ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı:2008/1 (Siyasî
Parti Kapatma)
Karar Sayısı:2008/2
Karar Günü:30.7.2008
DAVACI: Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı
DAVALI: Adalet ve
Kalkınma Partisi
DAVANIN KONUSU: Davalı
Partinin laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği savıyla
Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası, 69. maddesinin altıncı fıkrası ve
2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin birinci fıkrasının (b)
bendi ve 103. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca temelli kapatılmasına karar
verilmesi istemi.
I- DAVA
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın Anayasa
Mahkemesi'nin 30.3.2008 günlü toplantısında 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanunu'nun 175. maddesi uyarınca kabul edilerek davanın açılmasına esas alınan
kapatma istemli 1 sayısından 170 sayısına kadar delil numaralarına göre
sıralanmış belgeleri içeren 10 adet klasör ile çeşitli belgeleri kapsayan 7
klasör olmak üzere 17 klasör ekli 14.3.2008 günlü ve SP 115 Hz.2002/3 sayılı
İddianamesi:
'A-
GİRİŞ
Toplumların
yerleşik bir yaşama geçmeleri giderek örgütlenmelerini gerektirmiş; örgütlü
toplumlarda ise yönetime katılma istekleri, ortak paydalar çerçevesinde bir
araya gelen siyasal yapılanmaları doğurmuştur.
Ortak
düşünce sahibi bireylerden oluşan yapılanmaların yönetimde yer alma ve siyasi
iradeyi kullanma istekleri, bu amaca ulaşabilmek için siyasi parti denilen
örgütlenmeleri ortaya çıkarmıştır. Hatta giderek düşüncelerin farklılaşması
karşısında, çoğulculuk içerisinde bu parçalar, farklı siyasi partilerin
oluşmasını sağlamıştır. Demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez ögeleri
olmalarına karşılık modern siyasi partiler toplumsal yaşamdaki yerlerini 19 ncu
Yüzyılda almışlardır. Tarihsel evrimleri sonucunda günümüzdeki siyasal partiler
belirli siyasal düşünce ve amaçlar çerçevesinde birleşen yurttaşların, özgürce
kurdukları ve özgürce katılıp ayrılabildikleri kuruluşlardır. Kamuoyunun
oluşmasında diğer kurumlardan daha güçlü etkisi bulunan siyasal partiler,
yurttaşların ülke yönetimine ilişkin istem ve özlemlerinin gerçekleşmesine
çalışan ve siyasal katılımı somutlaştıran hukuksal yapılardır.
Demokrasinin
vazgeçilmezleri, olmazsa olmaz kurumları olarak nitelenen, özgürlük, siyasal
katılım ve hukuksallığın ulusal araçları durumunda bulunan siyasi partilerin,
devlet yönetimindeki etkinlikleri ve ulusal istencin gerçekleşmesindeki rolleri
nedeni ile, anayasakoyucu, partileri öteki tüzel kişilerden farklı
değerlendirerek, kurulmalarından başlayıp çalışmalarında uyacakları esasları ve
kapatılmalarında izlenecek yöntem ve kuralları özel olarak belirlemiştir. Temel
hak ve özgürlüklerin ve özellikle örgütlenme özgürlüğünün kullanılmasındaki
kurumsal önem ve işlevleri çerçevesinde uluslararası sözleşmelerde de siyasi
partiler hakkında düzenlemelere yer verilmiştir.
Siyasal
partilerin, uyacakları esasların Anayasa'da yer alması, çalışmalarının anayasa
ve yasalara uygunluğunun özel biçimde denetlenmesi, onların olağan bir dernek
sayılmadıklarını, demokratik yaşamın vazgeçilmez öğesi olduklarını doğrulamaktadır.
Ancak
siyasi partilerin demokratik siyasi yaşamın vazgeçilmez öğeleri olmaları,
devlet örgütü ve kamu hizmetleriyle yoğun ilişki içinde bulunmaları, onlara
sınırsız bir faaliyet alanı ve özgürlük olanağı sunmaz. Siyasal partilerin
baskı ve engellerden uzak kalmasını sağlamaya yönelik 'kurulma ve çalışma
özgürlüğü', Anayasa ve bu alanı düzenleyen yasalarla sınırlıdır. Uluslararası
sözleşmelere uygun yorumlanan bu düzenlemeler çerçevesinde, varlık nedeni
demokrasi olan siyasi partilerin demokrasi düşüncesinden uzaklaşmaları ve
demokrasiyi yok etmeye çalışmaları durumunda, yaptırımlarla karşılaşmaları söz
konusudur. Eylemlerinin yoğunluğu ve sosyal gereksinim yönünden başvurulacak
son yöntem ise demokrasi düşüncesiyle bağdaşmayan eylemlerin odağı olan bir
siyasi partinin kapatılmasıdır.
B-
SİYASİ PARTİ KAPATMA NEDENLERİ
1- Uluslararası
hukuk yönünden
Korporatif
hukuk bağlamında örgütlenme özgürlüğü içerisinde değerlendirilen siyasi
partiler, kural olarak BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ve İnsan Hakları
Avrupa Sözleşmesi (İHAS) tarafından korunmaktadır. Her iki sözleşmedeki
düzenlemeler ana hatlarıyla aynı paralel de olup, siyasi partiler konusunda
İHAS'ın öngördüğü koruma, ana hatlarıyla şöyledir:
İHAS'ın
11 nci maddesinde konu düzenlenmiştir. Ancak, madde de açıkça siyasi
partilerden kurum olarak söz edilmemiştir. Siyasi Partiler İnsan Hakları Avrupa
Mahkemesi (İHAM) tarafından dernekler kapsamında değerlendirilmektedir.
İHAM'a
göre, 11 nci madde ile bir siyasi partinin kurulmasından başka ve
faaliyetlerini özgürce sürdürmesi de korunmaktadır (TBKP/Türkiye Kararı). Çünkü
İHAS, sözleşmede yer alan hakları teorik ve hayali olarak değil, pratikte ve
etkin olarak koruma amacına dayalıdır (Artico/İtalya Kararı). Bu nedenle
sözleşme sadece siyasi partilerin kurulmalarını değil, özgürce faaliyette
bulunabilmelerini de koruma altına almıştır. Ancak bu özgürlük, sınırsız
olmayıp nispi niteliktedir.
Yukarıda
değinildiği üzere siyasi partilere tanınan bu özgürlük kuşkusuz
sınırlandırılamayan bir özgürlük değildir. Avrupa kamu düzenini oluşturan ve
koruyan sözleşme uyarınca, bir siyasi partinin eylemlerinin, Avrupa kamu
düzeniyle çatışması ve sözleşmeyle korunan alanın dışına taşması durumunda,
yine sözleşmede öngörülen nedenlere dayalı olarak yasaklama ve sınırlandırmalar
öngörülebilecektir.
İHAS'ın
'temel haklar' kapsamında görerek, 11 nci maddesinin birinci fıkrasıyla
koruduğu siyasi partiler konusunda, aynı maddenin ikinci fıkrasındaki 'Bu
hakların kullanılması, demokratik bir toplumda zorunlu tedbirler niteliğinde
olarak, ulusal güvenliğin, kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin
sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya
başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amaçlarıyla ve ancak yasayla
sınırlanabilir. Bu madde, bu hakların kullanılmasında silahlı kuvvetler, kolluk
mensupları veya devletin idare mekanizmasında görevli olanlar hakkında meşru
sınırlamalar konmasına engel değildir' biçimindeki düzenlemeden hareketle,
siyasi partiler hakkında yaptırımlar ve bu bağlamda kapatma yaptırımı
uygulanması olasıdır.
Bu
düzenleme gözetildiğinde, ülkedeki demokratik rejimi tehlikeye sokacak siyasi
projesi bulunan ve/veya siyasi amaçlar için gerektiğinde şiddete başvurmayı
amaçlayan siyasi parti için kapatma yaptırımı öngörülmesi İHAS'a aykırı
değildir (Emek Partisi/Türkiye kararı).
İHAS'ın
11 nci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan nedenlere dayanarak bir siyasi
partinin kapatılması konusu, Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu tarafından
incelenerek 'Venedik İlkeleri' adıyla da raporlaştırılmıştır. Buna göre, ifade
özgürlüğünü düzenleyen İHAS'ın 10 ncu maddesiyle çok yakın ilişkisi olan 11 nci
madde uyarınca bir siyasi partinin, 'ırkçılığı, terörü, yabancı düşmanlığını,
şiddeti, şiddet çağrısını teşvik etmesi veya hoşgörüsüzlüğe dayanması' halinde,
İHAS'ın 11 nci maddesinin bir ve ikinci fıkrasındaki düzenlemelerden hareket
ile kapatılması gündeme gelebilecektir.
Siyasi
partilere uygulanacak yaptırımlar arasında kuşkusuz en ağırı, bir siyasi
partinin kapatılmasıdır. Ancak kapatma yaptırımının, bir siyasi partiye
uygulanabilecek en radikal yaptırım olması karşısında, bu yaptırımın
uygulanabilmesi, eylemlerin belirli bir ağırlığa ulaşması koşulunu da
beraberinde getirmektedir.
Bir
siyasi partinin kapatılması, örgütlenme özgürlüğüne müdahale niteliğindedir. Bu
nedenle bir siyasi parti hakkında uygulanacak kapatma yaptırımının İHAS' a
uygun olarak değerlendirilebilmesi, yani bu müdahalenin haklı sayılabilmesi
için İHAM kararları ışığında konuya yaklaşılmalıdır.
Bu
bağlamda;
- Müdahalenin haklılığı,
kapatma yaptırımını içeren yasanın, herkesçe erişilebilir, bilinebilir,
anlaşılabilir, öngörülebilir, açık ve kesin ifadeler içeren ve ilan edilen bir
yasa olmasını gerektirmektedir (Refah Partisi/Türkiye Kararı).
- Kapatma yaptırımı, amaca
uygun olmalı; yani İHAS'ın 11 nci maddesinin ikinci fıkrasında sayılan neden
veya nedenlere dayanmalıdır. Kapatma yaptırımının, bir siyasi partiye
uygulanabilecek en radikal yaptırım olması, bu yaptırımın inandırıcı ve
zorlayıcı koşulların varlığı durumunda uygulanmasını gerektirmektedir. İHAS'ın
11 nci maddesinin ikinci fıkrasındaki nedenlerin, kapatma yaptırımı söz konusu
olduğunda, dar ve katı bir biçimde yorumlanması zorunludur (TBKP/Türkiye,
ÖZDEP/Türkiye, HEP/Türkiye, RP/Türkiye Kararları).
- Kapatma yaptırımı ile
birlikte siyasi yasaklamalar öngörülmesi için de, bu yasaklamaların, 'ilgili ve
yeterli' olması gerekmektedir (RP/Türkiye kararı).
- Müdahalenin haklılığı
için, uygulanan kapatma yaptırımı 'demokratik toplum gereklerine uygun
olmalıdır'. Burada kastedilen çoğulcu demokrasidir. Siyasi partiler hedeflerine
şiddeti teşvik ederek değil, mevcut yasal sistem içerisinde ulaşmayı amaç
edinmelidir (TBKP/Türkiye, ÖZDEP/Türkiye, HEP/Türkiye Kararları). Siyasi
partiler devletin hukuksal, anayasal ve yasal yapısını değiştirmek için
mücadele edebilmelidirler. Ancak bu mücadele için kullanılan araçlar herhalde
hukuka uygun olmalı, demokratik araçlara dayanmalı, önerilen değişim temel
demokratik ilkelere uyumlu olmalıdır (TBKP/Türkiye Kararı). Bu çerçevede
olaylar, ulusal mercilerce kabul edilebilir şekilde değerlendirilmiş olmalıdır
(ÖZDEP/Türkiye Kararı).
İHAM'a
göre bir siyasi parti, mevzuatın veya yasal ve anayasal yapının değiştirilmesi
konusunda iki koşulda kampanya yürütebilir: Bunlardan birincisi, kullanılan
bütün yollar her bakımdan yasal ve demokratik olmalıdır. İkincisi ise, önerilen
değişikliğin kendisi temel demokratik prensiplerle bağdaşmalıdır. Bu kuraldan
hareketle, sorumluları şiddete başvurmayı teşvik eden veya demokrasinin bir
veya birçok kuralına uymayan veya demokrasiyi yıkmayı amaçlayan ve de
demokrasinin tanıdığı hak ve özgürlükleri tanımayan 'siyasi bir projeyi öneren'
partinin, bu nitelikteki eylemleri, kapatma yaptırımına konu olabileceği gibi,
bu nedenle uygulanacak yaptırıma karşı da ilgili siyasi parti İHAS korumasından
yararlanamaz (RP/Türkiye, Emek Partisi/Türkiye Kararları).
