleşmenin, demokratikleşmenin, inanç özgürlüğünün ve fırsat eşitliğinin
esas kabul edildiği bir zemindir diyoruz. Dini insanlığın en önemli
kurumlarından biri, laikliği ise demokrasinin vazgeçilmez şartı, din ve vicdan
hürriyetinin teminatı olarak görür diyoruz. Laikliği din düşmanlığı şeklinde
yorumlanmasına ve örselenmesine karşıdır diyoruz. Bu, aynı zamanda, Anayasa'nın
2'nci maddesinin gerekçesi. Esasen laiklik her türlü din ve inanç mensuplarının
ibadetlerini rahatça icra etmelerini, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda
yaşamalarını, ancak inançsız insanların da hayatlarını bu doğrultuda tanzim
etmelerini sağlar diyoruz. Bu bakımdan, laiklik, özgürlük ve toplumsal barıştır
diyoruz. Partimiz kutsal dinî değerlerin ve etnisitenin istismar edilerek
siyaset malzemesi yapılmasını reddeder diyoruz. Öte yandan, dinî, siyasi,
ekonomik veya başka çıkarlara alet etmek veya dini kullanarak farklı düşünen ve
yaşayan insanlar üzerine baskı kurmayı kabul edemeyiz diyoruz. Bunlar, bizim
tüzüğümüzde, programımızda bugüne kadarki açıklamalarımızda var. Dolayısıyla
biz, hem evrensel laiklik anlayışına hem 1982 Anayasası'nın en başta 24'üncü maddesi
olmak üzere bu konudaki düzenlemelere uygun bir laiklik anlayışını
benimsiyoruz.
Şimdi biz bunları söylüyoruz ama bu manada çok sayıda
açıklama olduğu hâlde, iddianamede bunlardan bir tanesi bile yok. Sanki biz
bunları hiç söylememişiz ya da kapalı kapılar ardında söylemişiz de İddia
Makamı bunu duymamış gibicesine, en önemli suçlamada' Karşı tarafın,
suçladığınız kesimin görüşlerini de ortaya koymuş olmanız gerekir ki sağlıklı
bir karar verilebilsin.
AK PARTİ olarak, laikliğin dindarlığa mâni olmadığını ve
dindarlığın teminatı olduğunu, dindar birinin de devletin laik yapısını
benimsemesinin mümkün olduğunu ve bu nedenle sadece dindar diye insanların
laiklik karşıtı gösterilemeyeceğini, hiç kimsenin dindarlığı nedeniyle itham
edilemeyeceğini ifade eder diyoruz.
AK PARTİ, laikliğin bir diğer yönünü ise din ve devlet
işlerinin birbirinden ayrı olması, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmış
sayılmasını ise devletin bütün dinlerin mensuplarına eşit davranması, din
kurumları ile devlet kurumlarının ayrılmış olması, hukuk kurallarının din
kurallarına dayandırılmaması, hukuk kurallarının din kurallarına uyma
zorunluluğunun bulunmaması, devlet yönetiminin dine dayanmaması ve devlet
yönetiminin de din kurallarından etkilenmemesi olarak görmektedir.
Şimdi, bunlar, bizim kendi resmî metinlerimizde,
söylemlerimizde kullandığımız, inandığımız hususlardır. Biz, kendi
metinlerimize inandığımız şeyleri yazdık. İnandığımız şeyleri de kamuoyuyla
bugüne kadar hep paylaştık, paylaşmaya da devam ediyoruz. Dolayısıyla bizim
savunduğumuz modern laiklik anlayışından farklı bir yorumu yok savunduğumuz
laikliğin. Bununla ilgili etraflı bir açıklama koyduk, bundan ne anlaşılıyor,
ne anlaşılması gerekiyor' Avrupa Konseyine bağlı Parlamenterler Meclisinin 1202
sayılı kararı ve burada zikredilen hususlar ile AK PARTİ'nin savunduğu hususlar
arasında herhangi bir farklılığın olmadığını, üstelik AK PARTİ, laiklik
anlayışını sadece programına yazmakla kalmıyor' Çünkü biz, bir muhalefet
partisi değiliz, yani icraatı belli olmayan bir parti de değiliz. Biz, 2002'den
bu tarafa iktidardayız ve ne yapıyorsak, ne yaptıysak, biz bunların hepsini
kamuoyunun gözü önünde yaptık ve Sayın Parti Genel Başkanı ve Başbakan, sayısız
konuşmalarında, kendisinin ve partisinin laiklik anlayışını açıklıkla ifade
etmiş, beyanları ve eylemleriyle cumhuriyetimizin laik niteliğinin güçlenmesine
katkıda bulunmuştur. Mesela, bir konuşmasında Erdoğan, partisinin olmazsa olmaz
diye nitelediği üç kırmızı çizgisini de dincilik, ırkçılık, bölgecilik diye
ilan etti. Erdoğan 'Bu kırmızı çizgilerin dışına çıkanlar için gereğini
yaparız, böyle biline.!' uyarısında bulundu. 'Biz, legal siyaset alanında bile
dinin, ırkın ve bir bölgeye mensup olmanın istismarı anlamına gelen dincilik,
ırkçılık ve bölgecilik temelinde siyaset yapmanın kırmızı çizgilerimiz olduğunu
söyleyen tutarlı ve büyük bir hareketin mensuplarıyız.' diyor. Bu manada
yapılmış sayısız açıklamaları var. Mesela, 'Muhafazakârlık ve Demokrasi
Sempozyumu'nda yaptığı konuşmada: 'Açık söylüyorum, bizim üç kırmızı çizgimiz
var. Bölgesel milliyetçiliği kabul etmiyoruz. Etnik milliyetçiliği kabul
etmiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı hepimizin ortak paydasıdır.
-Hâlbuki evvelki konuşmalarda ifade ettik, bir yanıltmayla, bir cımbızlamayla,
İslam bizim ortak paydamıza gelen bir çarpıtma var- Dinsel milliyetçiliği kabul
etmiyoruz.' Bunlar AK PARTİ'nin en yetkili ağızdan neye nasıl baktığının açık
göstergeleridir.
BAŞKAN ' Sayın Çiçek, şöyle bir programlama açısından,
tahminen sizin şeyinize göre, ne zaman bir süre daha alır bu savunmanız, yani
ona göre bir ara vereceğim tekrar bir daha.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK ' Sayın
Başkan, o söylediklerimi süratli geçiyorum, yazılı olarak takdim edeceğiz.
BAŞKAN ' Yani bu teklifim sizin bu açıklamalarınızı ya da
savunma hakkınızı sınırlama anlamında değil, istediğiniz kadar
konuşabilirsiniz. Ama ben öğrenerek hani bir ara vereyim, sizler hem
yoruldunuz, hem arkadaşlarımızın dikkati daha da fazla şey olmasın düşüncesiyle
soruyorum bunu.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK ' Evet,
kısa bir ara verirseniz, ben neleri daha çıkaracağım bir plan yapayım.
BAŞKAN ' Peki.
On dakika daha ara veriyorum arkadaşlar.
Kapanma Saati: 16.36
BAŞKAN ' Sayın Çiçek, görülen lüzum üzerine ses düzenini değiştirdik.
O nedenle de, buyurun, oturarak açıklamalarınızı yapmaya devam edin.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK '
Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
BAŞKAN - Bir konuyu öncelikle söylemek istiyorum: Bizim
bu müdahalelerimiz, konuşmalarımız sizin savunma hakkınızın kısıtlandığı
anlamda asla anlaşılmasın. İstediğiniz kadar konuşabilirsiniz. Bugün bitmezse
yarın devam ederiz. Bu konuda kendinizi rahat hissedin lütfen. Sonuna kadar biz
sizi dinlemeye hazırız.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK - Çok
teşekkür ederim. Sayın Başkan, sayın üyeler; anlayışınız için, sabrınız için de
çok teşekkür ederim.
Bundan sonraki bölümde mümkün olduğu kadar ana başlıkları
söylemeye çalışacağım bir iki konu dışında. Zaten görüşlerimizin yazılı metnini
vereceğiz ama metin dışına çıkıp lüzumuna binaen söylediğim hususlar da var,
onların birlikte değerlendirileceğinden de eminim.
Dolayısıyla şimdi konuştuğumuz konu laiklikle ilgili. Biz
bu konuda hem başta Parti Genel Başkanı olmak üzere muhtelif tarihlerde çok
açıklamalar yaptık. Maalesef bu açıklamaların hiçbirisi iddia makamınca dikkate
alınmamış. Keşke bunlardan bazıları konulmuş olsaydı. Biz netice itibarıyla özü
aynı olan şeyler söylüyoruz. Laik toplumda din laik yönetimin güvencesindedir.
Laiklik tüm inanç gruplarına eşit mesafede olmak şeklinde tanımlanmıştır ve
zaten bu temin edildiği içindir ki laiklik bizim için bir yerde sigortadır
diyoruz. 14 milyon kişinin oyunu almış ve iktidar olmuş bir parti laiklik
karşıtı olarak bu sahneye çıkmadı diyoruz o tarih itibarıyla.
Ayrıca iddianamedeki hususlara cevaptır. Keşke bunlar
alınmış olsaydı bu kadar uzun bu bölüme girmeye gerek kalmazdı.
Başta da arz etmeye çalıştım. Biz iktidar partisiyiz. Dolayısıyla
iş başına geldiğimiz 18 Kasım, ki 58'inci Hükûmetin kuruluşu 18 Kasım 2002'dir,
o tarihten beri ne yaptıysak toplumun gözü önünde yaptık. Yaptığımız işlerin
çok büyük ekseriyeti yasama faaliyetidir.
Sayın Başkan, sayın üyeler; 1.006 tane yasa çıkarmışız
bugüne kadar. 18 Kasımdan bugüne kadar 1.006 tane yasa' Türkiye açık ve şeffaf
bir toplum. Muhalefeti var, medyası var, sivil toplum kuruluşları var. Eğer
yaptığınız işte anayasal düzene aykırı bir husus varsa, bu zaten Meclis
gündeminde rahatlıkla tartışılabiliyor, basında tartışılabiliyor, Anayasa'ya
aykırılık iddiası olanlar varsa bunlar da zaten gündeme geliyor.
Esasen anayasaların içeriğine baktığımızda, temel hak ve
özgürlükler bölümünü çıktıktan sonra geriye kalan önemli bir bölüm, herhangi
bir iktidar için işbaşına geldiğinde, ola ki yasaya aykırı davranabilir, tayin
tasarrufunda bulunur, karar alabilir vesaire yapılır veya yasama faaliyetinde
bulunabilir veya başka türlü bir eylemde, işlemde bulunabilir diye bunun
dengeleri kurulmuştur. Onun için bir iktidar partisinin bir muhalefet partisine
nazaran laiklik karşıtı olması esasen imkânsızdır. Çünkü ne yapsa yargı
denetimine tabi. Dolayısıyla, eğer Anayasa'ya ister bu söylenilen konu
açısından isterse Anayasa'nın başkaca maddeleri açısından bir aykırılık söz
konusu olacaksa, bu zaten sizden dönüyor veya idari makamlardan dönüyor. Bunun
gereğini yapmayanlar da zaten Ceza Kanunu'na göre suç işlemiş oluyor.
Fakat göz ardı edilen bir husus var, o da şu: Başta da
ifade etmeye çalıştım, 1963'ten beri Türkiye bir devlet politikası sürdürüyor
-Ankara Anlaşmasıyla birlikte- Avrupa Birliği. Avrupa Birliğine demokrasiyi
benimsememiş, demokratik değerleri benimsememiş, bunun standartlarını
yakalamamış herhangi bir ülkeyi zaten bu birliğin içerisine almıyorlar. Biz
şimdi müzakere yapan bir ülkeyiz, aday ülkeden müzakere yapan konuma geldik.
Nasıl geldik' Çıkardığımız yasalarla geldik. Eğer siz çıkardığınız yasaları,
çıkardığınız yönetmelikleri, tüzükleri yayınladığınız, dinî referans
veriyorsanız, yani laikliğe aykırı dinin herhangi bir hükmüne dayanarak bir
düzenleme yapıyorsanız, bu zaten hem iç hukukumuz bakımından mümkün değil hem
de demokratik değerleri benimsememiş bir partinin, bir hükûmetin, bir iktidarın
Avrupa Birliği çatısı altında yer alması mümkün değil. Biz bu konuda en büyük
katkıyı vermiş bir iktidar olmamıza rağmen, böyle bir suçlama gerçekten bize
seçimde alacağımız darbeden çok daha fazla zarar vermiştir, hem Türkiye'nin
imajına hem bizim imajımıza. Yani Avrupa Birliği için canımız çıkıyor,
uğraşıyoruz gece gündüz, en önemli düzenlemeleri yapıyoruz, karşınıza Avrupa
Birliği normlarıyla, Avrupa Birliği felsefesiyle bağdaşmayan bir itham çıkıyor.
Onun için bu iddiaların hiçbirisini doğru kabul
etmiyoruz, doğru bulmuyoruz ve demek istiyoruz ki, esasen, zaten iktidar olan
bir partinin odak olması mümkün değil, laikliğe karşı olması mümkün değil
Türkiye'de Anayasa'nın teminatları açısından. O nedenle bizim partimizin ne
yetkili organları ne bugüne kadar yürütme faaliyetleri ve Anayasa'nın bize tanıdığı
yetkiler açısından bu şekilde değerlendirilebilecek, bu maksada matuf bu
kasıtla ortaya konulmuş herhangi bir eylem de yok, yürütme faaliyeti de yok,
mahallî idare faaliyeti de yok.
Ama bir husus var ki, bunu önemsiyorum. Samimi olarak arz
edeyim ki şimdi arz edeceğim husus tartıştığımız konuların hepsinden çok daha
önemli. Yani Türkiye'de kendi içinde her on senede bir, on beş senede bir bir
kavga sebebi buluyoruz. Birbirimizi suçluyoruz, birbirimizin gırtlağına
sarılıyoruz, olan Türkiye'ye oluyor, bir bakıyorsunuz, o tartışmaların boş
olduğunu, o tartışmaların aslında Türkiye'ye bir fayda getirmediğini görüyoruz.
Şimdi, dinin birleştiriciliğine vurgu yapmanın laiklik
ilkesine aykırı olduğu gibi iddianamede bir husus var. Dinin bizim toplumumuz
bakımından birleştirici olduğu en başta cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Atatürk
dâhil hemen her vesileyle söylenmiştir, söylenmektedir ve bunun yanlış bir
tarafı da yoktur. Çünkü bu toplumun önemli bir kesimi belli bir inancı
benimsemiştir. Benimsemeyenler de vardır. Buna vurgu yapmak, yani halkın yüzde
99'unun Müslüman olduğunu ilk defa biz söylemiyoruz, herkes söylüyor ama buna
rağmen biz söyleyince bu başka bir anlamda kurgulanmaya çalışılıyor. Bununla
ilgili özel bir kısım düzenlemeler var. Biz din üst kimlik demediğimiz hâlde,
tekrar ifade ettim, bir çarpıtmayla iş o noktaya getiriliyor ve biz başka bir
kareye oturtulmaya çalışılıyoruz.
Şimdi arz edeceğim husus şu: Yani eğer bu husus yüksek
mahkemenin vereceği karara mesnet teşkil edecekse Türkiye elli sene bir başka
tartışmanın içerisine girecek, o da şudur: İddianamede yer alan din ve İslam'la
ilgili bazı görüşler ve imajlar hem yanlış hem de yanıltıcıdır. Bu görüşlerin
kabulü bir yüksek mahkeme kararına mesnet teşkil etmesi durumunda, Diyanet
İşleri Başkanlığının Anayasa ve yasalarla kendisine yüklenen görev ve
sorumluluk alanlarını daraltacak, hatta bize göre özgü bir anayasal kurum
işlevsiz hâle gelecektir. Laiklikle ilgili yanlış algılamaları ve tasavvurları
pekiştirecek, bu da din ve devlet işlerinin sağlıklı bir zeminde
ayrıştırılmasını, altını çiziyorum, din ve devlet işlerinin ayrıştırılmasını
imkânsız kılacaktır.
Bir siyasi partiyle ilgili kapatma davasında hukuk
metinlerinin esas alınmasında şüphe yoktur. Buna rağmen iddia makamı
hazırladığı metinlerde laik hukukun sınırları dışına çıkarak din ve İslam adına
çeşitli yargı cümleleri kurmakta, dinî, İslami kavramlar ve öğretiler
bağlamından soyutlanarak yanlış ve yanıltıcı bir şekilde ele alınmaktadır.
Dinin ilmen muteber kaynakları dikkate alınmadan değerlendirmeler
yapılmaktadır.
Her şeyden önce iddianamede ortaya konan din anlayışı,
bilim insanlarının ve akademisyenlerinin (kelamcıların, din felsefecilerinin,
dinler tarihçilerinin) üzerinde uzlaşabilecekleri tanım ve tasavvurlardan hayli
uzak.
İddianamede din ile ilgili değerlendirmelerin temelini,
özellikle 19'uncu yüzyılda Batı'da beliren felsefi akımlardan biri olan
pozitivist bakış açısı oluşturmaktadır. İddianame metni siyasal partilerin
demokratik süreç içerisinde yüz yıldır devam eden aşamalarına dikkat çekmekte
fakat bu aşamalarla orantılı bir şekilde seyreden ülkemizde uluslararası
toplumda din ve inanç özgürlüğü alanındaki gelişmelere hiç değinilmemektedir.
Böylelikle siyasi partilerin geçirdiği gelişmenin son noktası ile din ve inanç
özgürlüğü alanına iki yüz yıl öncesinin bakış açısı karşı karşıya
getirilmektedir. Biri donduruluyor biri bugüne getiriliyor. Dolayısıyla
iddianamenin hukuki bir metin olarak kabul görmesi durumunda demokratik
kazanımlar açısından din ve vicdan özgürlüğü alanı pozitivizmin dogmalarıyla
doldurulmuş olacaktır.
Genel anlamda din, sosyal bir varlık olan insanın
mutluluğunu hedefler. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu iradesi bu kabulden
hareketle dinin toplum için vazgeçilmez bir unsur olduğunu görmesi sebebiyledir
ki daha ilk günden Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bize mahsus ve çok önemli bir
kuruma ihtiyaç duymuş ve bunu kurmuştur.
İddianame metninde ortaya çıkan Diyanet İşleri Başkanlığı
imajı ne kurumun yapısı ve amaçlarını belirleyen anayasal statüsüyle ne de
Türkiye Cumhuriyeti devleti toplumu nezdindeki konumuyla ve ne de millî birlik
ve beraberliğe yaptığı dinamik katkılarıyla örtüşmektedir. Anayasa'nın 136'ncı
maddesinde Diyanet İşleri Başkanlığına 'milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç
edinme' görevini vermektedir. İddianamede yer alan ve dini toplumsal birliğin
çimentosu olarak değerlendiren ifadenin parti kapatma sebebi olarak sunulması
Diyanet İşleri Başkanlığının anayasal görevini de yerine getirmesini
imkânsızlaştırmaktadır. Bu metnin hukuki bir referans olarak onaylanması
durumunda halkın büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede devlet-toplum
ilişkileri ve dinlerin ve kültürlerin uluslararası toplumsal ilişkilerde
giderek artan önemi göz önüne alındığında, çeşitli alanlarda riskler oluşturma
ihtimali söz konusudur.
İddianamede -38'inci sayfasında- Diyanet İşleri
Başkanlığının kadro talebinin siyasiler tarafından dile getirilmesi
eleştirilmekte ve laikliğe aykırı eylemler olarak zikredilmektedir. Diyanet
İşleri Başkanlığının din hizmetlerinde nitelikli görevlileri istihdam etmesi ve
boş camilere atama yapması Millî Güvenlik Kurulunun tavsiye kararlarında ve
dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin devlet politikası çerçevesinde yer
almaktadır. Ayrıca Terörle Mücadele Yüksek Kurulu Sekreteryası -ki benim
başkanlığımda toplanıyor- Bölücü Faaliyetlere Yönelik Eylem Planı çerçevesinde
özellikle doğu ve güneydoğu illerimizde kadrosu bulunmayan camilerde din
görevlilerinin istihdamının önemine binaen bu kadrolar gündeme gelmekte ve bu
atamalar yapılmaktadır.
Şimdi, Millî Güvenlik Kurulunun bu alanda alınmış sayısız
kararları var. Geçtiğimiz hafta Millî Güvenlik Kurulu toplantısı yapıldı. Şimdi
oradan kısaca bir metni bilgilerinize sunmak istiyorum: Şimdi, bakınız, PKK
Kongra Gel terör örgütüne müzahir unsurların dönem içindeki faaliyetleri.
'Terör örgütü ve yandaşı oluşumlarca taban desteğini ve oy oranını artırmak
amacıyla halkın dinî duygularını istismar etmeye yönelik çalışmaların devam
ettiği, 7 Mayıs 2008'de Batman'da, 31 Mayıs 2008'de İstanbul'da bu terör
örgütünün Din Adamları Yardımlaşma ve Dayanışma Derneğini kurduğu, ayrıca
Diyarbakır'da Siyaset ve Kadın Akademisi, Şanlıurfa'da İlahiyat Akademisi,
Tunceli'de Demokratik Siyaset ve Alevi Kültür Akademisi kurma yönünde
çalışmalar yaptıkları bilinmekte.'
Şimdi, ayrıca 'Hizbullah' denilen bir başka radikal örgüt
de yine başta Kürt medreseleri olmak üzere ülkemizin belli bir bölümünde dinî
amaçlı birçok çalışmaları yapmaktadır.
Şimdi, bunlara karşı devlet terörle mücadelede
etkinliğini artırabilmek adına sayısız tedbirler geliştiriyor. Bunlardan bir
tanesi aynen şu: Kadro sıkıntısı nedeniyle imam ataması yapılamayan camilerin
illegal örgütlenmeye zemin oluşturacağı son derece açıktır. Bu zafiyetin
süratle giderilmesi önemli görülmektedir. Bu alanda yapılacak etkin çalışmalarla
mütedeyyin vatandaşlarımızın bu tür faaliyetlerden etkilenmemelerinin
önlenebileceği değerlendirilmektedir. Daha evvel alınan kararlar gereğince de
Diyanete kadro verilmesi bir an evvel, devletin denetim ve gözetimi altında din
hizmetlerini sürdürebilmesi açısından bir tavsiye kararı var.
Şimdi, şunu yakinen biliyoruz: Bugün devlet olarak imam
tayin etmediğiniz, din görevlisi tayin etmediğiniz yerlerde de din hizmetleri
veriliyor ama bu hizmetlerde ne konuşuluyor, din adına ne anlatılıyor, neyin
hesabı yapılıyor, neyin propagandası yapılıyor' Her köye bir tane bu işleri
takip edecek eleman görevlendirmediğinize göre, görevlendiremeyeceğinize göre
yapılması gereken iş, oraya Diyanet İşleri Başkanlığı kadrosunda görev yapacak
insanları görevlendirmek.
Şimdi, iddianamede' Bir ara 9 bin kadro, 8 bin kadro
gündeme geldi, bunun verilmesi gerektiği' Şimdi, bu bile hükûmetin aleyhine,
partinin aleyhine bir odak sebebi teşkil ediyor ve bundan dolayı parti
suçlanıyor.
Şimdi, bir devlet düşünün ki bir tarafta bir karar
alınıyor, öbür tarafta bir devlet organı onu kendisi açısından mahzurlu
görüyor, kendi anlayışına göre onu bir itham sebebi olarak zikredebiliyor. Bu
iddianamenin maalesef izah edemediğim şahsen şeylerinden bir tanesi budur.
Bir başka husus iddianamede: Dinî gün ve bayramlarla
millî bayramlar arasında karşılaştırma yapılmasının millî birlik ve
bütünlüğümüz açısından son derece vahim olduğu gözden uzak tutulmamalı.
İddianamede böyle bir karşılaştırma yapılıyor. Dinî bayramlar millî
bayramların, millî bayramlar dinî bayramların alternatifiymiş gibi bir
değerlendirme var ve sanki bizi millî bayramları ikinci plana, dinî bayramları
öne çıkarıyormuşuz gibi bir ithamla karşı karşıya bırakıyor. Bu son derece
yanlıştır. Özellikle Türkiye'nin birlik ve bütünlüğü açısından sakıncalı bir
husustur.
Şimdi, bu iddianameyle yapılan bir ayrımcılık da var, onu
muhakkak söylemem gerekiyor, İddianamenin 89'uncu sayfasında: Kur'an
kurslarının Diyanet İşleri Başkanlığı müfettişlerince teftiş edilmesine yönelik
düzenlemeler laikliğe aykırı olarak görülüyor. İddianamenin öne sürdüğü gibi bu
konuyla ilgili yapılan teklifte Kur'an kurslarının denetim yetkisi sadece
Diyanet İşleri Başkanlığı müfettişlerine verilmiş değil. Yasa teklifinin asıl
amacı, genel teftişin yanında, mesleğin gerektirdiği bilgi, birikim ve deneyimi
nedeniyle Kur'an eğitim ve öğretimi açısından Diyanet Müfettişlerinin teftiş ve
denetimdeki sorumluluklarını artırmaktan ibarettir.
Kaldı ki bir anayasal kurum olan Diyanet İşleri
müfettişleriyle, hepsi aynı kanuna tabi, 657 sayılı Yasa'ya tabi, Millî Eğitim
müfettişleri arasında bir ayrım yaparak Diyanet müfettişlerini rejime sadakat
açısından sakıncalı bulan bir anlayış bizatihi kendisi sakıncalıdır. Bunu son
derece incitici ve sakıncalı bulduğumu ifade etmek istiyorum.
Ayrıca iddianame metninde hemen hemen tüm başlıklar
altında dinî ve İslami kavramlar kullanılıyor ve bunlar da yerli yerinde
kullanılmıyor. Mesela 'din' İslam'a; 'İslam' siyasal İslam'a, İslamcılık ve
şeriata; 'cihat' şiddete, İslami terör ve savaşa; 'din ve vicdan özgürlüğü
talebi' takiyeye gibi' Kavramlar arka arkaya sıralanmak suretiyle bu kavramlar
bir başka anlam üzerine oturtulmaktadır.
Siyasal İslam üzerinden genel olarak İslam, siyasetçiler
üzerinden de dindar insanlar töhmet altında bırakılıyor. Dinî kavramlar ve
dindar kesimler potansiyel zanlı olarak takdim ediliyor ve böyle bir imaj
oluşturuluyor.
İddianamede din tanımı farklı pasaj ve alıntılardaki
kullanımında çelişki ve tutarsızlıklarla dolu. (İddianamede sayfa 13, 15, 17,
128, 136, 139, 144) Mesela din kutsaldır. Bununla birlikte, 'din kendi
alanında, vicdanlardaki yerinde, Tanrı-insan arasındaki inanış olgusudur.'
diyor. 'Din vicdan işidir. Daha çok bireysel ve duygusal bir düzeyde kalması
gerekli bir olgudur. Onun dış dünyaya, kamuya yansıyan yönlerine, sosyal
tezahürlerine vurgu yapılması laikliğe aykırıdır.' diyor.
Bir başka değerlendirmede ise 'laik düzende özgün bir
kurum olan din' denilmek suretiyle dinin özgün bir sosyal kurum olduğu ifade
ediliyor.
Bir tarafta Allah ile kul arasında vicdani bir ilişki,
öbür tarafta din kendisine özgü bir sosyal kurum.
Din özgün ve sosyal kurum ise sosyal hayata yansıyan
formel yönüne, sosyal tezahürlerine vurgu yapılmaması mümkün değildir. Dinin
hukuki düzenlemelere mesnet teşkil etmemesi ayrıdır ve bu doğrudur ama dünya
hayatına, bireysel ve toplumsal yaşantıya yönelik değer ve davranışlarda inanan
insanlar için kaynak olarak gösterilmesi ayrıdır. Bunun içindir ki ezanın
okunması, kilise çanının çalınması; camide, kilisede, havrada ibadet edilmesi;
vakit namazı, cuma namazı, bayram namazı, cenaze namazı kılınması; Kur'an
kurslarının Kur'an öğretimi; Ramazan ayında oruç tutulması, televizyonlarda
dinî programların yapılması, Hac ibadeti, Diyanet İşleri Başkanlığının varlığı
ve hizmetlerini sürdürmesi bu anlayışa göre laikliğe aykırıdır. Yine
iddianamede din, aklın karşıtı olarak sunulmuş, dinin akılla bağdaşamayacağı
zımnen vurgulanmıştır. Böylece -iddianame 12, 17 ve 18- kişinin vicdanında yer
alan kutsal ve dinî değerler bir bakıma akıl dışı olarak tavsif edilmiştir.
Ve yine iddianamede -sayfa 10, 11, 17- din ve bilim
kelimeleri birbirine zıt olarak sunulmuş, bilimin dinin bittiği yerde başladığı
iddia edilmiş, âdeta din ve bilimin örtüştüğü hiçbir alanın olamayacağı
düşüncesi işlenmiştir.
İddianamenin bir başka yerinde İslam'ın özelliği olarak
bahsedilen hususlar, bir başka yerde siyasal İslam'ın özelliği olarak
belirtilmiş ve böylece İslam, siyasal İslam'a indirgenerek açıklanmıştır.
İddianamenin bir başka yerinde Şia'ya, Şia Mezhebi'ne mahsus özellik olan ve
Türkiye'nin benimsediği Müslümanlık açısından tümüyle reddedilen takiye bütün
İslami inanışlar için genelleştirilmiştir. Halbuki Türkiye'de bu anlayış bizim
bakımımızdan kabul edilebilir bir husus değildir.
Sonuç olarak, iddianame metninde dinî ve İslami
kavramlara ülkemizdeki akademik, dinî çalışmalar ve ilahiyat birikimleri
gözetilmeden keyfi ve izafi anlamlar yüklenmiştir. Temel kaynaklara müracaat
edilmeksizin ve herhangi bir yöntem belirlenmeksizin gelişigüzel bir şekilde
kullanılmıştır.
Bu konuyu özellikle yüksek heyetinizin bilgisine sunmak
istedim.
Sayın Başkan, sayın üyeler; şimdi, iddianamenin birçok
bölümünde gerek bazı kurumların veya kurum temsilcilerinin veya bir kısım
siyasi görüşlerin değerlendirmeleri var.
Tabii kamuya açık bir faaliyet yapılıyorsa -hangi kurum
tarafından yapılırsa yapılsın- bunu beğenen de olur, eleştiren de olabilir.
Kamuya açık her faaliyetin böyle bir yanı vardır. Bu ister mahkeme kararıdır,
bu ister YÖK'ün tasarrufudur, bu ister hükûmetin tasarrufudur, filanca
bakanlığın tasarrufudur. Şimdi öyle bir şey ki, iddianameye baktığımızda mesela
YÖK'ün bazı uygulamalarını eleştirmek' Şimdi bugünlerde kararlar alıyor, bu
kararları doğru bulan da var yanlış bulan da var. Mesela üniversite
kontenjanları artırıldı, şimdi bir kısmına göre bu doğrudur, üniversite
kapısında bekleyen bu kadar insan var, niye bu kontenjanları artırmıyoruz'
Öğrenciler açısından iyi bir şey. Ama öbür taraftan baktığınızda yeteri kadar
öğretim elemanı yok, yeteri kadar imkân yok, masa yok, sıra yok, bina yok, niye
bunları artırıyorsunuz' Şimdi aynı olaya bakıyoruz, baktığımız yere göre öyle
de olabilir, böyle de olabilir. Dolayısıyla siyaset bir eleştiri faaliyetidir.
Eleştiri faaliyeti olması sebebiyle de eleştirilemeyen kurum da olmaz, eleştirilemeyen
faaliyet de olmaz. Mühim olan eleştirinin eleştiri hududu içerisinde
kalmasıdır, hakaret içermemesidir, saygısızlık yapılmamasıdır. Belli bir
nezaket ölçüleri içerisinde ve mümkünse olabildiğince kaliteli, bilimsel
dayanakları olan eleştiriler yapılması gerekir.
Şimdi, bir kısım arkadaşlarımızın, özellikle belli
kararlar karşısında yapmış olduğu eleştirileri iddia makamı laikliğe aykırı
eylem olarak kabul ediyor, hâlbuki bunların hepsi, mesela üniversiteye girişte
katsayı sorunu, bunların her birisi için ayrı bir değerlendirme yapmamız
mümkün. Yani bir imam hatip meselesinden dolayı meslek liselerinin bugün canına
okuduk. Geldiğimiz nokta burasıdır. Ara eleman bulunamıyor. Ostim'de, Ankara'da
bunu sizler de gözlemleyebilirsiniz.
Hâlbuki imam hatip okulları dediğimiz neticede toplam
ortaöğrenimdekilerin yüzde 3'üne tekabül ediyor, meslek liselerinin içerisinde
toplam yüzde 8. Yüzde 8 ya da yüzde 3 yüzünden geri kalan yüzde 97'yi, yüzde
92'yi yok farz ederek Türkiye'de bir tartışma yapıyoruz. Bu tartışma yapılırken
söylenen değerlendirmeleri' Çünkü ortada bir sorun var. Türkiye sanayileşmiş,
Türkiye ihracat yapıyor, Türkiye bunu artırmak mecburiyetinde, ihtiyaç olan
klasik lise mezunu değil, meslek lisesi mezunları.
Bununla ilgili sorunları konuşmayacaksak, bununla ilgili
her parti düşüncelerini dile getirmeyecekse, o takdirde siyaset nasıl yapılacak
ve biz vatandaşın karşısına çıktığımızda vatandaş hangi fikrimize göre diğerini
değil de beni ya da beni değil de bir başka siyasi partiyi tercih edecek'
Bu eleştirilerin tamamını içinde belli kelimeler geçiyor
düşüncesiyle, teknolojiden bilistifade belli cümlelerin geçtiği bütün
konuşmaları laiklik aleyhinde söylemler olarak kabul etmiş. Kişi, organ, kurum,
karar, sorun, yasa ve olaylar veya siyasi demeçlere karşılık verilen bir kısım
demeçleri, beyanları, açıklamaları ve eleştirileri, bunların hepsini veya
yürürlüğe girmiş olan yasal ya da anayasal uygulamaları, bunları laiklik
karşıtı eylem olarak getirmiş. Bunlar epey yekûn tutuyor. Zaten iddianamenin ekinde
sunduklarının hepsi bu konuyla ilgili çıkmış olan açıklamalardan ibaret.
O kısımları da böylece geçmiş oluyorum. Teferruatı zaten
eski metinlerde ve şimdi takdim edeceğimiz metinde var.
Sona yaklaşıyorum Sayın Başkan.
AK Partili yetkili organların' Yani birey olarak zaten
bizim laikliğe aykırı söylemi olan, eylemi olan, tavrı olan, düşüncesi olan
varsa, biz bunları ya disiplin hükümleri çerçevesinde veya bir başka türlü
tecziye ettik, bunlara karşı tavır koyduk. Bunların hepsini de koyuyoruz.
Bunlara da tekrar girmek istemem. Bir açıklaması eğer gerçekten rahatsız
ediciyse' Hatta hassasiyet gösterdik, hatta düz bir mantıkla baktığımızda
bunları belki ifade özgürlüğü kapsamında da mütalaa edebilirsiniz, ama sütten
ağzımız yandığı için yoğurdu üfleyerek yiyoruz işin açıkçası. Aman, bu kadar oy
almış bir partiyi birinin şu veya bu istikamete çekilmesi mümkün lafından
dolayı parti sıkıntıya girmesin, bu kadar insan rey vermiş, birinin yüzünden
çatı başımıza yıkılmasın. Şimdi endişemiz bu. Onun için de eğer bir açıklama
varsa rahatsız eden, İnsan Hakları Mahkemesi kararları bakımından şok eden bir
açıklama olsa bile, o kapsama girebilse dahi, girse dahi biz sırf bu sıkıntılar
yaşanmasın diye, ülkemiz yaşamasın diye disiplin cezaları verdik.
Bunun eklerini koyduk buraya. İhraç ettiklerimiz var. En
popüler olanı, Atatürk'le ilgili bir fıkra anlattı bir belediye başkanı -Cuma
Bozgeyik, Mimar Sinan Belediye Başkanını- biz partiden derhâl ihraç ettik.
Mahkeme kararını filan da beklemeden, aleyhinde ne karar çıkacak, onu da
beklemeden böylesine ileri geri konuşmuş olmasını siyasi nezaket açısından bile
hoş karşılamadığımız için bunları partiden ihraç ettik. Aynı şekilde biraz
evvel mahkeme kararına dayalı olarak ifade ettiğim Ulukışla Asliye Ceza
Mahkemesinde Yusuf Uğurlu, partiden ihraç ettik. Bazı konuşmaları yapanlar
oldu, Hüsne Tuna gibi, Mehmet Çiçek gibi vesaire gibi, bunlarla ilgili disiplin
hükümlerini işlettik, cezalar verdik. Ancak bunlar sayın iddia makamını tatmin
etmedi.
Şimdi bu tür işlemleri yapmadığınız zaman benimsemiş
oluyorsunuz, böyle itham ediyor ama bu türlü işlemleri yaptığınız zaman bu defa
da bunun arkasından başka bir niyet arıyor. Peki, bir siyasi parti ne yapar
beğenilmeyen bir husus varsa, tasvip edilmeyen bir husus varsa' Tedbir adına,
sağduyu adına, basiret adına, hukuk adına ne yapar ortada yanlış bir karar
varsa, yanlış bir beyan varsa, yanlış bir uygulama varsa' Disiplin hükümlerini
uygulatır' Suç oluyor. Diyor ki: 'Hayır, o vaziyeti kurtarmak için yapılmıştır.
Tekzip eder, tavzih eder' İşte o şu maksatla yapılmıştır. Etmedi' Bunları
zımnen benimsedi. Şimdi, doğrusu parti olarak da biz neyi, nasıl yapacağımızı
şaşırdık bu iddianamedeki ithamlar karşısında.
Onun için bu türlü düzenlemelerin hepsi zaten bu
iddialarımızın, savunmalarımızın ekinde var. O nedenle iddianamenin bize
yönelik bu kısımları ne şahıs olarak biz laiklik karşıtı eylemlerin odağıyız ne
de partiyi temsil eden Anayasa'daki ilgili organlar itibarıyla.
Zaten sayın iddia makamı parti organlarıyla ilgili bir tek
şey getirmedi, sadece Sayın Genel Başkanın yaptığı bir kısım açıklamalar. Zaten
organ adına bir işlem varsa bir karar gerekecektir. İttifakla mı verilmiştir,
çoğunlukla mı verilmiştir' Ortada herhangi bir karar yok ama sanki bu organlar
da bu türlü fiillerin ortağıymış gibi bir izlenim, bir değerlendirme var. Onun
için biz açıkça ifade etmek istiyoruz ki, hukuki anlamda delil teşkil edecek bu
manada bir şeyimiz yok.
Ayrıca bir şey daha yaptık, bu çok önemli, bu göz ardı
edildi. Şimdi bazı belediye başkanları, demin saymaya çalıştık, bunların her
birisiyle ilgili idari soruşturmalar yapıldı, savcılık soruşturmaları var,
mahkemeler adına alınmış kararlar var ama buna rağmen belediyelerden sorumlu,
Genel Başkan Yardımcısı arkadaşımız Nihat Ergün bir genelge yayınladı bu türlü
işlerin toplumda yanlış anlaşıldığından bahisle bu türlü faaliyetlere
girilmemesi ve bu türlü bir çaba sürdürülürken olabildiğince dikkatli
davranılması' Bunların parti tarafından tasvip edilmediğini, altını çiziyorum,
parti tarafından tasvip edilmediğini de açıkça yürürlüğe koydu, bütün
teşkilatlara genelge olarak gönderdi.
Şimdi bütün bu izahatlardan sonra ben kendi kendime
soruyorum, acaba AK Parti nasıl oluyor da bir tehdit oluşturuyor' Şimdi biz
iktidara zorla gelmedik, kaybedersek gitmeyiz demiyoruz biz, Türkiye'nin her
tarafında kazanmadık. Belediyelerde kazandığımız yerler var, kaybettiğimiz
yerler var. Serbest yarışma içerisinde' Önümüzde 29 Mart 2009'da bir mahallî
idare seçimi var. Kaybedersek, kaybeden belediye başkanı da gider, meclis
üyeleri de gider, vesairesi de gider. Eğer izahı kabil olmayan bir oy düşüşü
olursa, biz bunu 89 seçimlerinde yaşadık, ondan sonra zaten iktidarda kalmak
demokrasinin tabiatında yoktur, beraberinde zaten birçok siyasi tartışmayı
getirecek. Onun için biz zorla gelmedik, kaybedersek gitmeyiz demiyoruz.
İktidarın seçimle değişimi dışında bir yol bugüne kadar aklımızın köşesinden de
geçmedi, tam tersi tam da bunu savunuyoruz. Artık demokrasiye yapılan
müdahalelerin -ne şekilde yapılırsa yapılsın- Türkiye'yi bir sıkıntıdan bir
başka sıkıntıya sürüklediğini, sistemin yerine oturmadığını, demokratik
geleneklerin de oturmadığını ve siyasetin giderek zorlaştığını ve daraldığını
söylüyoruz. Onun için biz kimseyi tehdit etmiyoruz, cebir ve şiddetle de tehdit
etmiyoruz. Bizim silahlı güçlerimiz yok, eğitim kamplarımız yok bu manada.
Örgütlerimiz de yok ne yasal ne yasa dışı.
Peki nasıl oluyor da bununla ilgili genel bir söylemin
dışında acaba bu AK Parti ne yapıyor da cebir ve şiddeti önermiş oluyor, meşru demokratik
yöntemlerin dışında topluma bir başka yöntem öneriyor ve ne yapıyor da AK Parti
hangi fikri, hangi projesi, hangi düşüncesiyle modern bir toplum yerine,
Anayasa'nın öngördüğü modern toplum yerine başka bir model öneriyor' Doğrusu,
burada iddia makamı âdeta bir köşe yazısı yazar gibi bir yorum yapmak suretiyle
bir iktidar partisini çok büyük bir zan altına bırakıyor.
Şimdi, burada tüzüğümüz, programımız belli, bununla
ilgili açılmış bir dava yok, cebir ve şiddetle ilgili Türkiye'nin herhangi bir
yerinde açılmış bir soruşturma, savcılık soruşturması, bir dava yok.
Hoşgörüsüzlük'
Şimdi burada bir şeyi ifade etmek istiyorum. Sayın
Başsavcıyla anlaşamadığımız bir iki konu vardı, ama şimdi bir tanesi de budur,
eleştiri yapmayı hoşgörüsüzlük olarak kabul ediyor. Böyle bir anlayış olmaz.
Demokrasinin özü eleştirmektir. Eleştiri yapılacak ki, ne nedir, ne değildir,
ona göre orta yere çıkacak. Siz, şimdi, alınmış bir karar varsa bir devlet
kurumu tarafından, siz bu kararı benimsemiyorsanız ya da yanlış buluyorsanız,
bunu eleştirmeyi hoşgörüsüzlük olarak kabul edeceksek, bu hoşgörüsüzlüğü herkes
yapıyor demektir Türkiye'de. Çünkü hepimiz yeri geldiğinde herkesi
eleştiriyoruz. Hatta ve hatta sade vatandaşlar bakımından tazminat konusu
olabilecek hususları Yargıtay 4. Dairesi 'Mademki siyasetçisiniz, girdiniz bu
alana, başkaları için tazminata hükmedilmesi gereken konularda siz tahammüllü
olacaksınız.' diyor, mahallî mahkemelerden verilmiş kararları bozuyor.
Dolayısıyla eleştiri, demokrasinin özünde var, ifade özgürlüğünün özüdür,
örgütlenme özgürlüğünün bir manada özüdür. Dolayısıyla şimdi eğer eleştiriyi
biz hoşgörüsüzlük olarak kabul edeceksek, o zaman, iktidar-muhalefet ilişkisini
veya muhalefetin varlığını neye göre izah edeceğiz, nasıl bu iddianame anlamında
bir bağdaştırma imkânımız olacak' O nedenle, iddianamede partimize yönelik hem
cebir ve şiddet konusuyla ilgili hem hoşgörüsüzlükle ilgili söyledikleri
hususların hiçbirisi varit değildir. Bir demokratik toplumda, bir demokratik
ülkede olması gereken hususlardan başka bir şey değildir. Bunu ifade etmek
istiyorum.
Şimdi bir önemli husus var, bu ilk defa bir iddianameye
konuluyor, onun için bunun da üzerinde kısaca durmak istiyorum.
Sayın Başkanım, sayın üyeler; AK PARTİ hükûmetlerinin dış
politikasının laiklik ilkesine aykırı olduğu tarzında bir ağır suçlama var. Biz
bu konuya geçmişte epey temas ettik. Şimdi, evvela, ülkelerin dış politikası,
esas itibarıyla kişisel inisiyatiflerle yürütülen bir politika değildir, bir
devlet politikasıdır. Her ülkenin bilinen bilinmeyen bir millî siyaset belgesi
vardır, bizim de var. Zaman içerisinde bunlar güncelleşir. Belli aralıklarla,
tehdit algılamasına göre, çevrenizde, dünyada, bölgenizde olup biten hususlara
göre, orada bir kısım direktifler vardır. Hatta bu millî siyaset belgesini
bakanlar okurdu okumazdı, bilmeden bu türlü suçlamaların da yapıldığını
biliyoruz, çokça tartışmaların olduğunu. Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir
millî siyaset belgesi vardır, gerek komşularıyla gerek komşusu olmayan başka
ülkelerle, kuruluşlarla, vesaireyle. Bu şekillenir. İşbaşına gelen cumhuriyet
hükûmetleri de kendi politikalarını bu çerçevede yürütür. Bu birincisidir.
İkincisi: Özellikle güvenlikle ilgili ki bu coğrafyada
güvenlikle ilgili olmayan neredeyse bizim dış politikamız yoktur. Her iş eninde
sonunda Türkiye'nin güvenliğine çıkıyor, ister komşularınızla ilişkiler ister
başkalarıyla olan ilişkiler. Dolayısıyla uzunca bir zamandan beri bu Millî
Güvenlik Kurulu toplantılarına katılan birisi olarak ifade ediyorum ki, bu
güvenlik toplantılarının önemli bir kısmı dış politika konularıyla ilgilidir,
başta Kıbrıs'tır, Irak'tır, Avrupa Birliğiyle ilişkilerdir, ABD'yle
ilişkilerdir, Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilerdir, belli kuruluşlarla olan
ilişkilerdir ve dikkat ederseniz, Millî Güvenlik Kurulu toplantısından sonra
yayınlanan bildirinin belli bir bölümü dış politikayla da alakalıdır. Şimdi
bunu niçin ifade etmeye çalışıyorum' Bunun sebebi şu: Şimdi, Sayın İddia
Makamı, bilinen adıyla BOP Projesi olarak kamuoyuna takdim edilen bir konu var,
bu konuyu bir başka bağlamda değerlendirerek AK PARTİ aleyhine bir delil olarak
dış politikada kullanıyor.
Şunu ifade ediyorum: 2002'den bu tarafa AK PARTİ'nin dış
politikasını başarılı bulan oldu, bulmayan oldu, eksik oldu, fazla oldu, ama
laiklik açısından değerlendirilen ben bir konuşma hatırlamıyorum. Şimdi,
Türkiye'de açık bir muhalefet var, ne bir gensoru var, ne bir Meclis
araştırması var, bu manada ne bir genel görüşme var ve ne de bu manada bir soru
önergesi var. Şimdi sadece İddia Makamı bunu kullanıyor. Bu, gerçekten üzerinde
önemle durulması gereken bir husus.
Şimdi nedir bu BOP Projesi dedikleri konu ve iddianameye
giren şekliyle' Esas adı 'Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi.' Bu, ABD'nin
yürüttüğü bir girişim değil. Yirmi bölge ülkesi ve G-8, gelişmiş sekiz üyenin
resmen ortak olduğu hükûmetler arası bir faaliyet, yani Başbakan Sayın Recep
Tayyip Erdoğan'ın faaliyeti değil, Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetinin katıldığı
bir proje bu. Bugün biz varız, biz bulunacağız, bizden sonra, bu projeden çekilmediğiniz
sürece, bir başka hükûmet bu çabanın, gayretin içerisinde olacak. Aksine, bu
Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi, şimdi bilinen adıyla GODKA, Türkiye
gibi bazı ülkelerin itirazları üzerine, Amerika Birleşik Devletlerinin bir
kısım inisiyatifleri de belli ölçüde daraltılmış. Bu projenin maksadı özellikle
Orta Doğu ülkelerinde eğitim ve ekonomik gelişme düzeyinin, iyi yönetim
anlayışının, insan hakları standartlarının ve kadın erkek eşitliğinin
iyileştirilmesi yolunda çeşitli reform faaliyetleri hükûmetler tarafından,
halkların da desteğiyle yürütülmek üzere planlanıyor. Bunda bu faaliyetlerin
teşviki'
Peki, bu faaliyete sadece hükûmet mi katılmış' Bundan
evvelki Sayın Cumhurbaşkanımız, Kuala Lumpur'da yapılan platformda' 10'uncu
Cumhurbaşkanımız Sayın Sezer, Kuala Lumpur'da yapılan 2003 İslam Zirvesi'nde
konuşma yaparak, bölgede reformların önemine, GODKA'nın başlamasından hem önce,
hem sonra kuvvetli destek ifade etmiş. Bu faaliyet çerçevesinde ekonomiden
eğitime birçok faaliyet yürütülmekte. GODKA üyesi hükûmetler bu faaliyetleri
paylaşarak eşgüdümünü üstleniyor. Türkiye, İtalya ve Yemen 'Demokrasiye Yardım
Diyaloğu' başlıklı bir konunun üç ülke olarak Eş Başkanı. Yemen 'İfade
Özgürlüğü', İtalya 'Siyasi Çoğulculuk ve Seçim Sistemleri', Türkiye ise
'Kadının Toplumdaki Yerinin Yükseltilmesi' alanında koordinatörlük yapıyor.
Aslında Türkiye'nin böyle bir başlık altında koordinatörlük yapması,
Türkiye'nin iftihar edeceği bir husustur. Halkının önemli bir kısmı Müslüman
ama modern çağdaş değerleri benimsemiş birisinin hakikaten üçüncü dünya ülkesi
dediğimiz temel hak ve özgürlükler açısından çok gerilerde olan bir dünyada
kadın-erkek eşitliğini gündeme getirmesi, bunun öncülüğünü yapması, bu, hem
Büyük Atatürk'ün hem de Türkiye Cumhuriyeti devletinin vizyonudur ve Türkiye bu
çalışmalara katılarak, Cinsiyet Eşitliği Enstitüsünün kurulmasını karara
bağlıyor ve bu yönde çalışmalar yapıyor. Şimdi bunun neresinin ılımlı İslam'la
bir alakası var, ben şahsen anlayamadım. Yani birisi dese ki: 'Şu faaliyetten
dolayı, bu çabadan dolayı'' Devlet olarak yürütüyoruz bunu. Bu Hükûmetin tek
başına yürüttüğü bir politika değil bu. Biz yoksak bir başkası, eğer bu türlü
bir çaba, gayret içerisinde olmayı Türkiye'nin yararına görüyorsa buna
katılacak.
Kaldı ki hepimiz şunun bilinci içerisindeyiz: Dış
politikada hayallere yer yok. Dış politikada gözeteceğimiz bir tek husus var:
Ülkemizin menfaati. Ülkemizin menfaati gerektiriyorsa, olacağınız yerde
olursunuz, olmayacağınız yerde olmazsınız. Şimdi elbette G-8'ler başta olmak
üzere yirmi tane ülke bu işin içerisindeyse -yirmi sekiz ülke yapıyor- Türkiye
kendi bölgesinde güçlü bir devlet olacaksa, kendi gücünü artıracak, etkinliğini
artıracak, kendi düşüncesini, kendi politikasını benimsetecek her türlü
faaliyetin içerisinde olması Türkiye'nin yararınadır. Kaldı ki kadın-erkek
eşitliği konusunda bir çaba gösteriyorsa, bu işe öncülük ediyorsa, bu iftihar
edilmesi gereken bir hususken, maalesef, nereden alındığını bilemediğim bir
yorumla, bu, Hükûmetin ve partinin aleyhine ılımlı İslam'la bağlantılı bir konu
hâline getiriliyor. Bu, gerçekten hayret verici bir husustur. Burada bu
faaliyete ortak olan Türkiye Cumhuriyeti hükûmetleridir.
Sayın Başbakanın Eş Başkanı olduğu bir başka konu var. O,
'Medeniyetler İttifakı'dır. Bu ise Birleşmiş Milletlerin kararı çerçevesinde
yürütülen bir faaliyettir. Medeniyetler çatışması yerine, bizim dış
politikamızın değişmez hükmü 'Yurtta sulh, cihanda sulh', ülkenin menfaatini
biz bu politikada görüyoruz, böyle bir prensibin hayata geçilmesinde görüyoruz.
Çatışmayı teşvik eden, çatışmadan yana olan her türlü fikrin, her türlü
politikanın karşısındayız. Şimdi belli ki medeniyetler çatışmasını savunan bir
kısım yazarlar var, bir kısım politikacılar var, bu çatışmadan menfaat elde
etmeye çalışan dış dünyada bir kısım çevreler var. Biz ise tam tersini
söylüyoruz. Biz, elbette bir başka medeniyetten geliyoruz. Bu, bizim
tarihimizin belli bir dönemi. Şimdi çağdaş medeniyet yapısı içerisinde yer
almaya çalışıyoruz, bu da Avrupa Birliği politikası. Şimdi Türkiye gibi hem
halkının önemli bir kısmı Müslüman ama öbür tarafta da demokratik, laik
değerleri benimsemiş, özümsemiş. Gerçekten dar bir kesimin dışında, vatandaşta
böyle bir kavga da yok, böyle bir hazımsızlık da yok. Bunu iddia ederim, her
türlü şeye de varız. Yani yukarıdaki dar bir kesimin kısır çatışmasının dışında
vatandaşta böyle bir kavga yok. Kimse kendi özel kavgasını bu kavramların
arkasında sürdürmeye çalışmasın diyoruz, çünkü uzunca bir zamandan beri olan
budur. Sokağa çıkıp baktığımızda, bunun çok açık örneklerini görebiliyoruz.
Çünkü bir sosyolojik vetire zaten bu modernleşmeyi, çağdaşlaşmayı sürdürüp
götürüyor.
O nedenle, Türkiye hem bir taraftan bu değerleri
benimsemiş ama bir Asya ülkesi, öbür taraftan Avrupa ülkesi, bir taraftan İslam
ülkeleriyle iyi ilişkileri var, öbür taraftan Batı demokrasileriyle, Batı
ülkeleriyle. Böyle bir ülkenin dünya barışına, mümkünse bölge barışına katkı
sağlaması Türkiye'nin gücünü, güvenirliğini, dış politikadaki itibarını
artırır. Bu, Türkiye'yi daha güçlü kılar. Biz sıradan bir devlet değiliz. Biz,
aşiretten imparatorluğa giden bir tarihi vetireden, bir tarihi süreçten
geliyoruz. Bunu övünmek anlamında söylemiyorum, bu gerçek olan bir şeydir. Biz
belki kendi iç çekişmelerimizle kendi gücümüzün farkında değiliz.
Dışarıdan bakıldığında, Türkiye, gerçekten büyük bir
ülkedir, tahmin ettiğimizden daha büyük bir ülkedir ve yapabileceği çok iyi
işler var. Bu Medeniyetler İttifakı Projesi'nde de bir Eş Başkanlık yapıyor,
burada kişisel olarak Tayyip Erdoğan Başbakan, öbür taraftan da İspanya
Başbakanı. Şimdi bu ise zaten herkesin gözü önünde, niye yapıldığı belli, neden
yapıldığı belli ve bu da Türkiye'nin itibarı açısından fevkalade önemlidir
diyoruz. Türkiye'nin, başka politikalarını sürdürürken bu çabaları büyük ölçüde
etken olmakta, Türkiye'nin dış dünyadaki imajı ve popülaritesi açısından da
önem arz etmektedir.
O nedenle, dış politikayla ilgili bir metin yok, bir
belge yok, bir karar yok ama buna rağmen neresinden tutularak bu laiklik
karşıtı bir politika olarak takdim edildi, doğrusu ben bugüne kadar bunu
anlayabilmiş değilim, bunu ifade etmek istiyorum.
Kaldı ki BOP olarak bilinen GODKA toplantısına Sayın
Başbakan G-8'lerin daveti üzerine katılıyor. Üstelik bununla ilgili Washington
Büyükelçiliğimizin 'Sayın Loğoğlu o zaman orada görev yapıyordu- bu toplantıya
davet edildiğini -bu meslekte görev yapan değerli üyemiz bilecektir- bir
telgrafla da zaten bildiriyor, kamuoyuna da açıklanıyor. Dolayısıyla gizli
kapaklı kapılar arkasında yürütülen bir politika değil, resmen bilinen,
açıklanan, ne nedir, bu belli olan bir politikadır ve böylece sürdürülmektedir.
Şimdi, Sayın Başkan, sözlerimin sonuna geldim, sabrınız
için çok teşekkür ediyorum sizlere. 1 Temmuz günü Sayın İddia Makamı sözlü
olarak da burada bazı görüşler ileri sürdü, şimdi onlara kısaca temas edeceğim.
Bazı yeni olaylar gündeme gelmiş oluyor, evvela bunun
hukuken mümkün olmadığını bir hukukçu olarak altını çizmek istiyorum, çünkü
bizim hukuk sistemimizde esas olan şudur: Delilleri toplarsınız, ondan sonra davayı
açarsınız. Yoksa ben bir davayı açayım, sonradan, arkasından, 'Göç yolda
düzülür.' mantığı içerisinde bir yargılama yapılamaz. Çünkü eğer ispatı mümkün
olmayacak iddialarla mahkemeler meşgul edilecekse, zaten yeteri kadar iş yükü
var'
Onun için, Yüksek Mahkemenin içtihadına da konu olmuş
olan bir hususu ifade etmek istiyorum. Davada ileri sürülen hususlar dava
tarihinden önce olması gerekir. Daha sonraki beyanlara dayanmış olması, bu
davayı açarken zayıf noktalardan hareket ettiğinin çok açık bir göstergesidir.
Bu, hukuken kabul edilebilecek bir husus değildir, bunu bilhassa belirtmek
istiyorum.
İkincisi: Şimdi, şiddete delil olarak, Ulaştırma Bakanı
arkadaşımız Binali Yıldırım'ın bir beyanını kullanıyor büyük ölçüde. Şimdi
bakınız, biz onu geçen sefer de iddia ettik, dedik ki: Orada geçen 'kanlı',
kapatılan partinin sözleri arasında da bir 'kanlı' lafı geçti ya, o 'kanlı'dan
bu 'kanlı'ya bir irtibat kurabilmek adına, bizim oradaki iddialarımıza rağmen,
ispatımıza rağmen tekrar burada gündeme getiriyor. Şimdi bu konuşmanın CD'sini
de sunuyoruz ve çözümü de var burada, çözümünü de getirdik. Şimdi o konuşmanın
içerisinde 'kanlı' lafı geçmiyor. 'Kanlı' lafı geçmiyorsa o zaman zaten bunun
bir anlamı yok. Buna rağmen, sanki işte bu partinin yakın bir tehlike olduğunu
göstermek, cebir ve şiddeti teşvik ettiğini göstermek adına, bula bula, aslı
olmayan -bu buradadır- bir metni getirip hem koyuyor hem de burada sözlü
mütalaa olarak söylüyor. Bu kesinlikle doğru değildir. Bu da aslı olmayan bir
delil, bunu söylemek istiyorum.
İkinci olarak bir başka husus şu: AK PARTİ'nin kendisinin
veya üyelerinin Atatürk'e karşı olduğu gibi bir imajı, bir kanaati, bir
suçlamayı da oluşturuyor. Bize bir tek beyan gösterilemez, varsa zaten bir tek
o kişinin 'demin söyledim- Mimar Sinan Belediye Başkanı' Yargı süreci bildiğim
kadarıyla devam ediyor. Biz, buna rağmen, böylesine sorumsuzca laflar ya da
şakalar yapan birisinin doğru olmadığını partiden ihraç ettik. Onun dışında,
bana 14 Ağustos 2001'den bugün bu savunmayı yaptığım 3 Temmuz 2008 tarihine
kadar, partiyi temsilen, bir tek beyan gösterilemez, bir tek karar
gösterilemez.
Ama Sayın İddia Makamının yaptığı bir şey var, bunu
doğrusu çok doğru bulmuyorum: Televizyonda birisi bir konuşma yapıyor,
Mussolini'den bahsediyor, Humeyni'den bahsediyor vesaire. Şimdi, televizyon
kanallarına çıkan her kişiyi bizimle irtibatlı kılacaksak, o zaman vay
hâlimize! Şimdi, bu partinin üye kayıtlarının tamamı Başsavcılığın emrindedir.
Kişinin kim olduğu bellidir, ismi bellidir, kimliği bellidir, açar kontrolünü
yapar. Eğer bizimle ilgiliyse, bu iddiayı koyar. Kaldı ki bizimle ilgiliyse
bile, yasada hüküm var, evvela bunun partiden uzaklaştırılması noktasında
yapması gereken bir tür işlem var. Bu işlemlerin hiçbirisi yapılmıyor veya o
kişinin partiyle alakası yok, hiç alakası yok. Her deli saçmasını bizimle
irtibat kurarak bir iddianame hazırlayacaksak -her mahallenin bir delisi
vardır- o zaman biz bu işin içerisinden nasıl çıkacağız' Onun için, o türlü
saçma sapan bir kısım beyanları da, bu parti, AK PARTİ, Atatürk'ün düşmanıdır'
Biz, Atatürk'ün bu ülkeye neler kazandırdığının, samimi
olarak, farkındayız. Bunu da hiç kimseyle bir ölçme noktasına, yarışına da
girmeyiz. Hepimiz, Atatürk'ü, anlayabildiğimiz kadar, anlayabildiğimiz nispette
seviyoruz ve sevmeliyiz. Bu ülkenin yetiştirdiği çok büyük bir devlet adamıdır.
Özellikle yaşadığımız sıkıntıları, bölgemizde, ülkemizde, dünyada yaşadığımız
sıkıntıları gördükçe, zamanında söylenen sözlerin, yapılan açıklamaların ve
değerlendirmelerin, Nutkun ne anlamda ileri görüşleri ifade ettiğini bilen bir
siyasi heyetiz.
Dolayısıyla bir önyargıyla, bir genel yaklaşımla, bizimle
alakası olmayan bir kısım görüşleri buraya, gündeme getirmek suretiyle, 16
milyon seçmenin desteğini almış bir partiyi bu türlü karalamaların içerisinde
olmak, bence çok doğru olmaz. Bu, bir siyasi söylem konusu olabilir, ona bir
şey demiyorum ama biz burada bir hukuki işlem yapıyoruz, çok ciddi bir işlem
yapıyoruz. Siyasette böyle zaman zaman mesnedi olmayan laflar söylenir, keşke
söylenmese. Ama sonunda bir tüzel kişilik idama gidecekse, bunun delillerinin
çok sağlam olması lazım, iyi araştırılması lazım. Bakın bu çok zor bir şey
değil. Teknolojide' Üye kayıtları zaten bilgisayarda. Bunun anında, bir iki
saniye içerisinde, bir iki dakika içerisinde bizimle ilgili olduğu açıkça
ortaya çıkar. Biz bunu söyledik ama son mütalaasında da bununla ilgili bir
kayıt, bir belge getirmedi, doğrusu bunu da yadırgadığımı, doğru bulmadığımı
hukuk adına ifade etmek istiyorum.
Bir kısım Türkiye'deki tarikatlarla vesairelerle
bağlantısı var imajı, bunların ne delili var ne de bir başka türlü ispat imkânı
var. Bir genel değerlendirme olarak bunu siyasetçiler yapıyor ama hiç olmazsa
İddia Makamının buna uygun bir değerlendirme yaparken daha sağlıklı bir hareket
noktası ortaya koyması gerekiyordu.
Söylediğim gibi, biz 1.006 tane yasa çıkarmışız bugüne
kadar. Bu 1.006 yasanın hepsi şu veya bu şekilde kamuoyu tarafından biliniyor
ve bunların çok önemli bir kısmı da Avrupa Birliğiyle bağlantılı yasalardır, müktesebatla
uyum yasalarıdır. Eğer siz zaten dine referans veriyorsanız, bu yasaların
Avrupa Birliği açısından da kabul edilebilir bir yanı yok.
Bir konu kaldı, boşta kalmasın, göz ardı etmek
istemiyorum: Sayın Başbakanın Uşak'ta yaptığı bir konuşma var. Af yetkisiyle
ilgili orada demiş ki: 'Benim affetmeye ne yetkim var'' Esas itibarıyla, işin,
mağdurun bu noktadaki rızası anlamına gelebilecek bir beyan. Aslında bu
konuşmanın tümünü birden değerlendirdiğinizde olan şey şudur: Ben de Adalet
Bakanı olarak ne zaman cezaevlerine gitsem 'Baba, bize af yok mu, af ne zaman''
diye ilk soruları budur. Kimse ne cezaevinin şartlarını söyler, ne yiyecek,
içecek söyler, ne başka bir şey söyler. Biz afkolik olmuş bir toplumuz.
Bildiğim kadarıyla kırk sekiz 'sayısını bile unuttuk- defa af çıkarmışız. Şimdi
kırk sekiz af, 84 yıllık cumhuriyet dönemimizde kırk sekiz af çıktığında' Ne
yargının ne cezaların etkisini bırakmıyor bu aflar. Bunun ne kadar sıkıntılı
olduğunu ben meslek hayatımda da gördüm. İdam talebiyle yargılanan oldu,
annesini ve kız kardeşini vahşice benim bir ilçemde katleden oğul idama mahkûm
oldu, o zaman idam vardı. Annesi ve şey mezarda. Ama muhitteki bilinen adıyla
Topal Rıfat dışarıda yaşıyor şimdi. Şimdi bu afların toplumda meydana getirdiği
bir reaksiyon var, bir tepki var. Onun için 'Af yok mu'' diyenlere, neticede,
Başbakanın, spontane olarak 'Benim böyle bir yetkim yok.' tarzında vermiş
olduğu bir cevap. Buradan hemen diyet meselesiyle bir irtibat kuruluyor. Onun
için, yani bağlamından kopardığınızda -demin faiz meselesinde de söyledim-
hemencecik bu irtibatları kurabilirsiniz. Hâlbuki bu çok doğru değil.
Çağdaş ceza hukuku sisteminde yeni yeni müesseseler
kuruluyor, yeni yeni anlayışlar var, bunları iyi bilmek lazım. Biz bunların bir
kısmını Avrupa'dan aldık. Bir kısmı kendi tatbikatımızda var, geçmiş ceza
yasasında da var. Mesela, eski TCK 414'e göre mağdurenin muvafakatiyle ceza
erteleniyor, Bu bildiğimiz bir şey. Şimdi, şikâyete bağlı hususlarda, şikâyete
bağlı suçlarda bir uzlaşma müessesesi getiriliyor. Neden' Hem yargının iş
yükünü azaltmak hem de ceza siyaseti açısından bu doğru olduğu için. Bu, Batı
hukukunda var. Amerikan filmlerinde bile görüyoruz. En ağır suçlarda bile bir
uzlaşma imkânı var mıdır, yok mudur diye Amerika bunu çok daha büyük ölçüde
uyguluyor. Ben Adalet Bakanıyken üç defa toplantıya katıldım Avrupa Konseyinin
düzenlediği. 'Alternatif Uyuşmazlık Çözümleri' diye Avrupa Konseyinin yürüttüğü
faaliyetler var. Yani, hukuk alanı dinamik bir alan. Şimdi bütün bunlardan ari
olarak, siz, oradaki af talebine Başbakanın toplumun meydana getirdiği bu
rahatsızlıkları dile getirme anlamından yola çıkarak, bir şeriat müessesesini
getirmeye çalışıyor, buradan da çok hukukluluk' Yani biz şu kadar zamandır
iktidardayız, bula bula, orasından burasından çeke çeke bir' Bununla mı çok
hukukluluk isteniyor, neresinde var' Bu kadar düzenleme yaptık. Bana bir tane
madde göstersinler ki, bu, çok hukukluluğa işaret ediyor.
Biz, hatırlarsanız, Anayasa'da değişiklik yaptık, tahkime
imkân vermek, Türkiye'ye yabancı sermaye gelsin diye, bizden evvelki hükûmet
yaptı, biz yapmadık. Doğru bir şey yapıldı. Üstelik de apar topar Meclis
toplantıya çağrıldı 57'nci Hükûmet döneminde. Neden' Niye' Çünkü Türkiye'de çok
değişik sebeplerden dolayı, yabancı sermayenin, hukuk sisteminden dolayı bir
kısım tedirginlikleri var. Bunu anayasal bir dayanağa bağlamak suretiyle, 'Gel
sen Türkiye'ye yatırım yap, istiyorsan, bir ihtilaf vuku bulduğunda, bunu
tahkime götür, hakeme götür.' Şimdi bu zaten anayasal bir müessese.
Bununla söylemek istediğim şey şu: Hukuk dinamik bir
yapıya sahip. Her gün yeni gelişmeler oluyor. Hem ceza hukuku alanında hem
medeni hukuk alanında hem uluslararası hukuk alanında birçok değişmeler var,
gelişmeler var. O nedenle, eğer bir iktidar değerlendirilecekse, şu veya bu
şekilde bir beyandan yola çıkarak değil, altı senedir işbaşında olan bir
hükûmetin tüm icraatları, partinin tüm faaliyetleri dikkate alınarak bir karara
varmak mümkün iken, çok hukukluluğa buluna buluna böyle bir cümleden yola
çıkarak bir yorum getirilmeye çalışılıyor. Doğrusu, bu da gerçekçi de değil,
bana kalırsa doğru da değil.
Sayın Başkan, sayın üyeler; söylemek istediğimin aşağı
yukarı önemli bir kısmını kısaca söylemeye çalıştım. Arz ettiğim gibi, yazılı
olarak sizlere takdim ediyoruz, eski metinlerle birlikte takdim ediyoruz.
Konuşmaların bir kısmı bu metinde olmayabilir. Bu bütünlük içerisinde bu
konuşmaların değerlendirileceğine inanıyoruz. Bu davanın reddedilmesi
gerektiğini düşünüyoruz. Gerçekten bunun çok önemli olduğu kanaatindeyiz.
Bir dava açılmıştır. Bu davanın açılmamış olmasını
temenni ederdik. Daha açılmış olmasıyla birlikte zaten toplum olarak bir bedel
ödedik, ödemeye devam ediyoruz, parti olarak da ödedik.
Bu davanın demokrasimize bir katkısı yok, hukukumuza da
bir katkısının olduğu ve olacağı kanaatini katiyen taşımıyoruz. Bir şeye
katkısı yok, bir şeye faydası yok, ama ekonomiden dış politikaya, devletin
işleyişine, özellikle Türkiye'nin içinden geçmekte olduğu şu zor dönemde birçok
şeye zarar verdiği ortadadır. Bunu burada açmak istemiyorum, yani bu belki ayrı
bir tartışmanın konusudur, belki de bu platform buna müsait değildir.
Biz 2002 18 Kasımından bugüne kadar ekonomide, siyasette,
hukukta ve başka alanlarda ne yaptıysak -bunların hepsi devletin dokümanlarında
var, devletin arşivlerinde var, Meclis tutanaklarında var- kamuoyu önünde
yapılıyor.
Bu davanın reddedilmiş olması Türkiye'nin imajı açısından
da, demokratik sistemin işleyişi açısından da, sorunlara çare bulma açısından
da, hepsinden önemlisi, ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü ve demokrasinin
yarıçapı açısından ne anlam ifade ettiği bakımından fevkalade önem arz ediyor.
Davanın bütün bu nedenlerle reddini talep ediyoruz.
Ayrıca, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bir
beklentimi, bir temennimi de ifade etmek istiyorum, iyi kötü dünyada olup
bitenleri bilen, yazılanları okuyan bir insan olarak ifade etmek istiyorum ki:
Bugün özgür bir Batı dünyası varsa, bu işin öncülüğünü yapan o ülkenin
yargıçları olmuştur, hukuk adamları olmuştur. 1950'li yıllarda McCarthyizm'in
Amerika'yı kasıp kavurduğu dönemde, o kaostan ülkeyi çıkaran ve bugün ne kadar
varsa, özgür bir Amerika, Yargıç Warren'in ve onunla beraber hareket eden
yargıçların, hukuk adamlarının çabasının sonucudur.
Bugün Avrupa dediğimiz başta Almanya, İtalya olmak üzere,
uzun yıllar nazizmin, faşizmin tortularını taşımış ülkelerde bugün demokrasi
varsa, belli ölçülerde zaman zaman onları örnek almaya çalışıyorsak, inanıyorum
ki, orada da bu işin önünü açan, demokrasinin önünü açan ve bugün bulunduğu standarda
demokrasiyi ve özgürlükleri yükselten o ülkenin yargıçları olmuştur. Bizim
ülkemiz de bu özgürlükleri hak ediyor, bu demokrasiyi hak ediyor, bunun yolunu,
bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da açacak olan Türk yargısının değerli
mensuplarıdır. Eski bir Adalet Bakanı olarak bu konudaki inancımı hiç
kaybetmedim. Bu inancımı bu vesileyle tekrar sizin huzurunuzda da ifade etmek
istiyorum. Sabrınız için çok teşekkür ederim.
Davanın reddi talebiyle, hepinize saygılar sunuyorum.
BAŞKAN ' Teşekkür ederim Sayın Çiçek.
Sayın Bozdağ, sizin ekleyeceğiniz bir şey var mı'
AK PARTİ GRUP BAŞKAN VEKİLİ BEKİR BOZDAĞ ' Efendim, ben
de saygılarımı sunuyorum Sayın Başkan size ve değerli üyelere.
Sayın Cemil Çiçek Bey partimiz adına söylenmesi gereken
hususları özetleyerek aktardı. Görüşlerini, ilk cevabımızı, esas hakkındaki
savunmamızı ve şu anda sözlü olarak dile getirilen hususları yinelediğimi ifade
ediyor, davanın reddine karar verilmesini saygıyla talep ediyorum.'
BAŞKAN ' Adalet ve Kalkınma Partisinin kapatılması istemiyle
açılan davada sözlü savunmaları yapmak üzere Devlet Bakanı ve Başbakan
Yardımcısı Sayın Cemil Çiçek ve Türkiye Büyük Millet Meclis Grup Başkan Vekili
Sayın Bekir Bozdağ'ın sözlü savunmaları dinlendi, kayda alındı.
Teşekkür ediyorum efendim.
İyi akşamlar.
-
Davalı Parti adına yapılan sözlü savunma sırasında ayrıca aşağıdaki yazılı
metin sunulmuştur:
'Sayın Başkan,
Sayın Üyeler,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sayın Abdurrahman Yalçınkaya
tarafından Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında açılmış olan dava sebebiyle
sözlü olarak bu konudaki düşüncelerimizi ifade etmek için huzurunuzdayım.
Heyetinizi saygıyla selamlıyorum.
Davalı Parti Genel Başkanı'nın beni ve arkadaşımı görevlendirme
yazısını ibraz ediyorum.
Bu dava ile ilgili olarak daha evvel ibraz ettiğimiz ve
yazılı olarak sunduğumuz görüşlerimizi aynen tekrar ediyorum. Bu cevaplarımızda
ve eklerinde ayrıntılı bir şekilde Sayın Başsavcının iddialarına karşı
açıklamalarda bulunduk. İddianamede ileri sürülen hususların neden doğru
olmadığını, neden hukuki olmadığını, hatta bir kısım iddiaların neden
partimizle ilgisinin bulunmadığını ve davanın neden reddedilmesi gerektiğini
ortaya koyduk.
Sayın Başkan,
Sayın Üyeler,
Mevzuatımızda Parti kapatmayla ilgili hükümler bulunsa da
bunun açılmış en son dava olmasını temenni ediyorum. Çünkü siyasi partiler
Anayasaya göre demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Bu aynı
zamanda demokrasi teorisinin evrensel normudur. Anayasal demokrasi ancak siyasi
partiler yoluyla tatbik imkanını bulur. Bireylerin siyasete katılımları,
örgütlenmeleri, siyasi eğitim almaları, partiler aracığıyla en geniş şekilde
sağlanır. Esasen Cumhuriyetimizin temel niteliklerinden biri olan 'Demokratik
devletin' iki evrensel şartı vardır. Biri genel seçimler, diğeri ise çok
partili bir siyasi hayat. O nedenle modern demokrasiler aynı zamanda 'partiler
demokrasisi'dir. Demokrasiyi geliştiren partilerdir ve onlarsız bir demokrasi
düşünülemez.
Toplumdaki farklı görüş ve taleplerin siyasi sisteme
taşınmaları, sivil toplumla siyasi sistem arasında sağlıklı bir iletişim ve bağ
kurulması, taleplerin aşağıdan yukarıya doğru bir yol katederek uygulanabilir
politikalar haline gelmesi hep siyasi partiler aracılığı ile gerçekleşmektedir.
Anayasa Mahkemesi yeni verdiği bir kararda (2002/1 Esas, 2008/1 Karar),
'Siyasal çoğulculuğu ve katılımcılığı esas alan kurullar ve kurumlar düzeni
olan çağdaş demokrasilerde, bireysel iradeleri birleştirip yönlendirerek onlara
ağırlık kazandıracak özgün kuruluşlara duyulan gereksinim, dağınık siyasal
görüşleri birleştirmek suretiyle halk iradesini oluşturan ve açığa çıkaran
siyasi partiler vasıtasıyla karşılanmaktadır. Partiler, belli siyasal
düşünceler çerçevesinde birleşen yurttaşların özgürce kurdukları ve özgürce
katılıp ayrıldıkları hukuksal yapılardır. Siyasi partilerin kendilerine göre
öne çıkardıkları ülke sorunlarına ilişkin farklı çözüm önerileri getirmeleri
demokratik siyasal yaşamda üstlendikleri işlevin doğal sonucudur. Bu nedenle
siyasi partiler, Anayasa'nın konuya ilişkin kurallarıyla Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesinin 'Örgütlenme', 'Düşünce ve ifade özgürlüğü' konusundaki 10 ve
11'inci maddelerinin koruması altındadırlar.' demektedir.
Toplum hayatımızda ifade ettiği bu önemli rol sebebiyle
siyasi partiler yeri bir başka organizasyonla doldurulamayacak kadar hayati
kuruluşlardır.
Bu ve benzeri birçok sebepten dolayı demokrasilerde
siyasi partiler için ister hukuki, ister teamüli olsun önemli teminatlar
getirilmiştir.
Siyasi partilerin yaşamaları esastır; kapatılmaları
istisnadır.
Siyasi parti özgürlüğü, çoğulcu demokrasilerin olmazsa
olmazı olan düşünce ve ifade özgürlüğü ile örgütleme özgürlüğünün özel bir
kullanım biçimidir. Hatta ifade özgürlüğü bu nedenle örgütlenme özgürlüğünün
kollektif kullanımıdır. İfade özgürlüğü ve bu özgürlüğe sağlanan güvenceler de
anayasal demokrasilerin kilit taşıdır.
Şüphesiz bir demokraside meşru parti faaliyeti yalnızca
pozitif hukuk tarafından tanınan hakların kullanılmasındaki aksaklıkları değil,
henüz pozitif hukuk tarafından tanınmamış hak ve özgürlük taleplerini de
gündeme getirmeyi kapsar. Bu sebeple ifade özgürlüğü bütün fertler için,
vazgeçilmez değerde bir insan hakkı olmakla beraber, demokrasilerde bu
özgürlüğe en fazla ihtiyaç duyan da siyasi partilerdir.
Anayasa Mahkememiz de, bir kararında siyasi partilerin
davranışları karşısına bir takım fiili engeller ve müdahaleler çıkarılmaması,
bunları anayasa ile tanınmış hakların kullanılmalarının engellenmemesi
gerektiğini vurgulamış ve siyasi partilerin bu manadaki rolünü benimsemiştir
(2001).
Siyasi partileri şeklen demokratik siyasi hayatın
vazgeçilmez unsurları kabul edip, yeterince ifade özgürlüğü tanımıyorsak o
sisteme anayasal demokrasi ve çağdaş demokrasi denemez. Açılan davanın bu
yönüyle dahi gerçekten tartışılması ve reddedilmesi gerekir.
Siyasi partilerle ilgili olarak üzerinde yeterince
durmadığımız bir başka husus ta şudur. Siyasi partiler aslında bir ülkenin
toplumsal gerçekliğini yansıtan ayna rolünü gören kuruluşlardır. Açıkçası
siyasi partiler sosyolojik gerçeklerdir. Bu gerçekliği göz ardı ederek başarılı
bir demokrasi kurulamaz. Eğer siyasi partiler sosyolojik toplumsal gerçekliği
yansıtan aynalar ise, aynayı kaldırmak gerçeği kaldırmak anlamına gelmiyor. O
gerçek bir başka şekilde kendini ortaya koyuyor.
Bunu en iyi anlayacak ve değerlendirecek olan bizleriz.
Bu konuda yeterince ve çok sayıda tecrübeye sahibiz. Varlıklarını bir anayasal
problem olarak kabul edip, kapattığımız çok sayıda siyasi parti oldu. Kapatma
yoluyla tedbir almadığımız hemen hemen hiçbir toplum kesimi kalmadı.
CHP, AP gibi büyük kitle partilerinden tutun, ideolojik
partilere kadar ister olağan dönemde, ister olağanüstü dönemlerde, ister yargı
yoluyla , ister başka türlü. Bir özeleştiri yaparak soruna baktığımızda parti
kapatmalar toplumda siyasi kırılganlığı arttırmaktan, toplumsal örselenmeye
sebep olmaktan öteye ne netice elde edildi diye bir maliyet analizi yapmamız
gerekmektedir. Bunu bir savunma söylemi olarak değil, siyaset bilimi açısından
bir gereklilik ve bir tespit olarak söylüyorum.
Toplumdaki çeşitlilik unsurlarını, kurumsal ve siyasal
hayattan tasfiye etmek, böyle bir çaba içinde olmak, demokrasi için bir
tuzaktır. Çünkü bu yol demokrasiyi kendi öncüllerinden uzaklaştırır ve tam
karşıtı olan istemediğimiz rejimlerin ya da sakat anlayışların kucağına iter.
Bu sebeple günümüzün demokrasi anlayışında çoğulculuk ve çeşitlilik esastır.
Politik ya da konjoktürel saiklerle toplumsal gerçeği reddetmenin pratikte bir
faydası olmamıştır.
Ayrıca, toplumun belli bir kesimi tarafından yanlış
görülen düşünceler veya politik teklifler, değişim süreci içersinde hem öyle
asırlar falan geçmeden kısa sürede politik uygulanabilir seçenekler haline de
dönüşebilirler. Hem insanlık tarihinde hem Türkiye siyasetinde bunun çok
örnekleri görülmüştür. Ben kendi çevreme baktığımda 60'lı yıllarda en hararetli
bir şekilde her şeyin devletleştirilmesini savunanların bugün nasıl
özelleştirmeden yana olduklarını, her türlü yabancı sermayeye karşı her şeyin
millileştirilmesini talep edenlerin bugün aman yabancı sermaye Türkiye ye
gelsin diye nasıl yoğun bir çaba içersinde olduklarını müşahede edebiliyorum.
Dolayısıyla dünün devletleştirmecileri ve benimki gibi millileştirmecileri
bugün ülke sorunlarında bir noktaya gelebilmişlerdir.
Hepimiz kendi hayatımızda dün nelerin yasak olduğunu
bugün ise o yasakların ne kadar anlamsız olduğunu gördük, yaşadık ve yaşıyoruz.
Yine şu kısa hayatımız içerisinde çok zaman geçmeden,
öyle yarım asır, bir asır veya çeyrek asır geçmeden fikirlerimizde çok köklü
değişiklikler olduğunu gördük. Mesela kendi hayatımızda bir zamanlar Nazım
Hikmet'e kimler karşı idi, şimdi kimler şiirini okumaktadır' Doğru olan
bugünküdür.
Dolayısıyla burada söylemek istediğim şey şu: Eğer bir
toplumda dengeler yerli yerine oturmadıysa, toplumda sağlıklı bir sosyal yapı ,
bir ekonomik yapı, istikrarlı siyasi bir yapı ve süreç söz konusu değilse bu
neviden dönüşümler, bir taraftan öbür tarafa kıymet hükümlerinde değişiklikler
olmaktadır. Dünün yasakları ve yasak fikirleri, bugünün siyasi alternatif ve
çözümleri olarak karşımıza çıkabilmektedir. Bunun en kapsamlı projesi Avrupa
birliğidir.
Geçmişte kimler Avrupa birliğine karşı oldu' Şimdi aman
Avrupa birliğine girelim diyen bunu yüksek sesle söyleyenler kimler' Şüphesiz
hepimiziz, hepimiz değiştik. Öyleyse, yarının muhtemel doğrularını bugün yasak
ya da düşman ilan etmek, değişimin değişmez dinamiğine ters düşmektedir.
Onun için Sayın Başkan, Sayın Üyeler demokratik
toplumlarda siyasetin bir işleyiş tarzı var. Vatandaş partilerin politikalarını
değerlendirir ve seçim dönemlerinde bu politikalara karşı kendi tepkilerini
ortaya koyar. Böylece bir çok yanlış ve eksik, bu süreç içerisinde
kendiliğinden ortadan kalkar. Yanlışında ısrar eden siyasi partiler, kendi
varlıklarını ve geleceklerini de tehlikeye sokar. Siyasi partilere karşı cebri
tedbirler ancak çok zaruri durumlarda istisnai durumlarda, uygulamaya
sokulabilecek, sık kullanılmaması gereken yöntemlerdir.
1982 Anayasası'nın yürürlüğe girmesinden sonra yapılan
seçimlere baktığımızda gördüğümüz hadise şudur: Çok partili hayata geçtiğimiz
ilk dönemlerde insanlar babadan oğula aynı partiye oy verirken, şimdi Türk
seçmeni kendi hür iradesiyle oyunu kullanmakta ve siyasi iktidarları
belirlemektedir. Bütün partilerin seçimlere katıldığı 1987 seçiminde Anavatan
Partisi % 35'le iktidar olmuştur. 1989 Mahalli İdareler Seçimleri sonuçlarına
baktığımızda aradan geçen iki sene içerisinde Anavatan Partisi beklentileri
karşılamadığı ve toplumun hassasiyetlerine karşı gerekli duyarlılığı göstermediği
için oyu % 21,75'e düşmüştür ve 1991 Genel Seçimlerinde % 27 ile DYP birinci
parti olmuştur. 1991-1995 yılları arasında iktidar olan iki ana parti DYP ve
SHP yönetim zaafları, gerekli reformları yapmamış olmaları, toplumsal
beklentileri karşılamadaki başarısızlıkları ve daha başkaca sebeplerle her iki
parti de güç kaybetmiş, 1994 Mahalli İdare Seçimlerinde başta İstanbul ve
Ankara gibi Büyükşehir Belediye Başkanlıkları'nı ve 1995 Genel Seçimlerini RP
kazanmıştır. 1999 Genel Seçimlerinin galibi DSP'dir. 2002'ye gelindiğinde
vatandaşın tercihi, kendilerine ülkeyi başarı ile yönetmeleri hususunda yetki
verdiği ama, yönetimlerinden memnun olmadığı için siyasetten uzaklaştırdığı
yukarıdaki partilerden hiçbirisi değil, yeni kurulmuş olan Adalet ve Kalkınma
Partisi'dir. 1999 seçimlerinin üzerinde ayrıca durmak gerekecektir. Çünkü iki
seçim bir arada yapılmış seçmenler aynı anda hem merkezi yönetim hem de mahalli
yöneticiler için oy kullanmış olup, birisi için ehil gördüğü partiyi, diğeri
bakımından tercih etmemiştir.
Bu nedenle, partilere hatalarını en kalıcı, en etkin bir
biçimde gösteren seçmenlerdir ve seçimlerdir. Siyasetin bu doğal akışına zaman
zaman sebebi ne olursa olsun yapılan müdahaleler, her defasında aynı sorunların
yaşanmasına sebep olmaktadır. Çünkü sosyal ve siyasal gerçekliği kavramak bir
matematik gerçeği kavramaktan daha fazla zaman alıcıdır ve fakat sonuçları
itibariyle daha kalıcıdır. Demokratik sistemin ve neticede hukukun, hukuku
uygulayanların bu gerçeğin kavranması noktasında demokratik sabrı, toleransı ve
kolaylığı göstermesi icap eder. Siyasi istikrar, örselenmemiş bir siyasi ve
sosyal doku, ihtiyaç duyulan kan değişimi ve hücre yenilenmesi bu demokratik
sabrın gösterilmesine bağlıdır. Aksi uygulamalar beklenen sonuçları vermemiştir
ve vermemektedir.
Demokratik bir toplum için geçerli olan çoğulculuk,
hoşgörü ve açıkgörüşlülük bunu gerektirmektedir. Avrupa insan hakları mahkemesi
birçok kararında mesela ÖZDEP'le ilgili kararında çoğulculuk olmadan demokrasi
olmayacağını, sözleşmenin 10. maddesinde dile getirilen ifade özgürlüğünün,
yalnız uygun gördüğümüz, bizi rahatsız etmeyen yahut kayıtsız kaldığımız
bilgiler ve fikirlerin için değil, fakat aynı zamanda bizi rahatsız eden,
sarsan, altüst eden bilgiler ve fikirler içinde geçerli olması gerektiğini
belirtmiştir
Yine bu mahkemeye göre, 'bir partinin siyasi projesinin
demokratik devletin cari ilkeleri ve yapısı ile bağdaşmaz görülmesi, onun
demokratik kuralları ihlal ettiği anlamına gelmez. Demokrasinin özü bizatihi
demokrasiyi tahrip etmemek kaydıyla, devletin hali hazırdaki örgütlenme tarzını
sorgulamaya davet edenler dahil olmak üzere, farklı siyasi projelerin
tartışılmasına izin vermektir' diyor.
Burada demokrasiye zarar verme kavramı önemlidir. Sosyalist
Parti kararında da Avrupa insan hakları mahkemesi 'herhangi bir anti demokratik
yönteme başvurma tavsiye edilmediği, şiddet kullanmaya kalkışma veya demokratik
yöntemlerin herhangi bir şekilde reddine ilişkin bir çağrı olmadığı takdirde,
demokrasiye zarar verme olarak kabul edilemez' demektedir.
O sebeple Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ifade
özgürlüğünün kullanılmasından dolayı parti kapatılmasını mübrem bir sosyal
ihtiyacın sonucu olarak görmemektedir. Keza aynı ilkeler Avrupa Konseyi Venedik
komisyonun tavsiye kararında da dile getirilmektedir.
Şüphesiz, Türkiye Avrupa Konseyinin üyesidir ve Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesine de imza koymuş bir ülkedir. Bu kararlar
göstermektedir ki, artık, demokrasinin dünyada bize göresi, bize özgüsü yok,
evrensel normları ve değerleri vardır. Herhalde Türkiye gibi bir ülkeye düşen
de bu kararları dikkate almaktır. Bilinmelidir ki Venedik Komisyonu her ne
kadar Avrupa Konseyi'nin danışma organı ise de siyasi partilerin kapatılmasına
ilişkin kriterleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi istikrarlı bir biçimde
uygulamaktadır. Kaldı ki Türkiye bu komisyona üyedir ve komisyonda üyesi de
bulunmaktadır.
Demokrasilerde, siyasi partiler
kendi görüşleri doğrultusunda oluşturdukları programları
ile halkın karşısına çıkarlar ve iktidarı yarışmacı seçimler sonucunda elde etmeyi amaçlarlar. Serbest seçimler sonucunda
iktidara gelen bir parti, ülke
sorunlarının çözümü için demokrasi ve hukukun üstünlüğü çerçevesinde programını uygulama yetkisine sahiptir.
Demokrasilerde iktidarların el değiştirmesi
ancak seçim yoluyla mümkündür.
Siyasi partiler sahip oldukları
vazgeçilmez konumları nedeniyle, demokrasilerde hukuki güvenceye kavuşturulmuştur. Bu çerçevede
partilerin yasaklanması konusunda
çok önemli koruyucu hükümler getirilmiş ve kapatılmaları oldukça zor koşullara bağlanmıştır. Kapatma
biçimindeki yaptırım, siyasi parti özgürlüğünün özünü ortadan kaldırabileceği içindir ki,
ancak zorunlu durumlarda
istisnai ve en son çare olarak düşünülmektedir. Zira, siyasi partilerin
kapatılması, kişiler açısından idam cezasına denk düşmektedir. Siyasi
partilerin keyfi ve
ölçüsüz olarak yasaklanmasının çoğulcu demokratik rejimin özünü zedeleyeceği kabul edilmektedir.
Nitekim Anayasa Mahkemesi aynı kararında (2002/1 Esas, 2008/1 Karar);
'Böylece, siyasi partilerin diğer kişilerden farklı olarak kuruluş ve
faaliyetlerine ilişkin esaslar anayasal güvenceye kavuşturulmuş, kapatılmasına
yol açabilecek nedenler ise Anayasa'nın 14'üncü maddesindeki temel hak ve
özgürlüklerin kötüye kullanılmasını engelleyen düzenleme de gözetilerek tek tek
sayılmış, yasakoyucuya bunların dışında düzenleme yapmaya elverişli bir alan
bırakılmamıştır.
Belirtilen düzenlemelerle anayasakoyucu siyasi partilerin
varlıklarını sürdürmelerini esas alıp, kapatılmalarını ise ayrık durumlarla
sınırlı tutarak öncelikle demokratik rejimin, sağlıklı biçimde yaşatılmasını
amaçlamıştır; ancak korunması gereğini de göz ardı etmemiştir.'
Batı demokrasilerinde siyasi
partilerin yasaklanması konusundaki uygulama da bu evrensel standartlara uygun olmuştur. Nitekim
Avrupa'da 1950'lerden
bugüne kadarki süreçte sadece üç siyasi parti kapatılmıştır. Bunlardan ikisi, Avrupa'nın yaşadığı
totaliter diktatörlüklerin etkisiyle Federal Almanya'da verilmiş kapatma kararlarıdır. Bu partilerden
Nazi partisi olan Sosyalist
Reich Partisi 1952 yılında, Alman Komünist Partisi ise 1956 yılında kapatılmıştır. Türkiye'de siyasi
parti kapatma yaptırımına sürekli örnek gösterilen Almanya'da, Anayasa Mahkemesi, 1951 yılında
Federal Hükümet tarafından açılan Komünist
Partisi davasında, bir siyasi partinin siyasi yarışma sonucu tasfiye olmasının onun bir yargı kararıyla
yasaklanmasına nazaran daha doğru
olacağı düşüncesiyle, yıllarca
kapatma kararı vermekten imtina etmiş,
ancak Hükümetin başvurusunu geri çekmeyeceğine kanaat getirince kapatma kararı vermiştir. (Donald P. Kommers, The
Constitutional Jurisprudence of
the Federal Republic of Germany, Durham&London:
Duke University Pres, 1989,
s.227-228). Ayrıca, bu ülkede kapatılan partilerin devamı niteliğindeki partilerin halen siyasi
alanda faaliyetlerini sürdürdükleri de bilinmektedir.
Avrupa'da daha sonraki dönemde kapatılan yegane parti ise İspanya'daki Herri Batasuna Partisidir. Bu parti
2003 yılında ayrılıkçı terör örgütü
ETA ile organik bağının bulunduğu gerekçesiyle kapatılmıştır.
Siyasi partilerin kapatılması
konusundaki evrensel standartların, insan haklarına saygılı ve demokratik bir hukuk devleti olan
Türkiye açısından da geçerli
olması gerektiğinde kuşku yoktur. Nitekim 1961 ve 1982 Anayasalarında siyasi partilerin
demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğu açıkça belirtilmiştir. Anayasalarımızda bu
evrensel ilke yer almasına rağmen, uygulamada çok sayıda parti demokratik
sistemlerde ve uluslararası sözleşmelerde öngörülen kriterlere aykırı bir şekilde kapatılmıştır.
Böylece siyasi partilerin
demokrasiler açısından 'vazgeçilemezliği' ilkesi adeta tersine çevrilmiştir. Bu durum, siyasi
partileri uygulamada kolaylıkla 'vazgeçilebilir' hale getirmiştir.
1961 Anayasasının yürürlüğe girdiği tarihten
bu yana Anayasa Mahkemesi tarafından yirmidört siyasi parti kapatılmıştır. Bu sayıya askeri
müdahaleler döneminde
kapatılan siyasi partiler dâhil değildir. Kapatılan parti sayısı itibariyle Türkiye, çağdaş demokrasilerde
kırılması imkansız bir rekorun sahibidir. Sadece 1961 Anayasası döneminde kapatılan parti sayısı
bile tek başına demokratik ülkelerde kapatılan partilerin toplamından daha fazladır. 1982 Anayasası
döneminde daha yoğun biçimde parti kapatma kararları verilerek siyasi alan iyice daraltılmıştır. Öte yandan,
yoğun biçimde siyasi parti kapatma kararı vermekle, ülkedeki sorunlara demokrasi ve hukuk sınırları
içerisinde çözümler üretme
ve sorunları böylece çözme imkanı da ortadan kaldırılmaktadır. Yasaklama biçimindeki yaptırım
nedeniyle düşünce ve siyasi parti özgürlüklerinin içi boşaltılmaktadır.
Türkiye uygulamasının evrensel
standartlara uymadığının en açık göstergesi, Anayasa Mahkemesi tarafından verilen siyasi parti kapatma
kararlarının biri hariç
tamamının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından Sözleşmenin ihlali olarak kabul edilmiş olmasıdır.
I- SİYASİ PARTİLERİN YASAKLANMASINDA
EVRENSEL STANDARTLAR
İddianamede siyasi parti kapatma
nedenlerinden bahsedilirken AİHS hükümleri ve Venedik Komisyonu ilkelerine de atıf yapılmakla birlikte,
Venedik Komisyonu
ilkelerinin siyasi partiler için son derece güvenceli bir koruma sistemi getirdiği, sadece şiddeti
benimseyen siyasi partilerin kapatılabileceğine cevaz verdiği gerçeği görmezlikten gelinmektedir.
Avrupa Konseyi bünyesinde ortak bir
demokrasi standardını oluşturmak amacıyla kurulan Venedik Komisyonu, siyasi partilerin yasaklanması ve kapatılmaları konusundaki 2000
tarihli raporunda şu ilkeleri belirlemiştir:
Siyasi partinin Anayasa'da barışçıl
yöntemlerle bir değişiklik yapmayı savunması tek başına onun yasaklanması ya da kapatılması
için yeterli bir delil olarak görülemez.
Siyasi partiler, ancak şiddet
kullanmayı savunmaları ya da demokratik anayasal düzeni ortadan kaldırmak suretiyle hak ve özgürlükleri
yok etmek amacıyla
şiddeti siyasi bir araç olarak kullanmaları durumunda yasaklanabilir.
Partilerin yasaklanması veya
kapatılması biçimindeki yaptırım istisnai bir tedbir olarak en son çare biçiminde kullanılmalıdır.
Siyasi parti hakkında dava açılmadan
önce, davayı açacak hükümet yada diğer devlet organlarınca, siyasi partinin
özgür ve demokratik siyasi düzen veya hak ve özgürlükler için gerçek bir tehlike oluşturup oluşturmadığına ve kapatma ya da
yasaklama yaptırımı dışında daha hafif tedbirlerle bu tehlikenin önlenmesinin mümkün olup olmadığına bakılmalıdır.
Siyasi parti kapatma davaları, hukuki
usulün tüm güvencelerine yer veren, aleni ve adil bir yargılama sonucunda karara bağlanmalıdır.
Bu ilkelerden de anlaşılacağı üzere, Venedik Komisyonu siyasi
partilerin ancak şiddeti savunma veya
şiddeti politik bir araç olarak kullanma durumunda kapatılabileceğini belirtmektedir.
Diğer yandan, siyasi partilerin
kapatılması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin birçok maddesiyle ilgilidir. Partilerin tüzel kişilik
olarak kurulması ve
faaliyette bulunması, temel olarak 11 inci maddenin koruması altındadır. AİHM, siyasi parti
özgürlüğünü örgütlenme özgürlüğünün bir unsuru olarak görmektedir.
Siyasi partilerin kapatılmasına
ilişkin davalar Sözleşmenin 10 uncu maddesiyle korunan ifade özgürlüğüyle de yakından
ilgilidir. Kapatma davasında
sunulan 'delillerin' neredeyse tamamı ilgili parti üyelerince değişik tarihlerde yapılan açıklamalardan
ibaret olduğundan, dava açısından ifade özgürlüğünün önemi daha da artmaktadır.
Yargılama sırasında ortaya
çıkabilecek ihlaller, Sözleşmenin adil yargılanma hakkını düzenleyen 6 ncı maddesini
de devreye sokabilecektir. Kapatma kararının sonuçları dikkate alındığında, mülkiyet hakkı
ihlali de gündeme gelebilecektir.