Kapatma
yaptırımı boyutundaki müdahale, takip edilen meşru amaçla orantılı, uygun ve
yeterli olmalı, sosyal bir ihtiyaca cevap vermelidir, yani demokratik bir
toplumda gerekli olmalıdır (TBKP/Türkiye, Sosyalist parti/Türkiye,
ÖZDEP/Türkiye, HEP/Türkiye, RP/Türkiye Kararları).
Müdahalenin
orantılılığı için, müdahalenin özü ve ağırlığına bakılmalı, kapatma yaptırımı
en ciddi durumlarda uygulanmalı, radikal bir önlem niteliğinde olmamalıdır. Bu
konuda tarihsel şartlardan kaynaklanan ihtiyaçlar dikkate alınmalıdır
(RP/Türkiye, ÖZDEP/Türkiye, TBKP/Türkiye Kararları).
Zorlayıcı
sosyal gereksinim yönünden aranılacak hususlar ise şunlardır; demokrasiye
yönelen tehdidin varlığına ve yeterince yakın olduğuna ilişkin kanıtlar
inandırıcı olmalı; siyasi parti lider ve üyelerinin konuşma ve eylemleri,
partiye isnat edilebilmeli; isnat edilebilen eylem ve konuşmalar, 'demokratik
toplum ' kavramıyla çelişen parti tarafından algılanan ve savunulan toplum
modelinin, sarih bir resmini çizen bir bütün oluşturmalıdır (RP/Türkiye
Kararı). Zorlayıcı sosyal gereksinim yönünden, ülkelerin takdir hakkı da
bulunmaktadır. Takdir hakkı, İHAM tarafından somut olay bazında ve ilgili
ülkedeki koşullar da gözetilerek değerlendirilmektedir (RP/Türkiye,
Lingens/Avusturya Kararları).
Kuşkusuz
hiç kimse, demokratik bir toplumun ideallerini ve değerlerini zayıflatmak ya da
yok etmek amacıyla sözleşme hükümlerine dayanamaz. Modern Avrupa tarihinde de
görüldüğü üzere, siyasi partiler şeklinde örgütlenen totaliter hareketlerin,
demokratik rejim içerisinde güçlendikten sonra demokrasiden kurtulmak
isteyeceklerinin olasılık dâhilinde olduğu düşünülmelidir. Böyle bir durum
ulusal makamlarca titizlikle tespit edildiğinde, kuşkusuz sözleşme ve
demokrasinin standartlarıyla çelişen somut adımlar henüz atılmadan, ulusal
makamlar bunları engelleme hakkına sahiptir. Bir devlet, medeni barışa, ülkenin
demokratik rejimine zarar verebilecek somut adımlar atılmadan önce, sözleşme
hükümleriyle çelişen böyle bir uygulamayı makul biçimde engellemekle
yetkilidir. Örneğin iktidardaki bir siyasi partinin, planlarını gerçekleştirmek
için yasama organından yasaları geçirmesini beklemek gerekmemektedir. Bu
noktada uygun bir zamanlama seçilmelidir (RP/Türkiye Kararı).
Bir
siyasi parti eylemlerinin kapatma yaptırımına konu olabilmesi, her şeyden önce
bu eylemlerin niteliği ve siyasi partiye isnat edilebilirliği sorununu gündeme
getirmektedir. Konu İHAS yönünden İHAM kararlarıyla açıklığa kavuşturulmuştur.
İHAM kararlarına göre;
Kapatma yönünden tüzük ve programdaki aykırılık tek
başına yeterli olmayıp, eylem de olmalıdır (RP/Türkiye Kararı). Bir siyasi
partinin tüzük ve programındaki aleni hedeflerinden farklı hedef ve
niyetlerinin varlığı olasıdır. Bu nedenle programın içeriği ile sahibinin eylem
ve tutumlarını karşılaştırmak gerekmektedir (TBKP/Türkiye Kararı). Türk toplumu
ve devleti için gerçek bir tehlike oluşturduğuna ilişkin somut kanıtlar ortaya
konulmalıdır (TBKP/Türkiye Kararı) Eylemler aşırı uç ve terörist grupları
teşvik etmeye yönelik olmalıdır (Sosyalist Parti/Türkiye Kararı). Yine Avrupa
kamu düzeniyle bağdaşmayan şeriatı yerleştirme amacıyla çoğulcu demokrasinin
argümanlarından yararlanarak işlenen eylemler de kapatma yaptırımına dayanak
olarak kullanılabilir (RP/Türkiye Kararı).
Siyasi
parti, çoğulcu demokrasiyle çatışmayan hedeflerini, sadece yasal araçlarla elde
etmeye çalışmalıdır. Demokratik ve çoksesli sistemin ortadan kaldırılması
amaçlanmamalı, temel insan hakları ihlali teşvik edilmemelidir (ÖZDEP/Türkiye
Kararı).
Bir genel başkanın açıklama ve eylemleri partiyi
tartışmasız olarak bağlayıcıdır. Çünkü genel başkan partinin simgesel
figürüdür. Genel başkanın siyasi veya hassas konularda açıkladığı düşüncelerin,
kişisel görüşü olduğu vurgulanmadığı sürece, kurumlar ve kamuoyu tarafından
partinin görüşünü yansıttığı şekilde yorumlanır ve partiye isnat edilebilir.
Genel başkan için söylenenler, genel başkan yardımcıları içinde geçerlidir. Milletvekilleri
veya yerel yönetimlerde görev üstlenen üyeler de, partinin amaç ve eğilimlerini
sergileyen ve yaratmak istedikleri toplum modeline ilişkin bir imajı yansıtan
bütünü oluşturan eylemleri sergilemeleri durumunda, bunlar da partiye isnat
edilebilir. Bu tür eylemler soyut programlara göre potansiyel seçmenler
üzerinde daha etkilidirler. Bu tür eylem ve konuşmalardan parti kendini
uzaklaştırmadığı sürece, bunlar da partiye isnat edilebilir (Refah
Partisi/Türkiye Kararı).
Yukarıda belirtilen nitelikteki eylemlerden parti
kaçınmamış, bu fiilleri işleyenler için disiplin işlemi yapmamış ve
eleştirmemiş, göstermelik olarak disiplin soruşturması yapmış veya öngörülenden
daha az bir disiplin yaptırımı uygulamış ise bu eylemler de partiye isnat
edilebilir (RP/Türkiye Kararı).
2- İç hukuk yönünden
Bir
siyasi parti hakkında uygulanacak en radikal yaptırım kuşkusuz kapatma
yaptırımıdır. İç hukukta siyasi partilere uygulanacak yaptırımlar
düzenlenirken, bu yaptırımlar arasında siyasi partinin kapatılmasına da yer
verilmiştir.
a- Anayasal düzenleme
Siyasi
parti kapatma yaptırımı ve bu yaptırımın hangi hallerde söz konusu olabileceği
Anayasa'nın 69 ncu maddesinde düzenlenmiştir. Böylece anayasakoyucu kapatma
yaptırımı nedenlerinin yasa ile artırılmasını engellemiştir.
Anayasa'nın
69 ncu maddesinin dördüncü fıkrasına göre, siyasi partilerin kapatılması,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesi'nce
kesin olarak karara bağlanır.
Anayasa'nın
69 ncu maddesine göre siyasi partilerin kapatılması ancak üç nedenle söz konusu
olabilmektedir. Buna göre:
- Bir siyasi partinin tüzük
ve programının Anayasa'nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine
aykırı olması (Anayasa md 69/5),
- Bir siyasi partinin
Anayasa'nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin odağı
durumuna gelmesi (Anayasa md 69/6)
- Bir siyasi partinin,
yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan
gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alması (Anayasa md 69/10)
halinde
siyasi partinin kapatılmasına hükmedilmesi gerekmektedir.
Anayasa'nın
68 nci maddesinin dördüncü fıkrasında, 'siyasi partilerin tüzük ve
programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine,
millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz;
sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.' denilmektedir.
Bir
siyasi partinin Anayasa'nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesi ise, 69 ncu maddenin altıncı fıkrasındaki
düzenleme uyarınca '68 nci maddenin dördüncü fıkrasına aykırı fiillerin, o
partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlenmesi ve bu durumun, o partinin büyük
kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye
Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen
veya açıkça benimsenmesi yahut bu fiillerin doğrudan doğruya anılan parti
organlarınca kararlılık içinde işlenmesi durumunda' söz konusudur.
b- Yasal düzenleme
SPY'ndaki hükümler, Anayasa'nın 69 ncu maddesinin son
fıkrasından hareketle, Anayasa'daki esaslar çerçevesinde düzenlenmiş, bu
bağlamda siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin düzenlemeler de, Anayasa'nın
68 nci ve 69 ncu maddesindeki esaslar gözetilerek 2820 sayılı Siyasi Partiler
Yasası'nda da (SPY) yer almıştır.
SPY'nda, siyasi partiler hakkında uygulanacak
yaptırımlar;
- Devlet
yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılması
-Ve
siyasi partinin kapatılması
olarak düzenlenmiştir.
SPY'nda Anayasaya paralel olarak yapılan düzenlemelere
göre, bir siyasi partinin kapatılması, ancak Anayasa'daki yasaklara aykırılık
durumunda ve üç nedenle olasıdır. SPY'nın 101 nci maddesindeki düzenlemelere
göre;
- Bir
siyasi partinin tüzük ve programının Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik
cumhuriyet ilkelerine aykırı olması, sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya
herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlaması, suç
işlenmesini teşvik etmesi,
- Bir siyasi partinin, Anayasanın 68 inci maddesinin
dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin işlendiği odak haline geldiğinin Anayasa
Mahkemesince tespiti,- Bir siyasi partinin, yabancı devletlerden, uluslararası
kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi
yardım alması,
durumlarında, siyasi parti hakkında kapatma kararı
verilmesi gerekmektedir. Ancak belirtilen ilk iki durumda, kapatma yaptırımı
yerine dava konusu eylemlerin ağırlığına göre, siyasi partinin almakta olduğu
son yıllık devlet yardımı miktarının kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına
karar verilebilmektedir.
Yukarıda belirtilen ikinci nedene dayanarak bir siyasi
partinin kapatılması, ancak Anayasa'nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasına
aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmesi koşuluna bağlıdır. Odak haline gelmiş
sayılmak ise, Anayasa'nın 68 ve 69 ncu maddelerindeki düzenlemelerle aynı
paralelde, SPY'nın 103 ncü maddesinde düzenlenmiştir.
SPY'nın 'siyasi partilerle ilgili yasaklar'
başlıklı dördüncü kısmının;
- Birinci bölümü, 'amaçlar ve faaliyetlerle ilgili
yasaklar' başlığını taşımaktadır. Bu bölüm tek maddeden oluşmakta olup, 78 nci
maddede 'demokratik devlet düzeninin korunması yönünden' öngörülen
yasaklamalara yer verilmiştir.
- İkinci bölümü, 'milli devlet niteliğinin
korunması' başlığını taşımaktadır. Bu bölümde, bağımsızlığın korunmasına (md
79), devletin tekliğinin korunmasına (md 80), azınlık yaratılmasının
önlenmesine (md 81), bölgecilik ve ırkçılık yasağına (md 82) ve eşitlik
ilkesinin korunmasına (md 83) yönelik yasaklamalar gösterilmiştir.
- Üçüncü bölümü ise, 'Atatürk ilke ve
inkılâplarının ve laik devlet niteliğinin korunması' başlığını taşımaktadır. Bu
bölümde ise, Atatürk ilke ve inkılâplarının korunması (md 84), Atatürk'e saygı
(md 85), laiklik ilkesinin korunması ve halifeliğin istenemeyeceği (md 86), din
ve dince kutsal sayılan şeyleri istismar yasağı (md 87), dini gösteri yasağı
(md 88) ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nı yerinin korunması (md 89) konusunda
yasaklamalar açıklanmıştır.
3- Anayasa'nın 90/son maddesi çerçevesinde
siyasi partiler hakkındaki kapatma yaptırımında uluslararası sözleşmelerin
gözetilmesi
Anayasa'nın 90 ncı maddesinin son fıkrasında, 'yöntemince
yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarla
yasaların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek
uyuşmazlıklarda, uluslararası antlaşma hükümleri esas alınır'
denilmektedir.
1982 Anayasası'nın nitelemesine göre, Anayasa'nın 12 nci
ila 74 ncü maddeleri arasında yer alan hakların hepsi 'temel hak ve
özgürlüklerden' olup, Anayasa'nın 68 nci ve 69 ncu maddelerinde siyasi haklar
kapsamında düzenlenen siyasi partiler de, temel hak ve özgürlükler
kapsamındadır. Aynı şekilde temel hak ve özgürlüklerin bir bölümünü konu alan
İHAS'a göre, siyasi partiler İHAM'ın yorumlarıyla bu sözleşmenin 11 nci maddesi
kapsamında temel hak ve özgürlükler içerisinde kabul edilmiştir.
Bu bağlamda SPY'nın öncelikle İHAS gözetilerek ve Anayasa
hükümleri de İHAS'a göre yorumlanarak, siyasi partiler hakkındaki kapatma
yaptırımın irdelenmesi gerekmektedir.
4- Siyasi parti kapatma davalarının ve kapatma
yaptırımının hukuksal niteliği
Anayasa'nın 69 ncu maddesinin dördüncü fıkrası ile
SPY'nın 98 nci maddesine göre, siyasi partilerin kapatılması Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı'nın açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesi'nce kesin
olarak karara bağlanmaktadır.
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkındaki Yasa'nın 33 ncü maddesi gereğince, açılan bu davalar Ceza Muhakemesi
Yasası hükümleri uygulanmak suretiyle, dosya üzerinde incelenerek kesin olarak
karara bağlanmaktadır.
Kapatma davalarında Ceza Muhakemesi Yasası hükümlerinin
uygulanması demek, bu davaların bir ceza davası ve yaptırımın da ceza hukuku
kapsamında bir ceza olduğu anlamında değildir. Aksine, siyasi parti kapatma
davaları, ceza davası olmayıp, kendine özgü nitelikte bir dava türü olduğundan,
bu davalarda uygulanacak usul kurallarının açıklanması gereği duyulmuş ve maddi
gerçeği araştırmak yönünden, siyasi partilerin lehine olarak bu davalarda Ceza
Muhakemesi Yasası kurallarının uygulanacağı belirtilmiştir (Anayasa
Mahkemesi'nin 22.6.2001 tarih ve 2/2 sayılı kararı). Bu düşünceden hareketle,
siyasi parti kapatma davasına yönelik iddianame düzenlenmesinden önce, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın hangi yetkileri kullanarak dava açabileceği de özel
olarak SPY'nın 98 nci maddesinde gösterilmiştir.
Siyasi parti kapatma davalarının, ceza muhakemesi hukuku
anlamında ceza davası olmaması, kapatmaya konu eylemlerin de ceza hukuku
kapsamında suç olma zorunluluğunu gerektirmemektedir. Anayasa'nın 69 ncu
maddesinin altıncı fıkrası ile SPY'nın 101 ve 103 ncü maddesindeki
düzenlemelere göre, kapatmaya konu eylemlerin 'sadece işlenmiş' olması yeterli
olup, bu eylemlerin hükmen sabit olması koşulu da aranmamaktadır. Bu nedenle
kapatmaya konu eylemler hakkında açılmış ve mahkümiyetle sonuçlanmış davaların
bulunmaması sonuca etkili değildir.
C- LAİKLİĞE AYKIRI EYLEMLERİN ODAĞI OLMAK DURUMUNDA
SİYASİ PARTİ KAPATMA NEDENLERİNİN İRDELENMESİ
1- Kapatma nedeninin hukuksal yönden irdelenmesi
Kısaca 'laikliğe aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmek'
olarak isimlendiren kapatma nedeni, Anayasa'nın 69 ncu maddesinin altıncı
fıkrası yoluyla, 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasında düzenlenmiş
bulunmaktadır.
Ancak siyasi parti kapatma nedenlerinden birisi olan
'laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmak' olgusunun anayasal ve yasal
düzenlemelerden hareketle değerlendirilmesine geçmeden önce laiklikten ne
anlaşılması gerektiği, bu ilkenin Anayasa'da ve Anayasa Mahkemesi kararlarında ne şekilde yer aldığı hususlarında açıklama
yapılmasında fayda bulunmaktadır.
Lâiklik, ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü,
bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışının, uluslaşmanın,
bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli olan bir uygar
yaşam biçimidir. Çağdaş bilim, skolâstik düşünce tarzının yıkılmasıyla doğmuş
ve gelişmiştir. Lâiklik, toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son
aşaması; ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal,
sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir. İnsanı kul olmaktan çıkarıp
birey yapan, bireye kişiliğini geliştirmesi için özgür düşünce olanaklarını
veren, bu yolla siyaset-din ve inanç ayrımını gerekli kılarak din ve vicdan
özgürlüğünü sağlayan ilkedir. Dinsel düşünce ve değerlendirmelerin geçerli
olduğu dine dayalı toplumlarda, siyasal örgütlenme ve düzenlemeler de dinsel
niteliklidir. Lâik düzende ise din, siyasallaşmadan kurtarılır, yönetim aracı
olmaktan çıkarılır, gerçek ve saygın yerinde tutularak kişilerin vicdanlarına
bırakılır. Dünya işlerinin lâik hukukla, din işlerinin de (inanç ve ibadet
çerçevesinde) kendi kurallarıyla yürütülmesi, çağdaş demokrasilerin dayandığı
temellerden biridir. Bu bağlamda; laik devlet düzeninde kamusal düzenlemelerin
kaynağı dinî kurallar olamaz ve bu düzenlemelerin dinî kurallara göre yapılması
düşünülemez.
Demokratik ve lâik devlet, bireyler arasında inançlarına
göre ayırım gözetemez. Herkes, dinini seçmekte, inançlarını açıklamakta, din ve
vicdan özgürlüğü sınırları içerisinde serbesttir. Lâik bir toplumda, Devletin
dinlerden birini tercih fikri, ayrı dinlere bağlı yurttaşların yasa önünde
eşitliğine de aykırı düşer. Lâik ülkelerde, gerçek vicdan özgürlüğünden söz
edilebilmesi, lâikliğin bu özgürlüğün de güvencesi olduğunu göstermektedir.
Ayrıca devletin, her dinin mensuplarının kendi dinsel kurallarına tabi olarak
yönetilmesini benimsemesi, çok hukukluğunun geçerlilik kazanması anlamındadır.
Bu durum ise, devleti dışlayıcıdır ve dinler yönünden de ayrımcılık
yaratmaktadır.
Laik düzende, devlet dinlere karşı tarafsız olup,
devletin tarafsızlığı dinsel özgürlüklerin sınırsızlığı anlamında değildir.
Devlet, hak ve özgürlüklerin korunması yönünden bu alanda düzenlemeler
yapabilir ve sınırlamalar öngörebilir. Ancak bu sınırlamalar yapılırken
kuşkusuz, bir dinin korunması ya da baskılanması amaçlanmaz; demokratik toplum
gereklerine göre hareket edilir.
Türkiye'de lâiklik ilkesinin uygulanması, kimi batılı
ülkelerdeki lâiklik uygulamalarından farklıdır. Lâiklik ilkesinin, her ülkenin
içinde bulunduğu koşullarla her dinin özelliklerinden esinlenmesi ve buna göre
değişik nitelikleri ve uygulamaları ortaya çıkarması doğaldır. İslâm ve
Hıristiyan dinlerinin farklı özellikleri gereği, ülkemizde ve batı
ülkelerindeki uygulamalar farklı olmuştur. Kaldı ki, aynı dinî benimseyen batı
ülkelerinde de lâiklik anlayışı ayrılıklar göstermiş, değişik ülkelerde ayrı
ayrı yorumlandığı gibi aynı ülkede farklı dönemlerde, kimi kesimlerce kendi
anlayışları ve siyasal tercihleri doğrultusunda değişik biçimde
yorumlanabilmiştir. Yalnızca felsefi bir kavram olmayıp yasalarla yaşama
geçirilerek hukuksal bir değer kazanan lâiklik, uygulandığı ülkelerin, dinsel,
sosyal ve siyasal koşullarından etkilenmektedir. Tarihsel gelişiminin
farklılığı nedeniyle Türkiye için ayrı bir özellik taşıyan lâiklik, Anayasa ile
benimsenen ve korunan bir ilkedir.
Bu bağlamda Türkiye'deki siyasal İslamı esas alan
partiler ile Avrupa'daki Hıristiyan Demokrat Partiler arasında hiçbir benzerlik
bulunmamaktadır. Türkiye'de siyasal İslam, yalnızca kişi ile Tanrı arasındaki
alanla sınırlı kalmayarak, devlet ve toplum kurallarını da düzenleme
iddiasındadır. Siyasal İslam7ın temel düsturu şeriattır. İslam şeriatı kişinin
inanç dünyasına ilişkin kurallar kadar dünyevi yaşamını ve bunun ötesinde
devlet ve toplum yaşamını da düzenleyen, bu kuralları Tanrı buyruğu olarak
kabul edip değiştirilmesi bir yana tartışılmasını bile yasaklayan kurallar
bütünüdür. Bu nedenle siyasal İslam ve onun anayasası niteliğindeki şeriat
demokratik değil, totaliterdir. Siyasal İslam demokrasiyi bir araç, şeriatı da
bir amaç edindiği için demokrasinin kendisini korumaya ilişkin kural ve
kurumlarının takibinden kurtulmak için kaynağını da yine şeriat düzeninden alan
takiyye yöntemini kullanmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin ve çağdaş demokrasilerin en
önemli yapı taşlarından olan lâiklik ilkesi ile devletin akla ve bilim
kurallarına göre kurumsallaşması amaçlanmıştır. Laik devlet, ilkelerine,
hükümet icraat ve prensiplerini, kanun ve nizamlarını dini kayıt ve
düşüncelerle bağlı olmayarak doğrudan doğruya bilimin verilerinden
yararlanarak, kişi ve toplum gereksinmelerini göz önünde bulundurarak
oluşturur. Dini kurallar Devlet yönetim ve prensiplerinden tamamen ayrılır ve
kişilerin vicdanlarında yerini bulur. Karşılıklı saygı, hoşgörü ve anlayışa katkıda
bulunan lâiklik, ulusal birliğin de temelini oluşturmuştur. Batı aydınlamasının
da temeli olan lâikliğin, insana, dine saygısı, dinî kendi yerinde tutan
anlayışı, aklın ve bilimin öncülüğünde çağdaşlaşmayı gerçekleştirmiştir. Oysa
tarih, dini kural ve prensiplerle yönetilen hiçbir ülkede demokrasinin ve tüm
insanlığın ortak kazanımları olan temel hak ve özgürlüklerin yaşama
geçirildiğine tanıklık etmemiştir. Demokrasinin ve çağdaşlığın temeli olan
demokratik ve laik Cumhuriyet sayesinde Türk insanı ümmetten ulusa, kulluktan
yurttaşlığa, geçebilmiştir.
Lâiklik ilkesinin kabulüyle, dogmatizmin katı ve değişmez
kalıpları yerine akla ve bilime dayanan değerler geçmiş, dinsel duygular
sahibinin vicdanında dokunulmaz yerini almıştır. Değişik inançlara sahip
olanlar, inançlarına sağlanan güvence sayesinde birlikte yaşama gereğini
benimseyerek devletin kendilerine karşı eşit yaklaşımından güven duymuşlardır.
Böylece, iç barış sağlanarak vatandaşlar, ulus bilinciyle, Türkiye
Cumhuriyeti'ni kuran Türk Ulusu'nun bireyleri olmuşlardır. Hukuk devleti ve
hukukun üstünlüğü ilkesi, gücünü lâiklikten almış, milliyetçilik ilkesi
lâiklikle tamamlanmış, Türk Devrimi lâiklikle anlam kazanmıştır. Anayasa'da da
bu ilkenin değiştirilemeyeceği öngörülmüştür. Lâiklik, devlet etkinliklerinde
dinin, bilimin yerine geçmesini önleyerek çağdaşlaşmayı hızlandırmıştır.