Ayrıca, bir siyasi partinin
kapatılmasına neden olduğu gerekçesiyle partili milletvekillerinin parlamento üyeliğinin düşürülmesi ve
beş yıl süreyle herhangi bir
partide yer alamaması yaptırımı, AİHS'in 1 nolu Protokolünün 3 üncü maddesine aykırılık sonucunu
doğurabilecektir. Sadak/Türkiye (2002) kararında AİHM, başvurucuların partilerinin kapatılması
sonucu otomatik olarak
milletvekilliklerinin düşmesinin orantılı bir yaptırım olmadığına karar vermiştir. Mahkemeye göre, bu
yaptırım Sözleşmenin 1 Nolu Protokolünün 3 üncü maddesinde korunan seçilme ve
parlamento üyesi olma hakkının özüyle bağdaşmadığı gibi, başvurucuları parlamentoya üye olarak
gönderen seçmenin
egemen iradesini de ihlal etmiştir, (par.40).
Aynı şekilde, partilerinin
kapatılması sonucu haklarında beş yıl parti yasağı getirilen Nazlı Ilıcak,
Merve Kavakçı ve Mehmet Sılay'ın başvuruları üzerine, 2007 yılında AİHM,
Sözleşme'nin seçme ve seçilme hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir. AİHM'in bu kararlarına
göre, Anayasanın milletvekilliğinin düşmesi ve beş yıllık parti yasağı sonuçlarını doğuran
hükümleri siyasi parti mensupları
bakımından oldukça ağır bir yaptırım öngörmektedir. Başvuru sahipleri hakkında uygulanan bu
ciddi yaptırımlar, sınırlama sebebi olan meşru amaçlarla orantısız bulunmuştur.
Siyasi parti özgürlüğünün sınırları
konusundaki AİHM içtihadı Türkiye'de kapatılan partilerin yaptığı başvurular üzerine
oluşturulmuştur. AİHM bu kararlarında
siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin ilke ve ölçütleri açık bir biçimde ortaya koymuştur. Bu ilke ve
ölçütleri şu şekilde özetlemek mümkündür:
Siyasi parti kararlarında AİHS'in 11
inci maddesi, ifade özgürlüğünü koruyan 10 uncu maddeyle birlikte değerlendirilmelidir.
Siyasi partilerin program ve projelerinin
devletin anayasal yapısı ve ilkeleriyle uyuşmaması, bunların demokrasiyle de bağdaşmadığı anlamına
gelmez. Buna göre, demokrasinin kendisine zarar vermediği müddetçe, siyasi partiler mevcut
anayasal düzeni sorgulayabilirler, farklı siyasi görüşleri savunabilirler.
Siyasi parti özgürlüğüyle ilgili
Sözleşmenin 11 inci maddesinin ikinci fıkrasındaki sınırlama sebepleri oldukça dar ve katı
yorumlanmalıdır.
Siyasi partiler, inandırıcı ve
zorunlu sebeplerle ve ancak istisnai olarak kapatılabilir.
Bir siyasi partinin gerçekleştirdiği
faaliyetlerde kullandığı tüm yöntemler hukuki ve demokratik nitelikte olmalıdır.
Siyasi partinin önerdiği
değişikliklerin kendisi de bizzat temel demokratik ilkelere uygun olması gerekmektedir.
Siyasi partinin tüzük veya programındaki
ifadelerden hareketle kapatılması
söz konusu olamaz, partinin somut öneri ve faaliyetleri olmalıdır.
Siyasi partilere yönelik
sınırlamalar, demokratik bir toplumda zorunlu ve meşru amaçla orantılı
olmalıdır. Kapatma yaptırımının 'zorlayıcı toplumsal ihtiyaca' cevap vermeye yönelik olması gerekir.
İddianamede siyasi partilerin
yasaklanması konusunda AİHM kararları ile ortaya konulan ölçütlere yer verilmekle birlikte, bu
ölçütlere göre neden AK Partinin
kapatılması gerektiği hiçbir şekilde ortaya konulamamıştır. Aksine, iddianamede yer
verilen AİHM ölçütlerinin dikkate alınması halinde bu kapatma davasının hiç açılmaması gerekirdi.
Nitekim, AİHM'e göre parti kapatma
yaptırımının 'zorlayıcı toplumsal gereksinim' şartını sağlayıp sağlamadığını belirlemek için şu üç temel
şartın gerçekleşmesi gerekmektedir (RP/Türkiye, Büyük Daire, par.104):
Bir siyasi partiden kaynaklanan
demokrasiyi ortadan kaldırmaya yönelik tehlikenin yeteri kadar yakın/kaçınılmaz olduğunu gösterecek, varlığı ispat edilmiş sağlam,
inandırıcı deliller bulunmalıdır.
İlgili siyasi parti yöneticilerinin
ve üyelerinin eylem ve beyanları partiye isnat edilebilir nitelikte
olmalıdır.
Siyasi partiye isnat edilebilir
nitelikteki eylem ve beyanlar, partinin 'demokratik toplum' kavramıyla bağdaşmayan
bir toplum modelini tasavvur
ettiğini ve savunduğunu açıkça ortaya koyacak şekilde bir bütün teşkil etmelidir.
Bu şartların hiçbiri bu davada söz
konusu değildir, olamaz da. Çünkü AK Parti, demokrasiye yönelik yakın ya da uzak bir tehlike teşkil
etmek bir yana, bu ülkenin
demokratlarının yöneldiği neredeyse yegane adres haline gelmiştir. Bu gerçeğe tersinden bakmak ve aksini
göstermeye çalışmak için kullanılan sözler, hiçbir şekilde AİHM'in kastettiği anlamda hukuki
ve inandırıcı delil olarak
vasıflandırılamaz. Doğrulukları bile araştırılmadan dosyaya konan gazete haberleri, bağlamlarından
koparılan sözler, tekzip edilen beyanlar, yanlış çevrilen röportajlar ve tüm bunlardan çıkarılmaya
çalışılan kurgusal ve sanal
sonuçlar eğer gerçekten 'delil' kabul edilecekse, bu 'deliller' karşısında yeryüzünde demokrasi için risk
teşkil etmeyecek bir siyasi parti bulmak imkansız hale gelecektir.
Öte yandan iddianame, partimizi
geçmiş bazı partilerin devamı olarak gösterme gayreti içindedir. Burada amaç bellidir. AİHM'in
bir siyasi partiyle ilgili
olarak verdiği karardan hareketle, partimizin de kapatılmasının Sözleşme'ye uygun olacağı izlenimi
oluşturulmak istenmektedir. Ancak, bu gayret beyhudedir. AK Parti 2001 yılında tamamen yeni bir
parti olarak kurulmuş
ve bunu sadece söylemleriyle değil, eylemleriyle de göstermiştir.
AK Parti, programını henüz
gerçekleştirme imkanı bulamamış bir muhalefet partisi de değildir. Şimdiye
kadar, ülkenin daha ileri gitmesi için önerdiği ve yaptığı tüm reformlar, AİHM'in
öngördüğü kriterler çerçevesinde her bakımdan yasal ve demokratik araçlarla
gerçekleşmiştir. AK Partinin şu ana kadar gerçekleştirdiği ve gerçekleştirmeyi taahhüt ettiği
önerilerin tamamı da demokrasinin
temel ilkeleriyle uyumludur. Hatta, 2002 yılından beri yapılanlar Türkiye'de insan hakları, demokrasi
ve hukukun üstünlüğünün tarihte hiç olmadığı kadar pekiştirilmesine imkan sağlamıştır. Bu açık
ve yalın gerçeğe rağmen
partimizle ilgili doğrudan veya dolaylı olarak 'demokrasi karşıtlığı'
suçlamasının yapılması, bilinen tüm akıl ve mantık kurallarını alt üst etmek olacaktır. Bu durum, şayet kavram
karışıklığından kaynaklanmıyorsa, kesinlikle bir önyargıdır.
II - TÜRKİYE'DE SİYASİ PARTİLERİN
YASAKLANMASI
Türkiye'de siyasi parti özgürlüğü ve
sınırları Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu tarafından düzenlenmiştir. 1995 ve 2001 yıllarında yapılan
Anayasa değişiklikleri
ile evrensel standartlara uyum amacıyla siyasi partileri korumaya yönelik daha güvenceli hükümler
getirilmiş ve kapatma zorlaştırılmıştır. 1995 yılında Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrasında
yapılan değişiklikle, siyasi
partilerin 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden
ötürü kapatılmasında 'odak olma' koşuluna yer verilmiştir. 2001 yılında ise odak olmanın
şartları 69 uncu maddenin altıncı fıkrasına eklenerek, siyasi partilerin eylemleri nedeniyle
kapatılmaları önceki duruma göre daha da zorlaştırılmıştır. 2001 yılında
ayrıca, Anayasa Mahkemesinin siyasi parti kapatma davalarında kapatma için en az beşte üç oy
çokluğuyla karar alma
şartı getirilmiş (m.149/1) ve kapatma yaptırımı yerine, dava . konusu fiillerin ağırlığına göre
ilgili siyasi partinin Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun
bırakılmasına da karar verilebileceği öngörülmüştür (m. 69/7).
2001 Anayasa değişikliğiyle, bir
siyasi partinin 'Anayasaya aykırı eylemlerin odağı olması'nın şartları Anayasada açıkça düzenlenmiştir.
Buna göre, bir siyasî
parti, Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemler 'o partinin
üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel
başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet
Meclisindeki grup, genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut
bu fiiller doğrudan doğruya
anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş
sayılır', (m.69/6).
Bu düzenlemeye göre, Anayasaya
aykırı eylemlerin siyasi parti üyelerince yoğun bir şekilde işlenmesi ve bunların yetkili organlarca
benimsenmesi şartlarının
gerçekleştiği somut ve açık kanıtlarla belirlenmelidir. Örneğin, üyeler bir takım eylemler icra
ediyor, fakat parti organları bunları benimsemiyorsa, parti odak haline gelmez. Yine parti
yetkililerinin 'kararlılık içinde' işlenmeyen eylemleri de partiyi odak haline getirmez. Başka bir ifadeyle, Anayasaya aykırı eylemleri
işleyenlerin bu eylemleri süreklilik içinde ve sıklıkla tekrarlamaları
zorunludur.
Ayrıca, 2001 Anayasa
değişikliklerinden sonra siyasi partilerin beyanlardan dolayı 'odak' haline gelmesi mümkün değildir.
Zira, Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrasında
'eylemlerden dolayı bir siyasi partinin odak olabileceği öngörülmektedir. Bu değişiklik, ifade
özgürlüğünün alanını genişletmek amacıyla Anayasanın Başlangıç kısmının beşinci
paragrafında yapılan
değişiklikle de paralellik arz etmektedir. Bu bağlamda, 'beyan' değil de 'faaliyeti sınırlandıran bir
değişiklik yapılmıştır. Başlangıç kısmında yapılan bu değişiklikle 'düşünce ve mülahaza'
ibaresi 'faaliyet' sözcüğüyle değiştirilmiştir. Anayasa değişikliği teklif gerekçesinde 'düşünce ve
mülahaza' ibaresinin
'doğrudan düşünceye bir sınır teşkil etmesi nedeniyle' değiştirildiği açıkça
belirtilmiştir.
Anayasa Mahkememizin 29.01.2008 tarih 1/1- Parti Kapatma
sayılı HAKPAR Kararı ile kurduğu içtihat, davayı hukuki temelden
çökertmektedir. Parti kapatma davalarında yeni bir dönemi de başlatan içtihada
göre, eylem kategorisi dışında kalan veriler (düşünce açıklamaları, öneriler,
tüzükler, programlar, projeler ve benzerleri) hiçbir şekilde kapatmanın sebebi
kılınamaz. Projelerin gerçekleşmesinde Anayasa dışı bir yöntem benimsenmedikçe,
bu gibi veriler çoğulcu demokrasinin ve ifade ve örgütlenme özgürlüğünün
dokunulamaz alanlarına girmektedir. Partimiz, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde
anayasa dışı bir yönteme başvurmamıştır. Yüksek Mahkememizin anılan karının ilgili bölümü aynen şöyledir: 'Tüzük
ve programında ifade edildiği biçimde partinin Kürt sorunu olarak ele alıp
değerlendirdiği soruna, kendine göre çözüm önerileri getirmesi, vatandaşlık
temelinde ulus kavramının reddi olarak nitelendirilemez. Kapatma davasının
partinin kuruluşundan kıs bir süre sonra açıldığı da gözetildiğinden, belli bir
sorunun varlığına ve buna dair çözüm önerilerine ilişkin ifadelerin, demokratik
bir rejimde düşünce ve ifade hürriyeti kapsamında değerlendirilmesi gerekir.
Gerek iddianamede, gerekse sonraki aşamalarda, Partinin söz konusu amaçları
gerçekleştirmek için Anayasa dışı bir yöntemi uygulayacağına ilişkin her hangi
bir kanıta da yer verilmemiştir.
Yukarıda açıklama ve değerlendirmeler çerçevesinde,
Partiye, tüzük ve programında yer alan ifadelere dayanılarak yaptırım
uygulanması, örgütlenme ve ifade özgürlüğüne ağır bir müdahale
oluşturacağından, İddianamede ileri sürülen gerekçelerle Parti hakkında kapatma
ya da yerine başka bir yaptırım uygulanması, demokratik bir toplumda zorunlu
bir tedbir niteliğinde görülemez.'
Diğer yandan, Anayasanın 90 inci
maddesinde 2004 yılında yapılan değişiklik de siyasi partilerin kapatılması bakımından önemli
sonuçlar doğuracak niteliktedir. Anayasa Mahkemesi, siyasi partilerin
kapatılması davalarını görürken
Anayasa ve Siyasi Partiler Kanununda yer alan hükümlerin yanı sıra, Anayasa'nın
90 inci maddesi uyarınca, uluslararası insan hakları sözleşmelerini de dikkate almak durumundadır. Zira
Anayasa Mahkemesi parti denetimi yaparken 'bir davaya bakan mahkeme' konumundadır. Nitekim, iddianameye göre de, 'SPY'nın öncelikle İHAS
gözetilerek ve Anayasa hükümleri de İHAS'a göre yorumlanarak, siyasi partiler hakkındaki kapatma
yaptırımın irdelenmesi gerekmektedir' (s.9).
Türk hukuku bakımından uluslararası
sözleşmeler 2004 tarihli Anayasa değişikliğine kadar iç hukukta kanunlarla eşdeğerde iken, 2004 yılında Anayasanın 90 inci maddesine eklenen
bir hükümle insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmeler ile kanunların
çatışması halinde sözleşme hükmünün uygulanması esası benimsenmiştir. Bu yeni hükme göre,
'Usulüne göre yürürlüğe
konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların, aynı
konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma
hükümleri esas alınır.' Özellikle
parti özgürlüğünü güvence altına alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ifade ve örgütlenme
özgürlüklerine ilişkin hükümleri ile bu hükümlerin uygulanmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi içtihatlarının
göz önünde tutulması ve bunlar ile iç hukuk kuralları arasında bir çatışma görülmesi halinde, Sözleşme
hükümleri ile Mahkeme içtihatlarının öncelikle uygulanması zorunludur.
Anayasa Mahkemesinin parti kapatma
konusundaki kararları ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihadı arasında
önemli farklılıklar vardır. Dolayısıyla, Anayasa Mahkemesinin 2004 Anayasa değişikliğinden sonra
bakacağı parti kapatma
davalarında AİHM içtihadını dikkate alarak 2004'ten önce ortaya koyduğu ve parti özgürlüğünü büyük
ölçüde daraltan içtihadını değiştirmesi gerekmektedir.
Nitekim Anayasa Mahkemesi, 2.3.2007
tarihli kararıyla, AİHM'in siyasi parti davalarında verdiği ihlal kararlarını
yargılamanın yenilenmesi sebebi olarak kabul etmiştir. Bu kararında Anayasa Mahkemesi, 'Kapatılan
Türkiye Birleşik Komünist
Partisi hakkındaki davanın 4.12.2004 günlü, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanunu'nun 311. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (f) bendi uyarınca yargılamanın yenilenmesi
yoluyla tekrar görülmesi isteminin, aynı Yasa'nın 318. maddesi uyarınca KABULE DEĞER OLDUĞUNA'
karar vermiştir.
Bu açıklamalardan da
anlaşılacağı üzere, Türkiye'de siyasi partiler hukuku alanında yapılan anayasal ve yasal
değişiklikler, siyasi partileri daha güvenceli bir konuma getirme amacını taşımaktadır. Sayın Başkan,
Sayın Üyeler,
Şu anda Yüksek mahkeme olarak sizler sıradan bir yargılama
yapmıyorsunuz. Burada bir Özel Hukuk ihtilafını çözmüyoruz. Şahsi sebeplerden
kaynaklanan ve sonucu da yalnızca tarafları ilgilendiren bir hukuki ihtilaf ta
değil konumuz. İddianame açısından baktığımızda hukuk siyaseti yargılamaktadır.
Bu ne derece doğrudur ve hukukidir. O ayrı bir konu. Ama muhakkak olan bir şey
var oda şudur. Bu dava ile ilgili vereceğiniz karar, sadece hüküm fıkrasıyla
değil, yorumlarıyla, gerekçesiyle yeni yüzyılda önemli bir mihenk taşı
olacaktır. Bütün düzenlemelerin ve devlet faaliyetlerinin ana istikametlerini
bu davada verilecek karar belirleyecektir. Yapılacak her türlü yasal
düzenlemelere, idari tasarruflara kaynak olarak ölçü bir karar olacaktır. İfade
ve örgütlenme özgürlüğü neticede Türkiye'de demokrasinin ne ölçüde var olduğu
hususunu hem bize hem tüm dünyaya göstermesi bakımından tesir katsayısı yüksek
bir karar olacaktır. Bu nedenle bu davanın partimizi aşan bir boyutu vardır.
Ülkemizin demokratik imajı, kazanımları, itibarı, bu dava vesilesiyle içerde ve
dışarıda değerlendirme ve tartışma konusu yapılacaktır.
Türkiye'nin hak ve özgürlükler ve demokrasi açısından
yeni bir altyapısının oluşması vereceğiniz kararla şekillenecektir. Onun için
sıradan bir dava olmadığını söyledim.
Neden bir altyapı oluşturacak, neden iş ve işlemlerin
yasal ve idari tasarrufların istikametini bu dava ile ilgili verilecek karar
tayin edecek'
Türkiye, Tanzimattan bu yana sosyolojik anlamda bir
modernleşme ve çağdaşlaşma çabasını sürdürmektedir. Cumhuriyetle beraber bunu
daha kapsamlı bir proje haline dönüştürmüş ve devam ettirmiştir. Bugün hepimiz
Türkiye Cumhuriyetinin onurlu vatandaşlarıyız. Vatandaşlık, aslen verilenle
yetinmeyen, talep eden, tenkit eden, itiraz eden, protesto eden, yargılayan
aktif bir aidiyeti ifade eden statüdür. Bu gün hepimiz bu ülkenin
vatandaşlarıyız. Bu sıfatla eğer mevcutlar yetmiyorsa yeni talepler olacak. Bu
dinamik bir süreçtir. Her demokratik ülkede olan da budur. Şimdi neden yeni
taleplerde bulunuyorsunuz diyemeyiz. Yani vatandaşa teba muamelesi yapamayız. Bu
çağdışılıktır. Çağı anlamamak, onun gereklerini iyi kavramamaktır. Bugünü
yaşayanlara dünün hak ve özgürlükleri yetmiyorsa elbette yenilerini
isteyecektir. En başta da siyasi, haklar ve kültürel haklar olmak üzere. Sivil
toplum bunun için vardır. Sivil toplum örgütlerinin yegane varlık sebebi budur.
Talepleri toplulaştırmak, bunları demokratik yollardan gündeme getirmek,
uygulanabilir ve yaşanabilir bir düzeye yükseltmektir. Bir manada siyasi
partiler de bunu yapacaktır.
Eğer bizler, hukuku yapanlar ve uygulayanlar her özgürlük
talebini ' rejimi yıkma teşebbüsü', 'laikliğe karşı tavır' olarak algılayarak,
laiklik ve rejim karşıtı söz ve açıklamalar olarak değerlendireceksek, şu an
sahip olduklarımızın bir kısmını hak etmemişiz demektir. Çünkü bugün sahip olduklarımız
dünün talepleriydi. Dünün yasaklarıydı. Talep edenler oldu, bedel ödeyenler
oldu. Şimdi biz bunları kullanıyoruz. Sansürün kalkması, sendikaların,
partilerin ortaya çıkması, ceza mevzuatında eskiden var olup şimdi olmayan bir
çok madde vs.
Bence bu davanın temeli zayıf, hareket noktası yanlıştır.
Endişeler ve vehimler dava konusu haline getirilmiş. Ortada delil yok. Delil
diye eklenenler ise gazete alıntıları, tek yanlı yorumlar. Bunlara biraz sonra
temas edeceğim.
İkinci olarak temas edeceğim husus ise şudur;
Demokrasi bir anlamda toleranstır, çoğulculuktur. Çok
farklı, çok zıt fikirlerin, çıkarların ve bunların taraftarlarının bir arada
yaşamasına imkan veren bir siyasi iklimdir. Hukuk da bunun çerçevesini çizer.
Bu çerçeve çelikten değildir. Esnektir, değişime yatkındır.
Demokratik toplumlar alıngan da değildir. Hava bulutlu
iken 'vay bana niye ördek dedin'e giden çarpık bir mantık zinciri yoktur. Bir
halk değimiyle 'leblebiden nem kapmak' da yoktur.
Olaya böyle bakmaz isek her konuşmadan, her talepten, her
tenkitten, rejime yönelik bir tehdit algılaması yapabiliriz. Ama bu ne kadar
gerçekçi olur, ya da ne kadar doğru olur' Öyle bir sistem içinde siyaset yapmak
ne kadar mümkündür' Bu ve benzeri davalarda şahsen konuşmakta zorlanıyorum.
Neden' Çünkü neyi söylersem acaba iddia makamı, bunu dava konusu yapacak' diye
endişeleniyorum. İşin bir de bu yanı var.
Diğer bir yanı ise konuşan kişiye göre muamelede. Çok
ileri bazı lafları bazılarımız söylersek hiçbir işlem yok , hiçbir mahzur yok.
Aynı konuda başka birileri söylerse, hatta daha düşük bir seviyede söylerse
hemen dava konusu yapmak. Bu davanın en garip yanlarından, en anlaşılmaz
yanlarından birisi de bu.
İddia makamının delil olarak sunduğu belgelerin nerede
ise tamamının içeriği ifade özgürlüğü kapsamındaki konuşmalardır. Burada
dikkatlerinize sunmak istediğim husus şudur: Belgelerin içeriği olan konular AK
PARTİ'nin gündeme getirdiği ve gündeme taşıdığı konular değildir. Bunlar
Türkiye'de çeyrek asırdan beri tartışma konusudur. Bu konular gündeme geldiği
tarihten bu yana Türkiye'de en başta siyasiler ve siyasi partiler olmak üzere
herkesin konuştuğu her parti liderinin muhakkak çözeceğim diye vaatte bulunduğu
herkesin yazıp tartıştığı konulardır. Dolayısı ile toplumun gündeminde olan ve
herkesin konuştuğu bir konuyu AK PARTİ'nin konuşmaması diye bir durum söz
konusu olamaz. Bununla ilgili delilleri cevaplarımızın ekinde Yüksek Mahkemenin
bilgisine sunduk. Uzunca bir zamandan beri toplumun gündeminde olan bir konu
zaruri olarak siyasetin de gündeminde olur. Bu konularla ilgili geçmişte hem
ülke genelinde, hem de TBMM'de Meclis Araştırma Önergesi, Soru Önergeleri,
Bütçe Müzakereleri ve başkaca görüşmeler sırasında her parti bu konu ile ilgili
görüş açıklamış ve çözüm için partisinin görüşlerini dile getirmiştir. Aktüel
bir konuya temas etmemesi bir siyasi partiden istenemez. Bu konuşmalar tetkik
edildiğinde görülecektir ki ne muhteva itibariyle, ne konuşmanın sınırları
itibariyle, ne de ortaya konulan çözümler itibariyle diğer partilerin,
yazan-çizen ve konuşanların söylediklerinden ve yazdıklarından farklı değildir.
Özü itibariyle bir özgürlük talebidir ve fırsat eşitliğini engelleyen hususlara
dikkat çekmekten ibarettir. Aynı konuları gündeme getirenlere karşı farklı bir
hukuki uygulamanın ortaya konulması Türkiye'deki hukuk sisteminin işleyişindeki
ciddi kuşkuları da beraberinde getirmektedir. Bu sadece benim görüşüm değildir.
Nitekim Yüksek Mahkemenin verdiği bir kararda o kararın parçası olan bir
metinde aynen şöyle denmektedir. 'Türkiye'de her hata işleyen kişi ve kuruluşa
yaptırım uygulanmamakta. Onlarda yargı önüne getirilirse davasına bakılır
denilmekte. Şikayet vukuunda veya savcı tarafından re'sen dava açılması
durumunda mesele yargı önüne gelmektedir. Yani çıkarılan kanunlar herkes için
geçerli olmamaktadır. Beklemek, istenmeyen kişi ve kuruluş geldiğinde elek
sıkıştırılıp yargı darboğazında çözülmektedir'. Anlaşılan o ki şimdi
darboğazdan biz geçiyoruz. Eğer bir ülkede ister yasalardan ve bunların
uygulamalarından, isterse başkaca sebeplerden kaynaklanan bir sorun varsa ve bu
da tartışılıyorsa öyle bir konuda partilerin fikir beyan etmeleri neden laiklik
karşıtı söylem ve eylem olarak mütalaa edilsin' Kaldı ki siyasi partilerin
demokratik bir toplum içerisindeki rolleri gereği zaten toplumdaki talepleri ve
beklentileri meşru kanallar içerisinde siyasete yansıtacak ki bu taleplerin
arkasında beklentisi olanlar illegal yollara sapmasınlar, meşru yollardan
sisteme adapte olabilsinler. Zaten, partilerin varlık sebebi de budur.
Sayın Başkan,
Sayın Üyeler,
Bir şeyin yasak olması başka, yasağın yasal yollarla
kaldırılmasını talep etmek başka bir şeydir. İşte iddia makamı ile
anlaşamadığımız konulardan bir tanesi budur. Eğer bir siyasi parti veya siyaset
yapan insanlar, yasak olan ya da olmayan her hangi bir konuyu veya bir yasağı
yine yasal yollardan giderek, hukukun dışına çıkmadan, cebir ve şiddeti teşvik
etmeden, barış içerisinde ve usulüne uygun olarak bu yönde bir hak ve özgürlük
talebinde bulunuyorsa, bunun neresinde demokrasiye aykırı bir tutum var' Bu
türlü bir siyaset anlayışının neresi anti demokratik, neresi laikliğe karşı bir
durum' Kaldı ki bugün hepimiz kabul ediyoruz ki, anayasamızda ve yasalarımızda
belki o gün için öyle düzenlenmesi doğru olan ama bugün için anlamı kalmamış
bir çok madde bulunmaktadır. Bir anayasal devlet düşünün ki, Anayasa'sının
ekinde 15 tane geçici maddesi var ve bunların da önemli bir kısmının uygulama
imkanı kalmamış ve geçici bir madde sebebiyle de yüzlerce kanun anayasaya
aykırılığını sürdürmüş. Siyaset kurumuna düşen bu sorunları çözmek, bu
tezatları ortadan kaldırmak ve Türkiye'yi yasaklardan arındırılmış bir ülke
konumuna getirmektir. Eğer bu yöndeki her talep rejim ve laiklik karşıtlığı
olarak anlaşılacaksa o zaman siyasetin yapabileceği çok fazla bir şey de yoktur.
İddia makamı ile mutabık olmadığımız bir husus ta şudur;
bir şeyin, bir özelliğin, bir niteliğin 'değiştirilemez' olması başkadır,
'eleştirilemez' olması başkadır. İddianamenin yaklaşımına bakıldığında
deniliyor ki bir şey değiştirilemezse aynı zamanda eleştirilemez. Bu doğru
değildir. Eleştirilen ilkenin veya niteliğin bizatihi kendisi değildir.
Tartışılan bunların lüzumlu olup olmadığı değildir, gerekliliği değildir.
Tartışılan bu nitelikler adına ortaya konulan uygulamalardaki aksaklıklardır.
Nitekim, bizim toplumumuzda tartışılan kısım da budur. Biz inanıyoruz ki
Cumhuriyetimizin ve Devletimizin nitelikleri olarak anayasada yazılan
'demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti' olma vasıfları çağdaş ve modern
devletin vasıflarıdır. Son derece önemlidir. Bunlar, sadece anayasada yazıldığı
için değil, modern ve çağdaş devletin olmazsa olmazları olduğu için de
önemlidir. Dolayısı ile bunların değiştirilemez olması gayet tabiidir. Bunların
anayasada yazılmış olması yetmez, bunların aynı zamanda hayata intikalleri ve
yaşanabilir ilkeler olması en az yazılımı kadar önemlidir. Şüphesiz siyasi
iktidarların ve en başta siyasi partilerin görevi de bu ilkeleri yaşanabilir
kılmaktır. Bu ise en başta yasama faaliyeti olmak üzere bir dizi işlemi ve
eylemi gerektirir. Eğer bu alanda bir kısım eksiklikler, aksaklıklar,
haksızlıklar ve hukuksuzluklar varsa bunlara karşı yöneltilen eleştiriler
niteliklerin kendisine değil, uygulamayadır. Dolayısı ile uygulamaya yönelik
eleştirileri eğer bu niteliklerin kendisine yönelmiş bir eleştiri ve karşıtlık
olarak anlayacaksak siyasetin yapabileceği hiçbir şey yoktur. Siyasi partilerin
de varlık sebebi kalmamıştır. İddianamenin ekinde ki metinlere baktığımızda
yapılan eleştiriler bu nitelikler adına ortaya konulan uygulamalardaki aksaklıklara,
haksızlıklaradır. Eğer siyasi partiler ve siyasetçi bunları konuşmayacaksa, bu
aksaklıkları gidermeyecekse, bunları tartışıp konuşmayacaksa, bunları
demokratik yollardan ve hukukun içinde kalarak çözüme kavuşturmayacaksa,
siyaset kurumu ne yapacak, siyasetçiler ne yapacak, siyasi partiler ne yapacak'
Şimdi, acaba bu ikilem niye, konuşan kişiye göre muamele
niye, bu farklı uygulamalar niye'
Türk toplumu olarak 1839 dan beri devlet eliyle bir
modernleşme çabasına girdik. Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Meşrutiyet
Hareketleri, Cumhuriyet ve bugün.
Devletin başlattığı, ancak bugün milletin benimsediği
tepeden başlayıp tabanda makes bulan ve kendimize mahsus bir özümseme
kabiliyetiyle başardığımız bize özgü bir modernleşme.
İşte çok partili hayat bu modernleşmenin siyasi hayata
yansımasıdır. Aradan geçen 169 yıl içerisinde bu modernleşmenin siyasi
tezahürlerinde zaman zaman sıkıntılar oldu, başarısızlıklar oldu ve Türkiye
bunlardan da yeteri kadar tecrübe kazandı. Çünkü modernleşme bir toplumun en zor
gerçekleştirdiği çok yönlü değişim. Onun için modernleşme sürecini yaşayan
toplumlarda bu süreçler çok sancılı ve sıkıntılı geçmiştir. Bu sıkıntının en
çok yaşandığı alan da hiç şüphesiz siyaset alanıdır. Çünkü modernleşmenin
tabiatında sosyolojik anlamda bir çatışma vardır, gerilim vardır, modernleşme
bir nebze gerginlik demektir. Gelenekle yeni değerlerin çatışması, eski ile
yeninin itişip kakışması. Bu gerginlik tabii olarak, kaçınılmaz olarak ta bazı
suçlamaları beraberinde getirmiştir. Ama geriye dönüp baktığımızda bu
suçlamalar ne kadar gerçekti' Suçlamaların konusu olan nitelemeler,
atfedildikleri insan ya da toplum kesimleri bakımından gerçekten varit miydi'
Bunu zaman gösteriyor ama tarihi bir vakıa ki bunların çok önemli bir kısmı
doğru değildi. Zaman, bunları doğrulamadı.
Siyasi modernleşmemizde bu manada bir tecrübe dönemi olan
2. Meşrutiyetin ilânından sonra partiler kuruldu, geleneği temsil edenler oldu,
yeniliği dillendirenler oldu. Bu ilk dönemde siyasi sancılar yaşandı,
gerilimler yaşandı. Önemli iki parti var. Hürriyet ve Îtîlaf Partisi daha
gelenekçi, İttihat-Terakki partisi belli kıstaslara göre daha yenilikçi. Bir
birlerini acımasızca suçladılar. Dinsizlikle, imansızlıkla, millet gerçeğini
inkar etmekle, ama hiçbirisi yeterince doğru değildi. Bu suçlamalar yapıldı ama
bu kavganın çokça yaşandığı Balkanlar ne itilafçılara kaldı ne ittihatçılara.
O sebeple, Türkiye'de bu modernleşme ve siyasi partiler
üzerine değerli araştırmalar yapan bilim adamımız Prof. Şerif Mardin, Türk
modernleşmesiyle ilgili olarak yaptığı inceleme ve değerlendirmesinde; 'Modern
Türk Siyasetinin Tarihi, incelenen muhalefet hareketlerinin tamamının aynı
ithamla suçlandıklarını gösterir. Bu makalenin kaleme alındığı günlerde dünyada
eşine az rastlanır şekilde Türk gazetelerinin manşetleri siyasetçilerin şeytani
tertiplerle Türk Milletini bölmeye çalıştıklarını duyurarak bu davranış
kalıbına, yani suçlama kalıbına katkıda bulunuyorlardı.
Diğer yandan 50 yıl kadar önce İttihat - Terakki
aynı suçlamaları rakiplerine karşı yöneltmişti. Cumhuriyet devrinde Terakki
Perver Fırka vatana ihanete giden eylemlerin hamisi olmakla suçlandığında,
iddianame benzer şekilde tanzim edilmişti. Atatürk'ün isteği ile kurulan
Serbest Fırka benzeri saldırıların hedefi kılınınca siyasi hayattan silinmişti'
diyor ve ekliyor. 'Türk siyasi kültüründe muhalefet kavramında son derece
düşman bir öğenin var olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Sonuçta Türkiye'de
muhalefetin sürekli boğazının sıkılmasının yol açtığı en önemli kayıp, sosyal
ve iktisadi yaratıcılığın engellenmesi olmuştur.' diyor bu makalesinde.
Bir merhum Başbakan 'Sait Halim Paşa'dan İdris
Küçükömer'e kadar kimi aydınlarımızın işaret ettiği gibi Türkiye'nin bin yıllık
geleneğinde muhalefete yer yoktur. Demokrasilerde devletin bir parçası olarak kabul
edilen muhalefete, Türkiye'de tarihsel olarak yeterli hayat hakkı
tanınmamıştır.
Türkiye'de otoriter devletçi zihniyet, oy
mekanizmasından, siyasi rekabetten ve muhalefetten daima korkmuştur. Siyasete
yönelik bu korkunun demelinde aslında vatandaş korkusu, millet korkusu
yatmaktadır' demektedir. Burada kastedilen muhalefet partileri değil, muhalif
hareketlerdir.'
1950'den bu tarafa da ilk tecrübeden intikal eden suçlama
ve itham geleneği hala sürüyor. Her onbeş yılda bir, yirmi yılda bir neredeyse
özü değişmeyen ama ambalajı günün şartlarına göre değişen bir suçlama, ayırma
ve bölme devam ediyor. Her dönem düşman öğeler buluyoruz.
1950 öncesi cumhuriyet hükümetlerinde içişleri bakanlığı yapan
Mehmet Emin Erişirgil, Mehmet Akif'le ilgili kitabını yazmaya karar verdiğinde
(bu arz edeceğim husus Sayın Yılmaz Karakoyunlu'nun son çıkardığı kitaptan
alıntıdır.) başından geçen bir olayı anlatıyor. Bu olay Türk toplumundaki kolay
suçlama alışkanlığının örneğidir. Vapurda karşılaştığı bir kişi Erişirgil'in
Safahat'ı okuduğunu görünce sorar. 'Beyefendi nereden hatırınıza geldi bu
softa'' Erişirgil bu soru üzerine neler düşündüğünü anlatır ve kendi döneminde
yaşlılar için her mekteplinin adı züppe, gençlere göre de her yaşlının adı
softa olarak anılır.
Dinsizlikten, milliyetsizlikten başlayan ilerici, gerici,
çağdaş olan-olmayan laik-antilaik tartışmalarına varıncaya kadar, Türkiye
suçlama geleneğinde bu noktaya gelinceye kadar epey tecrübe kazanmıştır.
Hepimiz bu suçlamaları dinleyerek büyüdük. Belki zaman zaman da şahsen
suçlandık. Benim yaşadığım dönem özellikle üniversite yılları Türkiye'yi
Rusya'ya satacaklarla, Amerika'ya peşkeş çekecekler arasındaki kavgalarla,
ithamlarla ve propagandalarla geçti .
Bu kadar laf etmemin sebebi, bu davanın bu suçlama
geleneğinin bir ürünü olmasıdır. Onu arzetmek için söyledim. İddia makamının
iddianamesinde ve esas hakkındaki mütalaasında baştan sona 'emperyalizm'
'ihanet' 'irtica' 'mürteci' ' din tacirleri' 'tertipçi' 'sömürgeci' 'mandacı'
'işbirlikçi' 'gerici' 'iç ve dış odaklar' ve 'siyasi hegemonya projesi' gibi
hukuken tanımlanması imkansız ve fakat belli bir siyasi/ideolojik tavrı
yansıtan kavramlarla doludur.
Karşılıklı suçlayan ve suçlanan kesimlerin de Türkiye
için düşündüğünü kabul ederek suçlamak, birbirimize sırt dönmek yerine
birbirimizi anlayabilseydik, Türkiye çok daha farklı olurdu. Türkiye'yi kavram
terörüne maalesef kurban ediyoruz. Yabancılar Türk halkına güveniyor ama biz
birbirimize güvenmiyoruz. Bütün bu olumsuzluklara rağmen bir modernleşme
çizgisi başarıyla devam ediyor.
Sokak görüntülerine bakalım, televizyonların eğlence
programlarına bakalım. Değişik kıyafetlerdeki insanlar başı açık olan, başı
kapalı olan yaşlısı genci birlikte aynı sanatçıyı dinliyorlar ve tempo
tutuyorlar. Belki sıradanlaştığı için dikkatimizi çekmiyor olabilir.
Muhafazakar radyo kanallarında ya da popüler müziğin en son örneklerini
dinleyebilirsiniz. Bütün bunlar ve sayısız örnekler Türkiye'nin kendi içinde
çok ciddi bir değişim yaşadığını açıkça göstermektedir. Türkiye kabuk
değiştiriyor. Bütün bu değişimlerin hepsi de siyasi partilere yansıyor. Bizim
toplumumuz kendi kültürünün, geleneğinin değişmezleriyle evrensel değerleri
inanılmaz bir sentezle özümsüyor, benimsiyor.
Şüphesiz bunları söyleyen ben Türkiye'nin sorunsuz
olduğunu söylemiyorum. Her ailede sorunlar olabilir her ülkede sorunlar vardır.
Ama her anlaşmazlığı mahkemede çözmeye kalkmak ne kadar doğrudur ne kadar
gerçekçidir ve ne kadar netice alıcıdır.
Demokratik toplum aslında geniş bir ailedir. Bir
demokratik ailedir. Her sorunu mahkemede çözmek yerine sabırla, hoşgörüyle,
saygı ve açık gönüllülükle çözmek sorunu daha kalıcı çözmektir. Toplumun sorun
çözme yeteneğini geliştirmek, olaylar karşısında hisle, heyecanla , hamasetle
ya da husumetle değil, akılla sağduyu ile çözmek, birlikte yaşamayı
kolaylaştıracaktır. Bunun adı demokratik yöntemlerle sorun çözmektir.
Esasen bir ülkenin her sorununu yasa ile ve yasaklarla
çözmek de mümkün değildir. Çünkü her sorunun kendi içinde dinamikleri, tayin
edici faktörleri vardır. Eğitimle çözülebilecek bir konuyu ancak eğitime önem
vererek ve öncelik vererek, eğitim yetersizliğini ortadan kaldırarak
çözebiliriz. Ekonomik sorunları, ekonominin kurallarından ve önceliklerinden yola
çıkarak çözebiliriz. İç içe geçmiş sosyal olayları, sosyolojik verilerden
hareketle anlamamız kolay olabilir. Şüphesiz siyasi sorunları da siyasetin
kendi iç dinamikleri daha kalıcı çözer. Aksine yapılan değerlendirmeler ve
uygulamalar siyasetin yükünün yargıya devredilmesine yol açar. Siyasetin esnek
kuralları yerine, yargının sert kaideleri ile sorunlara müdahale edilmiş olur.
Bütün bu nedenlerden dolayı ülkenin her türlü sorununun çözümünü hukuk
kurumlarına havale etmek, onlara aşırı bir yük yüklemektir. Bu, hukuk
kurumlarını aşındırır.
III- BU DAVADA SUNULAN DELİLLERİN İSPAT HUKUKU BAKIMINDAN DELİL OLMA DEĞERİ YOKTUR
Türkiye Cumhuriyeti, bir hukuk devletidir (Anayasa, m.
2).
'Hukuk Devleti, insan haklarına saygılı ve bu
hakları koruyan, adaletli bir hukuk düzeni kuran ve bunu sürdürmekle kendini
yükümlü sayan, bütün işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan Devlettir.
Böyle bir düzenin kurulması, yasama, yürütme ve yargı alanına giren tüm işlem
ve eylemlerin hukuk kuralları içinde kalması, temel hak ve özgürlüklerin,
Anayasal güvenceye bağlanmasıyla olanaklıdır.' (Anayasa Mahkemesi, Esas Sayısı
: 1996/74; Karar Günü : 1.7.1998; Karar Sayısı : 1998/45 )
'...Temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmadığı,
hukukun evrensel kurallarına saygı gösterilmediği ve adaletli bir düzenin
gerçekleşmediği bir ortamda hukuk devletinden söz edilemez.' (Anayasa
Mahkemesi, Esas Sayısı: 1991/7; Karar Günü: 12.11.1991; Karar Sayısı: 1991/43)
Hukuk devletinde müddei iddiasını, hukuka uygun usullerle ulaştığı bulgulara ve delillere
dayandırarak ispat etmekle mükelleftir(Anayasa, m. 2; 38/6). Aksi takdirde
iddia makamının iddiaları ve dayanağı delilleri, hukuki bir kıymet ifade etmez.
Hukuk devletinde vatandaşlar hukukî güvenlik içinde
yaşarlar. Bunun içinse, hangi kurallara tâbi olduklarını önceden bilmeleri ve
davranışlarını ona göre ayarlamaları gerekir. Hukuk devleti hukuk kurallarının
belirliliği ilkesini gerektirir (Kemal GÖZLER, Türk Anayasa Hukuku, Ekin Kitabevi
Yayınları, Bursa ' 2000, Sahife: 169-178 )
Hukukumuza göre iddia makamı, kendisine intikal eden veya
re'sen hareket ettiği bir konuda, maddi gerçeğin ortaya çıkarılması ve adil bir
yargılamanın yapılması için emrindeki adli kolluk marifetiyle leh ve aleyhteki
delilleri toplamakla görevli ve yükümlüdür (Ceza Muhakemesi Kanunu, m. 160).
'Cumhuriyet savcısı, doğrudan doğruya veya adli kolluk görevlileri aracılığı
ile her türlü araştırmayı yapabilir; yukarıdaki maddede yazılı sonuçlara varmak
için (Maddi gerçeği ortaya çıkarmak ve adil yargılamayı temin için, CMK, M.
160) bütün kamu görevlilerinden her türlü bilgiyi isteyebilir. Cumhuriyet
savcısı, adli görevi gereğince nezdinde görev yaptığı mahkemenin yargı çevresi
dışında bir işlem yapmak ihtiyacı ortaya çıkınca, bu hususta o yer Cumhuriyet
savcısından söz konusu işlemi yapmasını ister.' (Ceza Muhakemesi Kanunu, m.
161/1, ve devamı)
Burada, delilleri bir de bu davada uygulanacak usul
kuralları, diğer bir anlatımla usul hukukumuza hakim olan hukukun evrensel
kuralları bakımından da değerlendirmekte fayda vardır.
Bu davada uygulanacak önemli usul kuralları ve ilkeleri:
a) Şüpheden sanık yararlanır ilkesi
b) Maddi gerçeğin araştırılması ilkesi
c) Yeterli delil ilkesi
d)Üçüncü kişilerin eylemlerinden sorumlu olmama ilkesi
e)Kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesinin genişletici ilkesi
f) Kıyas ve kıyasa yol açacak yorum yasağı ilkesi
g) Dürüst işlem ilkesi
h) Ölçülülük ilkesi
1) Vakaların sabit ve muhakkak addedilmesi gerektiği
ilkesi
DÜRÜST İŞLEM İLKESİ
Dürüst işlem ilkesi, Ceza Muhakemesi işlemlerinin
kandırma, yanıltma veya zorlama gibi irade serbestisini engelleyen veya
savunmayı kısıtlayan yollara sapmaksızın, hukuk devleti ilkesine uygun olarak,
önceden kanunla öngörülmüş bulunan esaslar çerçevesinde yapılmasıdır.
ÖLÇÜLÜLÜK İLKESİ
Ceza yargılamasının önemli bir dayanağını ölçülülük
ilkesi oluşturur. Ölçülülük ilkesi birey yararı ile kamu yararının dengelenmesi
anlamına gelir. Yargıtay 4. Ceza Dairesi'nin bir kararında, 'bu ilke gözetilmez
ve kamu yararı birey zararına işletilirse, haklar ve değerler örselenir; birey
yararı toplum zararına kayırılırsa yargılama kilitlenebilir ve dolayısıyla her
iki durumda da hukuki barış tehlikeye düşer'(Yargıtay 4. Ceza Dairesi,
5.10.1994, 7351/7693) görüşüne yer verilmiştir.
Bu göreve ve yükümlülüğe rağmen iddia makamı;
1) Hakkında yasak
talep ettiği bazı kişilerin hukuki dayanağını ortaya koymuyor.
2) İddia ediyor,
itham ediyor ve fakat delil koymuyor (Beşir Atalay'ın 'Rektörlük görevi gibi'.
3) İddiasını ispat
için Batı uygulamalarını örnek gösteriyor. Ama kanıtı yok.
4) AK Parti'nin
dış politikasını İslam ile ilintili kılmak istiyor. Ney göre' Delil yok.
5) İddia ettiği
bir kısım teorik konularda karşı görüşler ve kararlar olduğu halde fotoğrafı
tam ortaya koymak için bunlara temas etmiyor, bunları iddianameye koymuyor.
6) Aslı olmayan
haberleri kullanıyor.
7)Bazı iddialar
oluşturuyor.
8) Yargı
kararlarını dikkate almıyor.
9) Düzeltme ve
cevap hakkını dikkate almıyor.
10) Parti
kurulmadan önceki beyanları delil olarak kullanıyor.
11) Parti üyesi
olmayanların beyanlarına iddiasını dayandırıyor.
12) Yasama
sorumsuzluğunu kabul etmiyor.
13)
Cumhurbaşkanının beyanlarını delil olarak kullanıyor.
14) TBMM Başkanı
ve Başkanvekilinin beyanlarını delil olarak kullanıyor.
15) kişisel
görüşleri delil olarak kullanıyor
16) İlgisi olmayan
şeyleri partimize isnat ediyor.
17) Üçüncü
kişilerin eylem ve söylemlerinden dahi partimizi sorumlu tutuyor.
Sonuç olarak; iddia makamı, usul hukukumuza hakim olan hukukun
evrensel kurallarına uygun olarak iddialarını ve delillerini oluşturmamıştır.
Görev ve yükümlülüklerini yerine getirirken yeterince titiz ve objektif
davranmamıştır. Bu suretle de hukukun evrensel kuralları, Anayasa ve
yasalarımızın partimize sağladığı hukuki güvenliği ihlal etmiştir. Çünkü:
A- ASLI OLMAYAN HABERLER DELİL OLARAK KULLANILMIŞTIR
Hukuk devletinde iddia makamı iddialarını, gerçek
delillere dayandırmak zorundadır. Asılsız haberleri iddianameye dönüştürmek,
hukukun evrensel kuralları ve hukuk devletinin sağladığı hukuki güvenceleri
ihlal etmek demektir. Partimiz hakkındaki iddialar ve delilleri tetkik
edildiğinde, pek çok asılsız haberin gerçek bir iddiaya ve iddianameye
dönüştürüldüğünü görmek mümkündür.
1) AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakanın; 'Modern bir
İslam Devleti olarak Türkiye, medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir.' şeklinde
bir açıklaması yoktur (İddianame, s.
27).
Başbakanın; Malezya'da İngilizce yayınlanan New Straits
Times adlı gazetedeki mülakatında böyle bir cümle de yer almamıştır. Başbakanın
söz konusu gazeteye verdiği mülakatın ilgili bölümünün İngilizce orijinali ve
Türkçe çevirisi:
'NST: What role would Turkey want to play in global
affairs as a modern Muslim nation'
Erdogan: Turkey can serve as a model of how Islam and democracy
can coexist in a harmonious way. Turkey will prove (Samuel) Huntington wrong
when he said that there would be a clash of civilisations. Turkey can show that
harmony of civilisations is possible.'
'SORU: Türkiye modern Müslüman bir ülke olarak, ne gibi
bir rol oynamak ister'
BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN: Türkiye, İslâmiyet'in ve
demokrasinin, ahenkli bir biçimde bir arada bulunabildiğini gösteren bir model
olabilir. Türkiye, bir medeniyetler çatışması yaşanabileceğini söyleyen Samuel
Huntington'un yanılmış olduğunu kanıtlayacaktır ve medeniyetlerin ahenk içinde
yaşamasının mümkün olduğunu gösterebilir.' (EK-
1).
İlk cevabımızda bu iddianın gerçek dışı olduğunu gösteren
belgelerin aslını koyduk. Aksi hukuken sabit oluncaya kadar iddia makamı dahil
herkesin, bu belgelere itibar etmesi asıldır ve gereklidir. Buna rağmen iddia
makamı; 'Davalı parti genel başkan ve üyelerinin laikliğe aykırı bir beyanda
bulunduktan sonra kamuoyunun tepkisi karşısında, bu beyanları inkâr etmeleri,
yalanlamaları, yanlış yorumlandığını savunmaları, kullandıkları siyasal bir
yöntemdir. Benzer olaylar ile birlikte değerlendirildiğinde yalanlama ve
inkârların laikliğe aykırı bu söylemlerin özünü ve içeriğini değiştirmediği
anlaşılmaktadır.' (İddia makamının esas hakkındaki mütalaası, s. 40) diyerek,
partimizi inkarcılıkla itham etmiştir. İddia makamının bu yaklaşımının hukuken
izahı mümkün değildir. Zira biz, kamuoyunun tepkisi üzerine beyanımızı
başkalaştırmıyoruz, beyanımız ortada, dediğimiz şu: 'Biz bunu söylemedik.'
Konuşmanın orijinal metni ve Türkçe çevirisi de elimizde, her ikisinde de iddia
makamının iddia ettiği cümle yoktur. Bu somut gerçeklik karşısında hukuk
devletinde hukuka saygılı ve yansız bir iddia makamı, yorumla gerçeği örtmeye
çalışmaz, hakikate teslim olur.
2) İddianamede
geçen; 'Sizin üniversitelerinizin rektörleri de ÜAK Üyesi. Ancak
bildiriye imza atanlar oldu. Bu konuda daha ilkeli tavır bekliyoruz. Bu
bildiriye niye karşı çıkmıyorsunuz' Tavır göstermenizi beklerdik.' (İddianame,
s. 53-54) sözleri, Ak Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a
ait değildir.
Çünkü Başbakan ile Vakıf Üniversiteleri Birliği Üyeleri
arasında yapılan görüşmede, başörtüsü konusu hiç görüşülmemiş ve
konuşulmamıştır. İddianın delili olarak sunulan gazete, bu hususu açıklıkla
ifade etmektedir. Başbakan ve görüşmeye katılan Vakıf Üniversiteleri Birliği
Üyelerinden hiçbiri, böyle bir açıklama yapmamıştır (EK- 2).
3- 'TBMM'nin mescidinde Kuran kursu açıldığı' (İddianame,
s. 57) iddiası, asılsızdır (EK- 3).
CHP Denizli Milletvekili Mehmet Neşşar'ın 'TBMM
Başkanı Bülent Arınç'a TBMM içindeki mescitte Kur'an Kursu açılıp açılmadığı'
şeklindeki soru önergesine verdiği 3.7.2005 tarihli cevapta Türkiye Büyük
Millet Meclisi Başkanlığı; Meclis'te Kur'an Kursu açılmadığını ve kurs açma
yetkisinin de Diyanet İşleri Başkanlığına ait olduğunu açıkça belirtmiştir.
4- Mardin eski milletvekili Nihat Eri'nin 'Tekkeler
lehine konuştuğu iddiası' da gerçek dışıdır (İddianame, s. 70) .
Türkiye Büyük Millet Meclisi Dışişleri Komisyonunda
konuşan Mardin eski milletvekili Nihat Eri, içinde 'tekke' kelimesi geçen bir
cümle kurmamış ve tekkeler lehine bir değerlendirme yapmamıştır. Dönemin
Dışişleri Komisyonu Başkanı da, Nihat Eri'nin 'tekke' kelimesini kullanmadığını
açıklamış ve bu açıklaması basında yer almıştır (Bkz. iddianamenin 93 numaralı
ekindeki 06 Aralık 2006 tarihli Akşam Com. Tr.). Ne gariptir ki iddia makamı,
eke koyduğu bu bilgiye iddianamesinde değinmemiştir.
Bunun yanında Nihat Eri, basında yer alan yanlış
haberlerden haberdar olduklarını da tekzip etmiştir. Tekzip metnini hiç
yayınlamayan Cumhuriyet Gazetesi muhabiri Türey Köse ile yeterli biçimde
yayınlamayan Hürriyet Gazetesi muhabiri Nuray Başaran'ı ise Basın Konseyi'ne
şikayet etmiş, Basın Konseyi yaptığı inceleme sonunda Cumhuriyet Gazetesi
muhabiri Türey Köse'ye uyarma cezası vermiştir (EK-4).
5) Çeşitli sağlık kuruluşlarında başörtülü çalışanların
olduğuna dair gazete haberleri asılsızdır (İddianame, s. 102-103) (EK-5).
İddianamede
ismi geçen sağlık kuruluşlarından; Cebeci Eğitim ve Araştırma Hastanesi isminde
bir hastane yoktur ve Vakıf Gureba Hastanesi ise Sağlık Bakanlığına bağlı
değildir.
Sağlık Bakanlığı'na bağlı olarak sağlık hizmeti sunan
bütün kurumlarda, her kesimden milyonlarca vatandaşımız muayene ve tedavi
olurken, bu hizmeti sunan personelin kılık kıyafeti de herkesçe görülebilmekte
iken, bazılarının Sağlık Bakanlığı teşkilatında dahi bulunmayan birkaç mekanda
çekilen fotoğraflardan yola çıkılarak ve 'sağlık kuruluşlarında yoğun olarak
yaşanan laikliğe aykırı bu durum' , 'Çok sayıda sağlık personelinin türbanla
görev yaptıkları' gibi ifadelere yer verilerek, Sağlık Bakanlığı'nda 'çok
sayıda' türbanlı personel çalışıyormuş gibi gösterilmesi, aslı olmayan habere
ve iddiaya gerçeklik kazandırmaz ve olmayanı var etmez.
Ayrıca evvelce basında çıkan benzeri haberlerin
birçok defa gerçeği yansıtmadığı da ortaya çıkmıştır. Örnek olarak 2006 yılında
türbanlı iki bayan doktorun testisleri şişen gencin ultrasonunu çekmediği bir
gazetemizde birinci sayfadan duyurulmuş ve bu haber müteakip dönemde birçok
yazar tarafından irticai faaliyetlere referans olarak kullanılmıştır.
Bakanlıkça derhal başlatılan soruşturma sonucu bayan doktorların türbanlı
olmadığı gibi, vaka konusunda görevli bulunmadıkları, geçmişte her zaman
benzeri ultrasonları çektikleri, tüm tarafların beyanları ve belgelerle
anlaşılmış, haberi yapan basın kuruluşu da bu gerçeği sonradan kabullenmiş ve
özür dilemiştir.
6) 'Sağlık Bakanı Recep AKDAĞ'ın Anayasa ve Yüksek
Öğretim Kanununun ek 17. maddesinde yapılacak değişiklikten sonra, tıp
fakültelerinin 6. sınıfında okuyan 'intern' denilen stajyer doktorların da
başörtüsü takabileceklerini söylediği' iddiası da gerçek dışıdır (İddianame, s.
103).
Zira bu açıklama 'intern' denilen Tıp Fakültesi 6. sınıf
öğrencilerinin 'üniversite öğrencisi' olması hasebiyle ve bunların 'öğrencilik'
statüsü düşünülerek yapılmış olup, üniversite öğrencilerine yönelik genel bir
düzenleme yapıldığında Tıp Fakültesi öğrencilerinin de bu kapsamda
değerlendirilecekleri izahtan varestedir. Tıp fakültesi 6. sınıf öğrencilerinin
'öğrencilik' statüsü bir tarafa bırakılarak, bu öğrencilerin İddia Makamınca
'stajyer doktor' olarak tanımlanmaları ve memurlara uygulanan müeyyidelere tabi
olmaları gerektiği değerlendirilerek, açıklamanın bu minval üzere iddianameye
alınması maddî gerçekle örtüşmediği gibi, bu hatalı değerlendirmeden yola
çıkarak, 'türban serbestisinin kamudaki olası genişlemesinin işaretinin
verildiği' neticesine ulaşmak da mümkün değildir.
7) Ayrıca
iddianamede 'Devlet kadrolarının İslâmi bir yapıya dönüştürülmesine matuf
olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kadrosunda görev yapan çok sayıda memurun,
hastane yöneticiliğinde görevlendirildiği' (İddianame, s.143) de
asılsızdır (EK-6).
Başka kamu kurum ve kuruluşlarında görev yapan personelin
Sağlık Bakanlığına nakilleri 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun kurumlar
arası nakli düzenleyen 74 üncü maddesinin birinci fıkrasının 'Memurların bu
Kanuna tabi kurumlar arasında, kurumların muvafakatı ile kazanılmış hak
dereceleri üzerinden veya 68 inci maddedeki esaslar çerçevesinde derece
yükselmesi suretiyle, bulundukları sınıftan veya öğrenim durumları itibariyle
girebilecekleri sınıftan, bir kadroya nakilleri mümkündür.' hükmü çerçevesinde
gerçekleştirilmektedir.
Sağlık Bakanlığına naklen geçişlerde, subjektif
değerlendirmelerin önüne geçmek maksadıyla 08/06/2004 tarihli ve 25486 sayılı
Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe konulan Sağlık Bakanlığı Atama ve Nakil
Yönetmeliği ile kurumlar arası nakiller bakımından (Madde 17) objektif
kıstaslar belirlenmiş ve Türkiye'de bir ilk gerçekleştirilerek kura usûlü ile
kabul getirilmiştir. Bu çerçevede Sağlık Bakanlığına Şubat ve Eylül
dönemlerinde kura ile kurumlar arası nakiller yapılmaktadır. Bu şekilde
yapılacak atamalarda ilan edilecek kadrolar, 6'ncı ve 5'inci hizmet
bölgelerinden başlamak üzere belirlenmektedir. Kura, bütün kamu kurum ve
kuruluşlarında görev yapan personele açık olup, kurum ve personel bakımından
herhangi bir kısıtlama söz konusu değildir ve esâsen kısıtlama yapılması da
hukûken mümkün olamaz.
Kura, herkesin katılımına açık olup, boş kadrolar ilan
edilmekte ve müracaatlar alınıp tercihler yapıldıktan sonra noter huzurunda
gerçekleştirilmektedir. Kurumlar arası atamalar bu şekilde kura ile
yapıldığından, torpil, iltimas ve sair usûl ile objektiflikten uzak atamalar
yapılması maddeten de mümkün olamaz.
Diğer taraftan, Sağlık Bakanlığı hastanelerine yönetici
atamaları da Sağlık Bakanlığı Personeli Unvan Değişikliği ve Görevde Yükselme
Yönetmeliği hükümleri çerçevesinde yapılmakta olup; bu Yönetmelikte belirlenen
şartları taşıyan bütün personel görevde yükselme eğitim ve sınavına
katılabilmekte ve bu eğitim ve sınav neticesinde başarı durumuna göre atama
yapılmaktadır.
Kaldı ki, iddia makamının değerlendirmesinin aksine,
Sağlık Bakanlığına ait bu tip sağlık hizmetleri sınıfı dışında personelin
atanabileceği 1650 kadar yönetici kadrosundan, AK PARTİ iktidarları
döneminde Diyanet İşleri Başkanlığından atama veya görevlendirme suretiyle
yönetici yapılan personel sayısı sadece 6'dır. Oysa ki Diyanet İşleri
Başkanlığı da, 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri
Hakkında Kanun uyarınca Başbakanlığın bağlı kuruluşu olup, bir kamu kurumudur.
8) Sağlık Kuruluşları Ruhsatlandırma Yönetmeliği
Taslağının 113 üncü maddesindeki 'hastaların dini gereklerini yerine
getirebilecekleri mekânlar ayrılmasının ilk defa başlatıldığı' '(İddianame, s.
110) iddiası da gerçek dışıdır. Çünkü:
a) Sağlık Bakanlığı böyle bir yönetmelik çıkarmamıştır.
b) İddianamedeki ibareleri içeren Hasta Hakları
Yönetmeliği 10 senedir yürürlüktedir.
01/08/1998 tarihli ve 23420 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren
'Hasta Hakları Yönetmeliği'nin (EK- 7) 'Dini Vecibeleri Yerine
Getirebilme ve Dini Hizmetlerden Faydalanma' başlıklı 38 inci maddesinde; 'Sağlık
kurum ve kuruluşlarının imkanları ölçüsünde hastalara dini vecibelerini
serbestçe yerine getirebilmeleri için gereken tedbirler alınır. Kurum
hizmetlerinde aksamalara sebebiyet verilmemek, başkalarını rahatsız etmemek ve
personelce düzenlenip yürütülen tıbbi tedaviye hiç bir şekilde müdahalede
bulunulmamak şartı ile hastalara dini telkinde bulunmak ve onları manevi yönden
desteklemek üzere talepleri halinde, dini inançlarına uygun olan din görevlisi
davet edilir. Bunun için, sağlık kurum ve kuruluşlarında uygun zaman ve
mekan belirlenir. İfadeye muktedir olmayıp da dini inancı bilinen ve
kimsesiz olan agoni halindeki hastalar için de, talep şartı aranmaksızın, dini
inançlarına uygun olan din görevlisi çağrılır. Bu hakların nasıl ve ne zaman
kullanılacağı ve bu konuda alınacak tedbirler, sağlık kuruluşunun çalışma usul
ve esaslarını gösteren mevzuatta ayrıca düzenlenir.' yolunda hüküm mevcuttur.
Türkiye'de 10 senedir yapılan uygulamanın, tasarlanan
yeni yönetmelik taslağına taşınmasının düşünülmesini, ilk defa sağlık
mevzuatına giriyormuş gibi göstermek ve iddia etmek, gerçeklerle
bağdaşmamaktadır.
9) Samsun ili Gazi Beldesi Belediye Başkanı Süleyman
Kaldırım'ın 'Muhtasar İlmihal-Resimli Namaz Hocası' kitabına önsöz yazdığı ve bu
kitabı ilköğretim öğrencilerine dağıttığı iddiası (İddianame, yerel yöneticiler, il, ilçe ve belde teşkilat
yöneticileri hakkındaki 2 numaralı iddia, s. 103), asılsızdır (EK-8).
Çünkü:
a) Süleyman kaldırım, bu kitaba bir önsöz yazmamıştır. İddia makamı, dağıtılan kitabı incelemiş olsaydı bu
hususu görebilirdi. Ama maalesef incelemediği için, yayınevinin yazdığı önsözü,
Süleyman KALDIRIM yazmış gibi göstermiştir.
b) Süleyman Kaldırım, bu kitabı, ilköğretim öğrencilerine
dağıtmamıştır. Bu kitap, Gazi Beldesi'ndeki
sadece yaz Kur'an Kursu'na giden öğrencilere dağıtılmıştır.
10) Ayşe
Yüreklitürk Topal, İzmir İl Genel Meclisi'nin 2005 yılı Aralık ayında
yapılan toplantısına türbanla gelerek, Adalet ve Kalkınma Partili meclis
üyelerinin arasına oturduğu ve bu tutumunun ağır tartışmalara sebebiyet verdiği
iddiası (İddianame, yerel yöneticiler, il, ilçe ve belde teşkilat
yöneticileri hakkındaki 4 numaralı iddia, s. 104), asılsızdır (EK-9).
Çünkü:
a) Ayşe Yüreklitürk Topal, İl Genel Meclisi
üyesi değildir. Ak Parti İzmir İl Yönetim Kurulu üyesidir.
b) Ayşe
Yüreklitürk Topal, İl Genel Meclisi üyeleri arasına oturmamıştır.
c) Ayşe
Yüreklitürk Topal, İl Genel Meclisi toplantı salonunun halka ayrılan kısmında
oturmuş ve toplantıyı izlemiştir.
d) İl Genel
Meclisi üyesi olmayan vatandaşlar için kıyafet zorunluluğu yoktur. Bu yüzden
bir tartışma da yaşanmamıştır.
İzmir İl Genel Meclisi Başkanı bu hususu şöyle
açıklamıştır: '' Ayşe Yüreklitürk, İl Genel Meclisi toplantıları halka açık
yapıldığından görüşmeler sırasında, İl Genel Meclisi toplantı salonunun halka
açık kısmında ve arka sıralarda oturmuştur.'
11) Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç'in, 2006 yılında
10.000 adet bastırdığı ''Örtünmemek elbette dinden çıkmak değildir. Sadece
günahkar olmaktır. Ancak başörtülüye eğitim ve sosyal sahalarda reva görülen
muamele, sadece zulüm ve haksızlık olarak değerlendirilemez. Aynı zamanda İslam
dinini hatırlatan her şeye düşmanlıktır. Din ve vicdan özgürlüğüne açık bir
müdahaledir' görüşlerini içeren 'Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed' başlıklı
broşür ile Diyanet İşleri Başkanlığının 'Hz. Peygamberin Örnek Hayatı' isimli
kitabını okullarda izinsiz olarak dağıttığı iddiaları da (İddianame, s. 104, EK- 137), asılsızdır. Çünkü
Eyüp Belediye Başkanı veya Eyüp Belediye Başkanlığı (EK- 10):
a) 'Sevgili
Peygamberimiz Hazreti Muhammed' başlıklı bir broşür dağıtmamış ve
dağıttırmamıştır.
b) Diyanet İşleri
Başkanlığının 'Hz. Peygamberin Örnek Hayatı' isimli kitabını da okullarda
izinli veya izinsiz dağıtmamış ve dağıttırmamıştır.
c) Diyanet Vakfı Yayınları arasında çıkan
Doç. Dr. Ferhat Koca'nın hazırladığı 'Hz. Peygamberin Örnek Hayatı' isimli
kitabı da, okullara, veya okullardaki öğrencilere ve velilere dağıtılmamıştır.
Bu kitap, okul ve öğrenci ile hiçbir ilgisi olmaksızın vatandaşlara dağıtılmıştır.
d) Bir kısmı
vatandaşa dağıtılan 'Hz. Peygamberin Örnek Hayatı' isimli kitapta, iddianamede
iddia edildiği gibi ''Örtünmemek elbette dinden çıkmak değildir. Sadece
günahkar olmaktır. Ancak başörtülüye eğitim ve sosyal sahalarda reva görülen
muamele, sadece zulüm ve haksızlık olarak değerlendirilemez. Aynı zamanda İslam
dinini hatırlatan her şeye düşmanlıktır. Din ve vicdan özgürlüğüne açık bir
müdahaledir' şeklinde herhangi bir kelime, cümle veya görüş kesinlikle yoktur.
e) Gazetelerde
çıkan haberler üzerine Eyüp Kaymakamlığı, 21.04.2006 tarihli yazısı ile komu
ile ilgili inceleme başlatmış ve 18.05.2006 tarihli 'İnceleme Raporu'nda;
'Eyüp Belediyesi tarafından Eyüp'te yaşayan vatandaşlara yönelik olarak broşür
ve kitap dağıtım işlemlerinin yapıldığı, ancak okul müdür ve diğer
idarecilerinin ve öğretmenlerinin bu dağıtım işleminde rol ve görev
almadıkları' sonucuna varılmıştır.
Muhakkiklerin tanık olarak dinlediği ve iddianamenin 137
numaralı ekinde yer alan 10 okul müdürü de ifadelerinde; Eyüp Belediye
Başkanlığı'nın okullarında herhangi bir kitap ve broşür dağıtmadığını açıkça
ifade etmişlerdir.
12) Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç'in 2006 yılı ramazan
ayında, Eyüp Sultan Cami bahçesine kurulan ramazan çadırına 2820 sayılı Siyasi
Partiler Yasasının 87. maddesine aykırı olarak ismini ve sıfatını içeren
afişler astırttığı iddiası (İddianame, s. 104), gerçek dışıdır.
İddianın asılsızlığı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının
talebi üzerine Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığının yaptığı tahkikat ve tespitle
açıkça ortaya konmuştur: '13.10.2006 tarihinde müsnet suçun işlendiği iddia
olunan Eyüp Sultan Camii Bahçesinde kurulu ramazan çadırında yapılan tespit ve
çekilen fotoğraflarda çadırın içinde ve dışında bulunan pankart ve duvarda
asılı resimlerin içeriğinde bir siyasi parti ile ilişkiyi gösteren herhangi bir
bulgunun tespit edilmediği, bu hususun aynı tarihte düzenlenen tespit tutanağı
ile imza altına alındığı. bu nedenle siyasi partiler yasasının 117'inci
maddesinin uygulanmasını sağlayacak herhangi bir işlemin yapılmadığı'nı tespit
etmiş ve 'kovuşturmaya yer olmadığına dair karar' vermiştir (Eyüp Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın 26.03.2008 tarih ve 2006/23252 soruşturma no ve 2008/3699
kararı) ve bu karar da kesinleşmiştir( EK- 11).
Ayrıca İçişleri Bakanlığı da Eyüp Belediye Başkanı Ahmet
Genç hakkında tahkikat yaptırmış ve sonunda iddianın gerçeği yansıtmadığını
tespitle 'İşleme konulmama' kararı vermiştir.
13) Silivri Belediye Başkanı Hüseyin Turan'ın, '2006 yılında belediye adına özel olarak bastırılan
ve M.Ertuğrul Düzdağ tarafından yazılan önsözünde Atatürk'ün kişiliğine, ilke
ve devrimlerine ağır saldırılar yapılan Mehmet Akif Ersoy'un 'Safahat'
isimli kitabın ilçedeki tüm lise öğrencilerine bedava dağıtmak üzere belediyeye
ait taşıtlarla okullara getirildiği ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünce dağıtım
izni bulunmayan kitapların bir kısmının lisedeki öğrencilere dağıtımının
yapıldığı' iddiası da (İddianame, s. 104-105), asılsızdır (EK-12).
Çünkü:
a) M. Ertuğrul Düzdağ'ın
yazdığı önsözde, Atatürk'ün kişiliğine, ilke ve devrimlerine saldırı yoktur.
İki sayfa olan önsözde, imalı veya açık, hiçbir surette Atatürk veya ilke ve
devrimlerinden bahsedilmemiştir.
b) Bu kitabın
girişi de M. Ertuğrul Düzdağ tarafından yazılmıştır. Girişte; sadece Mehmet
Akif Ersoy'un hayatı, eserleri, sanatı ve ahlakı anlatılmıştır. Girişin hiçbir
yerinde, Atatürk'ün kişiliği, ilke ve devrimlerinden bahsedilmemiştir.
c) Nitekim bu
gerçek, CHP Silivri İlçe Başkanı Mümin Tuğlu'nun şikayeti üzerine İstanbul
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın, kitabın yazarı M. Ertuğrul Düzdağ ile yayıncısı
Şaban Kurt hakkında yaptığı soruşturma soncunda açıkça tespit edilmiştir:
''Kitabın giriş kısmında, Mehmet Akif Ersoy'un hayatı ve eserleri muhalif
görüşlerine de yer verilerek anlatılmış olup, Mustafa Kemal ATATÜRK'ün manevi
şahsiyetine hakaret suçunu oluşturacak herhangi bir ifade ve suç unsuru da
bulunmadığı kanaatine varılmıştır' denilerek şüpheliler yayıncı Şaban Kurt ile
yazar M. Ertuğrul Düzdağ hakkında kamu adına kovuşturmaya yer olmadığı kararı
verilmiş ve bu karar da kesinleşmiştir ( İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Basın
Bürosu, 31.08.2006 tarih, 2006/31172 Soruşturma No 2006/9252-193 Karar No).
14) Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim
Karaosmanoğlu'nun, üzerinde kartviziti ve AK PARTİ logosu bulunan 5.000 adet
Kuran-ı Kerim'i Büyükşehir amblemini taşıyan çantalar içerisinde belediye
personeli aracılığıyla kentte dağıttırdığı iddiası (İddianame, s. 105),
asılsızdır (EK-13).
Çünkü:
a) Büyükşehir Belediye
Başkanı, Belediye personeli vasıtasıyla kentte Kur'an-ı Kerim dağıttırmamıştır.
b) Kur'an Kursu
öğreticileri ve Cami İmamlarının talebi üzerine Büyükşehir Belediye Başkanlığı,
Kur'an-ı Kerimleri temin etmiş ve bunlar sadece Kur'an Kursu öğrencilerine
dağıtılmıştır.
c) Dağıtılan
Kur'an-ı Kerimler üzerinde AK PARTİ logosu yoktur. Sadece Belediye Başkanının
kartviziti vardır.
d) Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı Siyasi Partiler Soruşturma Bürosu'nun 09.10.2006 tarih
ve 2006/148 sayılı yazısına istinaden Kocaeli Cumhuriyet Başsavcılığı adli
soruşturma başlatmış, soruşturma sırasında 22.01.2007 tarihli açma tutanağı
başlıklı yazıda; 'İl Müftülüğü tarafından gönderilen çantanın bir yüzünde
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi yazdığı, İzmit Saat Kulesi resmi olduğu ve ayrıca
belediye web sayfası adresinin yazılı olduğu, diğer yüzünde aynı hususların
İngilizce yazılı olduğu, herhangi bir siyasi partinin ilgisine rastlanmadığı,
içinde bulunan kartvizitin ise Kur'an-ı Kerim kapağına yapıştırılmış vaziyette
olduğu ve Büyükşehir Belediye Başkan İbrahim Karaosmanoğlu'nun kartviziti
olduğu, herhangi bir siyasi partinin işaretinin olmadığı' açıkça ifade
edilmiştir.
Ayrıca Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı, iddia
makamının dayanağı basında çıkan asılsız haberleri de tekzip etmiştir. Noter
ihtarı ve Kocaeli Sulh Ceza Mahkemesinin 26.12.2006 tarih ve 2006/1275 D. İş
Tekzip Kararına rağmen tekzipleri yayınlamayan Güngör Arslan ve Azime Telli
hakkında şikayette bulunmuş, Kocaeli Asliye Ceza Mahkemesinde yapılan
yargılamada, sanıkların yayınlanmasına karar verilen tekzip metnini usulüne
uygun yayınlamamak suretiyle basın kanununa aykırı davrandıkları gerekçesiyle
ayrı ayrı adli para cezasına çarptırılmış ve tekzip metninin de trajı 100000'in
üzerinde olan iki gazetede yayımlanmasına karar verilmiştir (Kocaeli Asliye
Ceza Mahkemesi, Dosya No: 2007/68, Karar Tarihi: 26.09.2007, Karar No:
2007/312).
15) Konya
Seydişehir Belediye Başkanı İbrahim Halıcı'nın''Ben de bu okulda okudum. O
dönem okul çok kalabalıktı, şimdi azalmış. İnşallah bütün okullar imam hatip
olacak'' dediği iddiası (İddianame, s. 105), asılsızdır (EK- 14).
Çünkü:
a) İbrahim Halıcı,
böyle bir söz söylememiştir. İbrahim Halıcı'nın anılan törende yaptığı
konuşması, aynı gün yayınlanan yerel gazetelerde (30 mart 2006 tarihli 'Öz
Seydişehir', 31 mart 2006 tarihli 'Seydişehir Toroslar Gazetesi, 28 mart 2006
tarihli 'Seydişehir Postası Gazetesi', 28 mart 2006 tarihli 'Memleket' ve 27
mart 2006 tarihli 'Yeni Meram Gazetesi'nde ve ulusal düzeyde yayınlanan 27 mart
2006 tarihli 'Yeni Şafak Gazetesi' ) yer almıştır. 'İnşallah bütün okullar
imam hatip olacak'' cümlesi, bu gazete haberlerinin hiç birisinde yoktur.
b) AK PARTİ
hakkında kamu davasının açılmasından sonra, Seydişehir Belediye Başkanı İbrahim
Halıcı'nın da yasak istenenler arasında olduğunu gören Seydişehir Gazeteciler
Cemiyeti'nin '' Belediye Başkanı sayın İbrahim Halıcı'nın söylemediği bir
sözden dolayı zan altında bırakılmasından'' bahseden açıklamaları, iddiayı
tekzip etmektedir. Bu açıklama; 25 mart 2008 tarihli 'Seydişehir Postası
Gazetesi',, 20 mart 2008 tarihli 'Öz Seydişehir Gazetesi', 22 mart 2008 tarihli
'Toroslar Gazetesi', 28 mart 2008 tarihli 'Memleket Gazetesi'nde yer almıştır.
Seydişehir Gazeteciler Cemiyeti'nin bu açıklamayı geç
yapması, iddianın gerçek dışı olduğu hakikatini ortadan kaldırmaz.
c) 'İnşallah
bütün okullar imam hatip olacak'' cümlesi, sadece 26.03.2006 tarihli
'Cumhuriyet Gazetesinde' yer almıştır. İbrahim Halıcı, bu habere vakıf
olamadığı için tekzip edememiştir. Hukuk devletinde gazetelerde yayınlanan
asılsız bir haber, sırf tekzip edilmedi diye doğru hale gelemez. Asılsız olan
haber, her zaman asılsız olmaya devam eder. Kaldı ki aynı gün çıkan yerel
gazetelerin tamamı, Cumhuriyet Gazetesinde yer alan haberi zaten tekzip
etmektedir.
16) 8.11.2003
tarihli resmi gazetede yayımlanan 'Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye
Kurulu Başkanlığı Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik'in 15.
maddesinin kaldırıldığı, kaldırılan madde ile 'Gençleri Cumhuriyet esaslarına
göre hazırlayacak ve okullarda milli terbiyeyi kuvvetlendirecek tedbirleri
almak' hükmünün yönetmelikten çıkarıldığı iddiası da (iddianame, s. 107),
asılsızdır (EK- 15).
Çünkü:
a) 01.12.1984
tarihli ve 18592 Sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Milli Eğitim Gençlik ve Spor
Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliğinin 5'inci maddesinin
(m) bendinde yer alan; 'Gençleri Cumhuriyet esaslarına göre hazırlayacak ve
okullarda milli terbiyeyi kuvvetlendirecek tedbirleri almak' hükmü yer
almıştır.
b) Bu hüküm, :
31.01.1993 tarihli ve 21482 Sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Milli Eğitim
Gençlik ve Spor Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliği'nin
6'ıncı maddesinin (m) bendinde ve 15'inci maddesinin (h) bendinde aynen yer
almıştır. Önceki yönetmelikle aradaki fark, madde numarasının değişmesi ve aynı
hükmün 15'inci maddeye de konulmasıdır.
c) Aynı hüküm,
17.10.2003 tarihli ve 2562 Sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Milli Eğitim
Gençlik ve Spor Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliği'nin
Değiştirilmesine Dair Yönetmelik' ile 6'ıncı maddesinin (s) bendinde ve 16'ıncı
maddesinin (i) bendinde mükerreren yer almıştır.
d) iddianamede geçen 08.11.2003 tarihli ve 25283 sayılı
Resmi Gazete'de yayımlanan Milli Eğitim
Gençlik ve Spor Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliği'nin
Değiştirilmesine Dair Yönetmelik' ile söz konusu yönetmeliğin 15'inci maddesi
yürürlükten kaldırılmıştır. Kaldırılan 15'inci madde, 31.01.1993 tarihli ve
21482 Sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan yönetmeliğin 'Program Dairesi'nin
görevlerini düzenleyen maddesidir. Bunun sebebi ise ilgili dairenin adının
'Eğitim-öğretim ve Program Dairesi Başkanlığı' olarak 17 Ekim 2003 tarihinde
25262 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan yönetmeliğin 16'ıncı maddesi ile
birleştirilmiş olmasıdır. Yönetmeliğin 16'ıncı maddesinin (i) bendinde de aynı
hüküm yer almaktadır. Dolayısıyla kaldırılmış bir hüküm yoktur, sadece yeri
değiştirilmiş bir hüküm vardır.
Sonuç olarak; Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı
Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliği'nin 15'inci maddesinin
kaldırılmasıyla, 'Gençleri Cumhuriyet esaslarına göre hazırlayacak ve okullarda
milli terbiyeyi kuvvetlendirecek tedbirleri almak' hükmü yönetmelikten
çıkarılmamıştır. Söz konusu madde hükmü, 1984 tarihli yönetmeliğin 5'inci
maddesinin (m) bendinde, 1993 tarihli yönetmeliğin 6'ıncı maddesinin (m) ve
15'inci maddesinin (h) bentlerinde, 2003 senesinden beri de aynı yönetmeliğin
6'ıncı maddesinin (s) ve 16'ıncı maddesinin (i) bentlerinde aynen ve mükerrer
bir şekilde yer almaktadır. Ve söz konusu madde titizlikle uygulanmaktadır.
17) Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı'nda
görevlendirilen personelin tek bir sendikaya üye olduğu iddiası (İddianame, s.
113), asılsızdır (EK-16).
İddianamede 'Talim Terbiye Kuruluna sorulmaksızın görevlendirilen
33 kişinin Cumhuriyet devrimlerine aykırı faaliyetleriyle bilinen Eğitim
Bir-Sen'e üye olanlar arasından seçildiği' ileri sürülmektedir (s.113).
Halbuki, görevlendirilen öğretmenlerin 9'u Türk Eğitim-Sen, 4'ü Eğitim-Bir-Sen,
2'si Eğitim-Sen üyesidir. Diğerleri ise hiçbir sendikaya üye değildir.
Ayrıca, masumiyet karinesine herkesten çok dikkat etmesi
gereken iddia makamının, yasal bir kuruluş olarak faaliyet gösteren bir
sendikayı 'Cumhuriyet devrimlerine aykırı faaliyetleriyle bilinen' bir kuruluş
olarak nitelemesi ve bu sendikaya üye devlet memurlarını da zan altında
bırakması hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
18) AK PARTİ Hükümetine yönelik kadrolaşma ithamının
hiçbir dayanağı yoktur
İddianamede kadrolaşma iddiaları ile ilgili olarak ileri
sürülenler kamu personel rejimi açısından dayanaksızdır. Personel hukukunda
kamu görevinin gerektirdiği nitelikler ve statüler Anayasa ve kanunlarla
düzenlenmiştir. Anayasa'nın 70 inci maddesinde 'Her Türk, kamu
hizmetlerine girme hakkına sahiptir. Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği
niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez.' kuralı yer almıştır. Kamu
hizmeti görevlileriyle ilgili Anayasanın 128 inci maddesi, devletin, kamu
iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına
göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve
sürekli görevlerin memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görüleceğini
belirledikten sonra, memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri,
atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri
ve diğer özlük işlerinin kanunla düzenleneceğini öngörmüştür.
Memurların ve diğer kamu görevlilerinin atanmasında statü
hukuku uygulanmaktadır. Buna göre, sınav yapılmaksızın veya şartları taşımayan
hiç kimse memur statüsünde göreve getirilemeyeceği gibi, asli ve sürekli
görevlerin memur ve diğer kamu görevlileri dışında kişiler (örneğin, işçiler)
eliyle yürütülmesi de mümkün değildir.
Öte yandan, hukuken memur statüsünde olan kişilerin kurum
içinde ya da kurumlar arası naklen atanmaları yasal şartları taşımaları
kaydıyla mümkündür. Bu atama ya da nakiller, idarenin diğer işlemlerinde olduğu
gibi yargı denetimine tabidir. Dolayısıyla, Anayasa ve kanuna aykırı biçimde
memur ataması yapılamayacağı gibi, kurum içi ya da kurumlar arası nakil yoluyla
atama da yapılamaz.
Ayrıca 'üst düzey yönetici kamu görevlileri' bakımından
da özel düzenlemeler getirilmiştir. Anayasanın 8 inci maddesinde 'Yürütme
yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve
kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.' denilmekte, 104 üncü
maddesinde de 'kararnameleri imzalamak' Cumhurbaşkanının yürütme alanındaki
görev ve yetkileri arasında sayılmaktadır. Anayasanın 104 üncü maddesinde sözü
edilen 'kararnameler', kanun hükmünde kararnameler ile Bakanlar Kurulunun
çeşitli kararnamelerinin yanında üst düzey yöneticilerin atanması ile ilgili
müşterek kararnameleri de kapsamaktadır. Yürütme yetkisi ve görevi,
Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulunca yerine getirildiğinden, söz konusu
kararnamelerin hukuksal geçerliği için her iki tarafın da katılımı
gerekmektedir. Anayasa Mahkemesine göre de, 'Kamu politikasının tayinine
katılan, etkin bir otoriteye sahip olan, kuruluşların amacının gerçekleşmesinde
önemli yetki ve sorumluluklarla donatılan, planlama, örgütlenme, personel ve
kadrolarını yöneten, denetim ve temsil gibi işlevleri yerine getiren kamu
görevlilerinin, üst düzey yönetici konumunda olmaları nedeniyle bunların
atamalarının da müşterek kararname ile yapılması Anayasal zorunluluktur.' (E.
2005/143, K. 2005/99, K.T. 19.12.2005).
Bütün bu statü ve sorumluluk rejimi Anayasa ve kanunlarda
özel biçimde düzenlenmiş olup, buna aykırı biçimde atama ve işlem yapılması da
söz konusu değildir. Dolayısıyla Başsavcılığın iddianamedeki 'Devlet
kadrolarında siyasal İslamcı bir yapının oluşturulması, özellikle üst düzey
atamalarda liyakat ve kariyer yerine dini inanç ve aidiyetin ölçüt olarak öne
çıkarılması' (s.146) şeklindeki iddiası gerçek dışıdır. Zira atamalarda
ölçütler kanunlarda açıkça düzenlenmiştir. Bunun dışında bir ölçüt getirilmesi
Anayasa ve kanunlar karşısında zaten mümkün de değildir.
Öte yandan gerçekleştirilen tüm bu atamalar idari yargı denetimine
tabi olduğundan, Anayasa veya kanunlara aykırı işlemlerin yargı tarafından
iptal edilmesi yolu her zaman açıktır. Buna rağmen, yasalara tamamen uygun bir
şekilde yapılan, tarafsız Cumhurbaşkanının onayladığı ve birçoğu yargı
denetiminden geçmiş olan atamaları belli bir amaca matuf 'kadrolaşma' olarak
sunmak, hukuk devleti anlayışı ve iyi niyetle bağdaşmamaktadır.
Sonuç olarak, önceki iktidarlarla karşılaştırıldığında AK
PARTİ iktidarının kamu kurumlarına yönelik bir kadrolaşma politikasının olmadığı
bir gerçektir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının partimizin kadrolaşmaya
gittiği yönündeki iddialarını destekleyecek en ufak bir delil dahi yoktur.
Dolayısıyla bu iddialar tamamen afakidir.
19) İçki yasağının yaygınlaştırılması ile ilgili iddialar
(İddianame, s. 108-110), asılsızdır.
Çünkü:
a) Türkiye'de içki
imalat, satış ve içilmesi yasak değildir. Sadece içki imalatı ve satışına dair
belli kurallar vardır.
b) AK PARTİ, içki
yasağı koyan veya içki kullanımını sınırlayan bir yasal düzenleme yapmamıştır.
c) Bizim
dönemimizde içki imalatını veya satışını kısıtlayan bir düzenleme de
yapılmamıştır. İddianamedekinin aksine, AK PARTİ iktidarları döneminde;
12.11.2003 tarih ve 5002 sayılı Kanunla daha önce meyhane, kahvehane,
kıraathane, bar, elektronik oyun merkezleri gibi umuma açık yerler ile açık
alkollü içki satılan yerlerin, okul binalarına 200 metre olan uzaklık şartı 100
metreye düşürülmüştür. Ayrıca, daha önce belediye ve mücavir alan sınırları
dışında içkili yer bölgesi tespit edilemeyeceğine dair sınırlama da
kaldırılmıştır (EK- 17).
d) AK PARTİ
yaklaşık altı senedir merkezi yönetimde ve yerel yönetimlerin de büyük
ekseriyetinde yönetimdedir. Bugüne kadar merkezi yönetimin veya herhangi bir
yerel yönetimin içki yasağı getirdiği veya herhangi bir kısıtlamaya gittiğini
gösteren tek bir örnek dahi yoktur. Gazetelerde çıkan birkaç asılsız haber bu
gerçeği değiştirmez. Bugün Türkiye'de hiç kimse, bunun aksini ispat edemez.
e) İddia
makamının, Ankara, İstanbul ve İzmir dışındaki illerde içki kullanımının sınırlandırıldığına
ilişkin iddiası asılsızdır. Bunun bir tek örneği yoktur. Türkiye'de hiçbir il
gösterilemez ki orada içki kullanımı AK PARTİ döneminde sınırlanmış olsun.
Çünkü böyle bir yer yoktur.
f) İddianame ve
esas hakkındaki görüşünde iddia makamının, alkollü içki satılması ve
tüketilmesine ilişkin mevzuatta yapılan değişiklikleri, dini endişelerle ve
laiklik karşıtlığıyla ilişkilendirilmesi, gerçeği çarpıtmaktır ve yanlıştır.
Çünkü Anayasanın 58 inci maddesinde belirtildiği üzere, gençleri alkol düşkünlüğü,
uyuşturucu madde kullanımı, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan korumak için
gerekli tedbirleri almak Devletin temel görevlerinden biridir.
Nitekim idarenin haklı nedenlerin varlığı halinde içkili
yerlere uyguladığı ruhsat iptali biçimindeki yaptırımların hukuka uygun
olduğuna ilişkin çok sayıda yargı kararına rastlamak mümkündür. İlk derece
mahkemelerinin bu yönde verdiği ve Danıştay tarafından da onanan bu kararlarda
kanunda öngörülen koşullardan herhangi birini sağlamayan yerlere içki ruhsatı
verilmesinin idarece iptalinde mevzuata aykırılık bulunmadığı açıkça
belirtilmektedir. (Danıştay 10. Dairesinin bu yöndeki bazı kararlar için bkz.
E. 1984/2783, K. 1986/1338, K.T. 29.5.1986; E. 1982/1970, K. 1983/1184, K.T.
18.5.1983; E. 1988/2465, K. 1990/2622, K.T. 19.11.1990; E. 1995/672, K.
1997/786, K.T. 10.3.1997; E. 1997/394, K. 1998/510, K.T. 4.2.1998; E.
1994/7751, K. 1996/1189, K.T. 6.3.1996; E. 1982/2271, K. 1983/2323, K.T.
16.11.1983; E. 1994/1396, K. 1995/4077, K.T. 4.10.1995).
20) 'Cemaat' kavramının yasalara ilk defa girdiği
iddiası(İddianame, s. 110-111), asılsızdır (EK-18).
Çünkü:
a) Ayrıca 'Cemaat'
kavramı 1961 tarihli Vergi Usul Kanununun 10 ve 94 üncü maddelerinde de
geçmektedir.
b) 03.06.1949
Tarih ve 5422 Sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu 1'inci maddesine 3239 sayılı
kanunun 71'inci maddesiyle eklenen bent ile 'Bu kanunun tatbikatında
sendikalar dernek; cemaatler vakıf hükmündedir.' (m. 1) düzenlemesinde de
'cemaat' kavramına yer verilmiştir.
c) AK PARTİ
döneminde; 13.6.2006 gün ve 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanununun
'Mükellefler' başlıklı 2. maddesinde bu konuda bir değişiklik yapılmamış;
sadece maddede geçen 'Tatbikatında' kelimesi yerine 'Uygulamasında',
'Hükmündedir' kelimesi yerine de 'Sayılır' ibareleri konularak kelimeler bir nevi
günümüz Türkçe'sine uyarlanmıştır.
c) Kaldı ki vergi
hukuku tekniği açısından bu maddelerdeki 'Cemaat' kavramı, iddia makamının
iddia ettiği gibi 'Tarikatları' değil, Türkiye'nin taraf olduğu bazı
uluslararası antlaşmalarda bahsi geçen 'Dini azınlıklara ait cemaatleri' ifade
etmektedir. Düzenleme de; bu cemaatlere ait ticari işletmelerin vergileriyle
ilgilidir.
21) Devlet
Planlama Teşkilatı'nın 9. Kalkınma Planı hazırlıkları kapsamında oluşturulan
'Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu' taslak
raporunda, 'zekat' sisteminin özel kurum ve teşkilatına kavuşturulması, bu
amaçla 'Zekat Mağazalar Zinciri' oluşturulması önerisinde bulunulduğu iddiası
(İddianame, s. 110), asılsızdır (EK-19).
Çünkü:
a) AK PARTİ
Hükümetlerinin böyle bir çalışması ve önerisi olmamıştır.
b) Devlet Planlama
Teşkilatı'nın 9. Kalkınma Planı hazırlıkları kapsamında oluşturulan 'Gelir
Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu' taslak raporu
yayınlanmıştır. Bu raporda 'zekat' sisteminin özel kurum ve teşkilatına
kavuşturulması, bu amaçla 'Zekat Mağazalar Zinciri' oluşturulması önerisi
yoktur.
c) Bu hususu,
komisyonun bir üyesi dile getirmiş; ancak komisyon tarafından kabul görmeyip
reddedilmiştir. Komisyon üyesi birinin sunduğu öneriyi AK PARTİ aleyhine delil
olarak sunan iddia makamının, komisyonun öneriyi reddetmiş olmasına değinmemesi
ve bunu da AK PARTİ lehine delil olarak kullanmaması, açık bir çelişkidir.
d) Ayrıca Devlet
Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı da, kamuoyunda çıkan yanlış haberler üzerine,
bir basın duyurusu ile yanlışlığı düzeltmiştir.
22) Adana
milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat, Profesör Dr. Ergun ÖZBUDUN ve Mardin
milletvekili Cüneyt YÜKSEL'in ABD'de Anayasa Taslağının tanıtımı için Fetullah
Gülen'in himayesindeki bir kuruluşun düzenlediği konferanslara katıldıkları
iddiası (İddianame, s. 100-101) asılsızdır (EK-20).
Çünkü, Dengir Mir Mehmet FIRAT, Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN
ve Mardin milletvekili Cüneyt YÜKSEL, Fethullah Gülen'in himayesindeki bir
kuruluşun davetlisi olarak değil, bizzat Colombia Üniversitesi'nin davetlisi
olarak ABD'ye gitmiştir.
23) AK
PARTİ'nin 'sistemi tartışmaya açtığı', 'Bu tartışma nedeniyle toplumun
ayrıştığı ve kamplara bölündüğü' iddiası (Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın
esas hakkındaki görüşü, s. 5), asılsızdır.
Çünkü:
AK PARTİ, hiçbir zaman sistemi tartışmaya açmamıştır.
Yaklaşık altı senedir iktidarda olan AK PARTİ sistemi tartışmaya açmış olsaydı
bunu sadece iddia makamı değil, herkes duyar ve bilirdi. Açılmamış ve yaşanmamış
bir tartışmadan insanların ayrışıp kamplara bölünmesi de mümkün değildir.
Eğer iddia makamının bundan maksadı; yeni bir Anayasa
yapılması gerektiğini vurgulamak ve bu konuda çalışma yapmak ise, bu, sistemi
tartışmaya açmak değildir. Türkiye'nin yeni bir Anayasa'ya ihtiyaç duyduğu,
herkes ve her kesim tarafından dile getirilen ve üzerinde çalışmalar yapılan
bir konudur. Nitekim TÜSİAD 1992'de yeni bir Anayasa önerisi çalışması
yaptırmış ve kamuoyu ile paylaşmıştır. 1993'te Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanlığı'nın aldığı inisiyatifle bütün siyasi partiler (ANAVATAN, CHP, MHP,
SHP, DYP ve diğerleri) yeni Anayasa önerilerini Meclis Başkanlığına
sunmuşlardır. Bunlar Meclis arşivlerinde mevcuttur. Türkiye Odalar ve Borsalar
Birliği 2000 senesinde yeni bir Anayasa önerisi hazırlatmış ve kamuoyu ile
paylaşmıştır. Türkiye Barolar Birliği 2001 ve 2007'de iki adet Anayasa önerisi
hazırlatmış ve kamuoyu ile paylaşmıştır. En son geçen hafta TÜSİAD Başkanı
Arzuhan Doğan YALÇINDAĞ, yeni bir Anayasa'ya ihtiyaç olduğunu ve bunun için de
müşterek bir konvansiyon kurulması gerektiğini ifade etmiştir. Bütün bunlar,
bilinen şeylerdir. Bu kadar farklı kesim Anayasa çalışması yaparken, onları
sistemi sorgulamakla itham etmeyip AK PARTİ'yi sistemi sorgulamakla itham etmek,
subjektif bir yaklaşımdır. Kaldı ki AK PARTİ'nin hazırlattığı ve ancak
kamuoyuna henüz açıklanmamış taslakta Anayasa'nın 1,2,3,4, 24 ve 174'üncü
maddeleri aynen korunmaktadır.
24) AK PARTİ'nin 'İlgili
İlgisiz her konuda dini inançları referans göstererek, bireylerin laik
olamayacağını savunarak, laik inanca sahip olanları dinsizlikle eşdeğer tutmak
suretiyle toplumda laik-antî laik bir kamplaşma yarattığı' iddiası (Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın esas hakkındaki görüşü, s. 5), asılsızdır.
Çünkü:
a) AK PARTİ veya üyelerinden hiç kimse, hiçbir konu veya
olayla ilgili dini referans göstermemiştir. Bu yönde başta Genel Başkanımız
olmak üzere hiçbir partimiz üyesinin bırakın bir cümlesini tek bir kelimesi
dahi yoktur.
b) AK PARTİ Meclis Grubunun desteği ile başta Türk Ceza
Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu, Kabahatler Kanunu, Ceza ve Güvenlik
Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun,
Aile Mahkemelerinin Kuruluş, Görev Ve Yargılama Usullerine Dair Kanun, Adli
Yargı İlk Derece Mahkemeleri İle Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev Ve
Yetkileri Hakkında Kanun, Avrupa Birliği Uyum Komisyonu Kanunu, İş Kanunu,
Karayolu Taşıma Kanunu, Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu, Bilgi Edinme Hakkı
Kanunu, Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev Ve Yargılama Usulleri Hakkında
Kanunda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun, Dernek Ve Vakıfların Kamu Kurum
Ve Kuruluşları İle İlişkilerine Dair Kanun, Basın Kanunu, Büyükşehir Belediyesi
Kanunu, Belediye Kanunu, Çocuk Koruma Kanunu, Nüfus Hizmetleri Kanunu,
Uluslararası Çocuk Kaçırmanın Hukukî Yön Ve Kapsamına Dair Kanun,
Milletlerarası Özel Hukuk Ve Usul Hukuku Hakkında Kanun Ve Tanık Koruma Kanunu
gibi temel yasalar olmak üzere yüzlerce kanunun yasalaşmasına katkıda
bulunmuştur.
AK PARTİ Meclis Grubunun katkılarıyla çıkarılmış hiçbir
kanunda, dini referanslı düzenlemeler yapılmamıştır. İddia makamı dahil hiçbir
kimse bunun aksini ispat edemez.
c) AK PARTİ'nin
hiçbir yetkili organı veya hiçbir parti üyesi; 'laik olduğunu söyleyen
bireyleri dinsizlikle eş değer tutan' bir anlayışın veya bir kabulün veya bir
iddianın hiçbir zaman sahibi olmamıştır. Bu yönde partimize isnat edilebilecek
hiçbir eylem veya beyan yoktur.
Partimiz hakkında böylesine ciddi bir iddiayı dile
getiren iddia makamının, iddiasını destekleyen delil göstermesi gerekirken hiçbir
delil göstermemiştir. Delilsiz itham, hukuk devletinin kabul etmediği ve
reddettiği bir yöntemdir.
25) AK PARTİ'nin 'Laikliğin meşruiyetinin ve
uygulanabilirliğinin referandum gibi yöntemlerle yeniden sorgulanması çabaları'
(Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın esas hakkındaki görüşü, s. 11) içinde
olduğu iddiası, asılsızdır.
Çünkü AK PARTİ, hiçbir zaman laiklik ilkesinin
meşruiyetini tartışmaya açmamıştır. Laiklik ilkesini referanduma sunalım
şeklinde hiçbir AK PARTİ üyesi veya yetkili organının beyanı yoktur. İddia
makamı, bu kadar önemli bir iddiayı dile getirirken; AK PARTİ yetkili organları
veya herhangi bir üyesinin bu yönde bir açıklamasını iddianamsine koyması veya
esas hakkındaki mütalaasına eklemesi gerekmez miydi' Elbette gerekirdi. Ancak bu
yönde hiçbir delil sunmamış ve sunamamıştır. Çünkü böyle bir beyan ve irade
hiçbir zaman AK PARTİ'de olmamıştır. İddia makamının, olmayanı var göstermesi
de mümkün değildir.