Devlete, dinsel konularda denetim ve gözetim hakkı
tanınması, din ve vicdan özgürlüğünün, demokratik toplum düzeninin gereklerine
aykırı bir sınırlama sayılamaz. Devlet-din özdeşliğinin yol açtığı zararlar
lâiklikle önlenmiş, çağdaş uygarlık yolu lâiklik ilkesiyle açılmış, bağımsız
bir hukuk kurumu olarak yeni yapısına kavuşmuştur. Demokrasiye geçişin de aracı
olan lâiklik, Türkiye'nin yaşam felsefesidir. Lâik devlette, kutsal din
duyguları politikaya, dünya işlerine, hukuksal düzenlemelere kesinlikle
karıştırılamaz. Bu tür düzenlemeler, dinsel gerekler ve düşüncelerle değil,
bilimsel verilerden yararlanılarak kişi ve toplum gereksinimlerine göre yapılır.
Laiklik ilkesi; 5 Şubat 1937 tarih ve 2115 sayılı Yasa
ile Türkiye Cumhuriyeti'nin nitelikleri arasında yer almıştır. Laik devlet
ilkesinin cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer verilmesine 1961 ve 1982 Anayasalarında
devam edilmiş ve her iki Anayasa laiklik ilkesini sıkı bir korumaya almıştır.
Laiklik, Türkiye Cumhuriyeti'nin en temel özelliğidir.
Devlet düzenini yansıtan anayasa ve dolayısıyla hukuk düzeni, laiklik ilkesine
göre biçimlenmiştir. Bu durum, Anayasa'nın başlangıç bölümünde ve birçok
maddesinde ifade edilmiştir.
1982 Anayasa'sının, Başlangıç kısmının 7. paragrafında: 'Hiçbir
faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle
bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk
milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma
göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet
işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı' ifadesine yer verilerek,
laiklik
ilkesinin, anayasanın dayandığı temel değer ve
prensiplerden biri olduğu ilan edilmiş, kutsal din duygularının devlet işlerine
ve politikaya karıştırılamayacağı belirtilmiştir.
Anayasanın 176. maddesi göre, Anayasa metnine dâhil olan
ve uygulanabilirlik açısından diğer maddelerden bir farkı bulunmayan Başlangıç
bölümü Anayasa Mahkemesinin ifadesiyle 'Anayasanın dayandığı temel görüş ve
ilkeleri içermekle Anayasa maddelerinin amacını ve yönünü belirleyen bir kaynak'tır.
Laiklik ilkesi, Anayasa'nın 4. maddesine göre 'değiştirilemez
ve değiştirilmesi teklif edilemez' vasfa sahip 2. maddede Cumhuriyetin
nitelikleri arasında da sayılmıştır.
Anayasanın 2. maddesinde, 'Türkiye Cumhuriyeti,
toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına
saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere
dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.' hükmüne yer
verilmiştir.
Ancak Başlangıç Kısım 7. paragraf dikkate alındığında
laikliğin sadece cumhuriyetin niteliklerinden biri olmanın ötesinde
cumhuriyetin temeli olduğu anlaşılır.
Laiklik 2. maddenin gerekçesinde şöyle açıklanmaktadır 'Hiçbir
zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik, her ferdin istediği inanca, mezhebe
sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer
vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.'
Görülüyor ki gerekçede vurgu yapılan laikliğin 'dinsizlik' olarak
yorumlanamayacağı, başka bir ifadeyle laikliğin toplumsal ilişkilerin manevi
değerlerden soyutlanmasını gerektirmediğidir.
Anayasanın 6. maddesinde yer alan 'Egemenlik, kayıtsız
şartsız Milletindir.','Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye,
zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan
almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.' hükümleriyle egemenliğin ilahi değil
beşeri bir iradeden kaynaklandığını ifade edilerek laikliğe vurgu
yapılmaktadır. Yasama yetkisi, Ulus adına TBMM'nin olup; yürütme yetki ve
görevi ise Anayasa ve yasalara uygun olarak kullanılarak yerine getirilir. Bu
anlamda, Ulus devlette, kaynağını bizatihi dinden alan bir yetki kullanılamaz
ve böyle bir görev yerine getirilemez.
Laikliğin bir başka gerekliliği olan eşitlik ilkesi Anayasa
10. maddede şöyle ifade edilmiştir: ' Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî
düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım
gözetilmeksizin kanun önünde eşittir' Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya
sınıfa imtiyaz tanınamaz.'
11 nci maddede Anayasa hükümlerinin herkesi bağladığı,
12. maddede ise temel hak ve özgürlüklerin kişinin topluma, ailesine ve diğer
kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da içerdiği hükme bağlanmıştır.
Anayasa'nın 13 ncü maddesine göre, temel haklar da
sınırlama yapılırken, bu sınırlamalar demokratik toplum düzeninin ve laik
Cumhuriyetin gereklerine ve de ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.
Anayasa 14. madde 1. fıkrasında yer alan 'Anayasada
yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti
ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.' hükmü ile
temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasının hiçbir koşulda koruma
göremeyeceği, bu yolla laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan
faaliyetlere girişilemeyeceği öngörülmüştür.
Anayasanın 'Din ve vicdan hürriyeti' başlıklı 24. maddesi
1. fıkrasında 'Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.'
cümlesiyle din ve vicdan özgürlüğü tanınmış, ikinci fıkrada '14 üncü madde
hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini âyin ve törenler serbesttir'
ifadesiyle dinin uygulama kısmına bir sınırlama getirilmiştir. Maddenin 3.
fıkrasında 'Kimse, ibadete, dini âyin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve
kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı
kınanamaz ve suçlanamaz.' denilerek dini inanç ve kanaat özgürlüğü
düzenlenmiştir. Maddenin 5. fıkrasında ise 'Kimse, Devletin sosyal,
ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına
dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne
suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan
şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz' hükmü öngörülerek dinin ve
dini duyguların siyasi amaçlara alet edilmesi yasaklanmıştır. Bu yasakla
amaçlanan; dinin ve din duygularının şahsi veya siyasi nüfuz elde etmek
amacıyla dinin aldatma aracı haline getirilmesinin önlenmesidir.
Anayasa'nın 26 ncı maddesinde düzenlenen düşünce
özgürlüğü ile 34 ncü maddesinde düzenlenen toplantı ve gösteri yürüyüşü
düzenleme hakkı da, başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla yasayla
sınırlanabilmektedir. Bu bağlamda laik düzenin ortadan kaldırılmasına dayalı
olarak başkalarının hak ve özgürlüklerini korumaya dayanarak, yasayla bu
özgürlükle sınırlanabilecektir.
Anayasa'nın 42 nci maddesi uyarınca, eğitim ve öğretim
Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına
göre yerine getirilebilir ve eğitim ve öğretim özgürlüğü Anayasaya sadakat
borcunu ortadan kaldırmaz.
Anayasanın 58 nci maddesinde gençlerin pozitif bilim ve
Atatürk ilke ve devrimleri çerçevesinde yetiştirileceği, 130 ncu maddesinde ise
yükseköğretimde çağdaş eğitim ve öğretim esaslarına dayanan bir düzen
içerisinde bilimsel ilkelere uygun olarak eğitim, öğretim ve araştırmalar
yapılabileceği öngörülmüştür.
Anayasanın 174. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin
laiklik niteliğini koruma amacını güden devrim yasalarının hükümlerinin,
Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamayacağı ve yorumlanmayacağı
belirtilmiştir.
1961 Anayasası'nın 153. maddesi, 1982 Anayasası'na 174.
madde olarak alınmış, ayrıca 1982 Anayasası'nın Başlangıcıyla kimi maddelerinde
açıkça yer verilerek laiklik anlayışı benimsenmiştir. Bu nedenle Anayasa
Mahkemesi gerek 1961 Anayasası gerekse 1982 Anayasası döneminde birçok
kararında ayrıntılarıyla açıkladığı laiklik ilkesinin anayasal düzenin temeli
ve Anayasa'da benimsenmiş bütün temel ilkelere egemen bir düşünce olduğunu belirtmiş,
laikliğin koruması yönünde son derece hassas davranmıştır.
Kararlarda ilk göze çarpan unsur batı dünyasından alınan
laiklik kavramının Türkiye'de farklı bir anlam taşıması bu nedenle farklı bir
uygulama şeklinin gerekliliğidir. Uygulama farklılığı ülkelerin içinde
bulundukları özgün şartlar, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasında laikliğin
önemi, modern devlet yaratma sürecinde laikliğin rolü ya da İslam dininin öznel
yapısı ile gerekçelendirilmiştir;
'Her şeyden önce şurasını belirtilmelidir ki, laiklik
ilkesi din ve Devlet ilişkilerini düzenleyen bir ilke olması nedeniyle, her
ülkenin içinde bulunduğu ve her dinin bünyesinin oluşturduğu koşullar
arasındaki ayrılıkların, laiklik anlayışında da ortaya ayrımlar çıkarması
zorunlu bir sonuçtur.'
'Türkiye'de laiklik ilkesinin uygulanması, rejimleri
değişik kimi batılı ülkelerdeki laiklik uygulamalarından farklıdır. Laiklik ilkesinin,
her ülkenin içinde bulunduğu koşullarla her dinin özelliklerinden esinlenmesi,
bu koşullarla özellikler arasındaki uyum ya da uyumsuzlukların laiklik
anlayışına da yansıyarak değişik nitelikleri ve uygulamaları ortaya çıkarması
doğaldır.'
'İslamlık bireylerin yalnız vicdanlarına ilişkin olan
dinî inanç bölümünü düzenlemekle kalmamış, aynı zamanda bütün toplum
ilişkilerini, devlet faaliyetlerini ve hukuku da tanzim etmiştir'
Anayasa Mahkemesi değişik kararlarında tekrar ettiği
laiklik anlayışını şöyle açıklamaktadır:
1- Dinin devlet işlerinde etkili ve egemen olmaması,
2- Dinin, bireyin manevi yaşamına ilişkin olan dini inanç
bölümünde, aralarında ayrım gözetilmeksizin, sınırsız bir özgürlük tanınarak
dinlerin anayasal güvence altına alınması,
3- Dinin, bireyin manevi yaşamını aşarak toplumsal yaşamı
etkileyen eylem ve davranışlara ilişkin bölümlerinde, kamu düzenini, güvenliğini
ve yararını korumak amacıyla sınırlamalar yapılması ve dinin kötüye
kullanılmasının ve sömürülmesinin yasaklanması,
4- Kamu düzeninin ve haklarının koruyucusu sıfatıyla,
dinsel hak ve özgürlükler konusunda devlete denetim yetkisi tanınması.
Görülüyor ki Anayasa Mahkemesi din ile devletin
birbirinden ayrılmasını laikliğin gereği saymıştır: 'Hukuki yönden, klasik
anlamda laiklik, din ve Devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına
gelmektedir. Ayrılık, dinin Devlet işlerine, Devletin de din işlerine
karışmaması biçimindedir. ...'
'Devlete, dinsel konularda denetim ve gözetim hakkı
tanınması, din ve vicdan özgürlüğünün demokratik toplum düzeninin gereklerine
aykırı bir sınırlama sayılamaz.'
'Laik düzende özgün bir sosyal kurum olan din, devlet
kuruluşuna ve yönetimine egemen olamaz' '' sınırsız, denetimsiz bir din
hürriyeti ve bağımsız bir dini örgütlenme anlayışının ülkemiz için pek ağır
tehlikelerle yüklü olduğu uzak ve yayın tarihi tecrübelerle anlaşılmıştır. Bu
nedenlerle Anayasakoyucu, mabedin ve din işleriyle uğraşan kimselerin özerkliği
veya bağımsızlığı biçiminde sınırsız ve Devlet denetimi dışında kalan bir din
hürriyeti anlayışının Anayasa'da kabul edilen laiklik düzeni ve ilkelerine
uygun görmemiştir'
Temel hak ve özgürlükler açısından konuya yaklaştığımızda
Anayasa Mahkemesi'nin, devlet yönetiminde din kurallarından esinlenilmemesi
gerektiği biçimindeki en geniş laiklik anlayışına bağlı kaldığını görüyoruz:
'laik devlette, kutsal din duyguları politikaya, dünya
işlerine, hukuksal düzenlemelere kesinlikle karıştırılamaz. Bu tür
düzenlemeler, dinsel gerekler ve düşüncelerle değil, bilimsel verilerden
yararlanılarak kişi ve toplum gereksinimlerine göre yapılır.... Dinsel
kurallardan arındırılmış, akla ve bilime dayanan, dinsel inancı kişilerin
vicdanlarına bırakan laik devlette, hukuk düzeninin dinsel gereklerle sağlanıp
sürdürülmesi benimsenemez.... Yasalar dine dayanamaz ve bağlanamaz. Yasalar
ilkelerini dinden değil, yaşamdan ve hukuktan almazlarsa hukuk devleti niteliği
zedelenir. Yasalar dinsel temele oturtulamaz.'
'Anayasa'daki laiklik ilkesine ... karşı eylemlerin
demokratik bir hak olduğu savunulamaz. anayasal ayrıcalığa sahip laiklik
ilkesi, demokrasiye aykırı olmadığı gibi tüm hak ve özgürlüklerin de bu temel
ilke ele alınarak değerlendirilmesi zorunludur.... laiklik ilkesine özel bir
önem ve üstünlük tanıyan Anayasa, özgürlüklere karşı laiklik ilkesini özenle
korumayı amaçlamış ve bu ilkenin özgürlüklere kıydırılmasına olanak
tanımamıştır.'
'Türk Ulusu'nun yücelmesi bakımından laikliğin Anayasa'da
öngörülen kimi sınırlamaları zorunlu kılan bir neden, Anayasa'da benimsenmiş
bütün temel ilkelere egemen bir düşünce olduğu yinelenerek ortaya konulmuştur.'
'' laiklik karşıtı beyan ve davranışlarıyla, demokratik
hak ve özgürlükleri, demokrasiyi ortadan kaldıracak olan şeriat düzeninin
getirilmesi için araç olarak kullandıkları anlaşılmıştır. Bu tür davranışların,
. . .korunmaları olanaksızdır'.
Bu tavır laiklikle Cumhuriyet'in diğer nitelikleri
arasında ilişki kuran Mahkeme kararlarında açıkça görülmektedir.
'Demokratik düzen, dinsel gerekleri egemen kılmayı
amaçlayan şeriat düzeninin karşıtıdır. Dinsel gereklere yönetimde ağırlık veren
bir düzenleme demokratik olamaz. Demokratik devlet ancak laik devlettir'
'Hukuk Devleti, hukukun üstünlüğü ilkesi gücünü
laiklikten almış, milliyetçilik ilkesi laiklikle tamamlanmış, Türk Devrimi
laiklikle anlam kazanmıştır.'
'Laikliğin, Türk Devrimi'nin, Cumhuriyetin özü ve ulusal
yaşamın temeli olduğu bir gerçektir.'
'Gerçekte laiklik din-devlet işleri ayrılığı biçiminde
daraltılamaz. Boyutları daha büyük, alanı daha geniş bir uygarlık, özgürlük ve çağdaşlık
ortamıdır. Türkiye'nin modernleşme felsefesi, insanca yaşama yöntemidir,
insanlık idealidir.'
'Laiklik, orta çağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü,
bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışını, uluslaşmanın,
bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli kılan bir uygar
yaşam biçimidir. Çağdaş bilim, skolâstik düşünce tarzının yıkılmasıyla doğmuş
ve gelişmiştir'
'Devlete egemen ve etkin güç, dinsel kurallar ve gerekler
değil, akıl ve bilimdir. Din, kendi alanında, vicdanlardaki yerinde,
Tanrı-insan arasındaki inanış olgusudur. Kişinin iç inanç dünyasının
düzenleyicisi olan dinin, devlet işlerinde söz sahibi ve çağdaş değerlerle,
hukukun yerine geçerek yasal düzenlemelerin kaynağı ve dayanağı olması
düşünülemez.'
'Çağdaşlaşmayı hızlandıran ve Türk Devrimi'nin kaynağı
olan laiklik ilkesi toplumun akıl ve bilim dışı düşüncelerle yargılardan uzak
kalmasını amaçlar'
Bu açıklamalardan sonra, 'laikliğe aykırı eylemlerin
odağı olmak' olgusunun anayasal ve yasal düzenlemelerden hareketle
değerlendirilmesi gerekmektedir.
Anayasa'nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasına göre 'siyasi
partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, ' insan haklarına, eşitlik ve
hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet
ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik
edemez.' Belirtilen bu kurallara aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmek
kapatma nedenidir.
Anayasa'nın 68 nci ve 69 ncu maddelerine göre, siyasi
partiler demokratik hayatın vazgeçilmez unsurlarından olup, çalışmaları ve
faaliyetleri demokrasi esaslarına aykırı olamaz.
Anayasa ile kastedilen demokrasi, kuşkusuz çoğulcu ve
laik demokrasidir. Anayasa ve yasaların Atatürk'e, Atatürk ilke ve
devrimlerine, Atatürk milliyetçiliğine özel önem vermesi ise, konumuz yönünden
kuşkusuz Atatürk'ün bir İslam toplumunda ilk kez şeri düzeni ortadan kaldırıp
laik hukuk düzenine dayalı Ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve
simgesi olmasıdır. Laikliğe aykırılığın odaklığı irdelenirken, Atatürk'e yönelik
saldırı ve eylemler özellikle bu yönüyle ele alınmalıdır.
SPY'da laikliğin korunmasına özel önem vererek bu konuda
düzenlemeler getirmiştir.
Buna ilişkin olarak :
Yasanın 3 üncü maddesinde siyasi partilerin çağdaş
medeniyet düzeyine ulaşmayı amaç edinmeleri hükme bağlanmış, 4 ncü maddesinde
ise demokratik siyasi hayatın vazgeçilmezi olan siyasi partilerin, Atatürk ilke
ve devrimlerine ve Anayasa'daki demokrasi esaslarına bağlı olarak çalışmaları
gerektiği belirtilmiştir.
SPY'nın 78 nci maddesi uyarınca siyasi partiler, Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini; Anayasanın başlangıç kısmında ve 2 nci maddesinde belirtilen esaslarını; egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunun ancak, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanılabileceği esasını; hiçbir kimse veya organın, kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağı hükmünü değiştirmek; Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler. Yine bu maddeye göre, bölge, ırk, belli kişi, aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat esaslarına dayanamaz veya adlarını kullanamazlar. Herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamazlar ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar. Anayasanın hiçbir hükmünü, Anayasada yer alan hak ve hürriyetleri yok etmeye yörelik bir faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlayamazlar.
SPY'nın 81 nci maddesine göre dini kültür veya mezhep farklılığına dayalı azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyecekleri gibi; 83 ncü madde hükmü gereğince felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin herkesin yasa önünde eşit olduklarına aykırı amaç güdemezler ve faaliyette bulunamazlar.
Siyasi partiler SPY'nın 84 ncü ila 89 ncu maddeleri uyarınca; Türkiye Cumhuriyeti'nin laiklik niteliğini koruma amacı güden devrim yasalarına aykırı amaç güdemezler ve faaliyette bulunamazlar. Türk Ulusu'nun Kurtarıcısı, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk'ün şahsiyet ve faaliyetlerini veya hatırasını kötülemek veya küçük düşürmek amacını güdemez ve buna yol açabilecek davranış ve faaliyetlerde bulunamazlar. Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğinin değiştirilmesi ve halifeliğin yeniden kurulması amacını güdemez ve bu amaca yönelik faaliyetlerde bulunamazlar. Devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapamaz, istismar edemez veya kötüye kullanamazlar. Siyasi partiler, herhangi bir şekilde dini tören ve ayin tertipleyemez veya parti sıfatıyla bu gibi tören ve ayinlere katılamazlar. Dini bayramlar, ayinleri ve cenaze törenlerini parti gösterilerine ve propagandalarına vesile yapamazlar.
Bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti yönünden olmazsa olmaz
değer taşıyan laiklik ilkesini korumak amacıyla getirilen düzenlemelere, siyasi
partiler uymak; hatta laikliği pekiştirici iş ve işlemlerde bulunmak
durumundadırlar. Bu cümleden olarak; siyasi partilerin Anayasa'da tarif edilen
laiklik ilkesinin içeriğini boşaltmaya, değiştirmeye yönelik düşünce
açıklamaları, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, ulus
egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemlerde
bulunmaları, yine herhangi bir tür diktatörlüğü/totalitarizmi savunarak, bu
çerçevede suç işlenmesini özendirmeleri de temel de laikliğe aykırılık
oluşturmaktadır. Şöyle ki, laiklik ilkesi, çoğulcu demokratik düzenin olmazsa
olmaz koşuludur. Çoğulcu demokrasi de ise, egemenliğin kaynağı Tanrı değil,
Ulustur. Çoğulcu demokrasi, insan haklarını ve eşitlik ilkesini koruyan ve
içselleştiren bir hukuk devletinin varlığını da gerektirir. Şeriat, din
egemenliği ve totalitarizm boyutu nedeniyle, ayrıca buna ulaşmak için mevcut
düzene aykırı ve suç teşkil eden eylemlerin işlenmesi de bu çerçevede değerlendirilmektedir.
Bu konuların biri, bir kaçı ya da hepsine aykırı eylemlerin odağı olmak,
sonuçta laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmak anlamındadır.
Bir siyasi partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı
olması ise, Anayasa'nın 69 ncu maddesinin altıncı fıkrası ve SPY'nın 101 nci
maddesi gereğince, kapatma nedenidir. Tarihi deneyimleri nedeniyle laiklik
ilkesi, Türkiye için çok özel bir öneme sahiptir ve bu konuda Türkiye'nin
takdir hakkı da geniştir. Takdir hakkının genişliği, temel hak ve özgürlükler
alanındaki sınırlamaların en dar anlamıyla yorumlanması gerektiği yolundaki
İHAM görüşüne aykırılık oluşturmamaktadır. Bu nedenden dolayı bir siyasi
partinin kapatılması, İHAS'ın 11 nci maddesinin ikinci fıkrası kapsamındaki
yasal amaçlara uygundur. Laiklik kavramı, Avrupa kamu düzeni içerisinde de
koruma görmektedir. Bu bağlamda şeriat ta Avrupa kamu düzeniyle
bağdaşmamaktadır(RP/Türkiye Kararı). Avrupa kamu düzeni içerisinde yer alan
Türkiye yönünden, açıklanan kapatma nedeni, hem bu bütünün parçası olmasının,
hem de ayrıca kendi hukuk düzeninin bir gereğidir.
2- Kapatma yaptırımına konu eylemler ve siyasi partiye
isnat edilebilirliği
Bir siyasi partinin, laikliğe aykırı eylemlerin odağı
durumuna gelmesi ve bu nedenle kapatılabilmesi için, bu eylemlerin, Anayasa'nın
69 ncu maddesinin altıncı fıkrası ve SPY'nın 103 ncü maddesine göre;
- Bu eylemlerin, o partinin üyelerince yoğun bir biçimde
işlenmesi ve bu durumun da, o partinin büyük kongre veya genel başkan veya
merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup
genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsenmesi,
- Ya da bu eylemlerin, doğrudan doğruya anılan parti
organlarınca kararlılık içinde işlenmesi,
gerekmektedir.
Bir siyasi partinin kapatılmasını gerektiren eylemlerin,
aleniyet kazanmış, belli bir konuyu ihtiva etmesi yeterli olup, ceza hukuku
kapsamında mutlaka suç olarak düzenlenmiş ve bu konudaki davaların da
mahkumiyetle sonuçlanmış olması gerekmemektedir. Ancak eylem aynı zamanda ceza
hukuku kapsamında suç olarak düzenlenmiş ise, bu konuda ceza mahkemesindeki
davaların sonuçlanmasını beklemeye gerek bulunmamaktadır. Ceza mahkemesinde
sonuçlanarak kesinleşen davalarda verilen kararlar ise, sadece eylemin kesin
olarak işlenmemiş olduğu veya işlenmiş olduğu yönündeki tespitler yönünden
bağlayıcıdır.
Siyasi partiler, demokratik bir rejimde hak ve
özgürlüklerden en çok yararlanması gereken örgütlerdir. Bu durum siyasi
partiler için daha geniş bir faaliyet alanını ortaya çıkarmaktadır. Geniş
faaliyet alanının bulunması demek ise, siyasi partilerin eylemleri için farklı
bir değerlendirme yapılmasını gerektirmektedir.