B- BAZI İDDİALAR OLUŞTURULMUŞTUR
İddia makamı bazı iddiaları oluşturmuştur. Örneğin:
1) AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan hakkındaki 7 numaralı iddia (İddianame, s. 28-29), iddia makamı
tarafından oluşturulmuştur (EK-21).
Çünkü iddia makamının Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a
izafe ettiği tırnak ''' içindeki beyanlar, iddianın ekinde gösterilen hiçbir
belgede bir bütün olarak yer almamaktadır. Burada iddia makamı, değişik
gazetelerdeki haberleri parçalayıp kendisine göre birleştirerek ve hatta
cümleler arasındaki öncelik ve sonralığı da değiştirerek yepyeni bir metin
oluşturmuş ve bu metni Başbakan'a izafe etmiştir. Şöyle ki:
a) Ekte sunulan
delillerden sadece Yeni Şafak ve Milliyet.com.tr.'nin haberi konuyla ilgilidir.
Sabah 17.9.2005 - Erdal Şafak 'Baykal'la yararlı bir ufuk turu' başlıklı
haberin, Başbakanla hiçbir ilgisi yoktur. İddia makamının kurduğu ilgi de
tarafımızdan tespit edilememiştir.
b) Bu haber
metinleriyle iddianame karşılaştırıldığında; Milliyet.com.tr.'deki haberin ilk
cümlesi 'Herkesi yaratan Allah'tır. Ayrıma ne gerek var' Üst ortak paydada
birleşerek el ele vereceğiz.' iken, iddianamede 'Hepimizi yaratan mutlak
yaratıcı Allah'tır. Ayrıma ne gerek var. O üst ortak paydada birleşip el ele
vereceğiz' biçimine dönüştürülmüş ' böylelikle metindeki
'Herkesi' ibaresi 'Hepimizi' şeklinde değiştirilirken, üçüncü cümlenin başına
metinde yer almayan 'O' zamiri eklenmek suretiyle Allah ortak paydanın öznesi
kılınmıştır. Oysa iddia makamının dayandığı haber metinleri okunduğunda, üst
ortak paydanın öznesinin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı olduğu açıktır.
c) 'Hepimizi yaratan mutlak yaratıcı Allah'tır. Ayrıma ne
gerek var. O üst ortak paydada birleşip el ele vereceğiz' cümlesi haberde,
metnin ilk cümlesi olduğu halde, iddianamede son cümle olarak yer almıştır.
Böylece iddia makamı, Başbakana ait metindeki cümlelerin
bir kısmını takdim tehir ederek, metne bazı kelimeler ve bir zamir ekleyerek,
açıklamanın anlamını farklılaştırmıştır.
d) Kaldı ki
Başbakan, bugüne kadar yaptığı hiçbir konuşmada 'Din üst kimliktir.' şeklinde
veya bu anlama gelecek bir beyanda bulunmamıştır. Sadece dinin birleştirici
vasfına vurgu yapmıştır. Ama Başbakanın, 'Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı bizi
birbirimize bağlayan üst kimliktir.' biçiminde ve anlamında sayısız
açıklamaları vardır.
2) AK PARTİ Genel
Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkındaki 19 numaralı iddianın
(İddianame, s. 36)belli bölümleri, belli metinlerde; diğer bölümleri, başka
metinlerde yer almasına karşın, derleme yoluyla iddia makamınca, sanki Başbakan
konuşuyormuş gibi ona izafe ettiği 'Özgün' bir metin oluşturulmuştur (EK-22).
Buna tam bir delil tasnii denir. Nitekim 19 numaralı ekte birinci sayfa olarak
yer alan 09.05.2005 tarihli Cumhuriyet Gazetesinden herhangi bir pasaj
alınmamış, yine ekte 2 nolu sayfa olarak yer alan 09.07.2005 tarihli Milliyet
Gazetesinin sondan ikinci paragrafı aynen alınmış, bu alıntı, ekte üçüncü
sayfada yer alan metinden birbirini izlemeyen pasajlar üç nokta konmaksızın ve
birbirini izliyor görüntüsü içinde iddianameye dercedilmiştir.
3) AK PARTİ Genel
Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkındaki 31 numaralı iddianın
(İddianame, s. 41-42) başında yer alan ve siyah harfler yazılı olan;'İngiltere,
ağırlıklı olarak Hıristiyan ülke olmasına karşın kamu kurumlarında başörtülü
insanların çalışabildiğini, ancak çoğunluğu Müslüman olan Türkiye'de kamu
kurumlarında başörtülü çalışılamadığını,'' ibarelerinden oluşan cümleler,
Başbakana ait değildir(EK-23)
Bunlar, programdaki bir katılımcının Başbakana sorduğu
soruda kullandığı cümlelerdir. Nitekim bu husus Anadolu Ajansı tarafından
verilen haberde ; 'Başbakan Erdoğan, İngiltere ağırlıklı olarak Hıristiyan ülke
olmasına rağmen kamu kurumlarında başörtülü insanların çalışabildiğini, ancak
çoğunluğu Müslüman olan Türkiye'de kamu kurumlarında başörtülü çalışılamadığını
ifade eden bir katılımcının, bunu insan hakları bağlamında nasıl
değerlendirdiğini sorması üzerine, başörtüsü konusunun bir insan hakkı olduğunu
söyledi.' biçiminde yer almıştır. Doğrusu da budur. Hem gazete haberleri ve hem
de programın CD'si bunun delilidir. Ayrıca iddianamede siyah harflerle yazılı
bu cümlelerin içinde '' İfade eden bir katılımcının, bunu insan hakları
bağlamında nasıl değerlendirdiğini sorması üzerine' ibarelerinin bulunduğu, hem
ekte yer alan 29 Ekim 2005 tarihli Milliyet Com. tr., hem 28 Ekim 2005 tarihli
Hürriyet Gazetesi ve hem de 29.10.2005 tarihli Star Gazetesi'ndeki haberlerden
de anlaşılmaktadır. İddia makamının dayandığı bu deliller de, iddia makamını
tekzip etmektedir. Bu açıklığa rağmen iddia makamının, Başbakana ait sözlerin,
bizzat Başbakan tarafından sarf edilmiş gibi göstermesini, hukukla, Anayasa ile
veya herhangi bir yasaya uygunlukla izah etmek mümkün değildir.
İddia makamı, Başbakanın söylemediği sözleri o söylemiş
gibi göstermek suretiyle oluşturulmuş bir delille, Başbakanın kamuda başörtülü
çalışmayı savunduğunu ispat edemez. Çünkü:
a) Başbakanın
böyle bir açıklaması yoktur.
b) Bunun dışında
da başka yerde veya zamanda yapılmış bir açıklaması da yoktur.
c) Aksine
Başbakanın başörtülülerin kamuda çalışması gerekmediğini ifade eden sözleri
vardır. Örneğin iddia makamının, Başbakanın ve AK PARTİ'nin aleyhinde
kullandığı 13 numaralı iddiada Başbakan; 'Özel üniversitelerde türbanla eğitimi
serbest bırakalım. Devlette görev verilmesin. Özel sektörde
çalışsınlar.'(İddianame, Başbakan hakkındaki 13 numaralı iddia, Sayfa: 33)
demiştir. Bu da, iddia makamını tekzip etmektedir.
d) Yukarıda
belirtildiği üzere, bu iddianın dayanağı delillerde (EK-31)de böyle bir şey
yoktur. Aksine bu deliller, iddia makamını tekzip etmektedir.
C- ADLİ YARGILAMA VEYA ADLİ SORUŞTURMA SONUCU VERİLMİŞ
KARARLAR DİKKATE ALINMAMIŞTIR
Anayasa'ya göre; 'Suçluluğu
hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.' (Anayasa, m. 38/4) Anayasa
ve yasalarımız, suçüstü yakalanan bir kişiye dahi, suçluluğu kesinleşmiş
mahkeme kararıyla sabit olmadıkça, suçlu denilmesini yasaklamaktadır.
Hukukumuzda mahkeme kararları, herkes için bağlayıcıdır.
'Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır;
bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve
bunların yerine getirilmesini geciktiremez.'(Anayasa, m. 138/4) Bu anayasal
açıklığa rağmen iddia makamının; suçsuzluğu hükmen sabit olan veya beyanlarının
iddia makamının iddia ettiği anlamda olmadığı kesinleşmiş mahkeme kararı veya
adli soruşturma sonucu verilen kesinleşmiş kararlarla sabit olan kişiler
hakkındaki kararlara itibar etmemesi ve bu kararlara konu eylem veya beyanları
iddianameye alması, hukuk devletinin bir gereği olan hukuki güvenliği ortadan
kaldırmaktadır.
1) HAKKINDA KESİNLEŞMİŞ MAHKEME KARARI OLAN
İDDİALAR
a) Niğde Ulukışla
İlçe teşkilatı il genel meclisi üye adayları Ali Uğurlu, Kamil Ünal,
Mustafa Burna ile ilçe belediye başkan adayı Ali Tekin hakkında,
2004 yerel seçimlerinde kullandıkları 'İktidarla el ele-84 yıllık karanlığa
son' (İddianame, s. 103) sözlerini içeren slogan nedeniyle, Ulukışla Cumhuriyet
Başsavcılığı 'Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni alenen tahkir ve tezyif suçundan
dolayı yargılanmaları ve cezalandırılmaları' istemiyle Ulukışla Asliye Ceza
Mahkemesinde kamu davası açılmıştır.
Yapılan yargılama sonucunda Niğde Ulukışla Asliye Ceza
Mahkemesi, ''tüm dosya kapsamından 'İktidarla el ele 84 yıllık karanlığa
son' sloganı ile sanıkların amacının ilçenin geri kalmışlığını ifade ederek,
hem mensubu oldukları ve iktidarda bulunan siyasi partinin kendilerine
sağlayacağı kolaylıklardan faydalanarak ilçeye daha iyi hizmet edeceklerini
ifade etmek, bu suretle oy toplamak, hem de 2004 yılına kadar ilçede görev
yapmış olan yerel yönetimleri eleştirmek olduğunun anlaşıldığı, açıklanan
tüm bu nedenlerle sanıklarda suç kastının, dolayısıyla Türkiye Büyük Millet
Meclisinin alenen tahkir ve tezyif kastının bulunmadığı, aksi yönde, her türlü
şüpheden uzak, somut, kesin ve inandırıcı delil de bulunmadığından,
mahkememizce tüm sanıkların 5271 sayılı ceza muhakemesi kanunun 223/2-c maddesi
uyarınca müsnet suçtan ayrı ayrı olmak üzere beraatlerine karar vermek
gerekmiştir.' demek suretiyle, bu kişilerin beraatine karar vermiştir.
(Ulukışla Aliye Ceza Mahkemesi 26.07.2005 tarih ve 2004/93 E. ve 2005/138 K.)
Bu karar da kesinleşmiştir(EK- 24).
b) Dinar Belediye Başkanı Mustafa Tarlacı'nın 2005
yılı ramazan ayında teravih namazı kıldırdığı iddiası (İddianame, s. 103), Dinar
Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturulmuş ve sonuçta 'Özel işaret ve
kıyafetleri usulsüz kullanma' suçu nedeniyle cezalandırılması istemiyle Mustafa
Tarlacı hakkında Dinar Sulh Ceza Mahkemesine dava açılmış ve yapılan yargılama
sonucunda Mustafa Tarlacı beraat etmiş ve kesinleşmiştir (Dinar Sulh Ceza
Mahkemesinin 13.03.2007 tarih ve 2006/203 E.. , 2007/86 K. İle) (EK-25)
c) AK PARTİ Ankara
İl Gençlik Kolları Başkanlığının, 2006 yılı ramazan ayında iftar çadırı açtığı
ve çadırın üzerinde 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanununun 87. maddesine aykırı
olarak 'Hoş geldin Ya Şehr-i ramazan', 'Adalet ve Kalkınma Partisi', 'Gençlik
Kolları', 'Her şey Türkiye için', 'Adalet ve Kalkınma Partisi Gençlik Kolları
Ankara İl Başkanlığı İftar Çadırı' yazıları ile Adalet ve Kalkınma Partisi'nin
amblemi ve genel başkanının dört ayrı fotoğrafı bulunduğu' iddiası (İddianame,
s. 105), adli tahkikat ve adli yargılamaya konu olmuştur.
Bu iddiaya konu olayın soruşturulması sonucu Ankara
Cumhuriyet Başsavcılığı, Siyasi Partiler Yasasının 117'inci maddesini ihlal
ettiği iddiasıyla, AK PARTİ Ankara İl Gençlik Kolları Başkanı Orhan Yeğin
hakkında Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesine kamu davası açmıştır.
Yapılan yargılama sonunda Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi;
'' 2820 Sayılı Yasa'nın 87. maddesinde 'Siyasi partiler devletin sosyal veya
ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa dini esas ve
inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve
tesis eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan
şeyleri alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapamaz, istismar
edemez veya kötüye kullanamaz.' hükmü yer almaktadır.
Bu açık hükümden anlaşılacağı gibi maddede geçen
eylemlerin suç sayılıp aynı yasanın 117. maddesi uyarınca yaptırım altına
alınabilmesi için anılan eylemlerin siyasi partilerin yetkili kuruluşları ve
kişileri tarafından gerçekleştirilmiş olması gerekir.
Somut olayda sanığın Adalet ve Kalkınma Partisi Ankara İl
Başkanlığı Gençlik Kolları İl Başkanı olduğu sabitse de Adalet ve Kalkınma
Partisini temsil yetkisi bulunmamaktadır.
Öte yandan parti yetkililerinin sanığa talimat verdiği de
belirlenememiştir.
Adalet ve Kalkınma Partisini temsil yetkisi bulunmayan
sanığın anılan parti adına hareket edemeyeceği gözetildiğinde kurduğu çadır
üzerine yazdığı yazılar ile astığı fotoğrafların kendi kişisel görüşlerini
yansıtacağı açıktır.
Bu durumda sanığın eyleminin suç oluşturmayacağının
kabulü gerekir.
Çünkü yüklenen suçun oluşabilmesi için eylemin siyasi
partiler veya siyasi partilerin yetkili kurulu tarafından veya talimat üzerine
gerçekleştirilmesi gerekir.
O halde sanığın saptanan eyleminde yüklenen suçun yasal
unsurları bulunmadığının kabulü ile buna göre uygulama yapılmalıdır.
Öyle ise dosyada var olan delillere itibar edilerek
sanığın yasal unsurları itibariyle oluşmayan yüklenen suçtan beraatine karar
verilmelidir.' (Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi, Esas No: 2006/366; Karar Tarihi:
08.05.2007; Karar No: 2008/152) gerekçeleriyle Orhan Yeğin'in yasal
unsurları itibariyle oluşmayan yüklenen suçtan oybirliği ile beraatine karar
vermiş ve bu karar da kesinleşmiştir (EK- 26).
2) HAKKINDA KESİNLEŞMİŞ CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI
KARARI OLAN İDDİALAR
a) Adana eski
milletvekili Abdullah Çalışkan'ın içinde 'yeşil devrim' ifadeleri geçen
konuşması (İddianame, s.90-91) nedeniyle Adana Cumhuriyet Başsavcılığı, adli
soruşturma başlatmış ve yaptığı soruşturma sonunda; yapılan konuşmada suç
unsuru bulunmadığı, düşünce ve düşünceyi açıklama hürriyeti kapsamında olduğunu
tespitle kovuşturmaya yer olmadığına karar vermiş ve bu karar da kesinleşmiştir(EK-
27).
b) 19-21 Mayıs
1995 tarihinde Sivas'ta yapılan bir konferansta yaptığı ve 'Bilgi ve Hikmet'
dergisinin Güz 1995 Tarihli -12. sayısında yayınlanan '21. Yüzyıla Girerken
Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam' konulu konuşmasındaki ''Türkiye'de
Cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve
nihayet laiklik ilkesinin yerinin İslam'la bütünleşmesinin gerekli olduğu
kanaatini taşıyorum' '(İddianame, s. 75-76) ifadeleri nedeniyle Ömer Dinçer'in
hakkında, Erzurum Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından
adli soruşturma başlatılmış ve soruşturma sonucunda; 'Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesinin 'ifade Özgürlüğü' başlığını taşıyan 16. maddesinde herkesin görüşlerini
açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahip olduğu belirtilerek, bu hakkın kanaat
özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu
olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerdiği belirtilmiş,
sözleşmenin uygulanmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında
da açıkça şiddet ve şiddete çağrı içermeyen her türlü düşüncenin ifade
özgürlüğü kapsamında kabul edildiği vurgulanmıştır. Suç ihbarı dilekçesine
ekli 'Bilgi ve Hikmet' isimli derginin Güz/1995 tarihli 12. sayısında
neşredilen konuşma metninin kül olarak değerlendirilmesi neticesinde belirtilen
konuşmanın şiddete çağrı ve suç işlemeye tahrik içermemesi, ifade özgürlüğü
kapsamında kalması nedeniyle, TCK' nun 146/2, 311, 312/1'2 maddelerinde düzenlenen
suçların unsurlarının oluşmadığı anlaşılmakla; müsnet fiillerle ilgili olarak
sanık hakkında takibat yapılmasına mahal olmadığına'' karar verilmiş ve bu
karar da kesinleşmiştir (Erzurum Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet
Başsavcılığı 07. 06. 2004 tarih 2004 / 128 Esas 2004 / 23 Karar sayılı kararı)
(EK- 28) .
Kesinleşmiş bu adli karara rağmen iddia makamının, Ömer
Dinçer'in şahsına dönük eleştiri sınırını aşan yazılar ve sözler nedeniyle
açtığı ve ilk derece mahkemesince de kabul edilen manevi tazminat davası kararı
hakkında Yargıtay tarafından verilen bozma kararının gerekçesinde yer alan bir
cümleden hareketle bu kararı delil olarak sunması da hukuka aykırıdır.
c) '2006 Yılı
ramazan ayında Eyüp Sultan Cami bahçesine kurulan ramazan çadırına 2820 sayılı
Siyasi Partiler Yasasının 87. maddesine aykırı olarak ismini ve sıfatını içeren
afişler astırttığı ve tutanak tutulduğu' (İddianame, s. 104) iddiası ile ilgili
olarak Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç hakkında, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığının talebi üzerine Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı adli soruşturma
başlatmış ve soruşturma sonucunda; '13.10.2006 tarihinde müsnet suçun işlendiği
iddia olunan Eyüp Sultan Camii Bahçesinde kurulu ramazan çadırında yapılan
tespit ve çekilen fotoğraflarda çadırın içinde ve dışında bulunan pankart ve
duvarda asılı resimlerin içeriğinde bir siyasi parti ile ilişkiyi gösteren
herhangi bir bulgunun tespit edilmediği, bu hususun aynı tarihte düzenlenen
tespit tutanağı ile imza altına alındığı. bu nedenle siyasi partiler yasasının
117'inci maddesinin uygulanmasını sağlayacak herhangi bir işlemin
yapılmadığı'nı tespit etmiş ve 'kovuşturmaya yer olmadığına dair karar'
vermiştir (Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 26.03.2008 tarih ve 2006/23252
soruşturma no ve 2008/3699 karar). Bu karar da kesinleşmiştir (EK-29).
d) 'Bursa Uludağ
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof Dr Hamdi Döndüren tarafından
yazılan 'Delilleriyle Aile İlmihali' isimli kitabın dağıtıldığı' (İddianame,
s. 104) iddiası nedeniyle Tuzla Belediye Başkanı Mehmet Demirci hakkında, Tuzla
Cumhuriyet Başsavcılığı adli soruşturma başlatmış ve soruşturma sonucunda
'Kovuşturmaya yer olmadığına' karar vermiştir (Tuzla Cumhuriyet Başsavcılığı,
12.03. 2007 tarih, Soruşturma no: 2006/20083, Karar: 2007/576) (EK-30).
e) 'Silivri Belediyesince
2006 yılında belediye adına özel olarak bastırılan ve M.Ertuğrul Düzdağ
tarafından yazılan önsözünde Atatürk'ün kişiliğine, ilke ve devrimlerine ağır
saldırılar yapılan Mehmet Akif Ersoy'un 'Safahat' isimli kitabın
ilçedeki tüm lise öğrencilerine bedava dağıtmak üzere belediyeye ait taşıtlarla
okullara getirildiği ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünce dağıtım izni bulunmayan
kitapların bir kısmının lisedeki öğrencilere dağıtımının yapıldığı' (İddianame,
s. 104-105) iddiasıyla ilgili olarak, CHP Silivri İlçe Başkanı Mümin Tuğlu'nun
şikayeti üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, iddiaya konu kitabın önsöz
ve girişinin yazarı M. Ertuğrul Düzdağ ile yayıncısı Şaban KURT hakkında, adli
soruşturma başlatmış ve yapılan soruşturmanın neticesinde; ''Kitabın giriş
kısmında, Mehmet Akif Ersoy'un hayatı ve eserleri muhalif görüşlerine de yer
verilerek anlatılmış olup, Mustafa Kemal ATATÜRK'ün manevi şahsiyetine hakaret
suçunu oluşturacak herhangi bir ifade ve suç unsuru da bulunmadığı kanaatine varılmıştır'
denilerek şüpheliler yayıncı Şaban KURT ile yazar M. Ertuğrul Düzdağ hakkında
kamu adına kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmiş ve bu karar da
kesinleşmiştir ( İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu, 31.08.2006
tarih, 2006/31172 Soruşturma No 2006/9252-193 Karar No) (EK-31).
f) 'Kocaeli
Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu'nun, 2006 tarihinde
üzerinde kartviziti ve AKP logosu bulunan 5.000 adet Kuran-ı Kerim'i Büyükşehir
amblemini taşıyan çantalar içerisinde belediye personeli aracılığıyla kentte
dağıttırdığı' (İddianame, s. 105) iddiası ile ilgili olarak Kocaeli Büyükşehir
Belediye Başkanı İbrahim KARAOSMANOĞLU hakkında, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı Siyasi Partiler Soruşturma Bürosu'nun 09.10.2006 tarih ve 2006/148
sayılı yazısına istinaden Kocaeli Cumhuriyet Başsavcılığı adli soruşturma
başlatmış, soruşturma sırasında 22.01.2007 tarihli açma tutanağı başlıklı
yazıda; 'İl Müftülüğü tarafından gönderilen çantanın bir yüzünde Kocaeli
Büyükşehir Belediyesi yazdığı, İzmit Saat Kulesi resmi olduğu ve ayrıca
belediye web sayfası adresinin yazılı olduğu, diğer yüzünde aynı hususların
İngilizce yazılı olduğu, herhangi bir siyasi partinin ilgisine rastlanmadığı,
içinde bulunan kartvizitin ise Kur'an-ı Kerim kapağına yapıştırılmış vaziyette
olduğu ve Büyükşehir Belediye Başkan İbrahim Karaosmanoğlu'nun kartviziti
olduğu, herhangi bir siyasi partinin işaretinin olmadığı' (EK-32).
açıkça ifade edilmiştir.
Ayrıca Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı, iddia
makamının dayanağı basında çıkan asılsız haberleri tekzip etmiştir. Noter
ihtarı ve Kocaeli Sulh Ceza Mahkemesinin 26.12.2006 tarih ve 2006/1275 D. İş
Tekzip Kararına rağmen tekzipleri yayınlamayan Güngör Arslan ve Azime Telli
hakkında şikayette bulunmuş, Kocaeli Asliye Ceza Mahkemesinde yapılan
yargılamada, sanıkların yayınlanmasına karar verilen tekzip metnini usulüne
uygun yayınlamamak suretiyle basın kanununa aykırı davrandıkları gerekçesiyle
ayrı ayrı adli para cezasına çarptırılmış ve tekzip metninin de trajı 100000'in
üzerinde olan iki gazetede yayımlanmasına karar verilmiştir (Kocaeli Asliye
Ceza Mahkemesi, Dosya No: 2007/68, Karar Tarihi: 26.09.2007, Karar No:
2007/312) (EK-33).
Sonuç olarak; kesinleşmiş adli yargı kararlarına uymak ve
bunları doğru kabul etmek Anayasa'nın (Anayasa, m. 38/4, m. 138/4) ve hukukun
evrensel ilkelerinin gereği olduğu halde iddia makamının bu kararlara uymaması
ve subjektif bir yorumla bu kararları etkisizleştirmesi, Anayasa, hukuk ve
hukukun evrensel ilkelerine açıkça aykırıdır.
D- TEKZİP EDİLEN HABERLER VE YORUMLAR DELİL OLARAK
KULLANILMIŞTIR
'Düzeltme ve cevap hakkı', anayasal bir haktır. Anayasa'ya
göre; 'Düzeltme ve cevap hakkı, ancak kişilerin haysiyet ve şereflerine
dokunulması veya kendileriyle ilgili gerçeğe aykırı yayınlar yapılması
hallerinde tanınır ve kanunla düzenlenir.
Düzeltme ve cevap yayımlanmazsa, yayımlanmasının gerekip
gerekmediğine hâkim tarafından ilgilinin müracaat tarihinden itibaren en geç
yedi gün içerisinde karar verilir.' (Anayasa, m. 32)
Bir kişinin, hakkında basın ve yayın organlarında çıkan
asılsız ve yanlış haber ve yorumları düzeltip veya tekzip edip 'Bu bilgi
yalandır, yanlıştır, eksiktir, çarpıtılmıştır veya doğrusu şudur.' diye düzeltme
ve cevap hakkını kullanması halinde, aksi hukuken sabit oluncaya kadar bunun
doğruluğunu kabul, hukuk devletinin (Anayasa, m. 2) gereğidir.
Buna rağmen iddia makamı tarafından;
1) AK PARTİ Genel
Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan; dinin birleştiriciliğine vurgu yapan
konuşması (İddianame, s. 28), kimi siyasiler ve basın yayın organları
tarafından çarpıtılarak verilmesi üzerine, basın ve yayın organlarında çıkan
haberlerin gerçek dışı olan kısımlarını tekzip etmiş, yanlış anlaşılan
kısımlarını ise düzeltmiştir. Nitekim iddianamenin 28 ve 29'uncu sayfalarında
yer alan 7 ve 8 numaralı iddialar, bu düzeltme ve tekzip açıklamalarını
içermektedir. Bu durumda iddia makamının, tekzip ve düzeltme hakkına riayet
edip, bu hakkı teminat altına alan Anayasa'ya uyup, tekzip edilen açıklamayı
iddianameye almaması gerekirdi. Ama iddia makamı, hukukun ve Anayasa'nın
kendisine yüklediği bu gerekliliğe uymamış, hukuken yapılmaması gerekeni
yaparak hem tekzip edilen açıklamayı ve hem de bunu tekzip eden açıklamaları
iddianamesine delil olarak koymuştur.
2) AK PARTİ Genel
Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Alman Weltam Sonntag gazetesine
2005 yılı Şubat ayında verdiği demeci (İddianame, s. 34),
3) 2005 yılı Kasım
ayında Almanya dönüşü uçakta gazetecilerle sohbet eden Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın, Fransa'nın varoşlarında başlayan isyan eylemlerine ilişkin
değerlendirmeleri (İddianame, s. 36-37),
4) 2005 yılı Kasım
ayında Danimarka Avrupa Hareketi tarafından Kopenhag'da düzenlenen
'Medeniyetler arası ittifak: Türkiye'nin rolü' konulu toplantıya katılan
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın beyanları (İddianame, s. 44),
5) Başbakan Recep
Tayip Erdoğan'ın 7 Mart 2008 tarihinde partisinin Uşak ilinde düzenlediği bir
toplantıdaki bir ifadesi (Ek.165) (İddianame, s. 54),
6) TBMM eski
Başkanı Bülent Arınç'ın, 2005 yılı Nisan ayında katıldığı CNN Türk'te
yayımlanan 'Ankara Kulisi' programındaki açıklamaları(İddianame, s. 54-55),
7) TBMM eski
Başkanı Bülent Arınç'ın 2003 yılı Eylül ayında, Türkiye Demokrasi Vakfı'nca Armada
Otel'de düzenlenen toplantıda yaptığı 'Meclis ve Demokrasi' konulu konuşma
(İddianame, s. 62),
8) Mardin eski
milletvekili Nihat Eri'nin TBMM Dışişleri Komisyonundaki açıklaması (İddianame,
s. 77),
9) Yozgat
milletvekili Mehmet Çiçek'in 2006 yılı Şubat ayında Star Tv'de katıldığı bir
programdaki değerlendirmeleri (İddianame, s. 83-84),
10) Show TV' de
yayınlanan 17.01.2008 tarihli ' Siyaset Meydanı' isimli programda AK PARTİ
Merkez Karar ve Yönetim Kurulu Üyesi Ayşe Böhürler ile Meclis Anayasa Komisyonu
Başkanı Burhan Kuzu arasında geçen diyalog (İddianame, s. 95),
11) Konya
milletvekili Hüsnü Tuna'nın Konya Gazeteciler Cemiyetini ziyareti sırasında
söylediği sözler (İddianame, s. 96),
12) Gaziantep
Milletvekili ve Kadın Kolları Başkanı Fatma Şahin'in değerlendirmeleri
(İddianame, s. 97),
13) İstanbul
milletvekili Egemen Bağış'ın 2008 Ocak ayı içinde Konrad Adaneur Vakfı'nı
davetlisi olarak gittiği Berlin'de bir gazetecinin türban konusundaki sorusu
üzerine yaptığı açıklama (İddianame, s. 97) ,
14) Türkiye Büyük
Millet Meclisi Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanı Trabzon
milletvekili Cevdet Erdöl'ün komisyondaki değerlendirmeleri (İddianame, s.
98-99)
15) Eyüp
Belediyesi'nce, 2005 yılında ÖSYM'nin yaptığı Kamu Personeli Seçme Sınavı'yla
alacağı zabıta memurları için imam-hatip mezunu olma şartı getirildiği
(İddianame, s. 104),
16) Kocaeli
Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu'nun, 2006 tarihinde üzerinde
kartviziti ve AK PARTİ logosu bulunan 5.000 adet Kuran-ı Kerim'i Büyükşehir
amblemini taşıyan çantalar içerisinde belediye personeli aracılığıyla kentte
dağıttırdığı (İddianame, s. 105),
17) Isparta
Belediye Başkanı Hasan Balaman'ın, Isparta Müftülüğü tarafından düzenlenen
'Hafızlık Taç Giyme Töreninde' yaptığı değerlendirmeleri (İddianame, s.106),
Konularına ilişkin haberlerin, basın ve yayın
organlarında yanlış, eksik, gerçek dışı veya çarpıtılarak yer alması üzerine;
ilgilileri tarafından düzeltme ve cevap hakkı kullanılarak düzeltilmiş ya da
tekzip edilmiş olduğu halde delil olarak kullanılmıştır.
İlk cevabımızda, anılan tekzip ve düzeltmelerin bir
kısmı, esas hakkındaki cevabımızda ise yukarıda sayılan açıklamaların tamamına
ilişkin tekzip ve düzeltme metinleri Anayasa Mahkemesi'ne sunulmuştur.
Partimizin sunduğu bu tekzip metinleri karşısında iddia
makamının, ya sunulan delillere itibar edip iddiasından sarfınazar etmesi ya da
bunun aksini kanıtlaması gerekirken; bunların hiç birisini yapmamış, aksine;
'Davalı parti genel başkan ve üyelerinin laikliğe aykırı bir beyanda
bulunduktan sonra kamuoyunun tepkisi karşısında, bu beyanları inkâr etmeleri,
yalanlamaları, yanlış yorumlandığını savunmaları, kullandıkları siyasal bir
yöntemdir. Benzer olaylar ile birlikte değerlendirildiğinde yalanlama ve inkârların
laikliğe aykırı bu söylemlerin özünü ve içeriğini değiştirmediği
anlaşılmaktadır.' (İddia makamının esasa ilişkin mütalaası, s. 40) demek
suretiyle; Anayasa ve hukukun evrensel kurallarını hiçe saymış; Burhan Kuzu'nun
açık tekzibini 'İtirazda bulunmayarak zımnen benimseme', Fatma Şahin'in tekzip
ve düzeltmesini 'içeriği değiştirmediği', Egemen Bağış'ın tekzibini ise 'Soyut
bir yalanlama' (İddia makamının esasa ilişkin mütalaası, s. 41-42) olarak
nitelemiş ve iddialarından vazgeçmemiştir.
Anayasa'nın tanıdığı 'Cevap ve düzeltme hakkına'
(Anayasa, m. 32) üsteniden tekzip edilmiş veya düzeltilmiş bu iddialar, hukukun
evrensel kuralları ve Anayasa gereği bir kişinin siyasi yasaklılığının ve onun
üyesi olduğu partinin kapatılmasının nedeni olamaz ve bunlar hiçbir şekilde
kapatma davarlında delil olarak kullanılamaz.
E- AK PARTİ KURULMADAN ÖNCEKİ EYLEM VEYA BEYANLAR DELİL
OLARAK KULLANILMIŞTIR
Anayasa'nın 69'uncu maddesi açıktır: İsnadın en erken
başlama tarihi, partinin kuruluş günüdür. Çünkü henüz kurulmamış olan bir
partiye her hangi bir isnat yapılamaz ve Anayasanın 69'uncu maddesindeki
müeyyideler, işletilemez.
Bilindiği gibi Adalet ve Kalkınma Partisi, yasanın
aradığı bildiri ve belgeleri İçişleri Bakanlığına vermek suretiyle (Siyasi
Partiler Kanunu, m. 8) 14 Ağustos 2001'de kurulmuştur. Dolayısıyla da hak ve
fiil ehliyetini de aynı gün kazanmıştır (Türk Medeni Kanunu, m. 47/1, 49;
Siyasi Partiler Kanunu, m. 8).
Bu nedenle, 14 Ağustos 2001 tarihinden önceki hiçbir
eylem veya söylemin AK PARTİ'ye isnadı hukuken ve fiilen mümkün değildir.
Fiilen mümkün değildir, çünkü ortada kendisine isnat yapılacak bir AK PARTİ
yoktur. Hukuken mümkün değildir, çünkü: Hiçbir hukuk devleti, bir tüzel
kişiliğin mesuliyetini, hak ve fiil ehliyeti kazanmadan önceki bir tarihe
götürmez ve götürülmesine de izin vermez. Ayrıca hukuk, başkalarının bir
fiilinden dolayı, bu fiille hiçbir ilişkisi olmayan kişi veya tüzelkişilerin
cezalandırılmasını istemez ve buna da izin vermez.
Bu gerçekliğe rağmen iddia makamı, iddianamede ve esas
hakkındaki görüşünde, neredeyse tarihteki bütün olayların muharriki ve
müsebbibi olarak AK PARTİ'yi görmekte ve göstermekte ve ilgisiz pek çok kişi,
olay ve açıklama ile AK PARTİ arasında ilişki kurmaktadır. Şöyle ki:
1) AK PARTİ, 14 Ağustos 2001 tarihinde kurulmuştur. Bu
tarihten önceki hadiselerle AK PARTİ arasında ilişki kurmak ve bu olaylardan
dolayı AK PARTİ'nin sorumluluğunu talep ve dava, hukuken ve fiilen mümkün
değildir.
Ancak iddia makamı, tarihteki bazı hadiselerle, AK PARTİ
arasında irtibat kurmaktadır. Örneğin:
a) 'Emperyalizmin
mandacı işbirlikçileri',
b) 'Kurtuluş
savaşı yıllarında Ulusun kurtuluş mücadelesini sekteye uğratan isyanların
elebaşıları din taciri molla, şıh, derviş, şeyh ve işbirlikçi mürteci
zihniyet',
c) 'İşgalcilerin
en büyük yerli destekçisi, 'sivil toplum kuruluşu' İngiliz Muhipleri
Cemiyeti'nin kurucusu, Sait Molla isimli bir mürteci',
d) 'Mustafa
Kemal'in ve tüm Kuva-yı Milliyecilerin idamına fetva veren bir diğer mürteci de
Dürrizade Abdullah Efendi isimli şeyhülislam',
e) 'İrticanın
kendi ulusuna ihanetleri, Kurtuluş Savaşı dönemi ile de sınırlı değildir.
Cumhuriyet kurulduktan sonra da Şeyh Sait'ler, Derviş Vahdeti'ler İngiliz
altınlarının parıltısıyla ve şeriat devieti-hilafet çığlıklanyla ayaklanmışlar,
binlerce şehit kanı dökmüşlerdir.',
f) 'Yakın
tarihimizde din ve mezhep kışkırtmalarıyla gerçekleştirilen Malatya,
Kahramanmaraş, Çorum ve Sivas katliamları' ,
g) 'İrticanın,
1946 yılında çok partili rejime geçilmesiyle birlikte bazı siyasi partiler içine
sızarak faaliyetlerini sürdürmesi',
h) 'İrticanın, ilk
defa 26 Ocak 1970 tarihinde bir siyasi parti olarak örgütlenerek Milli Nizam
Partisi adıyla Türk siyaset sahnesine çıkması',
ı) 'Milli Nizam
Partisi ve onun devamı niteliğindeki diğer parti örgütlenmeleri olan Refah
Partisi ile Fazilet Partisi, laikliğe aykırı faaliyetleri nedeniyle Anayasa
Mahkemesi tarafından kapatılması' (İddia makamının esasa dair görüşleri s.
3-4),
Oysaki iddia makamının dile getirdiği bu hadiselerle Ak
Parti arasında hiçbir illiyet bağı yoktur.
Tarihçilerin tartışabileceği hususların, bir davada delil
olarak sunulması, hukuken kabul edilemez.
2) Ak parti, hiçbir parti'nin devamı değildir. İddia
makamının geçmişte kapatılmış kimi siyasi partilerle Ak PARTİ arasında ilişki
kurmaya çalışması, hukuksuz ve beyhude bir gayrettir. İddia makamının; 'Davalı Parti laikliğe aykırı
faaliyetleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi'nce kapatılan Fazilet Partisinde
liderlik mücadelesi veren, kaybedince de ayrılan bir ekip tarafından
kurulmuştur. Bu ekip mirasçısı olduğu laik rejim karşıtı partilerin geçmiş
siyasi deneyimlerinden ders çıkarmış, siyasi amaçlarına, açık bir eylem ve
söylem yerine, birkaç aşamada ve örtülü bir programla ulaşmayı hedeflemiştir.'
(s.5) değerlendirmesi, bu gerçeği değiştirmez ve iddia makamının Anayasa ve
hukukun evrensel kurallarına aykırı olan değerlendirme ve iddiasını, Anayasa ve
hukuka uygun bir hale getirmez.
İddia makamının bu yaklaşımı, yanlıştır. Çünkü:
a) Ak Parti hiçbir
partinin devamı değildir. Ak Parti'nin kurucuları arasında; belli partilerde
veya bir partide siyaset yapanlar değil, değişik siyasi partilerde siyaset
yapmış kişiler bulunduğu gibi, ilk kez siyasete giren kişiler de bulunmaktadır.
b) Ak Parti'nin
başka bir partide 'liderlik mücadelesi veren bir ekip tarafından kurulduğu'
iddiası, Ak Parti'yi başka bir partinin devamı yapmaz. Tıpkı CHP'den ayrılan
Celal Bayar ile Adnan Menderes ve arkadaşlarının Demokrat Parti'yi kurmaları,
Demokrat Parti'yi CHP'nin devamı yapmadığı gibi, tıpkı CHP Genel Başkanlığı yapmış
Bülent Ecevit'in DSP'yi kurması, DSP'yi CHP'nin devamı yapmadığı gibi, Ak
Parti'yi kuran lider kadronun FP'de siyaset yapmış olması da Ak Parti'yi FP'nin
devamı yapmaz.
c) Bir partiden
ayrılmak, ayrılanlar için o parti'nin düşünce ve politikalarını benimsemediğinin,
bir nevi onları reddettiğinin kanıtıdır.
d) AK PARTİ Genel
Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN, defalarca, başka bir partinin devamı
olmadıklarını açıkça ifade etmiştir. İşte Ak Parti Genel Başkanı'nın o
açıklamalarından birisi: 'Biz, dine dayalı bir parti değiliz, başka
partilerin devamı da değiliz.' 'Biz, herhangi bir partinin devamı değiliz. Din
eksenli siyasi bir parti de değiliz. Biz insan eksenliyiz.'
3) Hukuk devletinde, her hangi bir parti üyesinin,
partinin kuruluşundan önceki beyanları partiye isnat edilemez. Bu beyanların,
partinin kuruluşundan sonra yazılı veya görsel basınca 'Konuşmayı yapanın
iradesine rağmen - yayınlanması dahi aynı ilkeye tabidir. Kaldı ki yıllar önce
yapılmış konuşmaların, konuşmayı yapanın iradesi dışında yeniden yayınlanması,
bu konuşmaları bugün yapılmış konumuna da getirmez.
Buna rağmen iddia makamı, partimiz üyelerinden
bazılarının AK PARTİ kurulmadan önceki beyanlarını da delil olarak
kullanmıştır:
a) AK PARTİ Genel Başkanı
ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkındaki 12 numaralı iddianın (İddianame, s.
31) birinci kısmı (12 a-); RP İstanbul İl Başkanı olduğu 1994 yılında Refah
Partisi'nin Ümraniye İlçe Örgütü'nün yeni hizmet binasının açılış töreninde
yaptığı iddia olunan konuşma ile nerede ve ne zaman yapıldığı belli olmayan
geçmiş tarihli konuşmalardan, ikinci kısmı (12 b-) ise AK PARTİ'nin
kurulmasından sonraki beyanlardan oluşturulmuştur.
AK PARTİ'nin kuruluşundan yıllarca önce yapıldığı iddia
edilen bu konuşmanın, AK PARTİ'ye isnadı mümkün değildir. Çünkü hem o tarihte
Ak PARTİ yoktur ve hem de Recep Tayyip Erdoğan Ak PARTİ üyesi değildir.
12 b-'de yer alan açıklamada Başbakanın; 'Siyasete
girerken farklı, siyasetten sonra farklı bir yaşam tarzı mı uygulayacağım, halkımı
mı aldatacağım' Dün neysem bugün de oyum, değişmem, değişmedim.' sözlerinde
geçen 'Değişmedim' kelimesinden hareketle iddia makamının; AK PARTİ'nin
kuruluşundan yaklaşık yedi sene önce söylendiğini iddia ettiği açıklamaları
bugün yapılmış sayması ve öyle göstermesi, Anayasa ve hukukun evrensel
kurallarına aykırıdır. Kaldı ki iddia makamının iddia ettiği gibi 'Değişmedim'
sözü, yıllar önceki konuşmaları, aynı kişi tarafından yıllar sonra konuşulmuş
durumuna getirmez. Ayrıca 'Değişmedim' sözünü Başbakan; 'Başbakan olmasının
kişisel ve aile yaşantısını değiştirmediğini, değiştirmesini gerektirmediğini,
ferdi ve ailevi yaşantısının Başbakan olmadan önce nasılsa şimdi de aynen devam
ettiğini ve bundan sonra da devam edeceğini' ifade için kullanmıştır. Yoksa
Başbakan bu sözleri, düşünce; siyasi anlayış; dünyaya, olaylara ve ülke
sorunlarına bakış ve çözüm üretme hususlarında değişmediği ve değişmeyeceği
anlamında kullanmamıştır.
b) Meclis eski
Başkanı Bülent Arınç'ın danışmanı olarak atanan Kemal Öztürk'ün Mir Mahmut Rıza
adıyla yazdığı 'Rahmetli-Bir Garip Oğlanın Hikayesi' isimli kitap (İddianame,
s. 54), anılan kişinin göreve başlamasından tam 15 sene önce yayınlanmıştır.
İddia makamının, kitabın yayın tarihini belirtmeden iddianamesine alması, onu
yeni yayınlanmış kılmaz.
AK PARTİ'nin kuruluşundan yıllar önce yayınlanmış bir
kitaptan dolayı, AK PARTİ'nin sorumlu tutulması, Anayasa ve hukukun temel
ilkelerine aykırıdır.
c) Milli Eğitim
Bakanı Hüseyin Çelik'in, 'Türkiye'de Değişim, Demokrasi ve Aydınlar' adlı
kitabına koyduğu 'Bir başka açıdan Atatürkçülük' başlıklı makalesi (İddianame,
s. 73-74), 1994 yılında yazılmış ve aynı yıl Türkiye Günlüğü Dergisinde
yayınlanmıştır. AK PARTİ, bu tarihten yaklaşık 7 sene sonra kurulmuştur. Ayrıca
bu tarihte Hüseyin Çelik de siyasetçi değildir, üniversitede görevli bir bilim
adamıdır.
d) Ömer Dinçer'in
19-21 Mayıs 1995 tarihinde Sivas'ta yapılan bir konferansta yaptığı '21.
Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam' konulu konuşması
(İddianame, s. 75-76), 'Bilgi ve Hikmet' dergisinin Güz 1995 Tarihli -12.
sayısında yayınlanmıştır. Bu tarihte AK PARTİ isminde bir parti yoktur. AK
PARTİ, konuşmanın yapıldığı ve dergide yayınlandığı tarihten yaklaşık 6 sene
sonra kurulmuştur. Kaldı ki 1995 senesinde Ömer Dinçer, üniversitede öğretim
üyesidir ve her hangi bir siyasi partinin de üyesi değildir.
F- PARTİ ÜYESİ OLMAYANLARIN EYLEM VE BEYANLARI DELİL
OLARAK KULLANILMIŞTIR
Anayasa'nın 69'uncu maddesinin 6'ıncı fıkrası uyarınca;
ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti
üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir. Söylemler, hiçbir şekilde
siyasi parti kapatma nedeni değildir.
Parti üyesi olmayanların eylemleri veya söylemleri,
partiye isnat edilemez. Ancak iddianamede, bazı kişilerin parti üyesi olmadığı
dönemlerdeki söylemlerinin delil olarak gösterildiği ve halen parti üyesi
olmayanlar hakkındaki iddiaların yer aldığı ve AK PARTİ'ye isnat edildiği
görülmektedir.
1) AK PARTİ Genel
Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkındaki 12 numaralı iddianın
(İddianame, s. 31) birinci kısmı (12 a-), partimizin tüzel kişilik kazanmadan
yıllar önce (1994'te) yapıldığı söylenen beyanlardan, ikinci kısmı (12 b-) ise
AK PARTİ'nin kurulmasından sonraki beyanlardan oluşturulmuştur.
Ak Parti'nin kuruluşundan yıllarca önce yapıldığı iddia
edilen bu konuşmanın, Ak PARTİ'ye isnadı mümkün değildir. Çünkü hem o tarihte
Ak PARTİ yoktur. Başbakan da Ak Parti üyesi değildir.
2) Meclis eski
Başkanı Bülent Arınç'ın danışmanı olarak atanan Kemal Öztürk, Ak Parti üyesi
değildir. AK PARTİ üyesi olmayan birinin yazdığı bir kitaptan dolayı AK PARTİ
sorumlu tutulamaz.
3) Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, AK PARTİ üyesi değildir. Abdullah Gül, 28 Ağustos 2007'de
Cumhurbaşkanı seçilmiş ve Anayasa gereği aynı gün Ak PARTİ ile üyelik ilişkisi
sona ermiştir. Bu nedenle, hiçbir gerekçe ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül
hakkında iddianamenin 65-70'inci sayfalarında yer alan iddiaların AK PARTİ'ye
isnadı mümkün değildir.
4) Milli Eğitim
Bakanı Hüseyin Çelik'in, 'Türkiye'de Değişim, Demokrasi ve Aydınlar' adlı
kitabına koyduğu 'Bir başka açıdan Atatürkçülük' başlıklı makalesi (İddianame,
s. 73-74), 1994 yılında yazılmış ve aynı yıl Türkiye Günlüğü Dergisinde
yayınlanmıştır.
Makalenin yayınlandığı tarihte AK PARTİ diye bir parti
yoktur ve Hüseyin Çelik de herhangi bir siyasi parti üyesi değildir.
5) Ömer Dinçer'in
19-21 Mayıs 1995 tarihinde Sivas'ta yapılan bir konferansta yaptığı '21.
Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam' konulu konuşması
(İddianame, s. 75-76), 'Bilgi ve Hikmet' dergisinin Güz 1995 Tarihli -12.
sayısında yayınlanmıştır. Bu tarihte AK PARTİ isminde bir parti yoktur. AK
PARTİ, konuşmanın yapıldığı ve dergide yayınlandığı tarihten yaklaşık 6 sene
sonra kurulmuştur. Kaldı ki 1995 senesinde Ömer Dinçer, üniversitede öğretim
üyesidir ve AK PARTİ diye bir parti de yoktur ve Ömer Dinçer de her hangi bir
siyasi partinin üyesi değildir.
İddianamede Ömer Dinçer'e isnat edilen açıklama,
24.12.2003 tarihlidir. Bu tarihte de Ömer Dinçer, AK PARTİ üyesi değildir. Ömer
Dinçer'in AK Parti üyeliği, 22 temmuz 2007'de milletvekili seçilmesiyle
gerçekleşmiştir.
G- YASAMA SORUMSUZLUĞU KAPSAMINDA OLAN FAALİYETLER DELİL
OLARAK KULLANILMIŞTIR
Yasama yetkisinin kullanılması, Türkiye Büyük Millet
Meclisi'ne aittir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu yetkisini, Anayasa'nın
koyduğu esaslara göre kullanır (Anayasa, m. 6). Kanun çıkarmak, değiştirmek ve
kaldırmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev ve yetkilerindendir (Anayasa,
m. 87) Kanun teklif etmeye, Bakanlar Kurulu ve milletvekilleri yetkilidir.
Kanun tasarı ve tekliflerinin Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülme usul ve
esasları, İçtüzükle düzenlenir (Anayasa, m. 88). Meclisin kabul ettiği
kanunları, Cumhurbaşkanı onbeş gün içinde onaylar ya da bir daha görüşülmek
üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine geri gönderebilir, Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin aynen kabul ettiği kanunlar onaylanarak Resmi Gazete'de yayınlanır.
(Anayasa, m. 89). Kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük
Millet Meclisi İçtüzüğünün şekil ve esas bakımlarından Anayasa'ya uygunluk
denetimi ile Anayasa değişikliklerinin sadece şekil bakımından Anayasa'ya
uygunluğunun incelenmesi ve denetlenmesi görev ve yetkisi, Anayasa Mahkemesi'ne
aittir(Anayasa, m. 148).
Yasama faaliyetlerinin özgür bir ortamda yürütülebilmesi
için 'Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve
sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık
Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis
dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar.' (Anayasa, m.
83/1)
Buna rağmen iddia makamının; hükümetin Meclise kanun
tasarısı sevk etmesini veya milletvekillerinin kanun teklifi vermesini ve milletvekillerinin
yasalaşma süreçlerindeki konuşmalarını, iktidarın da bunları gerçekleştirecek
güçte olmasını ve bunların partinin maçlarıyla örtüştüğünü belirterek, bunların
AK PARTİ'ye isnat edilebileceğini iddia etmiş (İddianame, s. 26) ve bazı yasama
çalışmalarını delil olarak kullanmıştır:
1) YASALAŞAN, KADÜK KALAN VE KOMİSYONLARDA BEKLEYEN KANUN
TASARI VE TEKLİFLERİ
İddia makamı;
a) Yükseköğretim
Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun TBMM Genel Kurulu'nda kabul
edildiği, ancak bir daha görüşülmek üzere Cumhurbaşkanı tarafından Türkiye
Büyük Millet Meclisi'ne geri gönderilmesi ( İddianame, s. 70-71),
b) 5237 Sayılı
Türk Ceza Kanunun 263'üncü maddesinin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce
değiştirilmesi ve bu değişikliğin yürürlüğe girmiş olması (İddianame, s .
66-68),
c) Fakir ve
başarılı öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulmasıyla ilgili 31.7.2003
tarih ve 4967 sayılı Yasanın Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmesi ve
bu yasanın bir daha görüşülmek üzere Cumhurbaşkanı tarafından Türkiye Büyük
Millet Meclisi'ne geri gönderilmesi (İddianame, s. 107),
d) 7.12.2004 günü
yürürlüğe giren 5272 sayılı Belediye Kanununun 15. maddesinin 1. fıkrası 'gayrisıhhi
müesseseler ile umuma açık istirahat ve eğlence yerlerini ruhsatlandırmak ve
denetlemek' görevini belediyelere, belediye sınırları dışında ise 5320
sayıl İl Özel İdaresi Kanununun 7. maddesi mucibince 'İl Özel İdaresi'ne
vermesi (İddianame, s. 108-109),
e) 13.6.2006 gün
ve 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanununun 'Mükellefler' başlıklı 2. maddesinin
beşinci fıkrasının değiştirilerek 'cemaat' kavramının yasalara girmesi
(İddianame, s. 110-111),
f) Diyanet İşleri
Başkanlığı Teşkilatı Kanununda değişiklik öngören kanun teklifinin Türkiye
Büyük Millet Meclisi Başkanlığına verilmesi (İddianame, s. 111) ,
g) Anayasanın
10'ncu ve 42'nci maddelerinde değişiklik teklifi ile 2547 sayılı Yükseköğretim
Kanunun Ek 17'nci maddesinde değişiklik yapılmasına dair kanun teklifinin
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına verilmesi (İddianame, s. 112-113),
Olarak özetleyebileceğimiz kanunlaşan, kadük kalan veya
halen komisyonlarda bekleyen kanun tasarı ve tekliflerini partimiz aleyhine
delil olarak kullanmıştır.
2) TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ ÇALIŞMALARINDA YAPILMIŞ
KONUŞMALAR
Ancak iddia makamı, sadece kanunlaşan, kadük kalan veya
halen komisyonlarda bekleyen kanun tasarı ve tekliflerini delil olarak
kullanmakla kalmamış, ayrıca yasama çalışmaları sırasında milletvekillerinin
yaptıkları konuşmaları da (Anayasa'nın 83'üncü maddesine rağmen) partimiz
aleyhine delil olarak kullanmıştır. Bunlar;
a) Adalet ve
Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Meclis Grubu
Genel Kurulunda (2 adet) (İddianame, s. 38; 52-53),
b) Türkiye Büyük
Millet Meclisi eski Başkanı Bülent Arınç'ın, TBMM'nin açılışının 86. yıldönümü,
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı nedeniyle özel gündemle toplanan
Genel Kurul'da (İddianame, s. 58-59),
c) Milli Eğitim
Bakanı Hüseyin Çelik'in, 2005 yılı Kasım ayında TBMM Genel Kurulu'nda
(İddianame, s. 72),
d) Mardin eski
Milletvekili Nihat ERİ ve Ankara eski milletvekili Eyüp Sanay'ın 2003 yılı
Aralık ayında TBMM Dışişleri Komisyonunda (İddianame, s. 77),
e) Diyarbakır eski
Milletvekili Cavit Torun'un, TBMM'nin 19.6.2003 tarihli 96. birleşiminde
(İddianame, s. 79),
f) Yozgat
Milletvekili Mehmet Çiçek'in, TBMM Genel Kurulu'nun 27.4.2005 günlü 90.
Bileşimin 4. oturumunda (İddianame, s. 83),
g) Türk Ceza
Kanunun 263'üncü maddesinin değiştirilmesi sırasında Adıyaman Milletvekili
Fehmi Hüsrev Kutlu'nun TBMM Genel Kurulu'nda (İddianame, s. 88),
h) Samsun eski
milletvekili Musa Uzunkaya'nın, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'ndaki SHÇEK,
Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü ve
Özürlüler İdaresi Başkanlığı'nın 2007 yılı bütçe görüşmelerinde (İddianame, s.
89),
ı) Samsun eski
milletvekili Musa Uzunkaya'nın Plan ve Bütçe Komisyonu'nda (İddianame, s. 89),
i) Ankara eski
milletvekili Eyüp Sanay'ın 2005 yılı Kasım ayında, TBMM'de (İddianame, s. 90),
j) Tokat eski
milletvekili Resul Tosun'un, 2005 yılı Mayıs ayında, parti grup toplantısında
AİHM'nin Leyla Şahin davası hakkındaki kararı ile ilgili olarak (İddianame, s.
92-93),
Yaptıkları konuşmalardır.
Türkiye Büyük Milet Meclisi, yasal düzenlemeleri, hem
şekil ve hem de esas bakımından Anayasa'ya uygun yapmak zorundadır. Meclisin
kabul ettiği bir yasal düzenlemenin Anayasaya aykırı bulunması halinde tek
müeyyidesi, Anayasa Mahkemesi tarafından iptaldir. Bunun başkaca bir müeyyidesi
de yoktur. Anayasa Mahkemesi, çok sayıda kanun hakkında iptal kararı vermiştir.
Bir kanun tasarı veya teklifinin Anayasa'ya aykırı olduğu iddiası veya Anayasa
Mahkemesi tarafından iptal edilmesi, siyasi parti kapatma nedeni değildir.
Aksinin kabulü, Meclisin, siyasi partilerin ve milletvekilliğinin gereksiz hale
gelmesi anlamına gelir.
Burada Anayasaya aykırı olan, iddia makamının; Anayasa ve
İçtüzük'e uygun yasama çalışmalarından, Anayasa ve laikliğe aykırı olduğu
sonucuna ulaşması, iddia makamının kendini adeta yasama faaliyetlerini
denetleme yetkisiyle donatmasıdır. Ancak Bakanlar Kurulu'nun Kanun Tasarısı
veya milletvekillerinin kanun teklifi vermeleri, salt Cumhuriyet
Başsavcılığının değerlendirmesiyle Anayasaya aykırı hale gelmez. İddia makamı
bu tavrıyla, Anayasanın yalnızca Anayasa Mahkemesi'ne tanıdığı denetim
yetkisini devşirmektedir. Oysa 'Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan
almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.' (Anayasa, m. 6/3)
3- TÜRKİYE BÜYÜK MECLİSİ ÜYELERİNİN MECLİS
ÇALIŞMALARINDAKİ OY VE SÖZLERİ İLE MECLİSTE İLERİ SÜRDÜKLERİ DÜŞÜNCELER YASAMA
SORUMSUZLUĞU KAPSAMINDADIR
Oysaki iddia makamının kabul ve iddiasının aksine Türkiye
Büyük Millet Meclisi üyelerinin Meclis çalışmalarındaki oy ve sözleri ile
Mecliste ileri sürdükleri düşünceler, mutlak yasama sorumsuzluğu kapsamındadır.
Anayasa'ya göre; 'Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki
oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki
Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alınmadıkça bunları
Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar.' (Anayasa,
m. 83/1)
Yasama sorumsuzluğunun amacı milletvekillerine meclis
çalışmalarındaki, oy, söz ve düşünce açıklamalarından mutlak manada sorumsuz
tutulmasıdır. Demokrasilerde yasama sorumsuzluğu milletvekillerinin hiçbir
şekilde hukuksal bir engelleme ile karşılaşmaksızın düşündüklerini özgürce
ifade etmek için getirilmiş önemli bir güvencedir. Böylece, milletvekilleri
kendileri yada mensup oldukları parti bakımından herhangi bir yaptırıma maruz
kalmayacakları güvencesiyle yasama faaliyetlerine 'özgür iradeleri' ile
katılabileceklerdir.
İddianamede yasama sorumsuzluğu kapsamındaki oy verme ve
yapılan konuşmaların kapatma davasına delil olarak sunulması, bir taraftan
yasama sorumsuzluğunu temelden zedelemekte öbür taraftan da örgütlenme
açısından olumsuz bir tesir icra etmektedir. Bu durum beraberinde pek çok
sorunu da getirecektir.
Bizim siyaset hukukumuz partiler üzerine inşa edilmiştir.
Öne çıkan partilerdir. Anayasanın 68. maddesinde 'Demokratik siyasi hayatın
vazgeçilmez unsuru' olarak partileri öne çıkarmaktadır. Bir sorumsuzluk ki
milletvekiline kolaylık getiriyor, kendi görevinin ifası noktasında bir imkan
sağlıyor da partisini sıkıntıya soruyorsa o sorumsuzluğun aslında milletvekiline
çok fazla bir yararı da yoktur, ve anlamı da kalmıyor. Çünkü benim şahsımı
koruyor, partimi riske sokuyorsa ben zaten bu görevimi yeteri kadar yerine
getiremem. Çünkü millet iradesinin büyük ölçüde siyasete yansıması partiler
aracılığı ile oluyor. Araç ortadan kalktıktan sonra benim zaten görev yapabilme
imkanım da ortadan kalkıyor. Meclis çalışmaları sırasında yaptığım bir
konuşmadan veya verdiğim bir tekliften dolayı eğer mensubu olduğum parti ha
bugün kapatılıyor ha yarın kapatılıyor endişesini taşıyorsam o zaman yapacağım
iki şey vardır. Ya susmak, ya da suya sabuna dokunmayan, vaziyeti kurtaran
çalışmalarla durumu idare etmek.
Bunun bir başka sıkıntısı daha vardır. Eğer mutlak sorumsuzluk
kapsamında bulunan bu konuşmalarımdan ve yaptığım çalışmalardan dolayı mensubu
olduğum parti kapatılma durumu ile karşı karşıya olacaksa millet iradesi
yirmidört saat, üçyüzatmışbeş gün iddia makamının nezaretinde olacaktır. Yani
biz ve siyasi partiler denetimli serbestlik altındaki bir eski hükümlü
durumunda olacağız. Meclisteki konuşmalar da buraya getirilebildiğine göre;
biz, partimiz, bütün diğer siyasetçiler ve siyasi partiler tehdit altında
olacağız demektir.
Diğer yandan kendisi için sorumluluk doğurmayan
konuşmalar partisi için sorumluluk doğuruyorsa kendisi de bundan etkileniyor
demektir. Mesela , ben mecliste bir konuşma yapıyorum, bu, yasama sorumsuzluğu
kapmasına giriyor. Her türlü cezai müeyyidelerden kurtulmuş oluyorum, herhangi
bir dava açılamıyor, tahkikat yapılamıyor, ama benim o konuşmalarımdan dolayı
partim kapatma noktasına geliyorsa, hem ben, hem de partim kapatmanın
sonuçlarından doğrudan ve dolaylı olarak etkilenebilecek demektir.
Kaldı ki başka bir sıkıntı daha karşımıza çıkıyor. Eğer
yasama sorumsuzluğunu görevle ilgili biri teminat olarak anlamaz da kişiye özgü
bir sorumsuzluk anladığımız takdirde bağımsız milletvekili ile partili
milletvekili arasında bir fark, bir eşitsizlik meydana geliyor. Mesela, aynı
konuşmayı bağımsız milletvekili olarak yaptığımda herhangi bir müeyyide söz
konusu değil, ama partili olarak aynı konuşmayı yaparsam hem benim için hem de
partim için yasaklar gelebilmiş olmaktadır. Halbuki demokratik toplum bir
ölçüde örgütlü toplumdur. Yani örgütlü toplum demokrasinin gelişmesine,
kökleşmesine yardımcı oluyor. Demokrasi bu kanallardan gelişiyor, yaptığınız
bir işi partili olarak yaptığınızda buna ister siyasi ister cezai müeyyide
terettüp ediyorsa o zaman partili olmak cezalandırılıyor.
Bir başka hususu daha dikkatlerinize sunmak istiyorum.
Türkiye'de siyasi hayat her zaman sıkıntılarla doludur. Zaman zaman
demokrasinin askıya alındığı dönemler olmuştur. Bu nedenle bir başka demokratik
ülkede olmazlar bu ülkede zaman zaman olabilmekte ya da gündeme gelmektedir.
Konumuzla ilgili şöyle bir varsayımda bulunalım. Ben bir konuşma yapacağım,
sistemi eleştiren bir konuşma yapacağım, ama bir partiliyim. Eğer ben bu
konuşmayı bir partili olarak yaparsam hem kendi başımı hem de partimin başını
belaya sokmuş olacağım yani cezai sorumluluk yok ama partim kapatılacak, ben de
5 yıl siyaset yasağına muhatap olacağım ama bu konuşmayı da önemsiyorum. O
zaman şöyle bir muvazaa Türkiye'nin gündemine gelmiş olmaz mı' Bu sıkıntıyı
aşabilmek için partimden ayrılacağım o tip konuşmaları meclis kürsüsünden bir
süre yapacağım kamuoyuna vermem gereken mesajları, olaylar karşısındaki
tepkilerimi dozunu kendimin ayarlayacağı üslupla söyleyeceğim, aradan zaman
geçecek, sonra ayrıldığım partime geri döneceğim o takdirde Türkiye'de
demokrasi bu tip muvazaalara sahne olacak. Hatta bazı partiler bu
müeyyidelerden kurtulmak için birkaç milletvekilini muvazaalı olarak ayırıp
söyleyeceklerini o kanaldan söylettirebilecektir.
Bu nedenle Anayasanın 69. maddesindeki 5 yıllık siyasi
parti yasağı ve siyaset yasağı, 84. maddedeki milletvekilliğinin düşmesi, 83.
maddedeki sorumsuzluk hükümlerinin birlikte değerlendirilerek uyumlu bir yoruma
tabii tutulması zorunluluktur. Öyle bir değerlendirme sonucunda da 83. madde
hükmünün daha özel bir hüküm olarak diğerleri karşısında üstün tutulması
gerekir.
Kaldı ki, iddianamede partimiz milletvekillerine atfen
yer verilen beyanların tamamı yasama sorumsuzluğu güvencesini gerektirmeyecek
şekilde ifade özgürlüğü kapsamındadır.
H- CUMHURBAŞKANI ABDULLAH GÜL'ÜN EYLEMİ VE BEYANLARI
DELİL OLARAK KULLANILMIŞTIR
Anayasamızın bir bütün olarak anlamı, sistemin üzerine
oturduğu ilkeler ve sorumsuzluk kuralı birlikte değerlendirildiğinde, görevde
bulunan bir Cumhurbaşkanı için yaptırım istenmesini hukuki bir temele
bağlamanın imkanı yoktur. Şöyle ki:
1) 'Cumhurbaşkanı
Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini
temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu
çalışmasını gözetir.' (Anayasa, m.104/1).
2) Cumhurbaşkanı
tarafsızdır. 'Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisiyle ilişiği kesilir ve
Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer.' (m.101/4) Bu çerçevede
Abdullah Gül, 28.8.2007 tarihinde TBMM tarafından Cumhurbaşkanı seçilmiş, bu
tarihte de Türkiye Büyük Millete Meclisi üyeliği sona ermiş ve AK PARTİ ile
ilişiği kesilmiştir.
3) Cumhurbaşkanının
siyasi sorumluluğu yoktur.
Cumhurbaşkanının tek başına veya re'sen yaptığı
işlemlerden kimse sorumlu olmadığı gibi bunlara karşı yargı merciine de başvurulamaz.
Anayasa'nın bu konudaki hükümleri açıktır: 'Cumhurbaşkanının tek başına
yapacağı işlemler ile Yüksek Askerî Şûranın kararları yargı denetimi
dışındadır.' (Anayasa, m. 125/2) 'Cumhurbaşkanının resen imzaladığı kararlar ve
emirler aleyhine Anayasa Mahkemesi dahil, yargı mercilerine başvurulamaz.'
(Anayasa, m. 125/2)
Cumhurbaşkanının, Başbakan ve ilgili bakanlar tarafından
imzalanan kararlarından, Başbakan ve ilgili bakan sorumludur.
'Cumhurbaşkanının, Anayasa ve diğer kanunlarda Başbakan ve ilgili bakanın
imzalarına gerek olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen işlemleri
dışındaki bütün kararları, Başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanır; bu
kararlardan Başbakan ve ilgili bakan sorumludur.' (Anayasa, m. 105/1)
Bu nedenlerle, parlamenter hükümet sistemini
benimsemiş Türkiye'de, Türkiye Büyük Millet Meclisi veya başka bir organın,
siyasi sorumluluğu olmayan Cumhurbaşkanını görevinden uzaklaştırması da mümkün
değildir.
4)
Cumhurbaşkanı; belli şartların birlikte varlığı halinde sadece vatana ihanet
suçundan dolayı suçlandırılabilir. Buradaki suçlandırılmama, sadece ceza hukuku
anlamındaki yaptırımları değil, bütün kamusal yaptırımları içerir. Nitekim
Anayasa, bu hususu net bir biçimde ortaya koymaktadır: 'Cumhurbaşkanı, vatana
ihanetten dolayı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte
birinin teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün vereceği kararla
suçlandırılır.' (Anayasa, m. 105/3)
'Vatana ihanetten dolayı bile; ancak Türkiye Büyük
Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye
tamsayısının en az dörtte üçünün vereceği kararla Cumhurbaşkanının
suçlandırılmasını kabul eden Anayasa'nın, Cumhurbaşkanının siyasi
yasaklılığının talebi istemiyle Anayasa Mahkemesi'nde yargılanmasını kabul
ettiğini veya buna izin verdiğini söylemek, mümkün değildir. Böylesi bir kabul,
Anayasa'nın 105'inci maddesi ile uyuşmadığı gibi, parlamenter sistemin
gerekleri ve Anayasa'nın benimsediği anlayışla da uyuşmaz.
Bu anayasal gerçeklik ve zorunluluk karşısında Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül'ün davaya dahil edilmemesi gerekirken iddia makamının ,'Diğer
taraftan parti üyeliğinden ayrılanların fiil ve söylemleri de partiye isnat
edilebilir. Bu anlamda Abdullah Gül'ün, parti kurucu üyesi, başbakan, başbakan
yardımcısı ve dışişleri bakanı olarak eylem ve beyanları da partiye
yüklenebilecektir.'(İddianame, s. 24) gerekçesiyle, iddianamenin 65-70'inci
sayfaları arasında Cumhurbaşkanı hakkında 10 iddia ileri sürerek
Cumhurbaşkanını davaya dahil etmesi, açık bir Anayasa ihlalidir.
Zira Abdullah Gül, Ak Parti üyeliğinden ayrılmış bir
vatandaş değil, o yukarıda belirtilen Anayasal teminatlar altında Devletin
başı, Türkiye'nin Cumhurbaşkanı'dır. İddia makamı, değişik yorum ve
değerlendirmelerle Anayasa'nın açık hükümlerini kaldıramaz ve Anayasa'ya uygun
bir hal, sırf iddia makamının iddiası veya değerlendirmesiyle Anayasaya aykırı
hale gelmez. Çünkü Anayasamız, hukuk devleti anlayışımız ve benimsemiş
olduğumuz hukukun evrensel ilkeleri buna imkan vermez.
Sonuç olarak; Cumhurbaşkanın, Cumhurbaşkanı olmadığı
dönemdeki eylem ve söylemleri nedeniyle siyasi yasaklılığının ve o dönemde
üyesi olduğu partinin kapatılmasının talep ve dava edilmesi ve bu davada
Cumhurbaşkanının eylem veya söylemlerinin delil olarak kullanılması,
parlamenter sistem, anayasa ve hukuk açısından mümkün değildir.
Kaldı ki, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e yapılan isnatlar,
Anayasa ve laikliğe aykırı değildir, 'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m.
25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayama hürriyeti (Anayasa , m. 26) kapsamında olup,
demokratik hukuk devletinin (Anayasa, m. 2) teminatı altındadır.
I- TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI VE
BAŞKANVEKİLİNİN EYLEM VE BEYANLARI DELİL OLARAK KULLANILMIŞTIR
Anayasa'nın 94 ncü maddesinin altıncı fıkrasına ve
SPY'nın 24 ncü maddesinin ikinci fıkrasına göre, 'Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanı ve Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin ve parti
grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan
haller dışında, Meclis tartışmalarına katılamazlar; Başkanı ve oturumu yöneten
Başkanvekili oy kullanamazlar.' (Anayasa, m. 94/3)
Bu hükümden anlaşılacağı üzere Meclis Başkanı ve
Başkanvekilleri, tarafsız olup, parti faaliyetlerine katılamamaktadır. Bu
tarafsızlığın gereği olarak Meclis Başkanına, Türkiye Büyük Millet Meclisini
Meclis dışında temsil etmek, Cumhurbaşkanına vekalet etmek, Cumhurbaşkanınca
Meclis seçimlerinin yenilenmesine karar verilirken kendisine görüş bildirmek ve
Meclisi doğrudan doğruya veya üyelerin beşte birinin yazılı istemi üzerine toplantıya
çağırmak gibi anayasal yetkiler verilmiştir.
Kuşkusuz Meclis Başkanı ve Başkanvekilleri, bir partinin
üyesi olabilmektedir. Ancak konumu nedeniyle yaptıkları konuşmalar, partisi
adına değil, kişisel olarak yapılmış sayılır. Bu nedenle Meclis Başkanının ve
Başkanvekillerinin açıklamalarından üyesi olduğu partiyi sorumlu tutmak mümkün
değildir.
Anayasa'nın bu açık hükmüne rağmen iddia makamı; 'Ancak
TBMM Başkanı ve Başkanvekillerine yönelik bu düzenleme, Başkan ve
Başkanvekillerinin hiçbir eyleminin siyasi partiye isnat edilemeyeceği sonucunu
doğurmamaktadır. Eğer Başkan ve Başkanvekillerinin eylemleri, açıkça bu kuralı
da ihlal ederek, mensubu oldukları siyasi partinin eylem ve söylemiyle
örtüşüyor ve bu kişiler, siyasi partinin gerçekleştirmek istediği projeyi ifade
ve bu projeye destek anlamında diğer parti mensupları gibi hareket ediyorlar
ise, siyasi parti tarafından kabul gören bu eylemler de siyasi partiye isnat
edilebilecektir.' biçimindeki yorumuyla Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve
Başkanvekillerinin eylem ve söylemlerinin de üyesi bulundukları siyasi partiye
isnat edilebileceği sonucuna ulaşmıştır.
İddia makamı, Anayasaya aykırı bu yorumuna müsteniden
Türkiye Büyük Millet Meclisi eski Başkanı Bülent Arınç'ın başkanlığı dönemine
ait 15 açıklamayı (İddianame, s. 54-65) ve Türkiye Büyük Millet Meclisi eski
Başkanvekili Sadık Yakut'un Başkanvekilliği dönemine ait bir açıklamayı
(İddianame, s. 93) delil olarak sunmuştur.
İddia makamının bu yaklaşımı; Anayasa'nın, hukukun ve
hukuk devletinin yok edilmesi ve hukuki güvenliğin hiçe sayılmasıdır. Oysaki
iddia makamı, değişik yorum ve değerlendirmelerle Anayasa'nın açık hükümlerini
kaldıramaz ve Anayasa'ya uygun bir hal, sırf iddia makamının iddiası veya
değerlendirmesiyle Anayasaya aykırı hale gelmez. Çünkü Anayasamız, hukuk
devleti anlayışımız ve benimsemiş olduğumuz hukukun evrensel ilkeleri buna
imkan vermez.
Sonuç olarak; Meclis eski Başkanı ve Meclis eski
Başkanvekilinin görevde oldukları dönemdeki açıklamaları nedeniyle siyasi yasaklılıklarının
ve üyesi oldukları partinin kapatılmasının talep ve dava edilmesi ve bu davada
açıklamalarının delil olarak kullanılması, anayasa ve hukuk açısından mümkün
değildir.
Kaldı ki, Meclis eski Başkanı Bülent Arınç ve Meclis eski
Başkanvekili Sadık Yakut'un açıklamaları; Anayasa ve laikliğe aykırı değildir,
'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, demokratik hukuk devletinin
(Anayasa, m. 2) teminatı altındadır.
İ- YÜRÜTME ORGANININ EYLEM VE SÖYLEMLERİ DELİL OLARAK
KULLANILMIŞTIR
Anayasaya göre; idare, kuruluş ve görevleri ile bir
bütündür ve kanunla düzenlenir (Anayasa, m. 123/). Kamu hizmetlerinin
gerektirdiği aslî ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri
eliyle görülür. Memurlar ve diğer kamu görevlileri ile üst kademe
yöneticilerinin göreve başlama, atama, nakil, yükselme ve her türlü özlük hakkı
kanunla düzenlenir (Anayasa, m. 128) . Memurlar ve diğer kamu görevlileri,
Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdür (Anayasa,
m. 129/1) Kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan
kimselerin, üstünden aldığı emri, yönetmelik, tüzük, kanun veya Anayasa
hükümlerine aykırı görmesi halinde, yerine getirmez. Bu durumda aykırılığı emri
verene bildirir, üstü emrinde ısrar eder ve bu emrini yazı ile yenilerse, emri
yerine getirir. Bu halde, emri yerine getiren sorumlu olmaz. Konusu suç teşkil
eden emir, hiçbir suretle yerine getirilmez. (Anayasa, m. 137). Bütün bunlarla
birlikte idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır
(Anayasa, m. 125/1).
Bu yasal düzenlemeler karşısında; kamu hizmetlerinde
çalışan kamu personeli, görevde kaldığı sürece kamu görevlisi statüsünde kamu
hizmeti gören Başbakan, Bakanlar Kurulu ve bakanlar sadece Anayasa, kanun,
tüzük ve yönetmeliklere uygun görevlerini yapmak zorundadırlar. Kanunlar,
Anayasaya; tüzükler Anayasa ve kanuna; yönetmelikler ise tüzük, kanun ve
Anayasaya aykırı olamazlar. Ayrıca hem yasal ve idari düzenlemelere ve hem de
idari işlem ve eylemlere karşı yargı yolu da açıktır.
Bütün bu anayasal ve yasal düzenlemeler açıkça gösteriyor
ki memurlar ve diğer kamu görevlileri, siyasi iktidarın kanunsuz ve keyfi
emirlerinin veya siyasi partinin değil; sadece siyasi iktidarın Anayasa, kanun,
tüzük ve yönetmelik hükümlerine uygun emirlerinin uygulayıcısıdır. Bu nedenle,
kamu görevlilerinin hizmet sunarken siyasi amaçlar gütmeleri, mümkün değildir.
Ayrıca hem kamu görevlisi alımı ve hem de üst düzey kamu görevlilerinin atanması
kanunla düzenlenmiş olup, siyasi iktidarın kanuna aykırı uygulama yapması da
mümkün değildir.
Anayasal ve hukuksal durum ile fiili gerçek bu iken iddia
makamının ' ' Bu bağlamda, devlet birimlerinde siyasi parti mensuplarına yakın
planda çalışan (müsteşar, genel müdür gibi) kişilerin eylemleri, siyasi
partinin amaçlarını ifadeye yönelikse, bu eylemler o birim üstü parti
mensuplarınca ve ayrıca/dolayısıyla siyasi parti organlarınca zımnen veya
açıkça benimseniyorsa, bunlarda siyasi partiye isnat edilebilecektir. Çünkü,
siyasi partinin özellikle iktidardaki siyasi partinin amaçladığı modeli
oluşturmak adına, bir bütünlük içerisinde ve bir bütünün parçalarını oluşturmak
adına bu eylemler gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla devlet kadrolarında yer
alan anılan görevlilerin belirtilen eylemleri de, siyasi partinin bakış açısına
ve bunun bir gereği olarak ortaya çıktığından, biçimlendiğinden, siyasi partiye
isnat edilebilecektir.' (iddianame, s. 25) demek suretiyle;
1) Bazı okullarda ve
TÜBİTAK ödül töreninde başörtülü öğrencilere ödül verilmesini (İddianame, s. 48),
2) 'Diyanet İşleri
Başkanlığı Kur'an Kursları ile Öğrenci Yurt ve Pansiyonları Yönetmeliğinde
Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik' 24.11.2003 tarihli Resmi Gazete'de
yayımlanması ve bilahare 24.11.2003 tarihinde yapılan değişiklik ile getirilen
düzenlemelerin kaldırılmasını (İddianame, s. 51),
3) Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül'ün Dışişleri Bakanı olduğu dönemde Bakanlığın,
Büyükelçiliklerimize genelge göndermesini (İddianame, s. 65-66),
4) 2005 yılında
Milli Eğitim Bakanlığı 'Din Öğretimi Genel Müdürlüğü'nce din kültürü ve ahlak
bilgisi dersi müfredatında değişiklik yapılmasını ve bilahare bundan
vazgeçilmesini (İddianame, s. 72),
5) Milli Eğitim
Bakanlığı'nın, ''Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Müfettişleri Başkanlıkları
Yönetmeliği'nde değişiklik yapmasını (İddianame, s. 106),
6) Milli Eğitim
Bakanlığı'nın, Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliği'ni yeniden düzenlemesini
(İddianame, s. 107),
7) 'Milli Eğitim Bakanlığı
Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair
Yönetmelik'in 15. maddesinin yürürlükten kaldırılmasını (İddianame, s. 107),
8) Fakir ve
başarılı öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulmasıyla ilgili yönetmelik çıkarılmasını
(İddianame, s. 107),
9) Milli Eğitim
Bakanlığı'nın 19.4.2006 gün ve 5855 sayılı Merkezi Sistem Sınav Yönergesi'nde
değişiklik yapılmasını (İddianame, s. 107-108),
10) İşyeri Açma ve
Çalışma Ruhsatlarına İlişkin Yönetmelik hazırlanarak 10.8.2005 tarih ve 25902
sayılı Resmi Gazete'de yayımlandığı ve İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına
İlişkin Yönetmelik hükümlerinin uygulanmasına ilişkin İçişleri Bakanlığı
Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü'nün 14.10.2005 gün ve 82663- 2005/107 sayılı
genelge yayınlamasını (İddianame, s. 108-110),
11) Sağlık
Bakanlığı'nca Sağlık Kuruluşları Ruhsatlandırma Yönetmeliği Tasarısı çalışması
yapılmasını (İddianame, s. 110),
12) Devlet
Planlama Teşkilatı'nın 9. Kalkınma Planı hazırlıkları kapsamında oluşturulan
Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonun taslak
raporunda, 'zekat' sisteminin özel kurum ve teşkilatına kavuşturulması, bu
amaçla 'Zekat Mağazalar Zinciri' oluşturulması önerisinin bulunmasını
(İddianame, s. 110)
13) Milli Eğitim
Bakanlığı tarafından hazırlanan 'Milli Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim Lisesi
Yönetmeliği'nin 14.12.2005 gün ve 26023 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak
yürürlüğe girmesini (İddianame, s. 111-112)
14) Bazı okullara
türbanlı öğrencilerin girdiği iddialarını (İddianame, s. 111-112),
15) Milli Eğitim
Bakanlığı'nın başkaca icraatlarını (İddianame, s. 113) ve diğer bakanlıklarda
kadrolaşma iddialarını,
Hepsi birer yürütme organı tasarrufu olan hususları,
iddianameye koyması açık bir Anayasa ihlalidir.
J - YEREL YÖNETİMLERİN İCRAATLARI, LAİKLİĞE AYKIRI EYLEM
DEĞİLDİR
'Mahallî
idareler; il, belediye veya köy halkının mahallî müşterek ihtiyaçlarını
karşılamak üzere kuruluş esasları kanunla belirtilen ve karar organları, gene
kanunda gösterilen, seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu
tüzelkişileridir.
Mahallî idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri,
yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir.
'
Merkezî idare, mahallî idareler üzerinde, mahallî hizmetlerin
idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde
birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahallî ihtiyaçların gereği
gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idarî vesayet yetkisine sahiptir.
Mahallî idarelerin belirli kamu hizmetlerinin görülmesi
amacı ile, kendi aralarında Bakanlar Kurulunun izni ile birlik kurmaları,
görevleri, yetkileri, maliye ve kolluk işleri ve merkezî idare ile karşılıklı
bağ ve ilgileri kanunla düzenlenir. Bu idarelere, görevleri ile orantılı gelir
kaynakları sağlanır.' (Anayasa, m. 127/1-2, 5-7)
Görüldüğü gibi yerel yönetimler; kuruluş, görev ve
yetkileri yerinden yönetim ilkesine göre kanunla belirlenen ve yönetim
organları seçimle işbaşına gelen tüzel kişilikler olup, mahalli hizmetleri
kanunda belirtilen usul ve esaslara ve idarenin bütünlüğü ilkesine uygun
şekilde yerine getirirler. Merkezi idarenin, yerel yönetimler üzerinde vesayet
denetimi vardır. Ayrıca yerel yönetimlerin her türlü iş ve işlemlerine karşı da
yargı yolu açıktır(Anayasa, m. 125/1). Dolayısıyla yerel yönetimler; hem kendi
meclisinin denetimine, hem halkın denetimine, hem merkezi idarenin vesayet
denetimine ve hem de yargı denetimine tabidir.
Yerel yönetimler, bütün iş ve işlemlerini, Anayasa,
kanun, tüzük ve yönetmeliklerde belirlenmiş usul ve esaslara göre yerine
getirmek zorundadırlar.
Ayrı bir tüzel kişilik olan yerel yönetimlerin
eylemlerinin, AK PARTİ'ye isnadı hukuken münkün olmadığı gibi, bunların delil
olarak kullanılması da mümkün değildir. Buna rağmen iddia makamı;
1) Samsun ili Gazi
Beldesi Belediye Başkanı Süleyman Kaldırım'ın' önsöz yazdığı 'Muhtasar
İlmihal-Resimli Namaz Hocası' adlı kitabı dağıtmasını (İddianame, s. 103),
2) Dinar İlçesi
Belediye Başkanı Mustafa Tarlacı'nın, 2005 yılı Ramazan ayı boyunca 8 camide
teravih namazı kıldırmasını (İddianame, s. 103),
3) Adalet ve
Kalkınma Partisi İzmir Yönetim Kurulu Üyesi Avukat Ayşe Yüreklitürk'ün İzmir İl
Genel Meclisi'nin 2005 yılı Aralık ayında yapılan toplantısına türbanla
katılmasını (İddianame, s. 104),
4) Eyüp
Belediye Başkanı Ahmet Genç hakkındaki iddiaları (İddianame, s. 104),
5) Tuzla
Belediyesince 'Delilleriyle Aile İlmihali' kitabının dağıtılmasını (İddianame,
s. 104),
6) Beyoğlu
Belediyesi'nin, 2006 yılında ilköğretim öğrencilerine 'Çocuklara Trafik
Bilgileri ve Eğitimi' adlı trafik rehberini dağıtmasını (İddianame, s. 104),
7) Silivri
Belediyesince 2006 yılında, önsözü M.Ertuğrul Düzdağ tarafından yazılan Mehmet
Akif Ersoy'un 'Safahat' isimli kitabının dağıtımını (İddianame, s. 104-105),
8) Kocaeli
Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu'nun, 2006 tarihinde üzerinde
kartviziti ve Ak Parti logosu bulunan 5.000 adet Kuran-ı Kerim'i Büyükşehir
amblemini taşıyan çantalar içerisinde belediye personeli aracılığıyla kentte
dağıttırmasını (İddianame, s. 105),
9) Bolu Belediye
Başkanı Alaaddin Yılmaz'ın 2004 yılı Kasım ve Aralık aylarında belediyenin
görevleri içerisinde bulunmadığı halde belediye ait otobüsü seyyar mescit
haline dönüştürmesini (İddianame, s. 105),
10) Konya'nın
Seydişehir Belediye Başkanı İbrahim Halıcı'nın konuşmasını (İddianame, s. 105),
11) Denizli
Belediye'sinin 'Öğretmen Yusuf Batur Caddesi' ismini 'Meclis Caddesi' olarak
değiştirmesini (İddianame, s. 105),
12) Isparta
Belediye Başkanı Hasan Balaman hakkındaki iddiaları (İddianame, s. 106),
Delil olarak kullanmıştır.
Kaldı ki söz konusu tasarruflarla ilgili sessiz
kalınmamış, hepsi hakkında idari tahkikat ve kimileri hakkında da adli tahkikat
yapılmıştır.
Ayrıca bazı Belediye Başkanları, kamuoyunda yanlış
algılanan tasarruflarından derhal sarfınazar etmiş ve yanlış anlamaya yol açan
hususları düzeltmişlerdir( Örneğin; Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah
Demircan'ın trafik rehberini toplatıp eleştirilen kısmı düzeltmesi ve Isparta
Belediye Başkanı Hasan Balaman'ın dağıttığı kitabı toplatıp imha ettirmesi ve
eleştirilen kısmı çıkarıp kitabı yeniden basması).
Öte yandan AK PARTİ de;
Belediye Başkanlarının faaliyetleri hakkında duyarlı davranmış ve Belediye
Başkanlarını faaliyetlerinden dolayı uyarmıştır. Nitekim, AK PARTİ Yerel
Yönetimler Başkanlığı, 2006 yılı Mayıs ayında bazı basın ve yayın organlarında
yer alan 'AK PARTİ'li belediyelerin kültürel faaliyetler çerçevesinde dağıttığı
kitaplara ilişkin tartışmalar' nedeniyle, 24.5.2006 tarih,
yyön/81.07./2006-1696 sayı ve 'Kültürel Amaçlı Toplantılar ve Yayınlar' konulu
genelgeyi bütün AK PARTİ'li belediye başkanlarına göndermiştir.
AK PARTİ Genel Başkan Yardımcısı, Yerel Yönetimler Başkanı
ve Kocaeli Milletvekili Nihat Ergün imzası ile yayınlanan bu genelgede şu
hususlara vurgu yapılmıştır (Bkz. Ek-2 Diğer parti mensuplarımız hakkındaki
iddialara cevaplarımız, EK-30):
'Son zamanlarda belediyelerimizin kültürel içerikli
toplantı, panel ve konferansları ile dergi, kitap, broşür gibi basılı
neşriyatında, kamuoyunu yanlış yönlendirebilecek, yanlış anlaşılabilecek,
başkalarınca istismar edilebilecek veya gereksiz tartışmalara yol açabilecek
nitelikte politik-sosyal ve dini konular işlendiği görülmüştür.
Belediyelerin asli görevleri arasında yer almayan ve
basın yayın organlarına da intikal eden bu hususların parti programımıza,
partimiz temel ilke ve amaçlarına da uygun olmadığı ve partimiz genel
merkezince tasvip edilmediği bilinmelidir.
Sosyal ve kültürel amaçlı çalışmalar ve yayınlar
konusunda yukarıdaki hususlara özen gösterilmesi gereğini önemle rica eder,
çalışmalarınızda başarılar dilerim.'
K- KİŞİSEL GÖRÜŞLER KAPATMA DELİLİ OLARAK KULLANILMIŞTIR
Kişisel görüşler, kapatma nedeni ve kapatma davası delili
olarak kullanılamaz ve bir siyasi partiye isnat edilemez.
İddianamede yer alan konuşmalardan, Genel Başkanın
konuşmaları ile Mecliste Grup adına yapılan konuşmalar dışındaki açıklamaların tamamı,
kişisel görüş açıklamasıdır. Bunların partiyi bağlaması mümkün değildir.
Ayrıca iddianamede yer alan değerlendirme ve tespitlerden
bazıları, kendisinin kişisel görüş açıklaması olduğunu açıkça itiraf
etmektedir. Örneğin;
1) Devlet Bakanı
Mehmet Aydın'ın; 2004 yılı Nisan ayında Almanya'da Frankfurter Allgemeine
gazetesine verdiği demeçte 'Eğer bir kadın kapanması gerektiğini düşünüyorsa,
bu konuda bir demokrat olarak sadece şunu söyleyebilirim: buna
hakkı var' (İddianame, s. 89) ifadesi,
2) İstanbul milletvekili
Egemen Bağış'ın, 2005 yılı Aralık ayında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin
Leyla Şahin davası hakkındaki kararı ile ilgili olarak; 'Başörtüsü
kullananların kullanma hakkına saygı duyuyorum. Aynı şekilde ben
başörtüsünü savunduğum kadar mini eteği de savunuyorum. Çünkü ikisi de
ifade özgürlüğünün gereğidir. İnsanlar ülkede istedikleri gibi
yaşayabilmelidir, diye düşünüyorum' Leyla Şahin davasında karar verenler
bu acıyı yaşayanlar değil, onların ülkesinde böyle bir sorun yok. Benim
üniversiteye gidemeyen kardeşlerim, bacılarım arkadaşlarım var' Bu tamamen bir
insan hakları ayıbıdır benim açımdan' (İddianame, s. 92) açıklaması,
3) İstanbul
milletvekili Egemen Bağış'ın 2008 Ocak ayı içinde Konrad Adaneur Vakfı'nı
davetlisi olarak gittiği Berlin'de bir gazetecinin türban konusundaki sorusu
üzerine: '' Bu benim düşüncem. Partimin düşüncesini soruyorsanız, henüz bu
konuyu konuşmadık.' (İddianame, s. 98) değerlendirmesi, açık birer kişisel
görüş açıklamasıdır.
Bu açıklığa rağmen iddia makamının; ''Bu noktada şunu da
belirtmek gerekmektedir ki, partiyi temsil eden organlarca gerçekleştirilen
eylem veya söylemlerin, partinin değil kendi kişisel görüşleri olduğu
açıklanmadıkça, bu söylem ve eylemler de partiye isnat edilebilecektir. Ancak,
siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmak adına, siyasi partinin amaç ve
hedefleriyle örtüşen eylem ve söylemlerin, kendi kişisel görüşleri olduğunun
açıklanması da, kuşkusuz siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmayacaktır.'
(İddianame, s. 24) demek suretiyle iddia makamı; bir taraftan 'Kişisel görüş
olduğu belirtilen açıklamaların partiye isnat edilemeyeceğini' ifade ederken,
diğer yandan 'Siyasi partinin amacıyla örtüşen eylem ve söylemlerin o partiyi
sorumluluktan kurtarmayacağı' iddia etmesi, kendi içinde bir çelişki olduğu
gibi hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasa ile de bağdaşmamaktadır.
Zira bir hukuk devletinde, hiçbir zaman bir kişinin
kişisel görüşü, başkasına veya üyesi olduğu dernek, vakıf veya partiye isnat
edilemez. Partinin görüş veya amaçlarıyla benzerlik taşıması da bu gerçeği
değiştirmez.
Bu nedenlerle kişisel görüş açıklamaları, hukuken, siyasi
parti kapatma nedeni ve siyasi parti kapatma davalarında delil olarak
kullanılamaz.
L- LEHE OLAN DELİLLER TOPLANMAMIŞ VE KULLANILMAMIŞTIR
Hukuk devletinde iddia makamı, iddiasını maddi gerçekler
üzerine bina eder. Maddi gerçeği araştırmak ve işin hakikatini ortaya çıkarmak,
leh ve aleyhteki delilleri toplamak ve adil bir yargılanmanın yapılmasına
yardımcı olmak, iddia makamının görevi ve yükümlülüğüdür. (Ceza Muhakemesi Kanunu,
m. 160). 'Cumhuriyet savcısı, doğrudan doğruya veya adli kolluk görevlileri
aracılığı ile her türlü araştırmayı yapabilir; yukarıdaki maddede yazılı
sonuçlara varmak için (Maddi gerçeği ortaya çıkarmak ve adil yargılamayı temin,
CMK, M. 160) bütün kamu görevlilerinden her türlü bilgiyi isteyebilir.
Cumhuriyet savcısı, adli görevi gereğince nezdinde görev yaptığı mahkemenin
yargı çevresi dışında bir işlem yapmak ihtiyacı ortaya çıkınca, bu hususta o
yer Cumhuriyet savcısından söz konusu işlemi yapmasını ister.' (Ceza Muhakemesi
Kanunu, m. 161/1, ve devamı)
Görüldüğü üzere adil bir yargılama için, maddi gerçeğin
ortaya çıkarılması yanında, tarafların lehinde ve aleyhindeki delillerinde
hukuka uygun bir biçimde toplanması da iddia makamının görevi ve yükümlülüğüdür.
Partimiz hakkındaki iddianame ve bu iddianamedeki
iddialar incelendiğinde, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın bu yükümlülüğünü
ve görevini yerine getirmediği açıkça görülmektedir. Şöyle ki:
1) İddia makamı, iddianameye aldığı her bir iddiada
aleyhe olduğunu düşündüğü hususları öne çıkarmış, lehe olan hususları
görmezlikten gelmiş ve dikkate almamıştır. İddianameye
alınan bir beyanın içinde, iddia makamının iddiasını tekzip eden beyanlar
olduğu halde iddia makamı, bunları öne çıkarmamış, aksine aleyhe olduğunu
düşündüğü kelime veya cümleleri 'siyah'(koyu/bolt) yazarak öne çıkarmıştır. Her
bir iddia da bu yaklaşımı görmek mümkündür. İddianame, bunun açık bir
kanıtıdır.
2) İddia makamı, lehe hiçbir delil toplamamıştır. Aksine iddia makamı, aslı olmayan iddiaları delil olarak
iddianameye almış, delil oluşturmuş, delillerin lehe olan kısımlarını çıkarmış
ve yapılmış açıklamaları da yorumla başkalaştırıp, onlara laiklik karşıtı
anlamlar yüklemiştir.
Bir kişinin birkaç açıklamasından hareketle onu, laiklik
karşıtı göstermek, hakkaniyet ve adaletle ve hukukla bağdaşmaz. Eğer laiklik
karşıtlığı konuşma sayısına göre tespit edilebiliyorsa (İddia makamının
yaklaşımına göre), o zaman herkesin laiklik lehine söylediği ve yaptığı şeyleri
de tespit edip birlikte değerlendirmek hukukun gereği değil midir' Elbette ki
bunu yapmak, hukukun, yasanın ve adaletin gereğidir. Ancak iddia makamı,
hakkında siyasi yasak talep ettiği hiçbir kişinin laiklik lehine açıklamalarına
ve hakkında kapatma talep ettiği AK PARTİ'nin laiklik lehine tek bir icraatına
bile yer vermemiştir.
3) Ayrıca iddia makamı, iddianameye aldığı bazı
beyanları, açıklamanın lehe olduğunu düşündüğü kısımlarını çıkartarak
(Kırparak/cımbızlayarak) iddianameye almıştır. İşte birkaç örnek:
a) Ak Parti Genel
Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkındaki 2 numaralı iddia
(İddianame, s. 27), Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya'nın 2003 Adli Yılı açılış
konuşmasında, ''Sınırsız din ve vicdan özgürlüğü isteyenlerle İslami devlet
kurmak isteyenlerin amaçları aynı'' şeklindeki sözlerine ilişkin değerlendirme
ve eleştirileri içermektedir.
Başbakanın aynı beyanı içerisinde açıkça; 'Din
ve vicdan özgürlüğünü savunmak hiç bir zaman din devleti kurmak değildir, bunu
böyle değerlendirmek çok yanlıştır' dediği halde iddia makamı, iddianameye
alınan metinde bu kısmı '''şeklinde geçmiş ve iddianameye almamıştır.
İddianameye alınmayan bu kısım, iddia makamının iddiasını yalanlamaktadır.
Başbakanın sözlerinin bir kısmını makaslayan iddia
makamı, bununla yetinmemiş, daha da ileri giderek Başbakanın açıklamalarını;
söylenilen yer, zaman, neden ve muhatap bağlamından koparıp, söyleyenin kastına
rağmen anlamlandırmış ve bu suretle Başbakanı 'Siyasal İslam'a sınırsız bir
özgürlük alanı yaratmak' ve 'Devleti bir inancın hüküm ve kuralları
çerçevesinde yeniden biçimlendirmek ve dönüştürmek' (İddianame, s. 116-117)le
itham etmiştir. Halbuki Başbakanın, böyle bir niyeti, böyle bir düşüncesi,
böyle bir açıklaması ve böyle bir çalışması yoktur. Beş senelik AK Parti
iktidarı ve yaptıkları, bunun tanığıdır.
Hukuk devletinde iddianameler; vehimler, tahminler veya
yorumlar üzerine değil, Anayasa ve yasalara uygun somut gerçeklikler üzerine
bina edilir.
b) Bekir
Bozdağ'ın; 'Kamu kurumları ve ortaöğretime yönelik bir çalışmamız, böyle bir
niyetimiz yok. Anayasaya açık açık yazdık. Buna rağmen hala bu noktada
sorgulama yapanlar var. Görüntülerin çoğunun yalan çıktığı, başka haberlerden
de anlaşılıyor. Bu konuda süreci tıkamak isteyenlerin, iyi niyetten uzak
gayretlerinin ürünü diye düşünüyorum.' dediği, gazetecilerin basında yer alan
fotoğrafları görüp görmediğini sormaları üzerine Bekir Bozdağ, ' Gördüm. Daha
önce de gördüm. Hepsi yalan çıktı.' ifadeleri iddianameye alınırken (İddianame,
s. 102), aynı konuşmada geçen ve basında yer alan; 'Bozdağ, bugün bazı
hastanelerde başörtülü personelin çalıştığını gösteren haberlerin
hatırlatılması üzerine de 'Biz bu konudaki düşüncemizi gayet açık söyledik.
Dedik ki sadece yükseköğrenime dönük düzenleme yapıyoruz. Hatta eleştiriler
olunca hazırladığımız metne 'yükseköğrenim' kelimesini de ekledik. Bizim kamu
kurumlarına veya ortaöğretime dönük bir çalışmamız yoktur, böyle bir niyetimiz
de yoktur. Biz bunu defalarca açıkladık. Böyle bir niyetimiz yok, böyle bir
çalışmamız yok, böyle bir uygulamamız yok'' şeklinde konuştu.
Bozdağ, bu açıklamalara rağmen hala 'sorgulama
yapanların' iyi niyetli hareket etmediklerini söyledi. Görüntülerin
hatırlatılması üzerine de Bozdağ şöyle konuştu:
'Görüntüleri çoğunun yalan çıktığı daha sonraki başka
haberlerden de anlaşılıyor. Bunlarla ilgili görüntüsü olanlar ilgili makamlara
ihbarda bulunur, onlar da gereğini yapar. Bu konuda süreci tıkamak isteyenlerin
iyi niyetten uzak gayretlerinin ürünü diye düşünüyorum.
Daha önce de fotoğraflar gördük, daha sonra hepsi yalan
çıktı. En son geçen haftalarda yaşadık, aynı gazetenin verdiği örnekler' Arkası
boş' Böyle bir uygulama varsa ilgili makamlara bildirilir, onlar da gereğini
yapar. Yapmazlarsa yapmayanlar hakkında gereği yapılır. En son Tarsus'ta
yaşanan hadise' Nerelere çekildi, arkasından neler çıktı. Bizim dönemimizde
böyle bir uygulama olmamıştır, olmasında da müsaade etmedik. Bundan sonra da
etmeyeceğiz. Bizim kamuya, ortaöğretime veya ilköğretime dönük bir çalışmamız
yok' Ama bizim olmayan niyetimizi, olmayan çalışmamızı varmış gibi gösterenler
kendi ahlak anlayışları içerisinde bunu yansıtabilirler.' (Anadolu Ajansı,
25.02.2007) açıklamaları hiç görmemiş ve iddianameye almamıştır.
M- AK PARTİ VE LAİKLİKLE İRTİBATI KURULMAYAN İLGİSİZ İDDİA
VE EKLERLE İDDİANAME VE EKLERİ KABARTILMIŞTIR
1) İddianamede
laiklikle uzaktan yakından ilgisi olmayan, Mahkeme Başkanlarının veya mahkeme
kararlarının veya muhalefetin veya basının veya YÖK'ün veya toplumsal
sorunların eleştirisi, değerlendirilmesi mahiyetindeki konuşmaların muhatabı
laiklik olmadığı halde, bu konuşmaların tamamına laiklik muhatap kılınmış ve
neredeyse iddianamedeki açıklamaların tamamı bu minval bir kurgu ve yorumla
laiklik karşıtı beyanlar olarak takdim edilmiştir. Bu, zoraki bir ilgi
kurmadır. Hukuken ve fiilen olmayan bir ilgiyi iddia makamı kuramaz. Bunun
aksine ise hukuk izin vermez. Ama ne gariptir ki iddia makamı neredeyse her
iddiasında, ilgisiz bir açıklamadan laiklik karşıtlığı çıkarmayı başarmıştır.
2) İddianamenin
ekleri arasında da ilgisiz bir sürü delil sunulmuştur. İddianamenin
138-139'uncu sayfalarındaki 4 paragrafta (2,3, 4 ve 5'inci paragraflar),
iddianamenin eki 12-13'üncü klasörlere; iddianamenin 139'uncu sayfasındaki
2'inci paragrafta, iddianamenin eki olarak 14-17'klasörlere atıf yapılmıştır.
12 ve 13 numaralı klasörlerde yer alan ekler (Deliller),
4 paragrafla ilgilidir. Klasörler incelendiğinde, hangi ekin ne için
konulduğunu tespit mümkün değildir.
Yine aynı şekilde, 14-17'nci klasörler, yani 4 adet klasör
dolu ekler (Deliller), sadece bir paragrafla ilgilidir.
Bu klasörlerdeki eklerin, hangi iddia ile ilgili olduğunu
ve niçin konulduğunu tespit mümkün değildir. Hukuk devletinde iddia makamı,
hangi delili niçin koyduğunu açıklamak ve hangi delille neyi ispat etmek
istediğini göstermek zorundadır. Aksi takdirde bu eklere, sağlıklı bir cevap
vermek ve bu eklerden hareketle hukuka uygun sonuçlara ulaşıp, hüküm kurmak
mümkün değildir.
İddia makamının, iddianamenin eki klasörleri ve içindeki
eklerini, adeta Seka Kağıt Deposu olarak görüp, eline ne geçtiyse, aslı var mı
yok mu', maddi gerçeği yansıtıyor mu yansıtmıyor mu' demeden ve bu yönde bir
araştırma yapmadan iddianamenin ekine koyması, Anayasa ve hukuka uygun bir
yaklaşım değildir.
3) Öte yandan
hangi iddia ile ilgili olduğu belli olan ekler de var. Ancak bu ekler, karışık
verilmiştir. İddianamedeki metinin, hangi ekten alındığı kesin belli olmasa da,
eklerin iddia ile irtibatının kurulması mümkün olabilmektedir. Ancak
iddianamede öyle ekler var ki, bunların iddia ile ilgisini kurmak mümkün
olamamıştır. İşte bu eklerden bazıları:
a) AK PARTİ Genel
Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkındaki 12 numaralı iddia
(İddianame, s. 31) ekinde (12 numaralı ek); yazar Ergün Poyraz'a ait,
15.10.2002' Ankara'da yayımlanan 264 sayfadan ibaret 'Patlak Ampül' adlı bir
kitap fotokopisi yer almaktadır.
İddianamenin hiçbir yerinde bu kitaba yapılmış doğrudan
veya dolaylı bir yollama yoktur. Buna rağmen bu kitabın 12 numaralı iddianın
ekine konulmuş olması, dikkat çekicidir.
b) AK PARTİ Genel
Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkındaki 47 numaralı iddianın
(İddianame, s. 49) ekleri arasında, CD var; ama deşifresi yok.
Ayrıca CD izlendiğinde, 22 Temmuz seçimleri öncesi NTV'de
yapılan programın CD'si olduğu ve iddianamede tırnak içinde yazılı metinle
ilgisinin bulunmadığı açıktır.
47 Numaralı iddiada, 22 Temmuz seçimlerinden önce
yapılmış bir konuşma, Ocak 2008'de yapılmış bir konuşma olarak sunulmuştur.
c) Bülent Arınç
hakkındaki 1 numaralı iddiada (İddianame, s. 54) adı geçen ve Meclis Başkanı
danışmanı olarak atanan Kemal Öztürk'ün yazdığı kitap ve hazırladığı belgesel
ile Ak Parti arasında hiçbir illiyet bağı yoktur.
d) Bülent Arınç
hakkındaki 13 numaralı iddianın (İddianame, s. 62-63) ekleri (EK-68) arasında İran
İslam Cumhuriyeti Anayasası yer almaktadır. İran İslam Cumhuriyeti Anayasası
ile Bülent Arınç'ın konuşması arasında veya AK PARTİ arasında veya iddianame
arasında bir bağ kurmak mümkün değildir.
e) Milli Eğitim
Bakanı Hüseyin Çelik'in, 'Türkiye'de Değişim, Demokrasi ve Aydınlar'
adlı kitabına koyduğu 'Bir başka açıdan Atatürkçülük' başlıklı makalesi
(İddianame, s. 73-74), 1994 yılında yazılmış ve Türkiye Günlüğü Dergisinde
yayınlanmıştır.
Makalenin yayınlandığı tarihte AK PARTİ diye bir parti
bulunmadığı gibi, Hüseyin Çelik de siyasetçi değildir, üniversitede görevli bir
bilim adamıdır.
f) Ömer Dinçer
hakkındaki iddia (İddianame, s. 75-76), AK PARTİ ile ilgili değildir. AK
PARTİ'nin kuruluşundan yaklaşık 6 sene önce üniversitede öğretim üyesi olan
birisinin yaptığı bir konuşmasından ve bu konuşmanın bir dergide
yayınlanmasından AK PARTİ'yi sorumlu göstermek hukuken mümkün değildir. Bu
iddianın, iddianame ile ve AK PARTİ ile hiçbir ilgisi yoktur.
g) Ankara
Üniversitesi Senatosu'nun Kuran kurslarıyla ilgili aldığı karar ve Anakara
Üniversitesi Rektörü Nusret Aras'ın milletvekillerine gönderdiği mektubun Ak
Parti ile bir ilişkisi yoktur. Kaldı ki bir üniversite senatosu kararının, bir
ölçü norm olmadığı ve Anayasa'nın laiklik anlayışı gibi algılanamayacağı da
açıktır (İddianame, s. 79).
ı) Anayasa
Mahkemesi'nin 43. kuruluş yıldönümü töreninde, dönemin Anayasa Mahkemesi
Başkanı Mustafa Bumin'in 'Laiklik ilkesinin Türkiye için önemi' konulu
konuşmasının AK PARTİ ile bir ilgisi yoktur (İddianame, s. 80-83).
i) İlim Yayma
Cemiyeti'nin 52. Genel Kurultayında, İlim Yayma Cemiyeti Genel Başkanı Hamza
Akbulut'un konuşmasının AK PARTİ ile hiçbir ilişkisi yoktur (İddianame, s. 84).
j) YÖK Başkanı
Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan'ın 24.02.2008 gün ve 225 sayı ile üniversite
rektörlerine gönderdiği bir yazının AK PARTİ ile hiçbir ilgisi yoktur. YÖK
özerktir (İddianame, s. 100).
N- YORUMLA TAHRİF EDİLEN EYLEM VE BEYANLAR DELİL OLARAK
KULLANILMIŞTIR
Görüldüğü üzere Anayasa ve hukukun evrensel kurallarına
aykırı bir biçimde iddia makamı;
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün açıklamalarını, Türkiye
Büyük Millet Meclisi eski Başkanı Bülent Arınç'ın açıklamalarını, Türkiye Büyük
Millet Meclisi eski Başkanvekili Sadık Yakut'un beyanlarını, yasama organının
yasama faaliyetlerini ve milletvekillerinin Meclis çalışmaları sırasındaki
konuşmalarını, yürütme organının iş ve işlemlerini, yerel yönetimlerin
faaliyetlerini, asılsız haberleri, tekzip edilmiş açıklamaları, kişisel
görüşleri, bizzat kendi oluşturduğu delilleri, AK PARTİ'nin kuruluşundan önceki
olay ve açıklamaları, AK PARTİ üyesi olmayanların eylem veya söylemlerini, AK
PARTİ ile hiçbir illiyet bağı olmayan kişi, konu, olay ve açıklamaları, adli
yargılama veya adli soruşturma sonucu iddia edildiği gibi veya aslı olmadığı
ortaya çıkan olay veya açıklamaları, delil olarak kullanmış ve lehe hiçbir
delil de toplamamıştır.
Ancak iddia makamı sadece bunlarla da yetinmemiş, daha da
ileri gitmiş ve AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile
diğer partililerin sözlerini; söylenilen yer, neden, zaman ve muhatap
bağlamından koparmış, söylenenleri söyleyenin iradesine rağmen kendince
anlamlandırmış ve kendi verdiği anlamları partimiz mensupları söylemiş gibi
takdim etmiş ve bu subjektif yorumlarıyla da onların siyasi yasaklılığını ve üyesi
oldukları AK PARTİ'nin kapatılmasını talep ve dava etmiştir. Örneğin
iddianamede geçen;
1) ''Modern bir
İslam devleti olarak Türkiye, medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir''
(İddianameme,s.27),
2) 'Acelemiz yok'
(İddianameme,s.27),
3) 'Türkiye'de din
bir çimentodur.' (İddianameme,s.29),
4) 'Tabii, bunun
taymingi (zamanlama) önemli.' (İddianameme, s. 31),
5) ''Siyasete
girerken farklı, siyasetten sonra farklı bir yaşam tarzı mı uygulayacağım,
halkımı mı aldatacağım' Dün neysem, bugün de oyum, değişemem, değişmedim''(İddianameme,
s. 33),
6) 'Kamusal alanın
henüz tanımı yoktur.' (İddianameme, s. 35),
7) 'Halk nezdinde
bir mutabakatı kastetmiyorum. Orada zaten mutabakat var. Parlamento içi
mutabakat gerekir. Parlamento halkın iradesini yansıtmıyor. Sıkıntı burada.'
(İddianameme, s. 36),
8) Eğer evrensel
hakları görmemezlikten gelirsek, ülkemize yazık ederiz. Bir hak,
dünyanın bir ucunda farklı, bir başka ucunda farklı olamaz. Çünkü hak, hukuktan
doğar; kanundan doğmaz. Hak, kanunlarla güvence altına alınır. Şu anda bütün
gayretimizi ülkemizdeki bu mutabakat üzerine tahsis ediyoruz.' (İddianameme,
s. 37),
9) 'Çok
acelecisiniz, biz sorumluluk sahibiyiz. Bu işi kangren haline
getirenlerin şimdi dışarıdan konuştuklarını görüyoruz, siz de onların oyununa
geliyorsunuz, sabırlı olun.'' (İddianameme, s. 38),
10) 'Kesin bir
takvimimiz yok. Biraz atmosfer ve zemin olayı..' (İddianameme, s. 38),
11) 'Gönlümün
derinliklerinde yatan hıçkırıklar var. Bunu da açıkça söylemek zorundayım.
Fakat şunu bilmenizi istiyorum; her şey zamana gebe. Zira millet iradesi birçok
şeyi halledecektir. Ama sabırlı olmaya mecburuz.' (İddianameme, s. 39),
12) ''Şunu
unutmayın, sağlıklı bir doğum, 9 ay 10 günde olur'' ' ''Bazılarının
tahriklerine sakın aldanmayın. Biz dertliyiz. Biz nerde, neyin, nasıl dertleri
olduğunu biliyoruz. Ama her şey bir yol haritası içerisinde yürüyecektir.'
(İddianameme, s. 43),
13) 'Ölümün nerede
ne zaman geleceği belli mi' Musalla taşına yatırıldığınız zaman 'Falanca
cumhurbaşkanıydı, falanca başbakandı' veya 'Cumhurbaşkanı niyetine ya da
başbakan niyetine' demeyecekler. 'Er kişi niyetine' diyecekler. Bu makamlar, bu
mevkiler gelip geçici. Bunlar bizleri şımartmasın. Ben tüm Adalet ve Kalkınma
Partiler'e şunları söylüyorum: Mütavazı ol''' (İddianameme, s. 47),
14) 'İdam
sehpasının yolunu gösteriyor. Biz bu yola çıkarken daha önce de demokrasiye
inanmış insanların söylediğini söylüyoruz. Biz o beyaz çarşaflarla beraber
yola çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız. Bu konuda rahatız.'
(İddianameme, s. 53) ,
15) ''Af yok, suç
işleyen cezasını çeker, Devlet katili affetme yetkisine sahip değildir.
Katili affetme yetkisi aslında maktulün varislerine aittir. Öyle olması lazım''
(İddianameme, s. 54) ,
Biçiminde laiklik karşıtlığıyla açık veya gizli hiçbir
ilgisi bulunmayan açıklamalardan hareketle iddia makamı, açık bir ifadede gizli
anlam aramış veya başka anlamlara çekilmesi mümkün olmayan açıklamalara niyet
okumak suretiyle gizli anlamlar yüklemiştir. İddia makamının bu yaklaşımı,
aleni bir anlam tahrifi ve delil tasnii olup, hem hukuken ve hem de fiilen
mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü bu, Anayasa ve hukukun evrensel
ilkelerine aykırıdır. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun
ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve
netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. Hukuk devletinde
iddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder. Aksinin kabulü, Anayasanın
2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık
ihlalidir.
Kaldı ki iddianamede yer alan açıklamaların veya
eylemlerin muhatabı kesinlikle laiklik ilkesi değildir. İddiaların bizzat
içinde görüldüğü üzere açıklamalar; ya bir mahkeme kararının veya mahkeme
başkanı ve başkaca açıklama yapanların açıklamalarının veya YÖK'ün açıklama ve
uygulamalarının veya basının veya siyasi muhalefetin veya yaşanan sorunların
eleştirisi ve değerlendirmesi mahiyetinde olup, hiç birinin muhatabı laiklik
değildir ve hiçbir beyan da laiklik karşıtı değildir. Yani konuşmanın
muhatapları bellidir. İddia makamının muhatabı belli olan bir konuşmaya,
laiklik ilkesini muhatap kılması hukuken kabul edilemez.
Kaldı ki bir kişinin kendisine dönük eleştirilere cevap
vermesi veya başkalarını eleştirmesi veya ülke sorunlarını konuşması, ne
laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksine bunları yapmak,
Anayasa'nın teminatı altındadır. İddia makamının iddiasıyla da Anayasaya uygun
bir şey, Anayasaya aykırı hale gelmez.
Sonuç olarak; görüldüğü üzere iddia makamı, iddianamesini
hazırlarken Anayasa, yasa ve hukukun evrensel kurallarının kendisine yüklediği
görev ve yükümlülükleri objektif bir biçimde yerine getirmemiş, subjektif bir
yaklaşımla hareket etmiş ve sonuçta Anayasa'nın; 2, 4, 6,7, 8, 10, 11, 12,
17,19, 24, 25, 26, 32, 38, 58, 67, 68, 69, 70, 75, 80, 83, 84, 87, 88, 89, 90,
94, 104, 105, 109, 110, 111, 112, 123, 124, 125, 126, 127, 128, 129, 136, 137,
138, 148, 155, 174 ve 175'inci maddelerinin sağladığı hukuki güvenliği açıkça
ihlal etmiştir.
İddianamede örnekleri sıkça görüldüğü üzere bu davada
iddia makamı; 'Susmuşsan, neden sustun'', 'Susmamışsan neden konuştun'';
'Tekzip etmemişsen, neden tekzip etmedin'', 'Tekzip etmişsen baskı üzerine veya
sorumluluktan kurtulmak için tekzip ettin'; 'Şahsi görüşüm dememişsen, neden
demedin'', 'Şahsi görüşüm demişse, sorumluluktan kurtulmak için dedin'; 'Bir
açıklamaya tavır koymamışsan, neden koymadın'', 'Açıklamayı reddedip,
eleştirmiş ve parti adına tavır koymuşsan, sorumluluktan kurtulmak için
yaptın', 'Disiplin hükümlerini uygulamamışsan, neden uygulamadın'' 'Disiplin
soruşturması yapıp ceza vermişse, sorumluluktan kurtulmak için yaptın veya ceza
göstermelik veya yeterli değildir' değerlendirmelerinde bulunmuştur. Bunlar,
iddia makamının, hukuka rağmen ulaştığı hükümlerdir. Hiçbir iddia makamı, bu
denli keyfiliği hukuk giysisine büründüremez. Hukuk, her ne ise o dur; ancak
asla bu değildir.
Sayın Başkan,
Sayın üyeler,
V- AK PARTİ LAİKLİĞE AYKIRI EYLEMLERİN ODAĞI HALİNE
GELMEMİŞTİR
Bir siyasi partinin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olması
nedeniyle kapatılabilmesini Anayasa; Anayasa'nın 68'nci maddesinin dördüncü
maddesine aykırı bir eylemin işlenmiş olması, eylemi işleyenlerin parti üyesi
olması, partinin Anayasa'da sayılan yetkili organlarının işlenen eylemleri
açıkça veya zımnen benimsemiş olması ya da partinin yetkili organlarının bu
eylemleri kararlılıkla ve doğrudan işlemiş olması, bu suretle işlenmiş
eylemlerin belli bir yoğunluğa ulaşması ve bütün bunların odak olmaya yeterli
olduğunun Anayasa Mahkemesi tarafından tespit edilmesi koşullarının birlikte
varlığına bağlamıştır (Anayasa, m. 69/6). Bu koşulların hepsi, somut olup,
bizzat gerçekleşmiş olması da şarttır.
Anayasa, bir siyasi partinin odaktan kapatılmasını, belli
koşullar altında somut ve gerçekleşmiş eylemlerin varlığını zorunlu görmesine
rağmen iddia makamının; ''Yine eylem ve söylemlerin özellikle bir iktidar
partisi yönünden somutlaşması yani sonuçlarının ortaya çıkması gerekmemektedir.
Yasama organında çoğunluğa sahip bir siyasi partinin, bu eylem ve söylemleri
her an için gerçekleştirebilecek konumda olması karşısında, bu eylem ve
söylemlerin gerçekleşebilir olması karşısında, soyut olarak varlığı dahi,
kapatma yaptırımına dayanak olabilecektir.'(İddianame, s. 24) demek suretiyle
'Soyut bir tehlikeyi' parti kapatmak için yeterli görmesi, Anayasa'nın 68 ve
69'uncu maddelerine aykırıdır. Böylesi bir odaklaşma kriteri veya soyut tehlike
anlayışıyla kapatılmayacak parti yoktur. Bu anlayışın, hukuka, hukuk devletine
ve Anayasa'nın 69'uncu maddesine uyan bir yönü yoktur
Odak haline gelmenin şartları Anayasada bu şekilde
sayılmakla birlikte, 'odaklaşma' için şart koşulan eylemlerin 'niteliği'
belirtilmemiştir. Anayasanın bu hükmü, Siyasi Partiler Kanunu ile de aynen
tekrarlanmış, ancak Kanunda da odak haline gelmede esas alınacak fiillerin
niteliğine dair bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Siyasi Partiler Kanununa
1986 yılında eklenen, ancak Anayasa Mahkemesi tarafından 1998 yılında iptal
edilen hüküm (m.103/2) odaklaşmada dikkate alınacak fiillerin mahkeme kararıyla
'sübuta ermesi'ni şart koşmaktaydı. Siyasi Partiler Kanununun 103 üncü
maddesinde yer alan ve odak olma için partilerin 'aykırı fiillerin işlendiği
bir mihrak haline geldiğinin sübuta ermesi' şartını arayan hükmün Anayasa
Mahkemesi tarafından iptal edilmiş olması, 'fiillerin varlığı' zorunluluğunu
ortadan kaldırmamaktadır.
Odak olma koşulu için yine ceza hukuku anlamında
fiillerin varlığı gereklidir, ancak bunların 'mahkeme kararıyla sübuta ermiş
olması' şart değildir. Başka bir ifadeyle, Anayasa Mahkemesi, parti kapatma
davalarında odaklaşmanın gerçekleşip gerçekleşmediğini araştırırken henüz bir
mahkeme kararıyla sübut bulmamış olan fiilleri de dikkate alabilecektir. Ancak
bu fillerin ceza hukuku anlamında 'aykırı fiil' niteliğine sahip olması
gerekmektedir.
Çünkü, odaklaşmanın şartları 2001 değişikliğiyle
Anayasaya konulduktan sonra, fiillerin niteliğine ilişkin somutlaştırıcı bir
düzenleme her ne kadar Anayasa hükmünü tekrarlayan Siyasi Partiler Kanununun
101'inci maddesine konulmamışsa da, aynı Kanunun 102'nci maddesine 12.8.1999
tarih ve 4445 sayılı kanunla eklenen ikinci fıkra hükmünden, Anayasanın 68
inci maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan hükümlere aykırı fiillerin ceza
hukuku anlamındaki fiiller olduğu anlaşılmaktadır.
Bu hükme göre, 'Parti büyük kongresi, merkez karar ve
yönetim kurulu veya bu kurulun iki ayrı kurul olarak oluşturulduğu haller,
Türkiye Büyük Millet Meclisi grup yönetim kurulu, Türkiye Büyük Millet Meclisi
grup genel kurulu, parti genel başkanı dışında kalan parti organı, mercii veya
kurulu tarafından Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan
hükümlere aykırı fiilin işlenmesi halinde, fiilin işlendiği tarihten
başlayarak iki yıl geçmemiş ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı söz konusu
organ, mercii veya kurulun işten el çektirilmesini yazı ile o partiden ister.
Parti üyeleri 68 inci maddenin dördüncü fıkra hükümlerine aykırı fiil ve
konuşmalarından dolayı hüküm giyerler ise Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı bu üyelerin partiden kesin olarak çıkarılmasını o partiden ister.'
Bu düzenlemede geçen 'hüküm giyerler ise' ibaresi, Anayasanın
68 inci maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan hükümlere aykırı fiillerin,
ceza hukuku anlamındaki fiiller olması gerektiğinin kanıtıdır.
Siyasi Partiler Kanununun 102 nci maddesinin ikinci
fıkrasında yer alan düzenleme ile, bir siyasi partinin devlet yardımından
yoksun bırakılmasına dayanak oluşturacak fiillerin ceza hukuku anlamında
fiiller olması şart koşulmuştur. Devlet yardımından yoksun bırakma gibi daha
hafif bir yaptırımın uygulanabilmesinde bile ceza hukuku anlamında fiillerin
varlığı şart koşulduğuna göre, bir siyasi partinin kapatılmasına yol açabilecek
olan odak haline gelmede dikkate alınacak fiillerin evleviyetle ceza
hukuku anlamında filler olacağı açıktır.
Anayasanın 'Suç ve cezaların kanuniliği ilkesi'ni
düzenleyen 38 inci maddesinde; 'Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan
kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu
işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza
verilemez. Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur.
Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz. Ceza sorumluluğu
şahsîdir.' kuralı yer almıştır. Suç ve cezalara ilişkin genel kanun niteliğinde
olan Türk Ceza Kanununun 2 nci maddesine göre de; '(1) Kanunun açıkça suç
saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz.
Kanunda yazılı cezalardan ve güvenlik tedbirlerinden başka bir ceza ve güvenlik
tedbirine hükmolunamaz. (2) İdarenin düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza
konulamaz. (3) Kanunların suç ve ceza içeren hükümlerinin uygulanmasında kıyas
yapılamaz. Suç ve ceza içeren hükümler, kıyasa yol açacak biçimde geniş
yorumlanamaz.'
2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 98 ilâ 108 inci
maddelerini kapsayan 'Siyasi Partilerin Kapatılması' başlıklı beşinci kısmında;
parti yasaklarına aykırılık halinde uygulanacak yaptırımlar; ceza (hapis -
m.117) ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri (parti kapatma, işten el
çektirme, ihraç, devlet yardımından yoksun bırakma -m.101,102,103 ve 104)
olarak düzenlenmiştir.
Siyasi Partiler Kanununun 'Kanuna aykırı sair
davranışlar' başlıklı 117 nci maddesi hükme göre; 'Bu Kanunun dördüncü
kısmında yazılı yasak fiilleri işleyenler, fiil daha ağır bir cezayı
gerektirmediği takdirde, altı aydan az olmamak üzere hapis cezası ile
cezalandırılırlar'.
Anayasa Mahkemesi de bir kararında aynı görüşe yer
vermiştir ():
'117. maddede', 4. kısımda yazılı yasak eylemleri
işleyenlerin, eylemin daha ağır bir cezayı gerektirmemesi durumunda, altı aydan
az olmamak üzere hapis cezası ile cezalandırılacakları öngörülmüştür. Bu hüküm,
4. kısım kurallarına aykırı eylemlerin tümünün suç niteliğinde olduğunu kabul
etmeyen önceki 648 sayılı Siyasi Partiler Yasası'na göre bir yeniliktir.
Anayasa'nın ilgili kurallarında aykırı eylemin suç oluşturup oluşturmaması ya
da bu konuda kesinleşmiş yargı kararının bulunması aranmamakla birlikte bunu
yasaklayıcı bir hüküm de yoktur. Nitekim 2820 sayılı Yasanın 117. maddesi,
4. kısımdaki yasaklara aykırılığı hiçbir ayırım yapmadan, tümüyle, suç olarak
nitelendirmiştir' Anayasa'nın 15. ve 38. maddelerine göre, suçluluğu
hükümle belli edilinceye kadar kimse suçlu sayılamaz. Hakkında böyle bir karar
bulunmayan kişinin gerçekten yasaklara aykırı davranıp davranmadığı
bilinemeyeceğinden Cumhuriyet Başsavcısı'nın sübjektif değerlendirmesiyle,
yargı kararıyla kesinlik kazanmadan önce, asileri partiden çıkarmak gibi
sonuçları çok ağır işlemlere bağlı tutmak siyasi hakları önemli ölçüde zedeler'
Çünkü, bir yasaya aykırı davranmaktan söz edebilmek için, o yasağın ceza
yasalarında ya da disiplin yönetmeliklerinde yer almış olmasına göre, bir yargı
kararı ya da yargı yolu açık bir disiplin kurulu kararı ile eylemin saptanması
gerekir.' (E. 1986/13, K. 1987/12,
K.T. 22.5.1987).
Basit bir suç nedeniyle veya bir kabahat nedeniyle
yapılan yargılama da bile isnat edilen suçun maddi ve manevi unsurlarının
oluşması aranırken, partinin idamı anlamına gelecek parti kapatma davasında,
partiye veya üyelere isnat edilen eylem veya beyanlarda aynı unsurların
aranmaması hukukun evrensel kurallarıyla bağdaşmaz.
2820 sayılı Kanunun 117 nci maddesi gereğince kapsamı
Anayasanın 24 üncü maddesinde belirtilen laikliğe aykırı eylemlerin suç
niteliğinde olduğu dikkate alındığında, iddianamede isnat edilen eylem ve
söylemler söz konusu suçun yasal unsurlarını taşımadığı gibi, 'eleştiri' ve
'propaganda' hakkının kullanılması niteliğinde olan ve Anayasanın 24, 25 ve 26
ncı, AİHS'in 9, 10 ve 11 nci maddelerinin koruması altında olan düşünce
açıklamaları niteliğinde olup, 'hukuka ve dolayısıyla laikliğe aykırı'
bir nitelik taşımamaktadırlar.
Ayrıca Anayasa Mahkememizin 29.01.2008 tarih 1/1-
Parti Kapatma sayılı HAKPAR Kararı ile kurduğu içtihat, davayı hukuki temelden
çökertmektedir. Parti kapatma davalarında yeni bir dönemi de başlatan içtihada
göre, eylem kategorisi dışında kalan veriler (düşünce açıklamaları, öneriler,
tüzükler, programlar, projeler ve benzerleri) hiçbir şekilde kapatmanın sebebi
kılınamaz. Projelerin gerçekleşmesinde Anayasa dışı bir yöntem benimsenmedikçe,
bu gibi veriler çoğulcu demokrasinin ve ifade ve örgütlenme özgürlüğünün
dokunulamaz alanlarına girmektedir. Partimiz, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde
anayasa dışı bir yönteme başvurmamıştır. Yüksek Mahkememizin anılan karının ilgili bölümü aynen şöyledir: 'Tüzük
ve programında ifade edildiği biçimde partinin Kürt sorunu olarak ele alıp
değerlendirdiği soruna, kendine göre çözüm önerileri getirmesi, vatandaşlık
temelinde ulus kavramının reddi olarak nitelendirilemez. Kapatma davasının
partinin kuruluşundan kıs bir süre sonra açıldığı da gözetildiğinden, belli bir
sorunun varlığına ve buna dair çözüm önerilerine ilişkin ifadelerin, demokratik
bir rejimde düşünce ve ifade hürriyeti kapsamında değerlendirilmesi gerekir.
Gerek iddianamede, gerekse sonraki aşamalarda, Partinin söz konusu amaçları
gerçekleştirmek için Anayasa dışı bir yöntemi uygulayacağına ilişkin her hangi
bir kanıta da yer verilmemiştir.
Yukarıda açıklama ve değerlendirmeler çerçevesinde,
Partiye, tüzük ve programında yer alan ifadelere dayanılarak yaptırım
uygulanması, örgütlenme ve ifade özgürlüğüne ağır bir müdahale
oluşturacağından, İddianamede ileri sürülen gerekçelerle Parti hakkında kapatma
ya da yerine başka bir yaptırım uygulanması, demokratik bir toplumda zorunlu
bir tedbir niteliğinde görülemez.'
Partimiz hakkında açılan bu davada, bir siyasi partinin
laikliğe karşı eylemlerin odağı haline gelmesi için Anayasa'nın tahdidi olarak
belirttiği zorunlu koşullardan hiç birisi, gerçekleşmemiştir. Çünkü:
A- AK PARTİ'NİN LAİKLİK ANLAYIŞI ANAYASA VE MODERN
LAİKLİK ANLAYIŞI İLE UYUMLUDUR
Ak Parti'nin benimsediği laiklik anlayışı, 1982
Anayasa'sının benimsediği laiklik anlayışı ve modern laiklik anlayışı ile
uyumludur.
1) 1982 ANAYASA'SININ LAİKLİK ANLAYIŞI
1982 Anayasasının 2'nci maddesine göre, 'Türkiye
Cumhuriyeti... laik... bir... devlet'tir.
'Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise,
her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve
dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi
kılınmaması anlamına gelir.' (Anayasa'nın 2'inci maddesi gerekçesi)
'Laikliğin, (a) din hürriyeti, (b) din ve devlet işlerinin
ayrılığı olarak iki cephesi vardır.
Din hürriyeti, vicdan ve ibadet hürriyetlerini de kapsar.
Bunlardan ilki, Anayasa'nın 24'üncü maddesinin ilk fıkrasında 'herkes, vicdan,
dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir' şeklinde ifade edilmiştir. Bu hürriyet,
herkesin dilediği dini inanç ve kanaate sahip olabileceğini ifade ettiği gibi,
dilerse hiçbir dini inanca sahip olmama hürriyetini de içerir. Maddenin üçüncü
fıkrası da, inanç hürriyetinin doğal bir uzantısıdır. Buna göre; 'kimse ' dini
inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden
dolayı kınanamaz.'
İbadet hürriyeti ise, kişinin inandığı dinin gerektirdiği
ibadetleri, ayin ve törenleri serbestçe yapabilmesidir. Anayasa'ya göre,
'14'üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve
törenler serbesttir. Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, '
zorlanamaz.'
Laikliğin diğer bir cephesi ise, din ve devlet işlerinin
ayrı olmasıdır. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmış sayılması; resmi
bir devlet dininin bulunmaması, devletin bütün dinlerin mensuplarına eşit
davranması, din kurumlarıyla devlet kurumlarının ayrılmış olması, hukuk
kurallarının din kurallarına uyma zorunluluğunun bulunmaması ve devlet
yönetiminin din kurallarından etkilenmemesi koşullarının birlikte varlığına
bağlıdır.' (Ergun ÖZBUDUN, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, 7. Baskı,
Ankara ' 2002, Sahife: 76-82; (Kemal GÖZLER, Türk Anayasa Hukuku, Ekin Kitabevi
Yayınları, Bursa ' 2000, Sahife: 137-153 )
2) AK PARTİ'NİN LAİKLİK ANLAYIŞI
Adalet ve Kalkınma Partisi, cumhuriyetimizin laik
niteliğine bağlıdır. Ak Parti, bu bağlılık içinde laiklik anlayışını parti
programına koymuştur. Buna göre Ak Parti:
'Partimiz, laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin,
sivilleşmenin, demokratikleşmenin, inanç özgürlüğünün ve fırsat eşitliğinin
esas kabul edildiği bir zemindir.' (AK PARTİ Programı, Giriş, s. 1)
- 'Dini insanlığın en önemli kurumlarından biri, laikliği
ise demokrasinin vazgeçilmez şartı, din ve vicdan hürriyetinin teminatı olarak
görür.
- Laikliğin, din düşmanlığı şeklinde yorumlanmasına ve
örselenmesine karşıdır,
- Esasen laiklik, her türlü din ve inanç mensuplarının
ibadetlerini rahatça icra etmelerini, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda
yaşamalarını ancak inançsız insanların da hayatlarını bu doğrultuda tanzim
etmelerini sağlar.
- Bu bakımdan laiklik, özgürlük ve toplumsal barış
ilkesidir.
- Partimiz, kutsal dini değerlerin ve etnisitenin
istismar edilerek siyaset malzemesi yapılmasını reddeder.
- Dindar insanları rencide eden tavır ve uygulamaları ve
onların, dini yaşayış ve tercihlerinden dolayı farklı muameleye tabi
tutulmalarını anti-demokratik, insan hak ve özgürlüklerine aykırı bulur.'
- Öte yandan dini, siyasi, ekonomik veya başka çıkarlara
alet etmek veya dini kullanarak farklı düşünen ve yaşayan insanlar üzerinde
baskı kurmak da kabul edilemez (AK PARTİ Programı, Temel hak ve özgürlükler, m.
2.1, s. 2)
3) AK PARTİ İLE 1982 ANAYASASI'NIN LAİKLİK ANLAYIŞININ
BİRBİRİNE UYUMU
Ak Parti'nin programına koyduğu laiklik anlayışı ile 1982
Anayasası'nın laiklik anlayışı birebir örtüşmektedir. Şöyle ki:
a) Ak Parti
laikliği, dinsizlik veya din karşıtlığı olarak görmemekte, laikliğin din karşıtı
gösterilerek örselenmesine karşı çıkmakta ve laikliği bütün dinlerin ve
inançların teminatı olarak görmektedir. Nitekim Anayasa'nın 2'inci maddesinin
gerekçesinde de laiklik aynı şekilde nitelendirilmiştir: 'Hiçbir
zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise, her ferdin istediği inanca,
mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı
diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.'
b) Ak Parti,
laikliği, din ve vicdan hürriyetinin, her türlü din ve inanç mensuplarının
ibadetlerini rahatça icra etmelerinin, dini kanaatlerini açıklayıp bu
doğrultuda yaşamalarının ve inançsız insanların da hayatlarını bu doğrultuda
tanzim etmelerinin sigortası, bir özgürlük ve barış ilkesi olarak görmektedir.
Anayasa'nın 24'üncü maddesine göre de 'Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat
hürriyetine sahiptir.
14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla
ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir.
Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî
inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden
dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.' (Anayasa, m. 24/1-3)
c) Ak parti,
kutsal dini değerlerin istismar edilerek siyaset malzemesi yapılmasını dinin;
siyasi, ekonomik veya başka çıkarlara alet edilmesini; Devletin sosyal,
ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına
dayandırmayı, reddeder. Anayasa da; 'Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî
veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî
veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun,
dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve
kötüye kullanamaz.' (Anayasa, m. 24/4) demektedir.
d) Ak Parti,
dindar insanları rencide eden tavır ve uygulamaları ve onların, dini yaşayış ve
tercihlerinden dolayı farklı muameleye tabi tutulmalarını veya dini kullanarak
farklı düşünen ve yaşayan insanlar üzerinde baskı kurulmasını kabul etmez ve bu
tür yaklaşımları anti-demokratik, insan hak ve özgürlüklerine aykırı bulur.
Anayasaya göre de aynı şekilde; '14 üncü madde hükümlerine aykırı
olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir.
Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî
inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden
dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.' (Anayasa, m. 24/1-3) Nitekim Anayasa'nın
2'inci maddesinin gerekçesinde de laiklik aynı şekilde nitelendirilmiştir:
'Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise, her ferdin
istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini
inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması
anlamına gelir.'
e) Ak Parti,
laikliğin dindarlığa mani olmadığını ve dindarlığın teminatı olduğunu, dindar
birinin de devletin laik yapısını benimsemesinin mümkün olduğunu ve bu nedenle
sadece dindar diye insanların laiklik karşıtı gösterilemeyeceğini, hiç kimsenin
dindarlığı nedeniyle itham edilemeyeceğini ifade eder. Anayasa da laikliği,
'Türkiye Cumhuriyeti ' laik ' bir ' devlettir.'(Anayasa, m. 2) diyerek, Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin bir niteliği olarak kabul eder. Ve ayrıca Anayasa,
kimsenin ''Dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.'
(Anayasa, m. 24/3) demek suretiyle, dindarlığın da anayasa ve laikliğin
teminatı altında olduğunu ve dindarlığın laik devlet yapısını benimsemeye mani
olmadığını kabul eder.
f) Ak Parti,
laikliğin bir diğer yönünü ise; din ve devlet işlerinin bir birinden ayrı
olması, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmış sayılmasını ise ; devletin
bütün dinlerin mensuplarına eşit davranması, din kurumlarıyla devlet
kurumlarının ayrılmış olması, hukuk kurallarının din kurallarına
dayandırılmaması, hukuk kurallarının din kurallarına uyma zorunluluğunun
bulunmaması, devlet yönetiminin dine dayanmaması ve devlet yönetiminin din
kurallarından etkilenmemesi olarak görmektedir. Anayasa'da aynı ilkeleri
benimsemiştir.
Sonuç olarak görüldüğü üzere Ak Parti'nin laiklik
anlayışı, 1982 Anayasasının laiklik anlayışı ile birebir örtüşmektedir.
4) AK PARTİ İLE MODERN LAİKLİK ANLAYIŞININ BİRBİRİNE
UYUMU
AK Parti'nin laiklik anlayışı, çağdaş demokratik
toplumların özgürlükçü laiklik anlayışıyla tamamen uyumlu bir yaklaşımı
yansıtmaktadır. Partimizin savunduğu laiklik anlayışı, başkalarının temel hak
ve özgürlüklerine asla bir tehdit içermemektedir. Aksine, bu anlayış tüm
bireylerin farklı inanış ve yaşam biçimleriyle barışçıl bir şekilde bir arada
yaşamasını öngörmektedir. Buna rağmen, iddianame partimizin demokratik ve
özgürlükçü laiklik anlayışını ve onun gereklerini laikliğe aykırılık olarak
göstermeye çalışmaktadır. Buna delil olarak da, Başbakan'ın laikliğin bir din
olmadığı, dine alternatif olarak sunulmasının yanlış olduğu ve bireylerin değil
devletin laik olabileceği yönündeki bazı sözlerini kullanılmaktadır (s.28, 30).
Modern laiklik anlayışı, farklı din ve inançları
sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul ederek, onların bir arada barışçıl
beraberliğini sağlamayı hedefleyen siyasi bir ilkedir. Bu nedenle laiklik
bireyi değil, devleti muhatap alır. Nitekim, Anayasamızın 2 nci maddesinde
değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek bir ilke olan laiklik, Devletin bir
niteliği olarak sunulmuştur. Anayasanın 24 üncü maddesindeki din istismarı
yasağının amacı da, esasen Devletin laik niteliğinin aşındırılmasını
engellemektir. Devletin temel niteliklerinden biri olarak laiklik, toplumdaki
her türlü inanç ve düşünce karşısında eşit mesafede durmayı gerektirmektedir.
Partimizin bu laiklik anlayışı Anayasanın 2 nci maddesinin gerekçesinde de
ifadesini bulmuştur. Bu maddenin gerekçesine göre 'Hiçbir zaman dinsizlik
anlamına gelmeyen lâiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip
olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dinî inançlarından dolayı diğer
vatandaşlardan farklı bir muameleye tâbi kılınmaması anlamına gelir.'
Bu anlamda laiklik, çağdaş demokrasilerin benimsediği
temel ilkelerden biri olan devletin tarafsızlığının din-devlet ilişkilerine
yansımasını ifade etmektedir. Devletin inançlar karşısında tarafsız
kalabilmesi, siyasi ve hukuki düzenini herhangi bir dinin esaslarına
dayandırmaması ile mümkündür. Bu, laik düzende din işleri ile devlet işlerinin
ayrılmasına işaret etmektedir. Kısacası, çağdaş laiklik anlayışı bir yandan
devlet düzeninin dini kurallara dayanmamasını, diğer yandan da devletin bireylerin
sahip olduğu din ve vicdan özgürlüğünü güvenceye almasını gerektirmektedir.
İktidarımız süresince laikliğin bu iki temel ayağını aksatacak herhangi bir
icraatın içinde olmadık, bundan sonra da olmayacağız.
Kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi'ne bağlı
Parlamenterler Meclisi'nin 1993 yılında aldığı 1202 sayılı karar da Avrupa
ortak mekanına hakim olan laiklik anlayışını yansıtmaktadır. 'Demokratik
Toplumlarda Dini Hoşgörü' başlığını taşıyan bu kararda birey-toplum ve din
ilişkilerine dair şu tespitlerde bulunulmaktadır:
Din, bireyin kendisi ve yaratıcısıyla olduğu kadar, dış
dünya ve içinde yaşadığı toplumla da ilişkilerini zenginleştirici bir
işlev görür.
Batı Avrupa farklı dini inançların hoşgörü içerisinde
birlikte yaşayabildiği bir seküler demokrasi modeli geliştirmiştir.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (m.18) ve Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi (m.9) tarafından güvence altına alınan ve insan onurundan
kaynaklanan din özgürlüğünün kullanılması, özgür ve demokratik bir toplumu
gerektirmektedir.
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, bu tespitlerin
ardından, Bakanlar Komitesi, Avrupa Topluluğu (Birliği) ve üye devletlere yasal
güvenceler konusunda da şunları tavsiye etmektedir:
Din, vicdan ve ibadet özgürlüğünü güvence altına almaya
yönelik düzenlemeler yapılmalıdır.
Giyim, yiyecek ve dinsel günlerin kutlanması gibi
konularda farklı dini uygulamalar için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.
Görüldüğü gibi, AK Partinin dinin birey, toplum ve devlet
ile ilişkisine bakışı, Avrupa ülkelerindeki hakim anlayışla uyum içindedir.
Dolayısıyla, bu bakış açısını yansıtan beyanların laiklik ilkesine aykırı
olduğunu ileri sürmek, çağdaş demokrasilerdeki anlayıştan habersiz olmak
demektir.
5) AK PARTİ LAİKLİK ANLAYIŞINI SADECE PAOGRAMINA YAZMAKLA
KALMAMIŞ AYNI ZAMANDA UYGULAMIŞTIR
AK PARTİ, laiklik anlayışını sadece programına yazmakla
kalmamış, aynı şekilde bu anlayışını uygulamış ve bu husustaki hassasiyetini
uygun her platformda dile getirmiştir.
a) AK PARTİ Genel Başkanı
ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, sayısız konuşmasında, kendisinin ve
partisinin laiklik anlayışını açıklıkla ifade etmiş, beyanları ve eylemleriyle
cumhuriyetimizin laik niteliğinin güçlenmesine katkıda bulunmuştur. İşte bu
konuşmalardan bazıları:
'Erdoğan partisinin, ''Olmazsa olmaz'' diye nitelediği üç
kırmızı çizgisini de, ''Dincilik, ırkçılık, bölgecilik'' diye ilan etti.
Erdoğan, ''Bu kırmızı çizgilerin dışına çıkanlar için gereğini yaparız. Bu
böyle biline'' uyarısında bulundu.' (AK
PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 16 Mayıs 2003 tarihinde
Antalya'da milletvekillerine yaptığı konuşmadan)
'Biz legal siyaset alanında bile, dinin, ırkın ve bir
bölgeye mensup olmanın istismarı anlamına gelen; dincilik, ırkçılık ve
bölgecilik temelinde siyaset yapmanın 'kırmızı çizgilerimiz' olduğunu söyleyen
tutarlı ve büyük bir hareketin mensuplarıyız. (AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 2 Aralık
2003 tarihli Grup konuşmasından)
'AK PARTİ, 'biz ve diğerleri' ayrımı yapan;
tek bir mezhebi, etnik unsuru veya dini anlayışı siyasetinin ana gövdesi
yaparak, diğer seçenekleri karşısına alan bir söylem ve örgütlenme biçimlerini
dışlayıcı ve ayrıştırıcı bir özellik taşıyacağına inanmaktadır. Bunlar
partimizin kırmızı çizgileridir.
AK PARTİ, 'laiklik'i devletin tüm dinler ve
düşünceler karşısında nötr kalmasını ve eşit mesafeyi korumasını sağlayan,
inanç farklılıklarının veya farklı mezhep ve anlayışların çatışmaya dönüşmeden
sosyal barış içinde yaşatılabilmesi için takınılan kurumsal bir tutum ve
yöntem olarak tanımlamakta; laikliğin temel hak ve özgürlüklerin anayasal
güvence altına alınarak bir tür hakem müessesesi gibi işletilebilmesi için
demokrasiyle taçlanması ve uzlaşı ortamı sunması gerektiğini düşünmektedir.'
(AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 10 Nisan 2004'te
İstanbul'da 'Muhafazakarlık ve Demokrasi Sempozyumunda' yaptığı konuşmadan)
'Açık söylüyorum, bizim 3 kırmızı çizgimiz var:
Bölgesel milliyetçiliği kabul etmiyoruz.
Etnik milliyetçiliği kabul etmiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlığı hepimizin ortak paydasıdır. Etnik olarak sen yine Kürt ol ama
anayasal kimlik olarak Türk vatandaşısın, bunu da kabul et, sana bundan getiren
götüren bir şey yok.
Dinsel milliyetçiliği kabul etmiyoruz. Burada laiklik tanımı önem arz ediyor. Biz 1982
Anayasası'nın gerekçeli kararındaki laiklik tanımını parti programımıza da
aldık, yeni Anayasa çalışmasında da var. Bu noktada laikliği en büyük güvence
olarak görüyoruz. Devlet tüm inanç gruplarına karşı eşit mesafededir.' (AK
PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 8 Aralık 2007 tarihinde
Lizbon'da yaptığı açıklamadan)
b) İddia makamını,
AK PARTİ'yi laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğunun delili olarak sunduğu
bazı açıklamalar, hem onun iddialarını tekzip etmekte ve hem de AK PARTİ'nin bu
konudaki anlayışını yansıtmaktadır. İddianamede yer alan ve iddianameyi tekzip
eden beyanlardan bazıları şunlardır:
'Laiklik çok farklı bir konudur. Laik olduğumuz
Anayasa'da belirtilmiştir. İnsanlar dini gereklerini böylece yerine
getirebilir. İslam ile laikliği yan yana tanım olarak getirmek yanlış olur.
Kişiler laik olmaz.' (İddianame, s. 28 )
'Bazıları laikliği din gibi algılıyor. Laiklik din olursa
aynı anda Müslüman olunamaz. İnsan iki dine mensup olamaz. Asıl itibarıyla
laiklik bir sistemdir ve fertlerin değil, devletin laikliği söz konusudur. Dine
mensupluksa ferdi bir tasarruftur. O manada söyledim.' (İddianame, s. 28 )
'Laikliği din haline getirirseniz halkı üzersiniz'''Bizim
laiklikle derdimiz yok. 1982 Anayasası'nın laikliği düzenleyen maddesinin
gerekçesinde bir tanım mevcut. Gerekçe, 'bütün dinlere eşit mesafede olmak'
diyor. İnançlar, devlet güvencesinde. Tekrar ediyorum: Ben insan olarak laik
değilim; devlet laiktir. Buna mukabil laik düzeni korumakla yükümlüyüm. Ama siz
laikliği bir din gibi takdim ederseniz, bu ülkenin halkını üzersiniz. Türkiye
iyiye gidiyor, hükümet başarılı, laikliği gündeme getirip, bundan nemalanmak
isteyenler var. Türkiye'de 'niyet okuyucuları' haksız isnadlar ortaya atıyor'
(İddianame, s. 30 )
''Laik toplumda din, laik yönetimin güvencesindedir.
Laiklik, tüm inanç gruplarına eşit mesafede olmak şeklinde tanımlanmıştır ve
zaten bu temin edildiği içindir ki, laiklik bizim için bir yerde sigortadır.'
(İddianame, s. 36 )
'İrticanın siyasete, eğitime ve devlete sistemli bir
şekilde sızmaya çalıştığını' söyleyen Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'e tepki
göstererek, bazılarının zaman zaman 'laiklik tehlikede' diyerek havayı
bulandırma gayreti içine girdiğini savunduğu, 'Bu yanlıştır. 14 milyon kişinin
oyunu almış ve iktidar olmuş bir parti, laiklik karşıtı olarak bu sahneye
çıkmadı' (İddianame, s. 52 )
c) AK PARTİ, 14
ağustos 2001'de kurulmuş ve kısa süre sonra da milletin iradesiyle iktidar
olmuştur. İktidar olduğu için de laiklik konusu dahil her konudaki anlayış,
yaklaşım ve uygulaması, aleni ve milletimizin gözü önündedir. Ak Parti'nin
gizli bir anlayışı, gizli bir tüzüğü, gizli bir programı ve gizli bir niyeti
yoktur. Hiçbir zaman da olmamıştır.
Ak Parti iktidar olduğu günden bugüne, kimsenin; dini
inanışına, düşünce ve kanaatine, ibadetine, dini ayin ve törenlerine müdahale
etmemiş ve edilmesine de müsaade etmemiştir. Hiç kimse, 'AK PARTİ geldi de
benim dini, sosyal, siyasi, ekonomik vb. hayatım, laiklik ilkesi aleyhine
olumsuz etkilendi veya değişti' diye iddia edemez. Kaldı ki böyle bir iddia da
varit değildir. AK PARTİ, hiç kimseyi dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya
veya değiştirmeye zorlamamış ve başkalarının zorlamasına da izin vermemiştir.
AK PARTİ, hiç kimseyi dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınamamış ve
suçlamamış, başkalarının kınaması ve suçlamasına da göz yummamıştır. Her din,
inanç ve mezhebe eşit mesafede durmuş ve bu duruşunu kararlılıkla sürdürmeye de
özen göstermiştir.
d) Ayrıca AK PARTİ
iktidarında, 22. dönemde yasama Meclisi, bütün cezacıların; rejimin karakterini
gösteren esas Anayasa diye nitelediği Türk Ceza Kanununu ve Ceza Muhakemesi
Kanunu yasalaştırmış ve başkaca pek çok yasa çıkarmıştır. Bu yasalar da
yürürlüktedir. Yapılan her düzenlemeyle laiklik ilkesi biraz daha güçlenmiştir.
e) Avrupa Birliği,
laik sistemin sahibi ve de uygulayıcısıdır. Laik bir sisteme sahip Avrupa
Birliğinin üyesi olma yönünde en önemli adımların atılması ve en önemli
dönemeçlerin geçilmesi, AK PARTİ iktidarlarında olmuş ve neticede Türkiye,
Avrupa Birliği ile müzakere eden ülke statüsüne yükselmiştir.
Sonuç olarak; AK PARTİ, yaklaşık altı senelik iktidar
döneminde; milletimize ve devletimize yaptığı hizmetlerle, laikliğe aykırı
eylemlerin değil, Türkiye Cumhuriyetine, cumhuriyetimizin değişmez ve
değiştirilmesi teklif dahi edilemez niteliklerine ve milletimize hizmetin odağı
olmuştur. Ak Parti ile hem devletimiz, hem cumhuriyetimizin nitelikleri ve hem
de milletimiz daha da güçlenmiştir. Bunun tanığı, Türk milletidir.
Onun için, AK PARTİ'nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı
olduğu iddiası, gerçek dışı olup, Anayasa, yasa ve uluslar arası sözleşmelere,
Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarına açık ve tartışmasız aykırıdır.
B- AK PARTİ ÜYELERİNİN VE YETKİLİ ORGANLARININ LAİKLİĞE
AYKIRI HİÇ BİR EYLEMİ YOKTUR
AK PARTİ'nin üyelerinin ve yetkili organlarının, laikliğe
aykırı hiçbir eylemi yoktur. İddia makamı da, Anayasa'nın öngördüğü somut
koşulları taşıyan hiçbir eylemi delil olarak gösterememiştir.
İddia makamının laikliğe aykırı eylemlere delil olarak
gösterdiği şeyler; Anayasa'nın teminatı altındaki bir kısım yasama
faaliyetleri, Anayasa ve yasalara uygun yürütme organının ve bir kısım yerel
yöneticilerin bazı icraatları ile yine Anayasa'nın teminatı altında olan düşünce
açıklamalarıdır. Bu iddia ve isnatların hiç biri ; laikliğe, Anayasa ve yasaya
ve uluslar arası sözleşmelere aykırı değildir. Bu nedenle, laikliğe aykırı
eylemlerin odağı olmanın belirlenmesinde birer delil ve kriter olarak
kullanılmaları mümkün değildir. Aksinin kabulü, hukukun evrensel kuralları ve
Anayasa'nın açık ihlalidir.
İddia makamının iddianamesinde, Ak Parti'nin üyelerinin
ve Genel Başkanının laikliğe aykırı olarak kabul ve takdim ettiği beyanları ve
faaliyetlerinin tamamı, laikliğe aykırılık oluşturmak bir yana, insan haklarına
bağlı, laiklik, demokrasi ve hukuk devletinden yana olan bir partinin savunması
gereken düşünce ve politikalardan oluşmaktadır. 'Anayasaya aykırı eylem' olarak iddianameye konulan
ifadelerde laikliğe, insan haklarına, demokrasiye ve hukuk devletine vurgu
yapılmaktadır. Bu beyanların hepsi, Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
ile güvence altına alınan 'ifade özgürlüğü' kapsamındadır.
Demokratik bir hukuk devletinde siyasi partilerin ve
parti mensuplarının, ülke sorunları, yasalar ve uygulamalara dair tespit,
değerlendirme ve eleştirilerde bulunması ve kendi çözüm önerilerini insanların
bilgi ve onayına sunması; siyasi parti, örgütlenme ve siyasal ifade
özgürlüğünün gereğidir. Bu gereklilik, 'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa,
m. 25) ile 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26)nin doğal
bir sonucudur. 'Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve
amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce
ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.' (Anayasa, m. 25) 'Herkes,
düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya
toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların
müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de
kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan
yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir.' (Anayasa, m. 26/1)
Anayasa'nın herkese tanıdığı düşünme ve düşündüğünü açıklama ve yayma hak ve
hürriyetini, buna en fazla gereklilik duyan siyasi parti, Genel Başkan,
Başbakan, Bakan, milletvekili ve siyasi parti üyelerinden esirgediği
düşünülemez.
İddianamede, laikliğe aykırı eylem veya söylem olarak sunulan
iddialar, laikliğe aykırı eylem veya söylemler değildir. Aksine bunların hepsi,
'eleştiri' ve 'propaganda' hakkının kullanılması niteliğinde olan ve Anayasanın
24, 25 ve 26 ncı, AİHS'in 9, 10 ve 11 nci maddelerinin koruması altında olan
düşünce açıklamaları niteliğinde olup, 'hukuka ve dolayısıyla laikliğe
aykırı' bir nitelik taşımamaktadırlar.
1) YASAMA YETKİSİNİN KULLANILMASI, LAİKLİK İLKESİNE
AYKIRI BİR EYLEM DEĞİLDİR
Yasama yetkisinin kullanılması, Türkiye Büyük Millet
Meclisi'ne aittir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu yetkisini, Anayasa'nın
koyduğu esaslara göre kullanır (Anayasa, m. 6). Kanun çıkarmak, değiştirmek ve
kaldırmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev ve yetkilerindendir (Anayasa,
m. 87) Kanun teklif etmeye, Bakanlar Kurulu ve milletvekilleri yetkilidir.
Kanun tasarı ve tekliflerinin Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülme usul ve
esasları, İçtüzükle düzenlenir (Anayasa, m. 88). Meclisin kabul ettiği
kanunları, Cumhurbaşkanı onbeş gün içinde onaylar ya da bir daha görüşülmek üzere
Türkiye Büyük Millet Meclisine geri gönderebilir, Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin aynen kabul ettiği kanunlar onaylanarak Resmi Gazete'de yayınlanır.
(Anayasa, m. 89). Kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük
Millet Meclisi İçtüzüğünün şekil ve esas bakımlarından Anayasa'ya uygunluk
denetimi ile Anayasa değişikliklerinin sadece şekil bakımından Anayasa'ya
uygunluğunun incelenmesi ve denetlenmesi görev ve yetkisi, Anayasa Mahkemesi'ne
aittir(Anayasa, m. 148).
Yasama faaliyetlerinin özgür bir ortamda yürütülebilmesi
için 'Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve
sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık
Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis
dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar.' (Anayasa, m.
83/1)
Buna rağmen iddia makamının;
1- 7.12.2004 günü
yürürlüğe giren 5272 sayılı Belediye Kanununun 15. maddesinin 1. fıkrası,
2- 5320 sayıl İl
Özel İdaresi Kanununun 7. maddesi,
3- 13.6.2006 gün
ve 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanununun 'Mükellefler' başlıklı 2. maddesinin
beşinci fıkrası,
4- Türk Ceza
Kanunun 263'üncü maddesi,
5- Anayasa'nın 10
ve 42'inci maddelerinin Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından
değiştirilmesini ve bu çalışmalar sırasında milletvekillerinin konuşmalarını ve
ayrıca;
1- Yükseköğretim
Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun Cumhurbaşkanı tarafından bir daha
görüşülmek üzere TBMM'ye geri gönderilmesi ve alt komisyona havalesini,
2- Fakir ve
başarılı öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulmasına imkan veren
31.7.2003 tarih ve 4967 sayılı Yasanın kabulü ve Cumhurbaşkanı tarafından bir
daha görüşülmek üzere TBMM'ye geri gönderilmesini,
3- Diyanet İşleri
Başkanlığı Teşkilat Kanununda değişiklik öngören kanun teklifinin ile,
4- 2547 Sayılı
Yükseköğretim Kanunun Ek 17'inci maddesine bir fıkra eklenmesinin öngören kanun
teklifinin Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına verilmiş olmasını,
laikliğe aykırı eylem olarak göstermesi, Anayasa'nın ihlalidir.
İddia makamının yaklaşımının doğru kabul edilip, bir
partinin yasal değişiklik yapacak güçte olmasının tehlike olarak görülmesi
halinde; parlamenter sistem, işlemez hale gelir. Çünkü bu kabul, bütün iktidar
partilerinin, laiklik veya demokratik düzen için tehlike olarak görülmesi
sonucunu doğurur.
Türkiye Büyük Milet Meclisi, yasal düzenlemeleri, hem
şekil ve hem de esas bakımından Anayasa'ya uygun yapmak zorundadır. Meclisin
kabul ettiği bir yasal düzenlemenin Anayasaya aykırı bulunması halinde tek
müeyyidesi, Anayasa Mahkemesi tarafından iptaldir. Bunun başkaca bir müeyyidesi
de yoktur. Anayasa Mahkemesi, sayısız kanun hakkında iptal kararı vermiştir.
Bir kanunun tasarı veya teklifinin Anayasa'ya aykırı olduğu iddiası veya
Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi, siyasi parti kapatma nedeni
değildir. Aksinin kabulü, Meclisin, siyasi partilerin ve milletvekilliğinin
gereksiz hale gelmesi anlamına gelir.
2) YÜRÜTME ORGANININ İCRAATLARI LAİKLİĞE AYKIRI EYLEM
DEĞİLDİR
Anayasaya göre; idare, kuruluş ve görevleri ile bir
bütündür ve kanunla düzenlenir (Anayasa, m. 123/). Kamu hizmetlerinin
gerektirdiği aslî ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri
eliyle görülür. Memurlar ve diğer kamu görevlileri ile üst kademe
yöneticilerinin göreve başlama, atama, nakil, yükselme ve her türlü özlük hakkı
kanunla düzenlenir (Anayasa, m. 128) . Memurlar ve diğer kamu görevlileri,
Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdür (Anayasa,
m. 129/1) Kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan
kimselerin, üstünden aldığı emri, yönetmelik, tüzük, kanun veya Anayasa
hükümlerine aykırı görmesi halinde, yerine getirmez. Bu durumda aykırılığı emri
verene bildirir, üstü emrinde ısrar eder ve bu emrini yazı ile yenilerse, emri
yerine getirir. Bu halde, emri yerine getiren sorumlu olmaz. Konusu suç teşkil
eden emir, hiçbir suretle yerine getirilmez. (Anayasa, m. 137). Bütün bunlarla
birlikte idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır
(Anayasa, m. 125/1).
Bu yasal düzenlemeler karşısında; kamu hizmetlerinde
çalışan kamu personeli, görevde kaldığı sürece kamu görevlisi statüsünde kamu
hizmeti gören Başbakan, bakanlar ve Bakanlar Kurulu sadece Anayasa, kanun,
tüzük ve yönetmeliklere uygun görevlerini yapmak zorundadırlar. Kanunlar,
Anayasaya; tüzükler Anayasa ve kanuna; yönetmelikler ise tüzük, kanun ve
Anayasaya aykırı olamazlar. Ayrıca hem yasal idari düzenlemelere ve hem de
idari işlem ve eylemlere karşı yargı yolu da açıktır. Bu şartlar altında
Başbakan, Bakanlar Kurulu, bakanlar, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin;
Anayasa, laiklik, kanun, tüzük ve yönetmeliklere aykırı davranması mümkün
değildir.
3) YEREL YÖNETİMLERİN İCRAATLARI, LAİKLİĞE AYKIRI EYLEM
DEĞİLDİR
'Mahallî idareler;
il, belediye veya köy halkının mahallî müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere
kuruluş esasları kanunla belirtilen ve karar organları, gene kanunda
gösterilen, seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzelkişileridir.
Mahallî idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri,
yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir.
'
Merkezî idare, mahallî idareler üzerinde, mahallî
hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu
görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahallî
ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idarî vesayet yetkisine
sahiptir.
Mahallî idarelerin belirli kamu hizmetlerinin görülmesi
amacı ile, kendi aralarında Bakanlar Kurulunun izni ile birlik kurmaları,
görevleri, yetkileri, maliye ve kolluk işleri ve merkezî idare ile karşılıklı
bağ ve ilgileri kanunla düzenlenir. Bu idarelere, görevleri ile orantılı gelir
kaynakları sağlanır.' (Anayasa, m. 127/1-2, 5-7)
Bu hükümler karşısında yerel yönetimlerin faaliyetleri,
ayrı bir tüzelkişiliğe sahip Ak Partiye isnat edilemez.
C- AK PARTİ ÜYELERİNİN VE YETKİLİ ORGANLARININ DÜŞÜNCE
AÇIKLAMALARI LAİKLİĞE AYKIRI EYLEM DEĞİLDİR
Düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğü, insan hak ve özgürlükleri
içinde hayat hakkıyla birlikte en önemli olanıdır. Düşünce ve düşünceyi ifade
özgürlüğünün bulunmadığı yerde gerçek bir demokrasiden ve ilerlemeden söz
edilemez. İnsanın düşünemediği ve daha doğrusu düşüncesini açıklayamadığı
yerlerde, ne bilim ve teknik, ne sosyal ve siyasal bilimler ne de siyasal görüş
ve akımlar gelişir.
Düşünceyi özgürce ifade hürriyeti olmadıkça düşünce
edinmeye yarayan hürriyetler ve kanaat hürriyeti fazla bir anlam taşımaz.
İddianamede yer alan üşünce açıklamaları, laikliğe ve
Anayasaya aykırı bir eylem değildir. Aksine düşünce açıklamaları, demokratik
hukuk devleti olmanın gereği olup Anayasanın teminatı altındadır.
Anayasa'da 03.10.2001 Tarih ve 4709 Sayılı Yasa'nın
1'inci maddesi ile Başlangıcın beşinci fıkrasında geçen 'Düşünce ve mülahaza'
ibaresi, 'Faaliyetin' olarak değiştirilmiş ve aynı kanunun 25'inci maddesi ile
69'uncu madde de yapılan değişiklikle, odak olmanın temel şartının - belli
koşullarla birlikte -'Eylemler' olduğu hüküm altına alınmıştır. Anayasa'da eş zamanlı
olarak yapılan bu değişiklikler, odak olmanın tespitinde beyanların, bir ölçü
ve kriter olmadığını ifade etmektedir.
Demokratik bir hukuk devletinde siyasi partilerin, ülke
sorunları, yasalar ve uygulamalara dair tespit, değerlendirme ve eleştirilerde
bulunması ve kendi çözüm önerilerini insanların bilgi ve onayına sunması;
siyasi parti, örgütlenme ve siyasal ifade özgürlüğünün gereğidir. Bu
gereklilik, 'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ile 'Düşünceyi
açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26)nin doğal bir sonucudur. 'Herkes,
düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun
kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri
sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.' (Anayasa, m. 25) 'Herkes, düşünce ve
kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak
açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi
olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu
fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların
izin sistemine bağlanmasına engel değildir.' (Anayasa, m. 26/1) Anayasa'nın
herkese tanıdığı düşünme ve düşündüğünü açıklama ve yayma hak ve hürriyetini,
buna en fazla gereklilik duyan siyasi parti, Genel Başkan, Başbakan, Bakan,
milletvekili ve siyasi parti üyelerinden esirgediği düşünülemez.
Kaldı ki iddianamede yer alan beyanların hepsi,
Anayasanın 2, 24, 25 ve 26 ncı, AİHS'in 9, 10 ve 11 nci maddelerinin koruması
altında olan düşünce açıklamaları niteliğinde olup, hiç biri 'hukuka ve
laikliğe aykırı' değildir:
1) DİNİN BİRLEŞTİRİCİLİĞİ'NE VURGU YAPMAK LAİKLİK
İLKESİNE AYKIRI DEĞİLDİR
Cumhuriyetimizin kurcusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK dahil
bütün Devlet adamları ve siyasetçiler, toplumumuz bakımından İslam Dininin
birleştirici yönüne vurgu yapmıştır. Türkiye'de siyasiler; 'Bizi bir birimize
bağlayan en önemli bağ dindir' veya 'Türkiye'de din çimentodur' veya
'Türkiye'de din toplumun harcıdır' veya 'İslam, demokrasi ve laiklik altın
üçgendir' ve '% 99'u veya kahir ekseriyeti Müslüman bir ülke' vb. ifadelerle
dinin birleştirici ve bütünleştirici özelliklerini ifade etmişlerdir.
Nitekim daha Cumhuriyetimizin başlangıcında kurcu irade;
Anayasal kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kurarak, dine ve onun
birleştiriciliğine verdiği önemi göstermiştir. Anayasa'nın 136'ıncı maddesine
göre; 'Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi
doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe
dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen
görevleri yerine getirir.' (Anayasa, m. 136) Anayasamız, 'Lâiklik ilkesi
doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe
dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek' hizmet etme görevini Diyanet
İşleri Başkanlığı'na vermiştir. Şayet İddia makamının iddiası kabul edilip,
dinin birleştiriciliğine vurgu yapmak laikliğe aykırı kabul edilirse, bugün
binlerce camide din hizmetlerini yürüten ve din konusunda toplumu aydınlatan Diyanet
İşleri Başkanlığı görevini yerine getiremez. Anayasa'nın hem 2'inci, hem
24'üncü, hem 25 ve 26'ıncı ve hem de 136'ıncı maddeleri, bu yönüyle işlevsiz
hale gelir.
AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,
dinin her türlü istismarına karşı çıkmış ve siyaseten yola çıktığında bu
konudaki yaklaşımını açıkça ortaya koymuş ve parti olarak ta bu çizgiye hep
sadık kalmışlardır.
Başbakan, bugüne kadar yaptığı hiçbir konuşmada 'Din üst
kimliktir.' şeklinde veya bu anlama gelecek bir beyanda bulunmamıştır. Sadece
dinin birleştirici vasfına vurgu yapmıştır. Ama Başbakanın, 'Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlığı bizi birbirimize bağlayan üst kimliktir.' biçiminde ve
anlamında sayısız açıklamaları vardır:
'Parti olarak 3 kırmızı çizgilerinin bulunduğunu
vurgulayan Başbakan Erdoğan, asla dine dayalı, ırka dayalı ve bölgeye dayalı
milliyetçilik yapmayacaklarını, birleştirici unsur olarak Anayasal vatandaşlığı
esas alacaklarını belirtti. Erdoğan, ''Bunu başardığımız zaman önümüzde kimse
duramaz'' (AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 26 Temmuz
2003 Ak Parti Bursa İl 1. Olağan Kongresindeki konuşmasından)
'Hükümetimizin 3 kırmızı çizgisi var; etnik, bölgesel ve
dinsel milliyetçiliğe karşıyız. Dolayısıyla ben siz değerli kardeşlerimi,
vatandaşlarımızı bütün bu olaylar karşısında daha mutedil olmaya çağırıyorum.
Ne ocaklar söndü bu bölgelerde. El ele, omuz omuza verelim, bu kini, nefreti
ortadan kaldıralım. Terör gruplarının insan haklarıyla ilgili hiçbir özelliği
yoktur. Özgürlüklere saygısızdılar. Onlar sadece kan ve ölümden zevk alırlar.
Ve biz hiçbir zaman terör gruplarıyla da barışık olamayız. Ben halkımı bu
noktada net olmaya daha duyarlı olmaya özellikle davet ediyorum.'' (AK PARTİ
Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 21 Kasım 2005'te Şemdinli'de
yaptığı açıklamalardan)
'3 Kırmızı çizgilerinin bulunduğunu tekrarlayan Başbakan
Erdoğan, 'AK PARTİ'DE etnik milliyetçilik yok. Etnik milliyetçiliğe karşıyız,
bunu böyle bilin. 73 milyonun kardeşliğine inanıyoruz. Etnik unsurlar var; Türkü,
Kürdü, Lazı, Çerkezi, Gürcüsü, Abhazası, Boşnak'ı, Arnavut'u vs... Hepsine
bizler aynı mesafedeyiz. Hep birlikte, farklı etnik kimliklere sahibiz. Fakat
bizi birleştiren bağ, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır. Onun için de diyoruz
ki; tek bayrak Türk Bayrağı, tek millet Türk milleti, tek vatan Türk vatanıdır.
Bu vatan, 780 bin kilometre karelik vatan topraklarıdır. AK PARTİ, bölgesel
milliyetçilik de yapmaz.' (AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın 15 Nisan 2006'da Tunceli ziyaretinde yaptığı konuşmadan)
'Açık söylüyorum, bizim 3 kırmızı çizgimiz var:
Bölgesel milliyetçiliği kabul etmiyoruz.
Etnik milliyetçiliği kabul etmiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlığı hepimizin ortak paydasıdır. Etnik olarak sen yine Kürt ol ama
anayasal kimlik olarak Türk vatandaşısın, bunu da kabul et, sana bundan getiren
götüren bir şey yok.
Dinsel milliyetçiliği kabul etmiyoruz. Burada laiklik
tanımı önem arz ediyor. Biz 1982 Anayasası'nın gerekçeli kararındaki laiklik
tanımını parti programımıza da aldık, yeni Anayasa çalışmasında da var. Bu
noktada laikliği en büyük güvence olarak görüyoruz. Devlet tüm inanç gruplarına
karşı eşit mesafededir.' (AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın 8 Aralık 2007'de Lizbon'da yaptığı açıklamadan)
'AK PARTİ'nin 3 kırmızı çizgisi olduğunu söyleyen
Erdoğan,'Biz etnik, bölgesel, dinsel milliyetçiliğe karşıyız. Bazıları 'Türkiye
Cumhuriyeti 36 etnik unsurdan oluşuyor' diyor. Bizi birbirimize bağlayan bir
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı var. Yaratılanı Yaradan'dan ötürü seveceğiz.
70 milyonun tamamına eşit mesafede durmak, ayrım yapmamak zorundayız. Bu ülkeye
ayrılık tohumunu ekenler, hiçbir zaman bu ülkede iktidar olamayacaklardır'(AK
PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 22 Aralık 2007'de AK
PARTİ Üsküdar İlçe Teşkilatı bayramlaşma törenindeki konuşmasından)
Ayrıca iddianamede yer alan aşağıdaki cümleler de bunun
kanıtıdır ve iddianameyi tekzip etmektedir:
'Herkes kendi kimliğiyle övünebilir. Bu onun en doğal
hakkıdır. Kürt Kürtlüğüyle, Türk Türklüğüyle, Çerkez Çerkezliğiyle, Laz
Lazlığıyla övünebilir. Etnik kimlik anlamında söylüyorum. Ama bizi üstte
birbirimize bağlayan üst kimlik TC vatandaşlığıdır. Bu ortak paydadır'...'
(İddianame, s.28-29)
'Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bugüne kadar 'din bir
üst kimliktir' ifadesi kullanmadığını vurgulayarak, 'Üst kimlik olarak
kullandığım ifade; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır ve bunun defaatle
açıklamalarını yaptık. Ama buna rağmen bazıları anlamak istemiyor. Yine
söylüyorum, din bir çimentodur ve şu anda en önemli birleştirici unsurumuzdur.
Tarih boyunca bu böyledir'.' (İddianame,
s. 29)
Ayrıca Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, hiçbir zaman
Türkiye için 'İslam Devleti' ismini ve nitelemesini de kullanmamıştır. 'İslam
ülkesi' ismini ve nitelemesini kullanmış ve bunun 'İslam Devleti' anlamına
gelmediğini, ikisinin ayrı şeyler olduğunu da ifade etmiştir. Kaldı ki 'İslam
ülkesi', 'Çoğunluğu Müslüman ülke' , '% 95'i Müslüman ülke' veya 'Kahir
ekseriyeti Müslüman ülke' nitelemelerini yapmamış bir siyasetçi Türkiye'de
yoktur. Hatta AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakanı bu cümleleri kullandığı için
laiklik aleyhine beyanda bulunmakla itham eden iddia makamı bile esas
hakkındaki görüşünde benzer bir değerlendirmeyi yapmıştır. İşte iddia makamının
değerlendirmesi: 'Türkiye Cumhuriyeti çoğulcu demokrasinin de esasları
olan bu ilkeleri 85 yıllık tarihi serüveni içerisinde hayata geçirebilmiş nüfusunun
ekseriyeti İslam olan yegane ülkedir.'(Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın
esas hakkındaki görüşü, s. 10) İddia makamının, kendisinin aynı mahiyette
ifadeler kullanmasını laikliğe aykırı görmezken AK PARTİ üyelerinin benzer
cümleler kurmasını laikliğe aykırı görmesi, açık bir çelişkidir ve de
manidardır. Hukuk Devleti ve eşitlik ilkesi, herkes için aynı değerlendirmeyi
gerekli kılar. Bir cümle, söyleyene göre hukuka uygun veya aykırı olamaz.
Bütün bunlara rağmen iddia makamının; Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan hakkında (İddianame, s.27; 28; 29 ve 39;) bu konulara yer vermiş
olması açık bir Anayasa ihlalidir.
Burada dava vesilesi ile bir önemli hususa ileride bizi
sıkıntıya sokacak bir muhakkak gerilime, yıllarca insanlarımızı karşı karşıya
getirecek bir anlayışa dikkatlerinizi çekmek istiyorum.
İddianamede yer alan din ve İslâm'la ilgili bazı görüşler
ve imajlar hem yanlış, hem de yanıltıcıdır. Bu görüşlerin kabulü bir yüksek
Mahkeme kararına mesnet teşkil etmesi durumunda, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın
Anayasa ve Yasalarla kendisine yüklenen görev ve sorumluluk alanlarını
daralacak hatta, bize göre özgü bir anayasal kurum işlevsiz hale gelecektir.
Laiklikle ilgili yanlış algılamaları ve tasavvurları pekiştirecek, bu da din ve
devlet işlerini sağlıklı bir zeminde ayrıştırılmasını imkansız kılacaktır.
Bir siyasi parti ile ilgili kapatma davasında hukuk
metinlerinin esas alınmasında şüphe yoktur. Buna rağmen iddia makamı
hazırladığı metinlerde laik hukukun sınırları dışına çıkarak din ve İslâm adına
çeşitli yargı cümleleri kurmakta, dini ve İslâmi kavramlar ve öğretiler
bağlamından soyutlanarak yanlış ve yanıltıcı şekilde ele alınmaktadır. Dinin
ilmen muteber kaynakları dikkate alınmadan değerlendirmeler yapılmaktadır.
Her şeyden önce iddianamede ortaya konulan din anlayışı,
bilim insanlarının ve akademisyenlerin (kelamcıların, din felsefecilerinin, dinler
tarihçilerinin vs.) üzerinde uzlaşabilecekleri tanım ve tasavvurlardan bir
hayli uzaktır.
İddianamede din ile ilgili değerlendirmelerin temelini,
özellikle 19 ncu yüzyılda batıda beliren felsefi akımlardan biri olan
pozitivist bakış açısı oluşturmaktadır. İddianame metni siyasal partilerin
demokratik süreç içerisinde yüzyıldır devam eden aşamalarına dikkat çekilmekte
fakat bu aşamalarla orantılı bir şekilde seyreden ülkemizde uluslar arası
toplumda din ve inanç özgürlüğü alanındaki gelişmelere hiç değinilmemektedir.
Böylelikle siyasi partilerin geçirdiği gelişimin son noktası ile din ve inanç
özgürlüğü alanına yönelik ikiyüzyıl öncesinin bakış açısı karşı karşıya
getirilmektedir. İddianamenin hukuki bir metin olarak kabul görmesi durumunda
demokratik kazanımlar açısından din ve vicdan özgürlüğü alanı pozitivizm'in
dogmaları ile doldurulmuş olacaktır.
Genel anlamda din, sosyal bir varlık olan insanın
mutluluğunu hedefler. Türkiye Cumhuriyetinin kurucu iradesi bu kabulden
hareketle, dinin toplum için vazgeçilmez bir unsur olduğunu görmesi
sebebiyledir ki, daha ilk günden Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kuruma
ihtiyaç duymuştur.
İddianame metninde ortaya çıkan Diyanet İşleri Başkanlığı
imajı ne kurumun yapısı ve amaçlarını belirleyen Anayasal statüsü ile ne de
Türkiye Cumhuriyeti Devleti toplumu nezdindeki konumu ile ve ne de milli birlik
ve beraberliğe yaptığı dinamik katkılarıyla örtüşmektedir. Anayasanın 136ncı
maddesinde Diyanet İşleri Başkanlığı'na 'Milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi
amaç edinme' görevini vermektedir. İddianamede yer alan ve dini toplumsal
birliğin 'çimentosu' olarak değerlendiren ifadenin parti kapatma sebebi olarak
sunulması Diyanet İşleri Başkanlığı'nın anayasal görevini de yerine getirmesini
imkansızlaştırmaktadır. Bu metnin hukuki bir referans olarak onaylanması
durumunda halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede devlet-toplum
ilişkileri ve dinlerin ve kültürlerin uluslar arası toplumsal ilişkilerde giderek
artan önemi göz önüne alındığında çeşitli alanlarda riskler oluşturma ihtimali
söz konusudur.
İddianamede (İddianame, s. 38) Diyanet İşleri
Başkanlığı'nın kadro talebinin, siyasiler tarafından dile getirilmesi
eleştirilmekte ve laikliğe aykırı eylemler oalarak zikredilmektedir. Diyanet
İşleri Başkanlığı'nın din hizmetlerinde nitelikli görevlileri istihdam etmesi
ve boş camilere atama yapılması Milli Güvenlik Kurulu'nun tavsiye kararlarında
ve dolayısı ile Türkiye Cumhuriyetinin devlet politikası çerçevesinde yer
almaktadır. Ayrıca, Terörle Mücadele Yüksek Kurulu Sekreteryası hazırladığı
'Bölücü Faaliyetlere Yönelik Eylem Planı' çevresinden özellikle doğu ve
güneydoğu illerimizde kadrosu bulunmayan camilere din görevlilerinin
istihdamının önemine değinmiş ve bu konuda kadro ihdasını önermiştir.
Yine iddianamede ( İddianame, s. 118) dini gün ve
bayramlarda milli bayramlar arasında karşılaştırma yapılmasının milli birlik ve
bütünlüğümüz açısından son derece vahim olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Dini
bayram ve günler ile milli bayram ve günleri adeta birbirlerinin alternatifi
imiş gibi karşılaştırmanın, milli birlik ve bütünlüğe katkıda bulunmayacağı
gibi, toplumun zihninde karmaşıklığa yol açacağı ortadadır.
İddianamede (İddianame, s. 89) Kur'an Kurslarının Diyanet
işleri Başkanlığı Müfettişlerince teftiş edilmesine yönelik düzenlemeler
laikliğe aykırı olarak görülmektedir. İddianamenin öne sürdüğü gibi bu konu ile
ilgili yapılan teklifte Kur'an Kurslarının denetim yetkisi sadece Diyanet
İşleri Başkanlığı Müfettişlerine verilmiş değildir. Yasa teklifinin asıl amacı,
genel teftişin yanında mesleğin gerektirdiği bilgi, birikim ve deneyimi
nedeniyle Kur'an eğitim ve öğretimi açısından Diyanet Müfettişlerinin teftiş ve
denetimdeki sorumluluklarını artırmaktır. Kaldi ki anayasal bir kurum olan
Diyanet Müfettişleri ile Milli Eğitim Müfettişleri arasında bir ayırım yaparak
Diyanet Müfettişlerine güvensizlik anlamına gelecek söz ve tavır içinde
bulunmak da son derece sakıncalı ve inciticidir.
İddianame metninde hemen hemen tüm başlıklar altında dini
ve İslâmi kavramlar kullanılmıştır. Bu kavramlara literatürde karşılıkları
bulunmayan yanlış anlamlar yüklenmiştir. Dini kavramlar ve terimler birbirine
indirgenmiş örneği 'Din' İslâm'a; 'İslâm' siyasal İslâm, İslâmcılık ve şeriata
; 'Cihat' şiddet, İslâmi terör ve savaşa; 'Din ve Vicdan Özgürlüğü Talebi'
takiyyeye hasredilerek açıklanmaya çalışılmıştır.
Siyasal İslâm üzerinden genel olarak İslâm, siyasetçiler
üzerinden de dindar insanlar töhmet altında bırakılmıştır. Dini kavramlar ve
dindar kesimler potansiyel zanlı olarak takdim edilmiş ve bu insanlar hakkında
'şüpheli' imajı oluşturulmuştur.
İddianamede din tanımı farklı pasaj ve alıntılardaki
kullanımında çelişki ve tutarsızlıklarla doludur (İddianame, s. 13, 15, 17, 128,
136, 139, 144). Mesela: Din, 'kutsal'dır. Bununla birlikte 'din, kendi
alanında, vicdanlardaki yerinde, Tanrı-İnsan arasındaki inanış olgusudur
(İddianame, s. 18). Din, vicdan işidir. Daha çok bireysel ve duygusal düzeyde
kalması gerekli bir olgudur. Onun dış dünyaya kamuya yansıyan yönlerine sosyal
tezahürlerine vurgu yapılması laikliğe aykırıdır (İddianame, s. 17)
Bir başka değerlendirmede ise, 'laik düzende özgün bir
kurum olan din' denilmek suretiyle dinin özgün biri sosyal kurum olduğu
belirtilmektedir.
Din özgün bir sosyal kurum ise, sosyal hayata yansıyan
formel yönüne, sosyal tezahürlerine 'vurgu yapılmaması' mümkün değildir. Dinin
hukuki düzenlemelere mesnet teşkil etmemesi ayrıdır ve bu doğrudur. Ama dünya
hayatına bireysel ve toplumsal yaşantıya yönelik değer ve davranışlarda inanan
insanlar için kaynak olarak gösterilmesi ayrıdır. İddianamenin
değerlendirilmesi açısından bakıldığında dinin toplumsal ilişkilere yansıyan
herhangi bir yönü olmamalıdır. Dini sosyal hayat ile bağlantısı mabedin kapısında
başlamalı ve orada bitmelidir. Bu anlayışa göre; dini bayramların resmi tatil
olması; ezanın okunması ve kilise çanının çalınması; Cami'de, Kilise'de ve
Havra'da ibadet edilmesi; vakit namazı, Cuma namazı, bayram namazı ve cenaze
namazı kılınması; diğer cenaze işlemlerinin yapılması; Kur'an Kurslarında
Kur'an öğrenimi; ramazan ayında oruç tutması, televizyonlarda dini program
yapması ve gazetelerin dini içerikli ekler vermesi; hac ibadetinin yapılması,
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın varlığı ve hizmetlerini sürdürmesi laikliğe
aykırıdır. Çünkü sayılan bu hususların hiç biri gizli yapılamaz, hepsinin dışa
yansıyan ve zaruri olan formel yönleri vardır. Böyle bir laiklik anlayışı, hem
Anayasa'mızın benimsediği laiklik analayışı ve hem de batının benimsediği ve
uyguladığı demokratik laiklik anlayışı ile uyumlu değildir. Çünkü bu tür bir
laiklik anlayışının karşılığı, hiçbir laik sistemde yoktur. Yine iddianamede
din, aklın karşıtı olarak sunulmuş, dinin akılla bağdaşamayacağı zimmen
vurgulanmıştır (İddianame, s. 12, 17, 18) böylece kişinin vicdanında yer alan
kutsal ve dini değerler bir bakıma akıl dışı olarak tavsif edilmiştir.
Ve yine iddianamede (İddianame, s. 10, 11, 17) din ve
bilim kelimeleri bir birinin zıttı olarak sunulmuş, bilimin dinin bittiği yerde
başladığı iddia edilmiş, adeta din ve bilimin örtüştüğü hiçbir alanın
olamayacağı düşüncesi işlenmiştir.
İddianamenin bir başka yerinde İslâm'ın özelliği olarak
bahsedilen hususlar, bir başka yerde Siyasal İslâm'ın özelliği olarak
belirtilmiş ve böylece İslâm, siyasal İslâm'a indirgenerek açıklanmıştır
(İddianame, s. 114, 116) İddianamenin bir başka yerinde Şi'a'ya mahsus özellik
olan takiyye tüm İslâmi inanışlar için genelleştirilmiştir. Halbuki
Türkiye'deki dini anlayışa göre takiyye , dinen anlayışla karşılanan bir husus
değildir.
Sonuç olarak, iddianame metninde dini ve İslâmi
kavramlara ülkemizdeki akademik, dini çalışmalar ve ilahiyat birikimi
gözetilmeden keyfi ve izafi anlamlar yüklenmiştir. Temel kaynaklara müracaat
edilmeksizin ve herhangi bir yöntem belirlenmeksizin gelişi güzel bir şekilde
kullanılmıştır.
2) 'DİNDAR BİRİNİN LAİK DEVLET YAPISINI
BENİMSEYEBİLECEĞİNİ' VEYA 'LAİKLİĞİN DİNDARLIĞIN TEMİNATI OLDUĞUNU' SÖYLEMEK
VEYA LAİKLİK KONUSUNDA DEĞERLENDİRMELER YAPMAK, LAİKLİK İLKESİNE AYKIRI DEĞİLDİR
Laiklik konusunda değerlendirmeler yapmak, 'Dindar
birinin de laik devlet yapısını benimseyebileceğini' veya 'Laikliğin
dindarlığın teminatı' veya 'Laikliğin bir din olmadığını' veya 'Laikliğin din
ve vicdan özgürlüğünün teminatı' olduğunu söylemek, laiklik ilkesine aykırı
değildir. Aksine bunları söylemek, Anayasa'da yer alan laiklik ilkesi ve
gereklerine uygundur.
Laiklik ilkesi; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ayrılmaz,
değiştirilmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir niteliği (Anayasa,
m.2,4) olup, hiçbir zaman dinsizlik değildir ve kişilerin dinini yaşamasına
veya dindar olmasına da mani değildir. Aksine laiklik; bütün dinlerin,
inançların ve ibadetlerin teminatı, bu konulardaki hak ve hürriyetin
ifadesidir. Bu husus, Anayasanın 2'inci maddesinin gerekçesinde de açıkça ifade
edilmiştir:'Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise, her ferdin
istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini
inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması
anlamına gelir.'
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, din ve vicdan özgürlüğünü
bir hak olarak tanımış ve teminat altına almıştır. Anayasa'daki 'Herkes,
vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14'üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet,
dini ayin ve törenler serbesttir.
Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini
inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden
dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.' (Anayasa, m. 24/1-3) hükmü, bunun açık bir
kanıtıdır.
AK PARTİ'nin ve üyelerinin savunduğu laiklik anlayışı
budur. Biz hiçbir zaman 'laiklik, dinsizliktir veya laik inanca sahip olanlar
dinsizdir' demedik. Bizim söylediğimiz şudur: Laiklik dinsizlik değildir.
Laiklik, kişilerin dinini yaşamasına veya dindar olmasına mani değildir. Aksine
laiklik; bütün dinlerin, inançların ve ibadetlerin teminatı, bu konulardaki hak
ve hürriyetin ifadesidir. Bu husus, Anayasanın 2'inci maddesinin gerekçesinde
de açıkça ifade edilmiştir: 'Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik
ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini
yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir
muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.' Bu nedenle iddia makamının, AK
PARTİ'yi 'Laik inanca sahip olanları dinsizlikle eşdeğer' (Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı, esas hakkındaki görüşü, s. 5) tuttuğu iddiası da asılsızdır.
Müddei iddiasını ispatla mükelelftir. Onun için İddia makamı, bu iddiasını
ispat etmelidir. İspat için de en azından AK PARTİ ve mensuplarının söylediği
bir kelime, tek bir cümle veya yapılmış tek bir vakayı delil olarak göstermek
zorundadır. Ama iddia makamı, bu yönde tek bir delil dahi sunmaksızın; sadece
subjektif bir beyanla partimizi ve üyelerimizi haksız ve hukuksuz bir biçimde itham
etmiştir.
Sonuç olarak: Herkes laikliğin bir sistem olduğunu
vurguluyor. Başbakan ve diğer parti mensupları da laiklik bir sistemdir diyor;
yani aynı şeyi söylüyor. Anayasa da laikliği, bireyin değil Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin niteliklerinden biri olduğunu söylüyor. Başbakan ve diğer parti
mensupları da aynı şeyi söylüyor. Herkes laikliğin din, inanç ve ibadet
hürriyetinin teminatı olduğunu ve dindarlığa mani olmadığını söylüyor, Başbakan
ve diğer parti mensupları da laikliğin din, inanç ve ibadet hürriyetinin
teminatı olduğunu ve dindarlığa mani olmadığını, dindar bir kişinin de laiklik
ilkesini benimseyebileceğini söylüyor. Özetle ifade etmek gerekirse Başbakan ve
diğer parti mensuplarının söylediği, Anayasa, Anayasa Mahkemesi ve doktrinin
söylediklerinin, farklı bir üslupla tekrar ve ifadesidir.
AK PARTİ, laikliğin teminatıdır. Nitekim Ak Parti Genel
Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Türkiye Cumhuriyeti'nin laik
niteliğini benimsediğini, laikliğin teminatının Ak Parti olduğunu, laikliğin
bir sigorta olduğunu ifade eden ve laikliğin önemine vurgu yapan sayısız
konuşmaları vardır. Bunların bazıları iddianamede yer almakta (İddianame, s.
28, 30, 36) olup, bazılarını da yukarıda verdik.
AK PARTİ üyelerinin, laiklikle ilgili değerlendirmeleri,
Anayasaya ve laiklik ilkesine aykırı değildir, Anayasa ve laiklik ilkesi ile
uyumludur.
3) YÜKSEK ÖĞRENİM HAK VE ÖZGÜRLÜĞÜ KONUSUNDAKİ SORUNLARI
TARTIŞMAK VE ÇÖZÜMÜNE DAİR ÖNERİLER GEİTRMEK LAİKLİK İLKESİNE AYKIRI DEĞİLDİR
Siyasi ve fikri çoğulculuğun egemen olduğu demokratik
sistemlerde, iktidarda olsun veya olmasın hiçbir siyasi parti veya hiçbir
siyasetçi, toplumda yaşanan sorunları görmezlikten gelemez; toplumdan yükselen
çözüm taleplerine karşı kayıtsız kalamaz. Aksine bu sorunları topluma faydalı bir
biçimde çözmenin yöntemlerini üretip kamuoyu ile paylaşır ve çözümü için
milletten yetki ister. Bu, demokrasinin ve demokratik işleyişin bir gereğidir.
Nitekim demokratik bir ülke olan Türkiye'de, kimi öğrenciler
bakımından yükseköğrenim hak ve özgürlüğünü ölçüsüz sınırlanması sorununun
varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan
hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti
programına koyarken, bazı milletvekilleri kanun teklifi vermiş ve bazı siyasi
partiler ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye
Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu
kurmuştur.
AK PARTİ'nin ve onun Genel Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti
Başbakanının ve diğer parti mensuplarının, bu soruna dair değerlendirme, tespit
ve eleştirilerde bulunması, sorunun çözümüne dair bir arayış içinde olması
normaldir ve demokratik hukuk devleti olmanın gereği Anayasa'nın teminatı altındadır.
Demokratik hukuk devletinde siyasetçilerin, demokrasi ve
hukuk içinde kalarak ülke sorunlarına çözüm araması, çözüm üretmesi ve
iktidarda ise sorunları çözmesi, yadsınamaz ve kınanamaz. Aksinin varit olması,
o ülkenin demokratik niteliğine gölge düşürür.
Üniversitede okuyan geç kızlarımız aleyhine sonuçlar
doğuran, eğitim-öğretim hak ve hürriyetini, hukuk devleti ve eşitlik ilkesi ile
bağdaşmayacak biçimde sınırlayan, özgürlük alanını daraltan bir yasağı, bir
sorunu konuşmak ve bunun çözümüne dair Anayasa ve yasalara uyarak ve hukukun
içinde kalarak çözüm aramak, Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı değildir. Kaldı
ki AK PARTİ mensuplarının yaptığı açıklamalar ile Türkiye Büyük Millet
Meclisindeki yasama faaliyetleri kapsamındaki çalışmalar, Anayasa ve hukukun
tanıdığı yetki ve sınırlara uyarak yapılmıştır.
4) ÜNİVERSİTEYE GİRİŞTEKİ KATSAYI SORUNUNU KONUŞMAK VE
ÇÖZÜM ÖNERİLERİ GETİRMEK LAİKLİĞE AYKIRI DEĞİLDİR
Meslek Liselerinde yaşanan katsayı sorunu, Türk
eğitimimin ortak sorunudur. Bizim konuya yaklaşımımız, İmam-Hatip Liseleri
özelinde değildir, genel bir yaklaşımdır. Cumhurbaşkanının bir daha görüşülmek
üzere Meclise geri gönderdiği tasarı da sadece İmam Hatip Liselerini değil
bütün mesleki ve teknik eğitimi kapsamaktadır. Ancak bu sorunda taraf olanlar,
her vesile ile 'Meslek liselerindeki katsayı sorununu' sadece İmam-Hatip Lisesi
sorununa indirgemişlerdir. Biz, bizim dışımızda yapılan bu değerlendirmelere
karşı olduğumuzu her defasında ifade ettik. Eşitlikçi bir bakışı benimsedik. Bu
yaklaşım, laikliğe karşıtlık değil laikliğin gerçek anlamı ile kullanılmasına
yöneliktir.
İmam Hatip Liseleri de diğer liseler gibi Devletin
kurduğu, giderlerini karşıladığı, öğretmenlerini atadığı, yönetimini icra
ettiği, program ve kitaplarını tespit edip uygulattığı, öğrencisini kaydettiği
ve mezununa diplomasını verdiği, kısaca devletin gözetim ve denetimi altında
faaliyet gösteren bir okuldur.
Devletin gözetim, denetim ve yönetimindeki meslek
liselerinden İmam Hatip Lisesinde okumayı tercih eden kişilerin ve velilerinin,
salt bu okulları tercileri nedeniyle laik sistemi benimsememekle itham edilmesi
veya bunların laik sistem için tehlike görülmesi ve gösterilmesi, büyük bir
haksızlık ve hukuksuzluktur. Laiklik ilkesi, müfredatında dini konular bulunan
bir Devlet okulunda eğitim ve öğretim görmeyi tercih eden öğrencileri ve
velilerini veya bu öğrencilerin sorunlarının çözümü konusunda değerlendirme ve
çalışma yapılmasını, yasaklamaz. Aksine laiklik, bu tercihlerin ve bu okulların
teminatıdır.
Bir yandan Devletin kurduğu yüzlerce İmam Hatip Lisesi
eğitim ve öğretimini sürdürürken ve bu durum Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı
görülmezken, diğer yandan bu okulların ve buralarda okuyan öğrencilerin ve bu
okullar nedeniyle mağdur edilmiş bulunan öteki meslek liselerinin sorunlarını
konuşmak ve çözümü için yasal zeminde çalışma yürütmeyi Anayasa ve laiklik
ilkesine aykırı görmek ve bu sorunları konuşup çözüm arayan siyasetçilerin
siyasi yasaklılığını ve üyesi bulundukları partinin de kapatılmasını talep ve
dava etmek, temel bir hukuk ve mantık çelişkisi değil midir' Ayrıca Anayasa
değişmediği halde, 1998'e kadar yapılan bir uygulamanın, 1998'den sonra Anayasa
ve laiklik ilkesine aykırı hale gelmesi ve bunun parti kapatma nedeni olarak
görülmesi ve gösterilmesi diğer bir çelişkidir. Eğer bugün 1998 öncesindeki
uygulamayı istemek parti kapatma nedeni sayılırsa, 1998'den önce hükümet etmiş
bütün partilerin de kapatılması gerekmez miydi'
Devlet, kendi eğitim-öğretim kurumlarına ikircikli bakmaz
ve bakılmasına da müsaade etmez.
Pek çok siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, yazar,
gazeteci, sivil toplum örgütü ve siyasi parti tarafından dile getirilen Meslek
liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği sorunu, onlar için Anayasa ve
laiklik ilkesine aykırı görülmez iken, aynı sorunları AK Parti'nin dile
getirmesi halinde Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülüp Anayasanın 69'uncu
maddesine göre kapatılma nedeni sayılması ve hakkında dava açılması, Anayasanın
2'inci maddesinde ifadesini bulan demokratik devlet ilkesi ile 10'uncu maddesindeki
eşitlik ilkesine açık bir aykırılıktır. Hukuk devletinde sözler veya fiiller,
adalet terazisinde söyleyene göre tartılmaz.
Kaldı ki bu konudaki açıklamalarda; laikliğe aykırı bir
anlam ve laiklik ilkesine yönelik bir saldırı yoktur. Tam tersine bu açıklamalarda;
laiklik ilkesini kuvvetlendirmeye ve onu istismar edenlerin ellerinden
kurtarmaya çalışarak, laiklik ilkesinin hiç kimseyi dışlamadığına dair bir
değerlendirme, tespit ve yaklaşım vardır.
5) YÜRÜRLÜĞE GİRMİŞ ANAYASA VE YASA DEĞİŞİKLERİNİN UYGULANMASI
GEREKTİĞİNİ SÖYLEMEK LAİKLİK İLKESİNE AYKIRI DEĞİLDİR
Anayasa ve yasa değişiklikleri, Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nde kabul edilip, Cumhurbaşkanı tarafından onaylandıktan sonra Resmi
Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girer (Anayasa, m. 89; 175).
Anayasa'nın 10 ve 42'inci maddesinde yapılan
değişiklikler; Anayasa ve İçtüzük'e uygun yasalaşmış ve yürürlüğe girmiştir.
Anayasa, herkesi bağlayıcı, en üstün hukuk normudur.