Siyasi partinin geniş hareket sahasının bulunması, ona
isnat edilen eylem aynı zamanda suç teşkil ediyorsa, toplum ve hukuk düzeni
yönünden kınanan bu davranışın, siyasi parti yönünden kınanmayarak hukuka uygun
değerlendirilmesini gerektirmez. Ancak toplum ve hukuk düzeni tarafından açıkça
kınanmayan ve suç olarak düzenlenmeyen davranış ve eylemlerin, daha çok hak ve
özgürlüklere sahip olan siyasi partiler yönünden kapatma davasına konu
edilebilmesi, çok özel ve sınırlı durumlarda söz konusudur ki, bunlar da
Anayasa'nın 68 nci maddesinin 4 ncü fıkrasına ve İHAS'ın 11 nci maddesinin
ikinci fıkrasına uygun nitelikteki, yoğunluk ve kararlılıkla işlenen
eylemlerdir.
Hukuk düzeninin suç olarak öngörmediği eylem, bu eylemin
bir siyasi parti tarafından veya siyasi parti aracı kılınmak yoluyla işlenmesi
durumunda, yarattığı ve kaçınılmaz olarak yaratacağı sonuçları gözetildiğinde,
siyasi parti için yasaklama gerektirebilir. Eylemin suç olarak düzenlenmemesi,
o eylemin hiçbir biçimde kınanamaması sonucunu doğurmaz.
Kaldı ki Anayasa'nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasına
dayanan ve bu fıkrayı açıklayarak siyasi partiler hakkındaki yasaklamaları
sıralayan SPY'nın 78 nci ila 89 ncu maddeleri arasındaki düzenlemelere
aykırılık, SPY'nın 117 nci maddesinde suç olarak ta öngörülmüştür. Siyasi
partiye isnat edilen eylem hakkında, ceza davasının veya soruşturmasının
açılmamış veya dokunulmazlık gibi yasal engeller nedeniyle açılamamış olması
da, sonuca etkili değildir.
Kapatma davasına konu edilen eylemlerin işlendiği
tarihlerin bir önemi bulunmamaktadır. Eylemlerin üzerinden ne kadar süre geçse
de, bu eylemlere, 'odaklığın' ortaya konulması yönünden iddianamede dayanılması
olasıdır.
İHAS irdelenirken, siyasi parti kapatma yaptırımı ile
ilgili olarak eylemlerin niteliği ve isnat edilebilirliği konusunda açıklanan
durumlar, burada da geçerlidir.
Siyasi partinin genel merkez organlarının (SPY md 13), il
ve ilçe teşkilatlarının (SPY md 19, 20), TBMM grup genel kurulu ve grup yönetim
kurulunun (SPY md 24, 25), üyelerinin (SPY md 12) eylemleri; o siyasi partinin,
yasa, anayasa ve İHAS tarafından korunmayan, hedeflediği amaç veya siyasi
projeyi gerçekleştirmek, kolaylaştırmak, altyapı hazırlamak veya bunları
ifadeye yönelik ise, siyasi partiye isnat edilebilecektir. Bu noktada şunu da
belirtmek gerekmektedir ki, partiyi temsil eden organlarca gerçekleştirilen
eylem veya söylemlerin, partinin değil kendi kişisel görüşleri olduğu
açıklanmadıkça, bu söylem ve eylemler de partiye isnat edilebilecektir. Ancak,
siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmak adına, siyasi partinin amaç ve
hedefleriyle örtüşen eylem ve söylemlerin, kendi kişisel görüşleri olduğunun
açıklanması da, kuşkusuz siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmayacaktır.
Yine eylem ve söylemlerin özellikle bir iktidar partisi
yönünden somutlaşması yani sonuçlarının ortaya çıkması gerekmemektedir. Yasama
organında çoğunluğa sahip bir siyasi partinin, bu eylem ve söylemleri her an
için gerçekleştirebilecek konumda olması karşısında, bu eylem ve söylemlerin
gerçekleşebilir olması karşısında, soyut olarak varlığı dahi, kapatma
yaptırımına dayanak olabilecektir.
Ancak özellik arzeden aşağıdaki konuların da açıklanması gerekmektedir.
Bir siyasi parti üyesi olup, yerel yönetimlerde görev
alanların eylemleri de, o siyasi partinin hedeflediği siyasi projeyi
gerçekleştirmek veya ifade etmek amacına yönelikse, siyasi partiye isnat
edilebilir.
İktidarda bulunan bir siyasi parti, kuşkusuz kendi
kadrolarını da, (bir örnek olarak bakan düzeyinde) devlet birimlerine
taşımaktadır. Bu noktada, siyasi parti mensuplarına organik anlamda yakın
planda çalışan, böylece siyasi partililerle yakın ve/veya yoğun ilişkide
bulunan kamu görevlilerinin eylemlerinin, siyasi partiye isnat edilebilir olup
olmadığının açıklanması gerekmektedir.
Devletin idare mekanizması, söz konusu görevlinin
bulunduğu makamın ışığında, ancak dar bir yoruma tabi tutulmalıdır
(Vogt/Almanya Kararı). Bu bağlamda, devlet birimlerinde siyasi parti
mensuplarına yakın planda çalışan (müsteşar, genel müdür gibi) kişilerin
eylemleri, siyasi partinin amaçlarını ifadeye yönelikse, bu eylemler o birim
üstü parti mensuplarınca ve ayrıca/dolayısıyla siyasi parti organlarınca zımnen
veya açıkça benimseniyorsa, bunlarda siyasi partiye isnat edilebilecektir.
Çünkü, siyasi partinin özellikle iktidardaki siyasi partinin amaçladığı modeli
oluşturmak adına, bir bütünlük içerisinde ve bir bütünün parçalarını oluşturmak
adına bu eylemler gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla devlet kadrolarında yer
alan anılan görevlilerin belirtilen eylemleri de, siyasi partinin bakış açısına
ve bunun bir gereği olarak ortaya çıktığından, biçimlendiğinden, siyasi partiye
isnat edilebilecektir.
Bu bağlamda halen Adalet ve Kalkınma Partisi
Milletvekilli olan eski Başbakanlık Müsteşarı'nın konumu nedeniyle anılan
kişinin iş ve işlemleri, ayrıca önem taşımaktadır. Bürokrasinin en tepesindeki
bu kişinin de etkisiyle yapılanan kadrolarda, iktidar partisinin eylem ve söylemleri
gerçekleştiriliyor veya dile getiriliyorsa, siyasi partinin kendisini sorumlu
kılmamak adına, devlet mekanizması gereğince yakın ilişkide bulunduğu bu
kadrolardaki kişilerin, siyasi parti tarafından da benimsenen iş ve işlemleri,
tartışmasız olarak siyasi partiye eylem olarak isnat edilebilecektir.
Yine TBMM Başkanı ve Başkanvekillerinin de konumları
itibarıyla, eylemlerinin mensubu oldukları siyasi partiye isnat edilebilirliği
önem taşımaktadır. Anayasa'nın 94 ncü maddesinin altıncı fıkrasına ve SPY'nın
24 ncü maddesinin ikinci fıkrasına göre, 'TBMM Başkanı ve Başkanvekilleri,
üyesi bulundukları siyasi partinin ve parti grubunun Meclis içinde veya
dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis
tartışmalarına katılamazlar; Başkanı ve oturumu yöneten Başkanvekili oy
kullanamazlar.' Ancak TBMM Başkanı ve Başkanvekillerine yönelik bu
düzenleme, Başkan ve Başkanvekillerinin hiçbir eyleminin siyasi partiye isnat
edilemeyeceği sonucunu doğurmamaktadır. Eğer Başkan ve Başkanvekillerinin
eylemleri, açıkça bu kuralı da ihlal ederek, mensubu oldukları siyasi partinin
eylem ve söylemiyle örtüşüyor ve bu kişiler, siyasi partinin gerçekleştirmek
istediği projeyi ifade ve bu projeye destek anlamında diğer parti mensupları
gibi hareket ediyorlar ise, siyasi parti tarafından kabul gören bu eylemler de
siyasi partiye isnat edilebilecektir.
Diğer taraftan parti üyeliğinden ayrılanların fiil ve
söylemleri de partiye isnat edilebilir. Bu anlamda Abdullah Gül'ün, parti
kurucu üyesi, başbakan, başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı olarak eylem ve
beyanları da partiye yüklenebilecektir.
Bir iktidar partisi yönünden, hükümetin icraatları,
siyasi parti söylemiyle biçimlendiğinden, bu bağlamdaki iş ve işlemler de siyasi
partinin eylemi olarak, o siyasi partiye isnat edilebilecektir. Bu bağlamda,
yasa tasarıları, eğer siyasi partinin kapatmaya konu olan eylemlerinin
yöneldiği amacı gerçekleştirmeye veya kolaylaştırmaya yönelikse, bu tasarılar
da siyasi parti eylemi olarak o siyasi partiye isnat edilebilecektir. İHAM
kararlarında da açıklandığı üzere, TBMM'nde çoğunluğu oluşturan siyasi parti
için, bu tasarıların eylem olarak isnadiyeti için, yasalaştırılmalarını
beklemek zorunluluğu bulunmamaktadır. Çünkü bu eylemlerin yasalaşması yani
somuta indirgenmesi, yasama organın da çoğunluğa sahip bir iktidar partisi
yönünden her an için olasıdır. İsnat edilebilen eylem niteliğindeki bu
tasarıların yasalaşması da, eylemin yasama organı işlemi niteliğine geldiğinden
bahisle, siyasi partiye isnadiyeti ortadan kaldırmamaktadır. Aksine, siyasi
partinin eylemini sürdürmesi niteliğindedir (RP/Türkiye Kararı).
Bu bağlamda, o siyasi partiye mensup milletvekilleri
tarafından sunulan yasa teklifleri de, siyasi partinin kapatma yaptırımına konu
olan siyasi projesiyle veya eylemleriyle örtüşüyorsa, yasama organın da
çoğunluğu oluşturan bir siyasi partiye, bu tekliflerin yasalaşmalarını
beklemeden isnat edilebilecektir.
Anayasa'nın 83 ncü maddesinin birinci fıkrası, yasa
tasarısı veya yasa teklifleri hatta yasa olarak ortaya çıkan bu eylemler
nedeniyle siyasi partinin sorumlu tutulmasını bertaraf etmemektedir. Bireysel
anlamda mutlak dokunulmazlık yaratan madde kapsamındaki eylemler, siyasi parti
yönünden bu maddenin koruma alanında kalmamaktadır (RP/Türkiye Kararı)
Siyasi partinin hedef ve amaçlarıyla bağdaşmayan eylem
veya söylemler nedeniyle ilgili kişilerin eleştirilmemesi ve haklarında
disiplin soruşturmasının başlatılmaması, bu eylem ve söylemlerin o siyasi parti
tarafından benimsendiği anlamındadır.
Siyasi partinin hedef ve amaçlarıyla açıkça örtüşen eylem
ve söylemler nedeniyle siyasi partinin bu eylem veya söylem sahiplerini
eleştirmesi veya haklarında soruşturma yapması, sadece partinin kendisini bu
eylemlerden sorumlu kılmamak amacına yönelik olduğunda, bu eylem ve söylemler
de siyasi partiye isnat edilebilecektir. Göstermelik olarak başlatılan,
sonuçsuz kalan veya öngörülenden daha az yaptırımla sonuçlanan soruşturmalar
da, o siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmamaktadır.
D- DAVALI SİYASİ PARTİ HAKKINDAKİ İSTEMİN İRDELENMESİ:
1- Adalet ve Kalkınma Partisi
Davalı siyasi parti, gerekli bildirim ve belgeleri
14.08.2001 tarihinde İçişleri Bakanlığı'na vererek 2820 sayılı Siyasi Partiler
Yasası'nın 8 inci maddesine göre tüzel kişilik kazanmıştır.
Tüzel kişilik kazanmasından sonra 03 Kasım 2002 ve 22
Temmuz 2007 Milletvekili Genel seçimleri sonucunda Parlamento çoğunluğunu elde
ederek tek başına iktidar olmuştur.
Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip
Erdoğan, daha önce Refah Partisi'nde siyaset yaparken, bu parti listesinden beş
yıl süre için 1994 İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmiş, ancak
06.12.1997 tarihinde Siirt'te yaptığı konuşma nedeniyle halkı din ayrımı
gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek suçundan on ay hapis cezasına
mahkûm edilmiştir. Bu mahkûmiyeti nedeniyle 2820 sayılı Siyasi Partiler
Kanununun 11 nci maddesi gereğince siyasi parti kurucusu (veya üyesi) olmasına
yasal engel bulunmasına rağmen, Adalet ve Kalkınma Partisi'nde kurucu üye olmuş
ve bilahare partinin genel başkanı seçilmiştir.