Nitekim 'Anayasa'nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü' başlıklı 11. maddesine göre;
'Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve
diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.'(Anayasa, m. 11)
Anayasa hükümleri, açık ve uygulanma kabiliyeti varsa
doğrudan uygulanabilir. Nitekim bu nitelikleri taşıyan Anayasa'nın bazı
hükümleri, doğrudan uygulamıştır. Örneğin, Anayasa'nın; 'Hiç kimse, yalnızca
sözleşmeden doğan yükümlülüğünü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden
alıkonamaz.' (Anayasa, m. 38/8), 'Ölüm cezası ' verilemez.' (Anayasa, m.
38/10), 'İspat hakkı' (Anayasa, m. 39), 'Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin
Anayasa'nın 102'inci maddesi ve Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerine ilişkin
104'üncü maddeleri doğrudan uygulanmışlardır.
Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay; Anayasa hükmünün
yeterince somut ve açık olması halinde doğrudan uygulanabileceğine dair
muhtelif kararlar vermişlerdir.
Bir milletvekilinin; yürürlülükteki bir Anayasa hükmünün
herkes için bağlayıcı olduğunu ve uygulanması gerektiğini ifade etmesi, ne
laikliğe ve ne de Anayasa'ya aykırıdır.
Değişik milletvekillerinin Anayasa değişikliklerinin
uygulanması gerektiği yönündeki değerlendirmeleri; Anayasa'nın 11'inci
maddesinin farklı bir üslupla tekrarı niteliğindedir. Anayasaya veya laiklik
ilkesine aykırı değildir.
6) KİŞİ, ORGAN, KURUM, KARAR, SORUN, YASA VE OLAYLARI
ELEŞTİRMEK LAİKLİK İLKESİNE AYKIRI DEĞİLDİR
Düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğü, insan hak ve
özgürlükleri içinde hayat hakkıyla birlikte en önemli olanıdır.
Düşünceyi özgürce ifade hürriyeti olmadıkça düşünce
edinmeye yarayan hürriyetler ve kanaat hürriyeti fazla bir anlam taşımaz.
Eleştiri hakkı da kaynağını düşünce hürriyetinden alır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine göre düşünce özgürlüğü; sadece kabul gören
veya zararsız veya önemsiz bilgiler, haberler veya fikirler için değil aynı
zamanda eleştiri niteliğindeki fikirler için de geçerlidir. Eleştiri
mahiyetindeki düşüncelerin, bir övgüyü içermeyeceği, eleştirilen için bir
hoşgörüyü gerekli kılacağı açıktır. Demokratik hukuk devletlerinde;
eleştirilmez kişi, yasa, organ, kurum, kuruluş, makam, karar, sorun, olay, iş
veya işlem yoktur. Olamaz da.
a) Cumhurbaşkanının görüşlerini eleştirmek laiklik
ilkesine aykırı değildir
Cumhurbaşkanının görüş ve kararlarını eleştirmek,
demokratik hukuk devletinin gereğidir, laiklik ilkesine aykırı değildir.
İddia makamı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan (iddianame,
s.28, 52 ve 53) ile Bülent Arınç (İddianame, s. 62-63)'ın Cumhurbaşkanının görüşlerine
dönük eleştirilerini, laiklik ilkesine aykırı bir eylem olarak kabul etmiştir.
Halbuki eleştirinin muhatabı, Cumhurbaşkanının
görüşleridir, şahsı veya laiklik ilkesi değildir.
b) Milletvekillerinin hükümeti eleştirmesi ve Başbakanın
eleştirilere cevap vermesi laiklik ilkesine aykırı değildir
Milletvekillerinin bir tutumu nedeniyle partilerini veya
hükümeti eleştirmesi ve eleştiriye muhatap olanların da buna cevap vermesi,
laiklik ilkesine aykırı değildir. Kaldı ki bu eleştirilerin muhatabı, laiklik
değil hükümettir. Cevabın muhatabı da laiklik değil, eleştiri yönelten
milletvekilleridir. Konunun laiklikle ilgisi yoktur.
İddianamede; eski milletvekillerinden Ersönmez Yarbay,
Mehmet Elkatmış, Eyüp Sanay, Abdullah Çalışkan ve Resul Tosun'un, AİHM'in 4.
Dairesinin kararının onanmasını istemesi nedeniyle hükümeti eleştirmişlerdir
(İddianame, s. 90, 92). Bu eleştirileri de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
cevaplandırmıştır (İddianame, s. 38, 51) İddia makamının mantığıyla
baktığınızda lehe olacak bu hususlar bile aleyhe değerlendirilmiştir.
c) Siyasi partileri ve siyasetçileri eleştirmek
laiklik ilkesine aykırı değildir
Partiler arası siyasi rekabet, çoğulcu demokratik hayatın
bir gereğidir. Partilerin rekabet yaparken, birbirlerini eleştirmesi, daha iyi
proje ve çözüm konusunda yarışması demokrasinin icabıdır.
Bir siyasi parti Genel Başkanının, diğer bir parti Genel
Başkanını eleştirmesi veya eleştirilerine cevap vermesi veya başka partililerin
birbirini veya karşılıklı partilerini eleştirmeleri, ne laiklik ilkesine ve ne
de Anayasa'ya aykırıdır.
İddia makamı; Başbakanın CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'a
dönük eleştiri ve cevapları (İddianame, s. 28, 29, 49 ve 53) ile Burhan
Kuzu'nun CHP milletvekillerine cevapları (İddianame, s. 101)nı, laiklik
ilkesine aykırı bulmuştur. Bir iktidar partisi Genel Başkanının, kendisini
eleştiren Anamuhalefet Partisi liderini eleştirmesi veya bir milletvekilinin
diğer parti milletvekilini eleştirmesinin, laiklikle hiçbir ilgisi yoktur.
Aksinin kabulü siyaseti işlemez hale getirir. Partiler veya siyasiler arasında
geçen tartışmalardan ve bu tartışmalarda bir birlerine karşı söylediklerinden,
laiklik aleyhtarlığı sonucuna varılamaz. Çünkü bu eleştiri ve tartışmaların hiç
birisinin muhatabı laiklik değildir. Muhatap siyasi parti veya parti
mensuplarının laiklik hakkındaki görüşlerinin eleştirilmesi, laikliğin
eleştirisi değildir. Bu, sadece o partinin veya parti üyelerinin anlayışının
eleştirisidir. Eğer CHP'nin veya MHP'nin laiklik görüş ve yorumunu eleştirmek
laikliğe aykırı kabul edilirse, o zaman çoğulcu demokratik siyasi hayatın
işlemesi mümkün olmaz. Bu anlayış, siyaseti ve siyasi partilerin varlığını
anlamsız kılar.
d) Mahkeme başkanlarının görüşlerini eleştirmek laiklik
ilkesine aykırı değildir
Mahkeme Başkanlarının görüşlerini eleştirmek, laiklik
ilkesine aykırı değildir.
Fakat iddia makamı, aksi görüştedir. Çünkü iddianamede;
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan (İddianame, s. 37), Bülent Arınç (İddianame , s.
55-59), İrfan Gündüz (İddianame, s. 83) ve Mehmet Çiçek'(İddianame, s. 83)'in,
dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin'in görüşlerini eleştiren
düşünce açıklamaları ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Yargıtay eski
Başkanı Eraslan Özkaya'nın görüşlerini eleştiren düşünce açıklamalarını
(İddianame, s. 27) , laikliğe aykırı eylem olarak kabul ve takdim edilmiştir.
Mahkeme Başkanlarının görüşlerinin eleştirisinin,
laiklikle hiçbir ilişkisi yoktur. Demokratik hukuk devletinde, görüşü
eleştirilmez kişiler yoktur.
e) Mahkeme kararlarını eleştirmek laiklik ilkesine aykırı
değildir
Mahkeme kararları da eleştirilebilir. Mahkeme
kararlarının bağlayıcı olması, onların eleştirilmez olduğu anlamına gelmez.
Nitekim Yüksek Mahkeme'nin pek çok değerli Başkanı da aynı kanaattedirler.
'Anayasa Mahkemesi kararlarının kesin ve bağlayıcı olması, onların
eleştirilemez olduğu anlamına gelmemektedir. Diğer deyişle, mahkeme kararlarına
uyma yükümlülüğü, söz konusu kararları eleştirme hakkını ortadan
kaldırmamaktadır. Bir hukuk devletinde, yargı kararlarının da eleştirilebilmesi
doğaldır. Mahkeme kararlarının oybirliği ile alınmadığı durumlarda, azlık oyu
kullanan üyelerin düşüncelerinin de bu anlamda karşı hukuki düşünceyi
oluşturduğu açıktır. Anayasa Mahkemesi'nin işin esasına girerek reddettiği
konularda on yıl geçtikten sonra tekrar başvuruda bulunulabilmesi, Anayasa
Mahkemesi kararlarının eleştiriye açık ve değişebilir nitelikte olduğunun bir
diğer kanıtıdır. Bir hukuk devletinde, mahkeme kararlarının gerek akademik
çevrelerde, gerekse uygulayıcılar tarafından ele alınıp incelenmesi gerekli ve
yararlıdır. Bu tür eleştirilerin yargıya yeni ufuklar açma olasılığı her zaman
vardır. Bununla birlikte, doğruyu bulmak adına yapılacak eleştirilerin belirli
bir düzeyde ve nitelikte olması gerektiği de kuşkusuzdur.' (Tülay Tuğcu,
Anayasa Mahkemesi eski Başkanı, Anayasa Mahkemesi'nin 44. kuruluş günü töreni
konuşmasından)
Mahkeme kararlarının eleştirisi, laiklik ilkesine aykırı
değildir. Ancak hakikat bu olmasına karşın iddia makamı;
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan (5 adet) (İddianame, s. 42,
43, 44, 45); Bülent Arınç (2 adet) (İddianame, s. 63, 64, 65), Abdullah Gül (3
adet) (İddianame, s.66, 67, 68, 69), Hüseyin Çelik ( 2 adet) (İddianame, s.
72-73), Tayyar Altıkulaç (İddianame, s. 78), Ömer Özyılmaz (İddianame, s. 78),
Sadullah Ergin (İddianame, s. 78-79), Asım Aykan (İddianame, s. 80), Egemen
BAĞIŞ (İddianame, s. 92) , Resul TOSUN (İddianame, s. 92-93) ve Hayati Yazıcı
(İddianame, s. 93)'nın , AİHM'in Leyla Şahin kararını,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan (2 adet) (İddianame, s. 45
ve 47), Abdullah Gül (İddianame, s. 70), Mehmet Çiçek (iddianame, s. 83-84),
Hasan Kara (İddianame, s. 94) , Selami Uzun (İddianame, s. 94), Muzaffer Külcü
(İddianame, s. 94)'ünün Danıştay 2. Dairesi'nin Aytaç Kılınç'a ilişkin
26.10.2005 gün ve 2004/4051-2005/3366 sayılı kararını,
Ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan(İddianame, s. 54),
Anayasa Mahkemesi'nin Cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili kararını,
Eleştirmelerini, laiklik ilkesine aykırı bir eylem olarak
kabul ve takdim etmiştir.
İddia makamının bu yaklaşımı, Anayasa ve Anayasa Mahkemesi'nin
kabullerine de aykırıdır.
f) YÖK'ü ve uygulamalarını eleştirmek laiklik ilkesine
aykırı değildir
YÖK'ü ve uygulamalarını eleştirmek, düşünceyi açıklama
hürriyeti kapsamında olup, demokratik hukuk devletinin teminatı altındadır.
YÖK ve uygulamaları ile üniversitenin ve öğrencilerin
sorunları ve çözümü konularında siyasetçilerin değerlendirme, tespit ve
eleştirilerde bulunmaları, laiklik ve Anayasaya aykırı değildir. Aksine ifade
hürriyetinin gereği olup, demokratik hukuk devletinin teminatı altındadır.
İddia makamı, anayasal ve yasal teminatları yok sayarak;
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan (İddianame, s. 49, 51, 52, 53, 54,), Bülent Arınç
(İddianame, s. 60-62), Cavit Torun (İddianame, s. 79-80), Akif Gülle,
(İddianame, s. 85), Musa Uzunkaya (İddianame, s. 89), Sadık Yakut (İddianame,
s. 93) ve Muzaffer Gülyurt (İddianame, s. 98)'un, YÖK'ü ve uygulamalarını, YÖK
Başkanını, Üniversiteler Arası Kurul'u ve bazı öğretim üyelerini eleştirmesini,
laiklik ilkesine aykırı bir eylem olarak kabul ve takdim etmiştir.
g) Basının veya başka kişileri eleştirilmek laiklik
ilkesine aykırı değildir
Siyasi partiler ve siyasi parti mensupları, hem basını ve
hem de kendilerini eleştiren veya eleştirmeyen kişileri de eleştirebilirler.
Eleştiriler, bazen kendileri hakkındaki yanlış ve kasıtlı habere dayanabileceği
gibi, bazen de ülke sorunları konusunda yanlış ve yanlı yaklaşımları nedeniyle
de yapılabilir.
Basının veya başkaca kişilerin eleştirilmesi, laiklik
ilkesine aykırı değildir.
Buna rağmen iddia makamı, basının veya başkaca kişilerin
eleştirilmesini, eleştiride kullanılan cümleler nedeniyle laikliğe aykırı
eylemler olarak kabul ve iddia etmiştir.
Örneğin, iddia makamı; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
(İddianame, s. 49, 51 ve 53), Mehmet Cemal Öztaylan (İddianame, s. 97), Hüseyin
Tanrıverdi (İddianame, s. 99), Bekir Bozdağ ve Recep Akdağ (İddianame, s.
102)'ın laiklikle hiçbir ilgisi olmayan; sadece basının yalan ve yanlış haber
ve yorumlarına dönük eleştirilerini, laiklik ilkesiyle irtibatlandırmış ve
Anayasa'ya aykırılığını kabul ve iddia etmiştir.
h) Ülkenin değişik sorunları hakkında değerlendirme,
tespit ve eleştiriler yapmak laiklik ilkesine aykırı değildir
Demokratik bir hukuk devletinde siyasi partilerin ve
parti mensuplarının, ülke sorunları, yasalar ve uygulamalara dair tespit,
değerlendirme ve eleştirilerde bulunması ve kendi çözüm önerilerini insanların
bilgi ve onayına sunması; siyasi parti, örgütlenme ve siyasal ifade
özgürlüğünün gereğidir. Bu gereklilik, 'Düşünce ve kanaat hürriyeti' (Anayasa,
m. 25) ile 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26)nin doğal
bir sonucudur. Anayasa'nın herkese tanıdığı düşünme ve düşündüğünü açıklama ve
yayma hak ve hürriyetini, buna en fazla gereklilik duyan siyasi parti, Genel
Başkan, Başbakan, Bakan, milletvekili ve siyasi parti üyelerinden esirgediği
düşünülemez.
İddia makamı, demokratik bir hukuk devletinin teminatı
altında olan siyasal düşünce özgürlüğü kapsamında kalan değerlendirme, tespit,
eleştiri ve tavsiyeleri, laiklik ilkesine aykırı görmüş ve göstermiştir.
Örneğin; kadın hakları (İddianame, s. 35 ve 39), eğitim nedeniyle yurt dışına
giden döviz (İddianame, s. 37), kamusal alan (İddianame, s. 35-36 ve 55),
teşkilata öğütler (İddianame, s. 43, 46 ve 47), özgürlük (İddianame, s. 45, 60,
67), din adamı ihtiyacı (İddianame, s. 54), af (İddianame, s. 54), AB İlerleme
Raporu (İddianame, s. 66), din eğitimi (iddianame, s. 78), hükümet icraatları
(İddianame, s.84-85), genel sorunlar ( İddianame, s. 89, 96 ve 98), yasalar (İddianame,
s.97,98 ve 99) gibi konulardaki değerlendirme, tespit ve eleştirileri iddia
makamı, laiklik ilkesine aykırı kabul ve takdim etmiştir.
Halbuki bu değerlendirme, tespit ve eleştirilerin hiç
birisi, laiklik ilkesine aykırı değildir. Ülke sorunlarına dair değerlendirme,
tespit ve eleştiri hak ve hürriyeti, demokratik hukuk devletinin gereği olup
Anayasanın teminatı altındadır.
Sonuç olarak iddia makamı, AK PARTİ Genel Başkanı
ve Başbakan ile diğer partililerin sözlerini; söylenilen yer, neden, zaman ve muhatap
bağlamından koparmış, söylenenleri söyleyenin iradesine rağmen kendince
anlamlandırmış ve kendi verdiği anlamları sanki onlar söylemiş gibi takdim
etmiş ve bu sözlerden dolayı da partimiz mensuplarının siyasi yasaklılığını ve
partimizin kapatılmasını talep ve dava etmiştir.
Ayrıca iddia makamı; muhatapları belli olan ve
muhatapları kesinlikle laiklik olmayan düşünce açıklamalarına laikliği muhatap
kılmış; açık ifadelerde gizli anlam aramış veya niyet okumak suretiyle başka
anlamlara çekilmesi mümkün olmayan açıklamalara gizli anlamlar yüklemiş ve bu
suretle her açıklamayı laiklik aleyhinde bir beyana (Kendince) dönüştürmüştür.
Bu, aleni bir anlam tahrifi ve delil tasnii olup, hukuken ve fiilen kabulü
mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel
ilkeleri, niyet okumayı yasaklamıştır. Fiilen mümkün değildir. Çünkü
iddianamedeki beyanlar, yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve
netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. Hukuk devletinde
iddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder. Hukuk devletinde iddia makamı
kişileri, kedi yaptığı yorum ve değerlendirmelerle değil de onların
yaptıklarıyla itham eder. Aksinin kabulü, Anayasanın 2'inci maddesinde
ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
Neticeten her hangi bir konuda değerlendirme, tespit ve
eleştiride bulunmak, ifade hürriyeti kapsamındadır. İfade hürriyeti, demokratik
hukuk devletinin tanıyıp teminat altına aldığı temel bir hak ve hürriyettir.
Demokratik hukuk devletlerinde; 'Cumhurbaşkanı, hükümet, muhalefet partileri,
mahkeme başkanları, mahkeme kararları, milletvekilleri, basın, YÖK, ülke
sorunları ve yasalar eleştirilmez; aksi takdirde laiklik ilkesine aykırı olur'
biçiminde kurallar yoktur. Aynı şekilde Anayasamızda da benzer kurallar yoktur.
Aksine hukukumuza göre; herkesin görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi
yasama, yürütme ve yargı organları; mahkeme kararları; Cumhurbaşkanı, hükümet,
mahkeme başkanı, siyasi partiler ve genel başkanları, YÖK başkanı, milletvekilleri,
diğer kişiler ve basının görüşleri ile ülkenin değişik sorunları ve
uygulamalarının değerlendirilmesi ve eleştirisi de mümkündür.
Demokratik hukuk devletlerinde; tabu organ, mahkeme,
kurum, kişi ve kararlar olmadığı gibi, tabu niteliğinde eleştirilmez görüş,
konu ve kararlar da yoktur. Her şey eleştirilebilir. Sadece otoriter ve
totaliter rejimlerde; tabu ve eleştirilmez organ, mahkeme, makam, kurum,
kuruluş, kişi, konu ve kararlar vardır.
'Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve
'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp
teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir.
Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya
başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip
olduğu gibi Başbakan dahil partimiz üyeleri de aynı hak ve hürriyete sahiptir.
Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan ve diğer parti
mensuplarından esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Başbakan ve AK PARTİ
üyelerinin de; Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi Başkanı, Yargıtay Başkanı, YÖK
Başkanı, anamuhalefet ve muhalefet partileri Genel Başkanları, basın ve diğer
kişilerin de Cumhurbaşkanının görüşlerine katılmamak veya gerektiğinde
eleştirme hak ve hürriyeti vardır. Ayrıca mahkeme kararlarını da eleştirme hak
ve hürriyetleri vardır. İddia makamının yorumları, bu hak ve hürriyetleri
sınırlandıramaz, kullanılmaz hale getiremez ve yok sayamaz. Anayasa ve yasalara
uygun bir durum, sadece iddia makamının iddiasıyla Anayasaya aykırı hale
gelmez.
D- AK PARTİ YETKİLİ ORGANLARININ AÇIKÇA VEYA ZIMNEN
BENİMSEDİĞİ HİÇBİR EYLEM VEYA SÖYLEM YOKTUR
Bir siyasî partinin Anayasa'nın 68' inci maddesinin
dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü kapatılabilmesini
Anayasa; 68'inci maddenin 4'üncü fıkrasına aykırı fiillerin parti üyelerince
işlenmiş olması, partinin yetkili oranlarının işlenmiş bu fiilleri açıkça veya
zımnen benimsemiş olması ya da partinin yetkili organlarının bu fiilleri
doğrudan ve kararlılık içinde işlemiş olması, parti üyelerinin işlediği ve
parti yetkili organlarının benimsediği fiiller ile parti yetkili organlarının
doğrudan ve kararlılıkla işlediği fiillerin belli bir yoğunluğa erişmiş olması
ve Anayasa Mahkemesi'nin odak olmanın koşullarının gerçekleştiğini tespit
etmesi şartlarının birlikte varlığına bağlıdır.
Bir siyasi parti üyesinin işlediği fiilin, partiye isnat
edilebilmesi için, partinin yetkili organları tarafından açıkça veya zımnen
benimsenmiş olması şarttır. Aksi takdirde üyenin fiili, partiye isnat edilemez.
Açıkça benimseme, Anayasada sayılan parti organ ve
kurullarının sözlü veya yazılı beyanlarıyla veya kararlarıyla parti üyelerinin
Anayasaya aykırı eylemlerini benimsediklerini ortaya koymasıyla olur.
Örtülü (zımni) benimseme ise, yetkili parti organ ve kurullarının,
parti üyelerinin Anayasaya aykırı eylemlerini bildikleri halde susma veya
engelleyici bir harekette bulunmama suretiyle, yani hiçbir işlem yapmayarak bu
eylemleri örtülü biçimde onaylamalarıyla olur.
Parti yetkili organ ve kurulların bilgisi dahilinde
olmayan üye eylemlerinin benimsendiğinden söz edilemez.
Öte yandan, örtülü benimsemenin tespitinde, parti
üyelerinin Anayasaya aykırı eylemlerinden parti yetkili organlarının müdahale
edebilecek sürede haberdar olduklarının ve yine de müdahalede bulunmadıklarının
kesin olarak ispat edilmesi gerekir.
İlk cevabımızda, esas hakkındaki cevabımızda ve sözlü
cevaplarımızda ifade ettiğimiz gibi AK PARTİ üyelerinin, Anayasa'nın 68'inci
maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı işlenmiş ve partimizin yetkili organlarınca
açıkça veya zımnen benimsenmiş hiçbir eylem veya beyanı yoktur. Nitekim
partimiz hakkında açılan davada iddia makamı, parti üyelerine ait olduğu
belirtilen 'eylemler'in parti yetkili organlarınca benimsendiğine dair hiçbir
delil sunamamıştır.
1) AK PARTİ'nin yetkili organları iddianın aksine laiklik
ilkesinden yana tavır koymuştur
Adalet ve Kalkınma Partisi, cumhuriyetimizin laik
niteliğine bağlıdır. Bütün eylem ve söylemlerinde laiklikten yana tavır koymuş
ve laiklik ilkesiyle uyumlu icraatlarda bulunmuştur. Şöyle ki:
a) AK PARTİ, Anayasa'ya uygun laiklik anlayışını
benimsediğini açıkça parti programına koymuştur:
- 'Dini insanlığın en önemli kurumlarından biri, laikliği
ise demokrasinin vazgeçilmez şartı, din ve vicdan hürriyetinin teminatı olarak görür.
- Laikliğin, din düşmanlığı şeklinde yorumlanmasına ve
örselenmesine karşıdır,
- Esasen laiklik, her türlü din ve inanç mensuplarının
ibadetlerini rahatça icra etmelerini, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda
yaşamalarını ancak inançsız insanların da hayatlarını bu doğrultuda tanzim
etmelerini sağlar.
- Bu bakımdan laiklik, özgürlük ve toplumsal barış
ilkesidir.
- Partimiz, kutsal dini değerlerin ve etnisitenin
istismar edilerek siyaset malzemesi yapılmasını reddeder.
- Dindar insanları rencide eden tavır ve uygulamaları ve
onların, dini yaşayış ve tercihlerinden dolayı farklı muameleye tabi
tutulmalarını anti-demokratik, insan hak ve özgürlüklerine aykırı bulur.'
- Öte yandan dini, siyasi, ekonomik veya başka çıkarlara
alet etmek veya dini kullanarak farklı düşünen ve yaşayan insanlar üzerinde
baskı kurmak da kabul edilemez (AK PARTİ Programı, Temel hak ve özgürlükler, m.
2.1, s. 2)
b) AK PARTİ Genel
Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, sayısız konuşmasında, kendisinin ve
partisinin laiklik anlayışını açıklıkla ifade etmiş, beyanları ve eylemleriyle
cumhuriyetimizin laik niteliğinin güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Bu
konuşmalardan bazılarına yukarıda yer verilmiştir.
c) AK PARTİ üyelerinin çoğunlukta bulunduğu yasama
organının kabul ettiği sayısız kanunla, cumhuriyetimizin nitelikleri daha da
güçlendirilmiştir. Ceza hukukçuları ve
pek çok hukukçu tarafından rejimin asıl karakterini gösteren (diğer bir
ifadeyle rejimin anayasası diye nitelenen) yasalar olarak nitelenen ceza
mevzuatı, bu dönemde baştan aşağı yenilenmiştir. Bu meyanda Türk Ceza Kanunu,
Ceza Muhakemesi Kanunu, Kabahatler Kanunu ve Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin
İnfazı Hakkında Kanun yasalaştırılmıştır. Bunlar dışında da sayısız kanun
değişikliği yapılmıştır. Yapılan her düzenleme, cumhuriyetimizin niteliklerini
biraz daha güçlendirmiştir.
d) AK PARTİ iktidarları döneminde, hiç kimsenin siyasi,
ekonomik, kültürel, sosyal vb. yaşamına asla müdahale edilmemiş ve başkalarının
müdahalesine de imkan verilmemiştir.
Bugün hiç kimse, AK PARTİ hükümetleri döneminde, benim tercihlerim veya
yaşantım laiklik ilkesinin sağladığı teminatlar yok edilerek daraltılmış veya
zorlaştırılmıştır iddiasında bulunamaz. AK PARTİ hükümetleri yaptıkları
icraatlarla, cumhuriyetimizin bütün niteliklerinin daha da güçlenmesini temin
etmiştir. Ayrıca laiklikle ilgisi olmadığı halde, laiklikle ilişkilendirilen
kimi faaliyetlerini ise derhal durdurmuş veya iptal etmiştir. Örneğin; Açık
Öğretim Lisesi Yönetmeliği ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Müfredatı ile
ilgili çalışmalar iptal edilmiş ve Sağlık Kuruluşları Ruhsatlandırma
Yönetmeliği Tasarısından vazgeçilmiştir. Ayrıca Mahkeme kararlarıyla iptal
edilen konular, yeniden gündeme getirilmemiştir.
e) Avrupa Birliği, laik sistemin sahibi ve de
uygulayıcısıdır. Laik bir sisteme sahip
Avrupa Birliğinin üyesi olma yönünde en önemli adımların atılması ve en önemli
dönemeçlerin geçilmesi, AK PARTİ iktidarlarında olmuş ve neticede Türkiye,
Avrupa Birliği ile müzakere eden ülke statüsüne yükseltilmiştir. Avrupa Birliği
üyeliğinden yana tavır koymak, açıkça laiklikten yana tavır koymaktır.
f) Yerel Yönetimler üzerinde hükümetin vesayet denetimi
olduğundan, AK PARTİ hükümetleri, yerel yönetimlerin faaliyetlerini Anayasa ve
yasalara uygun yürütmelerine özen göstermiştir. Kamuoyunda, laiklikle ilişkilendirilen yerel yönetim
faaliyetleri ile ilgili derhal idari tahkikatlar başlatılmış ve ilgililer
hakkında gerekenler yapılmıştır. İddianamedeki yerel yöneticilerle ilgili
iddiaların kamuoyuna intikal edenlerin tamamı hakkında idari tahkikat
yaptırılmıştır.
Ayrıca bazı yerel yöneticiler, laiklikle
ilişkilendirilmeye çalışılan kimi faaliyetlerinden Bizzat Kendileri
Vazgeçmiştir. Örneğin; Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah DEMİRCAN
(İddianame, s. 104'teki iddia ile ilgili olan) 'Çocuklara Trafik Bilgileri ve
Eğitimi' kitabını toplatmış, eleştirilen metinleri çıkartmış, akabinde kitabı
yeniden bastırmış ve dağıttırmıştır. Aynı şekilde, Isparta Belediye Başkanı
Hasan Balaman (İddianame, s. 106'daki iddia ile ilgili olan) 'Küçük Gezgin,
Güller Ve Halılar Diyarı Isparta'da' adlı kitabı toplatıp, imha ettirmiş,
eleştirilen kısımları çıkarttırıp kitabı yeniden bastırmış ve dağıttırmıştır.
g) AK PARTİ, bazı belediyelerin eleştirilen faaliyetleri
nedeniyle belediye başkanlarını uyarmıştır. Nitekim AK PARTİ
Yerel Yönetimler Başkanlığı, 2006 yılı Mayıs ayında bazı basın ve yayın
organlarında yer alan 'AK PARTİ'li belediyelerin kültürel faaliyetler
çerçevesinde dağıttığı kitaplara ilişkin tartışmalar' nedeniyle, 24.5.2006
tarih, yyön/81.07./2006-1696 sayı ve 'Kültürel Amaçlı Toplantılar ve Yayınlar'
konulu genelgeyi bütün AK PARTİ'li belediye başkanlarına göndermiştir:
'Son zamanlarda belediyelerimizin kültürel içerikli
toplantı, panel ve konferansları ile dergi, kitap, broşür gibi basılı
neşriyatında, kamuoyunu yanlış yönlendirebilecek, yanlış anlaşılabilecek,
başkalarınca istismar edilebilecek veya gereksiz tartışmalara yol açabilecek
nitelikte politik-sosyal ve dini konular işlendiği görülmüştür.
Belediyelerin asli görevleri arasında yer almayan ve
basın yayın organlarına da intikal eden bu hususların parti programımıza,
partimiz temel ilke ve amaçlarına da uygun olmadığı ve partimiz genel
merkezince tasvip edilmediği bilinmelidir.
Sosyal ve kültürel amaçlı çalışmalar ve yayınlar
konusunda yukarıdaki hususlara özen gösterilmesi gereğini önemle rica eder,
çalışmalarınızda başarılar dilerim.'
h) AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan (Genel Başkanlık
bir parti organıdır) ve pek çok AK PARTİ üyesi, basın yayın organlarında yer
alan pek çok haberi tekzip etmiştir.
Tekzip ve düzeltme, basında yer alan haber ve yorumun yalanlanması anlamına
geldiği gibi, tekzip edilen veya düzeltilen haberde veya yorumda yer alan
düşüncelerin de tekzip eden veya düzelten kişi tarafından kabul edilmediği,
reddedildiği anlamına da gelir. Bu gerçeğe rağmen tekzip edilen veya düzeltilen
açıklamaların iddianamede yer almıştır. Bu hususta detaylı bilgi, delillerin
değerlendirilmesi bölümünde verilmiştir.
ı) AK PARTİ, bazı olaylarda da bizzat disiplin mekanizmasını
işleterek tavır koymuştur. Örneğin:
1) İddianamenin
84'üncü sayfasında yer alan ve EK-101'de delili sunulan beyanlarından dolayı
Mehmet Çiçek hakkında, konuşmayı kendi adına yapmış olmasına ve basında çıkan
haberleri de tekzip etmiş olmasına rağmen AK PARTİ Meclis Grup Başkanlığı Grup
Yönetim Kurulu 16.02.2006 tarih ve 40 sayılı yazısı ile derhal ön inceleme
başlatmış, Mehmet Çiçek'in savunmasını almış ve sonuçta ikaz edilmesine karar
verilmiş ve gerekli ikazlar da yapmıştır.
2) Konya
milletvekili Hüsnü Tuna, AK PARTİ adına değil şahsı adına konuşmasına ve de
konuşmasını da tashih etmesine rağmen AK PARTİ Meclis Grup Yönetimi, hem Hüsnü
Tuna'nın görüşlerine katılmadığını açıklamış ve hem de hakkında inceleme
başlatmıştır. Yapılan incelme sonunda Hüsnü Tuna 'Uyarma' ile cezalandırılması
istemiyle Müşterek Disiplin Kuruluna sevk edilmiştir. Parti Müşterek Disiplin
Kurulu da, Hüsnü Tuna'nın 'Uyarma' ile tecziyesine karar vermiş ve bu karar da
kesinleşmiştir
3) 2004 Yılı
mahalli idareler seçimi öncesi yapılan seçim çalışmalarında, Niğde Ulukışla
İlçesinde 'İktidarla el ele 84 yıllık karanlığa son' sloganını
kullandıkları iddia edilen Ali Tekin, Ali Uğurlu, Mustafa Burma, Kamil
Ünal Ve Yusuf Uğurlu hakkında Ak Parti Teşkilat Başkanlığının
talimatıyla derhal tahkikat başlatılmış. Tahkikat sonunda, Ali Uğurlu, Mustafa
Burna ve Kamil Ünal o tarihte parti üyesi olmadıklarından, Ali Tekin de ilçe
başkanlığından ayrılmış olduğundan herhangi bir disiplin cezası verilmemiş;
ancak parti üyesi olan Yunus Uğurlu Niğde İl Disiplin Kurulu'nun 22.03.2004
tarihli kararı ile partiden kesin ihraç edilmiş ve bu karar da kesinleşmiştir.
4) Isparta
Belediye Başkanı Hasan Balaman'ın Isparta Müftülüğü tarafından düzenlenen
'Hafızlık Taç Giyme Töreninde' yaptığı konuşma nedeniyle (İddianame, s. 106)
-konuşmasının şahsi görüşü olduğunu açıkladığı ve basına düzeltme gönderdiği
halde- AK PARTİ Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı
Hüseyin Tanrıverdi, söz konusu konuşma metni, CD'si veya bu konuya dair
açıklamaları derhal AK PARTİ Yerel Yönetimler Başkanlığına gönderilmesini bir
yazıyla istemiş ve bir inceleme başlatmıştır.
Sonuç olarak; AK
PARTİ, yaklaşık altı senelik iktidar döneminde; milletimize ve devletimize
yaptığı hizmetlerle, laikliğe aykırı eylemlerin değil, Türkiye Cumhuriyetine,
cumhuriyetimizin değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez niteliklerine
ve milletimize hizmetin odağı olmuştur. AK PARTİ ile hem devletimiz, hem
cumhuriyetimizin nitelikleri ve hem de milletimiz daha da güçlenmiştir. Bunun
tanığı, Türk milletidir. Bilinmelidir ki AK PARTİ'nin gizli bir anlayışı, gizli
bir tüzüğü, gizli bir programı ve gizli bir niyeti yoktur. Hiçbir zaman da
olmamıştır. Bundan sonra da olmayacaktır.
E- AK PARTİ'NİN YETKİLİ ORGANLARINCA DOĞRUDAN VE
KARARLILIKLA İŞLENMİŞ HİÇ BİR EYLEMİ VEYA BEYANI YOKTUR
Bir siyasi partinin, Anayasa'nın 69 uncu maddesinin 6 ncı
fıkrasında sayılan organlarının, Anayasa'nın 68 inci maddesinin 4 üncü
fıkrasındaki yasaklara aykırı eylemleri kararlılık içinde işlemeleri halinde de,
o parti söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.
Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrasına göre;
odak haline gelme durumunun belirlenmesinde eylemleri esas alınacak parti organ
ve kurulları şunlardır:
Büyük kongre,
Genel başkan,
Merkez karar veya yönetim organları,
Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu,
Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup yönetim kurulu.
Bu davada partimiz yetkili organlarınca alınmış laikliğe
aykırı herhangi bir karar yoktur. Anayasada
sayılan yetkili organlardan sadece Genel Başkan 'tek kişi'dir, diğer organlar
'kurul' niteliğindedir. Kurul niteliğindeki organların eylemlerinden söz
edebilmek için bu kurullarca alınmış kararların bulunması zorunludur.
Halbuki, iddianamede sunulan deliller arasında tek bir kurul kararı dahi
bulunmamaktadır.
AK PARTİ Genel Başkanının laikliğe aykırı hiçbir eylemi
yoktur. İddianamede yer alan isnatlar, eylem değil söylemdir. Kaldı ki bu
söylemlerden kimisinin aslı yok, kimisi tekzip edilmiş, kimisi iddia makamı
tarafından oluşturulmuş veya yorumla başkalaştırılmıştır. AK PARTİ Genel
Başkanın beyanları, laiklik ilkesine aykırı değildir, 'Düşünce ve kanaat
hürriyeti'(Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa,
m. 26) kapsamında olup, demokratik hukuk devleti olmanın gereği Anayasa'nın
teminatı altındadır.
F- BU DAVADA ANAYASA'NIN ARADIĞI 'YOĞUNLUK' VE
'KARARLILIK' İÇİNDE İŞLENMİŞ OLMASI KOŞULLARI DA GERÇEKLEŞMEMİŞTİR
Bu davada 'yoğunluk' ve 'kararlılık' şartları
gerçekleşmemiştir: Odak olma için
Anayasanın aradığı 'yoğunluk' ve 'kararlılık' şartlarının gerçekleşebilmesi
için değişik zamanlarda ve değişik yerlerde Anayasaya aykırı fiillerin sıklıkla
ve ısrarla icra edilmiş olması gerekir.
Oysa bu davada Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının
yaptığı şey, her biri tek başına laikliğe aykırılık oluşturmayan ifadelerin
abartılarak tekrarlanması suretiyle 'yoğunluk' ve 'kararlılık' şartlarının
gerçekleşmiş olduğu izlenimini vermekten ibarettir.
AK PARTİ üyelerinin ve yetkili organlarının, laikliğe
aykırı herhangi bir söylemi veya eylemi yoktur. Olmayan eylem veya söylemlerin
yoğunluğundan söz etmekte mümkün değildir.
VI- AK PARTİ DEMOKRATİK DÜZEN İÇİN TEHLİKE DEĞİLDİR.
1961 Anayasası ve 1982 Anayasası'nın 2'inci maddesine
göre, 'Türkiye Cumhuriyeti ' demokratik ' bir ' devlettir''
'Demokratik devlet, egemenliğin bir kişi, zümre veya
sınıf tarafından, belli sınıflar yararına kullanılmadığı, serbest ve genel
seçimin iktidara gelmede ve iktidardan ayrılmada tek yol olarak kabul edildiği
ve iktidarın bütün millet yararına kullanıldığı' bir idare biçimidir.' (Anayasa
Mahkemesi, 1963/173 E., 26.09.1965 Tarih ve 1965/40 K., AMKD, S. 4, Sahife:
301)
Siyasal iktidarın hür ve rekabetçi bir ortamda millet
iradesine göre belirlenmesini ve el değiştirmesini öngören demokrasilerde,
siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez bir unsurudur. Nitekim
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na göre de 'siyasi partiler, demokratik siyasi
hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.' (Anayasa, m. 2-3)
'İnsanlar, ciddi bir cezalandırma tehdidi altında
olmaksızın, geniş anlamıyla siyasal meseleler ve ülke sorunları hakkında,
görevlilerin ve yönetenlerin, rejimin, sosyoekonomik düzenin ve yürürlükte
bulunan ideolojinin eleştirisi de dahil olmak üzere, kendi düşüncelerini ifade
etme hakkına sahiptirler.
İnsanlar, siyasal partiler ve çıkar grupları da dahil,
görece özerk kuruluşlar ve örgütler oluşturma hakkına da sahiptirler. (Robert
A. Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri, Çeviren: Levent KÖKER, Yetkin Yayınları,
Ankara-1996, Sahife: 281)
'Demokrasi açık tartışmaya, ikna ve uzlaşmaya dayanır.
Tartışmada demokratik vurgu, sadece farklı görüşlerin olması değil aynı zamanda
farklı görüşlerin açıklanma ve dinlenme haklarıdır. Vatandaşlar arasında
eşitliği olduğu kadar toplum içinde çoğulculuk ve farklılığı da öngörür
demokrasi. Ortaya çıkan farklılıkları çözmenin demokratik yolu tartışma, ikna
ve uzlaşmadır; basitçe güç kullanımı veya zorla kabul ettirme değildir.
Demokrasiler sık sık 'Konuşma dükkanları' olarak karikatürize edilmektedir.'
(David BEETHAM-Kevin BOYLE, Demokrasinin temelleri, Çeviren: Vahit BIÇAK,
Liberte Yayınları, Ankara ' 1995, Sahife: 4)
'Demokrasi temel özgürlükleri güvence altına alır. Medeni
ve Siyasi Haklar Sözleşmelerinde ifadesini bulan ifade özgürlüğü, örgütlenme
özgürlüğü, hareket özgürlüğü ve kişi güvenliği gibi haklar ve özgürlükler
olmadan sosyal farklılıkları açıklama ve çözme metodu olan açık tartışma söz
konusu olamaz.' (David BEETHAM-Kevin BOYLE, Demokrasinin Temelleri, Çeviren:
Vahit BIÇAK, Liberte Yayınları, Ankara ' 1995, Sahife: 5)
AK PARTİ, 14 Ağustos 2001 tarihinde demokrasinin gereği
olarak kurulmuş ve demokratik usulle de iktidar olmuştur. AK PARTİ, hem
kuruluşunu ve hem de iktidar oluşunu demokrasiye ve Türkiye'deki demokratik
hukuk devleti anlayışının işlemesine ve işletilmesine borçludur.
Varlığını ve iktidarını demokrasiye borçlu olan AK
PARTİ'nin demokrasi ve demokratik düzen için bir tehlike oluşturduğunu iddia
etmek abesle iştigaldir. Varlık sebebi ve kuruluş gayesi demokrasiyi geliştirip
pekiştirmek suretiyle temel hak ve özgürlükleri daha iyi korumak olan bir
siyasi partinin demokrasiye tehlike teşkil etmesi düşünülemez.
AK PARTİ, kurulduğu günden bugüne, cumhuriyetimizin
demokratik niteliğini güçlendirmek için çalışmış ve bu yolda da önemli mesafeler
almıştır. Demokrasimizi güçlendirmek amacıyla pek çok anayasal ve yasal
düzenlemeler yapmıştır. Ancak Anayasa'yı tek başına değiştirecek çoğunluğa
ulaştığı halde bugüne kadar hiçbir Anayasa hükmünü tek başına değiştirmemiş,
uzlaşmayla değiştirme yolunu tercih etmiştir. Anayasa değişikliklerinin
birisini ANAP ve DYP'nin, birini MHP, DTP, BBP ve bağımsızların ve diğerlerinin
tamamını ise CHP'nin desteğiyle yapmıştır. Ayrıca AK PARTİ'nin iktidarda olduğu
dönemde bir mahalli idareler seçimi, bir milletvekili genel seçimi ve bir de
referandum gerçekleştirilmiş ve hepsi de usul ve yasalara ve demokratik düzenin
gereklerine uygun ve güven içinde cereyan etmiştir.
AK PARTİ hükümetleri, Türkiye'nin Avrupa Birliğiyle
entegrasyonu için gece gündüz çalışmıştır. Bu yönde önceki iktidarlar döneminde
başlatılan reform süreci hızlandırılarak, başta Anayasa olmak üzere yasalar ve
diğer hukuk kurallarındaki değişiklikler birbiri ardına çıkarılmıştır. Nitekim,
Avrupa Komisyonu'nun yıllık ilerleme raporlarında bu gelişmelerden duyulan
memnuniyet açıkça dile getirilmiştir. Kısacası, Kopenhag siyasi kriterleri
arasında yer alan demokrasi, hukukun üstünlüğü ve temel haklar konusunda çok
önemli ilerlemeler sağlayan ve bu yolla ülkeyi AB'ye bir adım daha yaklaştıran
bir iktidar partisinin demokrasiyle bağdaşmayan bir projeye sahip olduğu
iddiasının hiçbir dayanağı yoktur. Bu tür bir iddia, ancak bir hayal ürünü
olabilir.
Buna rağmen iddia makamı, iddianamede olduğu gibi, esas
hakkındaki görüşünde de AK PARTİ'nin iktidarda olmasının demokrasiye yönelik
tehlikeyi daha da 'yakın' hale getirdiğini savunmaktadır. Buna göre, 'Siyasi
partinin iktidar olması, istediği düzenlemelerin her an yasalaşmasını sağlaması
olanağı bulunması nedeniyle demokrasi için tehlikeyi somut ve yakın kılar. Bu açıdan
davalı partinin devleti teokratik bir yapıya dönüştürmesi beklenilmeden dava
açılmıştır' (İddianame, s.16).
Teorik düzeyde iktidarda bulunan her siyasi parti için
üretilebilecek bu iddianın partimiz bağlamında hiçbir olgusal dayanağı yoktur.
Dahası, belki yeni iktidara gelmiş ve icraatları henüz ortaya çıkmamış olan bir
siyasi parti için böylesi bir 'risk'ten söz edilebilir. Ancak, AK PARTİ altı
yıldır iktidarda olan bir partidir. Bu süre bir siyasi partinin amaç ve
politikalarının belirlenmesi için yeteri kadar uzundur. AK PARTİ, bu süre
içinde şimdiye kadar anayasal demokratik düzenin temel ilkelerini zedeleyici
hiçbir girişimde bulunmamıştır. Anayasayı değiştirecek çoğunluğa sahip olmasına
rağmen, yasama işlemlerinin anayasal denetimini veya idari işlemelerin yargısal
denetimini ortadan kaldırmaya yönelik hiçbir düşüncesi ve girişimi olmamıştır.
Bu çerçevede, AK PARTİ döneminde çıkarılan bazı yasalar hatta son örnekte
olduğu gibi bazı anayasa değişiklikleri bile Anayasa Mahkemesi tarafından
denetlenmiştir. Dolayısıyla bir iktidar partisinin 'istediği düzenlemelerin her
an yasalaşmasını sağlaması', onu demokrasi için 'somut ve yakın tehlike' haline
getirmez. Esasen etkin anayasal ve yargısal denetimin olduğu herhangi bir
demokratik rejimde böylesi bir tehlikeden de bahsedilemez.
Bu hayali iddiayı inandırıcı kılmak amacıyla sunulan
deliller, AİHM'in içtihatları ışığında ortaya çıkan delil hukuku bakımından
hiçbir değere sahip değildir. 'Delil' olarak sunulan parti mensuplarına ait
konuşmaların, yukarıda açıklandığı üzere, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10
uncu maddesinde korunan ifade özgürlüğünün kapsamı içinde olduğu açıktır. Bu
konuşmaların içerikleri analiz edildiğinde, neredeyse tamamının eşitlik,
özgürlük, çoğulculuk, hoşgörü ve bir arada yaşama gibi demokratik toplumun
temel değerlerine vurgu yapıldığı görülmektedir. Dolayısıyla, bu sözlerin
hiçbirinde ifade özgürlüğü konusunda AİHM'in kırmızı çizgileri olan şiddet
kullanmaya, silahlı mücadeleye veya ayaklanmaya teşvik söz konusu değildir. Sonuç
olarak, partimizin amaçlarının 'demokrasiyle bağdaşmadığı' şeklindeki asılsız
ve mesnetsiz iddiaların gerekçesi olarak sunulan sözde 'deliller'in Avrupa
İnsan Hakları Hukuku bağlamında da delil vasfı bulunmamaktadır.
Sınırlı veya sınırlandırılmış demokrasi, gözetim veya
denetim altında demokrasi, belli seçkinci kesimin endişe ettiği bir demokrasi,
varlığını ve hayatiyetinin devamını demokrasiye borçlu olan demokrasinin
aktörlerinden daima şüphe eden bir demokrasi, demokrasinin bütün aktörlerini
teksesliliğe ve tekliğe zorlayan bir demokrasi, zaman zaman siyasete hiza ve
istikamet aldırmayı doğru kabul eden bir demokrasi, gerçek bir demokrasi olamaz
ve böylesi bir demokrasi anlayış ve uygulaması Türkiye'ye yakışmaz ve de
yakıştırılamaz. Ayıplı, arızalı ve sakat anlayışlar ve yaklaşımlar üzerine,
Türkiye'nin demokrasi anlayışını bina edemeyiz.
A- AK PARTİNİN TASAVVUR ETTİĞİ VE SAVUNDUĞU TOPLUM MODELİ
'DEMOKRATİK TOPLUM'DUR
AİHM, siyasi partiler içerisinde bazı üyeler demokrasiyle
bağdaşmayan nitelikte münferit eylem ve beyanlarda bulunsa bile bunların tek
başına partinin yasaklanmasına yol açmayacağını kabul etmektedir. Bu nedenle,
alt alta sıralanan 'ilgili ve yeterli' delillerin aynı zamanda bir bütün
olarak, söz konusu partinin savunduğu antidemokratik bir siyasi modelin açık ve
anlaşılabilir bir resmini çizmesi gerekmektedir. Oysa mevcut davada, ileri
sürülen gerekçeler ne tek tek ne de bir bütün olarak böyle bir modelin
silüetini dahi ortaya koyamamaktadır.
İddianamede AK PARTİ'nin önceki bazı partilerin devamı
olduğunun ileri sürülmesi ve sık sık AİHM'in Refah Partisi kararına atıf
yapılması da, birbiriyle ilgisiz konuların ilgiliymiş gibi gösterilmesidir ve
bu anlamda tam bir hedef saptırma örneğidir. Ortada birbirinden tamamen farklı
iki siyasi parti vardır. AİHM'in Refah kararının isabetli olup olmadığı bir
yana, bu kararla partimiz hakkındaki davanın hiçbir benzerliği yoktur.
İlk olarak, AİHM Refah Partisinin kamuoyu yoklamalarına göre
sürekli yükselişte olduğunu ve tek başına iktidara gelme olasılığının yüksek
olduğunu belirtmiştir. Mahkemeye göre, tek başına iktidara geldiğinde bu
partinin demokrasiye aykırı bir 'toplum modeli'ni hayata geçirmesi ihtimali
vardır (Refah ve diğerleri/Türkiye, Büyük Daire, par.107, 108). Bu nedenle,
'demokrasiye aykırı politikaları ve söylemleri' olan bir siyasi partinin
iktidarı ele geçirerek, parlamentoda istediği kanunları önermesini beklemek
gerekmemektedir (par. 110). Oysa mevcut davada, AK PARTİ'nin iktidarı tek
başına ele geçirmesi ve programını hayata geçirme şansını elde etmesi diye bir
durum söz konusu değildir. AK PARTİ, altı yıldır zaten tek başına iktidardır.
Ayrıca, AK PARTİ'nin politikaları ve söylemleri de sözleşmede korunan hak ve özgürlüklerin
tüm toplumu kapsayacak şekilde yaygınlaştırılmasına ve demokrasinin
konsolidasyonuna yöneliktir. İkincisi, AİHM'in Refah davasında kabul ettiği
kapatma gerekçeleri de bu davada kesinlikle geçerli değildir. Mahkeme, Refah
Partisinin kapatılması kararının 'zorlayıcı toplumsal gereksinim' kriterini
karşıladığı sonucuna ulaşırken; bu partinin (a) dini inançlar arasında
ayrımcılığa yol açacak bir çok hukukluluğu savunduğunu, (b) bu çerçevede şeriat
hükümlerinin uygulanmasını amaçladığını ve (c) partililerin siyasi yöntem
olarak şiddet kullanımını dışlamadığını belirtmiştir (RP/Türkiye, par.116).
İddia makamı, RP ile AK PARTİ arasında zorlama bir
benzerlik kurabilmek için bu iddiaları temellendirecek gerekçelerin partimiz
hakkında açılan davada da geçerli olduğunu ileri sürmektedir. Bu bağlamda AK
PARTİ'nin çok hukukluluk anlayışını savunduğu ileri sürülmekte, ancak bu konuda
hiçbir somut delil sunulamamaktadır. AK PARTİ'nin vatandaşların kendi farklı
hukuklarına tabi olması gerektiğine dair hiçbir söylemi veya eylemi
bulunmamaktadır. Aksine partimiz hukuk birliğini savunmaktadır. Nitekim çok
hukukluluğu savunan bir siyasi partinin, iç hukukunu Avrupa standartlarına
çıkarmaya çalışarak AB hukuk düzenine ve böylece evrensel hukuka uygun hale
getirme çabası da anlamsız kalacaktır.
İddianamede çok hukukluluk tezinin tek delili
olarak Başbakan'a atfen 'Af yetkisi maktulün mirasçılarına aittir' şeklindeki
sözü gösterilmiştir. Bu beyan, din hükümlerini referans gösterme çabalarının
örneği olarak sunulmuştur. Oysa burada af yetkisinin maktulün mirasçılarına
bırakılmasına dair sözün çok hukuklulukla ilgisi yoktur. Başbakan bu sözüyle
kanuni bir düzenleme yapılarak af yetkisinin mağdura bırakılmasını değil, adi
suçlar bakımından sık sık af kanunu çıkarılarak toplumdaki adalet duygusunun
zedelenmemesi gerektiğine işaret etmiştir.
Konuşmanın içeriği bütünüyle incelendiğinde, ülkemizde
sık sık uygulanan affın toplumda rahatsızlıklar meydana getirdiği, özellikle
zarar görenlerin ya da ölenlerin yakınları tarafından da dile getirilen bir
olgu olduğu anlaşılacaktır. Bu çerçevede af yetkisinin devlet tarafından
sıklıkla kullanılmasının, ölenin ya da zarar gören insanların yakınlarını veya
kendilerini vicdanen rahatsız ettiği, bunun suçları önlemek yerine artmasını
teşvik edeceği, bu nedenle toplum vicdanında genel olarak kabul görmeyeceği
dile getirilmiştir. Kısacası eleştirilen konu af uygulamasının toplum
vicdanlarında oluşturduğu rahatsızlıktır.
Diğer yandan, partimizin şeri hükümlerin uygulanması ve
bu amaçla şiddete başvurulabileceği yönünde bırakın eylemi, en ufak bir söylemi
hatta iması bile bulunmamaktadır. Dolayısıyla, iddia makamının AK PARTİ'nin
siyasi programının demokrasiyle bağdaşmadığına dair iddiası boşlukta
kalmaktadır.
Partimiz hakkında açılan davada delillerin büyük bir
kısmı, parti yetkililerinin başörtüsüyle ilgili açıklamalarından oluşmaktadır. Halbuki
AİHM'e göre başörtüsüne ilişkin açıklamalar, Türkiye'deki laik rejime yönelik
bir tehdit oluşturmamaktadır (RP/Türkiye, par.73). Bu durum, Başsavcının AİHM
Refah Kararı ile AK PARTİ hakkındaki dava arasında kurmaya çalıştığı irtibatın
mevcut olmadığını ortaya koymaktadır. AİHM, siyasi partilere yönelik
müdahalelerin haklı bir sebebe dayanıp dayanmadığını incelerken, sadece taraf
devletin takdir yetkisini makul, dikkatli ve iyi niyetli bir şekilde kullanıp
kullanmadığına bakmamaktadır. AİHM, aynı zamanda, sınırlamaya davanın bütünlüğü
içerisinde bakarak, (a) müdahalenin 'izlenen meşru amaçlarla orantılı' ve (b)
sunulan sınırlama sebeplerinin 'ilgili ve yeterli' olup olmadıklarını
değerlendirmektedir. Bunu yaparken Mahkeme, 'ulusal yetkililerin 11 inci
maddedeki prensiplerle uyumlu standartları uyguladıkları ve ayrıca kararlarını
ilgili olguların kabul edilebilir bir değerlendirmesine dayandırdıkları' konusunda
ikna olmalıdır. (Jersild/ Danimarka, par.
31; Goodwin/Birleşik Krallık, par. 40;
Partidul Comunistilor (Nepeceristi) ve Ungureanu/Romanya, par. 49).
AK PARTİ hakkında açılan davada kapatma talebine gerekçe olarak
sunulan eylem ve söylemlerin AİHM içtihatları ışığında 'ilgili ve yeterli'
olması gerekmektedir. Halbuki, tek tek incelendiğinde ileri sürülen
gerekçelerin hiçbir şekilde 'ilgili ve yeterli' olmadığı anlaşılmaktadır.
Yukarıda belirtildiği gibi, iddianamede yer verilen konuşmaların tamamı ifade
özgürlüğü kapsamındadır. Dolayısıyla bunların partimizin kapatılmasında 'ilgili
ve yeterli' gerekçe oluşturmadıkları açıktır. İkincisi, iddianamede AK
PARTİ'nin şiddete başvurabileceği yönündeki gerekçeler de tamamen ilgisiz
varsayımlardan kaynaklanmaktadır. İddia makamının, kim olduğu ve partimizle
ilişkisinin olup olmadığı bile belirtilmeyen meçhul bir kişinin bir televizyon
programında Mussolini'den bahisle yaptığı iddia edilen konuşmayla partimiz
arasında irtibat kurmaya çalışması, sunulan gerekçelerin 'ilgili' olmadığının
tipik bir göstergesidir. Bunun gibi AK PARTİ ile uzaktan yakından ilişkisi
olmayan Danıştay saldırısı failinin, belli karanlık odakların emellerine hizmet
edecek şekilde, partimiz liderine yaptığı çağrının delil olarak sunulması tam
bir kötüniyet ve kurgulamanın ürünüdür. Bu tür sözde gerekçeler kesinlikle AİHM
İçtihadı çerçevesinde 'ilgili ve yeterli' sebep olarak kabul edilemez.
AİHM, 14 Şubat 2006 tarihli Hristiyan Demokratik Halk
Partisi/Moldova kararında başvurucu partinin geçici olarak siyasi
faaliyetlerinin durdurulmasına gerekçe gösterilen nedenlerin hiç birini 'ilgili
ve yeterli' görmemiştir. Hatta söz konusu muhalefet partisi tarafından organize
edilen toplantıda iktidardaki Komünist Partiyi protesto etmek için söylenen ve
içinde 'Diktatör olmaktansa, holigan olmayı tercih ederim', 'Komünist
olmaktansa ölmeyi tercih ederim' gibi sözlerin geçtiği şarkı da şiddet çağrısı
olarak görülmemiştir. Mahkeme, bu öğrenci marşının bir şiddet çağrısı olarak
yorumlanamayacağını, ulusal makamların da bu sözlerin neden ve nasıl şiddete
çağrı olduğunu açıklamadıklarını belirterek, bu yöndeki sınırlama sebebinin
'ilgili ve yeterli' kabul edilemeyeceği sonucuna ulaşmıştır. Mahkemeye göre,
'bir siyasi partinin faaliyetlerinin yasaklanmasını, ancak siyasal çoğulculuğu
veya temel demokratik ilkeleri tehlikeye düşürmek gibi çok ciddi ihlallerin
bulunması haklılaştırabilir.' Mahkeme, söz konusu davada, başvurucu partinin
toplantısının, hükümeti şiddet yoluyla devirmeye çağrı içermediğini veya
çoğulculuk ve demokrasi ilkelerini zedeleyecek hiçbir faaliyetin bulunmadığını,
bu nedenle uygulanan yaptırımın belirtilen meşru amaçla orantılı ve 'zorlayıcı
toplumsal gereksinimi' karşılamaya yönelik olmadığını belirtmiştir. (Hıristiyan
Demokratik Halk Partisi/Moldova, par. 75, 76).
VI- AK PARTİ'NİN ŞİDDETLE İLİŞKİLENDİRİLME GAYRETİ ABESLE
İŞTİGALDİR
İddia makamı, esas hakkındaki görüşünde, Venedik
Komisyonu raporunda siyasi partilere yönelik yasaklama nedenlerinin şiddetle
sınırlı olmadığını ileri sürmektedir. Buna göre, 'Venedik Komisyonu raporunda
yer alan yasaklama ilkeleri, yalnızca 'şiddet' ile sınırlı değildir. Yasaklama
ilkeleri arasında; 'ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük' de
bulunmaktadır.' İddia makamı, 'Laikliğin dinsel hoşgörüyü sağlayan, güvence
altına alan bir ilke olduğu gerçektir' sözüyle dolaylı olarak laikliğin Venedik
Kriterleri arasında yer aldığını ima etmektedir (Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı, esas hakkındaki görüşü, s.13).
Venedik Komisyonu, siyasi partilerin yasaklanması ve
kapatılmaları konusundaki 2000 tarihli raporunda şu yedi kriteri belirlemiştir:
'1. Devletler,
herkesin serbestçe siyasi partiler bünyesinde bir araya gelme hakkını
tanımalıdır. Bu hak, siyasi görüşlere sahip olma ve kamu otoritelerinin
müdahalesi olmaksızın ve sınırlar dikkate alınmaksızın bilgi alma ve yayma
özgürlüğünü de kapsamaktadır. Siyasi partilere yönelik kayıt zorunluluğu tek
başına bu hakkın ihlali olarak kabul edilemez.
2. Siyasi
partilerin faaliyetleri üzerinden söz konusu bu temel insan haklarının
kullanımına yönelik sınırlamalar, normal ve olağanüstü dönemlerde Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi ile diğer uluslararası sözleşmelerin hükümlerine uygun
olmalıdır.
3. Siyasi
partilere yönelik yasaklama veya kapatma yaptırımı, sadece partilerin şiddet
kullanımını savunma veya demokratik anayasal düzeni yıkmak için şiddeti siyasi
bir araç olarak kullanma, böylece anayasayla güvence altına alınan hak ve
özgürlükleri ortadan kaldırma durumlarında haklılaştırılabilir. Bir siyasi
partinin anayasada barışçıl yöntemlerle bir değişiklik yapmayı savunması tek
başına onun yasaklanması ya da kapatılması için yeterli bir delil olarak
görülemez.
4. Bir siyasi
parti, partinin yetkilendirmediği üyelerin siyasi faaliyetleri çerçevesinde
münferit davranışlarından dolayı sorumlu tutulamaz.
5. Özellikle çok
ağır bir tedbir olan siyasi partilerin yasaklanması veya kapatılması, nihai
yaptırım olarak kullanılmalıdır. Hükümetler veya diğer devlet organlarının,
yetkili yargısal organdan bir siyasi partinin yasaklanması veya kapatılmasını
talep etmeden önce ülkenin durumunu dikkate almak suretiyle partinin gerçekten
hür demokratik siyasi düzene veya bireysel haklara yönelik tehlike oluşturup
oluşturmadığını ve varsa bu tehlikenin daha hafif tedbirlerle önlenip
önlenemeyeceğini değerlendirmesi gerekmektedir.
6. Siyasi
partilerin yasaklanmasına ya da kapatılmasına yönelik hukuki tedbirler,
anayasaya aykırılık şeklindeki yargısal kararın sonucu olmalıdır. Bu tedbirler,
aynı zamanda, orantılılık ilkesine uygun ve istisnai nitelikte olmalıdır. Bu
tür yaptırımların, sadece parti üyelerinin değil, bizzat partinin anayasal
olmayan araçlar kullanmak veya kullanmaya hazırlanmak suretiyle siyasi hedefler
izlediğine dair yeterli delillere dayandırılması gerekmektedir.
7. Bir partinin
yasaklanması veya kapatılması kararı Anayasa Mahkemesi veya başka ilgili
yargısal organlar tarafından, hukuka uygunluk, alenilik ve adil yargılanma
güvencelerini sağlayan bir prosedür izlenerek alınmalıdır.'
Bu kriterlerden anlaşılacağı üzere, siyasi partiler ancak
şiddet kullanımını savundukları veya demokratik anayasal düzeni yıkmak için
şiddeti siyasal bir araç olarak kullandıkları takdirde, yargılama güvencelerine
sahip bir prosedür izlenmek koşuluyla ve son çare olarak kapatılabilmektedir. Dolayısıyla
yasaklama ilkeleri 'şiddet'le sınırlıdır. İddia makamının 'şiddet' dışında
saydığı 'ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük' müstakil yasaklama
ilkeleri değildir. Bunlar, Venedik Komisyonu raporunun temel kriterleri açıklayan
ekinde yer alan ve şiddetle bağlantılı olarak bahsedilen kavramlardır. Nitekim,
'Açıklayıcı Rapor'un 10 uncu paragrafına göre yasaklamaya 'yetkili organların
bir siyasi partinin şiddeti (şiddetin özel yansımaları olarak ortaya çıkan
ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük/tahammülsüz dahil olmak üzere)
savunduğuna veya terörist yahut yıkıcı faaliyetlere karıştığına dair yeterli
delile sahip olması gerekmektedir.' (Venedik Komisyonu Raporu)
Kaldı ki, hoşgörüsüzlük bir siyasi parti için tek başına
bir yasaklama kriteri olarak alınsa bile, AK PARTİ'ye isnat edilebilecek bir
nitelik olamaz. Başta partimiz genel başkanı olmak üzere, tüm organ ve
üyeleriyle kurulduğundan beri herkesi kucaklamaya çalışan, farklılıklara
saygıyı ve bir arada yaşama hedefini siyasi önceliği haline getiren bir siyasi
partinin 'hoşgörüsüzlük'le itham edilmesi akla, mantığa ve insaf ölçülerine
aykırıdır. İşin üzücü yanı, partimize yönelik böylesi bir ithamın farklı olan
her şeye ve herkese karşı tahammülsüzlüğün nerdeyse her satırına sindiği bir
iddianamede ve esas hakkındaki görüşte dile getirilmiş olmasıdır.
Diğer yandan, Venedik Komisyonu kriterlerinin bağlayıcı
olmadığını ifade eden iddia makamının, esas hakkındaki görüşünde Avrupa Konseyi
Parlamenterler Meclisi (AKPM)'nin siyasi parti yasakları konusunda aldığı
tavsiye niteliğindeki kararına atıf yapması ve söz konusu kararın İngilizcesini
ekte sunması ilginçtir. İddia makamına göre, AKPM 'Venedik İlkelerinden farklı
olarak bir parti sivil barışı ve demokratik anayasal düzeni tehlikeye sokuyorsa
bu amaca ulaşmak için demokratik yolları kullanıyor olsa dahi, kapatılabileceği
kuralını getirmiştir' ((Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, esas hakkındaki
görüşü, s.14).
Esas hakkında görüşe eklenen söz konusu kararı okuyacak
kadar İngilizcesi olan herhangi bir kişinin hemen fark edebileceği gibi, 'bu
amaca ulaşmak için demokratik yolları kullanıyor olsa dahi' ibaresi kararın
aslında olmayan bir ilavedir. Esasen bu karar, siyasi partilerin
kapatılması konusunda yeni bir kriter getirmemekte, Venedik Kriterlerini
tekrarlamaktadır. Dolayısıyla 'Venedik İlkelerinden farklı olarak'
ibaresiyle, Avrupa siyasi kurumlarının 'şiddet' dışında kriterler geliştirdiği
izlenimi verilmek istenmektedir. İddia makamının, mevcut davayı haklılaştırmak
amacıyla bu tür uluslararası belgelerin anlamlarında yaptığı çarpıtmalar
manidardır.
Anayasa Mahkemesini bu konuda doğru bilgilendirmek
amacıyla, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinin 1308 sayılı kararında ortaya
konan ilkeleri aynen belirtmekte fayda vardır. AKPM, siyasi partilere yönelik
yaptırımlar konusunda üye devletlere şu ilkelere uymaları çağrısında
bulunmuştur:
'i. Siyasal çoğulculuk her demokratik rejimin temel
ilkelerinden biridir;
Siyasi partilere yönelik sınırlama ve kapatma
yaptırımları, ilgili partinin şiddet kullanması veya toplumsal barışı ve
ülkenin demokratik anayasal düzenini tehdit etmesi durumunda uygulanabilecek
istisnai tedbirler olarak görülmelidir;
Mümkün olduğu ölçüde, kapatmadan daha hafif tedbirlere
başvurulmalıdır;
Bir siyasi parti, üyelerinin parti tüzüğüne veya
faaliyetlerine aykırı eylemlerinden dolayı sorumlu tutulamaz;
Bir siyasi parti, ülkenin anayasal düzenine uygun olarak
ve adil yargılamanın tüm güvencelerini sağlayan bir prosedür izlenerek, en son çare
olarak yasaklanabilir veya kapatılabilir;
Üye devletlerin hukuk sistemleri, partileri sınırlamaya
yönelik tedbirlerin yetkililer tarafından keyfi uygulanmasını engellemek için
özel hükümlere yer vermelidir'.
İddianamede sunulan hiçbir delilde partimize isnat
edilebilecek herhangi bir şiddet, şiddete çağrı ve suça teşvik edici unsur yer
almamaktadır. Nitekim iddianamede, partinin şiddetle ilişkilendirilmeye
çalışılması bağlamında yapılan değerlendirmede konunun ne derece tutarsız, art
niyetli ve zorlama yorumlama ile birlikte sunulmaya çalışıldığı da rahatlıkla
fark edilebilmektedir. İddianamedekinin aksine, iktidarda bulunduğu zaman
içerisinde çok değişik vesilelerle AK PARTİ, ısrarlı biçimde birlik, bütünlük
ve barışa vurgu yapan söylemleriyle aslında iddianamedeki bu tezi açıkça
çürütmektedir.
İddia makamı, hem iddianamede hem de esas hakkındaki
görüşünde akıl ve mantık kurallarını alt üst edecek şekilde partimizle şiddet
arasında zoraki bir bağlantı kurmaya çalışmaktadır.
Aslında AK PARTİ mensuplarının ısrarlı bir şekilde
şiddeti reddeden açıklama ve tutumları iddianamenin bu konuda ne derece
gerçeklikten uzak ve önyargılı biçimde hazırlandığını gözler önüne sermektedir.
AK PARTİ, terör ve şiddeti kesin biçimde reddeden, bunu da eylem ve
söylemleriyle açık biçimde ortaya koyan bir partidir. Buna karşın iddia makamı,
parti üyesi olmayan kişilerin televizyonlarda yaptığı konuşmaları bile partiye
isnat etmeye çalışmaktadır. Parti üyesi olmayan kişilerin eylem ve söylemleri
ile parti arasında bağ kurmaya çalışmak hukuka aykırıdır. Tıpkı 'Ilımlı İslam
projesi' gibi öteden beri belli odaklarca AK PARTİ'ye isnat edilmeye çalışılan
yakıştırmanın da, iddia makamının iddialarına esas teşkil etmesi gibi, bu konu
da iddia makamının siyasi yaklaşımını da ortaya koymaktadır.
Partimiz demokratik özgürlükçü ortamı şiddet ve terörün
en büyük düşmanı olarak görmektedir. AK PARTİ, bunun için çoğulcu demokrasiye
sahip çıkılmasını, iktidara gelmede ve onu koruma yolunda şiddetin değil
demokratik seçimlerin geçerli olduğunu savunan ve bunu eylem ve söylemlerine de
açıkça yansıtan bir partidir.
Terör ve şiddete karşı gerek içeride ve gerekse dışarıda
yürütülen kararlı mücadele kamuoyunun da bilgisi dahilindedir. AK PARTİ Genel
Başkanı değişik konuşmalarında ısrarla 'terörün dini, ırkı, milleti, vatanı
yoktur.' Nereden gelirse gelsin terörizmin içinde olan, terörizmin hedeflerini
benimseyen herkes teröristtir. Buna karşı mücadelemizi sonuna kadar vermeye
devam edeceğiz' diyerek, terörle hem içeride hem de dışarıda sonuna kadar mücadele
edileceğini vurgulamıştır (AA. 28.12.2007).
İddianamede partimiz mensupları ile ilgili delillerden
hiçbirisinde en ufak bir şiddet içeren, şiddetle bağlantı kurulması mümkün olan
ya da tahrik çağrısı olarak nitelendirilebilecek bir ifade yer almamasına
rağmen, tamamen zorlama ve artniyetli yorumlarla şiddet bu sürecin içerisine
sokuşturulmaya çalışılmaktadır. Partimizi şiddetle ilintili gösterme gayreti
akıl ve mantığın sınırlarını zorlamaktadır.
İddia makamının, toplumda infial uyandıran ve herkes tarafından
lanetlenen Danıştay saldırısı ile, Genel Başkanın sözleri arasında dolaylı bir
bağ kurma çabaları ve bu olayın faillerinin kullandığı bazı sözlerin partinin
yaklaşımlarına bağlanmaya çalışılması son derece tehlikelidir. İddia makamının,
kapatma davasında bu elim olayı partimizin aleyhine kullanmak istemesi kabul
edilemez.
Türkiye'yi kaosa sürüklemek isteyen odakların
tezgahladığı iğrenç Danıştay saldırısıyla, partimiz arasında bir ilişki kurmaya
yönelik ifadeler, en hafif tabirle, iftiradır. İddia makamı, iddianamede olduğu
gibi, esas hakkındaki görüşünde de, 'bir iktidar partisinin tehdit ve hakarete
varan açıklamalarının bu tür saldırıları cesaretlendireceği açıktır' demek
suretiyle adeta bu iftira kampanyasına iştirak etmektedir. Partimizin herhangi
bir yargı organına karşı 'tehdit ve hakaret' içeren en ufak bir açıklaması
olmamıştır. Kamu adına görev yapan bir yargı mensubunun böyle bir iddiada
bulunurken, açık ve somut 'tehdit ve hakaret' örnekleri vermesi gerekirken,
bunun yerine genel ve soyut kategorik ifadelerin arkasına sığınarak yargıda
bulunması kabul edilemez. Ayrıca, her siyasi parti gibi, AK PARTİ de savunduğu
temel ilkelere aykırı bulduğu yargı kararlarını eleştirmiştir. Demokratik
rejimlerde, yargı kararlarına uymak farklı bu kararları eleştirmek farklıdır.
Unutulmamalıdır ki, eleştirinin olmadığı yerde dogmatizmin saltanatı vardır.
İddia makamının, bu nedensellik mantığı bizi kabul
edilemeyecek sonuçlara götürür. Sözgelimi, hakkımızda düzenlenen ve partimizi
laikliğe aykırı eylemlerin odağı ve demokrasiye yönelik bir tehdit olarak
gösteren iddianameden sonra partimiz mensuplarına karşı bir saldırı olduğu
takdirde bunu iddia makamının cesaretlendirdiği söylenebilir mi'
Yine İddianamede 'Bu yolda siyasal İslam'ın ya da
Türkiye'ye giydirilmek istenen 'ılımlı İslam' modelinin bir şeriat devletine
dönüşmesi ve gerekirse bu yolda İslami terörün de kullanılması uzak bir
olasılık değildir. Nitekim yakın tarihte bölgemizde geçiş dönemi örneği olarak,
sıkça öne çıkarılan kimi devletlerin daha sonra kaçınılmaz biçimde radikal bir
değişikliğe uğrayarak köktendinci bir rejime dönüştüğü görülmüştür'
denilmektedir (İddianame, s.114). İddianamenin değerlendirme kısmında yer alan
bu hususun Anayasa Mahkemesini etkilemeye yönelik olduğu açıkça sezilmektedir.
İktidar partisi ile şiddet arasında bağlantı kurulurken
iddianamede yer verilen ve bünyesinde ciddi bir mantıksal çelişki barındıran şu
görüşün kabulünün de imkansız olduğu açıktır: 'Zaten iktidar olmanın
avantajları ile ve demokratik yöntemi kullanarak hedefe ulaşma olanağı elde
edilmişse, bu aşamada şiddet kullanmanın gereksizliği de ortadadır. Kapatma
yaptırımı, son aşamada şiddet ve şiddet çağrısını amaçlayan bir modeli
engellemeye yönelik olması nedeniyle hukuka uygundur' (İddianame, s.157).
İddianamedeki bu ifade ile aslında şiddet kullanımının
söz konusu olmadığı da açıkça tescil edilmektedir. Ancak, aynı yerde,
şiddetin bundan sonraki dönemlerde kullanılabileceği biçiminde bir kehanette
bulunularak, bu nedenle partinin kapatılması gereğine değinilmektedir.
Unutmamak gerekir ki, Türkiye demokratik bir hukuk devletidir. Demokratik hukuk
devletinde siyasi iktidarın nasıl denetleneceği de bellidir. Partimizin ileride
şiddete başvurabileceği varsayımı tamamen vehimlere dayalı bir iddiadır.
Demokratik bir hukuk devletinde tüm icraatları hukuka uygun olan bir iktidar
partisinin kapatılmak istenmesi kabul edilemez.
Bu bağlamda iddianamede yer verilen şu ifadeler de
ilginçtir:
'Gösterilen deliller, Anayasanın 10. ve 42 nci maddelerinin
laiklik ilkesinin özüne dokunmak amacıyla değiştirildiğini kanıtlamaktadır.
Çünkü artık köktendinciler isteklerini türbanın kamusal alanda da serbest
kalmasının ötesine taşımışlar, televizyonlardaki açık oturumlarda 'türbanın
yasaklanmasını savunanların Mussolini gibi yargılanacaklarını ve
cezalandırılacaklarını' çekinmeden söylemeye başlamışlardır. Sadece bu durum
bile laik devlet ilkesini ve Türkiye'de laikliği savunanları nasıl bir
tehlikenin beklediğini göstermeye yeterli olup, şeriatın içerdiği şiddet
unsurunu da sergilemektedir' (s.117)
.
Böyle bir televizyon konuşması, hangi partilimiz
tarafından nerede, ne zaman ve hangi televizyonda yapılmıştır' Eğer böyle bir
konuşma var ise, parti ile ilgisi bulunmayan -yönlendirilmiş- bir kişiye mi aittir'
Yoksa parti yasaklamada sadece şiddeti ölçü alan Venedik kriterlerinin
gerçekleştiği izlenimini uyandırmak için herkesi güldürecek uydurma delil mi
yaratılıyor' İddianamede dayanılan diğer konuşmalar eklerde yer almasına
rağmen, bu faili meçhul ve içeriği hiçbir şekilde kabul edilemeyecek konuşma
neden ekler arasında bulunmamaktadır'
Görüldüğü gibi iddianame, olgulardan tamamen uzak bir
şekilde ideolojik kaygılara dayalı bir iddiaya delil üretme çabası içindedir. İddianamedeki partimizin şiddetle ilişkisini kurmaya
yönelik tüm ifadeler, tamamen hayal dünyasında üretilen spekülasyon ve
vehimlerden ibarettir.
Ayrıca, partimiz dışında bazı basın ve yayın organlarında
farklı kişilerin din özgürlüğü ve laiklik bağlamında ortaya koydukları kişisel
görüş ve değerlendirmelerle partimizin doğrudan ya da dolaylı olarak hiçbir
ilgisi olmadığı halde, böyle bir irtibat varmış gibi gösterilmeye çalışılması
hukuk devletinin gerektirdiği asgari iyi niyet anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
Diğer yandan, iddianameye göre 'davalı partinin sahip
olduğu iktidar olma çerçevesinde amaçladığı yasa dışı siyasi modele yönelik
eylemleri karşısında, iktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir
kitle de söz konusudur. Bu durum bile davalı partinin hedefine ulaşmasını
kolaylaştırmaktadır' (İddianame, s.158). Bu ifade ile ilgili olarak öncelikle
şu soru akla gelmektedir: 'İktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir
kitle'nin varlığı nasıl tespit edilebilmiştir' İddia makamının bu tespite hangi
teknolojik ölçüm aletlerini kullanarak ulaştığı büyük bir merak konusudur.
Acaba iddia makamına bu konuda 'sessiz kitleler'den ulaşan milyonlarca şikayet
mi vardır' Varsa her türlü gazete haberini iddianameye 'delil' olarak ekleyen
bir makam, bu şikayetleri neden eklememiştir'
Kaldı ki, iddianamede ileri sürüldüğü gibi AK PARTİ'ye
karşı olan ve pek de sessiz oldukları söylenemeyecek hatırı sayılır miktarda
sesli bir muhalefet de vardır.
VII- AK PARTİ'Yİ 'HOŞGÖRÜSÜZLÜKLE' İTHAM ETMEK GÜLÜNÇTÜR
Hayali bir 'şiddet' argümanını destekleyen inandırıcı
delillerin olmadığını anlayan iddia makamı, esas hakkındaki görüşünde
'hoşgörüsüzlük' ithamını öne çıkarmak istemektedir. Esas hakkındaki görüşte
'hoşgörüsüzlük' ve 'ayrımcılık'la partimizin ilişkilendirilmesi hususunda şu
gerekçeye yer verilmektedir: 'Bu bağlamda, davalı partinin şiddet çağrısı
yapmadığı veya açıkça şiddete başvurmadığı, bu nedenle iç hukuk ve uluslar
arası anlaşmalar ile Venedik İlkeleri ve Avrupa Komisyonu Parlamenterler
Meclisi kararı gözetildiğinde kapatma kararı verilemeyeceği savunması
yersizdir. Çünkü davalı siyasi partinin, hoşgörünün olmadığı ve ayrımcılığın ön
planda tutulduğu bir siyasi sistemi hedeflediği beyan ve eylemleriyle açıktır.'
(s.44).
Partimize yönelik olarak özellikle esas hakkındaki
görüşte iddia makamı tarafından daha yoğun biçimde kullanılan hoşgörüsüzlük ve
ayrımcılık isnadı da asılsız ve ağır bir ithamdır ve asla gerçeği
yansıtmamaktadır. Partimiz 6 yıllık iktidarında, farklı din ve inanç
mensuplarına saygı esasına dayalı politikaları hayata geçirmiştir.
Ayrımcılık yasağı ve hoşgörü aynı zamanda laiklik
ilkesinin de bir gereğidir. AK PARTİ, özgürlükçü bir laiklik anlayışını
savunduğu için kapatma davası ile karşı karşıya kalmıştır. Batılı anlamdaki
laikliği savunan ve bu bağlamda farklı din ve inançları sosyolojik gerçeklik
olarak kabul edip onların bir arada barışçıl biçimde birlikteliğini sağlamayı
hedefleyen bir partiyi hoşgörüsüzlük ve ayrımcılıkla itham etmenin ne derece
asılsız olduğu açıktır.
Partimiz hakkındaki 'hoşgörüsüzlük' iddiasının örnekleri
olarak gösterilen söylemlerin hoşgörüsüzlükle ilgisi bulunmamaktadır. İddia
makamı, partimiz mensuplarının Danıştay'ın bir kararına yönelik eleştirilerini
bile hoşgörüsüzlük örneği olarak göstermektedir. Burada eleştiri ile
hoşgörüsüzlük birbirine karıştırılmaktadır. Halbuki, eleştiri tam da
hoşgörünün bir gereğidir. Mahkeme kararlarının eleştirilmesine bile tahammül
edemeyen ve bu eleştirilerle mahkeme üyelerine yönelik saldırı arasında ilişki
kurmaya çalışan iddia makamının, partimizi hoşgörüsüzlükle itham etmesi
paradoksal bir durumdur.
Diğer yandan, iddia makamına göre 'TBMM Başkanı Bülent
Arınç'ın '..Onlar bu kıyafetiyle giremezken, çok sevgili arkadaşları hangi
kıyafetle okula giriyorlar, hepiniz biliyorsunuz...' sözünün türban
takmayanlar için beslenen bir hoşgörüsüzlüğü barındırdığı, anayasal düzeni ve
demokrasiyi tehlikeye soktuğu görülmektedir' (Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı,
esas hakkındaki görüş, s. 14). Bu sözün bir hoşgörüsüzlük örneği olarak
gösterilmesi anlaşılır gibi değildir. Bu söz, üniversite öğrencilerinin her
türlü kıyafetle öğrenimlerine devam edebildiklerini, bu anlamda başörtüsünün de
serbest olması gerektiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla üniversitelerde
uygulanan 'başörtüsü yasağı'nı eleştirmeye yönelik bir beyan, başörtüsü takmayanlara
karşı bir hoşgörüsüzlüğe delil olarak sunulamaz. Daha da önemlisi, bu sözün
'anayasal düzeni ve demokrasiyi tehlikeye soktuğu' iddiası, ancak bir siyasi
paranoya örneği olabilir.
Aynı şekilde, Bülent Arınç'ın parlamentonun gerekirse Anayasa
Mahkemesini bile kaldırabileceğine, demokratik ülkelerde bizdeki mahkemeye
benzer bir kurumun bulunmadığına dair sözleri de 'hoşgörüsüzlük' örneği olarak
gösterilmektedir. İddia makamı, diğer örneklerde olduğu gibi, burada da bu
sözün hangi bağlamda ve neden söylendiğini dikkatten kaçırmaktadır. Bu söz,
Anayasa Mahkemesi eski başkanlarından Mustafa Bumin'in başörtüsü konusunda
artık parlamentonun düzenleme yapamayacağını söylemesi üzerine verilen bir
cevaptır. TBMM'yi temsil eden bir kişinin temsil ettiği kurumun anayasal
yetkilerini hatırlatmasından ve anayasa yargısı hakkında değerlendirme
yapmasından daha doğal ne olabilir. Dolayısıyla, en fazla 'siyasi eleştiri'
olarak görülebilecek bu sözlerin hoşgörüsüzlük olarak nitelenmesi, bizatihi
eleştiriye tahammülsüzlük ve hoşgörüsüzlük örneğidir.
Kurulduğu andan itibaren AK PARTİ, gerginliklere yol
açılmaması, toplumsal barış ve huzurun bozulmaması için özel bir ihtimam
göstermiştir. Hatta bu bağlamda partimiz bazen en demokratik haklarını bile
kullanmaktan imtina etmiştir. Nitekim, 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden önce
düzenlenen ve doğrudan AK PARTİ hükümetini hedef alan mitinglere rağmen,
milyonlarca üyesi bulunan partimiz sükunetini muhafaza ederek karşı mitingler
düzenlemekten bile kaçınmıştır.
İddia makamının, iddianamede olduğu gibi esas hakkındaki
görüşünde de çok yoğun biçimde olaylar, kavramlar hukuki düzenlemeler ile
mantıksal ve hukuksal bağlantılar tamamen AK PARTİ aleyhine sonuç elde etmek
amacıyla kötüye kullanılmıştır. Böylesine bir değerlendirmenin bir hukuk makamı
olan iddia makamı tarafından yapılması son derece endişe vericidir. Şiddet ve
hoşgörüsüzlük örneklerinde yapılmaya çalışılan zorlama yorum ve bağlantılarda
olduğu gibi 'hukuk'un belli bir ideolojik bakışın hizmetine sokulmaya çalışıldığı
bir yerde aslında hukukun bir güvence unsuru olmasından bahsetmek de mümkün
değildir.
VII- AK PARTİ HÜKÜMETLERİNİN DIŞ POLİTİKASI İLE LAİKLİK
İLKESİ ARASINDA BİR İLİŞKİ KURULMASI YANLIŞTIR
İlk cevabımızdaki açıklamalarımıza rağmen, iddia makamı AK
PARTİ hükümetlerinin dış politikası ile laiklik ilkesi arasında sanal bir
ilişki kurma ısrarını esas hakkındaki görüşünde de sürdürmektedir. İddia
makamına göre partimiz, ''bir büyük yayılmacı proje' olarak takdim edilen Büyük
Ortadoğu Projesinin (BOP) bir parçasıdır (İddianame, s.24).
Her şeyden önce, BOP olarak nitelenen proje uluslararası
hukukun konusu olan herhangi bir anlaşma ya da sürece dayanmamaktadır.
İddia makamının BOP konusundaki görüşlerini desteklemek
üzere dosyaya koyduğu CD'ler, 14 Mayıs 2008 tarihinde İşçi Partisi Genel
Merkezi tarafından gündeme getirilen bir dosyadan alınmıştır. Bu partinin
olayları nasıl değerlendirdiği herkesçe bilinmektedir. İddia makamının diğer
belgelerde olduğu gibi bu bilgileri yeterince araştırma yapmadan, bilginin
doğruluğunu teyit etmeden kullanmış, gerekli hukuki titizliği göstermemiştir.
Resmi dökümanlardaki adıyla 'Geniş Ortadoğu ve Kuzey
Afrika Girişimi' olarak bilinen bu girişim, G-8'lerin organize ettiği ve Ak
PARTİ Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın da davet edildiği resmi bir
konferanstır.
Ancak Türkiye'de bu konu, AK PARTİ'yi eleştirmek ve
yıpratmak için, üzerine siyasi planlar da yüklenmek suretiyle siyasi bir söylem
olarak kullanılmaktadır. İddia makamının bu siyasi söylemleri, adeta bir ölçü
norm gibi kabul etmesini, hukuken izah mümkün değildir. Çünkü bir takım siyasi
aktörlerin argümanlarının Anayasa ve yasa yerine ikame edilmesi halinde, orada
hukuktan, adaletten ve hukukun evrensel kuralarından söz edilemez.
İddia makamının BOP konusundaki ek iddiaları, bir takım
senaryoları ve muhayyel planları esas almaktadır. Amerika'da çıkan bir dergide
yayımlanan bir yazı ve haritadan hareketle Hükümetin bölge ülkelerinin
sınırlarını değiştirmek, Irak'ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin
kurulmasına destek olmak ve Türkiye'nin üniter yapısını ve ulus-devlet
kimliğini zayıflatmak ya da değiştirmek gibi bir planın ve çabanın içinde
olduğunu iddia etmek, temelsiz ve ideolojik bir suçlamadan ibarettir.
Ortadoğunun karmaşık siyasi yapısı, iç dengeleri ve sorunları hakkında yapılan
resmi ve gayr-ı resmi değerlendirmeleri, yorumları ve gelecek senaryolarını,
muhayyel bir planın parçası olarak görmek ve Hükümeti de bu planın destekçisi
olmakla suçlamak, en temel uluslar arası siyaset ve ilişkiler kavramlarından ve
tartışmalarından haberdar olmamak anlamına gelmektedir.
Benzer bir bilgi ve yorum hatası, Türkiye'nin Birleşmiş
Milletler Genel Sekreteri'nin himayesinde İspanya ile eş başkanlığını yaptığı
'Medeniyetler İttifakı' girişimi için de yapılmaktadır. Bütün resmi beyan ve
belgelerde de açıkça ifade edildiği gibi bu girişimin amacı, dünya barışına
katkı sağlamak, medeniyetlerin çatışması gerektiğini savunan görüşleri boşa
çıkartmak ve Türkiye'nin de içinde olduğu bölgesel ve küresel barış ortamına
katkı sağlamaktır. Geçmişinde farklı din, dil ve kültürlerle bir arada yaşamış
ve bu konuda engin bir tecrübeye sahip olmuş Türk devletinin ve Anadolu
insanının günümüzün sorunlarına ilgisiz kalması düşünülemez. Bir arada yaşama
tecrübesini uluslararası bir proje haline getiren bu girişimin temel hareket
noktası ve referansları, kendi tarihimizde bulunmaktadır.
Medeniyetler İttifakı girişimi çerçevesinde doğudan ve
batıdan dünyanın önde gelen ilim ve fikir adamlarından müteşekkil bir akil
adamlar grubu oluşturulmuş ve bu grubun hazırladığı rapor, 12 Kasım 2006'da
dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın başkanlığında İstanbul'da yapılan bir
toplantıda kamuoyuna açıklanmıştır. Bu toplantıda Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı
Recep Tayip Erdoğan, İspanya Başbakanı Jose Luis Zapatero, İslam Konferansı
Teşkilatı Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğu ve pek çok üst düzey
yetkili hazır bulunmuştur. Akil adamlar grubunun raporunda bölgesel ve küresel
barışın önündeki engeller dile getirilmiş; siyasal temsil, gençlik, göç ve medya
alanlarında atılması gereken somut adımlar tartışılmıştır. Raporda da dile
getirildiği üzere, bölgesel ve küresel çatışmalar farklı toplum ve kültürler
arasındaki farklılıkları derinleştirmekte ve çatışmaya yol açmaktadır.
Medeniyetler İttifakı girişimi çatışmanın değil, barış ve uzlaşmanın hakim
olması için atılmış önemli bir adımdır. Bu adımı 'bir başka siyasi hegemonya
projesi' olarak nitelendirmek, ancak bu konudaki bilgisizliğin ve ideolojik ön
yargının ürünü olabilir.
İlk cevabımızda da belirttiğimiz gibi Türkiye'nin
bölgesel ve küresel platformlarda etkin olması, ulusal birlik ve beraberliğini,
üniter yapısını güçlendiren bir etkiye sahiptir. Küreselleşmenin bütün
dengeleri altüst ettiği bir dünyada milli güvenlik, ulusal sınırların ötesinde
başlamaktadır. Türkiye'nin sınır güvenliğinden dış tehditlere, insan ve
uyuşturucu kaçakçılığından terörizme kadar pek çok kronik soruna çözüm bulması
bir 'ileri cephe siyaseti' izlemesiyle mümkündür. Nitekim Türkiye'nin bu
alanlarda attığı adımlar, geliştirdiği yaklaşımlar ve politikalar, sadece
Türkiye'nin bölgedeki ve dünyadaki itibarını arttırmamış, aynı zamanda
Türkiye'nin ulusal güvenliğini güçlendirmiş ve terörizmle mücadelesindeki haklı
konumunu bütün dünya kamuoyuna anlatmasını sağlamıştır.
Diğer yandan, Başsavcılık esas hakkındaki görüşünde
partimizin '22 Temmuz 2007 seçimlerinden güçlenerek çıkınca kendisini siyasal
rejimin gözünde meşrulaştıracak iç ve dış ittifaklara (AB dahil) sırt çevirmiş'
olduğunu ileri sürmektedir (Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, esas hakkındaki
görüş, s.11). Bu iddianın gerçekle bir ilgisi yoktur. 2006 ve 2007 yıllarında
Türkiye'nin AB üyelik sürecinde görülen yavaşlama, büyük ölçüde Kıbrıs
meselesinde yaşanan siyasi tıkanmadan kaynaklanmıştır. AK PARTİ hükümeti Kıbrıs
Türk kesimini haksız ve mağdur duruma düşüren her türlü teklif ve düzenlemeye
şiddetle karşı çıkmış ve AB kararlarını eleştirmiştir. Türkiye'nin yoğun
çabaları ve kararlı tutumu sonucunda AB yetkilileri Kıbrıs sorununu çözmeden
Kıbrıs Rum kesiminin Avrupa Birliğine tam üye kabul edilmesinin büyük bir hata
olduğunu kabul ve itiraf etmişlerdir. Fakat üye olduktan sonra tam veto
yetkisine sahip olan Kıbrıs Rum kesimi, her tür barış ve uzlaşı girişimine
karşı olduğunu söz ve davranışlarıyla ortaya koymuştur.
Kıbrıs Rum kesiminin uzlaşmaz tutumundan kaynaklanan
siyasi sorunlar bir kenara bırakıldığında müzakere süreci teknik düzeyde
kesintiye uğramamış; tarama, uyum ve yeni fasılların açılıp kapanması ve
müzakeresi devam etmiştir. Fransa ve Almanya gibi bazı AB üyesi ülkelerin
muhalefetine rağmen bu süreç bugün de devam etmektedir.
AK PARTİ hükümetlerinin yürüttüğü dış politikanın,
tamamen ülkemizin ve milletimizin yüksek menfaatlerini gözetmeye yönelik
olmasına rağmen, iddianamede ve esas hakkındaki görüşte adeta laikliğe
aykırılığın kanıtı olarak sunulmaya çalışılması bu tür iddiaların gerçeklikten
kopuk ve hayal mahsulü olduğunu göstermektedir.
Esasen demokrasilerde temel dış politika tercihlerinin
belirlenmesi ve bunların uygulanması yetkisi siyasi sorumluluğa sahip olan
hükümetlere ait olup, bunların parti kapatma davalarına konu edilmesi de mümkün
değildir.
VIII - ANAYASA, İKTİDAR PARTİSİNİN ODAK OLMASINA İMKAN
VERMEZ
Türkiye'de 'yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve
Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasa ve kanunlara uygun olarak yerine getirilir
ve kullanılır.'(Anayasa, m. 8) 'İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı
yargı yolu açıktır.' (Anayasa, m. 125/1) Yürütme görevini ifa eden AK PARTİ
Hükümetlerinin bütün idari eylem ve işlemleri, yargı denetimine açıktır.
Yapılan işlemde Anayasa veya yasalara aykırılık olması halinde, mahkeme
kararıyla iptali mümkündür.
'Yasama yetkisi, Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet
Meclisine aittir. Bu yetki devredilemez.' (Anayasa, m. 7) Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin yasama faaliyetleri, hem kamuoyunun, hem meclis içi ve dışı siyasi
partilerin ve hem de sivil toplum örgütlerinin açık denetimine tabidir. Bunun
yanında Cumhurbaşkanı da çıkan yasaları bir daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük
Millet Meclisine geri gönderebilir (Anayasa, m. 89). Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin kabul ettiği yasalara karşı, hem Cumhurbaşkanı ve hem de
Anamuhalefet Partisi, Anayasa Mahkemesi'ne iptal davası açma hakkına sahiptir.
Mahkeme, Anayasaya aykırılık görmesi halinde, yasayı iptal eder, aksi takdirde
davayı reddeder (Anayasa, m. 148, 149, 150).
AK PARTİ Hükümetlerinin icraatları, İdari Yargı'nın
denetimine, Meclis Grubunun katkısıyla çıkarılan yasalar ise Anayasa
Mahkemesi'nin denetimine tabidir. Yürütme organının Anayasa ve yasalara aykırı
idari eylem ve işlemleri, idari yargı tarafından; yasama organının Anayasaya
aykırı yasama çalışmaları ise Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilir.
Bu nedenlerle demokratik hukuk devletinde iktidar
partisinin, Anayasa'nın 68'inci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin
odağı olması mümkün değildir. Çünkü Anayasa ve Anayasanın kurduğu sistem,
iktidar partisinin odak olmasına imkan vermemektedir. Esasen, kuvvetler
ayrılığının anlamı ve önemi de burada yatmaktadır.
IX- İKTİDAR PARTİSİNİN KAPATILMASININ İSTENMESİ
DEMOKRATİK DEVLET İLKESİNE AYKIRIDIR
1961 Anayasası ve 1982 Anayasası'nın 2'inci maddesine
göre, 'Türkiye Cumhuriyeti ' demokratik ' bir ' devlettir''
'Demokratik devlet, egemenliğin bir kişi, zümre veya
sınıf tarafından, belli sınıflar yararına kullanılmadığı, serbest ve genel
seçimin iktidara gelmede ve iktidardan ayrılmada tek yol olarak kabul edildiği
ve iktidarın bütün millet yararına kullanıldığı' bir idare biçimidir.' (Anayasa
Mahkemesi, 1963/173 E., 26.09.1965 Tarih ve 1965/40 K., AMKD, S. 4, Sahife:
301)
Türkiye'nin demokrasi serüveni incelendiğinde, Türkiye'de
siyasal iktidarların, zaman zaman askeri darbelerle ve bazen de hukuk
kullanılarak Meclis içi usullerle veya mahkemelerde açılan davalar bahane
edilerek oluşturulan ortamlarda antidemokratik, hukuka uygun düşmeyen
yöntemlerle el değiştirdiği kuşkuya yer bırakmayan tarihi birer gerçekliktir.
Ülkemizde yaşanan bu tecrübeler, iktidar mücadelesinde hukuk dışı ve
antidemokratik bir geleneğin oluşmasına yol açmıştır. Bu nedenle ''siyasal
iktidarı sandıkta kaybedenler, iktidarı ele geçirmenin başka yollarını
arıyorlar. Bir demokraside siyasal iktidarı ele geçirmenin yolu sadece ve
sadece sandıktır. Sandıkta kaybedenlerin yapması gereken şey, halkı ikna ederek
gelecek seçimleri kazanmaktan ibarettir' Bir demokrasi de iktidar olmanın yolu,
' halktan ve halkın temsilcilerinden geçer. ( Kemal Gözler, 'Hukukun Siyasetle
İmtihanı: Kim Sınıfta Kaldı'', Türkiye Günlüğü, Yıl; 2007, Sayı; 89, s.16)
Parlamenter sistemlerde iktidarda olan siyasi partinin
genel başkanı, aynı zamanda devletin de Başbakanı olmaktadır. İktidardaki
siyasi partinin kapatılması ve genel başkanına siyasi yasak konması halinde,
hükümet de kendiliğinden düşer.
Bu; sandıkta kaybedenlerin mahkeme önünde kazanması veya halk
nezdinde haksız çıkanların yargı organları önünde haklı çıkması ve mahkeme
kararıyla hükümet değişikliği veya hükümetin düşürülmesidir. Dünyanın hiçbir
demokratik ülkesinde, halkın vermediği iktidarı mahkemeler veremez ve halkın
yapmadığı hükümet değişikliğini mahkemeler yapamaz. Mahkeme kararlarıyla
iktidarların değiştiği ülkeler demokratik devletler değil, jüristokratik
devletlerdir.
Bu nedenle iktidar partisi olan Ak Parti hakkında kapatma
davası açılması veya yargılama sonunda kapatma kararı verilmesi, Anayasa'nın
ikinci maddesinde ifadesini bulan 'demokratik devlet' ilkesine tartışmasız
aykırıdır.
Sayın Başkan,
Sayın üyeler,
Burada ayrıca Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısının 1 Temmuz 2008 tarihinde Yüksek Mahkeme huzurunda sunduğu sözlü mütalaası
üzerinde de kısaca durmak istiyorum.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının yaptığı sözlü
açıklamalar, esasen iddianame ve esas hakkındaki görüşte dile getirilen
iddiaların bir tekrarı niteliğindedir. Bu iddiaların hiçbir olgusal ve hukuki
dayanağının bulunmadığı ön ve esas cevaplarımızda ve şu ana kadar sunduğum
sözlü açıklamalarımızda ayrıntılı olarak üzerinde durduk. Bununla birlikte, öne
çıkan bazı konular hakkında partimizin görüşlerini tekrarlamakta fayda
görüyoruz.