Bu durumun yasal olarak olanaksızlığı karşısında
Başsavcılığımızca 21.8.2001 tarihli başvuru üzerine Yüksek Mahkemenizce,
09.01.2002 tarih ve 8/9 sayılı kararla adı geçenin parti kurucu üyesi
olamayacağı belirtilerek mevcut aykırılığın giderilmesi konusunda ihtar kararı
verilmiştir. Bu ihtar kararında öngörülen altı aylık süre içerisinde aykırılık
giderilmediğinden, Başsavcılığımızca SPY'nin 02.01.2003 tarih ve 4778 sayılı
yasa ile değişiklik yapılmadan önceki 104 ncü maddesi uyarınca adı geçen parti
hakkında 23.10.2002 tarihinde kapatma davası açılmıştır.
Adalet ve Kalkınma Partisi, 27.12.2002 tarih ve 4777
sayılı yasa ile Anayasa'nın 76 ncı maddesinde; 02.01.2003 tarih ve 4778 sayılı
yasa ile SPY'nin 8 nci, 11 nci, 104 ncü ve Milletvekili Seçim Yasası'nın 11 nci
maddelerinde değişiklik yapmış, ayrıca adli sicil kaydından kaynaklanan yasal
engeli bertaraf etmek için (veto edilen 4779 sayılı yasa yerine) 4809 sayılı
yasayı da çıkartmıştır. Yasalardaki ve Anayasa'daki bu değişikliklerle Recep
Tayyip Erdoğan hakkında söz konusu olan mevzuat engelleri ortadan
kaldırılmıştır. Açılan kapatma davasında karar halen açıklanmamış ise de, yasa
değişikliği ile bu davaya konu SPY'nin 104 ncü maddesindeki yaptırım devlet
yardımından yoksunluğa dönüştürülmüştür.
Recep Tayyip Erdoğan, Adalet ve Kalkınma Partisi
kurulmadan önce, laikliğe aykırı eylemlerin odağı oldukları için Anayasa
Mahkemesi'nce 1998 yılında kapatılan Refah Partisi ve 2001 yılında kapatılan
Fazilet Partisi'nde siyaset yapmıştır.
Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından 18.11.2002 ila
14.3.2003 tarihleri arasında kurulan 58. hükümette Başbakanlık görevini
Abdullah Gül, siyasi yasaklılığının mevzuat değişikliği ile kalkması sonrasında
yapılan ara seçimde milletvekili seçilmesi üzerine 14.3.2003 tarihinde kurulan
59 ncu ve daha sonra kurulan 60.ncı hükümetlerde ise Başbakanlık görevini Recep
Tayyip Erdoğan üstlenmiştir.
Abdullah Gül, Abdüllatif Şener, Mehmet Ali Şahin,
Abdülkadir Aksu, Ali Coşkun ve Zeki Ergezen daha önce Refah Partisi ve Fazilet
Partisi'nde siyaset yapmışlardır. Cemil Çiçek, Mehmet Vecdi Gönül ise Fazilet
Partisi'nde siyaset yapmışlardır.
22. dönemde TBMM Başkanı olan Bülent Arınç daha önce
Refah ve Fazilet Partisi'nde siyaset yapmıştır. TBMM Başkanvekillerinden İsmail
Alptekin daha önce Fazilet Partisi kurucu genel başkanlığı görevinde
bulunmuştur.
Laikliğe aykırı eylemleri nedeniyle 1997 yılında
Kırıkkale Üniversitesi Rektörlüğü görevinden alınan Beşir Atalay ise 58 nci ve
59 ncu hükümette Devlet Bakanı, 60 ncı hükümette İçişleri Bakanı olarak görev
almıştır.
Recep Tayyip Erdoğan'ın İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanı olduğu dönemde, aynı belediyenin şirketleri olan İDO Genel Müdürü
Binali Yıldırım Ulaştırma Bakanı, İGDAŞ yönetim kurulu üyesi Mehmet Hilmi Güler
ise Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı, yine aynı belediyenin Veteriner İşleri
Müdürü Mehmet Mehdi Eker Tarım ve Köyişleri Bakanı olarak görev almışlardır.
TBMM Başkanvekili Nevzat Pakdil, Erdoğan'ın belediye başkanı olduğu dönemde
belediyeye bağlı İETT Genel Müdürlüğü görevinde bulunmuştur
Milletvekilleri, örgütler, yerel yönetimler ve üyeler
bağlamında ise, Adalet ve Kalkınma Partisi'nde halen siyaset yapanlardan,
geçmişte başka bir siyasi parti ile bağlantısı olanlar esas alındığında;
geçmişte siyaset yapılan partiler sıralamasında Refah Partisi - Fazilet Partisi
ilk sırada yer almaktadır.
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin tüzük ve programı
incelendiğinde, soyut metinlerde hedeflenen laiklik karşıtı modele yönelik
hükümlerin yer almadığı görülmektedir. Ancak davalı parti, laiklik karşıtı
eylem ve söylemleriyle yasalara ve Anayasa'ya aykırı olarak tüzük ve
programının ötesine geçmiştir.
2- Adalet ve Kalkınma Partisinin davaya konu eylemleri
a- Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan'ın laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçleri
1) 2003 yılı Mayıs
ayında Malezya'ya yapmış olduğu gezide bu ülkede yayımlanan News Straits Times
adlı gazeteye demeç veren Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan'ın ''Modern bir İslam devleti olarak Türkiye,
medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir'' dediği, (Ek.1)
2) Yargıtay
Onursal Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya'nın ülkede yaşanan gelişmeleri ve gidişatı
da gözeterek 2003 Yılı Adli Yıl açılış konuşmasında, ''Sınırsız din ve vicdan
özgürlüğü isteyenlerle İslami devlet kurmak isteyenlerin amaçları aynı''
şeklindeki tespitine, Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan'ın ' 'Bu bir defa çirkin ve olumsuz bir yaklaşım, Bir
defa özgürlükleri farklı bir noktada olan kişinin özgürlük alanına kadar o
alana giremezsiniz. Siz bir dinin mensubuysanız, farklı bir dinin mensubunun
olduğu alana giremezsiniz. İnancınızın gereği neyse, bu inanca saygı duymak
yönetimlerin görevidir.(') Kaldı ki, şu anda yaşanan süreçte gerek
Türkiye'de, gerek Batı'da, gerek Dünya'da tamamıyla dinlere saygılı olan bir
anlayışın egemen kılınması, aynı şekilde düşünceye ve örgütlenmeye saygılı
yapıların, özgürlüklerin oluşmasına fırsat verilmesini devamlı olarak imkânını
hazırlıyor. Biz de böyle bir gayretin içindeyiz '' diye beyanda
bulunduğu, (Ek.2)
3) Genelkurmay 2.
Başkanı Org. İlker Başbuğ'un imam hatip lisesi mezunlarıyla ilgili askerlerin
rahatsızlığını ortaya koymasından sonra, Üniversitelerarası Kurul üyesi
profesörler ve Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile görüşen Adalet ve Kalkınma
Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 16.10.2003 tarihinde
yazılı basında yer alan ifadesinde, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in acil
olarak çıkarılmasını savunduğu imam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye
girişini zorlaştıran katsayı engelini ortadan kaldırması amacıyla YÖK Yasasında
yapılacak değişikliğe ilişkin tasarıyı 'acelemiz yok' diyerek
geri çektiklerini bildirdiği, tasarının TBMM Milli Eğitim Komisyonu Başkanı
Tayyar Altıkulaç tarafından YÖK Yasa taslağı içerisinde değerlendirilmek üzere
alt komisyona gönderildiği, (Ek.3)
4) Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın 29.05.2004 tarihinde Oxford Üniversitesinde yaptığı konuşma sonrası
verdiği demeçte imam hatip liselilerin önünü açan YÖK Yasası'nı laikliğe aykırı
olduğu gerekçesiyle veto eden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'e, 'Bu
okullar çok partili dönemden beri var. Dün laikliğe aykırı değildiler, bugün
niye aykırı oldular' Bunun laiklikle alakası yok' ''Normal liselerde okutulan
birçok ders İHL'de de okutuluyor. Ayrıca din dersi için de bir yıl fazla
okuyorlar. Bu tür bir eğitim almak laikliğe aykırı mı'' diye söylediği, 'Son 5
yılda bu yasağı koymak hangi adalet duygusuyla bağdaşır',,' 'Sizin için ılımlı
İslamcı deniyor. Biz Avrupalılar bu tanıma şaşırıyoruz. Hem İslamcı hem laik
birbiriyle nasıl bağdaşır'' sorusuna 'Ilımlı denilince, ılımlı olmayanı
varmış gibi oluyor. Sadece bir İslam vardır. Önüne bir şey konulamaz. Bu İslamı
zedelemeye yönelik bir tezdir. Laiklik çok farklı bir konudur. Laik olduğumuz
Anayasa'da belirtilmiştir. İnsanlar dini gereklerini böylece yerine
getirebilir. İslam ile laikliği yan yana tanım olarak getirmek yanlış olur.
Kişiler laik olmaz.' yanıtını verdiği, (Ek.4 )
5) RP İstanbul İl
Başkanı olarak Ümraniye'de 1994 tarihinde yaptığı konuşmanın kasedinin Kanal
D'de yayınlanması üzerine Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip
Erdoğan'ın 22.08.2001 tarihli Akşam gazetesinde yayınlanan açıklamasında, söz
konusu konuşmayı günün şartları içinde, üyesi bulunduğu partinin söylemleri ve
disiplini gereği gerçekleştirdiğini ifade ederek, 'Bazıları laikliği din
gibi algılıyor. Laiklik din olursa aynı anda Müslüman olunamaz. İnsan iki dine
mensup olamaz. Asıl itibarıyla laiklik bir sistemdir ve fertlerin değil,
devletin laikliği söz konusudur. Dine mensupluksa ferdi bir tasarruftur. O
manada söyledim.' dediği, (Ek.5)
6) Christchurch
kentinde, 'Ulusal Avrupa Etütleri Merkezi' tarafından düzenlenen
konferansa katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, 'Türkiye'de Türkü
vardır, Kürdü vardır, Lazı vardır, Çerkezi vardır, Gürcüsü vardır, Abhazı
vardır, aklınıza ne gelirse. Bizdeki etnik unsurları birbirine bağlayan
önemli bir din bağı vardır. Çünkü Türkiye'nin yüzde 99'u Müslüman'dır.
Bizdeki etnik unsurları birbirinden ayıran ya da bağlayan bağ, Yugoslavya'daki
gibi Hırvat, Boşnak, Sırp gibi değildir. Yugoslavya'da savaşlar başladığı zaman
birbirlerinden boşanmışlardır, ayrılmışlardır. Türkiye'de Kürt kökenli
vatandaşlarımızın sorunu, Türk vatandaşın sorunu kadardır, Laz kökenli
vatandaşımın sorunu ne kadarsa Kürt kökenli vatandaşımın sorunu da o kadardır.'
şeklindeki beyanlarının 6.12.2005 tarihli basın yayın organlarında yer aldığı, (Ek.6)
7) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, Avustralya'nın Sydney Kentini gezerken, 'Herkes kendi
kimliğiyle övünebilir. Bu onun en doğal hakkıdır. Kürt Kürtlüğüyle, Türk
Türklüğüyle, Çerkez Çerkezliğiyle, Laz Lazlığıyla övünebilir. Etnik kimlik
anlamında söylüyorum. Ama bizi üstte birbirimize bağlayan üst kimlik TC
vatandaşlığıdır. Bu ortak paydadır'...'Hepimizi yaratan mutlak yaratıcı
Allah'tır. Ayrıma ne gerek var. O üst ortak paydada birleşip el ele vereceğiz'
dediği, (Ek.7)
8) Yeni Zelanda ve
Avustralya'ya yaptığı ziyareti tamamlayarak Ankara'ya dönen Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın Esenboğa Havaalanı'nda 11.12.2005 tarihinde yaptığı basın
toplantısında; 'Türkiye'de etnik unsurları birleştiren ana unsur dindir'
şeklinde bir ifadeniz oldu mu, yoksa yanlış anlaşılma mı oldu'' sorusu
üzerine, 'Ben ne söylediğimi çok iyi biliyorum. Bakın bunu ne zaman, ne
üzerine söyledim. İşin başını, arkasını bir tarafa koyup ortasını almayın.