1) AK PARTİNİN İDDİA MAKAMINA CEVAPLARI HUKUK
ÇERÇEVESİNDEDİR
İddia makamı, partimizin 'hukuki bir savunma yapmak
yerine', kendilerini 'hedef alan; hiçbir
hak, insaf ve nefaset ölçüsüne riayet edilmeden küçültücü sıfat ve
tanımlamalarla saldırıya geçmiş' olduğunu ileri sürmektedir. Bu suçlamayı kabul
etmemiz mümkün değildir. Hakkımızdaki iddialara verdiğimiz cevaplarda herhangi bir kurumu hedef alan, küçültücü sıfat
ya da tanımlamalara yer veren ifadeler bulunmamaktadır.
Ancak, hemen belirtelim ki ortada bir saldırı vardır. Bu
saldırının muhatabı da partimizdir. Varlık nedeni demokrasiyi geliştirmek olan
bir partinin demokrasiye yönelik 'açık ve
yakın tehlike' olarak gösterilmesi başlı başına bir saldın değil midir'
En büyük gayesi toplumsal barışı ve kamu düzenini korumak olan bir partiyi,
aslı olmayan ve üretilmiş sözde delillerle 'şiddete teşvik'le suçlamak saldırı
değilse nedir' Kurulduğu günden beri aziz milletimizin daha müreffeh bir ülkede
yaşaması ve devletimizin bölgesinde ve tüm
dünyada sözü geçen bir siyasi aktör haline gelmesi için gece gündüz çalışan bir partiyi, adeta emperyalizmin uşağı
olarak lanse etmek 'küçültücü sıfat' kullanmak değilse nedir' Bu Örnekleri çoğaltarak, vaktinizi daha fazla
almak istemiyorum. Ancak, bilinmesi
gerekir ki, partimiz kendisine yöneltilen bu tür haksız ve insafsız saldırılar
karşısında, tamamen hukuki çerçevede kalarak, hak, insaf ve nefaset ölçüleri
içerisinde hukuki cevaplarını vermiştir. Bizim yaptığımız iş, en temel insan
hakkı olan savunma hakkını kullanmaktır, hiç kimseyi incitmek değildir.
2) İDDİA MAKAMININ SÖYLEMİNE SİYASİ/İDEOLOJİK DİL
HAKİMDİR
Bu davada iddia makamı, baştan beri partimize yönelik
suçlamalarını siyasi ve ideolojik bir dil kullanarak yöneltmektedir. Bunun son
örneği iki gün önce huzurunuzda yaptıkları sözlü açıklamalardır. İddia makamı
burada da 'Cumhuriyet tarihinin 'gerici ayaklanmalara tanıklık ettiği', 'yüksek
bir medeniyetin temsilcisi olduklarını iddia edenler'in dünyanın her tarafında,
Özellikle de ülkemizin içinde bulunduğu coğrafyada 'acımasız uygulamalanm sergilemekte'
olduğu ve 'emperyalizmin icadı ılımlı İslam rejimini bu ülkeye dayatacaklarını
sananlar'ın hüsrana uğrayacaklan gibi tamamen
siyasi ve ideolojik yaklaşımları yansıtan bir söylemi benimsemiştir.
Bu siyasi retoriği, marjinal bazı
siyasi partilerin beyanlarından veya yayın organlarından biliyoruz. İktidara geldiğimiz andan
itibaren kendilerini soğuk savaş döneminden
kalma etiketle 'anti-emperyalist' olarak niteleyen bazı siyasi grupların
partimize yönelttiği bu tür ithamların hakkımızda açılan bir davada da karşımıza çıkması düşündürücüdür. Çoğu
kez gülerek okuyup geçtiğimiz ve hiçbir şekilde ciddiye almadığımız bu tür
siyasi mizah konusu olabilecek sözleri, kamu adına hareket eden ve
tarafsız olması gereken bir iddia makamının kullanması bizi üzmüştür.
Daha da ilginci, iddia makamı, sözlü
açıklamalarında adeta muhalefet partisi mensubu
gibi davranarak, 'işsizlik, ekonomik kriz, kuraklık, çevre sorunları, katlanan
dış borçlar ve büyüyen cari açık, tıkanan AB süreci, etnik ve bölücü terör
gibi çözüm bekleyen onlarca temel sorun artarak büyürken' iktidar partisinin
'türbanı son altı yılın en önemli sorunu olarak' sunduğunu ileri sürmektedir.
İddia makamının bu siyasi değerlendirmeleri bile hukuki zeminde kalması gereken
bir davanın doğal mecrasından çıkarıldığım göstermek için yeterlidir.
Halbuki AK PARTİ hükümetleri, Türkiye'yi her alanda
bir adım daha ileri götürmüşler, ülkenin bütün sorunlarının üzerine gitmiş ve
önemli bir kısmını da çözmüştür. AK PARTİ ile birlikte Türkiye'nin itibarı hem
içeride ve hem de dışarıda artmıştır. İddia makamının bu beyanı karşısında
Türkiye'nin AK PARTİ ile nerelere geldiğini gösteren bazı temel göstergeleri
(Devletin resmi kayıtlarından) ekte sunuyoruz vermekte fayda vardır: (EK-
34).
3) AK PARTİ'NİN ILIMLI İSLAM PROJESİ YOKTUR
AK PARTİ'nin ılımlı İslam projesi yoktur. Hiçbir zaman da
böyle bir düşüncesi ve projesi olmamıştır. Bundan sonrada olmayacaktır. İddia makamının bu konudaki iddiası, gerçek dışıdır
(Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın sözlü mütalaası, s. 1) Bu, AK PARTİ'ye
karşı olanların, partimizi yıpratmak adına kullandıkları ideolojik ve siyasi
bir argümandır. Partimize dönük gerçek dışı bir karalama kampanyasının sloganı
haline gelmiş 'ılımlı İslam' yakıştırma ve yaftasının iddia makamı tarafından
da gerçekmiş gibi takdimi, hukuken kabul edilemez. Kaldı ki AK PARTİ Genel
Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, pek çok açıklamasında bu iddiayı
reddetmiştir.
4) AK PARTİ ATATTÜRK'ÜN GÖSTERDİĞİ MUASIR MEDENİYETİN
ÜZERİNE ÇIKMAK İÇİN ÇALIŞMIŞTIR
İddia makamının, partimizin ATATÜRK'e hakaret ettiği ve
saldırıda bulunduğu yönündeki iddiaları, asılsızdır ve mesnetsizdir (Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın sözlü mütalaası, s. 2). İddia makamı, bu iddiasını
ispat için hiçbir somut delil gösterememiştir. Kimi gazetelerdeki haber ve
yorumlar ile televizyon programlarında yapılan konuşmaların AK PARTİ ile hiçbir
ilgisi yoktur. AK PARTİ'lilerin yapmadığı haber, yorum, program ve beyanlar
nedeniyle partimizin itham edilmesi kabul edilemez.
Kaldı ki AK PARTİ; hiçbir zaman Gazi Mustafa Kemal
ATATÜRK'e saldırmamış, onu karalamamış, ona hakaret etmemiş, başkalarının
bunları yapmasına da rıza göstermemiş ve izin vermemiştir.
AK PARTİ, 'Atatürk ilke ve inkılaplarını, Türk toplumunu
çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarmanın en önemli vasıtası olarak algılar
ve bunu toplumsal barışın bir unsuru olarak görür.' (AK PARTİ Programı, 2.1 Temel Hak ve Özgürlükler başlığı
6. paragraf)
AK PARTİ, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurucusu Gazi
Mustafa Kemal ATATÜRK'e, onun emanet ve hedeflerine samimiyetle sahip çıkmış,
devletimizi ve milletimizi onun gösterdiği muasır medeniyetin ilerisine taşımak
için gecesini gündüzüne katarak çalışmıştır. AK PARTİ, bu anlayış ve
yaklaşımından hiçbir biçimde bugüne kadar taviz vermemiştir. Nitekim Partimiz üyesi ve İstanbul Büyükçekmece Mimar
Sinan Belde Belediye Başkanı Cuma Bozgeyik, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi
Mustafa Kemal ATATÜRK hakkında anlattığı ifade edilen fıkra nedeniyle ve
partimizden temelli ihraç istemiyle 06.03.2007 tarih ve 147 Sayılı kararla
(İstanbul İl Başkanlığı) İstanbul İl Disiplin Kurulu'na sevk edilmiş ve sonuçta
12.03.2007 tarihinde İstanbul İl Disiplin Kurulu oy birliği ile Cuma
Bozgeyik'in kesin ihracına karar vermiştir (AK PARTİ İstanbul İl Disiplin
Kurulu, Dosya no: 2007/1; Karar no: 2007/1) (EK- 35).
5) AK PARTİ HİÇ BİR ANAYASAL KURUMUN VARLIĞINI TARTIŞMAYA
AÇMAMIŞTIR
AK PARTİ, hiçbir anayasal kurumun varlığını tartışmaya
açmamıştır. İddia makamının bu konudaki yaklaşımı da (Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın sözlü mütalaası, s. 2) asılsızdır.
İddia makamı, bu iddiasını açıkça ifade etmesi yetmez,
bunu delilleriyle ispat etmesi lazımdır. Böylesi bir ispatı var mı' yok.
İddia makamının; Yargıtay eski Başkanı Eraslan Özkaya ve
Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Mustafa Bumin'in görüşlerini ile kimi mahkeme
kararlarının eleştirilmesini ve yargı adına yapılan kimi açıklamalara cevap
verilmesini, yargının varlığını tartışmaya açmak ve yargının kaldırılmasını
istemek olarak algılaması hukuken kabul edilemez.
Mahkeme kararları da eleştirilebilir. Mahkeme
kararlarının bağlayıcı olması, onların eleştirilmez olduğu anlamına gelmez.
Nitekim Yüksek Mahkeme'nin pek çok değerli Başkanı da aynı kanaattedirler.
'Anayasa Mahkemesi kararlarının kesin ve bağlayıcı olması, onların
eleştirilemez olduğu anlamına gelmemektedir. Diğer deyişle, mahkeme kararlarına
uyma yükümlülüğü, söz konusu kararları eleştirme hakkını ortadan
kaldırmamaktadır. Bir hukuk devletinde, yargı kararlarının da eleştirilebilmesi
doğaldır. Mahkeme kararlarının oybirliği ile alınmadığı durumlarda, azlık oyu
kullanan üyelerin düşüncelerinin de bu anlamda karşı hukuki düşünceyi
oluşturduğu açıktır. Anayasa Mahkemesi'nin işin esasına girerek reddettiği
konularda on yıl geçtikten sonra tekrar başvuruda bulunulabilmesi, Anayasa
Mahkemesi kararlarının eleştiriye açık ve değişebilir nitelikte olduğunun bir
diğer kanıtıdır. Bir hukuk devletinde, mahkeme kararlarının gerek akademik
çevrelerde, gerekse uygulayıcılar tarafından ele alınıp incelenmesi gerekli ve
yararlıdır. Bu tür eleştirilerin yargıya yeni ufuklar açma olasılığı her zaman
vardır. Bununla birlikte, doğruyu bulmak adına yapılacak eleştirilerin belirli
bir düzeyde ve nitelikte olması gerektiği de kuşkusuzdur.' (Tülay Tuğcu,
Anayasa Mahkemesi eski Başkanı, Anayasa Mahkemesi'nin 44. kuruluş günü töreni
konuşmasından)
6) LAİKLİK SİYASİ VE HUKUKİ BİR
İLKEDİR
AK Partinin laiklik ilkesinin içeriğini boşalttığı
iddiası dayanaksızdır. Tersine partimiz,
demokrasi, hukuk devleti ve insan haklan gibi kavramlarla buluşturmak suretiyle
laikliğe içerik kazandırmış, geniş toplum kesimlerince bu ilkenin
benimsenmesine katkıda bulunmuştur.
Laik devlet, bireylerin şu ya da bu
nedenle tercih ettikleri yaşam biçimlerine uygun
olarak birbirlerine zarar vermeden bir arada var olmasını sağlamaya yönelik
hukuksal ve siyasal bir ortamı sağlamakla yükümlüdür. Bunun yolu da iki şartın
gerçekleşmesinden geçer. Birincisi, toplumdaki farklı dinlerin ya da inançlann
esasları devlet yönetimine hakim olmayacak. Kısacası, laik devlette yönetim din
kurallarına dayanmayacak. İkincisi, laik devlet toplumda mevcut olan tüm
dinler, inançlar ve inançsızlıklar karşısında eşit mesafede duracak. Laikliğin
bu ikinci unsuru, özellikle bireylerin din ve vicdan özgürlüklerini teminat
altına almaktadır.
İddia makamının, partimizin
'laikliği toplum içindeki inançlara göre
tayin edip her inanca hak ve özgürlük tanınması biçiminde yorumladığı' biçimindeki tespiti yanlıştır. AK Parti laikliği
kesinlikle 'toplum içindeki inançlara göre tayin edilecek' bir kavram
olarak görmemektedir. Toplum içindeki inançlar karşısında devletin siyasi
bakımdan tarafsızlığım gerektiren bir kavram olarak görmektedir. Bu anlamda
laiklik, elbette toplumda var olan her inanç mensubunun hak ve özgürlüklere
sahip olmasını gerektirir. Halbuki, laikliği bir yaşam biçimi olarak yorumlayan anlayış, belli inançları
otomatik olarak dışlayacak, bu da beraberinde bazı kişilerin hak ve
özgürlüklerden mahrum bırakılması sonucunu doğurabilecektir.
Sonuç olarak, laikliği bir 'yaşam biçimi' olarak görmek
bu ilkenin içeriğini boşaltmak anlamına
gelmektedir. Onu siyasi ve hukuki bir ilke olmaktan çıkararak,
bireylerin gündelik hayat tarzlarıyla ilgili bir kavram haline getirmek laikliğin toplumsallaşmasını da
engelleyecektir.
7) AK PARTİ'NİN LAİKLİK ANLAYIŞI TOPLUMU TARİKATLARA GÖRE
ŞEKİLLENDİRME ANLAYIŞI DEĞİLDİR
İddia makamının; partimizin laikliği nasıl yorumladığına
ilişkin değerlendirmesi ve tarikatlara göre devleti ve toplumu şekillendirmek
istediği iddiası, geçek dışıdır. İddia makamının iddiasına delil olarak
gösterdiği Dengir Mir Mehmet Fırat'a ait olduğu söylenen; 'dini her alandan
kovan felsefi bir laikçiliğin temsilcisi değiliz.' sözü, laikliğe aykırı
değildir. Çünkü laiklik, dini her alandan kovan bir anlayışı değil, din ve
vicdan özgürlüğünün, herkesin serbestçe dinin ibadet, ayin ve törenlerinin
yapmasının ve bundan dolayı da suçlanıp kınanmamasının teminatıdır (Anayasa, m.
24). Eğer iddia makamının yaklaşımı benimsersek, o vakit, camide ezan okunması,
kilisede çan çalınması, Cuma namazı ve bayram namazı kılınması, kurban
kesilmesi, cenaze namazı kılınması, hac ibadeti yapılması gibi dinin dışa
yansıyan bütün tezahürlerini laikliğe aykırı görüp yasaklamak gerekecektir.
Halbuki laiklik, kişilerin dini inançlarının gereklerini hür ve emniyet içinde
yapmasının teminatıdır.
Adalet ve Kalkınma Partisi, cumhuriyetimizin laik
niteliğine bağlıdır. 'Partimiz, laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin,
sivilleşmenin, demokratikleşmenin, inanç özgürlüğünün ve fırsat eşitliğinin
esas kabul edildiği bir zemindir.' (AK PARTİ Programı, Giriş, s. 1)
AK PARTİ'nin benimsediği laiklik anlayışı, 1982
Anayasa'sında yazılı olan laiklik anlayışıdır. Bu anlayışımızı; ilk cevabımız,
esas hakkındaki cevabımız ve sözlü cevaplarımızın önceki kısımlarında detaylı
bir biçimde izah ettik.
8) AK PARTİ'NİN ANAYASAL SİSTEMİ DİN KURALLARINA DAYALI
BİR REJİME DÖNÜŞTÜRMEK GİBİ BİR AMACI VE ÇALIŞMASI YOKTUR
İddia makamının, partimizin asıl amacının, anayasal
sistemi din kurallarına dayalı bir rejime dönüştürmek için sistemli bir biçimde
çalıştığı ve bunu bir plan dahilinde aşamalı olarak yürürlüğe koyduğu iddiası,
hayal ve vehim ürünü asılsız ve mesnetsiz iddialardır(Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın sözlü mütalaası, s. 4-5).
Çünkü:
a) AK PARTİ, söylemlerinde dini referanslar
kullanmamıştır.
AK PARTİ Meclis Grubunun desteği ile başta Türk Ceza
Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu, Kabahatler Kanunu, Ceza ve Güvenlik
Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun,
Aile Mahkemelerinin Kuruluş, Görev Ve Yargılama Usullerine Dair Kanun, Adli
Yargı İlk Derece Mahkemeleri İle Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev Ve
Yetkileri Hakkında Kanun, Avrupa Birliği Uyum Komisyonu Kanunu, İş Kanunu,
Karayolu Taşıma Kanunu, Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu, Bilgi Edinme Hakkı
Kanunu, Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev Ve Yargılama Usulleri Hakkında
Kanunda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun, Dernek Ve Vakıfların Kamu Kurum
Ve Kuruluşları İle İlişkilerine Dair Kanun, Basın Kanunu, Büyükşehir Belediyesi
Kanunu, Belediye Kanunu, Çocuk Koruma Kanunu, Nüfus Hizmetleri Kanunu,
Uluslararası Çocuk Kaçırmanın Hukukî Yön Ve Kapsamına Dair Kanun,
Milletlerarası Özel Hukuk Ve Usul Hukuku Hakkında Kanun Ve Tanık Koruma Kanunu
gibi temel yasalar olmak üzere bugüne kadar 1006 kanunun yasalaşmasına katkıda
bulunmuştur.
AK PARTİ Meclis Grubunun katkılarıyla bugüne kadar hiçbir
yasal düzenleme yapılmamıştır.
b) İddia
makamının; 'İkinci husus, laikliğe aykırı söylemlerin düzeyinin, partinin
kuruluşundan kapatma davasının açıldığı tarihe kadar yükselen bir ivme izlemiş
olması' (Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Sözlü Mütalaa, s. 4) iddiası,
asılsızdır. Çünkü olmayan söylemlerin, yoğunlaşmasından ve giderek artan bir
ivme kazanmasından söz edilemez.
c) İddia
makamının; partimizin gerginlik politikasını sıklıkla kullandığı iddiası da
(Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Sözlü Mütalaa, s. 4) asılsızdır.
Çünkü AK PARTİ, hiçbir
zaman gerginlik politikası uygulamamıştır. Yükseköğrenim hakkının
kısıtlanmasına yol açan sorunların tartışılması ve çözümünün aranması, bugünün
konusu değildir. Yaklaşık 28 senedir bu sorun, ülkemizin gündemindedir. Bu
konuda konuşmadık kimse yoktur. Bu sorun, 1989 ve 1991'de yasal düzenlemelere,
1993'te Meclisin incelemesine konu olmuş ve değişik vesilelerle de Anayasa
Mahkemesi'nde dava konusu olmuş ve hakkında kararlar verilmiştir. Böylesi köklü
bir sorunun çözümünde AK PARTİ'nin benimsediği üslup, 'mutabakatla çözümdür.'
Mutabakatın iki ayağı var, biri toplumsal mutabakat, diğeri kurumsal mutabakat.
Kurumsal mutabakat, Meclis içindeki partilerin mutabakatıdır. AK PARTİ, bu
mutabakatlar oluşmadan sorunun çözümünü gündemine almamıştır. Sorunun çözümünü
talep edenlere karşı hep, 'Biz sorunun mutabakatla çözümünden yanayız, gerilim
istemiyoruz' şeklinde cevaplar verilmiştir. Bu cevaplar, iddianamede de yer
almıştır. Toplumsal ve kurumsal mutabakat oluştuktan sonra, sorunun çözümü
gündeme gelmiştir. Anayasa'nın 10 ve 42'inci maddelerinde yapılan
değişiklikler, AK PARTİ, MHP, DTP, BBP' ye mensup milletvekilleri ile bağımsız
bazı milletvekillerinin oylarıyla yasalaşmıştır. Gerilimden yana olan bir
parti, böyle bir yaklaşım içinde olabilir mi'
AK PARTİ iktidarı döneminde yapılan Anayasa
değişikliklerinden birisi ANVATAN Partisi, ikisi MHP ve DTP ile diğerlerinin
tamamı ise CHP ile birlikte yapılmıştır. AK PARTİ, tek başına hiçbir Anayasa
değişikliği yapmamıştır.
AK PARTİ'nin Meclis Grubunun katkılarıyla çıkarılan Türk
Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu, Kabahatler Kanunu ve benzeri pek çok kanun
Mecliste sağlanan uzlaşmayla çıkarılmıştır.
Bunlar, gerginlikten yana olan bir partinin yapacağı bir
iş değildir.
Buna rağmen 'mutabakat, toplumsal mutabakat' gibi uzlaşma
ve hoşgörü ifade eden kavramlardan iddia makamının, gerilim üretmesi ve bunda
gizli anlamlar arayıp partimizi kendince ihdas ettiği gizli manalarla itham
etmesi, hukukun evrensel kuralları ve Anayasaya aykırıdır.
d) AK PARTİ'nin
iktidar gücünü kullanarak temin ettiği bir medya yoktur. Basın ve yayın
organlarında yer alan haber ve yorumlarla partimizin ilişkilendirilmesi, mümkün
değildir.
e) AK PARTİ'nin laik cumhuriyetin ve demokrasinin
güvencesi olan kurumlara dönük bir saldırısı kesinlikle yoktur. AK PARTİ, hiçbir kurum veya kuruluşa 'Statükocu' veya
'Darbeci' dememiştir.
10) AK PARTİ ŞERİATI VE ÇOK HUKUKLU BİR DÜZENİ
AMAÇLAMAMIŞ VE SAVUNMAMIŞTIR
AK PARTİ'nin anayasal düzeni değiştirip yerine şeriat
devleti kurma düşüncesi, niyeti, amacı ve çalışması hiçbir zaman olmamıştır,
bundan sonra da olmayacaktır. Bu konuda partimize yönelik itham ve isnatların
tamamı, asılsızdır. Çünkü:
a) 'Partimiz,
laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin, sivilleşmenin, demokratikleşmenin,
inanç özgürlüğünün ve fırsat eşitliğinin esas kabul edildiği bir zemindir.' (AK
PARTİ Programı, Giriş, s. 1)
AK PARTİ, kutsal dini değerlerin istismar edilerek
siyaset malzemesi yapılmasını dinin; siyasi, ekonomik veya başka çıkarlara alet
edilmesini; Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen
de olsa din kurallarına dayandırmayı, reddeder(AK PARTİ Programı, Temel hak ve
özgürlükler, m. 2.1, s. 2). Anayasa da; 'Kimse, Devletin sosyal, ekonomik,
siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma
veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle
olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri
istismar edemez ve kötüye kullanamaz.' (Anayasa, m. 24/4) demektedir. Görüldüğü
gibi AK PARTİ'nin laiklik anlayışı anayasa ile uyumlu olup, devletin anayasal
düzeninin dine dayandırılması anlayışına karşıdır.
AK PARTİ , din ve devlet işlerinin bir birinden ayrı
olmasını, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmış sayılmasını ise ;
devletin bütün dinlerin mensuplarına eşit davranması, din kurumlarıyla devlet
kurumlarının ayrılmış olması, hukuk kurallarının din kurallarına
dayandırılmaması, hukuk kurallarının din kurallarına uyma zorunluluğunun
bulunmaması, devlet yönetiminin dine dayanmaması ve devlet yönetiminin din
kurallarından etkilenmemesi olarak görmektedir (AK PARTİ Programı, Temel hak ve
özgürlükler, m. 2.1, s. 2). Anayasa'da aynı ilkeleri benimsemiştir.
b) AK PARTİ, 14
ağustos 2001'de kurulmuş ve kısa süre sonra da milletin iradesiyle iktidar
olmuştur. İktidar olduğu için de laiklik konusu dahil her konudaki anlayış,
yaklaşım ve uygulaması, aleni ve milletimizin gözü önündedir. Ak Parti'nin
gizli bir anlayışı, gizli bir tüzüğü, gizli bir programı, gizli bir amacı ve
gizli bir niyeti yoktur. Hiçbir zaman da olmamıştır.
Ak Parti iktidar olduğu günden bugüne, kimsenin; dini
inanışına, düşünce ve kanaatine, ibadetine, dini ayin ve törenlerine müdahale
etmemiş ve edilmesine de müsaade etmemiştir. Hiç kimse, 'AK PARTİ geldi de
benim dini, sosyal, siyasi, ekonomik vb. hayatım, laiklik ilkesi aleyhine
olumsuz etkilendi veya değişti' diye iddia edemez. Kaldı ki böyle bir iddia da
varit değildir. AK PARTİ, hiç kimseyi dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya
veya değiştirmeye zorlamamış ve başkalarının zorlamasına da izin vermemiştir.
AK PARTİ, hiç kimseyi dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınamamış ve
suçlamamış, başkalarının kınaması ve suçlamasına da göz yummamıştır. Her din,
inanç ve mezhebe eşit mesafede durmuş ve bu duruşunu kararlılıkla sürdürmeye de
özen göstermiştir.
c) AK PARTİ Meclis Grubunun desteği ile başta Türk Ceza
Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu, Kabahatler Kanunu, Ceza ve Güvenlik
Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun dahil toplam 1006 kanunun yasalaşmasına katkıda bulunmuştur.
AK PARTİ Meclis Grubunun katkılarıyla çıkarılmış hiçbir
kanunda, dini referanslı düzenlemeler yapılmamıştır.
d) Avrupa Birliği,
laik sistemin sahibi ve de uygulayıcısıdır. Laik bir sisteme sahip Avrupa
Birliğinin üyesi olma yönünde en önemli adımların atılması ve en önemli
dönemeçlerin geçilmesi, AK PARTİ iktidarlarında olmuş ve neticede Türkiye,
Avrupa Birliği ile müzakere eden ülke statüsüne yükselmiştir. Anayasal düzeni
değiştirmek isteyen, laikliğe karşı olan ve çok hukukluluğu savunan bir
partinin, bütün bunları reddeden Avrupa Birliği'ne üye olmak için mücadele
etmesi ve önemli reformları yapması ve Türkiye'yi müzakere eden ülke haline
getirmesi bir çelişki değil midir'
e) AK PARTİ Meclis Grubunun katkılarıyla Anayasa'nın
90'ıncı maddesinin son fıkrasına '(Ek:
7.5.2004-5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere
ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler
içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma
hükümleri esas alınır.' cümlesinin ilave edilmesi bile tek başına partimiz
hakkındaki şeriat devleti ve çok hukukluluğu savunuyor iddialarını çökertmek
için kafidir. Zira şeriat devletini ve çok hukukluluğu savunan bir partinin,
böyle bir düzenleme yapılmasına katkı vermesi mümkün değildir.
f) 25/4/2006 ve
5490 Sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu'nun 35'inci maddesinin 2'inci fıkrası ile 'Aile
kütüklerindeki din bilgisine ilişkin talepler, kişinin yazılı beyanına uygun
olarak tescil edilir, değiştirilir, boş bırakılır veya silinir.' Hükmü
getirilmiştir. Şeriat devletini isteyen veya çok hukukluluğu savunan bir parti
bunu savunabilir mi'
Sonuç olarak; AK PARTİ, yaklaşık altı senelik iktidar
döneminde; milletimize ve devletimize yaptığı hizmetlerle, laikliğe aykırı
eylemlerin değil, Türkiye Cumhuriyetine, cumhuriyetimizin değişmez ve
değiştirilmesi teklif dahi edilemez niteliklerine ve milletimize hizmetin odağı
olmuştur. Ak Parti ile hem devletimiz, hem cumhuriyetimizin nitelikleri ve hem
de milletimiz daha da güçlenmiştir. Bunun tanığı, Türk milletidir.
i) İddia makamının
şeriat devleti ve çok hukukluluk iddiasını ispat için gösterdiği delillerin hiç
birisi, iddia makamını doğrulamamaktadır, aksine hepsi iddia makamını tekzip
etmektedir. İddia makamı, subjektif yorumlarıyla gerçeği değiştiremez.
Bunlardan af ve ulema konusundaki açıklamalar ile AK PARTİ Genel Başkanı ve
Başbakan hakkındaki 2 ve 50 numaralı iddialara bireysel cevaplarda ayrıntılı
cevap verildiğinden burada ayrıca değinilmeyecektir.
Ancak daha önce açıklanmamış bulunan Devlet Planlama
Teşkilatının 9. Kalkınma Planı kapsamında oluşturulan özel ihtisas komisyonu
raporunda, zekat sisteminin özel kurum ve teşkilatına kavuşturulması, bu
maksatla zekat mağazalar zinciri oluşturulması iddiası üzerinde kısaca
durulacaktır.
İddia makamının bu iddiası da diğerleri gibi asılsızdır.
Çünkü:
- AK PARTİ
Hükümetlerinin böyle bir çalışması ve önerisi olmamıştır.
- Devlet Planlama
Teşkilatı'nın 9. Kalkınma Planı hazırlıkları kapsamında oluşturulan 'Gelir
Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu' taslak raporu
yayınlanmıştır. Bu raporda 'zekat' sisteminin özel kurum ve teşkilatına kavuşturulması,
bu amaçla 'Zekat Mağazalar Zinciri' oluşturulması önerisi yoktur.
- Bu hususu,
komisyonun bir üyesi dile getirmiş; ancak komisyon tarafından kabul görmeyip
reddedilmiştir. Komisyon üyesi birinin sunduğu öneriyi AK PARTİ aleyhine delil
olarak sunan iddia makamının, komisyonun öneriyi reddetmiş olmasına değinmemesi
ve bunu da AK PARTİ lehine delil olarak kullanmaması, açık bir çelişkidir.
- Ayrıca Devlet
Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı da, kamuoyunda çıkan yanlış haberler üzerine,
bir basın duyurusu ile yanlışlığı düzeltmiştir.
11) AK PARTİ HİÇ BİR ZAMAN ŞİDDETİ BENİMSEMEMİŞ, ŞİDDETİ
SAVUNMAMIŞ, ŞİDDETİ TEŞVİK ETMEMİŞTİR
AK Parti, terör ve şiddeti kesin biçimde reddeden, bunu
da eylem ve söylemleriyle açık biçimde ortaya koyan bir partidir. Partimiz
demokratik özgürlükçü ortamı şiddet ve terörün en büyük düşmanı olarak
görmektedir. AK Parti, bunun için çoğulcu demokrasiye sahip çıkılmasını,
iktidara gelmede ve onu koruma yolunda şiddetin değil demokratik seçimlerin
geçerli olduğunu savunan ve bunu eylem ve söylemlerine de açıkça yansıtan bir
partidir.
Terör ve şiddete karşı gerek içeride ve gerekse dışarıda
yürütülen kararlı mücadele kamuoyunun da bilgisi dahilindedir. AK Parti Genel
Başkanı değişik konuşmalarında ısrarla 'terörün dini, ırkı, milleti, vatanı
yoktur.' Nereden gelirse gelsin terörizmin içinde olan, terörizmin hedeflerini
benimseyen herkes teröristtir. Buna karşı mücadelemizi sonuna kadar vermeye
devam edeceğiz' diyerek, terörle hem içeride hem de dışarıda sonuna kadar
mücadele edileceğini vurgulamıştır. (AA. 28.12.2007)
İddianamede partimiz mensupları ile ilgili delillerden
hiçbirisinde en ufak bir şiddet içeren, şiddetle bağlantı kurulması mümkün olan
ya da tahrik çağrısı olarak nitelendirilebilecek bir ifade yer almamasına
rağmen, tamamen zorlama ve artniyetli yorumlarla şiddet bu sürecin içerisine
sokuşturulmaya çalışılmaktadır. Partimizi şiddetle ilintili gösterme gayreti
akıl ve mantığın sınırlarını zorlamaktadır.
İddia makamının bu konudaki iddiasının delili olarak
sunduğu konuların hepsi, ilk cevabımız ve esas hakkındaki cevabımızda detaylı
bir biçimde cevaplandırılmıştır. Onun için tekrarı yapılmayacaktır. Ancak iki
konuyu tekraren ve özetle dile getirmek istiyoruz.
Birincisi, Danıştay saldırısıdır. İddia makamının,
Danıştay saldırsını gerçekleştiren gözü dönmüş katil teröristler ile AK PARTİ
arasında bağ kurma gayretleri, beyhude bir çaba olup, abesle iştigaldir. AK
PARTİ, bu saldırıyı da, bu saldırıyı yapanları da ve bunun arkasında olanları
da lanetlemiştir.
Toplumda infial uyandıran ve herkes tarafından lanetlenen
Danıştay saldırısı ile AK PARTİ arasında dolaylı bir bağ kurma çabaları ve bu
olayın faillerinin kullandığı bazı sözlerin partinin yaklaşımlarına bağlanmaya
çalışılması son derece tehlikelidir.
Türkiye'yi kaosa sürüklemek isteyen odakların
tezgahladığı iğrenç Danıştay saldırısıyla, partimiz arasında bir ilişki kurmaya
yönelik ifadeler, en hafif tabirle, iftiradır.
İddianamede olduğu gibi, esas hakkındaki görüşünde
ve sözlü mütalaasında da iddia makamının 'bir iktidar partisinin tehdit ve
hakarete varan açıklamalarının bu tür saldırıları cesaretlendireceği açıktır'
demek suretiyle adeta bu iftira kampanyasına iştirak etmektedir.
Partimizin herhangi bir yargı organına karşı 'tehdit ve
hakaret' içeren en ufak bir açıklaması olmamıştır. Kamu adına görev yapan bir
yargı mensubunun böyle bir iddiada bulunurken, açık ve somut 'tehdit ve
hakaret' örnekleri vermesi gerekirken, bunun yerine genel ve soyut kategorik
ifadelerin arkasına sığınarak yargıda bulunması kabul edilemez. Ayrıca, her
siyasi parti gibi, AK Parti de savunduğu temel ilkelere aykırı bulduğu yargı
kararlarını eleştirmiştir. Demokratik rejimlerde, yargı kararlarına uymak
farklı bu kararları eleştirmek farklıdır. Unutulmamalıdır ki, eleştirinin
olmadığı yerde dogmatizmin saltanatı vardır.
İddia makamının bu nedensellik mantığı bizi kabul
edilemeyecek sonuçlara götürür. Sözgelimi, hakkımızda düzenlenen ve partimizi
laikliğe aykırı eylemlerin odağı ve demokrasiye yönelik bir tehdit olarak gösteren
iddianameden sonra partimiz mensuplarına karşı bir saldırı olduğu takdirde bunu
iddia makamının cesaretlendirdiği söylenebilir mi'
Yine İddianamede 'Bu yolda siyasal İslam'ın ya da
Türkiye'ye giydirilmek istenen 'ılımlı İslam' modelinin bir şeriat devletine
dönüşmesi ve gerekirse bu yolda İslami terörün de kullanılması uzak bir
olasılık değildir. Nitekim yakın tarihte bölgemizde geçiş dönemi örneği olarak,
sıkça öne çıkarılan kimi devletlerin daha sonra kaçınılmaz biçimde radikal bir
değişikliğe uğrayarak köktendinci bir rejime dönüştüğü görülmüştür'
denilmektedir. (s.114). İddianamenin değerlendirme kısmında yer alan bu hususun
Anayasa Mahkemesini etkilemeye yönelik olduğu açıkça sezilmektedir.
İktidar partisi ile şiddet arasında bağlantı kurulurken
iddianamede yer verilen ve bünyesinde ciddi bir mantıksal çelişki barındıran şu
görüşün kabulünün de imkansız olduğu açıktır: 'Zaten iktidar olmanın
avantajları ile ve demokratik yöntemi kullanarak hedefe ulaşma olanağı elde
edilmişse, bu aşamada şiddet kullanmanın gereksizliği de ortadadır. Kapatma
yaptırımı, son aşamada şiddet ve şiddet çağrısını amaçlayan bir modeli
engellemeye yönelik olması nedeniyle hukuka uygundur' (s.157).
İddianamedeki bu ifade ile aslında şiddet kullanımının
söz konusu olmadığı da açıkça tescil edilmektedir. Ancak, aynı yerde,
şiddetin bundan sonraki dönemlerde kullanılabileceği biçiminde bir kehanette
bulunularak, bu nedenle partinin kapatılması gereğine değinilmektedir.
Unutmamak gerekir ki, Türkiye demokratik bir hukuk devletidir. Demokratik hukuk
devletinde siyasi iktidarın nasıl denetleneceği de bellidir. Partimizin ileride
şiddete başvurabileceği varsayımı tamamen vehimlere dayalı bir iddiadır.
Demokratik bir hukuk devletinde tüm icraatları hukuka uygun olan bir iktidar partisinin
kapatılmak istenmesi kabul edilemez.
Bu bağlamda iddianamede yer verilen şu ifadeler de
ilginçtir:
'Gösterilen deliller, Anayasanın 10. ve 42 nci
maddelerinin laiklik ilkesinin özüne dokunmak amacıyla değiştirildiğini
kanıtlamaktadır. Çünkü artık köktendinciler isteklerini türbanın kamusal alanda
da serbest kalmasının ötesine taşımışlar, televizyonlardaki açık oturumlarda
'türbanın yasaklanmasını savunanların Mussolini gibi yargılanacaklarını ve
cezalandırılacaklarını' çekinmeden söylemeye başlamışlardır. Sadece bu durum
bile laik devlet ilkesini ve Türkiye'de laikliği savunanları nasıl bir
tehlikenin beklediğini göstermeye yeterli olup, şeriatın içerdiği şiddet
unsurunu da sergilemektedir' (s.117)
.
Böyle bir televizyon konuşması, hangi partilimiz tarafından
nerede, ne zaman ve hangi televizyonda yapılmıştır' Eğer böyle bir konuşma var
ise, parti ile ilgisi bulunmayan -yönlendirilmiş- bir kişiye mi aittir' Yoksa
parti yasaklamada sadece şiddeti ölçü alan Venedik kriterlerinin gerçekleştiği
izlenimini uyandırmak için herkesi güldürecek uydurma delil mi yaratılıyor'
İddianamede dayanılan diğer konuşmalar eklerde yer almasına rağmen, bu faili
meçhul ve içeriği hiçbir şekilde kabul edilemeyecek konuşma neden ekler
arasında bulunmamaktadır'
Görüldüğü gibi iddianame, olgulardan tamamen uzak bir
şekilde ideolojik kaygılara dayalı bir iddiaya delil üretme çabası içindedir. İddianamedeki partimizin şiddetle ilişkisini kurmaya
yönelik tüm ifadeler, tamamen hayal dünyasında üretilen spekülasyon ve
vehimlerden ibarettir.
İkincisi, Binali Yıldırım'a atfedilen 'Reformlar sancılı
olur. Güle oynaya yapılmaz. Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken
birçoğu kanlı oldu. Bu konuda sabır ve zamana ihtiyacımız var.' (İddianame, s.
85) sözleridir.
İddia makamının bu iddiası da asılsızdır.
Çünkü:
Bu ifadeler, Binali Yıldırım'a ait değildir.
İddianamede bahsedilen konuşmanın metni, İstanbul
Valiliği ve İçişleri Bakanlığının resmi kayıtlarından olan 'Toplantı
zabıtları'nda vardır. Bu zabıtlar incelendiğinde Binali Yıldırım'ın; ''
Reformlar sancılı olur. Reformları uzlaşarak yapmak toplumun menfaatinedir.
Reformların bir kısmının sonu alındı. Bir kısmının da zamana bağlı olarak
alınacaktır. Kırıp dökmeden iş yapmak istiyoruz.' dediği açıktır. Bu konuşmanın
ses kaydı da vardır.
Görüldüğü üzere Binali Yıldırım'ın konuşmasında; ''
Güle oynaya yapılmaz. Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken birçoğu kanlı
oldu. Bu konuda sabır ve zamana ihtiyacımız var. Önemli olan bir şeyi yaparken
kırıp dökmemek ve bu da bizim hassasiyetimiz. Yolumuza da bu şekilde devam
edeceğiz. Devam ederken de gerekenler yapılacak.' ifadeleri, yoktur
(EK-36).
Binali Yıldırım'ın zabıtlarda yer alan konuşması, bir
derneğin genel kurulunda herkesin yaptığı mutat konuşmalardan biridir.
Konuşmasında; İlim Yayma Cemiyetini ve hizmetlerini övmüş ve AB sürecinde
yapılan reformlardan bahsetmiştir. Binali Yıldırım'ın konuşmasında geçen
'Reform' kelimesini, kendi görev alanına giren haberleşme ve ulaştırma
alanlarında ve AB sürecinde yapılan köklü değişiklikleri ifade için
kullanmıştır. Konuşmanın hiçbir yerinde 'Bu konuşmanın, Anayasaya aykırı bir
yönü olmadığı gibi laiklikle irtibatlandırılması da mümkün değildir.
Kaldı ki AK PARTİ, her zaman
şiddeti her zaman reddetmiştir. Nitekim iddianamede yer alan başörtüsü sorunuyla
ilgili Ordu milletvekili Eyüp Fatsa'nın; 'Bu
iş sokakta değil, ancak uzlaşmayla çözülebilir.'(İddianame, s. 77) Milli Eğitim
Komisyonu Başkanı Tayyar Altıkulaç'ın; 'Hiçbir eylemi desteklemem.
Haklılar, ama sokak çözüm değil.' (İddianame, s. 78) sözleri, şiddet konusunda
iddiayı ve iddianameyi tekzip etmektedir
12)DELİL
SERBESTLİĞİ, 'NE BULURSAN KOY SERBESTLİĞİ' DEĞİLDİR
Esas hakkındaki cevabımızda da ifade ettiğimiz gibi, bu
dava tarihe 'google davası' olarak geçebilecek niteliktedir. Elbette, iddia
makamı 'delil serbestliği' ilkesi gereğince internet kaynaklarından
yararlanabilir. Buna bir itirazımız yok/
Ancak, delil serbestisi, internet gibi bilgi kirliliğinin en yoğun olarak
yaşandığı bir ortamda, arama motorlarına bazı terimler girmek suretiyle karşınıza çıkan her şeyi araştırmadan,
delil olarak dosyaya koymak anlamına gelmemektedir. Bu yöntemle, her
siyasi parti hakkında kolayca dava açabilirsiniz.
İddia makamının delil anlayışı problemlidir. Sözlü
açıklamalarda ifade edilen 'hukukta bilinenin ispatı da gerekmez' sözü de bu
problemli bakış açısını yansıtmaktadır. Esasen, bu söz hakkımızda açılan
davanın delil hukuku yönünden taşıdığı
zaafiyetin bir itirafı gibidir. İddia makamı, adeta partimizin laikliğe
aykırı faaliyetlerin odağı haline geldiğinin 'bilindiğini', dolayısıyla ispata
da gerek olmadığını ileri sürmektedir. Halbuki, iddia makamının kafasında
'odak' olma ile, gerçekte laikliğe aykırı fiillerin odağı olma arasında fark vardır. Bu davanın açılması da bu farklılıktan
kaynaklanmaktadır.
İddia makamı, davada ileri sürülen ve dava tarihine
takaddüm eden vakıalarla bağlıdır. İddia makamı, dava sonrasındaki eylemleri,
-koşulları varsa- ancak yeni bir dava konusu kılabilir. Bu, dava teorisinin de
kaçınılmaz sonucudur. Yüksek Mahkememizin içtihadı da aynı doğrultudadır
(Prof.Dr. Kanadoğlu, Korkut, Anayasa Mahkemesi, İst.2004 t, s.277 ve
dev.dn.769,770. ANYMK.22.6.2001 t, 2/2 Parti kapatma. ANYMKD, S. 37/2, s.1304).
Kaldı ki iddia makamının yollama yaptığı
milletvekillerinin dava tarihinden sonraki söz ve görüşleri, Anayasa
Mahkememizin HAKPAR (29.1.2008 t, 1/1- kapatma) kararında vurgu ile belirttiği
gibi düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında olup Anayasamızın ve İHAS.
nin teminatı altındadır.
13) ANAYASA
DEĞİŞİKLİKLERİ YASAMA TASARRUFLARI OLUP, PARTİLERİ BAĞLAMAZ
İddia makamının sözlü
açıklamalarındaki çelişkili noktalardan biri de AK Partinin 'gerginlik' politikasının bir örneği olarak, 'mutabakat
süreçleri' yöntemiyle Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yaptığını ileri
sürmesidir. Birincisi, 'gerginlik' kavramıyla 'mutabakaf'ı yan yana getirmek
mümkündür. Toplumda 'gerginlik' yaratmak isteyen bir siyasi partinin
'mutabakat' araması çelişkidir. Eğer bir sorunun
çözümlenmesi için 'mutabakat' aranıyorsa, bu 'gerginlik' politikasının
dışlanması anlamına gelir. Nitekim, 10 ve 42.madde değişiklikleri konusunda da
yaşanan budur. AK parti iktidara geldiği andan bu yana yükseköğretim
kurumlarındaki başörtüsü meselesinin toplumsal ve kurumsal mutabakatla
çözülmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu
konuda toplumsal mutabakatın bulunduğu, her kesimden saygın kuruluşlarının
yaptıkları kamuoyu araştırmalarında ortaya çıkmıştır. Meclis içinden
diğer siyasi partilerin de bu meselenin çözümlenmesi
gerektiğine dair görüş belirtmeleri 'kurumsal mutabakat'ın da doğduğunu
göstermiştir.
Bu düzenlemelerin tamamen
yükseköğretim kurumlarıyla sınırlı olmasına ve parti
yetkili organlarının bunu defalarca açıklamış olmalarına rağmen; iddia makamının başörtüsü serbestisinin ilköğretim,
ortaöğretim ve diğer kamu kurumlarına da taşınacağını iddia etmesi ancak 'niyet
okuyuculukla' izah edilebilir.
Diğer yandan, 10 ve 42.maddelerde yapılan değişikliklerin
laiklik ilkesine aykırı olduğu görüşüne
katılmıyoruz. Bu değişiklikler, üniversite düzeyinde eğitimde fırsat eşitliğini
ve anayasal bir hak olan din ve vicdan özgürlüğünü pekiştirme amacını
gütmekteydi. Bu anlamda, söz konusu değişiklikler, laiklik ilkesinin bir gereği
olarak kabul edilebilir. Ayrıca, demokratik ülkelerde
siyasi partilerin yargı kararlarına uyma yükümlülüğü vardır, ancak onlarla aynı
şekilde düşünme yükümlülükleri bulunmamaktadır.
Son olarak, Anayasadaki bu değişikliklerden hukuken AK
Partinin sorumlu tutulması mümkün değildir.
Bu değişiklik, diğer siyasi partilerin ve bağımsız milletvekillerinin de
katıldığı bir yasama tasarrufudur. Kaldı ki, bu değişiklikler eğer iddia makamının ileri sürdüğü gibi, partimizin
demokrasiye
yönelik 'açık ve yakın tehlike' olduğunun temel
göstergesi ise, Anayasa Mahkemesinin bu değişiklikleri iptali söz konusu
tehlikenin ortadan kaldırıldığını göstermektedir. Bizim esas hakkındaki
cevabımızda söylediğimiz budur. Asıl bunun aksini' ileri sürmek, akılla ve
hukuk mantığıyla bağdaşmamaktadır. 'Açık ve yakın tehlike'nin tamamen
varsayımlara dayanan hayali bir tehdit olmadığı ortadadır. Nerdeyse, sözde tek
somut 'delil' olarak sunulan bu anayasa değişiklikleri, Başsavcımn mantığıyla
artık 'tehlike' teşkil etmekten çıkmıştır.
14) HUKUK DEVLETİNDE 'MASUMİYET
KARİNESİ' ESASTIR
Başsavcılık, bu davada ısrarla masumiyet
karinesini hiçe sayan beyanlarda bulunmuştur. Bunun örneklerini daha önceki
cevaplarımızda ayrıntılı olarak vermiştik.
Buna rağmen, iddia makamı sözlü açıklamalarında da hukuk devleti anlayışıyla
hiçbir şekilde bağdaşmayan bu tutumunu sürdürmüştür. AK Partinin 'devlet
kadrolarında siyasal İslamcı bir yapı' oluşturduğuna dair soyut iddialar
bu tutumun bir örneğidir. İddia makamı, iktidarımız döneminde devlet kadrolarına atanan kişilerin 'siyasi İslamcı' olduğuna
dair hiçbir delil ortaya koyamamıştır.
Ayrıca, iddia makamına göre
'Eğitim-Bir-Sen' isimli sendikanın Cumhuriyet devrimlerine
aykın faaliyetleri olduğu, (a) bu sendika hakkında yazılı ve görsel basında çıkan haberlerden ve (b)
sendikanın bazı yöneticileri hakkında dava açılmış olmasından bellidir.
Aslında bu yaklaşım, iddia makamının kişileri ve kurumlan itham ederken
delillere ihtiyaç duymayan yaklaşımına tipik bir örnektir. Böyle bir hukuk
devleti anlayışı olamaz. Bir sendikayı, basında çıkan haberlerden hareketle
Cumhuriyete aykın faaliyetleri ile bilinen bir kuruluş olarak nitelemek,
masumiyet karinesinin ihlalidir. Bu sendikanın bazı yöneticileri hakkında
iddianame düzenlenmiş olması da yeterli
değildir. Masumluk karinesi, bilindiği gibi, suçluluğu mahkeme kararı ile
kesinleşinceye kadar herkesin suçsuz olduğunu kabul etmeyi gerektirir.
15) AK PARTİ YETKİLİ ORGANLARI VE ÜYELERİ DIŞINDA HİÇ
KİMSENİN EYLEM VE SÖYLEMİNDEN DOLAYI İTHAM EDİLEMEZ
AK PARTİ; sadece yetkili organlarının ve belli şartların
varlığı halinde üyelerinin eylem veya söylemlerinden dolayı sorumludur(Anayasa,
m. 69).
Ancak iddia makamı, hem iddianamesinde, hem esas
hakkındaki görüşünde ve hem de sözlü mütalaasında tarihteki pek çok hadise ile
partimizi irtibatlandırmaktan geri kalmamıştır. İddia makamına göre;
'Zihniyetleri ve birikimleri Humeyni sevgisi ve Atatürk düşmanlığından öteye
gitmeyen, dünyevi kurtuluşu Kanada hükümetine ilticada, ilahi kurtuluşu İngiliz
Mandasına teslimiyette bulmuş, depremde ölen on binlerin acısı bütün
insanlarımızın kalbinde henüz çok taze iken, açtıkları '7,4 yetmedi mi'' gibi
pankartlarla havsalaya sığmayacak acımasızlı örnekleri sergileyebilen, bu
uğurda üç beş yaşındaki kız çocuklarını meydanlara sürmekten çekinmeyen''
(Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Sözlü Mütalaa, s. 6) biçimindeki anonim bir
yaklaşımla, bu olaylarla partimiz arasında da ilişki kurmaya çalışmıştır.
Halbuki bahsedilen olayların hiç biri, AK PARTİ ile ilgili ve irtibatlı
değildir. Çünkü o tarihlerde AK PARTİ yoktur.
Ayrıca sözlü mütalaasında iddia makamı; partimizle hiçbir
ilişkisi olmayan gazetelerdeki muhabir ve yazarların haber ve yorumlarından,
televizyonlardaki kişilerin konuşmalarından, insanların değişik olaylara
verdikleri her türlü tepkiden de partimizi sorumlu tutmaktadır.
Kişiyi doğuştan suçlu kabul eden ve hatta ilgisi ve
irtibatı olmadığı kişilerin eylem veya söylemlerinden sorumlu görüp tecziyesini
talep eden bir hukuk mantalitesi karşısında, bizim tek sığınağımız hukuktur.
Çünkü hukukun ortaya koyduğu 'Kanunsuz suç ve ceza olmaz' ve 'cezaların
şahsiliği' ilkeleri, partimizle hiçbir ilişkisi olmayan kişilerin eylem ve
söylemlerine karşı partimizi korumaktadır. İddia makamının bu ilkeleri yok
sayan yaklaşımı, bu gerçeği değiştirmez.
SONUÇ VE TALEP
Bir bütün olarak değerlendirildiğinde iddianame,
toplumsal talepleri dile getirme görevi olan siyasilerin, toplumsal ve siyasi
sorunlar karşısında adeta duyarsız ve dilsiz olduğu bir partiler düzeni
istemektedir. İddianamede 'delil' olarak sunulan beyan veya eylemlerin
özgürlükçü demokratik ve laik rejime yönelik bir tehdit oluşturduğu söylenemez.
Aksine, bu sözde 'deliller'le bir siyasi partinin
kapatılmasının talep edilmesi, Türkiye'de demokrasiyi teksesli ve yasakçı bir
boyuta taşıyabilecek bir tehdit niteliğindedir.
İlk cevabımız, esas hakkındaki cevabımız ve sözlü olarak
yaptığımız ayrıntılı açıklamalar ve sunduğumuz deliller dikkate alındığı
takdirde, ortada AK PARTİ'ye isnat edilebilecek nitelikte laikliğe aykırı
hiçbir eylem yoktur. Ve partimiz hiçbir konuda Anayasa dışı bir yönteme
başvurmamıştır. İddianamede yer alan beyanların ise hiç biri laiklik ilkesine
aykırı değildir. İddianamedeki beyanlar, Düşünce ve kanaat hürriyeti(Anayasa,
m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti' (Anayasa, m. 26) kapsamında
olup, demokratik hukuk devletinin teminat altındadır(Anayasa, m. 2). Her
biri tek başına laikliğe aykırılık oluşturmayan ifadeler, bir milyon defa
tekrarlansa bile, bir partiyi Anayasaya aykırı eylemlerin odağı haline
getirmez.
AK Parti, laikliğe aykırı fiillerin değil, kurulduğundan
itibaren yaptığı çalışmalarla ülkemize ve milletimize hizmetin odağı haline
gelmiştir.
Sonuç olarak, ilk cevabımızda, esas hakkındaki
cevabımızda ve sözlü olarak ifade edip aynı zamanda da yazılı sunduğumuz
cevaplar ve Yüksek Mahkeme tarafından re'sen gözetilecek diğer hususlar dikkate
alınarak AK PARTİ'nin kapatılması için açılan davanın reddine karar verilmesi
hususunu Anayasa Mahkemesinin takdirlerine saygıyla sunarız. 03.07.2008'
VI- İNCELEME
İDDİANAMENİN KABULÜ
Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün 8. maddesi gereğince Haşim
KILIÇ, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Sacit ADALI, Fulya KANTARCIOĞLU, Ahmet AKYALÇIN,
Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Serdar ÖZGÜLDÜR, Şevket APALAK, Serruh KALELİ ve
Zehra Ayla PERKTAŞ'ın katılımlarıyla 31.3.2008 gününde yapılan ön inceleme
toplantısında, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının Adalet ve Kalkınma Partisi'nin
temelli kapatılmasına karar verilmesi istemini içeren 14.3.2008 günlü,
SP.Hz.2008/01 sayılı İddianamesi ve ekleri, konuya ilişkin ön inceleme raporu,
ilgili Anayasa ve yasa kuralları okundu, gereği görüşülüp düşünüldü:
A- İddianamenin Abdullah GÜL dışında kalan bölümünün
kabulüne OYBİRLİĞİYLE,
B- Abdullah GÜL yönünden de kabulüne, Haşim KILIÇ,
Sacit ADALI, Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ'nin karşıoyuyla OYÇOKLUĞUYLA
karar verildi.
Azınlıkta kalan üyelerin karşıoy gerekçesi şöyledir:
Kapatma davasının parti tüzel kişiliğine karşı açılmış
olmasına karşın, yargılama sonucunda davalı partinin Anayasanın 68. maddesinin
dördüncü fıkrasında yer alan ilkelere aykırı eylemlerin kapatılmayı gerektirecek
düzeyde odağı haline geldiğinin saptanması durumunda, partinin kapatılmasına
neden olan üyelerinin Anayasanın 69. maddesinin dokuzuncu fıkrası uyarınca
kararın Resmi Gazetede yayımlanmasından başlayarak beş yıl süreyle bir başka
partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve denetçisi olamayacağı dikkate
alındığında, Abdullah GÜL'ün halen Cumhurbaşkanı olması Anayasa'nın 105.
maddesi gereği görev süresi içerisindeki sorumsuzluk halleri ve ancak sınırlı
yargısal sorumluluk hali dikkate alındığında ve ayrıca Anayasanın öngördüğü
sistemin mantığı ve Anayasal kurallar bütünü ile birlikte değerlendirildiğinde,
göreviyle ilgili olmayan ve görev öncesi döneme ilişkin iddiaları içeren
eylemlerin yargılamaya dâhil edilmesinin mümkün olmadığı, dolayısıyla davalı parti
hakkında verilecek nihai kararın sonucuna göre yargılamanın görev süresinin
sonuna ertelenmesi ve iddianamenin Abdullah GÜL yönünden tefriki gerektiği
görüşünde olduğumuzdan çoğunluk kararına katılmadık.
ÖN SORUNLAR ve USULE İLİŞKİN DEĞERLENDİRMELER
Anayasa Mahkemesi'nin önceki kararlarında ifade edildiği
gibi siyasi parti kapatma davası ceza niteliği ağır basan kendine özgü davadır.
2949 sayılı Yasanın 33. maddesine göre bu davalar Ceza Muhakemesi hükümleri
uygulanarak karara bağlanmaktadır. Muhakemenin yürütülmesi, hükmün tesisi ve
oylamalara ilişkin hususlarda Anayasada ve 2949 sayılı Yasada özel hükümler
bulunmadığı sürece 5271 sayılı Ceza Muhakemesi hükümleri uygulanacaktır.
a- Davalı parti
üyelerinden Burhan KUZU, Mehmet Zafer ÜSKÜL, Ahmet Faruk ÜNSAL, Mehmet ELKATMIŞ
ve Resul TOSUN Anayasa Mahkemesine yaptıkları başvurularda kapatma davasının
parti tüzel kişiliğine karşı açılmış olmasına karşın, kendileri hakkında da
Anayasanın 69. maddesinin dokuzuncu fıkrasında öngörülen siyaset yasağı talep edilmesi
nedeniyle, Anayasanın 36. maddesi ile Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası
sözleşmelerde yer alan adil yargılanma hakkı gereğince yazılı ve sözlü savunma
talebinde bulunmuşlardır.
Anayasanın 149. ve 2949 sayılı Yasanın 33. maddeleri
uyarınca Anayasa Mahkemesinin Yüce Divan sıfatıyla baktığı davalar dışında
kalan işleri dosya üzerinden inceleyip karara bağlayacağı, siyasi parti kapatma
davalarında da sözlü savunmanın ancak siyasi parti genel başkanlığının veya
tayin edeceği bir vekil tarafından yapabileceği gözetildiğinde, beyan ve
eylemleri nedeniyle kapatma davasında adı geçen parti mensuplarının yazılı
savunmalarını Anayasa Mahkemesine sunulmak üzere Davalı Parti'ye
ulaştırmalarına bir engel bulunmadığı sonucuna varılmış ve dilekçe sahiplerine
31.3.2008 günlü tensip zaptıyla gerekli tebligat yapılmıştır.
b- Kanıtların
değerlendirilmesi aşamasında yapılan oylamalarda karar yeter sayısının ne
olacağı tartışılmıştır. 3.10.2001 günlü 4709 sayılı Yasa ile Anayasanın 149. maddesinde
yapılan değişiklikle siyasi parti kapatma davalarında kapatılmaya karar
verilebilmesi için beşte üç oy çokluğu şartı getirilmiştir. Anayasanın 69.
maddesinin altıncı fıkrası, bir siyasi partinin kapatılmasını Anayasanın 68.
maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerin odağı haline gelme
koşuluna bağlamaktadır. Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı
eylemlerin yoğunluğu ve ağırlığı partinin kapatılması ya da devlet yardımından
yoksun kılma yaptırımının temelini oluşturmaktadır. Her bir eylemin gerçekleşip
gerçekleşmediğinin ve Anayasaya aykırı olup olmadığının saptanması, uygulanacak
yaptırımı doğrudan doğruya etkilemektedir. Bu nedenle nihai karar öncesi
aşamalardaki oylamaların salt çoğunlukla yapılarak bir siyasi partinin
Anayasaya aykırı eylemlerin odağı haline geldiğinin saptanması uygulanacak
yaptırımı doğrudan etkileyeceğinden Anayasanın 149. maddesinde belirtilen
nitelikli çoğunluk şartının işlevselliğini engeller. Açıklanan nedenlerle
kanıtların değerlendirmesi dâhil olmak üzere, davanın sonucuna etki edecek tüm
oylamalarda Anayasanın 149. maddesinin birinci fıkrasında öngörülen beşte üç oy
çoğunluğun aranması gerekmektedir.
c- Davalı parti,
Başsavcılıkça kapatma nedeni olarak ileri sürülen söylemlerinin bir kısmının
yasama çalışmaları sırasında ifade edildiğini belirterek bunların, Anayasanın
siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin 68. ve 69. maddeleri karşısında özel
hüküm niteliği bulunan 83. maddesinde öngörülen yasama sorumsuzluğu kapsamında
bulunduğu ve parti aleyhine delil olarak kullanılamayacağını ileri sürdüğünden,
bu hususun değerlendirilmesi gerekmiştir.
Anayasa'nın 83. maddesinde, 'Türkiye Büyük Millet Meclisi
Üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri
düşüncelerinden, o oturumdaki Başkanlık Divanı'nın teklifi üzerine Meclisçe
başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa
vurmaktan sorumlu tutulamazlar.' denilmektedir. Yasama sorumsuzluğunu öngören
bu düzenleme ile Meclis çalışmalarında ulusal istencin en iyi biçimde
yansıtılması ve milletvekillerinin görevlerini hiçbir etki altında kalmadan
yapabilme olanağının sağlanması amaçlanmıştır.
Anayasanın 84. maddesinin son fıkrasında ise 'Partisinin
temelli kapatılmasına beyan ve eylemleriyle sebep olduğu Anayasa Mahkemesinin
temelli kapatmaya ilişkin kesin kararında belirtilen milletvekilinin
milletvekilliği, bu kararın Resmi Gazetede gerekçeli olarak yayımlandığı
tarihte sona erer'' denilmektedir. Bir partinin milletvekilleri parlamento
çalışmalarında da Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında ifadesini bulan
temel ilkelere aykırı eylem ve söylemleri yoğun biçimde gerçekleştirebilirler.
Meclisteki beyan ve eylemleriyle özgürlükçü demokratik düzeni ortadan kaldırma
amacı açıkça saptanabilen ve bu amacı gerçekleştirmeye dönük anayasa dışı
yöntemleri savunan bir milletvekilinin yasama sorumsuzluğundan yararlanması
Anayasanın 84. maddesinin amacıyla bağdaşmaz.
Belirtilen her iki Anayasa kuralı birlikte
değerlendirildiğinde, Milletvekillerinin Meclis çalışmalarındaki beyan ve
eylemlerinin Anayasanın 83. maddesinde öngörülen yasama sorumsuzluğu kurumunun
anlam ve önemi ışığında değerlendirilmesi, ancak demokratik özgürlükçü düzeni
ortadan kaldırma amacını açıkça ortaya koyan beyan ve eylemlerin ise parti kapatma
davalarında gözetilmesi gerektiği sonucu ortaya çıkmaktadır.
d- Davalı parti
üyelerinin parti kurulmadan önceki eylemleriyle, daha önce kapatma davalarına
konu olmuş eylemlerinin hükme esas alınıp alınmayacağı tartışılmıştır.
Anayasanın 69. maddesinin altıncı fıkrasında davalı partinin üyelerinin ya da
adı geçen parti organlarının eylemlerinden söz edildiğine göre, davalı parti
kurulmadan önce gerçekleşmiş eylemlerin partiye isnat edilmesi ve parti
üyelerinin daha önce yargılamaya esas alınarak kapatılan bir siyasi partiye
üyelikleri döneminde işledikleri eylemlerin mükerrer yargılamaya konu olması
mümkün görülmemiştir.
e- Davalı parti,
gazete kupürlerine ve internetten indirilen haber ve yorumlara dayanan
isnatların davaya esas alınamayacağını ileri sürmüştür. Gazetelerde ya da diğer
haber kaynaklarında yer alan yorum veya haber-yorum biçimindeki belgelerin
kanıt niteliği olmadığı açıktır. Ancak gazete ve internet haberlerinde yer alan
ifadelerin farklı ve karşıt yayın organlarında aynı biçimde yer aldığı ve bu
haberlerin, ifadenin sahibi ve parti tarafından reddedilmemesi durumunda kanıt
olarak değerlendirilebilir. Buna karşın parti üyelerine isnat edilen beyanlarla
ilgili kuşkudan uzak kanıtlar sunulmadığı durumda, söz konusu kişilerin bu
beyanları savundukları ve kabul ettikleri bireysel savunmalarında ya da davalı
parti savunmasından anlaşılamadığı sürece, yalnızca bu beyanların basında yer
alması ve davalı partinin isnat edilen eylemi savunmuş olması beyanın sübutu
için yeterli görülmemiştir.
DELİLLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline geldiği iddiasıyla Adalet ve Kalkınma Partisinin
kapatılması istemini, iddianameye ek olarak sunduğu 17 klasörde yer alan ve bir
kısmı ses ve görüntü kayıtlarıyla desteklenen gazete ve internet sitelerinde
yer alan bilgilere ve birtakım belgelere dayandırmaktadır. Bilgi ve belgelerde
ağırlıklı olarak düşünce açıklamalarının konu edildiği, bir kısmında ise yasama
ve yönetsel tasarruflar ile yerel yönetim uygulamalarının yer aldığı
görülmektedir. Yapılan tasnifte kimi kamu personelinin eylem ve söylemlerini
konu edindiği 7 klasör ile davalı parti organ ve üyelerinin eylem ve
söylemlerinin yer aldığı 10 klasörde toplam 400'ü aşkın iddia yer almıştır.
Usule ilişkin açıklamalarda belirtilen temel ölçütler
uygulanmakla;
-
haklarında siyaset yasağı istenen Ahmet
Şükrü KILIÇ ile Ali TEKİN'in eylem tarihinde parti üyesi olmadıkları tespit
edilmiştir.
-
üye olmadıklarından dolayı eylemleri davalı
partiye isnat edilmesi olanaksız olan kamu personeliyle ilgili iddiaların 'üye
eylemi' olarak dikkate alınamayacağı kabul edilmiş, ayrıca söz konusu
eylemlerle parti üyeleri ya da organları arasında bir nedensellik ilişkisi
kurulamadığından, değerlendirmeye de esas alınmamıştır.
Geriye kalan eylemlerden
§ bir kısmının hukuksal inceleme konusu olmayan öznel
yorumlardan oluştuğu ve iddianamede yer almayan kitapların esas alınarak
düzenlendiği,
§ bir kısmının yalnızca belirli bir yayın politikası olan gazete
ve/veya internet sitelerinde yer aldığı, herhangi bir ses veya görüntü kaydıyla
desteklenmediği, farklı ya da karşıt gazete ve/veya internet sitelerinde de yer
almadığı,
§ bir kısmının farklı gazetelerde farklı içerik ve
uzunlukta yer aldığı ve davalı parti tarafından da kabul edilmediği,
§ bir kısmının gazetelerde veya internet sitelerinde yer
aldığından farklılaştırılmış biçimde iddianameye alındığı ya da eksik ve
parçalı biçimde aktarılmış olduğu,
§ bir kısmının vaki olmadığı ya da sübut bulmadığı,
§ bir kısmının ise düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında
olduğu,
görülmüştür.
Nitelikli çoğunluk sağlanan aşağıdaki eylemlerin ise
Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrası kapsamında kaldığı sonucuna
ulaşılmıştır:
1- Recep Tayyip ERDOĞAN Hakkında
1 Numaralı Eylem
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN'ın 29.05.2004 tarihinde
Oxford Üniversitesinde yaptığı konuşma sonrası verdiği demeçte imam hatip
liselilerin önünü açan YÖK Yasası'nı laikliğe aykırı olduğu gerekçesiyle veto
eden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER'e, 'Bu okullar çok partili dönemden
beri var. Dün laikliğe aykırı değildiler, bugün niye aykırı oldular' Bunun
laiklikle alakası yok' ''Normal liselerde okutulan birçok ders İHL'de de
okutuluyor. Ayrıca din dersi için de bir yıl fazla okuyorlar. Bu tür bir eğitim
almak laikliğe aykırı mı'' diye söylediği, 'Son 5 yılda bu yasağı koymak
hangi adalet duygusuyla bağdaşır', ' 'Sizin için ılımlı İslamcı deniyor. Biz
Avrupalılar bu tanıma şaşırıyoruz. Hem İslamcı hem laik birbiriyle nasıl
bağdaşır'' sorusuna 'Ilımlı denilince, ılımlı olmayanı varmış gibi
oluyor. Sadece bir İslam vardır. Önüne bir şey konulamaz. Bu İslamı zedelemeye
yönelik bir tezdir. Laiklik çok farklı bir konudur. Laik olduğumuz Anayasa'da
belirtilmiştir. İnsanlar dini gereklerini böylece yerine getirebilir. İslam
ile laikliği yan yana tanım olarak getirmek yanlış olur. Kişiler laik olmaz.'
yanıtını vererek laikliğe aykırı davrandığı ileri sürülmüştür.
Davalı parti savunmasında, iddianın Başbakanın;
13.05.2004 tarih ve 5171 Sayılı Yükseköğretim Kanunu ve Yükseköğretim Personel
Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun bir daha görüşülmek üzere
Cumhurbaşkanınca Meclise geri gönderme gerekçelerine karşı yaptığı
değerlendirme ve eleştirileri içerdiği, Cumhurbaşkanının görüşlerinin eleştirilebilir
olduğu, katsayı sorununun yalnızca İmam Hatip Liselerini değil, diğer liseleri
de ilgilendirdiği ve bakışlarının eşitlikçi olduğu, devletin kurduğu,
denetlediği, programını belirlediği bu resmi okullarda okuyanların dışlanması
ve tehlike gibi gösterilmesinin laiklikle bağdaşmadığı, iddia makamının bu
yaklaşımıyla Anayasayı ihlal ettiği, katsayı uygulamasının 1998'e kadar
bulunmadığı gerçeği, Türkiye'yi 1998 yılına kadar laikliğe aykırı bir ülke
haline getirmediği, uygulamanın kaldırılmasının bugün de aynı sonucu
doğurmayacağı, katsayı adaletsizliğinin pek çok siyasetçi, akademisyen,
araştırmacı, yazar, sivil toplum örgütleri ve partiler tarafından dile
getirilmesine rağmen, kendi partileri hakkında dava konusu edilmesinin,
ifadelerin değil, bu ifadelerin kimin tarafından söylenmiş olduğuna önem veren
hukuk dışı bir tutumu kanıtladığı ve eşitlik ilkesine, Anayasaya aykırı olduğu,
kişilerin dindar olabilmesine karşın devletin laik olduğu, dindar insanların
laiklik karşıtı olarak suçlanmasının yanlış olduğu, dindarlık ve laiklik
kavramların alternatif olarak düşünülemeyeceği, dolayısıyla kanıt olarak
belirtilen ifadenin esasında laikliği savunmak adına sarf edildiği ve laikliğe
aykırı herhangi bir yönü bulunmadığı, hukuk devletinde iddia makamının, somut
gerçeklikten hareket etmesi gerektiği, kendince anlam yükleme veya anlamı
başkalaştırma yoluyla delil uyduramayacağı görüşlerini dile getirmiştir.
2 Numaralı Eylem
RP İstanbul İl Başkanı olarak Ümraniye'de 1994 tarihinde
yaptığı konuşmanın kasedinin Kanal D'de yayınlanması üzerine Adalet ve Kalkınma
Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN'ın 22.08.2001 tarihli Akşam
gazetesinde yayınlanan açıklamasında, söz konusu konuşmayı günün şartları
içinde, üyesi bulunduğu partinin söylemleri ve disiplini gereği
gerçekleştirdiğini ifade ederek, 'Bazıları laikliği din gibi algılıyor.
Laiklik din olursa aynı anda Müslüman olunamaz. İnsan iki dine mensup olamaz.
Asıl itibarıyla laiklik bir sistemdir ve fertlerin değil, devletin laikliği söz
konusudur. Dine mensupluksa ferdi bir tasarruftur. O manada söyledim.'
dediği ileri sürülmüştür.
Davalı parti savunmasında, iddia makamının açıklamanın
bütününü sunmayıp kendi yorumunu destekleyen bir kısmı iddianameye almasının
hukuka aykırı olduğunu, başbakanın beyanların laiklik ve Anayasa ile uyumlu
olduğunu, hem dindar olmanın hem de devlet yönetiminde laiklik ilkesinin
uygulanmasına karşı olmamanın mümkün ve gerekli olduğunu, bu nedenle başbakanın
söylediğinin Anayasa Mahkemesi ve doktrindeki görüşlerin farklı üslupla tekrarlanması
niteliğinde olduğunu,
Ayrıca söz konusu kasetin 1994 yılına ait olduğu,
Başbakan'ın bu düşüncelerinden yargılanıp beraat ettiği, aynı ifadelerin basın
organlarınca tekrarının aleyhe kullanılamayacağı, parti kurulmadan önceki
eylemlerin partiye isnat edilmesinin hukukun evrensel ilkeleri, Anayasa ve
yasaların açık hükümleriyle çatıştığı dile getirilmiştir.
1994 yılında yapılan konuşmanın partiye isnat edilmesi
mümkün olmamakla birlikte, sorular üzerine bugünkü yaklaşımını belirten
beyanları bağımsız olarak değerlendirmeye esas alınmıştır.
3 Numaralı Eylem
2005 yılı Haziran ayında Beyrut'tan İstanbul'a dönerken,
uçakta gazetecilere, açıklamalarda bulunan Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN'ın,
Kur'an kursları için yaş sınırı konulmasına karşı olduğunu söylerken,
kendisinin de 7 yaşında Kur'an kursuna gittiğini hatırlatarak, 'Çok açık
net bir şey söylemek istiyorum. Bir defa eğitimin kanuna aykırılığının
tartışılması lazım. Adı üzerinde eğitim kurumu. Burada eninde sonunda eğitim
yapılıyor. Bu kişileri silahlı eyleme götüren bir olaysa, zaten başka
maddelerde bu var. Nedir eğitim' Çünkü bugüne kadar bizim en büyük sıkıntımız
madde konur, kelime orda durur, ama nedir diye geldiğinizde tanımda yok. Orada
biz arkadaşlara dedik ki bu eğitim kurumunun gerekçede tanımını yapalım. Bu
tanım orada açıkça yapılıyor. Bu kadar açık ve net olduğuna göre, bunu başka
bir yere saptırmak gerçekten de çirkin. Kaldı ki Kuran öğrenecek. Kuran'ın
eğitimi olmaz. Kuran'ın öğrenimi olur. Yani bir taraftan kalkacağız diyeceğiz
ki, yani işte misyonerler geldi şunu bunu yapıyor, İncil dağıtıyor, Tevrat
dağıtıyor, ama öte yandan geleceksin Kuran'ı öğrenmeyi yasaklayacaksın. Bir şey
söyleyeyim. Çeşitli yazılarınızda mesela Orhan Pamuk un kitabında (Sütlüce
Kaymakamı'nın kitabın toplatılması isteği) ne yaptınız, hep beraber isyan
ettiniz. Öbür tarafta şiir okuyan bir çocukla ilgili bir durum oldu. Hepiniz
dediniz ki böyle bir şey olmaz. Peki bir Müslüman'ın kendi arzusuyla, Kuran'ı
öğrenmesine niçin karşı çıkıyoruz' Kuran öğrenimi konusundaki tartışmalar
gerginliğe yol açıyor. Ondan sonra bunun sorumluları kimse bunları aramaya
başlıyor. Bir çocuğun Kuran'ı öğrenmesinin ona getireceği olumsuz ne
olabilir' Burada bir yaş sınırı getirildiği zaman öğrenme kolay olsun diye
değil, tam tersine bunun önünü nasıl keseriz; bu anlayışla getirildi. Şu anda
Diyanet konu üzerinde çalışıyor. Milli Eğitim de çalışıyor. Birisinde 12 yaş,
diğerinde 15 yaş. Diyor ki bu yaşlardan önce öğretemezsin. Bırakılım
kitabını, Kuran'ı öğrensin. Bu durumdan niye rahatsız olalım. Bırakalım rahat
rahat öğrensin. Tommiks-Teksas okumaya hiç kimse mani olmuyor ama kendi
kitabını öğrenmesine niye mani oluyoruz.'' 'Benim tezgâhımdan geçmiş
olanların, ülkeme ne zararı var ki. Bunu öğrenenlerin ülkelerine ne zararı var.
Varsa üzerinde duralım. Ben, ülkeme zarar verecek bir şeyi niye yapayım' Deli
miyim'...' Din kültürü, ahlâk bilgisi dersinde Kur'an öğrenmiyorlar ki.
Ben biliyorum, sûre ezberleme problemi olan çocuklar aradı. Şimdi bakın, burada
namazla ilgili bahislerde, namazla ilgili bazı sureleri öğretmenler
öğretebilir. Ama, bu, Kur'an öğretmek değil. Orada birkaç tane sûreyi
öğretmişsin; başka bir şey değil. Kur'an dersi dediğimiz zaman bunda tecvid
var, tilavet var, tefsir var; bunlar ayrı şeylerdir' dediği,
Başörtüsü konusunda ise 'Ülkenin bir gerçeği olduğuna
inanıyorum'''Toplumda mutabakat olduğuna göre, kurumlar arasındaki, kuruluşlar
arasındaki uyumsuzluğu anlamak mümkün değil. Ülkede toplumsal mutabakatı tesis
etmişsin. Kurumsal mutabakat da tesis edilsin ki, birbirine şüpheyle bakan bir
ülke olmayalım' dediği, Başbakan, 'türban sorunu'nu nihai kertede aşmak için
referanduma gidilmesi gereğinin de 'zaman zaman kendi düşünce dünyasına
girdiğini' söylerken, 'Tabii, bunun taymingi (zamanlama) önemli.
Olayın sosyal boyutu var, siyasal boyutu var. Bütün bunların değerlendirmesini,
analizini aramızda hükümet olarak, parti olarak yapmamız lazım. Diğer
partilerle bunu değerlendirmemiz lazım. Ben yaptım oldu, şeklinde olmaz' diye
söylediği, ileri sürülmüştür.
Davalı parti savunmasında, bu açıklamaların, Türk Ceza
Kanunu'nun 263'üncü maddesinin değiştirilmesi nedeniyle kamuoyunda yaşanan
tartışmalar ve kanunla ilgili değerlendirme ve tespitlerde bulunurken, Kur'an
öğrenimi üzerinde duruyor, ayrıca türban konusunda çözüm için toplumsal ve
kurumsal mutabakatın gerekliğini ve şu anda da kurumsal mutabakat olmadığından
çözümün zaman alacağını ifade ettiğini, Başbakanın beyanlarının, laiklik ve
Anayasa ile uyumlu olduğunu, zira din ve vicdan özgürlüğünün, evrensel temel
hukuk metinlerine girmiş ve Anayasa'nın 24'üncü maddesinde düzenlenerek teminat
altına alınmış bir insan hakkı olduğunu, her Türk vatandaşının, inandığı dine
ait kutsal kitabı öğrenme hakkı din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olup,
laiklik ilkesinin de teminatı altında olduğunu, devletin bu konuda pozitif bir
yükümlülüğünün bulunduğunu, Diyanet İşleri Başkanlığının bunu karşıladığını,
din ve vicdan özgürlüğü kapsamında olan Kur'an öğreniminin, Tevhid-i Tedrisat
Kanunu'nun sınırları içerisinde nasıl gerçekleştirileceği sorunu, elbette ki
bir eğitim politikası sorunu olduğunu, bu sorunun çözümünde değişik partilerin
değişik politika ve proje üretmeleri, siyasal çoğulcuğun ve siyasal düşünce
özgürlüğünün gereği olduğundan, bu konuda farklı görüşlerin serdedilmesini
Anayasaya aykırı sayan bir anlayışın savunulamayacağını kaldı ki Türk Ceza
Kanunu'nun 263'üncü maddesinde yapılan değişiklik, Cumhurbaşkanınca onaylanarak
yürürlüğe girmiş olup, ne Cumhurbaşkanı ve ne de Anamuhalefet Partisi
tarafından Anayasa Mahkemesi'ne götürülmediğini, şu anda yürürlükte olan bir
kanun maddesi nedeniyle, partinin itham edilmesi kabul edilemeyeceğini dile
getirmiştir.
4 Numaralı Eylem
9 Temmuz 2004 tarihinde Kanal D isimli yayın kuruluşunun 'Teke
Tek' isimli programına katılan Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın, NATO
Zirvesinde yaşanan türban gerginliğini değerlendirerek, 'Kamusal alan
sadece bizde var.(') Sivil toplum örgütleri vakıf
üniversitelerinde başörtülü eğitime ilişkin bir dayanışma ortaya koyarlarsa,
burada hazır bir hükümet var. Bunu zorlayamam.(') Özel üniversitelerde türbanla
eğitimi serbest bırakalım. Devlet'te görev verilmesin. Özel sektörde
çalışsınlar.''''Türkiye'de kavramlar kargaşası var. İşimize geldiği zaman
sahipleniyoruz, işimize gelmediği zaman sahiplenmiyoruz. Bu konunun Türkiye'de
uzmanları var. Önüne gelen, ağzı olan konuşuyor. İlgisi alakası olan, olmayan,
din, diyanet bilmeyen konuşuyor. Bir toplumun dini değerlerle ilgili ihtiyacı
var. Yok mu'. Anayasamızın 24. maddesi çok açık, bütün bunlara rağmen bütün
bunları işine geldiği gibi yorumlayanlar var. Bir ülkede devletin en önemli
görevlerinden bir tanesi de o ülke halkına dini eğitimi, öğretimini vermektir.
Ama diyorlar ki yapmayın. Siz bunu vermediğiniz zaman illegal yapanlar devreye
girer. Sizin yasak koyduğunuz o yapılar kendileri için müşteri bulmaya
başlar, yeraltına girer.''''Bizde ülkenin ileri gelenleri caminin semtine
uğramazlar. Uğradığı zaman bazı değerlerini kaybettiğini düşünür veya elden
gidiyor diye düşünür. Eski ABD Başkanı Ronald Reagan'ın cenaze töreninde
ABD'nin en büyük katedralinin içindeydik. Herkese dağıtılan ilahi kitabı vardı,
ilahilere katılarak, okudular. Hiçbir kutsalları veya değerleri kaybolmadı,
ellerinden gitmedi. Bizde ise bu endişe niye, niçin biz bu noktada rahat
olamıyoruz. Bu değerlerimizi kaybetmek mi iyi, yoksa yakalamak mı iyi. Doğru,
gerçek olduğu şekilde yakalamak.'''''Biz de ortada yönetim tarzını icra
ediyoruz. O dediğimiz zihniyetler aynı şeyi bizim için de söylüyorlar. Yahu
kardeşim ben senin yaşadığın gibi yaşamaya mecbur muyum, değilim ya...'diye
beyanda bulunduğu, Konuşmasında 'Haydi Kızlar Okula' kampanyası
sırasında yaşadığı ilginç bir olayı anlatarak, genç kızların okula
gönderilmesini istediklerinde bir kızın 'Okula gideyim; ama başörtüm var!'
cevabını verdiğinden söz ederek; 'Başörtülüyü devlet okuluna sokmuyorsun,
bari bırak özelde okusun. Gelin bunun önünü açalım. Sen yarın yine
bu çocukları devlette işe alma, özel sektörde çalışsın. Şimdi bunların
mantığı şöyle; 'Sen başörtünle tarlada çalış, çapa yap; ama sosyolog olma,
psikolog olma.' Bunu artık aşmamız lazım.' diye söylediği ileri
sürülmüştür.
Davalı Parti savunmasında, Başbakan Recep Tayyip
ERDOĞAN'ın yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunu ve çözümü bağlamında;
'Kamusal alan', 'Vakıf Üniversitelerinde başörtüyle eğitime devama imkan
tanınması', 'Başörtülülere devlette görev verilmemesi, özel sektörde çalışması'
ve 'Din eğitimi ve öğretimi' konularında açıklamalarda bulunduğunu, siyasi ve
fikri çoğulculuğun egemen olduğu demokratik sistemlerde iktidarda olsun veya
olmasın hiçbir siyasi parti, toplumda yaşanan sorunları görmezlikten
gelemeyeceğini, çözüm taleplerine karşı de kayıtsız kalamayacağını, aksine bu
sorunları topluma faydalı bir biçimde çözmenin yöntemlerini üretip bunu kamuoyu
ile paylaşıp, çözümü için milletten yetki istediğini, demokrasinin ve
demokratik işleyişin gereğinin bu olduğunu, demokratik bir ülke olan
Türkiye'de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorununun varlığını kabul etmeyen
ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti
olmadığını, bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken,
bazılarının milletvekillerine kanun teklifi verdirdiğini ve bazılarının ise
sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yaptıklarını, Türkiye Büyük Millet
Meclisinin de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurduğunu,
demokratik hukuk devleti olan bir ülkede laiklik, öğrenim hakkının teminatı
olduğunu, sorunun, demokraside, laiklikte veya hukukta olmadığın, birilerinin
laiklik anlayışında, kendi yorumlarını laiklik, demokrasi ve hukuk yerine ikame
edişlerinde yattığını, AK Parti'nin ve onun Genel Başkanı ve Türkiye
Cumhuriyeti Başbakanının bu sorunu görmezlikten gelmesinin, yok saymasının,
çözümüne dair bir arayış içinde olmamasının beklenemeyeceğini, aksinin ülkenin
demokratik niteliğine gölge düşüreceğini, ülkede yaşanan genç kızların aleyhine
ayrımcılığa neden olan, hukuk, adalet, demokrasi, eşitlik ve laiklikle
örtüşmeyen bir yasağın kaldırılmasına, sorunun çözümüne yönelik düşünce
açıklamaları niteliğinde olduğu belirtilmiştir.
5 Numaralı Eylem
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN'ın, 2004 yılı Ocak ayında
New York'taki Dış İlişkiler Konseyi'nde 'Türkiye'nin dış politikası'
konulu bir konuşma yaptıktan sonra 'Fransa'daki başörtüsü yasağını
hatırlatan bir katılımcının, Türkiye'deki durumu sorması' üzerine; 'Başörtüsü,
yüzde 98'i Müslüman olan Türkiye'de gerek millet ve gerekse kurumların ortak
sorunu. Biz bunu toplumsal mutabakatla çözmek istiyoruz. Ama sonuçta
şunu da söylemek zorundayım ki, bu sorun Türkiye'de vardır.'''Farklı olan bu
yaklaşımın, Avrupa Birliği'nin (AB) temel ilkesi olan Kopenhag
kriterleriyle, yani din ve vicdan özgürlükleriyle, inanç özgürlüğüyle
açıklanması nasıl olur, merak ediyorum'' dediği ileri sürülmüştür.
Davalı parti savunmasında, Başbakanın başörtüsü sorunun
varlığına ve çözümüne dair bir değerlendirme ve durum tespiti yaptığını dile
getirerek, 14 nolu kanıta ilişkin savunmasını tekrarlamıştır.
6 Numaralı Eylem
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 2004 yılı Nisan ayında Ukrayna
ziyareti sırasında kaldığı otelde bu ülkede okuyan ikisi türbanlı Türk
öğrencilerinin denklik sorununu gündeme getirmesi üzerine; 'Bu soruyu her
yerde soruyorlar, ama artık sormayın. Ben bu konuyu iyi biliyorum. Benim
çocuğum Boğaziçi'ni kazandığı halde imam hatip lisesi mezunu olduğu için puanı
düşürüldü, buraya gidemedi. Kızlarım başlarını örttükleri için Türkiye'de
okuyamadı. Biz ailece bu konunun mağduruyuz. Bu tip ayrımlara karşıyız. Ama
sizin bu sorunlarınızın çözümü sadece bizim isteğimizle değil tüm siyasi
partilerin katılımı ve uzlaşmasıyla çözülmeli. Bunu tek başımıza getirmek
istemiyorum, çünkü o durumda gerginlik çıkıyor. Ben ülkede gerginlik
yaratmak istemiyorum' Kızlarım başını örttükleri için Türkiye'de okuyamadı'
dediği ileri sürülmüştür.
Davalı parti savunmasında Başbakan'ın kendi ailesinden
örnekler vermek suretiyle yaşanan sorunu bildiğini, bizzat ailecek bu sorunu
yaşadıklarını; ancak sorunun çözümü için uzlaşmanın gerekliliğini, aksinin
gerilime yol açacağını ve gerilim olmadan sorunun çözümünden yana olduğunu
ifade ettiğini belirterek, önceki savunmayı tekrarlamıştır. Ayrıca Başbakan'ın
gerginlik yaratılmasına karşı olduğu ifadeleriyle çoğulcu ve uzlaşmacı siyasal
bir tutum içinde olduğunu, bunun yanında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının
iddianamede açıkça ortaya çıkan olumsuzlayıcı yaklaşımının, metne, metinde
olmayan cümleyi ekleme marifetiyle de pekiştirildiğini, nitekim Başbakana
atfedilen 17 numaralı iddiadaki 'Kızlarım başını örttükleri için Türkiye'de
okuyamadı' son cümlesinin, son cümle olarak konuşmanın yer aldığı 17 numaralı
Hürriyetim internet ekinde olmadığını, Başbakan'a atfedilen metnin içinde var
olan bu cümlenin, metnin sonuna, sanki orada da söylenmiş gibi eklenmesinin
kabul edilemez bir keyfilik ve hukuk dışılık olduğunu, iddia makamının keyfi
davranarak, Anayasa ve yasaların dışına çıkamayacağını dile getirmiştir.
7 Numaralı Eylem
2005 yılı Haziran ayında resmi ziyaret için Washington'da
bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Amerikan CNN International televizyonundan
Wolf Blitzer'ın; 'Başörtülülerin kamu okullarına ve kamu binalarına
girmeleri yasak. Buna mukabil, eşiniz başının örtüsüyle Beyaz Saray'a davet
edildi. Amerikalılar Türkiye'de dini hoşgörünün bulunup bulunmadığı hususunda
endişe ediyorlar. Türkiye'de değiştirilmesi gereken bir kanun mu var''
şeklindeki sorusuna; ''Bunu yasaklayan bir konu yok ki. Sıkıntı burada.
Sadece şu anda buna yönelik olarak bir algılama var, yorumlama var. Ama biz
özellikle ülkemizde bir toplumsal gerilim olmasın diye sabırlı hareket ediyoruz.
Ve diyoruz ki bir toplumsal mutabakat olsun. Bakın benim kızlarım ABD'de
okuyor. Burada o özgürlük anlayışı var. Ama ülkemde yok. Şu anda ben bu acıya
sadece ülkemde bir toplumsal gerilim olmasın diye katlanıyorum. Halkımın
arasında böyle bir sıkıntı yok. Ama kurumların yaklaşımı toplumun yaklaşımıyla
örtüşmüyor. Onun için biraz sabredeceğiz. Biraz daha bu işin çilesini
çekeceğiz gibime geliyor. Ama inanıyorum ki eninde sonunda hak yerini
bulacaktır.'' şeklinde beyanda bulunduğu ileri sürülmüştür
Davalı parti, Başbakanın başörtüsü sorununa dair
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş ve zamanla bu sorunun çözüleceğini ifade
ettiğini belirterek önceki savunmalarını tekrarlamıştır.
8 Numaralı Eylem
2005 yılı Haziran ayında AB büyükelçileri onuruna
Başbakanlık Konutu'nda verdiği yemekte Belçika Büyükelçisi Mark Van
Rysselberghe'nin Türkiye'de dini azınlıkların özgürlükleri kapsamında Fener Rum
Patrikhanesi'nin statüsü ve Devlet Bakanı Mehmet Aydın'ın misyonerlik
faaliyetlerine yönelik eleştirilerini anımsatması üzerine, Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, 'Bu sorunu sadece azınlıktaki gayrimüslümler değil
çoğunluktaki Müslüman kesim de çekiyor. Bu konu bizim için de zor' demiş,
türban yasağı konusundaki rahatsızlığını da 'Bu sorunu bizzat ben yaşıyorum.
Eşim başörtülü. Eşim Başbakanlık Konutu'nda takabiliyor, karşıda
(Cumhurbaşkanlığı'nı işaret ederek) takamıyor. Bu konularda bir toplumsal ve
kurumsal mutabakat henüz sağlanmadı.' diye konuştuğu ileri sürülmüştür.
Davalı parti savunmasında, Başbakan ve AK Parti Genel
Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN'ın Türkiye'de laikliğin yorumundan kaynaklanan ve
her dinin mensuplarının da yaşadığı bazı sorunlar olduğunu, bu meyanda
Türkiye'de yaşanan başörtüsü sorununun çözümü için toplumsal ve kurumsal
mutabakatın gerektiğini; ancak bunun henüz sağlanamadığını ifade ettiğini
belirtmiş; ifadelerin laikliğe ve Anayasaya aykırı olmadığını önceki
savunmalarına atfen dile getirmiştir.
9 Numaralı Eylem
2005 yılı Kasım ayında Danimarka Avrupa Hareketi
tarafından Kopenhag'da düzenlenen 'Medeniyetler arası ittifak: Türkiye'nin
rolü' konulu toplantıya katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 'Bu
(başörtüsü yasağı) 8 yıllık bir süreçtir. Bu süreç içerisinde üniversiteye
giden kızlarımız, başları örtülü olarak devlet üniversitelerinde ve vakıf
üniversitelerinde başörtülü olarak derslere girememektedir. Bu, bana göre
din ve vicdan özgürlüğünün, eğitim özgürlüğünün kısıtlanmasıdır. AİHM'nin
son kararı var. Ben bu kararlara şaşıyorum. Bazı hukuki yorumlara, bazı köşe
yazarlarına baktığımız zaman, bizim yaklaşım tarzımızı 'Bunların hukuka saygısı
yok' diye değerlendiriyorlar. Bu bir dosya kararıdır. Ben cezaevine girdiğim
zaman gazeteler 'Artık muhtar bile olamaz' diyorlardı. Recep Tayyip Erdoğan
TC'ye Başbakan oldu. Neyle oldu' Gene yargıyla, değişen, gelişen yasalarla
oldu. AİHM'nin verdiği bu karara ben yargı kararı olarak uyarım, ama haklar,
özgürlükler noktasında doğru bakmam. Niye' Çünkü nasıl olur da bir insan başını
örtüyor diye eğitim, din ve vicdan özgürlüğü ortadan kalkar' 'İnanç hiçbir
zaman yasanın önüne geçemez' diyor. Benim bu kızımın böyle bir iddiası yok
ki... İnancı böyle olduğu için başını örtüyor, o halde saygı duymak lazım. Mahkemenin
de bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır.
Açarsın o dinin mensubuna, Musevi ise o dinin mensubuna, Hıristiyansa o dinin
mensubuna sorarsın, bunun dinde gerçekten emredici bir hükmü var mı' Varsa
saygı duymak zorundasınız. Yoksa ayrı bir konudur, o zaman siyasi,
ideolojik olur. O farklı bir olay. Dinde bunun yeri varsa saygı duymak
zorundasınız. Ben diyorum ki dinde bunun yeri var. Biraz bu alanda mürekkep
yaladık. Bu alanda hiç alakası olmayanların, İslam dininin aydınlarına sormadan
böyle bir kararı farklı bir yere çekmek suretiyle vermek yanlıştır Bu bir sorundur
ve er veya geç çözülmelidir. Okula gidemeyen yüz binlerce kızımız var. Bu
aşıldığı anda gidebileceklerdir. İmkânı olanlar Avrupa'ya, Amerika'ya gidiyor,
okuma fırsatını buluyor, olmayan kaderiyle baş başa kalıyor. Kurumlar arası
mutabakat sağlandığı anda bu sorun aşılacaktır.' diye konuştuğu,
Açılışlara katılmak üzere gittiği Denizli'de 'ulema'
tartışmalarına değinen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, 'Cehalet içinde
konuşuyorlar. Açsınlar Türk Dil Kurum lugatını, Milli Eğitim Ansiklopedisi'ni,
diğer lugatları açsınlar. Ulemanın ne anlama geldiğini okusunlar. Bunlar şecaat
arzederken sirkatlerini de ortaya koyuyorlar. Yani kendilerini överken
açıklarını da ortaya koyuyorlar. Ulema, alimin çoğuludur. Bugünkü söyleyişle
bilginin çoğuludur. Ulema ise bilginler anlamına gelir.(')Danimarka'da
yaptığımız konuşmada, AİHM'nin Müslümanlara ait örtü ile ilgili karar
verirken bu konuda bilirkişi olarak İslam'ın din bilginlerine sorması
gerekirdi. Bu örtü ideolojik mi, sosyolojik mi, dinin gereği mi' (') Sorduktan sonra
kararını yine orası versin. Biz onların kararına uyarız. Türkiye'de de kimse
bunu saptırma yoluna gitmesin.' Dediği ileri sürülmüştür.
Davalı parti savunmasında, mahkeme kararlarının
eleştirilemez olmadığını, yalnızca otoriter veya totaliter rejimlerde
eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararlarının olabileceğini, mahkeme
kararlarının bağlayıcılığının ve buna dayalı olarak uygulanma zorunluluğunun
farklı bir şey olduğunu, ancak o kararın doğru olmadığını ya da hukukun uygun
yorumuna dayanmadığını söylemenin farklı şeyler olduğunu, uyma zorunluluğunun
eleştirme yasağı anlamına gelemeyeceğini, anayasal güvence altında bulunan
eleştiri hakkının İddia makamında yok sayılamayacağını, böyle bir yetkisinin
olmadığını, mahkemelerin kararlarının yasalara ve Anayasa kurallarına dayanması
nedeniyle bu kuralların değişmesiyle içtihatların da değişmesinin olağan
olduğunu, ulema ile Türk hukukunda ve bütün ülke hukuklarında cari olan
bilirkişilik müessesinin önemine vurgu yapıldığını, başörtünsünün dini bir emir
olup olmadığı konusuna mahkemelerin karar veremeyeceği ve bu konuda karar
oluşturabilmek için o konunun uzmanı bilirkişilere müracaatın gerekliliğini
ifade için 'Söz söyleme hakkı din ulemasınındır.' Dendiğini ve bu konuda
AİHM'in bilirkişi görüşü almadan karar vermesinin eleştirildiğini, bu
ifadelerin basın ve yayın organlarınca çarpıtılarak verilmesi üzerine
Başbakanlık sözcüsünün, 'Başbakan'ın dünyevi hukuk alanına giren bir
düzenlemenin, din bilginlerine bırakılması gerektiğini söylemesi söz konusu değildir,
olmamıştır da' açıklamasını yaptığını belirtmiş, bununla birlikte Başbakan'ın
görüşlerini içeren bir yazılı açıklamayı sunmuştur. Ayrıca başörtüsüne ilişkin
önceki savunmalara atıfta bulunulmuştur.
10 Numaralı Eylem
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN'ın, 2006 yılı Şubat ayında
partisinin Mersin Merkez İlçe İkinci Olağan Kongresi'nde Danıştay 2.
Dairesi'nin Aytaç KILINÇ'a ilişkin 26.10.2005 gün ve 2004/4051-2005/3366 sayılı
kararı ile ilgili olarak; Bu kararı hukuk ilkeleri içerisinde
tanımlayamıyorum. Tarif edemiyorum. Kalkıp da bir anaokul öğretmenine,
öğretmenlik yaparken başını açtın, dışarda da başın açık olarak gezeceksin deme
hakkına kimse sahip değildir. Hangi makamda olursa olsun. Bu anlayış, hiçbir
hukuk anlayışı içerisinde tanımlanamaz. Türkiye'de kendilerine göre alanlar
belirlemek suretiyle vatandaşımızın din ve vicdan özgürlüğünü kimsenin
kısıtlamaya hakkı yoktur. Bu böyle biline. Özgürlüklerin egemen olduğu bir
ülkede alınan bu kararı ben bu ülkenin bir başbakanı olarak, evladı olarak,-bu
karar alındığı için bu yorumu yapıyorum, yapmak zorundayım- doğrusu kınıyorum.
Bunu hiçbir yere sığdıramıyorum. İnsanın bir özel alanı vardır, kamusal alanı
vardır bir de kamu alanı vardır. Bu alanlara hükmetmeye kimsenin hakkı yoktur.
'Bunlar bu gidişle evin içine de karışacaklar. Şöyle şöyle davranacaksınız
diyecekler. Kusura bakmayın. Türkiye yolgeçen hanı değil. Herkes yerini
belirlemek zorunda. Biz gerilim olmasını istemiyoruz. Birileri nemalanmasın
diye sabrediyoruz. Ancak hukuk adına yargı makamını işgal edenler, bu ülkede
böyle bir zemini hazırlama gayreti içine girmesinler. Ben milletin vekili
olarak konuşuyorum, konuşmak zorundayım. Ben yargı makamı değil, yürütme
makamıyım. Sorumluluğum ne ise onu yapıyorum. Yargıdan da adil yaklaşmalarını
bekliyorum'''Meslek liseleriyle ilgili biz üzerimize düşeni yaptık. Meslek
liselilere bizim dönemizde olduğu gibi fark derslerini vererek düz liseden
mezun olma hakkı verdik. Ancak YÖK bu konuyla ilgili Danıştay'a gitti. Danıştay
da maalesef bunu reddetti. Bunu anlamak mümkün değil. Düz lise mezunu meslek
lisesine başvurarak fark dersleri vererek mezun olma hakkına sahip. Meslek
liselilerin düz liseyi bitirme hakkının önünü niye kesiyorsunuz' Danıştay'ın
kararını anlamakta zorlanıyorum. Bu eğitimde nasıl bir eşitliktir' İster
meslek, ister düz liseli olsun ÖYS imtihanına hepsi eşit gitsin. Kazanan devam
eder, kazanamayan da mesleğine devam eder. Dünyanın gelişmiş ülkelerine
bakıyorsunuz yüzde 70'i meslek lisesi, yüzde 30'u düz lise. Bizimkiler de ama
inadına düz lise diyorlar. Bunlar ne yapıyorlar' İmam hatipten çekindikleri
için diğer meslek liselerini de mahrum ediyorlar. Ama ne kadar imam hatipli
var, yüzde 3. Ne kadar meslek liseli var, yüzde 27. İnsaf edin ya. Bunu niye bu
kadar engelliyorsunuz' İHL'nin önünü kesmek için. Diğer meslek liselilerin de
yazık ediyorlar. Ama bu noktada herhalde eninde sonunda bir gün aklı selim
hakim olacaktır.' ''Şimdi çıkmışlar dürüstlük adına dolaşıyorlar. Bunların
hedefi, 'Çamur at, tutmazsa iz bırakır'. Güneşi balçıkla sıvamaya uğraşmasınlar.
İşimiz var. Yolumuza devam ediyoruz. Böyle bir kaba gürültüye de pabuç bırakma
niyetinde de değiliz. Biz fani olduğumuzu aklından çıkarmayan bir anlayışın
mensuplarıyız. Kalıcı değiliz. Bugün varız, yarın yokuz. Baki kalan bir hoş
sada... Ölümün nerede ne zaman geleceği belli mi' Musalla taşına
yatırıldığınız zaman 'Falanca cumhurbaşkanıydı, falanca başbakandı' veya
'Cumhurbaşkanı niyetine ya da başbakan niyetine' demeyecekler. 'Er kişi
niyetine' diyecekler. Bu makamlar, bu mevkiler gelip geçici. Bunlar bizleri
şımartmasın. Ben tüm Adalet ve Kalkınma Partiler'e şunları söylüyorum: Mütavazı
ol'''Sınıf öğretmenliğinden alan öğretmenliğine geçiyoruz. Yani artık din
kültürü ve ahlak bilgisi dersini ilahiyat mezunları verecek. Uygun olan odur.
Ama 'Din kültürü ve ahlak bilgisi dersini ilahiyat mezunları niye versin'
diyenler olabilir. Niye, Çünkü bunlar ideolojik yaklaşımlardır. Halen ilahiyat
fakültelerine öğrenci almamak suretiyle adeta ilahiyat fakültelerini kapatma
gayreti içerisindeler. Kimse, bu konularda belli mevkilere, makamlara gelmiş
olanlar bana laf yetiştirmeye kalkmasınlar. Ülkede din kültürü dersi
öğretmenine ihtiyaç var mı, yok mu' Diyanet İşleri 16 bin camimizin boş
olduğunu belirtiyor. Bazıları da çıkıp 2 yıllıklar var, şu var bu var diyorlar.
Efendi bak. Bu senin işin değil. Diyanet İşleri'nin işi. Benim ihtiyacım
var diyor. Eskilerin dediği gibi 'yarım imam dinden, yarım doktor candan'
etmesin. Camilerde dinimizi hakkıyla bilenler olsun. Köyden gelen birine Cuma
hutbelerini verirsen farklı İslam dini olur.' şeklinde konuştuğu ileri
sürülmüştür.
Davalı parti savunmasında, Başbakan ve AK Parti Genel
Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; Danıştay'ın muhtelif kararlarını eleştirdiğini ve
meslek liseleri ile düz lise arasındaki katsayı sorununu ile ülkedeki İmam
Hatip açığına değindiğini belirterek, önceki kanıtlardaki savunmalarını
tekrarlamıştır. Öte yandan 'Efendi bu senin değil Diyanetin işi' ifadesinin
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın personel ihtiyacıyla ilgili olarak sarf edildiği,
'Ölümün nerede ne zaman geleceği belli mi' Musalla taşına yatırıldığınız
zaman 'Falanca cumhurbaşkanıydı, falanca başbakandı' veya 'Cumhurbaşkanı
niyetine ya da başbakan niyetine' demeyecekler. 'Er kişi niyetine' diyecekler.
Bu makamlar, bu mevkiler gelip geçici. Bunlar bizleri şımartmasın. Ben tüm
Adalet ve Kalkınma Partiler'e şunları söylüyorum: Mütavazı ol' ifadelerinin
tevazuya çağrı olduğu ve Anayasaya aykırı bir tarafının bulunmadığı
savunulmuştur.
11 Numaralı Eylem
Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın 2008 yılı Ocak ayında
'Medeniyetler İttifakı Forumu' için gittiği İspanya'da Europa Press'in konuğu
olarak katıldığı kahvaltılı toplantıda, 'Türban sorununu yeni anayasa ile
çözecek misiniz'' sorusunu; 'semboller dediniz, Benim partim içinde nasıl
başörtülü varsa diğer partiler içinde de var. Hepsinin siyasi tercihidir bu.
Bu onların siyasi tercihine, dinin bir gereği olarak başını örttüğüne inanan ve
bunu bu şekilde uygulayana zorla şu söyleniyor; 'sen bunu siyasi simge olarak
takıyorsun ' deniyor. Hayır ben bunu siyasi simge olarak takmıyorum, diyor. Velev
ki (türbanı) bir siyasi simge olarak taktığını düşünün. Bir siyasi simge
olarak takmayı da suç kabul edebilir misiniz' Simgelere, sembollere bir yasak
getirebilir misiniz' Özgürlükler noktasında dünyanın neresinde böyle bir yasak
var'' şeklinde cevapladığı,
B- Savunma
Davalı parti savunmasında, söz konusu konuşmanın Başbakan
ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN'ın Türkiye'de yaşanan başörtüsü sorununun,
bir insan hakkı ve özgürlük sorunu olduğuna vurgu yapan, kimi çevrelerin
'siyasi simge' nitelemelerinin, sorunun karakterini değiştirmediğini belirten,
kaldı ki simge ve sembollerin bile yasaklanamayacağını dile getiren bir
değerlendirme ve tespit olduğunu, konuşma metninde 'başörtüsü' kelimesi
kullanıldığı halde iddia makamının 'türban' kelimesini ekleyerek, konuşma
metnini istediği gibi değiştirerek anlamlandırdığını, başörtüsünün siyasi bir
simge olmayıp inanç gereği takıldığını, tüm siyasi partilerde başörtülülerin
bulunduğu gerçeği karşısında siyasi simge iddiasının çürüdüğü, Başbakanın
başörtüsünün siyasi simge olduğunu kesinlikle söylemediğini belirtmiştir.
Savunmada ayrıca şu ayrıntılar üzerinde durulmuştur:
İddianamedeki konuşma incelendiğinde görülecektir ki Başbakan; '' Dinin
bir gereği olarak başını örttüğüne inanan ve bunu bu şekilde uygulayana' ve
neden örttüğünü de açıklayan bayanlara, 'Sen bunu siyasi simge olarak
takıyorsun' diye diretilmesini, inancı gereği başını örten bayanların
da bu ısrarlı itham ve itiraza karşı; 'Hayır ben bunu siyasi simge olarak
takmıyorum' demeye devam etmesine rağmen, siyasilerin ve bu itham
sahiplerinin bu açık beyanlara itibar etmeleri gerekirken, bunu yapmayıp kendi
bildiklerini okumaya devam etmelerini eleştirmektedir. Çünkü, başörtüsü siyasi
bir simge değildir.
Kamuoyunda konunun Başbakanın iradesi dışında
tartışılması ve basında farklı yansıması üzerine Başbakan; ''Bir defa şimdi,
bunun siyasi simge olması için sadece AK Parti'nin çatısı altında, başörtüsü
veya başörtülülerin olması lazım. CHP çatısı altında veya CHP'ye oy verenlerin
arasında başörtülü, türbanlı olan yok mu, MHP'de yok mu' DP'sinde, ANAP'ında
yok mu, DTP'sinde yok mu' Hepsinde var. Dolayısıyla kimse kalkıp da burada
birbirine çamur atmaya kalkmasın. Her vatandaş siyasi iradesini sandıkta ortaya
koyuyor, başörtülüsü de başörtüsüzü de koyuyor. Ama başörtülülerin içinde çok
değişik partilere dağılmış bir irade var. Kalkıp da başörtülülerin içerisinden
AK Parti'ye oy verenleri cezalandırma yetkisini kim kendinde buluyor' Veyahut
da başı açık olan vatandaşlarımın değişik partilere oy kullanması kimleri,
niçin rahatsız eder' Bunu anlamakta zorluk çekiyoruz. Böyle şey olamaz.
Herkesin buna saygı duyması gerekir, bizim vatandaşlarımızın tümünü ayırt
etmeksizin saygı duyduğumuz gibi.'' açıklamasında bulunmuştur. Ancak iddia
makamı, bu açıklamaya da itibar etmemiştir.
Konuşmanın bütünlüğünde, başörtüsü yasağı taraftarları
ile bizzat bu pratiği gerçekleştirenler (başörtülüler) arasındaki diyalog verilmektedir.
Bu diyalogda, başörtülüler bunu dini gerekçelere dayandırırken, karşı
taraftakiler, bir anlamda onların kafasının içini biliyormuş gibi, siyasi simge
olarak taktıklarını iddia ederek yasağı savunmaktadırlar.
Başbakanın soru biçimindeki değerlendirmesi ise bu
noktada, başörtüsünü siyasi simge olarak takmanın suç kabul edilemeyeceği,
simgelere ve sembollere yasak getirilemeyeceği; özgürlükler noktasında dünyanın
hiçbir yerinde böyle bir yasağın olmadığıdır.'
12 Numaralı Eylem
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN'ın 17.02.2008 günü ATV
isimli televizyon kanalında gazetecilere verdiği mülakatta 'Kızlarımızın
önündeki en önemli engel birinci derecede 'Ben ülkemde üniversiteye
gidemiyorum, neden'' 'başörtüm olduğu için gidemiyorum' işte bunu aşabilmenin
gayreti içinde, bundan sonraki beklentilere yönelik olarak Türkiye'de yasalar
zaten belli. (') Kurumsal mutabakatı yüzde yüz bekleyenler bir defa yanlışın
içindeler. Hiçbir zaman mutabakat yüzde yüz olur diyemezsiniz. (') Her şeyden
önce sessiz duran yığınların bir temsilcisiyim. Bakın alanlara, belli insanlar
gelip toplanıyor. Onlar da benim vatandaşım ve oralarda bazı senaryolar
düzenleniyor. Sabırla izliyorum. Bulunduğum makam nedeniyle. Ama şu anda böyle
bir şeyin karşısında eğer gerilim taraftarı olsam o meydanlara 10 katını biz
toplarız. (') 5 yıl başörtüsü konusunda ses çıkarmadık. Hep sabır sabır dedik.
(') Din İşleri Yüksek Kurulu 1980'de Kuran-ı Kerim'den bir ayeti alıyor şöyle
diyor: Cenab-ı Hak bu ayeti ile celile ile cahiliye devrinin bu adetini kesinlikle
yasaklamış. Müslüman kadınların başörtülerini, saçlarını, başlarını,
kulaklarını, boyun ve gerdanlarını örtecek şekilde yakalarının üzerine
salmalarını emretmiştir.' şeklinde beyanda bulunduğu ileri sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında, konuşmanın başörtüsü
sorununa ilişkin olduğu, önceki kanıtlarda dile getirildiği gibi, bu soruna
yönelik çözüm arayışının Anayasaya aykırı olmadığı, niyet okumayla bu
konuşmanın başka anlamlara çekilmesinin hukuka aykırı olduğu, konuşmanın
Başbakanın kendisine ve parti politikalarına yönelik eleştirilere cevap
niteliğinde olduğu ve muhataplarının bilindiği, konuşmanın yer, zaman ve
muhatap bağlamından koparıp laikliğin muhatap alındığı izleniminin
yaratılmasını hukuken kabul edilemeyeceği, bir hak olan eleştirilere cevap
vermenin de laikliğe aykırı eylem olarak değerlendirilmesinin mümkün olmadığı,
hiçbir hukuk devletinde iddia makamının, bir kişiyi, görüş ve düşüncelerini
açıkladı, ülke sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulundu diye
laiklik karşıtı gösteremez ve bunu yapanların siyasi yasaklı hale gelmesini
talep ve dava edemeyeceği, din konusunda toplumu aydınlatmak üzere kurulmuş bir
devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın görüşünün bir tartışmada dile
getirilmiş olmasının laikliğin ihlali olarak değerlendirilemeyeceği, aksi
taktirde kurumun işlevini yerine getirmesinin imkansız olacağı görüşleri dile
getirilmiştir.
2- Bülent ARINÇ Hakkında
1 Numaralı Eylem
TBMM'nin açılışının 86. yıldönümü, 23 Nisan Ulusal
Egemenlik ve Çocuk Bayramı nedeniyle özel gündemle toplanan Genel Kurul'da
konuşan TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın; 'Özgürlüklerin genişletilmesinde,
yasakların kaldırılmasında ve demokratikleşmede temel iki zorunluluk vardır:
Birincisi, Anayasa'ya uygun olarak Meclisin karar alması. İkincisi ise,
milletin mutabakatıdır. Yeni bir düzenleme yapılmasında, Anayasa değişikliğinde
kurumların görüşünü almak başka bir şeydir, kurumların mutabakat şartını aramak
başka bir konudur. Dünya üzerinde daha çok demokrasi için, sadece 'kurumların
mutabakatını' arayan demokratik başka bir ülke yoktur. Türkiye'de doğal bir
durummuş gibi gösterilen bu tutumun, demokrasi anlayışımızı, özgürlüklere
yaklaşımımızı ve hukuka olan inancımızın nasıl olduğunu açıkça gösterdiği
inancındayım. Anlaşılmaz bir şekilde özgürlüklerin genişletilmesi, yasakların
kaldırılması için yıllarca bu kurumların mutabakatı beklenir olmuştur. Ancak
bir mutabakat aranacaksa sadece Yüce Meclis çatısı altında halkı temsil eden
Milletvekillerinin mutabakatının aranması gerekir. Eğer burada bir mutabakat
sağlanamazsa gidilecek bir tek merci vardır, o da yüce milletimizin iradesidir.
Ülkenin rejimine karşı bu kadar güvensiz olunamaz. Türkiye'nin rejimi her konu
tartışıldığında sarsılacak, etkilenecek kadar zayıf değildir. Hiç kimse
Cumhuriyetten, demokrasiden, temel özgülüklerden vazgeçme niyetinde değildir.
Dolayısıyla ülkede bir rejim sorunu değil, rejimin sahibi olma tartışması
vardır. Ülke yönetiminde inisiyatif alanlarını genişletme ya da sahip oldukları
gücü kaybetmeme tartışmaları vardır. Laikliğin, Yüce Önder Atatürk'ün,
Cumhuriyetin, bayrağın, rejimin sahibi milletin kendisidir. Milletin
temsilcileri olan bizler tüm bu değerlere bağlı kalacağımıza, sahip
çıkacağımıza milletvekili olduğumuzda yemin ettik. Bugüne kadar bu yeminimize
muhalif bir tek davranış dahi bu Yüce Meclisimiz içinde vuku bulmamıştır.
Tartışmaların odağında yer alan ve nerdeyse tüm fikir ayrılıklarının gelip
dayandığı bir başka konu da laiklik ilkesidir. Açıkça belirtmeliyim ki,
Anayasa'mızın değiştirilemez maddesi olan laiklik ilkesine, Türkiye'de karşı
çıkan kimse yoktur. Bütün tartışmalar laiklik ilkesinin farklı yorumlanmasından
kaynaklanmaktadır. Bu yorum farkı nedeniyle kamusal alanda her dönemde farklı
uygulamalar yapılmış ve tartışma yaşanmıştır. Kamusal alan, yurttaşların ortak
meselelerini eşit ve özgürce tartıştığı alandır. Dolayısıyla her bireyin ayrım
yapılmadan haklarının korunduğu, haklardan yararlandığı ve kendilerini özgür
hissettiği bir alandır. Bu alanı güvence altına almak ve tüm yurttaşlarına
eşitçe kullanım hakkı sağlamak devletin görevidir. Kamu yararı devletin değil,
halkın yararına doğru genişletilmelidir. Devlet kamusal alanın sahibi değil,
koruyucusudur. Bu koruyuculuk; oradaki eşitliğin, adil paylaşımın ve
hizmetlerin her birey tarafından kullanılmasını sağlamaktır. Kamusal alandaki
özgürlüklerin ve hakların bir gruba, bir kesime kayması anında devlet
koruyuculuğu devreye girer ve haksızlığı önler. Devlet kamusal alanda herkes
için geçerli olan hakları bir kesime yasaklayamaz ya da sınırlayamaz. Buradan
hareketle laiklik ilkesinin yorum farklılığını gündeme getirmek gerekir.
Anayasamızın değiştirilemez maddesi olan laiklik maddesi, ilelebet var
olacaktır. Ancak günün şartlarına, toplum yapımıza uygun olarak yorum
farklılıklarını ortadan kaldırmak gerekir. Bu, laikliğin özünü değiştirmeyecek,
bilakis toplumun bir arada daha uyum içinde yaşamasına katkı sağlayacaktır.
Dünyada birçok örneği olan laiklik uygulamasının, Türkiye'dekine benzer tek
örneği sadece Fransa vardır. Orada bile laiklikten yola çıkarak hak ve
özgürlükler bizdeki kadar kısıtlanmamıştır. Laikliği bir toplumsal barış ve
uzlaşı mekanizması olarak algılamak gerekir. Laiklik, devletin inançlar
karşısında tarafsızlığını zorunlu kılar. Bütün inançların kendisini ifade
etmesine imkân vermek, bireylerin ibadet hürriyetini sağlamak laiklik ilkesinin
temel işlevidir. Devlet, bu işlevi uygulayan ve tüm inançlara eşit mesafede
davranan aygıttır. Sorun işte burada başlamaktadır. Devlet, dini inançların
yaşamasını teminat altına alması gerekirken, tam tersine kamusal alanda bazı
inançların yaşam hakkını, ifade hürriyetini kısıtlamaktadır. Bunu da
laiklik adına yapmaktadır ki, siyaset bilimi açısından büyük bir çelişkidir.
Bu çelişki yıllardır Türkiye'nin iç huzurunu zedelemekte ve bitmez tükenmez
sorunları beraberinde getirmektedir. Aydınların, siyasetçilerin ve
akademisyenlerin hep birlikte çözmesi gereken yorum farkından kaynaklanan işte
bu çelişkidir.' şeklinde beyanda bulunduğu ileri sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında, konuşmanın Türkiye Büyük
Millet Meclisi Genel Kurulunda yapılması nedeniyle mutlak sorumsuzluk
kapsamında olup, Anayasanın 83'üncü maddesinin teminatı altında olduğu, içerik
itibariyle durum tespiti ve değerlendirmesi olduğu, laikliğe aykırılığın değil,
uygunluğun kanıtı olduğu, bu değerlendirmenin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının
laiklik yorumuyla çelişse de, Anayasanın laiklik ilkesiyle asla çelişmeyeceği
dile getirilmiştir.
2 Numaralı Eylem
TBMM Başkanı Bülent ARINÇ'ın 2007 yılı Nisan ayında
Turgut Özal Düşünce ve Hamle Derneği tarafından TBMM'ne verilen 'Demokrasi
Ödül Töreni'nde yaptığı konuşmada; ''.1950 yılında 12 Nisan'ında Mareşal
Fevzi Çakmak vefat ettiğinde O'na görkemli bir dini tören yapılması tartışması
çıkmıştı. Tartışmaların bir kısmı sanırım yine laikliğe aykırı olacağı
gerekçesiyle yapılmıştı. Ancak sonunda halkın büyük sevgi beslediği Mareşal
için Beyazıt Camiinde büyük bir katılımla cenaze namazı kılındı ve sonra da
defnedildi. O tartışmaların içinde 23 yaşında bir genç öğrenci lideri daha
vardı: Turgut Özal. Tarihin cilvesine bakın ki, rahmetli Özal'ın cenazesi de
aynı tartışmalara sahne oldu. Ancak yine aynı görkemli kalabalık Fatih
Camiinden O'nu hakkın rahmetine uğurladı. O zaman sadece sevenleri değil, O'nu
desteklemeyenler de o cenazeye katıldı ve tekbirlerle 8. Cumhurbaşkanımız
Edirnekapı'da defnedildi. O cenazede küçük kartona elle yazılmış pankart
taşınmıştı. Halkın arasından biriydi kuşkusuz. Tekbirler eşliğinde taşınan
cenazenin arkasından tutuluyordu. Şöyle yazıyordu o kartonda: 'Sivil,
dindar, demokrat Cumhurbaşkanı' Bu Özal'ın kendisiydi. Bu
milletin özlediği Cumhurbaşkanının tanımıydı. Baylar, Bayanlar son elli
yılda yaşanan tartışmaların nedeni işte bu kartona yazılmış bu tanımdır. Sivil,
dindar ve demokrat Cumhurbaşkanı taraftarları ile onun tam tersi tanımların
tartışması son elli yıldır hiç bitmedi. Bugün de tartışmanın adı budur.
Meclisimizin sivil, dindar, demokrat bir Cumhurbaşkanı seçecek olmasına yine
itiraz ediliyor. Menderes'in Başbakanlığına, Özal'ın Başbakanlık ve
Cumhurbaşkanlığına yapılan itirazların altında hep bu kimlik tanımı vardır. Bu
tanım kim ne derse desin, Türk milletinin kendi öz Cumhurbaşkanı tanımıdır.
Rahmeti Özal dindar olduğu için hakkında söylenmedik şey bırakılmadı.
'Takunyalı' gibi seviyesiz sıfatlar Özal'a ve onun çalışma arkadaşlarına o
dönemde takıldı. Cuma namazına gitmesi, bayram namazına gitmesi, Hacca gitmesi
hep eleştirildi. Sivil olması, dindar olması, demokrat olması nasıl
sorun çıkartabilirdi bu ülke için'...' şeklinde beyanda bulunduğu ileri
sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında, konuşmanın 'Turgut Özal
Düşünce ve Hamle Derneği'nde yapıldığı belirtilmiş; iddianın ekleri arasında
İran İslam Cumhuriyeti Anayasası'nın yer almasının konuşmada yer alan 'dindar
Cumhurbaşkanı' ile ilişkilendiriliyorsa, bunun demokratik hukuk devleti
anlayışını, hukuku, Anayasayı ve bütün evrensel değerleri yok eden bir anlayış
olduğu, utanılacak bir skandal olduğu, hukuk devletinin bu tür keyfiliklere
izin veremeyeceğini, ARINÇ'ın pek çok siyasetçi, yazar ve akademisyen gibi seçilecek
Cumhurbaşkanında kendinde aradığı özellikler hakkında açıklamada bulunduğu,
bunun Anayasaya aykırı bir yönünün bulunmadığı belirtilmiştir.
Hüseyin Çelik Hakkında
1 Numaralı Eylem
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in, mesleki teknik
eğitim mezunlarına ÖSS'de uygulanan katsayılarla ilgili sorunu yapacakları
değişikliklerle çözeceklerini söylediği,
İmam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye girişini
zorlaştıran katsayı engelini ortadan kaldırmaya söz veren Hükümet tarafından
hazırlanan imam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye girişlerine kolaylık
sağlayan, üniversiteye giriş sınavını Milli Eğitim Bakanlığı ile Yükseköğretim
Kurulu'nun ortaklaşa düzenleyeceğini ve kılık-kıyafet yönetmeliğinin
üniversiteler tarafından hazırlanacağını öngören 'Yükseköğretim Kanununda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun' TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildiği, ancak
Cumhurbaşkanı tarafından veto edildiği ileri sürülmüştür.
Davalı parti savunmasında, iddia makamının Anayasaya
uygun bir biçimde işleyen bir yasama sürecinden, Anayasaya aykırılık türetmeye
çalıştığı, yasama yetkisinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne ait olduğu
(Anayasa, m. 7), kanun koyma, değiştirme veya kaldırmanın Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin yetki ve görevlerinden olduğu (Anayasa, m. 87), kanun teklif etmeye
Bakanlar Kurulu ve milletvekillerinin yetkili olduğu (Anayasa, m. 88/1),
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde görüşülerek kabul edilen 13.05. 2004 tarih ve
5171 Sayılı Yükseköğretim Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun,
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER tarafından 28.05.2004 tarihinde bir daha
görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne geri gönderilmesi, tamamen
Anayasaya uygun usule dair bir işlem olduğu;
Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edilen bir kanunun,
Anayasaya aykırılık denetimi ve aykırılığın tespiti halinde iptali, Anayasa
Mahkemesinin görev ve yetkileri arasında olduğu (Anayasa, m. 148-153), Anayasa
ve İçtüzük'e uygun bir yasama faaliyetinin, salt Cumhurbaşkanının bir daha
görüşülmek üzere Meclise geri göndermede beyan ettiği gerekçelerle veya
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın iddia ve değerlendirmesiyle Anayasaya aykırı
hale gelemeyeceği, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının bu tavrıyla, Anayasanın
yalnızca Anayasa Mahkemesi'ne tanıdığı denetim yetkisini devşirdiğini, bunun da
'Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi
kullanamaz.' (Anayasa, m. 6/3) şeklindeki Anayasa kuralına aykırı olduğu;
Ayrıca yapılan düzenlemenin, bütün mesleki ve teknik
eğitimi ilgilendiren bir düzenleme olup, bunun sadece İmam Hatip Lisesi için
yapıldığını söylemenin sübjektif bir yaklaşım olduğu;
Üniversiteye girişte uygulanan katsayı adaletsizliğinin
kaldırılmasını savunmanın ve bu yönde çalışma yapmanın Anayasaya aykırı olamayacağı,
herhalde yasama faaliyetlerinin, mutlak sorumsuzluk kapsamında olup Anayasa'nın
83'üncü maddesinin teminatı altında olduğu (Anayasa, m. 83/1) görüşleri dile
getirilmiştir.
2 Numaralı Eylem
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in, 2005 yılı Kasım ayında
TBMM Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada: Başbakan Erdoğan'ın ''ulema''
açıklamasıyla ilgili sözlerinin ''tefsire gerek olmayacak kadar açık''
olduğunu belirterek, ''İnancım gereği yapıyorum diyen insanın yaptığının
dinde olup olmadığını tartışmak, size düşmez'' '''Yapılan, dini inançlardan
dolayı yapılıyorsa, tesettür dinin emrine göreyse buna inanır veya
inanmazsınız. Niçin 5 vakit namaz '''İsterseniz İslam dininden değil,
Hıristiyan dininden örnek vereyim'' '''Laik devletin tanımı, 'devletin icraatlarına
dini esasları karıştırmayan' devlettir. Bu, Hıristiyan, ateist, Budist olur, şu
veya bu din olabilir. Sihler başlarına sarık sarıyor. Kanunlar yasaklayabilir
ama 'inancımız gereği takarız' demiş ve takmışlar. Başbakan'ın söylediği de
bu... Öyle kabul etmek zorundasınız. Hâkim, hukuk kararlarıyla bunu
yasaklayamazsınız. Türkiye Cumhuriyeti'nin, demokratik, laik, sosyal, hukuk
devletinin sahibi biziz. Hiç kimsenin uyarısına ihtiyacımız yok.'' şeklinde
beyanda bulunduğu ileri sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında, konuşmanın TBMM Genel
Kurulunda yapıldığından dolayı yasama sorumsuzluğu kapsamında olduğundan
bahisle önceki savunmaların tekrar edildiği, içerik itibariyle 'ulema'
kavramıyla Türk hukukunda ve bütün ülke hukuklarında cari olan bilirkişilik
müessesinin önemine vurgu yapıldığı, çözümü teknik ve fenni bilgiyi gerektiren
konularda, o konunun uzmanı bilirkişilere müracaatın gerekliliği ifade
edildiği, mahkemelerin de karar verirken, hâkimlik mesleğinin genel ve hukuki
bilgi ile çözülmesi mümkün olmayan, çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi
gerektiren hallerde bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasının gerekliliğinin
farklı bir lisanla ifade edildiği, bilirkişilik müessesinin, başlangıçtan beri
Türk hukukunda hem Ceza Muhakemesi Kanunu (M. 63- 73), hem Hukuk Usulü
Muhakemeleri Kanunu (M. 275-286) ve hem de İdari Yargılama Usulü Kanununda (M.
31) düzenlenen ve uygulanan bir müessese olduğu, bu yöndeki değerlendirme ve
eleştirmenin laikliğe, Anayasaya ve yasaya aykırı bir yönü olmadığı dile getirilmiştir.
Diğer Milletvekilleri Hakkında
1 Numaralı Eylem: İrfan GÜNDÜZ ve Mehmet
ÇİÇEK
Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin, Anayasa
Mahkemesi'nin 43. kuruluş yıldönümü töreninde 'Laiklik ilkesinin Türkiye
için önemi' konusunda yaptığı konuşmada, üniversitelerde başörtüsünün
serbest bırakılmasının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarına aykırı
olacağına ilişkin değerlendirmeleri üzerine, Adalet ve Kalkınma Partisi Grup
Başkanvekili İrfan GÜNDÜZ'ün, Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa BUMİN'in
'Önüne konulan metni daha önce okumadan hazırlıksız yakalandığını' iddia
ederek; 'Geleceğe ambargo koyan bir hukuk sistemi olmaz. Toplumda bu konuda
mutabakat var. Türban konusunda Anayasa Mahkemesi fetva veren bir kurum
mudur'' dediği,
Adalet ve Kalkınma Partisi Yozgat Milletvekili Mehmet
ÇİÇEK'in, vekil imam ve hatiplere kadro olanağı sağlayan tasarının TBMM
Genel Kurulu'nda görüşülmesi sırasında, 27.4.2005 günlü 90. Bileşimin 4.
oturumunda Adalet ve Kalkınma Partisi grubu adına söz alarak; 'Sayın Anayasa
Mahkemesi Başkanımız Mustafa Bumin, geçmişten ibret almamışa benziyor;
geçmişte, bu metodu kullanarak, durup dururken, bu konuyu gündeme getiren,
taşıyan ve emekli olanlar, belli bir süre sonra, 'kullanıldık ve bir yerlere
atıldık' diye hala bağırmaya devam ediyorlar''Dini, ahlaki ve kültürel
değerlerimiz, toplum önünde, sorumsuz ve liyakatsiz kişiler tarafından, hala
tartışılmaya devam ediyor. 'Ülkemizde, hiçbir kimsenin, Anayasanın ona
verdiği yetki ve görevin dışında misyon yüklenerek ortaya çıkması düşünülemez.
Ne gariptir ki, Türkiye'de gündem oluşturmak istendiğinde ilk ele alınmak
istenen konu, din ve dinî değerlerimizdir; günah keçisi yapılmak istenen kurum
ve kuruluş ise, Diyanet Teşkilatı ve onun müntesipleridir. Başörtüsü,
imam-hatip lisesi, cami, Kur'an kursu gibi konular, zamanlı zamansız, yeterli
yetersiz kişiler ve kuruluşlarca, hiç gereği yokken dile getirilmekte ve
tartışmaya açılmaktadır. Bu tartışma, hem Yüce dinimize hem Diyanet İşleri
Başkanlığı Teşkilatımıza zarar veriyor demiştik. Bu bağlamda, Anayasamız, diğer
kurumların yetkilerini belirlediği gibi, Anayasa Mahkemesinin de görevlerini,
yetkilerini belirlemiş ve sınırlamıştır. Hiç kimse ve hiçbir kurum, ülkemiz
insanını Allah ile kanun arasına sıkıştırmamalıdır. İnsanlarımız, bir tarafta Allah'a
ibadet maksadıyla uygulamalarda bulunmak isterken önüne farklı engeller
konulmamalıdır. Bugünlerde durup dururken başlatılan türban tartışmasının
çözümüne muhatap, kesinlikle Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek
Kuruludur. Anayasa Mahkemesinin içtihatları neyse, dinî konularda
anayasal bir kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun
içtihatları da odur. Ülkemizde kurum ve kuruluşlar arasındaki
yetki, kavram tecavüzü ve kargaşası mutlaka önlenmelidir. Bu, iktidar -muhalefet,
hepimizin görevidir. Mesela, hiçbir kurum ve kuruluş, Diyanet İşleri
Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun görevini üstlenmemelidir; buna,
hiçbir hakkı ve salahiyeti yoktur. Anayasa Mahkemesinin, kendisini,
Parlamentonun üzerinde görmesinin de gereği yoktur.' dediği ileri
sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında, İrfan GÜNDÜZ'ün eleştiri
mahiyetindeki konuşmasının ilk bölümünde hâkimlik mesleğinin genel ve hukuki
bilgi ile çözülmesi mümkün olmayan, çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi
gerektiren hallerde bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasının gerekliliğini
farklı bir lisanla ifade ettiğini, Anayasa Mahkemesi Başkanlarının beyanlarının
eleştirilemezliğini öngören bir hukuk kuralı da olamayacağına göre ifade
kapsamındaki beyanların Anayasaya aykırı olmadığı belirtilmiştir.
Mehmet ÇİÇEK'in ise bu konuşmayı, bir yasama faaliyeti
çerçevesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda yaptığı ve yasama
sorumsuzluğu kapsamında kaldığı, içerik olarak laikliğe ve cumhuriyetin
değerlerine vurgu yaptığı, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın önemine ve
faaliyetlerine değindiği, dini kuralların ne olduğu hakkında görüş beyan edecek
kurumun Anayasa gereği Diyanet İşleri Başlanlığı olduğu, bu çerçevede dönemin
Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa BUMİN'in yaptığı açıklamalara dair tespit,
değerlendirme ve eleştirilerde bulunduğu, laikliğe ve Anayasaya aykırı bir
tutum içinde olmadığı, aksine iddia makamının aktarmadığı konuşma metninde yer
alan 'İşin doğrusu, devlet, millet, cumhuriyet, Atatürk ilkeleri, laiklik ilkeleri
kimsenin babasının mülkü değildir. Bunlar yüce Türk milletinin vazgeçilmez
ortak değerleridir ve milletimizin değerleridir, kimsenin inhisarı altında
değildir'' ifadelerinin bunu kanıtladığı savunulmuştur.
2 Numaralı Eylem: Abdullah ÇALIŞKAN
Adalet ve Kalkınma Partisi Kocaeli Milletvekili ve Genel
Başkan Yardımcısı Nihat ERGÜN'ün divan başkanlığı yaptığı Adana Büyükşehir
Belediyesi Tiyatro Salonu'ndaki Adalet ve Kalkınma Partisi Adana Gençlik
Kolları 2. Danışma Meclisi'nde, toplantıya katılan partili gençlerin
boyunlarında parti amblemi bulunan turuncu renkli atkıların kendine Ukrayna'da
yaşanan 'Turuncu devrimi' hatırlattığını belirten Adalet ve Kalkınma
Partisi Adana Milletvekili Abdullah ÇALIŞKAN'ın 'Gençler devrim
istiyor. Ben de bir romantik devrimci olarak elbette devrimden yanayım. Ama
devrimin turuncusu olmaz. Ara renk olmaz devrimde. Devrim ya kırmızıdır, ya da
yeşildir. Ben yeşilden yanayım'''Bu devrimci ateşinizin asla sönmemesini
diliyorum. Yaş 30'u geçtikten sonra ana kademeye geçince, devrimci
ruhunuzun asla sönmemesini diliyorum. O ateş, her ne kadar cürümü kadar yeri
yaksa da sizi mezara kadar götürecek bir ateştir. Ben yüreğinizdeki o ateşin
mezara kadar devam etmesini diliyorum.' diye söylediği,
Konuşmasının ardından DHA muhabirinin 'Yeşil devrimden
kastınız nedir'' sorusuna Abdullah Çalışkan'ın; 'Gençlere
yönelik duygulu bir konuşma yapmak istedim. Asıl olan ülkedeki mevcut
gidişattır. Çünkü bugüne kadar ülkemizde bir takım yönetimler olmuş, bir takım
iktidarlar gelmiş, ama köklü değişimler bir türlü gerçekleşmemiştir. Önemli
olan burada toplumun talep ettiği köklü değişimlerdir. Siz onun adına ister
devrim deyin, ister fetih deyin. Bir şekilde bu köklü değişimlerin
yapılması lazım. Ben köklü değişimlerden yanayım, benim kastettiğim şey budur.
Devrimlerin esası şudur, ara devrim olmaz. Bir şekilde 'turuncu devrim', 'pembe
devrim', 'sarı devrim' gibi devrimler olmaz. Devrimlerin rengi ya 'yeşildir',
ya da 'kırmızıdır' Kastettiğim köklü değişimlerdir. Devrimin darbe gibi
farklı şekilde anlaşılması zaten mümkün değildir. Yeşil devrim zaten halkın
anlayacağı bir dildir. Ben renklerle ifade ettim, renklerin dilini
kullandım, anlaşılmıştır.' yanıtını verdiği ileri sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında, konuşmanın gençler ve
değişim konusunda yapılmış bir değerlendirme olduğu, konuşmadaki 'Yeşil
devrim'den kastedilenin, iddia makamının dile getirdiği gibi 'Laik
cumhuriyete yönelik bir karşı devrimin adı' değil, değişim ve bunun gençlik
için önemini ifade ederken yapılmış bir niteleme olduğu, Abdullah ÇALIŞKAN, 'Kastettiğim
köklü değişimlerdir.' demek suretiyle kastını açıklıkla ifade ettiği ve bu
ifadesi de iddianamede yer aldığı halde iddia makamının, bunu kendine göre
yorumlanması ve anlamlandırmasının hukukun evrensel ilkeleriyle bağdaşmadığı,
Ayrıca, AK Parti Kocaeli
milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı Nihat ERGÜN'ün, Abdullah ÇALIŞKAN'ın
görüşlerine parti olarak katılmadıklarını, bu ifadelerin partinin görüşlerini
yansıtmadığını açıklıkla ifade ettiği, Nihat ERGÜN'ün o konuşmasının ilgili
kısmında: 'Biz bir hizmet milliyetçisiyiz, Parti olarak da bir hizmet partisiyiz,
bir ideolojik parti değiliz. Toplumu adam
etme sevdasında bir partinin üyeleri değiliz biz. Toplumu bir veri kabul ediyoruz. İşte toplum bu. Bu toplumdan
etkileniyoruz, günü geldiğinde bu toplumu etkiliyoruz, görüş ve düşüncelerimizle. Bu toplumun var olan
problemlerini çözmek ve bunu daha
ileriye götürmek için uğraşan bir siyasi partiyiz. Muhafazakâr demokrat bir
siyasi partinin üyeleriyiz,
gençliğiz, yöneticileriyiz. Muhafazakâr partiler devrimci partiler
değildirler. Yeşil ya da kırmızı, önemli değil. Tedricî değişimden yana olan
evrimci partilerdir. Değişimden yanayız, yenilikçiyiz. Ama, bu
yenilikçilik kökten silen atan, devrimci bir yenilenme değildir. Kendi kendine, doğal süreci içerisinde değişen,
bir evrim geçiren bir yenilenmedir.
Böyle bir yenilenmeden yanayız. Kökten silip atan bir yenilenmenin toplumu tahrip ettiğini düşünürüz. Böyle bir yenilenme
yerine evrimci, birbirinden etkilenerek toplumu ilerleten, mesafe aldıran bir yenilenmenin öncüleri olan muhafazakâr
demokrat bir siyasi partinin
temsilcileriyiz. O açıdan, bizim
yaklaşımlarımızın radikal olmadığımızı, köktenci olmadığımızı, toplumu adam
etme sevdasında olmadığımızı, toplumu bir veri olarak kabul ettiğimizi, o
veriyle etkileşim içerisinde kâh ondan etkilenerek kâh onu etkileyerek ilerleme
kaydetmemiz gerektiğini düşünen bir
siyasi partiyiz. Bazı köktenci partiler toplumu beğenmezler, onu adam etmek sevdasındadırlar, kendi hâline bırakırsan ya
davulcuya ya zurnacıya gideceğine
inanırlar. Onun için, ensesinden devletin sopasını eksik etmemek ve onu hiza istikamete sokmak peşinde koşmuşlardır. Böyle
dönemler yaşamıştır Türkiye. Bu dönemlerin
Türkiye'de topluma da, siyasete de bir şey katmadığını, kazandırmadığını biz, hepimiz
biliyoruz.' dediği,
Abdullah ÇALIŞKAN'ın AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi olmadığı, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısının da iddianamesinde bu yönde bir eylemden söz etmediği,
Abdullah ÇALIŞKAN'ın beyanlarının Anayasaya aykırı bir
eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın teminatı altında olup, Anayasa'nın 69'uncu
maddesine aykırı bir durumun söz konusu olmadığı,
Nitekim Abdullah ÇALIŞKAN'ın Adana'daki
konuşmasının, adli soruşturmaya konu olduğu ve yapılan soruşturma sonucunda;
yapılan konuşmada suç unsuru bulunmadığı, düşünce ve düşünceyi açıklama
hürriyeti kapsamında olduğu tespitle kovuşturmaya yer olmadığına karar
verildiği ve bu kararın da kesinleştiği ifade edilmiştir.
3 Numaralı Eylem: Resul TOSUN
2005 yılı Mayıs ayında, parti grup toplantısında AİHM'nin
Leyla Şahin davası hakkındaki kararı ile ilgili olarak; Türban konusunda
hükümetin kredisinin bitmediğini, sorun çözülmediği takdirde seçim sonuçlarına
yansıyacağını belirterek; 'O nedenle bir an önce halka gidilmesi ve
referanduma sunulmasını savunuyorum' dediği, Referandum için Meclis'te gerekli
çoğunlukları bulunduğunu hatırlatan Tosun'un, sözlerini 'Oligarşik
kurumların direnci, toplumsal taleple kırılacaktır. Rusya bile ayakta duramadı.
Ezici bir çoğunlukla halk bu yasakları kaldıracaktır. Eğer halk bizim
savunduğumuzu yerinde görmezse, bunu halka doğru anlatamamışız derim. Bunu
halka anlatmaya çalışırız. Hak bildiğimiz bir şeyden vazgeçecek değiliz' şeklinde
devam ettiği, ileri sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında, İmam Hatip Liseleri
Mezunları Derneğince 2005 yılı Mayıs ayında düzenlenen toplantıda yapılan
konuşmanın, Hükümetin Leyla Şahin hakkındaki AİHM 4. Dairesi'nin kararının
onaylanmasını istemesi üzerine Hükümete yapılan bir eleştiri ve değerlendirme
olduğu, bu açıklamanın, laiklik ilkesine ve Anayasaya aykırı bir yönü
bulunmadığı,
Parti Grup Toplantısındaki konuşmasında ise Resul
TOSUN'un Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Leyla ŞAHİN kararı hakkındaki
değerlendirme, tespit ve eleştirileri ile başörtüsü sorunun çözümüne dair şahsi
görüşlerini dile getirdiği,
Kaldı ki Mahkeme kararlarının da demokratik hukuk
devletinin gereği olarak eleştirilebileceği, Mahkeme kararlarına uyma
zorunluluğunun, onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmeyeceği, hiçbir hukuk
devletinde iddia makamının, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine
konuştuğu veya mahkeme kararını eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini
talep edemeyeceği,
Ayrıca bu konuşmanın, AK Parti Meclis Grubu toplantısında
yapılmış olup, mutlak sorumsuzluk kapsamında ve Anayasa'nın 83'üncü maddesinin
teminatı altında olduğu,
Resul TOSUN'un AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi bulunmadığı ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısının da iddianamesinde bu yönde bir eylemden söz edilmediği,
Resul TOSUN'un beyanlarının Anayasaya aykırı bir eylem
olmayıp, Anayasanın teminatı altında olup, Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı
bir durumun söz konusu olmadığı, ifade edilmiştir.
4 Numaralı Eylem: Selami UZUN, Hasan
KARA
Danıştay 2. Dairesi'nin Aytaç Kılınç'a ilişkin 26.10.2005
gün ve 2004/4051-2005/3366 sayılı kararı ile ilgili olarak;
Adalet ve Kalkınma Partisi Sivas Milletvekili Selami
Uzun'un; Danıştay'ın verdiği bu karara 'ancak dehşet denebilir' şeklindeki
sözleri ile tepki göstererek 'Bu kararı verenler önce dünyaya baksınlar.
Dünya istikrar ararken Türkiye yargının eliyle kaosa sürükleniyor'
Adalet ve Kalkınma Partisi Kilis Milletvekili Hasan
Kara'nın; 'Danıştay başörtüsü konusundaki yorumu çok genişletiyor. Bu
karar artık kamusal alan olayını da geçti. Bunu sokaklara yaymak istiyorlar. Böyle
bir karar toplumda infiale neden olur ve vatandaşlarımız üzerinde sıkıntıya
yol açar. Peygamberimize yapılan hareket tüm dünya Müslümanlarında tepki
oluştururken kendi içimizde birlik olamamak çok acı',şeklinde beyanda
bulundukları ileri sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında Selami UZUN, Hasan KARA'nın
Danıştay 2. Dairesi'nin Aytaç KILINÇ kararı hakkında değerlendirme, tespit ve
eleştiride bulundukları, bu açıklamaların, laiklik ilkesine ve Anayasaya aykırı
bir yönünün bulunmadığı, Mahkeme kararlarının da demokratik hukuk devletinin
gereği olarak eleştirilebileceği, Mahkeme kararlarına uyma zorunluluğunun,
onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmeyeceği, bir kimse; mahkeme kararını
eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve değerlendirmelerde bulundu
diye itham edilemeyeceği ve sırf bu nedenle bir düşünce açıklamasının Anayasaya
aykırı hale gelmeyeceği, hiçbir hukuk devletinde iddia makamının, bir kişiyi,
mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme kararını eleştirdi
diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep edemeyeceği,
Selami UZUN, Hasan KARA'nın AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi bulunmadığı ve Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısının da iddianamesinde bu yönde bir eylemden söz etmediği,
bu beyanların Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın 2., 25. ve
26. maddelerinin gereği olarak Anayasanın teminatı altında olduğu ve
Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durumun söz konusu olmadığı ifade
edilmiştir.
5 Numaralı Eylem: Hasan Cüneyt ZAPSU
Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket
Partisinin Türbanın Yükseköğretimde serbest bırakılmasına yönelik Anayasa ve
yasa değişiklikleri önerilerini müzakereye başladıkları süreçte AKP'nin Kurucu
ve halen Merkez Karar Yönetim Kurulu üyesi olup Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın
danışmanlığı görevini yürüten Hasan Cüneyt ZAPSU'nun, Dünya Ekonomik
Forumu için gittiği İsviçre'nin Davos kentinde gazetecilerle yaptığı sohbet
toplantısında ''Yok efendim şu kanun.. Bana ne kanundan' İnsan yapmış
kanunu, değiştirirsin kanunu..' şeklinde konuştuğu, türbanın liseye,
ilkokula ineceğine dair korkular olduğunu belirten Zapsu sözlerine devamla ''Kamuda
da oldu diyelim. Sonunda ne olacak' Korkulan nedir' Şeriat' Türkiye'ye hiçbir
şey olmaz. İsterse kamuda da olsun, bana ne' 700 sene Osmanlı şeriat ile idare
edilmiştir. Türk halkı Yunus Emre ve Mevlana ile büyümüştür. 'şeriat
gelecek, Türkiye işte İran gibi olacak' gibi şeyler' Bunlar tarih okumuyorlar..'
biçiminde konuştuğu,
Yine 5 Mart 2008 günü Almanya dönüşü uçakta gazetecilerin
türbana ilişkin Anayasa değişikliği kapsamındaki tartışma ve gelişmeleri
sormaları üzerine; ''Türban takanların sadece yüzde 50'si inancı yüzünden
takıyor deseniz bile, bu yüzde 50'ye 'türbanını çıkar demek, sokaktaki kadına
donunu çıkar' demekten farksızdır' demiş, devamla ''Türkiye de türban
nedeniyle şişmiş bir balon oluştu. Erdoğan, üniversitelerde türbana izin
vererek bu balonun patlamasını önledi, (') Türkiye'de her zaman din istismarı
yapan partiler olmuştur. 'hatta bizimkiler bile yapmıştır, Ama dini öcü olarak
göstermeye çalışarak siyasi prim yapmaya uğraşan partiler de var.'
biçiminde beyanda bulunduğu ileri sürülmüştür.
Hasan Cüneyt ZAPSU'nun konuşmasında; pek çok siyasi,
akademisyen, sivil toplum örgütü, gazeteci veya yazarın yaptığı gibi türban
takanlarla ve türban sorunuyla ilgili değerlendirme ve tespitlerde bulunduğu,
Ayrıca Hasan Cüneyt ZAPSU'nun bu değerlendirmeleri,
konuşmanın yapıldığı sırada MKYK üyeliğinden istifaen ayrılması nedeniyle AK
Parti adına değil, şahsı adına yaptığı, şahıs adına yapılan konuşmalarla parti
arasında illiyet bağı kurulup sorumluluk cihetine gidilmesinin hukuka aykırı
olduğu,
Hasan Cüneyt ZAPSU'nun AK Parti'nin laikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemlerinin bulunmadığı ve
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının da iddianamesinde bu yönde bir eylemden söz
etmediği, bu beyanlarının Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp, aksine
Anayasa'nın 2., 25. ve 26. maddelerinin gereği olarak Anayasanın teminatı
altında olduğu ve Anayasa'nın 69'uncu maddesine aykırı bir durumun söz konusu
olmadığı ifade edilmiştir.
Adalet ve Kalkınma Partili Yerel
Yöneticiler Hakkında
1 Numaralı Eylem: Mustafa TARLACI
Dinar İlçesi'nin ilahiyat kökenli Belediye Başkanı Adalet
ve Kalkınma Partili Mustafa TARLACI'nın, 2005 yılı Ramazan ayı boyunca 8 camide
teravih namazı kıldırdığının öne sürülmesi üzerine Valiliğin, buna izin veren 8
cami imamı hakkında soruşturma açtırdığı, ileri sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında, Mustafa TARLACI'nın
teravih namazı kıldırdığı doğrudur. Mustafa TARLACI İlahiyat Fakültesi mezunu
olup, cami cemaatinin teklifi üzerine namaz kıldırdığı, idarenin bu konuda
sessiz kalmayıp gerekli yaptırımları uyguladığı, ceza davasından ise beraat
ettiği, ancak iddia makamının, Mustafa TARLACI hakkında yapılan tahkikat,
yargılama ve karardan iddianamesinde hiç bahsetmediği, iddiasının ekleri
arasında ise tahkikat aşamasına ve yargılamaya dair belgelerin hiç birisine yer
vermediği, dolayısıyla lehte ve aleyhte delil toplama yükümlülüğü ve görevini
ihlal ettiği, başka yerlerde yürütmenin eylemlerinden dahi hukuka aykırı bir
biçimde Ak Parti'yi sorumlu tutan iddia makamının, bu olay karşısında idarenin
harekete geçip uyguladığı yaptırımlara hiç değinmemesi ve bunu Ak Parti lehine
bir delil olarak kullanmamasının oldukça manidar olduğu, Mustafa TARLACI
hakkındaki yargılamalar sonuçlanmaksızın yasaklılığının istenmesinin masumiyet
ilkesinin ihlali olduğu, kaldı ki AK Parti,
bazı parti üyelerinin ve belediye başkanlarının parti politikalarıyla uyuşmayan
kişisel görüşlerini benimsemediği gibi, özellikle yerel yönetimlerin
faaliyetlerinde parti politikalarına aykırı tutum ve davranışlardan kaçınılması
gerektiğine dair genelgeler yayınlamış olması nedeniyle eylemin partiye isnat
edilmesinin mümkün olmadığı ifade edilmiştir.
2 Numaralı Eylem: Hasan BALAMAN
AKP'li Isparta Belediye Başkanı Hasan BALAMAN'ın Isparta
Müftülüğü tarafından düzenlenen 'Hafızlık Taç Giyme Töreninde' yaptığı
konuşmada; '' böyle bir şey olmaz. Yasak her yerden kalkmalı (') başörtülü
bir kadın da belediye başkanı, daire başkanı olabilmeli (') imam hatipli bir
kişinin hırsız veya uğursuz olduğu görülmemiştir.' dediği, iddia
edilmiştir.
Davalı partinin savunmasında bu konuşmanın basında
maksadı aşar bir biçimde yer alması üzerine Belediye Başkanının, 'Şahsi
görüşlerimin mensubu bulunduğum partinin görüşleriymiş gibi değerlendirilmesi
şahsımı üzmüştür.' ifadeleriyle, bu konuşmanın, mensubu olduğu partinin
görüşlerini yansıtmadığını ve şahsi görüşleri olduğunu açıkça ifade ettiği, bir
Belediye Başkanının, 'Şahsi görüşümdür.' diye tanımladığı bir açıklamadan Ak
Parti'nin sorumlu tutulmasının, hukukun genel ilkeleri ve Anayasada ifadesini
bulan hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu,
Ayrıca bu konuşmanın basında yer alması üzerine Ak Parti
Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin TANRIVERDİ, söz
konusu konuşma metni, CD'si veya bu konuya dair açıklamaları derhal Ak Parti
Yerel Yönetimler Başkanlığına gönderilmesini bir yazıyla istendiği ve bir
inceleme başlatıldığı, bu, Ak Parti'nin konuşma nedeniyle tavır koyduğu
ve konuşmayı benimsemediğinin açık bir delili olduğu,
Öte yandan AK Parti,
Belediye Başkanlarının parti politikalarıyla bağdaşmayan görüşlerini ve
faaliyetlerini benimsemediği, bu nedenle Belediye Başkanları ve bazı parti
üyelerinin parti politikalarıyla uyuşmayan kişisel görüşlerini benimsemediği açıklıkla
ifade etmiş ve özellikle yerel yönetimlerin faaliyetlerinde parti
politikalarına aykırı tutum ve davranışlardan kaçınılması gerektiğine dair
genelgeler yayınladığı,
Nitekim, AK Parti Yerel Yönetimler Başkanlığı, 2006 yılı Mayıs
ayında bazı basın ve yayın organlarında yer alan 'AK Partili belediyelerin
kültürel faaliyetler çerçevesinde dağıttığı kitaplara ilişkin tartışmalar'
nedeniyle, ekte de sunulan ve basın ve yayın organlarında yer alan 24.5.2006
tarih, yyön/81.07./2006-1696 sayı ve 'Kültürel Amaçlı Toplantılar ve Yayınlar'
konulu genelgeyi bütün AK Parti'li belediye başkanlarına gönderildiği,
Bu genelgenin partinin bu tür konularda ne kadar hassas
olduğunu açıkça ortaya koyduğunu, parti ile ilgili olarak kıyıda köşede kalmış,
çoğu defa tek bir gazetede yer alan, asılsız veya tahrif edilmiş haberlerin
yoğun bir şekilde kullanıldığı bir iddianamede, neredeyse tüm gazetelerde yer
alan bu genelgenin görmezlikten gelinmesinin subjektif ve iyi niyet
kurallarıyla bağdaşmayan bir yaklaşımın göstergesi olduğu,
Kaldı ki Hasan BALAMAN'ın bu beyanının Anayasaya aykırı
bir eylem olmayıp, aksine Anayasa'nın tanıyıp teminat altına aldığı 'Düşünce ve
kanaat hürriyeti' (Anayasa, m. 25) ve 'Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti'
(Anayasa, m. 26) kapsamında olup, 'Demokratik hukuk devleti' (Anayasa, m. 2)
olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altında olduğu ifade edilmektedir.
Diğer Eylemler
1. MEB Merkezi Sınav Yönetmeliği
Milli Eğitim Bakanlığının (MEB), Şubat 2002 tarihli
Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan Merkezi Sistem Sınav Yönergesi'ni yenileyerek
Ortaöğretim Kurumları Sınavı (OKS), devlet parasız yatılılık ve bursluluk, açık
öğretim okulları, motorlu taşıt sürücü adayları sınavlarıyla resmi, özel kurum
ve kuruluşlarla imzalanan protokollere göre yapılan seçme, yerleştirme, atama,
görevde yükselme, unvan değişikliği ve benzeri sınavlarla ilgili esasları
yeniden düzenlediği, mevcut yönergede MEB'in yaptığı merkezi sınavlara
adayların girebilmesi için 'baş açık' olması gerektiği belirtilirken, Mayıs
2006-2584 sayılı Tebliğler dergisinde yayımlanan 19.4.2006 gün ve 5855 sayılı
Merkezi Sistem Sınav Yönergesi'nde bu ifadenin kaldırıldığı, mevcut Yönergenin
10/ı maddesinde yer alan 'Tüm sınav görevlilerinin,
yürürlükteki mevzuata uygun kılık ve kıyafet ile görevlerine gelmelerini, örgün
ilk ve orta öğretim kurumlarında öğrenim gören adayların merkezi
sistem sınavlarına başı açık, temiz, düzenli ve aşırılığa kaçmayan bir
kıyafetle girmelerini sağlamak' maddesi, yeni Yönergenin 11/i
maddesi ile 'Adayların temiz, düzenli ve aşırılığa kaçmayan bir kıyafetle
sınava girmelerini sağlar' ifadesiyle değiştirildiği,
Eğitim-İş'in, Milli Eğitim Bakanlığının 19.4.2006 gün ve
5855 sayılı Merkezi Sistem Sınav Yönergesi'nin 11/i hükmünün iptali amacıyla
açtığı dava sonucu, Danıştay 8. Dairesinin 3.8.2006 gün ve 2006/3481 Esas
sayılı hükmü ile 'Kararda, dava konusu yönerge ile yürürlükten kaldırılan
Milli Eğitim Bakanlığı Merkezi Sınav
Yönergesinin, Sınav Görevlileri ve Sorumları başlıklı 10.
maddesinin Bina Sınav Komisyonu Kuruluşu ve Görevleri
bölümünün ( ı) bendinde yer alan ; 'Tüm sınav
görevlilerinin, yürürlükteki mevzuata uygun kılık ve kıyafet ile görevlerine
gelmelerini, örgün ilk ve orta öğretim kurumlarında öğrenim gören adayların merkezi sistem sınavlarına başı açık, temiz, düzenli ve
aşırılığa kaçmayan bir kıyafetle girmelerini sağlamak' hususunun bina sınav komisyonunun görevleri arasında sayıldığı, dava konusu
olan ve eski düzenlemeyi yürürlükten kaldıran yeni yönergede aynı başlığı
düzenleyen 11. maddesinin (i) bendinde ise, Sınav
Komisyonuna 'sınava başı açık' girilmesinin sağlanması görevinin yüklenmesinin
eksik bırakıldığı, yeni yönergeden 'başı açık' ibaresinin 'çıkarılarak
soyut ve genel ifadelere' yer verilmesinin,' hukuka aykırı bulunduğu
gerekçesiyle sözü edilen yönergenin 11/i maddesinin iptaline karar verdiği,
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun, Danıştay 8.
Dairesi'nin kararına MEB'in yaptığı itirazı da reddettiği, iddia edilmiştir.
Davalı partinin savunmasında İddia ile ilgili
olarak sözlü savunmada söz konusu yönergede değişiklilik yapılmasının birer
yürütme organı tasarrufu olduğu ve bu hususları iddianameye koymanın açık bir
Anayasa ihlali olduğu ifade edilmiştir.
Danıştay kararlarının incelenmesinde; Danıştay 8. Daire
tarafından 3.8.2006 günlü, 2006/3481 Esas sayılı kararı ile yürütmenin
durdurulmasına karar verdiği, 24.12.2007 günlü, 2006/3481 Esas ve 2007/7214
Karar sayılı kararıyla da aynı konu hakkında Daire tarafından dava konusu
Yönerge hükmü hukuka aykırı bulunarak iptal edilmiş bulunduğu gerekçesiyle bu
davada anılan bendin iptal istemi hakkında karar verilmesine yer olmadığına
kararı verildiği, kararın içeriğinden iddiaya konu yönerge hükmünün Danıştay
Sekizinci Dairesinin 3.12.2007 günlü, 2006/2970 Esas ve 2007/6565 Karar sayılı kararıyla
iptal edildiği anlaşılmıştır.
2. Milli Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim
Lisesi Yönetmeliği
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan 14.12.2005
gün ve 26023 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 'Milli
Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliği'nin amaçlarının
açıklandığı 5/a maddesinde; 'İlköğrenimini tamamlayan, ancak orta öğretime
devam edemeyenler ile orta öğretimden ayrılan, mezun olan ve yüksek öğretimden
ayrılan veya mezun olanlara farklı alanlarda öğrenim görme fırsatı vererek
eğitim-öğretim imkanı sağlamak', Diploma başlıklı 35. maddesinde; 'Lise'den
mezun olanlara, bitirdikleri program türüne göre diploma verilir.' Kılık ve
kıyafet başlıklı 45. maddesinde 'Sınavlarda kılık-kıyafetin, öğrencinin
rahatlıkla tanınmasını sağlayacak şekilde sade ve temiz olması esastır.'
hükümleri getirilmiş, böylece açık öğretimin kural, örgün öğretim ise istisna
haline getirilerek, meslek lisesi mezunlarına (imam-hatip lisesi) çift diploma
edinmeleri suretiyle üniversiteye girişte 1999 yılından beri uygulanan meslek
liseleri ve düz lise mezunları arasında uygulanan katsayı uygulamasının
bertaraf edilmesi imkânının sağlandığı, ayrıca öğrencilerin türbanlı, sakallı
olarak derslere devam etmeleri olanağının tanındığı,
Bahsedilen Yönetmeliğin bazı maddelerinin iptali ve
yürütmesinin durdurulması istemiyle Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı ve
Eğitim-Sen'in Danıştay 8. Dairesine dava açtıkları,
Danıştay 8. Dairesi Yükseköğretim Kurulu Başkanlığının
açtığı davada 7.2.2006 tarihli karar ile dava konusu edilen Yönetmelik
maddelerinin yürütmesini durdurduğu, 7.3.2007 gün ve 2005/6384 Esas, 2007/1259
sayılı karar ile de Yönetmeliğin 5/a, 15/b-c, 18/c, 20/b-e, 25/2, 26/b, 26/son
paragraf, 32/2 ve geçici 4. maddelerini iptal ettiği, Eğitim-Sen tarafından açılan
davada da 7.3.2007 gün ve 2005/6465 Esas, 2007/1257 sayılı karar ile;
Yönetmeliğin 5/a, 15/b-c, 20/b-e, 25/2, 26/b ve son paragraf, 32/2 ve geçici 4.
maddenin iptaline karar verildiğinden yeniden karar verilmesine yer olmadığına,
22, 45, 46/1, 35/d, 41. maddelerinin ise iptaline karar verdiği,
Milli Eğitim Bakanlığının, Danıştay 8. Dairesinin
7.2.2006 tarihinde verdiği Yönetmeliğin dava konusu edilen maddelerinin
yürürlüğünün durdurulması kararını etkisiz kılmak amacıyla 1.3.2006 tarihinde,
Yönetmeliğin yayımlanmasından sonra açık öğretim liselerine kayıt yaptıranların
kazanılmış haklarının korunacağını duyurduğu, Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı
bu idari işlemin de hukuka aykırı bulunduğu gerekçesiyle yürütmesinin
durdurulması ve iptali istemiyle açtığı davada Danıştay 8. Dairesi 7.6.2006 gün
ve 2006/2349 Esas, 2006/1249 Karar sayılı hükümle ile 1.3.2006 tarihli işlemin
de yürütmesinin de durdurulmasına karar verdiği,
Buna karşın, 24.6.2007 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı'nca
(MEB) düzenlenen açıköğretim lisesi sınavlarına bazı öğrencilerin türbanla
katıldıkları,
Alanya'daki Açık Lise sınavlarına türbanla girenleri
rapor eden ve buna izin veren okul müdürleri hakkında suç duyurusunda bulunan 3
öğretmen hakkında Antalya Milli Eğitim Müdürlüğünce soruşturma açıldığı, konuyu
araştıran Milli Eğitim Müdürlüğü Müfettişleri, şikayete konu olan müdürler için
yapılacak herhangi bir işlem olmadığına karar verdikleri, Alanya
Kaymakamlığının da müfettiş raporları doğrultusunda şikayetin işleme
konulmaması yönünde karar aldığı, bunun üzerine Antalya Milli Eğitim
Müdürlüğünün şikayetçi olan 3 öğretmen için 'toplu dilekçe verdikleri
iddiasıyla' valilikten soruşturma izni aldığı, öğretmenler hakkında
görevlendirilen müfettişlerce soruşturmaya başlandığı,
Sözlü savunmada bu yönetmeliklerin yürütme organı
tasarrufu olması nedeniyle partiye isnat edilemeyeceği ifade edilmiştir.
3. Anayasa Değişikliği
Türbanın yükseköğretim kurumlarında serbestçe takılmasına
olanak sağlamak üzere Anayasanın 10 ncu ve 42 nci maddelerinde değişiklik
yapılmasını içeren kanun teklifinin Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi
Hareket Partili milletvekillerinin imzalarıyla, aynı amaca yönelik olarak 2547
sayılı Yükseköğretim Kanunun Ek 17 nci maddesinde değişiklik yapılmasına dair
kanun teklifinin ise her iki partili yedi milletvekilinin imzalarıyla
29.01.2008 ve 30.01.2008 tarihlerinde TBMM'ne sunulduğu, 2547 sayılı Kanun'da
değişiklik yapılmasına ilişkin kanun teklifinde Adalet ve Kalkınma Parti
Milletvekilleri Bekir BOZDAĞ, Sadullah ERGİN, Nurettin CANİKLİ, Mustafa ELİTAŞ
ve Nihat ERGÜN'ün imzalarının bulunduğu ileri sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında şu görüşler dile
getirilmiştir:
'İddia makamı, iddianamede olduğu gibi esas hakkındaki
görüşünde de Anayasanın 10 ve 42 nci maddelerindeki değişiklikler ile
Yükseköğretim Kanununun Ek 17 nci maddesine ilişkin değişiklik önerisini,
'Avrupa kamu düzeniyle bağdaşmayan şeriatı yerleştirme amacıyla çoğulcu
demokrasinin araçlarından yararlanarak işlenen eylemler' kapsamında kabul
etmektedir (s.17). Bu iddianın hukuki hiçbir dayanağı yoktur. Birincisi söz
konusu Anayasa değişiklikleri ve kanun teklifi birer yasama işlemi olup
partimiz tüzelkişiliğine isnat edilemez. Nitekim bu Anayasa değişiklikleri
partimiz milletvekilleri yanında diğer partilere mensup milletvekillerinin de
oyları ile TBMM üye tamsayısının dörtte üçlük çoğunluğunun oyuna ulaşarak kabul
edilmiştir.
İkinci olarak, bir an için bu yasama işleminden dolayı iktidar
partisinin hukuken sorumlu tutulabileceği kabul edilse bile, söz konusu Anayasa
değişikliklerinin laikliğe aykırı olduğu ve 'şeriatı yerleştirme amacıyla'
çıkarıldığı söylenemez. Bu değişikliklerin amacı yükseköğretim düzeyinde fırsat
eşitliğini hayata geçirmek ve özgürlüklerin alanını genişletmektir. Türkiye'de
de kanuni dayanaktan yoksun bulunan ve Avrupa'nın hiçbir ülkesinde rastlanmayan
üniversitelerdeki kılık kıyafet yasağını kaldırmaya yönelik bir yasama
tasarrufunu 'Avrupa kamu düzeniyle bağdaşmayan' bir siyasi projenin parçası
olarak sunmak akıl, mantık ve gerçekliğe aykırıdır.
Üçüncüsü, bu gerçekliklere rağmen, Anayasa Mahkemesi 5
Haziran 2008 tarihli kararıyla söz konusu Anayasa değişikliklerini iptal
etmiştir. Mahkemenin denetim yetkisinin sınırı ve bu kararın içeriği hakkında
itirazlarımız saklı kalmak üzere, iddianameye cevabımızda da vurguladığımız
gibi iktidar partisinin tüm işlemleri yargısal denetime tabidir. Her ne kadar
İddianamede ve esas hakkındaki görüşte demokrasiye yönelik en büyük risk olarak
bu anayasa değişiklikleri gösterilmiştir. Esasen bu açıdan bakıldığında
Başsavcının partimiz hakkında açılan kapatma davasında en önemli delil olarak
sunduğu ve bir gazeteciyle yaptığı mülakatta davanın açılmasının temel sebebi
olarak gösterdiği bu Anayasa değişiklerinin iptal edilmiş olması, bu davanın en
önemli dayanağını da ortadan kaldırmış bulunmaktadır. Dolayısıyla, yasama
faaliyetlerinden dolayı bir partinin sorumlu tutulamayacağı görüşümüzün aksini
ileri süren Başsavcılığın mantığıyla düşündüğümüzde, Anayasa Mahkemesinin iptal
kararından sonra partimizin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu iddiası
çökmüştür.'
ESASIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı kapatma
isteminde özetle;
Laikliğin gerek Anayasa Mahkemesi, gerekse İHAM'ne göre,
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin değişmez ve temel ilkelerinden birisi olup;
hukuk ve insan haklarına verilen önem ile aynı karede yer aldığı;
Türkiye'deki laisizmin, batıdakinden farklı ve yaşamsal
bir yapıya sahip bulunması, toplumca içselleştirilmesi nedeniyle Türkiye'nin bu
tehdit ve tehlikeler karşısında gerekli koruma önlemlerini alma hakkı
bulunduğu, bu noktada davalı partinin dinsel simgelere getirilen yasağın sadece
Türkiye ile sınırlı olduğuna ilişkin iddiasının yanıltıcı olduğu, batıda da her
devletin kendi toplumunun kamu düzeninin gereklerine göre tedbirler almak ve
uygulamak durumunda olduğu, nitekim Avrupa'da en fazla Müslüman nüfus
barındıran devletlerden Fransa'nın da türbanı okullarda ve kamusal alanda
yasakladığı, türbanın Almanya'da bazı eyaletlerde yasaklandığı, diğer bazı
eyaletlerde de yasaklanmasının tartışıldığı, İsviçre ve Belçika'da da benzer
yasakların bulunduğu ve en son İspanya ve Hollanda'da türbanın belli alanlarda
yasaklanmasına karar verildiği;
Siyasal İslam'ın, yalnızca kişi ile tanrı arasındaki
alanla sınırlı kalmayıp, devlet ve toplum düzenini de kapsamına alma iddiasında
olmakla, totaliter olduğu, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetinde siyasal İslam'ı
esas alan partilerin Avrupa'daki Hıristiyan demokrat partilerle benzerliğinin
söz konusu olmadığı,
Türkiye'de siyasal İslamcı akımların ve aynı esasa dayalı
politikalarıyla davalı siyasi partinin nihai amaçlarının hukuk devleti yerine,
dini esaslara dayalı bir devlet sistemi kurmak (şeriat) olduğu, bu amaca ulaşıncaya
kadar 'takiyye' yöntemini kullanacakları kendi ifadeleriyle açıkladıkları,
tabanlarından gelen baskı karşısında sabır ve itidal tavsiyelerinin bunun
işareti olduğu, oysa şeriat düzeninin Anayasa, İHAS ve buna bağlı olarak Avrupa
kamu düzeni ile hiçbir biçimde bağdaşmadığı,
Bu yolda siyasal İslam'ın ya da Türkiye'ye giydirilmek
istenen 'ılımlı İslam' modelinin bir şeriat devletine dönüşmesinin ve gerekirse
bu yolda İslami terörün de kullanılmasının uzak bir olasılık olmadığı,
bölgemizde bunun örneklerinin bulunduğu,
Şeriatın statik kurallar bütünü olması nedeniyle, özü
itibarıyla da baskıcı olduğu ve demokrasi, insan hakları düşüncesiyle
bağdaşmadığı, Anayasanın şeriatı amaçlayan partileri yasaklamasının, nasyonal
sosyalist veya faşist partilerin yasaklanması kadar hukuka uygun olduğu; davalı
parti ileri gelenlerinin Cumhuriyet öncesi döneme vurgu yapmalarının şeriatı
amaçladıklarını gösterdiği, dinsel bir simge olan başörtüsünün yükseköğretimde
serbest bırakılmasının, imam hatip okullarının sayısının arttırılmasının ve
katsayı sisteminin kaldırılmasının İslam için bir pozitif ayrımcılık olduğu,
Laik devletin, yapısı ve değerleriyle dini hüküm ve
kurallara bağımlı olmayan, bilimin esaslarına uygun ve din kurallarından
bağımsız olarak her türlü düzenlemeyi yapabilen, din kurallarının yasa koyucuyu
sınırlamasına izin vermeyen devlet olduğu halde, insanların laik olamayacağı ve
laikliğin devletin niteliği olduğu ileri sürülerek laiklik ilkesinin hukuksal
yerinden uzaklaştırıldığı, inançsızlık-inanca dayalı bir ayrımcılık
oluşturmanın amaçlandığı, türban yasağının hak ve özgürlüklerin kullanılmasını
engelleyen zulüm ve zorbalık olarak gösterilmesinin kamu düzenini bozan
eylemler olduğu, çeşitli yüksek mahkeme başkanlarının bu duruma dikkat çektiği,
Katili affetme yetkisinin maktulün varislerine ait olması
gerektiği söylemiyle çok hukukluluğun ve şeriat düzeninin amaçlandığı,
Gösterilen delillerin, Anayasanın 10. ve 42 nci
maddelerinin laiklik ilkesinin özüne dokunmak amacıyla değiştirildiğini
kanıtladığını,
Davalı partinin, başta laiklik olmak üzere Cumhuriyetin
bütün kazanımlarına karşı mücadeleyi esas alan, Milli Nizam Partisi, Milli
Selamet Partisi, Refah Partisi ve Fazilet Partisi çizgisinin devamı niteliğinde
siyasi bir oluşum olduğu, ancak bu partilerin geçmişte kullandıkları radikal,
anti-laik eylem ve söylemleri nedeniyle hukuki koruma görmemeleri ve
bazılarının kapatılmaları gözetilerek, tarihi deneyimden ders alan bir grup
tarafından kurulduğu, şeriat hedefine ulaşmada, demokrasiyi bir araç gören bu
zihniyetin, 'gerçek amacını doksanlı yıllardan sonra dünyada küreselleşmenin
merkez güçlerinin ülkemiz ve bölge ülkeleri için ürettiği 'ılımlı İslam'
ideolojisi ve onun siyasi hedefi 'Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) eşbaşkanları
sıfatıyla söylemlerini insan hakları, demokrasi, din ve vicdan özgürlüğü,
öğrenim hakkı gibi asıl referansları olan şeriatla hiç bağdaşmayan kavramların
arkasına gizlenerek' gösterdikleri, takiyyenin yeni dönemde siyasal yöntemleri
olduğu,
Davalı partinin özellikle 22 Temmuz 2008 seçimlerinden
sonra, alınan oy oranının etkisi ve cüretiyle toplumu İslam devletine
dönüştürecek projelerini önce yeni bir Anayasa taslağı hazırlamak sonra da
türbanı gündeme getirmek suretiyle laiklik ilkesini hedef alarak adım adım
gerçekleştirmeye başladığı,
Yapılan araştırmalara göre dinsel taassubun simgesi olan
türbanın kadınlar için temel bir sorun olmadığı dikkate alındığında, davalı
partinin asıl amacının, iddia edildiği gibi öğrenim özgürlüğünün önündeki
engelleri kaldırmak olmadığı, türban sayesinde eğitim ve öğretim alanından
başlamak üzere, tüm kamusal alanı ve toplumsal yaşamı dinselleştirmek ve
giderek laik devleti ortadan kaldırmak olduğu,
Din ve vicdan özgürlüğünün yüksek öğretim kurumlarında
türbanı kapsamadığı, yargı kararlarında, doktrinde, çağdaş düşünsel ve felsefi
düzlemde tartışmasız olduğu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarına göre
türbanın üniversitelerde yasaklanabileceği,
Kadın özgürlüğü ve Cumhuriyetin temel ilkelerine karşı
çıkmanın siyasal bir simgesine dönüştürülen ve temel bir hak algısıyla topluma
sunulan türbanın toplumu topyekûn teokratik bir düzene dönüştürecek karşı
devrimin en önemli anahtarı olduğu, giderek tüm alanlara yayılacağı, ertesinde
başka bazı anti laik talepleri de bir hak algısıyla ve yeni 'mutabakat süreçleriyle'
toplumun gündemine taşınacağı davalı parti yetkililerince de şüphesiz
bilindiği, nitekim gelişmelerin de bunu gösterdiği,
Örnekleri daha önce de yaşanan benzer olaylar karşısında
siyasi iktidarın bu kurumların başına atadığı kendi dünya görüşlerine yakın
baştabip, okul müdürü vb. idareciler soruşturmaları göstermelik, sudan
gerekçelerle savsakladıkları, adeta kamu kurumlarında türbanlı görevlilerin
çalışmasını teşvik ettikleri ve cesaretlendirdikleri,
Bir özgürlük algısıyla topluma sunulan türbana karşılık
ülkemizde kadınların yoksulluk ve aşırı dinsel taassup nedeniyle ataerkil erkek
egemenliğine tabi oldukları, bu ve benzeri nedenlerle yüksek öğretim hakkından
yararlanamadığı, davalı parti bütün bu sorunlara aklın ve bilimin, Cumhuriyetin
laik eğitim politikalarının yol göstericiliğinde çözümler üretmek yerine,
tarihteki tüm köktendinci hareketler gibi toplumu çağın gerisine götürmek ve
dönüştürmek noktasında yargı kararlarında siyasal simge olarak kullanıldığı
belirtilen türbanı araç olarak kullandığı, oysa insanlığın aydınlanma sürecinin
dinin toplumsal yaşamın tüm alanlarındaki egemenliğine karşı verilen ve insanın
vicdanına yükseltilmesiyle sonuçlanan bir süreç olduğu, aklın egemen kılındığı
bu süreçte kadının da dini taassubun koyu karanlığından kurtarılıp
özgürleştirilmesi ve insan denilen varlığın diğer eşit bireyi haline gelmesinin
sağlandığı, bugün davalı partinin toplumu dönüştürmek yolunda bir siyasal simge
olarak kullandığı türbanın, aslında kadının tarihi özgürleşme mücadelesini ve
Cumhuriyetin laik kazanımlarını yok sayacak bir araç olduğu,
Davalı parti yöneticileri ve üyelerinin, yargı
organlarının belirlediği hukuksal tespitler karşısında türbanı serbest
bırakmanın mümkün olmadığını kavradıklarından, takiyye yöntemiyle halkın dinsel
inançlarını kullanarak, türbanın bir insan hakkı olduğunu, eğitim kurumlarında
ve kamuda serbest olması gerektiğini ileri sürüp, bu konuda tabanlarının
beklentilerini canlı tuttukları, mutabakat söylemleriyle tabanlarını besleyip
gelen baskıyı frenlerken bir yandan da türban, imam hatip liseleri, kuran
kursları gibi konularda sürekli laik sistemi eleştirerek halkın bir bölümünü
Devlet'e karşı kışkırttıkları, toplumu tehlikeli bir çatışmaya, laik-anti laik
kamplaşmalara sürükledikleri, mutabakat arayışına Milliyetçi Hareket
Partisinden yanıt bularak türbanın yüksek öğretim kurumlarında serbestçe
takılabilmesine olanak sağlayacak Anayasa ve yasa değişikliklerinin ilk adımını
attıkları,
Yargı kararlarına karşın türbanı özgürlük sorunu olarak
göstermeyi ve sunmayı; türbanı ılımlı İslam olan şer'i hukuk sistemine yönelik
atılan adımlar zinciri içerisinde görmek gerektiği,
Davalı siyasi partinin tüm eylem ve söylemlerinin, ilk
aşamada İslami kural ve değerlerin ön planda tutulduğu ve referans olarak alındığı
bir İslam toplumunu oluşturmak, ortaya çıkacak bu ılımlı model arkasından,
hukuksal düzenlemeleri de gerçekleştirerek şeriata adım atmak kast ve amacını
içerdiği,
Anayasa değişikliğine ilişkin teklifin gerekçesi ile
Anayasa Komisyonunun raporu kapsamından ve 2547 sayılı Yasanın Ek 17.
maddesinin değiştirilmesine ilişkin teklif metni ile gerekçesinden
yükseköğretim kurumlarında türban-başörtüsü ile öğretim yapılmasının
amaçlandığının açıkça anlaşıldığı, bu çerçevede yapılan konuşmalarda devleti ve
toplumu dönüştürme kararlılığı ve bu uğurda neleri göze aldıklarının görüldüğü,
ölüm ve idam çağrıştırmalarıyla halkın bir kısmını laik devlet aleyhine
kışkırtıcı tavırlarını sürdürdükleri, aynı üsluplarının Anayasa Mahkemesinin
Cumhurbaşkanı seçiminde toplantı yeter sayısının 367 olması gerektiği yönündeki
kararını, ' Bu bitmedi, çok konuşulacak. Bu yargı için bir
talihsizliktir, yüz karasıdır.(') Açık net ortada olduğu halde zorlamayla,
dayatmayla bu karar verilmiştir' gibi sözlerle eleştirerek çoğulcu demokrasinin
güçler ayrılığı ilkesine dayandığı gerçeğini adeta reddederek totaliter bir
anlayışın savunuculuğunu yapmalarında görüldüğü,
Davalı partinin 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde oyların %
34.28'ni alarak iktidar olduğu süreçte; türban, imam hatip liseleri ile katsayı
ve eğitimin dinselleştirilmesi konularında toplumda mutabakatın sağlanması,
kurumlarla mutabakatın sağlanması, TBMM'de mutabakatın sağlanması gibi
kavramlarla gündemi sürekli sıcak tutarak anılan kavramları siyasete alet
ettiği ve laik cumhuriyet ilkesini zayıflattığı, 'mutabakat sürecinin'
tamamlandığına kanaat getirdiğinde, nihai amaçlarına ulaşabilmek için 22 Temmuz
2007 genel seçimlerin hemen akabinde hazırlattığı yeni bir anayasa taslağını
toplumun gündemine taşıdıkları, gelen tepkilerin yoğunlaşması ve yeni bir
anayasa yürürlüğe sokmanın alacağı süreç düşünülerek, çalışmaların bitmesi
beklenilmeden mevcut Anayasanın 10. ve 42 nci maddelerinde değişiklik yapmak
suretiyle türbanın yüksek öğretim kurumlarına girmesinin yolunu açmaya çalıştığı,
bu suretle laik devlet ilkesinin eğitim kurumlarından başlayarak tasfiyesi
sürecini hızlandırdıkları, Partinin bağlı kuruluşları gibi faaliyet gösteren
bazı sivil toplum kuruluşlarının buna destek verdiği,
Danıştay 2 nci Dairesinin türban konusuna ilişkin
26.10.2005 günlü, 2004/4051 E, 2005/3366 K. sayılı kararıyla ilgili olarak
gösterilen tepkilerin ardından bir gazetede Danıştay Kararını veren Daire
üyelerinin resimlerinin yayınlanmasından kısa bir süre sonra da, 17 Mayıs 2006
günü 'Alparslan Arslan' adındaki bir köktendincinin Danıştay'ın 2 nci Dairesine
müzakere sırasında silahlı saldırıda bulunduğu, Üye M. Yücel Özbilgin'i
öldürdüğü, diğer yargıçları da ağır yaraladığı, olayın sanıklarının yargılanıp
kararın verildiği 13.02.2008 tarihli karar duruşmasında sanıklardan Alparslan
Arslan'a son sözü sorulduğunda, 'Genel Kurmay şeriatın önüne geçmeye
çalışmasın, Abdullah Gül'den, Başbakan Erdoğan'dan ve imanlı kişilerden
Türkiye'de şeriatı ilan etmelerini istiyorum, yoksa kan dökülür.' diğer
sanık Osman Yıldırım'ın da Atatürk'ü kastederek, 'O İngiliz piçinin kurduğu
cumhuriyeti başınıza yıkacağız, benim yegane görevim cumhuriyeti yıkıp 2 nci
Osmanlı Devletini kurmak.' ve bunun gibi sözler ve hakaretlerde
bulundukları, sanıkların son duruşmadaki bu sözleri bile eylemi hangi saiklerle
yaptıklarını, laikliği savunanları ve laik Cumhuriyeti bekleyen tehlikeleri
göstermeye yeterli olduğu,
Davalı Partinin söylemleri incelendiğinde Cumhuriyet
devrimlerinin ve özellikle laiklik uygulamalarının 'İnananlar için bir zulüm'
olduğu iddiası sürekli vurgulanarak toplumda Cumhuriyete ve devrimlerine karşı
bir inancın oluşturulmasının amaçlandığının görüldüğü,
Oysa Cumhuriyet ve insanlık tarihinin, zulmedilenlerin
köktendinciler değil, farklı bir şeye inandığı, inancının gereğini yerine
getirmediği ya da inanmadığı, laik hukuka göre karar verdiği, laikliği
savunduğu için yakılanların, öldürülenlerin, laikler olduğuna tanıklık ettiği,
insanlığın aydınlanma mücadelesinin aklın ve bilimin ışığına değil, taassup ve
dogmatizmin zulmüne karşı verildiği, Batıda yüzlerce yıl süren bu mücadeleyi
Türk Milletinin Atatürk'ün önderliğinde çeyrek yüzyıldan az bir zamana sığdırma
başarısını gösterdiği, ancak, Cumhuriyete ve onun aydınlanma felsefesine karşı
olanların, uluslararası dengelerdeki değişim ve küreselleşmenin yarattığı tek
kutupluluğun yönlendirmesiyle Laik Cumhuriyete karşı bir rövanş arayışına
giriştikleri, yakın tarihimizin, bu arayışın ürünü irticai kalkışmalarla dolu
olduğu, ancak bugünkü Laik Cumhuriyet karşıtlarının geçmişte hiç olmadığı kadar
ve üstelik bu kez uluslararası desteği de arkalarına alarak, karşı devrim
fırsatını ellerine geçirdikleri, Laik Cumhuriyet hiç olmadığı kadar tehlikede
olduğu, çünkü karşı devrimci unsurların bugün marjinal unsurlar değil, iktidar
oldukları,
Davalı partinin, iktidar olmanın getirdiği güç ve
olanaklarla devleti İslami bir yapıya dönüştürmeye çalışırken bürokrasi
kadrolarının da siyasal İslamcılardan oluşturulmasına özel bir önem verdiği,
İslami kimlikleriyle öne çıkanları atamada özel bir gayret gösterdiği, bu
kadrolaşma gayretlerinden Sayıştay gibi bir yüksek kurumun bile nasibini
aldığı, Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı atandığı gün mahkeme kararlarına
uymayacağını açıkladığı, bir bilim adamı kimliği ve bağımsızlığıyla değil,
belirlenmiş bir düşünce yönünde çalıştığı, Devletin en önemli kadrolarının
birçoğunun tarikatçı faaliyetleri ve kimlikleriyle bilinen yöneticilere teslim
edildiği,
Toplumu ve devleti İslami bir yapıya dönüştürmek
noktasında gerekli gördükleri her alana müdahale eden davalı partinin, her
konuda olduğu gibi yine dini referansları esas alarak, gençleri alkol ve
uyuşturucu maddelerden koruma bahanesiyle, fakat aslında şeriatın alkollü içki
yasağı esas alınarak, alkollü içki satılması ve tüketilmesine ilişkin mevzuatta
da hukuka aykırı kısıtlamalara gittiği,
Davalı partinin iktidarda olduğu yaklaşık beş buçuk
yıllık süreçte Türkiye'nin uluslararası camiadaki laik ülke imajının da
erozyona uğradığı, Dünya ülkeleri, özellikle AB ülkeleri nezdinde Türkiye'nin
bir 'ılımlı İslam Cumhuriyeti' modelinde algılandığı, birçok ABD yetkilisinin
Türkiye'nin laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu gerçeğini
görmezden gelerek ülkemizi bir 'Ilımlı İslam Cumhuriyeti' olarak tanımladıkları,
bu söylemlerindeki cüretkârlığı 'bir ABD projesi olan ve kapsamındaki
ülkeleri ılımlı İslami rejimlerle yönetmeyi amaç edinen 'Büyük Ortadoğu
Projesi'nin eş başkanı olduğunu her fırsatta tekrarlayan Türkiye Cumhuriyeti
Başbakanı Recep Tayip Erdoğan'ın söyleminden ve davalı parti iktidarlarının
dini istismara dayalı icraatlarından, kutsal din duygularının devlet işlerine
ve politikaya karıştırmalarından devleti dini esaslara göre şekillendirme amaç
ve faaliyetlerinden' aldıklarının gözlendiği,
Sonuç olarak belirtilen eylemlerin davalı partinin genel
başkanı, genel başkan yardımcıları, milletvekilleri ile teşkilatlarında ve
ayrıca yerel yönetimlerde görev alan partililerin kararlı, ısrarlı ve
süreklilik gösteren beyan ve fiilleri ile işlendiği,
Davalı partinin, temel hak ve özgürlüklerin geçerli
olduğu laik ve demokratik bir hukuk devletini değil, din kurallarının geçerli
olduğu, referanslarını dinden alan bir toplumsal modeli gerçekleştirmeyi
amaçladığını, bu tür eylemlerin partinin genel başkanından başlayarak her
kademesince kararlılık ve yoğunlukla
işlenmesi suretiyle laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğini ortaya
koyduğunu,
Davalı siyasi partinin yukarıda belirtilen beyan ve
eylemlerinin bir kısmı dahi onun şeriatı amaçladığını ve laikliğe aykırı
fiillerin odağı haline geldiğini göstermeye yeterli bulunduğu, açıkça dini
kuralların egemen kılınmasını, şeriatı hedefleyen bu beyan ve eylemlerin
çoğulcu demokrasi içerisinde bile Anayasa'nın 14 ve İHAS'ın 17 nci maddeleri
karşısında koruma göremeyeceği,
Anayasakoyucunun, siyasi partilere çalışmalarında
sınırsız bir özgürlük tanımadığı ve ülke zararına olabilecek çalışmaların odağı
haline gelme olasılığını öngörerek, bu gibi hallerde kapatılabileceklerini
kabul ettiği,
Laik demokratik hukuk devletinin egemen olduğu
rejimlerde; yargıya, 'bireyi ve demokrasiyi', sistemin sınırları dışına çıkan
siyasi partilerin/iktidarların eylemlerine karşı koruma görevi de verildiği,
Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif
edilemez bir hükmü olan laiklik ilkesinin zedelendiği yerde Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığının rejimi koruma yetki ve görevinin başlayacağı, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığının temel görevinin Cumhuriyet'i, ilkelerini ve
kazanımlarını korumak olduğu,
Davalı partiyi laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı
haline getiren yukarıdaki fiiller ve beyanların, siyasi partinin Anayasanın
68/4. maddesi delaletiyle 69/6. maddesi gereğince kapatılmasını gerektirdiği,
Olayda, laik hukuk düzenine aykırı eylemlerin odağı olan
bir siyasi partinin söz konusu olması karşısında, üstelik bu partinin de
çoğunluk iktidarına sahip olduğu gözetildiğinde, amaçlanan modelin
gerçekleştirilmesi anlamında bir tehlikenin var olduğu ve tehlikenin de
yeterince yakın olduğu, davalı partinin eylemlerinin öngördüğü toplum modelini
oluşturmaya elverişli bulunduğu, iktidarları süresince her geçen gün riskin
arttığı, kamusal alanda ve TBMM'nde de türbana serbestlik sağlanmasına
yönelik beyanlar ile imam hatip lisesi mezunlarına uygulanan katsayı sisteminin
kaldırılması girişimlerinin bu tehlikeyi daha somut ve yakın kıldığı, davalı
Partinin, toplumsal barışı tehlikeye düşürene ve öngördüğü modeli
gerçekleştirene kadar beklenilmesinin doğal olarak söz konusu olamayacağı,
Davalı siyasi partiyi amacından uzaklaştıracak ve sosyal
yönden de gereksinim duyulan tek ve zorunlu yöntemin, yalnızca kapatma
yaptırımı olup, toplumu karşılaştığı bu tehlikeden başka türlü korumanın
olanağının kalmadığı,
Davalı siyasi partinin kapatılmasının; dava konusu
eylemler ile uygulanacak kapatma yaptırımının sonuçları ve yaşanan tarihsel
koşullardan kaynaklanan ihtiyaçlar gözetildiğinde; orantısız ve radikal bir
yaptırım olmayıp, uygun, gerekli ve orantılı bir yaptırım olduğu
ileri sürülerek Partinin kapatılması,
Kapatma kararıyla birlikte, eylemleriyle siyasi partinin
kapatılmasın neden olan kurucu üyeleri dâhil isimleri belirtilen 71 üye
hakkında; Anayasa'nın 69 ncu maddesinin dokuzuncu fıkrasında ve SPY'nın 95 nci
maddesinde belirtildiği üzere, 'kapatmaya ilişkin kesin kararın, Resmi
Gazete'de gerekçeleri olarak yayımlanmasından başlayarak beş yıl süreyle bir
başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamayacaklarına da'
hükmedilmesi istenmektedir.
Davalı parti savunmasında özetle;
Haklarında düzenlenen iddianamenin baştan aşağı belli bir
siyasi/ideolojik yaklaşımı yansıttığı, bu haliyle adeta bir muhalif siyasi
parti bildirisi niteliğinde olduğu, dolayısıyla bu davanın siyasi bir dava
olduğu, iddia makamının önyargılı ve ideolojik tutumunu esas hakkındaki
görüşünde devam ettirdiği, baştan sona 'emperyalizm', 'ihanet', 'irtica',
'mürteci', 'din tacirleri', 'tertipçi', 'sömürgeci', 'mandacı', 'işbirlikçi',
'gerici', 'iç ve dış odaklar' ve 'siyasi hegemonya projesi' gibi hukuken
tanımlanması imkansız ve fakat belli bir siyasi/ideolojik tavrı yansıtan
kavramlarla kanaatini oluşturduğu, tarihsel olayları 14 Ağustos 2001 tarihinde
kurulmuş olan Adalet ve Kalkınma Partisine karşı açtığı davanın konusu haline
getirdiği ve indirgemeci yaklaşımla 'irtica tehlikesinin mevcudiyeti ve
yakınlığı'na kanıt olarak gösterdiği, bunun hukuk etiği ile bağdaşmadığı,
karmaşık toplumsal olayları kategorik genellemelerle açıklamaya çalışan bir
pozitivist yaklaşımla, hukuk alanında telafisi imkansız sonuçlara yol açmaktan
çekinmediği,
İddianamenin 'toplama' delillerle şişirilerek özensiz ve
düzensiz bir şekilde kaleme alınan siyasi mülahazaları yansıtan bir metin
niteliğinde olduğu, kanıtların arasında 'Birliğimizi kapatma hükmü taşıyan
taslak her şeye rağmen kanunlaştığı takdirde yasal haklarımız kullanılacak,
Anayasanın 90/son maddesi uyarınca tüzel kişiliğimiz devam edecektir' ifadesine
yer verilen ve partilerine ve hükümet politikalarına karşı tavırlarıyla bilinen
YARSAV'a ait olduğu anlaşılan yazıların arkasına yapıştırılan gazete
kupürlerinin çıkmasından, aynı şekilde Ak Parti Genel Başkanı Recep Tayyip
Erdoğan ile ilgili gazete kupürlerinin üzerinde el yazısıyla 'RTE röportajı'
şeklinde bir ifadenin bulunmasından anlaşılabildiği,
Başsavcılığın esas hakkındaki görüşlerinde tasavvur
ettiği toplum modelinin dehşet uyandırıcı olduğu, bu modelin farklılıkları
düşman olarak gören, çoğulculuğa, çok partili yaşama, siyasi partilere, sivil
toplum kuruluşlarına, aydınlara, din adamlarına ve üyesi bulunduğumuz
uluslararası kuruluşlara kuşkucu ve komplocu olarak yaklaşan bir model olduğu,
demokrasiyle laikliği bir araya getiren 'demokratik laiklik' kavramından bile
rahatsızlık duyan bir anlayışın, ne demokrasiyi ne de laikliği korumasının
mümkün olmadığı,
Davanın temelinin, Adalet ve Kalkınma Partisinin demokrasi
ve laiklik anlayışı ile Başsavcının anlayışının bağdaşmamasının yattığı,
Partinin laiklik anlayışının başkalarının temel hak ve özgürlüklerine tehdit
oluşturmadığı, farklı din ve inançları sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul
ederek bunların bir arada barış içinde yaşamalarını hedeflediği, bu nedenle de
bireyi değil devleti muhatap aldığı, Anayasanın 2. ve 24. maddeleriyle bunların
gerekçelerinin de aynı doğrultuda olduğu, laikliğin devlet ve din işlerinin bir
birinden ayrılmasını ve devletin tüm inançlar karşısında tarafsız olmasını
gerektirdiği, ancak bir inanca dönüşmeye başladığı yerde, devletin bireysel
inançlar karşısına yeni bir inanç sistemi çıkarmasının kaçınılmazlaşacağı,
bunun ise devletin meşruiyetini zedeleyeceği, iddianamede laiklik ilkesinin
değil, laiklik adıyla totaliter bir ideoloji, bir felsefî kanaat ve en
tehlikesi diğer dinî inançlarla rekabet halinde olan bir inanç sisteminin
tanımlandığı ve savunulduğu,
Yaşam biçiminin, asgari ölçekte bireysel yaşamların ve
özgürlüklerin insana tanıdığı çerçevede yapılan tercihlerle oluştuğu,
bireylerin değerlerini ve dünya görüşlerini ifade ettiği, yaşam biçiminin
özgürce belirlenmesinin bireysel özgürlük olduğu, siyasal düzen kuralı olan
laikliği yaşam biçimi olarak kabul etmenin, bu özgürlükleri ortadan kaldıracağı
ve hangi yaşam biçiminin laik olup olmadığının da bilinmediği, bunu kabul
etmenin, totaliter sistemlerde olduğu gibi karar vericilerin yaşam biçimlerinin
tüm topluma dayatmasına olanak sağlayacağı, laikliğin bir yaşam biçimi olmayıp,
tersine farklı yaşam biçimlerini bir arada ve barış içinde yaşatan ilkenin adı
olduğu, Anayasanın 5., 17. ve 20. maddelerinin bunu öngördüğü,
Laikliğin felsefi bir inanç olmadığı, bilime dayanan
çağdışı pozitivist bir ideolojiyi yansıttığı ve bilimsel olmadığı,
Başsavcılığın din anlayışının sosyolojik gerçeklikle
bağdaşmadığı, dinin yalnızca bireylerin vicdanında yer alan bir olgu olarak
değerlendirilmesinin gerçekliğe aykırı olduğu ve kendisiyle çeliştiği,
laikliğin insanı kul olmaktan çıkarıp birey yapan bir ideoloji olarak
sunulmasının, teolojik anlamda insan ile tanrı arasındaki ilişkinin
koparılması, dolayısıyla dinin esasen vicdanda da yer edinmemesi gerektiği
sonucunu doğurduğu, iddianamede yer alan dini inanç ve duyguların sadece
vicdanlarda kalması, dinin sosyal ve kültürel bir bağ oluşturamayacak şekilde
yaşanması ve toplumsal alandan dışlanması gerektiği şeklindeki katı ideolojik
yaklaşımın hiçbir Batılı demokratik laik sistemde karşılığının olmadığı,
Tüm toplumlarda dinin, bireylerin kimliklerini
belirleyen temel kaynaklardan birini teşkil etmesi nedeniyle, din ve vicdan
özgürlüğünü güvenceye alan laikliğin, bu özgürlüğün toplumsal yansımalarını
reddetmeyeceği, dolayısıyla iddianamede 'devletin ve hukukun' dine
dayandırılmaması ile bireylerin din ve vicdan özgürlüğünün toplumsal alanda
yansımalarının birbirine karıştırılmasının temel hatalardan birisi olduğu,
Devletin sosyal, hukuki, siyasi ve ekonomik temel
düzenlerini Avrupa hukukuna uyarlayarak modernleştirmiş ve laikliğin ikinci
ayağı olan din ve vicdan özgürlüğünün alanını genişletmiş bir partinin,
laikliği ihlal ettiğini ileri sürmenin ancak bir algılama hatasından
kaynaklanmış olabileceği, partinin Başsavcının pozitivist ve militan laiklik
anlayışı yerine özgürlüğü esas alan bir laiklik anlayışını benimsemesi
nedeniyle irtica suçlamasıyla karşılaşmasının kabul edilemez olduğu, partinin,
laikliği resmi bir yaşam biçiminden çok, farklı yaşam biçimlerinin bir arada
yaşamasına olanak sağlayan siyasal ilke olarak kabul ettiği, bu özgürlükçü tutumun
batı demokrasilerinde de kabul edildiği, aksi taktirde belirli bir yaşam
tarzına sahip azınlığın diktasının savunulmuş olacağı, partilerinin hiçbir
zaman referandum veya benzeri yöntemlerle laikliğin meşruiyetini ve
uygulanabilirliğini sorgulama çabası içine girmediği,
Topluma karşı 'neden yeni taleplerde bulunuyorsunuz''
demenin vatandaşa tebaa muamelesi yapmak anlamına gelen çağdığı bir yaklaşım
olduğu, vatandaşların mevcut hak ve özgürlüklerin yetmediği durumda, siyasal,
kültürel ve bireysel yeni haklar talep edebileceği, sivil toplumun ve siyasi
partilerin işlevinin de bunları toplulaştırmak, demokratik yollardan gündeme
getirmek olduğu, uzun süre toplumun gündeminde olan bir olgunun zorunlu olarak
siyasetinde ve toplum temsilcilerin gündeminde de olacağı, nitekim Türki
siyasal yaşamının demokratik ve laiklik açısından kuşku duyulmayan önemli
kişilerin de aynı zorunu kendilerinden farklı şekilde gündeme getirdikleri ve
çözülmesi gereğini beyan ettikleri, taleplerin başka partiler tarafından dile getirilmesi
gerçeği karşısında yalnızca kendilerine karşı dava açılmış olmasının 'konuşana
göre muamele' anlamına geldiği,
Hukuku yapanların ve uygulayanların her özgürlük talebini
rejimi yıkma teşebbüsü ve laikliğe karşı tavır olarak algılamasının, şu an sahip
olunanın hak edilmediğini gösterdiğini, çünkü şu an sahip olunanın dünün
talepleri olduğunu özgürlük mücadelesinin gösterdiği, bu çerçevede yeni anayasa
gerekliliğinin uzun yıllardan beri devam ettiği ve çeşitli taslaklar veya
önerilerin kamuoyuna sunulmuş olduğu, kendilerinin bunlardan farklı olmayan bir
taslağı sunmaları nedeniyle suçlanmalarının haksız olduğu,
Türkiye'nin çağdaşlaşma projesine iktidara geldikleri
günden beri büyük bir ivmeyle devam ettikleri, toplumun çok önemli ölçüde
değişim ve dönüşüm geçirerek hızla çağdaş ülkeler standardına ulaştığı, ancak
bu tarihsel süreçte yoğun suçlamaların yaşandığı, eldeki davanın da bu suçlama
geleneğinin bir ürünü olduğu, ülkede yaşanan gelişmelerle birlikte sorunların
da bulunduğu, ancak demokratik toplumun geniş bir aile olduğu, her sorunun
mahkemede çözülmesi yerine demokratik bir sabırla, hoşgörüyle, saygı ve alçak
gönüllülükle çözmenin kalıcı olacağı, toplumun sorun çözme yeteneğinin
geliştirilmesinin olaylar karşısında hisle, hamasetle veya husumetle değil,
akılla, sağduyuyla çözmenin gerektiği, bunun adının 'demokratik yöntemlerle
sorun çözmek' olduğu, aksine hukuk kurumlarının aşınıp güven kaybına
uğrayacağı,
Partiye isnat edilen eylemlere ilişkin ikna edici hiçbir
delil sunulmadığı, davadaki delillerin önemli bir kısmının dava açılmasına
karar verildikten sonra üretildiği, dolayısıyla davanın 'google davası' olduğu,
gazete kupürlerinin delil niteliğinin bulunmadığı, ses ve görüntü kayıtlarının
bile tek başına delil olarak kullanılamadığı bir hukuk sisteminde, internet
gibi yalan ve yanlış haberlerin çok yoğun bir şekilde yer alabildiği sanal bir
ortamdan delil üretmeye çalışmanın bir hukuk garabeti olduğu,
Beyan ve haberlerin delil niteliği bulunmadığı, ses ve
görüntü kayıtlarının sunulmadığı, yurt içinde ve dışında yayınlanmış
gazetelerdeki haberlerin tahrif edilerek sunulduğu, ek delillerle doğrulanmayan
haberlerin, tekzip edilen ve aslı olmayan konuşmaların delil olarak
kullanıldığı, sayısız haber kaynağının varlığı nedeniyle tekzip edilmeyen ifadelerin
doğruluğun karine olarak kabul edildiği, kimi haberlerin bir birleriyle
çatıştığı görülmeden aleyhe olan haberin kullanıldığı,
Yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunan sözlerin delil
olarak kullanılamayacağı, partinin kurulmasından önceki söz ve eylemlerin isnat
edilmesinin hukuk güvenliğine aykırı olduğu, parti üyesi olmayan kişilerin
eylemleri ile, partinin benimsemediği ve olumsuz tavır gösterdiği eylemlerin de
partiye isnat edilemeyeceği,
İddianamede lehte olan delillere yer verilmemiş olmasının
Ceza Muhakemesi Yasasına aykırı olduğu, delil üretme gayretiyle masumiyet
karinesi ihlal edilerek Anayasanın 38. maddesine aykırı davranıldığı,
Partinin anayasaya aykırı eylemlerin odağı haline
gelmediği, çünkü Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan
hükümlere aykırı fiillerin ceza hukuku anlamındaki fiiller olduğu, bu nitelikte
olmasa da laikliğe aykırı eylemin mevcut olmadığı, iddianamede belirtilen parti
organ ve üyelerinin eylem ve söylemlerinin ise siyasi propaganda ve eleştiri
hakkı çerçevesinde kalan eylemler olduğu, eylemlerin yoğunluğunun partinin
sahip olduğu üye sayısıyla da ilgili olduğu, dolayısıyla iddianamede belirtilen
söz ve faaliyetler hukuka aykırı nitelik taşımadığı gibi, partinin bütünsel
yapısı ve üye sayısı dikkate alındığında bunların bir 'yoğunluk' oluşturmasının
da söz konusu olmadığı, dolayısıyla bir benimseme tartışmasının yapılamayacağı,
Bu davada partinin yetkili organlarınca alınmış laikliğe
aykırı herhangi bir karar olmadığı, sadece AK Parti Genel Başkanının laikliğe
aykırı olmayan 'eylemleri'nin, daha doğrusu 'ifadeleri'in kaldığı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları ışığında
değerlendirildiğinde, bu davanın ifade ve örgütlenme özgürlüğü ile serbest
seçim hakkının ihlali olduğu, eylemlerinin laikliğe aykırı olarak
nitelendirilmesinin mümkün olmadığı, demokrasiye uzak ya da yakın bir risk
oluşturduğuna dair hiçbir delilin bulunmadığı, aksine partinin tasavvur ettiği
ve savunduğu modelin demokratik toplum modeli olduğu, partinin şiddet ile
ilişkilendirilemeyeceği, iddia makamının AİHM kararını çarpıttığı, başta parti
genel başkanı olmak üzere, tüm organ ve üyeleriyle kurulduğundan beri herkesi
kucaklamaya çalışan, farklılıklara saygıyı ve bir arada yaşama hedefini siyasi
önceliği haline getiren bir siyasi partinin 'hoşgörüsüzlük'le itham edilmesinin
akla, mantığa ve insaf ölçülerine aykırı olduğu, bu ithamın esasen İddia makamı
için geçerli olduğu, Türkiye'yi kaosa sürüklemek isteyen odakların tezgâhladığı
iğrenç Danıştay saldırısıyla, parti arasında bir ilişki kurmaya yönelik
ifadelerinin hafif tabirle, iftira olduğu ve Başsavcılığın bu iftiraya iştirak
ettiği, aynı mantıkla, iddianamenin ardından partilerine yönelik saldırılar
nedeniyle başsavcılığın da suçlanabileceği, bu düşüncenin zorlama olduğu,
Başsavcının kendi görev ve uzmanlık alanları dışındaki
konuları yorumlama çabasını hukuksal gerçeklik ve bilimin gereği olarak
sunduğu, tarihi, dini, tıbbi bilgiler ile tamamen siyaset ve uluslararası
siyaset konuları hakkında hüküm kurarak bunları iddianameye aktardığı,
Hiçbir partinin devamı olmadıklarının icraatları ve
söylemlerinden anlaşılabileceği, dış politikaları ile laiklik arasında bir
ilişki kurulamayacağı, uygulamaların devletin dış politikasının bir devamı
niteliğinde olduğu,
Yasama faaliyetleri nedeniyle partinin sorumlu
tutulamayacağı, çünkü bunun parti işlemi olmaktan çok yargısal yoldan
denetlenebilir anayasal organ eylemleri olduğu,
Sonuç olarak haklarında açılan bu davada başsavcılığın
özgürlük lehine yorum yapmak bir yana, adeta 'niyet okuyuculuğu' yaparak
olmayan şeyleri varmış, olmayacak şeyleri de olacakmış gibi gösterme çabası
içine girdiği,
Bu davada partiye yaptırım uygulanmasını gerektirecek
haklı hiçbir sebebin bulunmadığı, AK Partinin hukuka aykırı eylemlerin değil,
millete hizmetin, insan haklarının, demokrasinin, barış ve kardeşliğin,
hoşgörünün ve Türkiye sevdasının odağı olduğu, AK Partinin altı yıllık iktidarı
dönemindeki icraatlarının, onun demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin
teminatı olduğunu açıkça ortaya koyduğu,
Cevap layihalarında ve eklerinde ortaya konan ve Anayasa
Mahkemesi'nce re'sen gözetilecek nedenlerle AK Partinin kapatılması hakkındaki
davanın reddine karar verilmesi gerektiği görüşü dile getirilmiştir.
iii.Kapatma İsteminin Değerlendirilmesi
Anayasa'nın 69. maddesinin beşinci fıkrasında, 'Bir
siyasi partinin tüzüğü ve programının 68 inci maddenin dördüncü fıkrası
hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı verilir.'; 68.
maddesinin dördüncü fıkrasında da 'Siyasi partilerin tüzük ve programları ile
eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne,
insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik
ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre
diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi
amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez' denilmektedir. Bu kapatma nedenleri
2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin ilk fıkrasının (a)
bendinde aynen benimsenmiştir.
Anayasanın 68. maddesinin birinci fıkrasında,
vatandaşların siyasi parti kurma ve usulüne göre partilere girme ve partilerden
ayrılma hakkına sahip olduğu belirtildikten sonra ikinci fıkrasında siyasi
partilerin, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğu vurgulanmıştır.
Anayasanın 2. maddesi Türkiye Cumhuriyetini demokratik,
laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlamaktadır. Anayasa Mahkemesinin
yerleşik içtihatlarında Anayasada öngörülen demokrasinin klasik ve çağdaş batı demokrasisi
biçiminde anlaşılması gerektiği kabul edilmektedir. Bu nedenle demokrasinin
kavramsal ve kurumsal niteliği, Anayasanın tüm somut kurallarının bütünsel
yorumu ve bu bütünlüğün demokratik anayasacılık tarihi içinde özgülendiği amaç
ve felsefe ışığında yorumlanarak anlaşılması gerekir.
Demokratik bir sistemin işleyişi için gerekli toplumsal
ve siyasal koşulları hazırlayan Türkiye Cumhuriyeti, 1946 yılında çok partili
sisteme geçmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin demokrasi tercihi tarihsel olarak
'Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur' sözünde ifadesini bulmuştur. Anayasanın
6. maddesine göre, ulus bu egemenliğini Anayasanın öngördüğü organlar eliyle
kullanır. Bu yetkilerin demokratik kurucu iktidar olan ulus tarafından kabul
edilmiş Anayasaya ve doğrudan demokratik meşruiyete sahip yasa koyucunun
iradesine uygun olarak kullanılması, egemenliğin ulusa ait oluşunun zorunlu bir
sonucu olup, yetki kullanımını içeriksel olarak meşrulaştırmaktadır. Kurumların
demokratik meşruiyeti Meclis ya da Cumhurbaşkanı örneğinde olduğu gibi doğrudan
halk tarafından seçilmekle veya doğrudan seçimle oluşturulmuş organların
yetkilendirmeleri ve atamalarıyla dolaylı olarak sağlanır. Doğrudan ve dolaylı
demokratik meşruiyet zorunluluğu, kamuya açıklık ilkesiyle birlikte yetki kullanımının
demokratik yolla denetlenebilirliğini de sağlamaktadır.
Bu nedenle her bir devlet yetkisi kullanımının yukarıdaki
ilkeler çerçevesinde demokratik meşruiyete dayanması, devlet yetkisi kullanan
veya bu yetkiyi talep eden örgüt ve organların demokratik ilke ve değerleri
içselleştirmesi, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olmasının gereğidir.
Egemenliğin ulusa ait oluşu, temel siyasal kararları
veren anayasal organların düzenli seçimler yoluyla ulus tarafından
belirlenmesini zorunlu kılar. Her bir vatandaşın eşit ve özgür oy hakkına ve
siyasi faaliyet özgürlüğüne sahip olması, seçimlerin ulusal iradeyi
yansıtmasına olanak sağlar.
Demokrasi, demokratik düzen ile bu düzenin meşruiyet
kaynağı olan toplumun beklentileri ve talepleri arasında karşılıklı etkileşimi
zorunlu kılar. Demokratik siyasal düzen halkın değer ve adalet tasavvurlarını
dikkate alarak, sosyal, ekonomik ve kültürel karşıtlıkları, en azından halkın
çoğunluğunun onayını alacak tarzda çözer. Bunun temel koşulu ise, siyasal
iradenin özgür bir müzakere ortamında mümkün olan en fazla uzlaşıyı sağlayacak
bir toplumsal etkileşimin ürünü olmasıdır. Düşünce özgürlüğü, devletten ve
diğer güç odaklarından bağımsız basın ve iletişim kurumları, toplanma ve
örgütlenme özgürlükleri ise bireysel özgürlüklerin yanında demokratik siyasal
iradenin ortaya çıkmasının da güvencesidir.
Demokraside azınlığın çoğunluğun kararlarına saygı
göstermesi, çoğunluğun da azınlıkların hak ve özgürlüklerini korumayı
kabullenmesi zorunludur. Demokratik kararlar, arkasında belirli bir çoğunluğun
bulunduğu kararlar olmakla birlikte, modern demokrasilerde karar öncesi süreçte
egemen olan ilke çoğulcu katılım ilkesidir. Çoğunluğun karar yetkisinin
demokrasi ilkesine uygunluğu, her türlü baskı ve yönlendirmeden bağımsız parlamento
çalışmaları, özgür bir kamuoyu, iletişimsel ve kollektif özgürlüklerin etkin ve
özgür biçimde kullanılabilmesiyle sağlanır. Bu nedenle demokrasi, Anayasada
soyut bir ilkeden çok, siyasal sistemin ana yapısı olarak belirlenmiş, kurumsal
yapıları, yetki paylaşımı ve sorumluluk sistemi buna göre düzenlenmiş
bulunmaktadır.
Anayasanın 6. maddesi ulusun sahip olduğu egemenliği
Anayasanın öngördüğü organlar eliyle kullanacağını belirterek, demokrasi
tercihini öne çıkarmıştır. Yasama organı ile Devletin ve yürütme organının başı
olan Cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan doğruya seçilmesini öngören
Anayasa, ulus temsilcilerinin iktidar kullanımının periyodik seçimlerle
güncellenmesini zorunlu kılarak, zamanla sınırlı iktidar ilkesini
benimsemiştir. Bu şekilde hem temsilcilerin ulusun talep ve beklentilerini
dikkate alan bir siyaset yapması, hem de sonraki kuşaklara karşı sorumluluk
içinde davranmaları sağlanmış olur.
Temsili parlamenter demokrasinin temel özelliği,
parlamentonun toplumdaki siyasal eğilimleri yansıtabilmesi, karar sürecinin
kamuya açık özgür müzakerelerde belirlenmesi ve siyasal ve hukuksal hesap
verilebilirlik ilkelerinin mevcut olmasıdır.
Temsili parlamenter sistemin etkinliğini ve
işlevselliğini siyasi partiler sağlar. Özgür siyasi partilerin olmadığı bir
sistemin demokrasi olarak nitelendirilmesi kabul edilemez. Çünkü siyasi
partiler olmaksızın, toplumsal talep ve beklentilerin siyasal direktifler
biçiminde somutlaşması, ulusal iradenin oluşması, toplumsal barışın sağlanması
ve devlet yönetiminin halka dayanması mümkün değildir.
Siyasal iktidarın kaynağı, dolayısıyla egemenliğin sahibi
ulus olmakla birlikte, ulusun kendine ait bir yetkiyi doğrudan kullanamaması,
temsil ve aracı sorununu gündeme getirmektedir. Bu sorunun çözümü, ancak karmaşık
toplumsal beklentileri ve gereksinimleri somutlaştıran, bunları iktidara
yönelik genelleştirilmiş eylem programları biçiminde sunan ve halkın çoğunluğu
tarafından tercih edilen, temelinde siyasal karar mekanizmalarını yönlendiren
aracı organların mevcudiyetine bağlıdır.
Toplumlar çok farklı düşünce ve tercihlerin hüküm
sürdüğü, demokrasinin işleyişinde çatışabilir fikirlerin akışının sağlandığı
yapılardır. Siyasal düzen ve bunun temel normları, hukuksal kurallar,
toplumdaki çatışma ve farklılıkların barışçı yolda düzenlenmesine olanak
verdiği sürece meşruiyetini korurlar. Bu meşrulaştırma işlevi toplumsal
farklılıkların özgürce yaşanması, talep sahiplerinin özgürce örgütlenerek
siyasal iktidara yönelmesi ve iktidar kullanımına katılmasıyla yerine getirilmiş
olur. Esasen demokrasi toplumsal barışın ve özgürlüğün güvencesidir. Anayasa
ise siyasal düzenin barışçı toplumsal taleplere açılmasını ve zaman içinde
doğacak zorunlulukları karşılayacak yöntemleri barındıran temel kurallar
bütünüdür. Kimi gerekçelerle farklı düşüncelerin siyasal yaşama yansıtılmasının
engellenmesi demokrasiyle ve temsilde adalet ilkesiyle bağdaşmaz, çatışan
fikirlerin ürünü siyasi partilerin bu fikirleri tartışmaya açmaktan yoksun
bırakılması ve başka yollarla tehlike savma refleksi demokratik siyasetle
çelişki oluşturur.
Siyasi partiler bu farklı düşünceleri örgütleyip, siyasi
düzene yönlendirerek siyasal iktidar ile kendisine meşruiyet dayanağı sunan
toplum arasında aracılık görevi de üstlenirler. Dolayısıyla siyasi partilerin
hem sayısal olarak ve hem de program yönünden çoğulculuğunun sağlanması,
demokratik meşruiyet için zorunludur. Bu nitelikleriyle siyasi partilerin
Anayasanın 2. maddesindeki demokratik devlet ilkesini gerçekleştiren
yaşamsal organlar oldukları açıktır. Demokratik siyasetin ancak siyasi partiler
yoluyla üretilebildiği günümüz demokrasilerine bu nedenle partiler
demokrasisi de denmektedir.
Siyasi partilerin kendilerine göre öne çıkardıkları ülke
sorunlarına ilişkin farklı çözüm önerileri getirmeleri, demokratik siyasi
yaşamda üstlendikleri işlevin doğal sonucudur. Siyasi partiler devlet erkine
yönelik toplumsal talepleri yalnızca dile getiren kurumlar değil, toplumsal
direktifleri somutlaştıran, yorumlayan ve devlete yönlendiren
yaşamsal kurumlardır. Bu nedenle siyasi partiler, Anayasanın konuya ilişkin
kuralları ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 'örgütlenme', 'düşünce ve
ifade' özgürlüğünü düzenleyen 10. ve 11. maddelerinin koruması altındadırlar.
Demokratik rejimin olmazsa olmaz koşulu sayılmaları
nedeniyle siyasî partiler Anayasa'da özel olarak düzenlenmiş, 68. maddenin
ikinci fıkrasında, siyasî partilerin demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez
unsurları oldukları; üçüncü fıkrasında da siyasî partilerin önceden izin
almadan kurulacakları ve Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini
sürdürecekleri belirtilmiştir. Böylece, siyasî partilerin diğer tüzelkişilerden
farklı olarak kuruluş ve faaliyetlerine ilişkin esaslar anayasal güvenceye
kavuşturulmuş, kapatılmalarına yol açabilecek nedenler ise Anayasa'nın 14.
maddesindeki temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasını engelleyen
düzenleme de gözetilerek tek tek sayılmış, yasa koyucuya bunların dışında
düzenleme yapmaya elverişli bir alan bırakılmamıştır.
Belirtilen düzenlemelerle Anayasakoyucu siyasî partilerin
varlıklarını sürdürmelerini esas alıp, kapatılmalarını ise ayrık durumlarla
sınırlı tutarak, öncelikle demokratik rejimin, sağlıklı biçimde yaşatılmasını
amaçlamış, ancak korunması gereğini de göz ardı etmemiştir.
Anayasanın 90. maddesinin son fıkrası, usulüne göre
yürürlüğe konulmuş temel haklara ilişkin uluslararası sözleşmelerin yasa
hükmünde olduğu ve yasalarla farklı hükümler içermesi nedeniyle doğacak
uyuşmazlıklarda uluslararası sözleşme hükümlerinin esas alınacağını
öngörmektedir. Türkiye'nin hukuk düzeni ile çağdaş demokrasilere egemen ilke ve
uygulamalar arasında koşutluğun sağlanmasını amaçlayan bu kural, kurucu üyesi
ya da üyesi bulunduğumuz uluslararası kuruluşlarca oluşturulmuş özgürlük
standartlarının dikkate alınmasını gerekli kılmaktadır. Anayasanın somut
kuralları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin siyasi partilerin kapatılmasına
ilişkin içtihatları ile Avrupa ortak standardını somutlaştıran Venedik
Kriterleri birlikte, bir yandan Anayasanın öngördüğü klasik demokrasi anlayışının
gereği olarak siyasal özgürlüklerin güvence altına alınması sağlanırken, diğer
yandan son çare olarak düşünülen siyasi parti kapatma yaptırımı uygulanmasının
demokratik düzenin korunması ve güçlenmesi amaçlanmıştır.
Bu çerçevede bir siyasi partinin tüzüğü ve programı ile
eylemlerinin Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında korunan ilkelere
aykırılığı değerlendirilirken, Anayasa'nın siyasi partilere verdiği özel önemi
vurgulayan diğer kurallarının da göz önünde bulundurulması gerekir. Bu nedenle,
Anayasanın 69. maddesi uyarınca tüzük ve programlarındaki söylemleri ya da
eylemlerinin, ancak Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında korunan
ilkelere temel esasları itibariyle aykırı olması, bu ilkeleri ortadan
kaldırmayı amaçlaması ve bu nitelikleriyle demokratik yaşam için
doğrudan açık ve yakın tehlike oluşturması durumunda siyasi partilerin
kapatılmasına elverişli ağırlıkta olduğu kabul edilebilir.
Demokratik rejimin tüm kurum ve kurallarıyla özümsendiği
ülkelerde demokratik ilkelere aykırı bir amaç taşımadığı ve şiddeti teşvik edip
araç olarak kullanmadığı veya demokrasiyi ve demokraside tanınan hak ve
özgürlükleri yok etmeyi amaçlayan bir siyasi partiye dönüşmediği sürece siyasi
partilerin kapatılmasına olur verilmediği gözetildiğinde, çağdaş uygarlık
düzeyinin üstüne çıkma hedefini esas alan Anayasamızın da siyasi partilerin
salt düşünce açıklamaları ile siyasi faaliyet özgürlüğünün doğası gereği
toplumsal talepleri barışçı yollarla ve hukuksal düzenlemelerle karşılama
çabaları nedeniyle partilerin kapatılmasının zorunlu görülmesi Anayasayla
bağdaşmaz. Zira özgürlükçü demokratik bir siyasal düzen öngören Anayasamız,
olası hukuksal düzenleme ve idari işlemlerin yargısal denetiminin koşullarını
ve kurumlarını yaratmak suretiyle, hukuksal yollardan kaynaklanabilecek
tehditleri engellemiştir.
Anayasanın 2. maddesinde öngörülen laik Cumhuriyet
ilkesi, egemenliğin ulusa ait olduğu, ulusal irade dışında herhangi bir
dogmanın siyasal düzene yön vermesi olanağının bulunmadığı, hukuk kurallarının
dinsel buyruklar yerine demokratik ulusal talepler esas alınarak aklın ve
bilimin öncülüğünde kabul edildiği, çoğunluk ya da azınlık dinine, felsefi
inançlara veya dünya görüşlerine mensup olup olmadıklarına bakılmaksızın, din
ve vicdan özgürlüğünün ayrımsız ve önkoşulsuz olarak herkese tanındığı ve
anayasada öngörülenin ötesinde herhangi bir sınırlamaya tabi tutulmadığı, dinin
kötüye kullanılmasının ve sömürülmesinin yasaklandığı, devletin tüm işlem ve
eylemlerinde dinler ve inançlar karşısında eşit ve tarafsız davrandığı bir
cumhuriyeti öngörmektedir.
Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin
birçok kararında ayrıntılı olarak açıklanan ve çağdaş demokrasilerin ortak
değeri olan laiklik ilkesi düşünsel temellerini Rönesans, Reformasyon ve
aydınlanma döneminden alır. Lâiklik, ulusal
egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal ve
kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir. Bireye kişilik ve özgür düşünce
olanaklarını veren, bu yolla siyaset-din ve inanç ayrımını gerekli kılarak din
ve vicdan özgürlüğünü sağlayan ilkedir. Dinsel düşünce ve değerlendirmelerin
geçerli olduğu dine dayalı toplumlarda, siyasal örgütlenme ve düzenlemeler
dinsel niteliklidir. Lâik düzende ise din, siyasallaşmadan kurtarılır, yönetim
aracı olmaktan çıkarılır, gerçek, saygın yerinde tutularak kişilerin
vicdanlarına bırakılır. Dünya işlerinin lâik hukukla, din işlerinin de kendi
kurallarıyla yürütülmesi, çağdaş demokrasilerin dayandığı temellerden biridir. Laikliğin
bu işleviyle toplumsal ve siyasal barışı sağlayan ortak bir değer olduğu
açıktır. Bireylerin özgür vicdani tercihlerine dayanan ve sosyal bir kurum olan
dinler, siyasal yapıya egemen olmaya başladıkları veya ulusal irade yerine
siyasal yapının hukuksal kurallarının meşruiyet temelini oluşturdukları anda toplumsal
ve siyasal barışın korunması olanaksızlaşır. Hukuksal düzenlemelerin katılımcı
demokratik süreçle ortaya çıkan ulusal irade yerine dinsel buyruklara
dayandırılması, birey özgürlüğünü ve bu temelde yükselen demokratik işleyişi
olanaksız kılar. Siyasal yapıya egemen dogmalar öncelikle özgürlükleri ortadan
kaldırır. Bu nedenle çağdaş demokrasiler, mutlak hakikat iddialarını reddeder,
dogmalara karşı akılcılıkla durur, dünyayı dünyanın bilgisiyle açıklayabilecek
toplumsal ve düşünsel temelleri yaratır, din ve devlet işlerini birbirinden
ayırarak, dini siyasallaşmaktan ve yönetim aracı olmaktan çıkarır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Refah Partisi kararında
da ifade bulduğu gibi, laikliği reddeden düzenlerin demokratik olarak
nitelendirilmesi olanaksızdır. Ulusal egemenlik ilkesi laikliğin bir gereği
olduğu gibi, demokrasinin temel koşulu da ulusal egemenliğin yine ulusun
doğrudan ya da dolaylı katılımıyla kullanılmasıdır. Demokratik katılımın
bulunmadığı sistemlerde ulusal egemenlikten söz edilemeyeceğinden, esasen
laiklikten de söz edilemez. Laikliğin temel bir değer olarak kabul edilmediği
sistemlerde ise, inançlar ve dinler arasında ayrımcılık ve imtiyazlar söz
konusu olacağından, ulusun tüm mensuplarının egemenliğin kullanımına eşit
biçimde katılımından, buna bağlı olarak demokrasiden söz edilemez. Demokrasi ve
laiklik arasındaki bu zorunlu ilişki, Anayasanın her iki ilkeyi de cumhuriyetin
değiştirilemez nitelikleri arasında kabul etmesini gerektirmiştir. Anayasanın
68. maddesinin dördüncü fıkrasında siyasi partilerin tüzük, program ve
eylemlerinin yalnızca laikliğe veya demokrasi ilkesine değil, 'demokratik ve
laik cumhuriyet' ilkesine aykırı olamayacağı belirtilerek, her iki kavramın
birlikte Türkiye Cumhuriyetinin niteliğini somutlaştırdığı görülmektedir.
Bu nedenle laikliğe aykırı eylemlerde bulunduğu ileri
sürülen siyasi partiler hakkında yapılacak değerlendirmelerde her iki kavramın
azami geçerlilik kazanacağı bir yorumun esas alınması gerekmektedir.
Anayasanın 24. maddesinin son fıkrasına göre 'Kimse,
Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa,
din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama
amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince
kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.' Anayasakoyucu
ülkenin koşullarını dikkate alarak dini veya din duygularını yahut dince kutsal
sayılan şeyleri siyasi çıkar yahut nüfuz sağlamak amacıyla kullanılmasını
laiklik ilkesinin korunması bakımından zorunlu görerek yasaklama yolunu seçmiş
ve bunları siyasal ifade ve eylem özgürlüğünün kapsamı dışında bırakmıştır.
Laiklik ilkesinin değerlendirilmesinde bu kuralın göz ardı edilmesi
olanaksızdır.
Dinin sosyal bir kurum olması nedeniyle toplumda dinsel
özgürlük taleplerinin ya da gereksinimlerin ortaya çıkması, siyasi partilerin
bu sorunlara ilişkin politika belirlemesini gerektirebilir. Ancak Anayasanın
24. maddesindeki açık hüküm gereği, siyasi partilerin bu taleplere yönelik
politika üretirken, dini ve dince kutsal sayılan değerleri ve dinsel duyguları
siyasal mücadele aracı haline getirerek toplumda dinsel talep ekseninde
ayrışmalara yol açması laiklik ilkesiyle bağdaşmaz. Toplumsal sorunların ve
ülkenin aşması gereken birçok engelin yoğunluğu ve karmaşıklığı dikkate
alındığında, dinselliğin sırf siyasal mücadelede üstünlük sağlaması nedeniyle
siyasal alanda gerektiğinden daha fazla yer alması, toplum ile toplumsallık
ekseninde yürütülmesi gereken siyaset arasındaki sağlıklı temsil ilişkisini
zedeleyebilir. Bu ilişkinin zedelenmesi siyaset ile toplum arasında
yabancılaşmaya ve siyasal düzenin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açabilir. Bu
sakınca, söz konusu eylemlerin devlet iktidarını kullanan bir parti tarafından
işlenmesi durumunda daha da artar.
Anayasa tarafından demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez
unsuru olarak tanımlanan partiler bakımından dinin siyasete alet edilmesinin
siyasi partilerin demokratik işleviyle de uyumlu olduğu kabul edilemez.
Davalı partinin Anayasanın 68. maddesinin dördüncü
fıkrasında belirtilen 'demokratik ve laik cumhuriyet' ilkesine aykırı bazı
eylemleri belirlenmiştir. Üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağı, Kuran
Kurslarına yönelik yaş kısıtlaması ve İmam Hatip Liselerine uygulanan katsayı
sınırlamasının kaldırılmasına yönelik toplumsal taleplerin bulunduğu
görülmektedir. Ancak davalı partinin bu doğrultudaki siyasal mücadelesini
laiklik ilkesinin Anayasanın somut kurallarında ortaya çıkan tercihe uygun
biçimde yürüttüğü savunulamaz. Bu sorunlar toplumda ayrışma ve gerginliklere
yol açacak düzeyde siyasetin temel sorunu haline dönüştürülmüş, toplumun dinsel
konulardaki duyarlılıkları yalın siyasal çıkar amacıyla araçsallaştırılmış,
toplumun temel ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlarının siyasetin gündeminde
yer alması güçleşmiştir. Davalı parti kurulduktan hemen sonra girdiği ilk genel
seçimlerde tek başına iktidar olarak ülkeyi yönetme yetki ve sorumluluğunu
üstlenmiş bulunmaktadır. Bu sorumluluğun yalnızca kendi siyasal tabanına karşı
değil, tüm ülkeyi kapsayan, kamu yararı amacıyla ve devlet iktidarı kullanımı
için geçerli tüm anayasal ilkelere uygun olarak yerine getirilmesi gerektiğinde
kuşku bulunmamaktadır.
Dinin ve dinsel duyguların istismarı nedeniyle laikliğe aykırı
görülen davalı parti eylemlerinin toplumu devlete ve siyasete yabancılaştırması
yoluyla demokratik işleyişi engelleyebileceği ve anayasal düzenin meşruiyetinin
sorgulanmasına yol açabileceği inkâr edilemez.
Organ sıfatıyla davalı Parti Genel Başkanı Recep Tayyip
ERDOĞAN ile üyelerden 22. Yasama dönemi Meclis başkanı Bülent ARINÇ, Milli
Eğitim Bakanı Hüseyin ÇELİK, Milletvekilleri İrfan GÜNDÜZ, Abdullah ÇALIŞKAN,
Resul TOSUN, Selami UZUN, Hasan KARA ve üye Hasan Cüneyt ZAPSU'nun; yerel
yöneticilerden Dinar İlçesi Belediye Başkanı Mustafa TARLACI ve Isparta
Belediye Başkanı Hasan BALAMAN'ın eylemleri, Anayasanın 68. maddesinin dördüncü
fıkrasına aykırı eylemlerin kararlılıkla ve parti üyeleri tarafından yoğun bir
biçimde işlendiğini göstermektedir. Anayasa Mahkemesinin E. 2008/16, K.
2008/116 sayılı kararıyla iptal edilen 5735 sayılı Türkiye Cumhuriyeti
Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'un teklif
edilmesi ve yasalaşmasının sağlanmasıyla davalı partinin bu eylemleri
benimsediği anlaşıldığından odaklaşmanın kabulü gerekir.
Haşim KILIÇ davalı partinin demokratik ve laik cumhuriyet
ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği görüşüne katılmamıştır.
Demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine
aykırı eylemlerin yaptırımı
Yukarıdaki ölçütler ışığında davalı partinin laik düzeni
ortadan kaldırma, laikliğin temel esaslarını zedeleme ve buna bağlı olarak
demokratik düzeni ortadan kaldırma amacını taşıyıp taşımadığını saptayabilmek
için, aleyhteki delillerin yanında, lehteki olguların da değerlendirilmesi,
hukuk devletine uygun bir yargılamanın temel koşuludur.
Davalı siyasi parti, gerekli bildirim ve belgeleri
14.08.2001 tarihinde İçişleri Bakanlığı'na vererek 2820 sayılı Siyasi Partiler
Yasası'nın 8. maddesine göre tüzel kişilik kazanmıştır. Tüzel kişilik
kazanmasından bir yıl sonra 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan Milletvekili Genel
Seçimlerinde %34,28 oranında ve 22 Temmuz 2007 seçimlerinde ise %46,57 oy
alarak Meclis çoğunluğunu elde etmiş ve tek başına iktidar olmuştur. 3 Kasım
2002 tarihinden beri programını ve amacını gerçekleştirebilecek parlamento
çoğunluğuna, devletin ulusal ve uluslararası politikasını belirleme gücüne ve
iktidar olanaklarına sahiptir.
Davalı partinin tüzük ve programında laikliğe aykırı bir
sistem arayışı saptanamamıştır. Bununla birlikte davalı siyasi partinin
programında ilan ettiğinden farklı amaç ve eğilimleri gizleyebilmesi mümkündür.
Söz konusu partinin bu tür eğilimler taşıyıp taşımadığını tespit etmek için, programının
içeriği, parti organlarının eylemleri ve savundukları görüşlerle
karşılaştırılmalıdır. Partinin bu eylem ve görüşleri bir bütün olarak, yukarıda
belirtilen çerçevede anayasal düzeni tahrip etme amaç ve eğilimlerini
somutlaştırdığı takdirde, o partinin kapatılması söz konusu olabilir.
İddia makamı tarafından davalı partiye isnat edilen ve
Anayasa Mahkemesince kanıt niteliğinde bulunduğu saptanan eylemlerin ağırlıklı
çoğunluğu 22 Temmuz 2007 seçimlerinden önce 22. Yasama döneminde
gerçekleşmiştir. Bu eylemlerle birlikte, iktidarda olan davalı partinin iç ve
dış politikaya, yasama ve yürütme erkinin kullanımına ilişkin tüm icraatları
kamuoyunun bilgisi dâhilindedir. Davalı parti üçte iki oranında yenilenerek 23.
Yasama döneminde TBMM'de yerini almıştır. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde davalı
parti seçmenlerin yarıya yakınının oyunu aldığına göre, halkın isnat edilen
eylemler ile partinin bütün icraatlarını birlikte değerlendirerek davalı
partiye onay verdiği görülmekte; buna dayalı olarak demokratik ulusal iradenin
yasama ve yürütme görev ve sorumluluğunun davalı parti tarafından yürütülmesi
yönünde somutlaştığı anlaşılmaktadır.
Yukarıda saptanan ayrık haller dışında; davalı partinin
iktidarı döneminde 1963 Ankara Antlaşması'yla birlikte Türkiye'nin temel dış
politikası haline gelen Avrupa Birliği'ne giriş çabası sürdürülmüş, adaylık
statüsünün elde edildiği 1999 yılından başlatılan hukuksal ve siyasal
reformlara hız verilmiş, gerek Anayasa'da gerekse yasalarda esaslı
değişiklikler yapılmıştır. Bu çerçevede Anayasanın 10., 30., 38., 90. ve 101.
maddelerinde yapılan değişikliklerle savaş zamanlarında dahi ölüm cezalarını
olanaklı kılan kurallar Anayasadan çıkarılmış, uluslararası insan hakları
sözleşmelerine yasaların uygulanmasında öncelik tanınarak ulusal uygulamaların
uluslararası insan hakları standartlarına uygunluğu sağlanmış, basımevi ve
basın araçlarının hiçbir şekilde suç aleti olduğu gerekçesiyle zapt ve müsadere
edilemeyeceği ve işletilmekten alıkonamayacağı esası benimsenmiş, kadın-erkek
eşitliğinde ileri bir aşama olan pozitif ayrımcılık temel bir anayasal ilke
olarak kabul edilmiştir. Cumhurbaşkanının doğrudan doğruya halk tarafından
seçilmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
kararlarının yargılamanın yenilenmesi nedeni sayılması, Uluslararası Ceza
Divanın yargılama yetkisinin kabul edilmesi, 1966 tarihli Birleşmiş Milletler
Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ile Kültürel, Ekonomik ve Sosyal Haklar
Sözleşmeleri başta olmak üzere birçok uluslararası temel hak ve özgürlük
belgesinin iç hukuka aktarılması, gayrimüslim azınlıkların statülerinde
iyileştirme sağlayan yasaların kabul edilmesi, daha az temel hak sınırlaması
içeren dernekler yasasının kabul edilmesi gibi, ülkenin daha demokratik ve
özgürlükçü bir yapıya kavuşturulması çabaları, özellikle ataerkil ve geleneksel
toplumsal yapıyı modern bir dönüşüme açma fırsatı sunan kadın-erkek eşitliğinin
Anayasaya aktarılması, Avrupa Birliğiyle müzakerelerin başlatılması,
uluslararası sorunların barışçı yolla çözümüne aktif katkısı dikkate
alındığında, davalı partinin sahip olduğu iktidar gücünü ülkenin çağdaş batı
demokrasiler standardına kavuşması yönünde kullandığı açıktır.
Üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılması amacını
taşıyan ve TBMM'de temsil edilen kimi partilere mensup milletvekillerin teklif
ve Genel Kurulda oylanması sırasındaki desteğiyle kabul edilen 5735 sayılı
Anayasa Değişikliği Hakkında Kanun'un laiklik ilkesine aykırılık nedeniyle
iptal edilmesinin ardından davalı parti seçmen kitlesini eyleme ve şiddet
hareketlerine teşvik etme gibi, üstlendiği iktidar gücünü bu yönde kullandığına
ilişkin delile de rastlanılamamıştır.
Bu açıklamalar ışığında davalı partinin demokrasiyi ve
laik devlet düzenini ortadan kaldırma veya anayasal düzenin temel esaslarını
şiddet kullanarak ve hoşgörüsüzlükle tahrip etme amacı, bu amacı somutlaştıran
eylemleri ve elindeki iktidar olanaklarını şiddet doğrultusunda kullandığına
ilişkin veriler saptanamamış, bu eylemler kapatmayı gerektirecek ağırlıkta
görülmemiştir.
Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına aykırılığı
saptanan eylemlerin toplumsal tahammülün ötesine taşan sarsıcı tepkiler yaratma
gücünde olması, ulus devletin yaşamsal sorunlarında çoğunluğa hâkim olabilecek
aşırı endişe, kaygı ve belirsizlik yaratması, sınıfsal veya ideolojik
tercihlerin öncelik kazandığı bir kamu hizmeti anlayışını somutlaştırması,
toplumda anayasal güvencesizlik yaratması, toplum ve bireylerin kamu hizmeti
veya özgürlük talepleri karşısında kaygı verici bir öncelik kazanması,
eylemlerin şiddet veya şiddet çağrısı içermese de, tahrik, dayatma ve
demokratik teamüllerle bağdaşmaz nitelikte olup olmaması, demokratik toplum
düzeninin yaşamsal unsuru ve siyasi partilerin varlık, faaliyet alanını
oluşturan düşünceyi açıklama, yayma ve iletme özgürlüğünün anayasal çerçevesi
içinde kalıp kalmadığı ve nihayet odaklaşmaya yol açan eylemlerin davalı
partinin bütününü ve temel politikasını belirleyecek ağırlıkta olup olmamasının
yaptırımın türünü belirleyeceği açıktır.
Evrensel değerlerle bağdaşmayan, toplumsal barışın temel
kaidelerini zedeleyecek bir tehlike ortaya koymayan, hukuk devletine olan
inancı ortadan kaldırmaya yönelik ve sosyal ve siyasal karışıklıkları
amaçladığı yönünde bir belirlilik de göstermeyen, şiddet çağrısından uzak
olduğu değerlendirilen bu eylemler, davalı partinin çağdaşlaşma ve
demokratikleşme yönündeki icraatlarıyla birlikte değerlendirildiğinde
demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırılığı saptanan söz konusu
eylemlerin ağırlığı yönünden davalı partinin Anayasanın 69. maddesinin yedinci
fıkrası ile 2820 sayılı Yasanın 101. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca son
yıllık devlet yardımının yarısından yoksun bırakılması gerektiği sonucuna
ulaşılmıştır.
Açıklanan nedenlerle Anayasanın 69. maddesinin yedinci
fıkrası ile 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasa'nın 101. maddesinin ikinci fıkrası
uyarınca davalı partinin almakta olduğu yıllık devlet yardımından bu kararın
Resmi Gazetede yayımlandığı yıla tekabül eden
miktarının yarısı oranında yoksun bırakılması, yardımın
tamamı ödenmişse aynı miktarın hazineye iadesine karar verilmesi gerekir.
Haşim KILIÇ davanın reddi, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Fulya
KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Şevket APALAK ve Ayla Zehra PERKTAŞ
davalı partinin kapatılması gerektiği düşüncesiyle bu görüşe katılmamışlardır.
VII- SONUÇ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın, Adalet ve Kalkınma
Partisi'nin temelli kapatılmasına karar verilmesi istemini içeren 14.3.2008
günlü, SP. Hz. 2008/01 sayılı İddianamesi ve ekleri, konuya ilişkin rapor,
ilgili Anayasa ve yasa kuralları okundu, gereği görüşülüp düşünüldü:
A- Adalet ve
Kalkınma Partisi'nin kapatılma davasında yapılan oylamada, Anayasa'nın 68.
maddesinin dördüncü fıkrasındaki demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine
aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi nedeniyle Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Fulya
KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Şevket APALAK ve Zehra Ayla
PERKTAŞ'ın 'Parti'nin kapatılması'; Sacit ADALI, Ahmet AKYALÇIN, Serdar
ÖZGÜLDÜR ve Serruh KALELİ'nin 'Parti'nin kapatılması yerine Devlet
yardımından yarı oranında yoksun bırakılması'; Haşim KILIÇ'ın ise 'davanın
reddi' gerektiği
yolundaki oyu sonucunda, Anayasa'nın 149. maddesinin
birinci fıkrasında siyasi partilerin kapatılması için öngörülen nitelikli
çoğunluğun sağlanamaması nedeniyle, 2949 sayılı Yasanın 33. maddesinin
göndermesiyle 5271 sayılı Yasanın 229. maddesinin üçüncü fıkrası gereğince, en
aleyhe olan oyların kendisine daha yakın olan oylara katılmasıyla, Anayasanın
69. maddesinin yedinci fıkrası ve 22.4.1983 günlü, 2820 sayılı Siyasi Partiler
Kanunu'nun 101. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca, Adalet ve Kalkınma
Partisi'nin 2008 yılında aldığı (son yıllık) DEVLET YARDIMI MİKTARININ
YARISINDAN YOKSUN BIRAKILMASINA,
B- Gereğinin
yerine getirilmesi için karar örneğinin Başbakanlığa ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı'na gönderilmesine,
30.7.2008 gününde karar verildi.
Başkan
Haşim
KILIÇ
|
Başkanvekili
Osman
Alifeyyaz PAKSÜT
|
Üye
Sacit
ADALI
|
Üye
Fulya
KANTARCIOĞLU
|
Üye
Ahmet
AKYALÇIN
|
Üye
Mehmet
ERTEN
|
Üye
A.
Necmi ÖZLER
|
Üye
Serdar
ÖZGÜLDÜR
|
Üye
Şevket
APALAK
|
Üye
Serruh
KALELİ
|
Üye
Zehra
Ayla PERKTAŞ
|
|
|
|
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
Özgürlük yalnızca ve daima farklı düşünenlerindir.
Rosa Luxsenburg
Siyasal hayatın vazgeçilmezi olarak nitelenen siyasi partiler,
kapatma yaptırımı ile karşılaşmamak için kendini 'olduğu gibi' ortaya
koyamamış, Anayasa'nın ya da Anayasa Mahkemesi'nin 'nasıl olması gerektiği'
yolundaki ölçülerine uymaya çalışmıştır. Partilerin olması gereken özgürlük
alanları ile Anayasa dışı olma alanı arasında kurulamayan denge Türkiye'de
dünyada rastlanmayan sayıda partinin kapatılmasına neden olmuştur. Bu düşünce
ile siyasi partilere sınırsız bir özgürlük alanının gerektiği kastedilmemiştir.
Bir türlü yakalayamadığımız uluslararası çağdaş ölçüler yerine bize özgü
demokrasi, laiklik ve hukuk devleti anlayışı ve bu değerlerin dar bir alanda
yorumlanması belirtilen sonucu doğurmuştur.
Türk siyasi hayatında kapatılan partilerin genel olarak
'bölünmez bütünlük' ile 'laiklik' ilkesine aykırı eylemleri nedeniyle
gerçekleştiği görülmektedir.
Dava konusu siyasi partinin 'laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline geldiği' iddiası ile kapatılması istemi Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi'nin bu gerekçeye dayalı görüşlerine önem kazandırmaktadır.
Bu noktada Anayasamızın 68. maddesinin dördüncü
fıkrasında korunan hukuksal değerlerin anlam ve kapsamının açıklanma
zorunluluğu vardır. Anayasa'nın 68/4 maddesine göre; siyasi partilerin tüzük ve
programları ile eylemleri Devletin bağımsızlığına, bölünmez bütünlüğüne, insan
haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik
ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı gibi sınıf ve zümre
diktatörlüğünü amaçlayamaz ve suçu teşvik edemez.
Görüldüğü gibi, belirtilen ilke ve yasakların oldukça
kapsamlı olması, sınırlarının çizilmemesi, her türlü anlayış ve yoruma açık
olması, siyasi partileri sıkıntıya sokacak niteliktedir. 68/4 kapsamındaki
korunan hukuksal değerlerin 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nda açılımı
yoktur. Anayasa hükmünün yasalarla hayata geçirilmesi onların açık, bilinebilir
ve öngörülebilir olmasını sağlar. Anayasal hükümlerin genel olarak doğrudan
uygulanma nitelikleri yoktur. Bu özellikleri nedeniyle Anayasa'da belirlenen
hak ve özgürlüklerin kullanım ve sınırlarına ilişkin (siyasi partiler de olsa)
Anayasa'nın 13. maddesine uygun belirli, genel ve soyut bir yasal düzenlemenin
zorunluluğu açıktır. Belirlilik ilkesi bu yasal sınırlamanın yargısal ya da
idari bir tasarrufa ihtiyaç bırakmayacak açıklıkta olmasını zorunlu kılar.
Anayasanın 68/4 maddesindeki korunan hukuksal değerlerin
açılımı yasayla yapılmadığına göre, Anayasa Mahkemesi'nin bu boşluğu doldurma
görevini yine Anayasa'ya uygun olarak çözümlemesi gerekir.
Anayasa'nın 90. maddesi gereğince, Anayasa Mahkemesi 68/4
kapsamında yaptığı değerlendirmelerinde usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel
hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmalarla çatışmaya meydan
vermemelidir. Bu gereklilik nedeniyle Anayasa Mahkemesi'nin verdiği
kararlarında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin siyasi parti kapatma
davalarında kullandığı standart ölçüleri gözardı etmesi düşünülemez. Aksi halde
Anayasa Mahkemesi'nin bu davalarda oluşturduğu değişken ve subjektif
değerlendirmeleri siyasi hayatı belirsizliğe itecektir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin, laiklik karşıtı
eylemlerin odağı olması nedeniyle kapatılan Refah Partisi davasındaki
değerlendirmeleri önemlidir. Mahkeme, Refah Partisi'nin kapatılması kararını
sözleşmeye aykırı bulmadığını şu şekilde özetlemektedir. 'Bu davada
sözkonusu müdahalenin zorlayıcı bir sosyal gereksinim sonucunda olup olmadığı
sorununun incelenmesiyle bağlantılı olarak üstte sayılan noktaların toplu
olarak değerlendirilmesinde Mahkeme, Refah üye ve liderlerinin Anayasa
Mahkemesi kararında da belirtilen eylem ve konuşmalarının tüm partiye isnat
edilebilir olduğu, bu eylem ve konuşmaların Refah'ın çok hukuklu sistem
çerçevesi içinde şeriata dayalı bir rejim oluşturmaya yönelik uzun dönemli bir
politikanın varlığını ortaya çıkardığı ve Refah'ın politikasını uygularken ve
öngördüğü sistemi yerleştirirken kuvvete başvurma olasılığını dışlamadığı
sonucuna varmıştır. Bu planların demokratik toplum kavramıyla bağdaşmaması ve
Refah'ın bunları uygulamaya geçirmek için yakaladığı fırsatların demokrasiye
yönelik tehdidi daha somut ve daha yakın kılması karşısında, Anayasa Mahkemesi
tarafından başvuranlara uygulanan cezanın sözleşmeci Devletlere tanınan yorum
hakkının sınırları içinde 'zorlayıcı bir toplumsal gereksinimi makul bir
biçimde karşılayan nitelikte olduğu düşünülmektedir.'
Buna göre, Refah Partisi'nin, çok hukuklu bir sistem
istemekle 'demokrasinin temel ilkeleriyle bağdaşır olmayan' şeriat düzenini
hedeflediği, bu düzenin gerçekleşmesi için demokrasi dışı (cihat çağrısı şiddet
olarak değerlendirilmiştir.) yollara başvurması olasılığının yüksek olması ve
bu olasılığın dışlandığı yönünde adımlar atılmaması gerekçesiyle kapatılması
sözleşmeyi ihlal olarak görülmemiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, demokrasiyle bağdaşır
olmayan bir düzeni kurmak amacıyla şiddeti araç olarak kullanmak durumundaki
partilerin kapatılabileceğine onay vermektedir.
Bu kriterler gözetilerek davalı partinin laiklik karşıtı
fiillerin odağı haline gelip gelmediği değerlendirilmiştir.
İnsan haklarına saygılı Devlet, Anayasa'da temel hak ve
özgürlük olarak düzenlenmiş ve güvenceye kavuşturulmuş insan haklarına saygılı
devlet anlamına gelir. İnsan haklarına saygılı ifadesi ile 14. maddedeki 'İnsan
haklarına dayalı devlet' ifadesi birlikte okunduğunda, Anayasa'nın devletin
meşruiyet ve varlık nedenini 'insan hakları ve özgürlüklerinde' gördüğü ortaya
çıkar. Anayasa'nın 5. maddesi de tüm temel hak ve özgürlüklerin önündeki
sosyal, hukuksal ve ekonomik engellerin kaldırılmasını devlete bir ödev olarak
yükler.
Bireylerin dini inanç ve kanaat özgürlüğünün yanında,
inanç ve kanaatlerini dışa yansıtma ve yaşamlarını dini inanç ve kanaatlerine
göre sürdürme hakkı da Anayasa'nın tanıdığı bir temel insan hakkıdır.
Dolayısıyla Cumhuriyetin değişmez niteliğinden biri olan insan haklarına
saygılı/dayalı devlet ilkesi, devlet erki kullanan tüm kurumları bireylerin
dini inanç, kanaat ve dinsel pratik özgürlüğüne saygılı olmaya, kişinin bu
özgürlüğünün önündeki engelleri ortadan kaldırmaya zorunlu kılmaktadır.
Laiklik ilkesinin bu Anayasal tercihi zayıflatıcı biçimde
yorumlanmasının, farklı uygulamaları da olsa çağdaş dünyanın laiklik
anlayışıyla bağdaşmadığı düşünülmektedir.
Davalı Parti'nin 'ODAK' olduğu konusunda varılan sonuca,
sözkonusu siyasi parti genel başkanı ve üyelerinin genel olarak üniversitelerde
uygulanan başörtüsü yasağı, imamhatip lisesi mezunlarına üniversiteye girişte
uygulanan katsayı ve kuran kursları üzerine gerçekleştirdikleri söz ve
eylemleri esas alınarak varılmıştır. Belirtilen konulara ilişkin söz ve
eylemler Anayasa'nın 68/4 maddesinde belirtilen 'laik Cumhuriyet' ilkesine
aykırılık olarak nitelendirilmiştir. Bu nedenle Anayasa da yer alan 'laiklik'
ilkesinin irdelenmesi gerekli görülmüştür.
Anayasa'nın 24. maddesinde din derslerinin zorunluluğu
öngörülmüş, 136. maddesinde Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığı ile devletin
bireylere dini inançları konusunda hizmet vermesi kabul edilmiş, yasal
düzenlemelerle de imam hatip okulları ile kuran kursları devletin eğitim ve
öğretim kurumlarının parçası haline getirilerek devletin dinle olan ilişkisi
düzenlenmiştir.
Gerekçesi ne olursa olsun laiklikle ilgisi bulunmayan bu
düzenlemelerin Türkiye gerçeğinden doğduğu kabul edilmelidir. Ancak bu
gerçeklere laiklik boyutundan bakıldığında devletin dinle ilgisini kesmediği
açıktır. Belirtilen düzenlemeler, Türk halkına verilen dinsel içerikli eğitim,
öğretim, kurs ve uygulamalarla hayata geçirilmiş, bireyler buradan aldıkları
dini kültürle dini yaşamalarına yön vermişlerdir. Verilen bu kültürle davalı partinin
aldığı cezanın dayanağı olan başörtüsü, imam hatip liseleri ve kuran kurslarına
ilişkin söylemleri arasında ciddi bir bağlantı vardır. Yasal zeminde dinsel
öğretilere kavuşan bireyler verilen bu bilgileri hayata geçirme aşamasında
sorunlarla karşılaşmışlar, bu sorunların toplu biçimde sözcülüğünü yapan siyasi
partiler ise kapatılma yaptırımı ile karşı karşıya kalmışlardır. Bu çelişki
yaşanmaya devam etmektedir.
Anayasamızda bize özgü olan bu laik yapının siyasi
partilerin kapatılma davalarında gözardı edilmesi mümkün değildir. Zira böyle
bir yapıda dinsel alanlarla-siyasal alanın kesişmesi kaçınılmazdır.
Devletle bağlantılı bu dinsel düzenlemeler olmasaydı
bile, Anayasa'nın 24. maddesinde öngörülen din ve vicdan özgürlüğü, buna bağlı
olarak ifade özgürlüğü ve eğitim ve öğretim hakkı, dinsel kaynaklı bireysel
taleplerin ve buna bağlı olarak toplumsal taleplere çözüm öneren siyasi
partilerin vazgeçilmez güvenceleri olduğu kuşkusuzdur. Hemen belirtmek gerekir
ki laikliğin temel unsurlarını yok etmeye yönelik taleplerin bu güvence
kapsamında olduğu düşünülemez.
Bir siyasi parti, dinsel bir inancı benimseyemez ya da
onun propagandasını yapamaz. Devletin düzeninin din kuralları ile yönetilmesine
ilişkin taleplerle ilgilenemez. Ancak, bu inanç ya da dinsel öğretinin dış
dünyaya yansıması ile bağlılarının ihtiyacı olan özgürlük alanı ile ilgilenmesi
de engellenemez. İlgi duyulan din değil özgürlüktür. Siyasi partilerin yaptığı
da bu özgürlüğün sözcülüğüdür.
Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi siyasi parti kapatma davalarında
demokrasinin, laikliğin ve hukuk devletinin temel ögelerinin partilerce
reddedilip edilmediği, partilerin demokratik ve laik hukuk devletine düşmanca
tavrının olup olmadığı, insan onurunu aşağılayan amacının varlığı ya da farklı
düşünenlere hoşgörüsüzlük konularında inceleme yapmak zorundadır. Meşruiyet
zemini olmayan bu amaçlara uluşmak için zor ve şiddet kullanma yönteminin
benimsenmesi ya da buna çağrı yapılması bir partinin kapatılması için yeterli
gerekçe oluşturacaktır. Başka bir anlatımla siyasi partilerin amacı ile bu
amaca ulaşmak için kullandıkları aracın demokratik bir düzende kabul edilebilir
bir niteliğe sahip olduğu sonucuna varılırsa kapatılma sözkonusu olamayacaktır.
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Genel Başkanı ve diğer
üyelerinin kapatılma isteminde delil olarak ileri sürülen söylem ve
eylemlerinin değerlendirilmesine gelince;
Başsavcı; belirtilen söylemlerden yola çıkarak sözkonusu
partinin laik düzeni ortadan kaldırarak şeriat düzenini yerleştirme amacı taşıdığını
ileri sürmüş, bu nedenle de kapatılmasını istemiştir. Başsavcı partinin laik
düzeni ortadan kaldırma amacını tesbit ederken genel olarak üniversitelerde
yaşanan başörtüsü yasağı, imam hatip lisesi mezunlarına üniversiteye girerken
uygulanan katsayı ve kuran kurslarının sorunlarına ilişkin parti mensupları
tarafından yapılan konuşmaları ağırlıklı olarak değerlendirmeye almıştır. Hemen
belirtmek gerekirse ileri sürülen delillerin çok büyük bir bölümü gazetelerin
haber küpürleri ile internet kaynaklı yorum ve haberlerden oluşmaktadır.
Toplumun yarıya yakınının onayını alan bir siyasi partinin kapatılması için bu
tür delillerin ses ya da görüntü kasetleriyle teyit edilmemesi, olması gereken
ciddi bir hazırlık aşamasının ne kadar sorunlu olduğunun açık göstergesidir.
400'ü aşkın delilin büyük bölümüne bu sorun nedeniyle herhangi bir değer
atfedilmemiştir. Değerlendirilmeye parti genel başkanı ve diğer mensuplarının
30 söylem ve eylemi esas alınmıştır. Bu söylemlere ilişkin yapılan
değerlendirmelere de katılma olanağı bulunulamamıştır.
Bu söylemlerin laikliği ortadan kaldırma amacı taşıdığını
söylemek oldukça zordur. Zira siyasi partilerin tek sermayesi toplumsal
sorunlar ve taleplerdir. Bir boyutuyla öğrenim diğer boyutuyla din ve vicdan
özgürlüklerini ilgilendiren bu konuların siyasi bir parti tarafından dile
getirilmesi hem Anayasamızın hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin güvence
altına aldığı ifade özgürlüğü kapsamındadır.
Din ve vicdan özgürlüğünü ilgilendiren bir sorunun
Türkiye'de nasıl çözüleceği ya da ifade edileceği oldukça sorunludur. Zira
sözkonusu partinin kapatılması isteminin önemli bir bölümünü içeren
üniversitelerdeki başörtü sorunu tüm partiler tarafından dile getirilerek çözüm
önerilirken bu söylem ve önerilerin bazı partiler için kapatılma sebebi
sayılması bazıları için ise hiç sorun yaratmaması dikkat çekicidir. Anayasa'nın
10. ve 42. maddelerinde yapılan değişiklikte bu kapsamdadır.
Anayasa'nın 68/4. maddesi kapsamında görülerek Parti'nin
kapatılması için ileri sürülen eylemlerin laikliği ortadan kaldırmak suretiyle
şeriat düzenini getirme amacı ile nitelendirilmesi ağır, ölçüsüz ve demokratik
sabırla çelişen yaklaşımlardır. Başka bir anlatımla, demokratik düzen
reddedilmeden laikliğin somut düzenleniş ve uygulanış biçimine aykırı söylemler
şiddet içermedikçe ifade özgürlüğünün güvencesi altındadır.
Davalı siyasi partinin iktidar olduğu süreç içindeki tüm
çalışmaları ve etkinlikleri birlikte değerlendirildiğinde, demokratik düzeni
reddeden bir amacına ulaşılamadığı gibi eylemlerinin şiddet ya da şiddete
çağrıyı içermemesi nedeniyle laikliğe aykırı fiillerin odağı olduğundan
sözedilemez.
Bu nedenle, ne kapatılma ne de Devlet yardımından mahrum
bırakılma düşüncelerine katılmadım.
KARŞIOY GEREKÇESİ
Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında,
'Siyasî partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına,
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk
devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet
ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik
edemez.'; 69. maddesinin dördüncü fıkrasında, 'siyasi partilerin kapatılması, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısının açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesince kesin olarak
karara bağlanır'; beşinci fıkrasında, 'Bir siyasî partinin tüzüğü ve
programının 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı bulunması
halinde temelli kapatma kararı verilir.'; altıncı fıkrasında, 'Bir siyasi
partinin 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden
ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiilerin işlendiği bir
odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar
verilir. (Ek cümle: 03.10.2001 - 4709/25 md.) Bir siyasî parti, bu nitelikteki
fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o
partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim
organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup
yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan
doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde söz
konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.'; 3.10.2001 günlü 4709 sayılı
Yasa ile eklenen fıkrada da 'Anayasa Mahkemesi, yukarıdaki fıkralara göre
temelli kapatma yerine dava konusu fiillerin ağırlığına göre ilgili siyasî
partinin Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına karar
verebilir.' denilmektedir. Bu kapatılma nedenine 2820 sayılı Siyasi Partiler
Kanunu'nun 101. maddesinde de aynı biçimde yer verilmiştir.
Hakkında açılan kapatılma davasında, Adalet ve Kalkınma
Partisi'nin, Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında belirtilen eylemler
kapsamında yer alan lâiklik karşıtı eylemlerin işlendiği bir odak haline
geldiği bire karşı on oy ile saptanmış ancak, bu eyleme uygulanacak yaptırım
için kullanılan altı kapatılma oyunun Anayasa'nın 149. maddesinin ilk
fıkrasında belirtilen beşte üç oy çoğunluğuna ulaşamaması nedeniyle bunun
yerine dava konusu fiillerin ağırlığı gözetilerek, kullanılan bir ret oyuna
karşı dört devlet yardımından kısmen yoksun bırakılma oyu, 2949 sayılı Yasa'nın
33. maddesinin göndermesiyle uygulanan 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Yasası'nın
229. maddesi uyarınca sonucu belirlemiştir.
Anayasa'nın 68. maddesinin ikinci fıkrasında siyasi
partilerin, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları oldukları, üçüncü
fıkrasında da siyasi partilerin önceden izin almadan kurulacakları, Anayasa ve
kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürecekleri belirtilerek, siyasi
yaşam için taşıdıkları büyük öneme işaret edilmiştir. Bu esaslar, 2820 sayılı
Siyasi Partiler Kanunu'nun 4. ve 5. maddelerinde de aynen benimsenmiş 3.
maddesinde yapılan tanımlamada ise, işlevleri daha açık bir şekilde ifade
edilerek, 'siyasi partiler, Anayasa ve kanunlara uygun olarak; milletvekili ve
mahalli idareler seçimleri yoluyla tüzük ve programlarında belirlenen görüşleri
doğrultusunda çalışmaları ve açık propagandaları ile milli iradenin oluşmasını
sağlayarak demokratik bir Devlet ve toplum düzeni içinde ülkenin çağdaş
medeniyet seviyesine ulaşması amacını güden ve ülke çapında faaliyet göstermek
üzere teşkilâtlanan tüzelkişiliğe sahip kuruluşlardır.' denilmiştir.
1982 Anayasası'na koşut hükümler içeren 1961
Anayasası'nın 56. maddesinin gerekçesinde de belirtildiği gibi, 'modern
demokrasilerde vatandaşlar 18 ve 19 uncu yüzyıllar Anayasa teorilerinde
ifadesini bulan tarzda yalnız kendilerini temsil edecek kişileri
seçmemektedirler, aynı zamanda kendi fikir ve kanaatlerinin temsilini de
istemektedirler. Başka bir deyimle çok partili demokratik siyasi hayatın
gelişmesiyle farazi temsil yerine seçmenlerin partiler arasında siyasi
tercihlerine dayalı bir temsile doğru gidilmektedir. Demokrasinin gelişmesinde
ileri ve önemli bir aşama olan bu durum siyasi partilerin varlığını zorunlu
kılmaktadır.'
Siyasi partilerin, demokratik siyasi yaşamın temel unsuru
olmaları nedeniyle özgürce kurulup, etkinliklerini kesintisiz olarak
sürdürmeleri gerektiğinde duraksanamaz.
Siyasi partilerin işlevleri ile çok partili demokratik
siyasi hayatın gelişmesine paralel olarak vatandaşların siyasi partilerden
beklentilerindeki artış, çağdaş demokrasilerde siyasi partilerin ne denli
önemli bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Ancak, siyasi partilere,
demokratik yaşamdaki bu önemli yerleri nedeniyle Anayasa ve yasalarla tanınan
güvencelerin, onlara öncelikle devletin temel niteliklerine bağlı kalarak
etkinlikte bulunma yükümlülüğü getirdiği kuşkusuzdur. Siyasi partilerin bu
yükümlülüğe uymamaları durumunda kapatılmaları yoluna gidilmesi ise, devletin
demokratik rejimi koruyabilmesi için başvurduğu bir önlemdir.
1961 Anayasası'nın 57. maddesinin gerekçesinde de 'Devlet
hayatında olağanüstü bir role sahip olan siyasi partilerin, demokrasi düzenini
ve Cumhuriyetin ilkelerini tahrip edici bir kuvvet haline gelerek cemiyeti
felâkete sürüklemesi karşısında Devletin seyirci kalamayacağı aşikârdır. Bu
sebepledir ki, tasarıda yeni Alman Anayasasında olduğu gibi, Devlete veya
demokratik nizama cephe alan partileri kapatma esası kabul edilmiştir. İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesinde ve Avrupa İnsan Hakları Anlaşması'nda da aynı
esas hürriyeti tahribe müncer olan bir hürriyetin tanınmamış olduğu ifade
edilmek suretiyle benimsenmiştir.' denilerek demokratik rejim için tehdit
oluşturmaları durumunda siyasi partilerin kapatılmalarının, temel hak ve
özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmalara da aykırılık oluşturmayacağı
vurgulanmıştır.
Demokratik rejimlerde, vazgeçilmez bir yere sahip
olmaları nedeniyle siyasi partilerin kapatılmalarının her durumda uygulanabilir
bir yaptırım olamayacağı açıktır. Bu yaptırımın uygulanabilmesi için Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi (A.İ.H.M.) kararlarında da benimsendiği gibi, öncelikle
parti faaliyetlerinin demokratik rejim için açık ve yakın bir tehlike
oluşturması gerekir. Kuşkusuz, tehlikenin saptanmasında partinin sahip olduğu
oy potansiyelinin, öngördüğü modeli uygulamaya geçirmesi için yeterli olup
olmadığı da gözetilecektir. Yasama meclisinde sınırlı sayıda temsilcisi bulunan
parti ile çoğunluğa sahip partinin, demokratik siyasi yaşam için yaratacağı
tehlikenin aynı olamayacağı açıktır. Siyasi partinin yasama meclisinde
çoğunluğa sahip olması durumunda düşüncelerini yaşama geçirmede bir engelle
karşılaşması söz konusu olmayacağından A.İ.H.M. kararlarında aranan düşünce ve
örgütlenme özgürlüğü konusunda şiddete başvurma unsurunun aranmasına da gerek
kalmayacaktır. Bu nedenle kapatılma yaptırımının uygulanmasında, diğer hukuka
aykırılıklar yanında siyasi partilerin sahip oldukları oy potansiyeli de büyük
ölçüde belirleyici olmaktadır.
Anayasa'nın 2. maddesinde Cumhuriyetin temel nitelikleri
arasında yer alan lâiklik ilkesine aykırı fiillerin işlendiği bir odak haline
geldiği saptanan Parti'nin, sahip olduğu oy potansiyeli ve Türkiye Büyük Millet
Meclisinde sağladığı çoğunluk bu Parti'nin, demokratik siyasi yaşam için
oluşturduğu tehlikenin büyük boyutlara ulaştığını göstermektedir.
Türbanın Yükseköğretim kurumlarında serbestçe takılmasına
olanak sağlamak amacıyla Anayasa'nın 10 ve 42. maddelerinde yapılan
değişiklikte, belirleyici olması ve buna ilişkin Yasa'nın Anayasa'nın
değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez kuralları arasında yer alan lâiklik
ilkesini değiştirdiği gerekçesi ile iptal edilmesi davalı Parti'nin, lâiklik
karşıtı düşüncelerini yaşama geçirme konusundaki kararlılığını, Cumhuriyetin
temel niteliklerini tehdit noktasına kadar vardırabileceğini gösteren somut bir
örnektir.
16.1.1998 günlü, Esas 1997/1 (Siyasi Parti Kapatma),
Karar 1998/1 sayılı Refah Partisi'nin kapatılmasına; 22.6.2001 günlü, Esas
1999/2 (Siyasi Parti Kapatma) Karar 2001/2 sayılı Fazilet Partisi'nin
kapatılmasına ilişkin kararlarda belirtildiği gibi, lâiklik ortaçağ
dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve
demokrasi anlayışının, uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve
insanlık idealinin temeli olan uygar bir yaşam biçimidir. Çağdaş bilim,
skolâstik düşünce tarzının yıkılmasıyla doğmuş ve gelişmiştir. Dar anlamda,
devlet işleriyle din işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlansa, değişik
yorumları yapılsa da, lâikliğin gerçekte, toplumların düşünsel ve örgütsel
evrimlerinin son aşaması olduğu görüşü, öğretide de paylaşılmaktadır. Lâiklik,
ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal ve
kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir. Bireye kişilik ve özgür düşünce
olanaklarını veren, bu yolla siyaset-din ve inanç ayrımını gerekli kılarak din
ve vicdan özgürlüğünü sağlayan ilkedir. Dinsel düşünce ve değerlendirmelerin
geçerli olduğu dine dayalı toplumlarda, siyasal örgütlenme ve düzenlemeler
dinsel niteliklidir. Lâik düzende ise din, siyasallaşmadan kurtarılır, yönetim
aracı olmaktan çıkarılır, gerçek, saygın yerinde tutularak kişilerin
vicdanlarına bırakılır. Dünya işlerinin lâik hukukla, din işlerinin de kendi
kurallarıyla yürütülmesi, çağdaş demokrasilerin dayandığı temellerden biridir.
Kamusal düzenlemelerin dini kurallara göre yapılması düşünülemez.
Düzenlemelerin kaynağı dini kurallar olamaz. Demokratik ve lâik devlet,
bireyler arasında inançlarına göre ayırım gözetemez. Herkes, dinini seçmekte,
inançlarını açıklamakta, din ve vicdan özgürlüğü sınırları içerisinde
serbesttir. Lâik bir toplumda, Devletin dinlerden birini tercih fikri, ayrı
dinlere bağlı yurttaşların yasa önünde eşitliğine de aykırı düşer. Lâik
ülkelerde, gerçek vicdan özgürlüğünden söz edilebilmesi, lâikliğin bu
özgürlüğün de güvencesi olduğunu göstermektedir.
Parti'nin, Anayasa Mahkemesi kararlarıyla anlam ve içerik
kazandırılan lâiklik tanımlaması yerine farklı bir lâiklik anlayışını
savunarak, Anayasa'da Cumhuriyetin nitelikleri arasında yer alan lâiklik
ilkesini geçersiz kılmaya yönelik yoğun çabaları, amacını gerçekleştirme
konusundaki kararlılığını ortaya koymaktadır.
Öte yandan, kararın gerekçesinde belirtilen Parti'nin,
lâikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiğinin saptanmasına yol açan
eylemlerinin yanısıra, dava dosyasında yer alan ancak, karara esas alınacak eylemlerin
oylanmasında da Anayasa'nın 149. maddesinde öngörülen nitelikli çoğunluğun
aranması nedeniyle altı oya ulaşmasına karşın, kararda dayanılan deliller
arasında yer almayan eylemleri de bulunmaktadır. Bu bağlamda, Parti genel
başkanı olan Başbakan'ın 2005 yılı Şubat ayında bir Alman gazetesine verdiği
demeçte, 'inançlı müslümanlarız Kuran'da kadının toplum içinde türban takması
gerektiği yazıyor... Bir demokratik ülke din özgürlüğünü sağlamalı. Buna,
vatandaşların dinlerini Yasalara saygı koşuluyla semboller vasıtasıyla ifade
etmesi de dahildir. Türban yasağı liberal değildir"; Parti üyesi Türkiye
Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı'nın, 23 Nisan 2006'da 'Katı lâiklik
uygulamasıyla insanlara sosyal hayatı bir cezaevine çevirecek anlayışlar ne kadar
zararlıysa, lâikliği bir barış ve özgürlük din ve vicdan hürriyeti olarak
tanımak ve insanların inançlarına müdahale etmemek de o kadar toplumsal barışa
hizmet edecektir' biçimindeki beyanları; Parti üyesi Dışişleri Bakanı döneminde
cemaat lideri olduğu ileri sürülen Fethullah Gülen isimli kişinin yurt dışında
kurduğu okulların bir ticari şirket olarak değerlendirilip, temas ve işbirliği
yapılmasının Dışişleri Bakanlığının genelgesi ile Büyükelçiliklerden istenmesi;
Leyla Şahin davasında türbanın gericiliği teşvik ettiği lâik eğitim ilkesine
aykırı olduğu yolundaki hükümet adına gönderilen ek savunmadan 2003 Aralık
başında haberdar olan Dışişleri Bakanı'nın isteğiyle bu savunmanın geri
çekilmesi gibi söylem ve eylemlerin, Parti'nin başbakan, bakan, milletvekili,
parti yöneticisi veya belediye başkanı konumundaki siyasal yaşamda daha etkili
olabilecek üyeleri tarafından gerçekleştirilmesi, Parti'nin demokratik rejim
için yarattığı tehlikenin önemli boyutlara ulaştığını ve bu tehlikenin hazine
yardımından mahrumiyet yaptırımıyla önlenemeyeceğini göstermektedir.
Açıklanan nedenlerle Parti'nin kapatılmasına karar
verilmesi gerektiği düşüncesiyle Parti'nin Devlet yardımından kısmen yoksun
bırakılması yolundaki görüşe karşıyız.
Başkanvekili
Osman
Alifeyyaz PAKSÜT
|
Üye
Fulya
KANTARCIOĞLU
|
Üye
Mehmet
ERTEN
|
Üye
A.
Necmi ÖZLER
|
Üye
Şevket
APALAK
|
Üye
Zehra
Ayla PERKTAŞ
|
KARŞIOY
Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına göre lâik
Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemlerden dolayı hakkında kapatma dâvâsı açılan Adalet
ve Kalkınma Partisi'nin Cumhuriyet Başsavcılığı'nca ileri sürülen ve Mahkemece
yapılan oylama sonucunda kabûl edilen otuz delilden;
Başbakan Recep Tayip ERDOĞAN'ın 29.5.2004'de Oxford
Üniversitesi'ndeki demecini, 22.8.2001'de Akşam Gazetesi'ndeki açıklamasını,
Haziran 2005'de Beyrut'tan dönerken yaptığı konuşmayı, 9.7.2004'deki televizyon
programında söylediklerini, Ocak 2004'de New York'daki Dış İlişkiler
Konseyi'ndeki sözlerini, Nisan 2004'de Ukrayna'daki konuşmasını, Haziran
2005'de Washington'daki beyânını, Haziran 2005'de Başbakanlık Konutunda
Büyükelçilere verdiği yemekteki sözünü, Şubat 2006'da Mersin'deki konuşmasını,
Ocak 2008'de İspanya'daki kahvaltılı toplantıdaki cevâbını, 17.2.2008'de bir
televizyondaki gazetecilere verdiği mülâkatı; TBMM Başkanı Bülent ARINÇ'ın
23.4.2006'da Meclis Genel Kurulu'ndaki konuşmasını; Millî Eğitim Bakanı Hüseyin
ÇELİK'in ÖSS'de uygulanacak katsayılarla ilgili görüşünü; Milletvekili A.
ÇALIŞKAN'ın Şubat 2007'de Adana'da yaptığı konuşmayı; Milletvekilleri S. UZUN
ve H. KARA'nın Ekim 2007'de yaptıkları konuşmaları; Milletvekilleri M.C.
ÖZTAYLAN, H. TUNA, F. ŞAHİN, M. GÜLYURT ve M. AKSAK'ın konuşmalarını;
Milletvekilleri D.M.M. FIRAT, B. KUZU ve B. BOZDAĞ'ın sözlerini; Dinar Belediye
Başkanı M. TARLACI'nın 2005 yılı Ramazan ayında câmide namaz kıldırmasını
düşünce ve ifade, din ve vicdan özgürlüğü kapsamında mütâlâa ettiğimden, 5735
sayılı T.C. Anayasasının Bâzı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'a
karşı açılan iptal dâvâsında da red oyu kullanmış olduğumdan, bunları Parti'nin
lâikliğe aykırı eylemlerin odağı olmasına ilişkin değerlendirme kapsamında
görmediğimden gerekçelerinde katılmamaktayım.
Anayasa
Mahkemesi'nin 16.1.1998 günlü ve 1/1 sayılı kararı.
AMK, E.1988/64,
E.1990/2, E. 1988/62, E. 1990/3.
20.5.1971
günlü, 7/1 sayılı; 21.10.1971 günlü, 53/76 sayılı; 3.7.1980 günlü, 19/48
sayılı; 25.10.1983 günlü, 2/2 sayılı; 4.11.1986 günlü, 11/26 sayılı; 7.3.1989
günlü, 1/12 sayılı; 9.4.1991 günlü 36/8 sayılı; 2.2.1996 günlü, 15/5 sayılı;
16.1.1998 günlü ve 1/1 sayılı; 22.6.2001 günlü ve 2/2 sayılı.
AMK.,
E. 1970/53, K. 1971/76, k.t.21.10.1971.
AMK.,
E. 1989/1, K. 1989/12, k.t.7.3.1989.
AMK.,
E. 1995/17, K. 1995/16, k.t.21.06.1995.
AMK.,
E. 1989/1, K. 1989/12, k.t.7.3.1989; E. 1995/17, K. 1995/16, k.t.21.06.1995.
AMK.,
E. 1970/53, K. 1971/ 76, k.t.21.10.1971
AMK.,
E.1989/1, K. 1989/12, k.t.7.3.1989
AMK.,
E.1995/17, K. 1995/16, k.t.21.06.1995
AMK.,
E.1989/1, K. 1989/12, k.t. 7.3.1989; E.1990/36, K. 1991/8, k.t. 9.4.1991.
AMK.,
E:1989/1, K. 1989/12, k.t. 7.3.1989
AMK.,
E. 1989/1, K. 1989/12, k.t. 7.3.1989
AMK., E.1997/1
K.1998/1, k.t. 16.1.1998
AMK.,
E:1989/1, K. 1989/12, k.t. 7.3.1989
AMK.,
E:1989/1, K. 1989/12, k.t. 7.3.1989
AMK., E. 1989/1, K. 1989/12, k.t.7.3.1989
AMK.,
E.1989/1, K.1989/12, k.t. 7.3.1989
AMK.,
E.1989/1, K.1989/12, k.t.7.3.1989
AMK.,
E.1989/1, K.1989/12, k.t. 7.3.1989
AMK., E.1989/1, K.1989/12, k.t.7.3.1989
08.02.2008 tarihli Radikal Gazetesinde
yayınlanan 'İş Yaşamı, Üst Yönetim ve Siyasette Kadın' başlıklı araştırma.
10.03.2008 gün ve 2008/1501 Esas sayılı
kararı.
Anayasa'da değişiklik teklifinin Genel Gerekçesi; 'Anayasanın
10 uncu ve 42 nci maddelerinde yapılması öngörülen değişiklikler, yükseköğretim
hizmetlerinden kişilerin kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak, herhangi
bir nedenle ayrımcılığa tabi tutulmadan yararlanmasının önündeki engelleri
kaldırmayı amaçlamaktadır. Devletin temel amaç ve görevlerinden biri de kişinin
temel hak ve hürriyetlerini, hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak
surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak, insanın
maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaktır.
Yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafetlerinden
dolayı bazı öğrencilerin eğitim ve öğrenim hakkının engellenmesi kronik bir
sorun haline gelmiştir. Kurucusu ve üyesi bulunduğumuz Avrupa Konseyine üye
ülkelerin hiç birinde üniversite düzeyinde böyle bir sorun mevcut
bulunmamaktadır. Buna rağmen, ülkemizde uzun bir süredir üniversitelerde bazı
kız öğrencilerin başlarını örtmede kullandıkları kıyafetler nedeniyle eğitim ve
öğrenim hakkını kullanamadıkları bilinmektedir. Atatürk'ün hedef gösterdiği
çağdaş uygarlık düzeyinde 'fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür' nesillerin
yetiştirilmesi, kişilerin yükseköğrenim hakkından kanun önünde eşitlik ilkesi
gereği hiçbir nedenle ayrımcılığa tabi tutulmadan yararlanmasını zorunlu
kılmaktadır. Bu nedenlerle, Anayasanın 10 uncu ve 42 nci maddesinde işbu
değişikliklerin yapılması gereği doğmuştur.'
Madde Gerekçeleri ise; 'Madde 1- Kanun önünde eşitlik, demokratik hukuk
devletinin vazgeçilmez ilkelerinden biridir. Bu ilkeyi uygularken Devletin
negatif ve pozitif yükümlülükleri vardır. Devlet organları ve idarî makamlar,
hiçbir sebeple bireyler arasında ayrımcılık yapamayacağı gibi, bu yöndeki
ayrımcılık girişimlerini de önlemekle yükümlüdürler.
Nitekim Anayasanın 5 inci maddesine göre 'kişinin temel
hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak
surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın
maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya
çalışmak' Devletin temel amaç ve görevleri arasındadır. Devlet bu temel
görevini yerine getirirken, herkesin kamu hizmetlerinden eşit bir şekilde
yararlanmasını sağlamaya yönelik her türlü tedbiri almak zorundadır. Tüm idare
makamları gibi üniversiteler de yükseköğretim hizmeti sunarlarken dil, ırk,
renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep, giyim, kuşam ve
benzeri sebeplerle bu hizmetten yararlanan kişiler arasında ayrımcılık
yapamazlar.
Madde 2- Eğitim
ve öğrenim hakkı, kişilerin en temel ve vazgeçilmez haklarından biridir. Bu
nedenle bu hakkın sınırlandırılması ancak kanunun açıkça belirttiği istisnai
durumlarda söz konusu olabilir. Nitekim Anayasanın 13. maddesinde de temel hak
ve hürriyetlerin 'özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili
maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla'
sınırlanabileceği belirtilmektedir. Kanunun açıkça yasaklamadığı bir fiil,
tutum veya davranıştan dolayı idare hiç kimseyi eğitim ve öğrenim hakkından
mahrum bırakamaz. Buna rağmen ülkemizde bazı kişilerin kanunda açıkça yazılı
olmayan sebeplerden dolayı yükseköğrenim hakkından mahrum bırakıldıkları da bir
gerçektir. İşte bu nedenle yapılan değişikliğin amacı, münhasıran yükseköğretim
hizmetlerinden yararlanan vatandaşlar arasında eşitliği sağlamak ve
yükseköğretim kurumlarında öğrenim hakkından mahrum edilen kişilerin bu hak
mahrumiyetini ortadan kaldırmaktır.'
1.2.2008
günlü Anayasa Komisyonu Raporu:
''Toplantımıza
Hükümeti temsilen Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Cemil Çiçek ve
Adalet Bakanlığı yetkilileri katılmıştır.
Teklifle;
Anayasanın kanun önünde eşitliği düzenleyen 10 ile eğitim ve öğretim hakkı ve
ödevini düzenleyen 42 nci maddelerinde değişiklik öngörülmektedir. 10 uncu
maddede getirilen düzenleme ile; devlet organları ve idare makamlarının bütün
işlemlerinin yanı sıra her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında kanun
önünde eşitlik ilkesine uygun hareket etme zorunluluğu dördüncü fıkraya
eklenmektedir.
42 nci
maddeye eklenen fıkra ile; Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple
kimsenin yükseköğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemeyeceği, bu hakkın
kullanımının sınırlarının kanunla belirleneceği öngörülmektedir.
Komisyon
Başkanı Prof. Dr. Burhan KUZU sunuş konuşmasında şu görüşleri ifade etmiştir;
Gündemimizde
yer alan Anayasa Değişikliği Teklifinin üniversitede okuyan öğrencilerin bir kısmının
uzun süredir engellenen eğitim hakkından mahrumiyeti gidermeye yönelik ve bu
amaçla verildiği anlaşılmaktadır. Her ne kadar Anayasa metninden net olarak
anlaşılmasa da yapılmak istenen değişikliğin başlarını örtmeleri sebebiyle
okuyamayan öğrencilere de bir imkân vermek istediği görülmektedir. Nitekim
değişikliğin genel ve madde gerekçelerinde bu durum açıkça ortaya konmaktadır.
Gerçekten, üniversitelerimizde 1980'li yıllardan başlayan bu sorun Anayasa
Mahkememizin 1989 ve 1991 tarihli kararlarıyla farklı bir boyut kazanmıştır.
Getirilmek istenen değişiklik üzerinden onsekiz yıl gibi uzun bir süre geçmiş
olan bu kararlar çerçevesinde konu mahkemeye intikal ederse hem yeni bir yorum
imkânı verecek hem de Yükseköğretim Kurulu ve üniversitelerimize bu sorunu
çözmede yeni bir uygulama başlatabilmek fırsatı verecektir. Değişikliğin
hedefinin basında yer aldığının aksine kamu kesiminde çalışan görevlileri
kapsamadığı, keza lise ve ilköğretim okulunda okuyan öğrencilerin bu
değişikliğin tamamen dışında kaldığı da getirilen metnin açık düzenlenmesinden
anlaşılmaktadır.
Teklif
sahipleri adına Sayın Sadullah Ergin, yükseköğretim hizmetlerinden yararlanmada
kanun önünde eşitliğin gereği olarak; engellerin kaldırılmasının amaçlandığını
belirtmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının egemenliği düzenleyen 6, yasama
yetkisini düzenleyen 7, eşitlik ve Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğünü
düzenleyen 10 ve 11 inci maddeleri, temel hak ve hürriyetlerin niteliği ile
ilgili 12, sınırlamasını düzenleyen 13, kötüye kullanmamayı öngören 14,
eğitim-öğretim hakkını düzenleyen 42, yönetmelikle ilgili 124, yargı yolunu
hükme bağlayan 125, Anayasa Mahkemesinin kararlarını düzenleyen 153 üncü
maddelerinden hareketle konu incelenmelidir. Bu çerçevede eğitim-öğretim hakkı
amir hükümlere rağmen yargı kararlarıyla fiilen engellenmektedir. Bu sorunu
gidermeyi amaçlamaktayız. İfade edilen maddeler ışığında Anayasa ile uygulama
arasındaki çelişkiyi gidermek, maddeler arası insicamı sağlamak amacıyla bu
Teklif getirilmiştir.
Teklif
sahipleri adına söz alan Sayın Faruk Bal; ülkemizin 40 yılı aşan bir süredir
yaşadığı sorunu çözmek amacını taşıdıklarını ifade etmiştir. Bu sorunun
çözülmemesinin temel nedeni laiklik ile din ve vicdan hürriyeti çerçevesinde
değerlendirilmesinden kaynaklanmıştır. Anayasanın 10 uncu maddesine rağmen bu
sorun giderilememiştir. Sorun öncelikle eşitlik ilkesi sonra yükseköğrenim
hakkıyla ilgilidir. Teklif bu amaçla Anayasamızın 10 ve 42 nci maddesinde
değişiklik öngörmektedir. Temel hakların tümünün sınırlandırılması, Anayasanın
14 üncü maddesinde düzenlenmiştir. Teklif Anayasa hükmü haline geldiğinde bu
madde de öngörülen sınırlamaya tabi olacaktır. Özel sınırlarda eğitim-öğrenim
hakkını düzenleyen 42 nci maddede yer almıştır. Bu maddeye eklenen fıkra ile
getirilen düzenleme, hem eşitlik hakkını bu maddede somutlaştırmakta, hem de
maddedeki sınırlara tabi kılınmaktadır.
Teklifin
genel gerekçesi okunduktan sonra, Teklif üzerinde üyelerimiz şu görüşleri ifade
etmişlerdir;
- Bu
parlamentoda Anayasa; yürürlükteki Anayasanın amir hükümleri çerçevesinde
yapılmalıdır. Teklif edilemeyecek hükümler söz konusudur. Buna uyulmalıdır.
Sayın Ergin'in belirttiği hükümler incelendiğinde Anayasada öngörülen
değişikliklerin laiklik ilkesine aykırı olmaması gerekir. Amaç türbanı çözmektir.
Özellikle Anayasanın 90 ncı maddesi ile milletlerarası andlaşmalar hakkında
Anayasaya aykırılık iddiasında bulunulamaması hükmü ve AİHM kararları
karşısında bu düzenleme uygun olmayacaktır. Teklifin gerekçesi ne olursa olsun;
hukukun üstünlüğü ilkesinden hareketle AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararları
karşısında bu düzenleme yapılamaz. Toplumu kutuplaşmaya yönelteceği açık olan
bu düzenleme yapılmamalıdır. Laiklik bu devletin temelidir, dinamiğidir, yok
kabul edilemez, çiğnenemez, başörtüsü ile ilgili bir sorun yoktur ama, kamu
kurumlarında olması sorun yaratacaktır. Uygulama derslerinde kamu hizmeti
verilmektedir. Bu da kamu kurumlarında gerçekleşecektir. Stajyer öğretmen,
doktor, doktora öğrencisi gibi kişiler sorun yaşayacaklardır.
Bu
Teklif yasalaşırsa toplumda önlenemeyecek çatışmalar doğacaktır.
Üniversitelerimiz ayaktadır. Ülkemizi bölecek bu değişiklikten vazgeçilmelidir.
Bazı
üyelerimiz bir önerge vererek; Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan laiklik
ilkesi karşısında bu Teklifin görüşülmesinin mümkün olup olmadığı hakkında usul
tartışması açılmasını istemişlerdir.
Konu
eğitim-öğretim hakkı ise, aileleri dar gelirli olduğu için okuyamayan gençlerin
sorunu öncelikle çözülmelidir. Özgürlük, eşitlik ilkelerinin arkasına
sığınılmamalıdır. Türkiye Cumhuriyetine türban dayatılmaktadır. Bazı üyelerimiz
Türkiye'yi kamplaştıracak asıl sebebin bu alandaki yasağın devam etmesi
olduğunu söylemişlerdir. Tüm gençlerimize eğitim-öğrenim hakkı eşit olarak
tanınmalıdır. Türban sorununu görmezden gelemeyiz. Laiklik ilkesine atıfta
bulunarak bu yasağın devamı konusunda tartışmalar devam etmektedir, edeceği de
anlaşılmaktadır. Bunun önüne geçilmelidir. Anayasada bir değişiklik
yapılacaksa, Yükseköğrenim Yasasında da bir değişiklik zorunlu olacaktır. Başı
açık olanlara karşı herhangi bir baskı uygulanmasının da önüne geçilmelidir.
Verilen
önerge ile ilgili olarak, mahkeme kararlarıyla siyasi simge olan türbanın
hiçbir kamusal alana giremeyeceğinin hükme bağlandığı belirtilmiştir.
Üniversitelerde dini simgelerin kullanılmasının yasaklanmasının temelinde
laiklik ilkesi vardır. Şeriata dayalı bir devlet sistemi getirilmesinin
önlenmesi amaçlanmaktadır. Bu değişiklik değiştirilmesi teklif dahi
edilemeyecek laiklik ilkesiyle bağlantılıdır. Anayasa Mahkemesi bu ilkelere
uymayı şekil şartı olarak öngörmektedir. Bu nedenle görüşülmemelidir.
Bu
görüşlere cevaben, Anayasa Mahkemesinin yasal düzenlemeler yapılırken dini
unvanlara dayanılmamasını öngördüğü belirtilmiştir. Laik bir devlette dini
gerekçelerle yasal düzenlemeler yapılamaz. AİHM kararları ışığında ilgili
devletin takdir hakkı olduğu, iç hukukunda değişiklik yapabileceği
söylenmektedir. Yasal düzenlemeler doğrultusunda mahkeme içtihatları da
değişebilir. Bu doğal bir durumdur.
1982
Anayasası şekil açısından sınırları belirlemiştir. Bu noktada 1961
Anayasasından ayrılmaktadır. Anayasanın 2 nci maddesiyle ilgili farklı
düzenlemeler pek çok Anayasa taslağında yer almıştır. Hukuk devletinin gereği
tüm vatandaşlara eşit davranmaktır. Temel hak ve hürriyetlerin gereği
yapılmaktadır. Laiklik ilkesi ile çatışmamaktadır.
Devlet
Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Cemil ÇİÇEK Teklifin 10 ve 42 nci
maddeleriyle ilgili olduğunu, değişmez tekliflerle ilgili olsa doğrudan
reddedileceğini ifade etmiştir. Anayasa Mahkemesi mevcut mevzuata göre karar
verecektir. Bahsedilen kararlar 1961 Anayasası ile ilgilidir. Oysa 1982
Anayasasıyla ilgili kararlarında şekil yönünden yetkisinin sınırlarını
belirtmektedir. Bu da teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle
görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususlarıyla sınırlıdır. Yapılan
görüşmelerden sonra önerge oya sunulmuş ve reddedilmiştir.
Devletin
temelini bozma hedefi güdenler eşitlik, eğitim-öğrenim hakkının arkasına
saklanmaktadır. Türban bunun aracı olarak kullanılmaktadır. Türban serbestisi
mahalle baskısını artıracak, toplumu bölünme tehlikesiyle karşı karşıya
bırakacaktır. Bunun arkası gelecektir.
Türkiye'de
türban sorununu çıkaranlar siyasidirler. Mağduriyetlerin giderilmesi öncelikli
amaç olmalıdır.
Siyasal
İslamcılık hareketi bu Teklifin yasalaşmasıyla hız kazanacaktır. Laik düzen
tehdit edilmektedir. Değişiklikle bu sorun çözülmeyecek aksine büyüyerek devam
edecektir.
Teklifin
tümü üzerindeki görüşmelerden sonra maddelere geçilmesi oy çokluğu ile kabul
edilmiştir.
Teklifin
1 inci maddesi üzerindeki görüşmelerde şu görüşler dile getirilmiştir;
Toplumsal
barışın sağlanması adına eşitliğe ihtiyacımız vardır. Amaç, Anayasal sistemin
temel ilkesi olan eşitlik ilkesinin kanunlarda ve gerçek hayatta, uygulamada
anlamını bulmasıdır. Madde ile kanun önünde öngörülen eşitlik, kamu hizmetleri
açısından vurgulanmaktadır. Laiklik ilkesi ile bağlantısı yoktur.
İslamiyet'in
en güzel yaşandığı yer ülkemizdir. Bunun da nedeni laiklik ilkesidir.
İnsanların bireysel tercihlerine herkesin saygısı vardır. Ancak karşı olunan
kutsal değerlerin siyasi amaçlar doğrultusunda kullanılmasıdır.
AİHM
kararlarında başörtüsünün 'bunu takmayanlarda uyandıracağı baskı göz önünde
bulundurulmalıdır' diyor. Düzenleme amaçla orantılı olmalı, kamu düzeni
korunmalıdır. Anayasamızın başlangıç bölümünün dördüncü fıkrası 1, 2, 3 üncü
maddeleri, 6 ncı maddenin son fıkrası, 11, 12, 13,14 üncü maddeleri, 24 üncü
maddenin son fıkrası konumuzla çok alakalıdır. Özellikle 24 üncü maddenin son
fıkrası din istismarını engellemeyi amaçlamaktadır. Uluslararası sözleşmeler ve
AİHM kararları göz ardı edilmemelidir. Kamu hizmetlerine türbanla girmenin alt
yapısı hazırlanmaktadır.
Siyaset
kurumu sorunları çözmek zorundadır. Bu sorunu çözmemizde hak, hukuk, rejim,
adalet açısından yarar vardır. Bu düzenleme uygun görülmüyorsa sorunu çözmede
hangi yol seçileceği açıkça ortaya konulmalıdır. İnsan haklarına saygılı
olmanın da Cumhuriyetimizin niteliklerinden olduğu unutulmamalıdır.
Teklifin
1 inci maddesi Komisyonumuzca oy çokluğu ile kabul edilmiştir.
Teklifin
2 nci maddesi üzerinde üyelerimiz şu görüşleri ifade etmişlerdir;
Yükseköğrenim
hakkının kanun dışı uygulama ile engellenmesinin önüne geçilmesi maddenin özünü
oluşturmaktadır. Mesele değerler ekseninde tartışıldığında herkes bu değerlere
sahip çıkacaktır. Bu ortak payda içinde sorunlara çözüm bulmamız gerekmektedir.
Bazı
üyelerimiz getirilen düzenlemenin Anayasanın 2 ve 42 nci maddesinin üç ve
dördüncü fıkralarına aykırılık teşkil ettiğini söylemiştir. Sorunun çözümü için
öncelikle alt yapı oluşturulmalı, güven ortamı sağlanmalıdır.
Teklifin
2 nci maddesi Komisyonumuzca oy çokluğu ile kabul edilmiştir.
Teklifin
yürürlük ve halkoylamasını düzenleyen 3 üncü maddesi Komisyonumuzca oy çokluğu
ile kabul edilmiştir.
Teklifin
tümü oya sunulmuş ve Komisyonumuzca oy çokluğu ile kabul edilmiştir''
2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun ek 17 nci maddesinde
değişiklik yapan teklifin gerekçesi :
'Genel Gerekçesi;
Yükseköğrenimde yaşanan ve eğitim öğrenim hakkından yararlanmada
eşitsizliğe yol açan uygulamalara yasal bir çözüm bulmak amacıyla Anayasanın 10
uncu ve 42 nci maddelerindeki değişiklikler çerçevesinde 2547 sayılı
Yükseköğretim Kanununun Ek 17 nci maddesine bir fıkra eklenmesi ihtiyacı hasıl
olmuştur.
Madde Gerekçesi ise;
Bu hükmün amacı, herkesin yükseköğrenim hakkından serbestçe, eşit
ve özgür bir ortamda yararlanmasını sağlamaktır. Üniversitelerde uzun bir
süredir devam eden ve bazı öğrencilerin kılık ve kıyafetlerinden dolayı öğrenim
hakkından yoksun bırakılmasına neden olan uygulama, toplumsal barışı,
millet-devlet kaynaşmasını ve eğitimde fırsat eşitliğini olumsuz yönde
etkilemektedir. Üniversite düzeyinde eğitim gören kişilerin, kendi kılık ve
kıyafetleri konusunda tercih yapabilmeleri, bireysellik, kimlik ve
kişiliklerinin gelîşmesi için kaçınılmaz bir gerekliliktir. Üniversiteler
evrensel bilgi ve bilîmin hür bir ortamda üretildikleri, özgür ve özerk
mekanlardır. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün işaret ettiği
"fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" nesiller, ancak kişilerin hiçbir
gerekçeyle ayrıma tabi tutulmadığı ve eşit olarak yükseköğrenim hakkından
yararlandırıldığı özgür üniversitelerde yetişebilir.
Yükseköğretim kurumlarında başın örtülmesi, eğitim ve öğretimin
gerektirdiği güvenliğin sağlanması amacına yönelik olarak
sınırlandırılmaktadır. Bu kapsamda, başı örtmek için kullanılan kıyafetlerin
yüzü açıkta bırakması ve kişinin kimliğinin tespitine imkan verecek şekilde
olması gerekmektedir.'
Değişiklik metni ise;
'4.11.1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun ek 17
nci maddesine birinci fıkrasından sonra gelmek üzere aşağıdaki fıkra
eklenmiştir.
'Hiç kimse başının örtülü olması sebebiyle yüksek öğrenim
hakkından yoksun bırakılamaz ve bu yönde uygulama ve düzenleme yapılamaz. Ancak
başın örtülmesi, kişinin yüzü açık ve kimliğinin tanınmasına imkan verecek ve
çene altından bağlanacak şekilde olması gerekir.' biçimindedir.'
AYMK., Esas Sayısı:1986/13,Karar Sayısı:1987/12; Karar
günü:22/5/1987.