Biliyorsunuz konu, Sayın Baykal'ın Yugoslavya benzetmesi üzerine söylenmiştir.
Türkiye, bir Yugoslavya değildir. Orada Sırp, Hırvat, Boşnak hepsi ayrı
dinlerin mensuplarıdır. Aynı dinde olup farklı mezheplerde olanlar da vardır.
Ama Türkiye'de ise 30'a yakın etnik unsur var. Bunu her zaman sizler de
yazıyorsunuz, yüzde 99'u Müslüman bir ülke Türkiye'de din bir çimentodur.'
cevabını verdiği,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bugüne kadar 'din bir
üst kimliktir' ifadesi kullanmadığını vurgulayarak, 'Üst kimlik olarak
kullandığım ifade; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır ve bunun defaatle
açıklamalarını yaptık. Ama buna rağmen bazıları anlamak istemiyor. Yine
söylüyorum, din bir çimentodur ve şu anda en önemli birleştirici unsurumuzdur.
Tarih boyunca bu böyledir'.' diye söylediği, (Ek.8)
9) 2005 yılı Mayıs
ayında Kazakistan ziyareti dönüşü Atatürk Havalimanı'nda gazetecilerin
sorularını yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın; izinsiz açılan Kuran
kurslarıyla ilgili olarak'Bir defa, şu ifade, çok çirkin bir ifade (')
Kaçak Kur'an kursu diye bir ifade olmaz. Yanlış bir şey. Bir defa, kanunun
ruhuna aykırı. Kur'an öğrenilir. Kuranı öğrenmede kimse suç ifadesi kullanmaz.
Bu millet Müslüman'dır ve Müslüman olan millet, kendi kitabı Kuranı da
rahatlıkla öğrenebilir. 'Kaçak Kuran kursları' diye bir kanun maddesi yok. Ortada
olan madde şudur; kanuna aykırı eğitim kurumlarıyla ilgilidir. Bu, birçok
alanda eğitim veren kurumları kapsamaktadır. Bu tür yanlışlarla ülkemizi, halkının
yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkede, kendi kitabını öğrenme konusunda, kalkıp
da böyle laflar kullanmayalım. Ondan sonra da kalkıp 'efendim niye İncil
dağıtılıyor' diye bağırmanın bir anlamı yoktur. Önce bu millet, Müslüman
olarak, tabiî ki kendi kitabını öğrenecektir, bilecektir ama onun ruhunu
kavrayacaktır. Onun ruhunu kavramasına yönelik de kendi çarelerini bu
millet, yasalar içerisinde, tabiî ki üretecektir.''Türban konusunda
ise; 'ben toplumun talebini çok iyi biliyorum ve duyarlılığı çok iyi
anlıyorum. Bu duyarlılığın bilinci içerisinde de geleceğe bakıyorum. Çünkü ben
yaşıyorum, ben konuşmuyorum' şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.9)
10) 2005 yılı
Haziran ayında Amerika'ya giderken uçakta Dünden Bugüne Tercüman gazetesinden
Nazlı Ilıcak ile görüşen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın laiklik konusunda, 'Laikliği
din haline getirirseniz halkı üzersiniz'''Bizim laiklikle derdimiz yok.
1982 Anayasası'nın laikliği düzenleyen maddesinin gerekçesinde bir tanım
mevcut. Gerekçe, 'bütün dinlere eşit mesafede olmak' diyor. İnançlar, devlet
güvencesinde. Tekrar ediyorum: Ben insan olarak laik değilim; devlet
laiktir. Buna mukabil laik düzeni korumakla yükümlüyüm. Ama siz laikliği
bir din gibi takdim ederseniz, bu ülkenin halkını üzersiniz. Türkiye iyiye
gidiyor, hükümet başarılı, laikliği gündeme getirip, bundan nemalanmak isteyenler
var. Türkiye'de 'niyet okuyucuları' haksız isnadlar ortaya atıyor'''Eski
TCK'daki 261. madde yerine, 263. madde ikame edildi. Biz sadece cezayı 1 yıla
indirdik veyahut hâkimin takdirine bağlı olarak para cezası koyduk. Şunu
söyleyeyim ki, bu madde eğitim ve öğretim özgürlüğü açısından hatalı. Eğitim
ve öğretim nasıl kanuna aykırı olur' Artık kendimize güvenen toplum olmak
zorundayız. ABD'de, İngiltere'de, örgün eğitimin dışında, çocuk evinde
oturuyor, eğitimi evde alıyor, ona diplomayı da veriyorlar. Biz ise, oradan
buradan buduyoruz, okuma imkânlarını kısıtlıyoruz. Sonra da 700 bin kız, okuma
yazma bilmiyor diye feryat ediyoruz. Aslında, 263. maddeye 'Kaçak Kur'an kursu'
maddesi demek çok çirkin. Eğitim ve öğretim, suç kapsamına sokulmaz ama, bazı
hassasiyetlere saygımız olduğundan, hafifletmekle birlikte, kanuna aykırı
eğitim kurumlarına verilen cezayı kaldırmadık.' dediği, (Ek.10)
11) 2005 yılı
Haziran ayında Beyrut'tan İstanbul'a dönerken, uçakta gazetecilere, açıklamalarda
bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Kur'an kursları için yaş sınırı
konulmasına karşı olduğunu söylerken, kendisinin de 7 yaşında Kur'an kursuna
gittiğini hatırlatarak, 'Çok açık net bir şey söylemek istiyorum. Bir
defa eğitimin kanuna aykırılığının tartışılması lazım. Adı üzerinde eğitim
kurumu. Burada eninde sonunda eğitim yapılıyor. Bu kişileri silahlı eyleme
götüren bir olaysa, zaten başka maddelerde bu var. Nedir eğitim' Çünkü bugüne
kadar bizim en büyük sıkıntımız madde konur, kelime orda durur, ama nedir diye
geldiğinizde tanımda yok. Orada biz arkadaşlara dedik ki bu eğitim kurumunun
gerekçede tanımını yapalım. Bu tanım orada açıkça yapılıyor. Bu kadar açık ve
net olduğuna göre, bunu başka bir yere saptırmak gerçekten de çirkin. Kaldı ki
Kuran öğrenecek. Kuran'ın eğitimi olmaz. Kuran'ın öğrenimi olur. Yani bir
taraftan kalkacağız diyeceğiz ki, yani işte misyonerler geldi şunu bunu
yapıyor, İncil dağıtıyor, Tevrat dağıtıyor, ama öte yandan geleceksin Kuran'ı
öğrenmeyi yasaklayacaksın. Bir şey söyleyeyim. Çeşitli yazılarınızda mesela
Orhan Pamuk un kitabında (Sütlüce Kaymakamı'nın kitabın toplatılması isteği) ne
yaptınız, hep beraber isyan ettiniz. Öbür tarafta şiir okuyan bir çocukla
ilgili bir durum oldu. Hepiniz dediniz ki böyle bir şey olmaz. Peki bir
Müslüman'ın kendi arzusuyla, Kuran'ı öğrenmesine niçin karşı çıkıyoruz'Kuran
öğrenimi konusundaki tartışmalar gerginliğe yol açıyor. Ondan sonra bunun
sorumluları kimse bunları aramaya başlıyor. Bir çocuğun Kuran'ı öğrenmesinin
ona getireceği olumsuz ne olabilir' Burada bir yaş sınırı getirildiği zaman
öğrenme kolay olsun diye değil, tam tersine bunun önünü nasıl keseriz; bu
anlayışla getirildi. Şu anda Diyanet konu üzerinde çalışıyor. Milli Eğitim de
çalışıyor. Birisinde 12 yaş, diğerinde 15 yaş. Diyor ki bu yaşlardan önce
öğretemezsin. Bırakılım kitabını, Kuran'ı öğrensin. Bu durumdan
niye rahatsız olalım. Bırakalım rahat rahat öğrensin. Tommiks-Teksas okumaya
hiç kimse mani olmuyor ama kendi kitabını öğrenmesine niye mani oluyoruz.''
'Benim tezgâhımdan geçmiş olanların, ülkeme ne zararı var ki. Bunu
öğrenenlerin ülkelerine ne zararı var. Varsa üzerinde duralım. Ben,
ülkeme zarar verecek bir şeyi niye yapayım' Deli miyim'...' Din kültürü,
ahlâk bilgisi dersinde Kur'an öğrenmiyorlar ki. Ben biliyorum, sûre
ezberleme problemi olan çocuklar aradı. Şimdi bakın, burada namazla ilgili
bahislerde, namazla ilgili bazı sureleri öğretmenler öğretebilir. Ama, bu,
Kur'an öğretmek değil. Orada birkaç tane sûreyi öğretmişsin; başka bir şey
değil. Kur'an dersi dediğimiz zaman bunda tecvid var, tilavet var, tefsir var;
bunlar ayrı şeylerdir' dediği,
Başörtüsü konusunda ise 'Ülkenin bir gerçeği olduğuna
inanıyorum'''Toplumda mutabakat olduğuna göre, kurumlar arasındaki, kuruluşlar
arasındaki uyumsuzluğu anlamak mümkün değil. Ülkede toplumsal mutabakatı tesis
etmişsin. Kurumsal mutabakat da tesis edilsin ki, birbirine şüpheyle bakan bir
ülke olmayalım' dediği, Başbakan, 'türban sorunu'nu nihai kertede aşmak için
referanduma gidilmesi gereğinin de 'zaman zaman kendi düşünce dünyasına
girdiğini' söylerken, 'Tabii, bunun taymingi (zamanlama) önemli.
Olayın sosyal boyutu var, siyasal boyutu var. Bütün bunların değerlendirmesini,
analizini aramızda hükümet olarak, parti olarak yapmamız lazım. Diğer
partilerle bunu değerlendirmemiz lazım. Ben yaptım oldu, şeklinde olmaz'
diye söylediği, (Ek.11)
12) a- Başbakan
Recep Tayip Erdoğan'ın basına yansıyan geçmişteki beyanlarında:
- Fanilere kul olmayacağız, dedik. Biz sadece bir
zihniyetin, bir sistemin bu ülkede iktidarı için çalışıyoruz. Bu zihniyet, bu
sistem er geç bu ülkede iktidar olacak. Dolayısıyla kula kul olmayacağız,
çıkara kul olmayacağız. Fanilere kul olmayacağız, sadece Allah'a kul olmanın
hazzını yaşayacağız.
- Türkiye'de şu anda birilerinin şeriatı var. Ama bu
şeriat tükendi. Şu anda kahrolsun şeriat diyenler, kendi kendilerine
kahroluyorlar.
- Ben İstanbul'un imamıyım.
- Elhamdülillah şeriatçıyım.
- Yılbaşına karşıyım.
- Ata' ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek
yok.
- Bizim için günah dosyası hazırlamışlar. Bizim günah
dosyamızda ne var, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi'ni fatiha ile açmak
var. Bir Meclis'i fatihayla açtık. Fatiha ile Meclis'i açmak nedir' Önce bunu
açıklayalım... Fatihanın manası nedir' Fatiha, karanlığı aydınlığa açmaktır.
- Yirmi yıl önce, yirmi beş yıl önce deselerdi, pop
yıldızlarının çılgınlıklarını sergiledikleri Gülhane Parkı'nda bir gün gelecek,
Allah'a âşık olanlar, ona sadık olanlar, muhlisler bu çınarların altını
dolduracak ve buradan dünyaya nasıl ortaçağın karanlıklarından bir yeni çağ
açmışlarsa, Allah'ın izniyle bir yeni çağ açılmışsa, Allah'ın izniyle yeni bir
çağ, zulüm çağı kapatılacak, aydınlık bir çağ açılacaktır.
- İmamlar da nikâh kıysın.
- Minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız,
müminler asker.
- Ben tekkeye değil dergâha gittim'.,
şeklinde ifadelerde bulunduğu,
RP İstanbul İl Başkanı olduğu 1994 yılında Refah
Partisi'nin Ümraniye İlçe Örgütü'nün yeni hizmet binasının açılış töreninde:
''1 Kasım bir dönüm noktasının adıdır. Zafer değil. Zafer
böyle yakalanmaz. Şu anda daha henüz bir yoldayız. İnanıyorum ki yeşil ışıklar
gözükmüştür. Fakat biliniz ki oraya kadar daha çok işaretler var. Ama
inanıyorum ki zafer Allahın lütfuyla er geç bizim olacaktır. Çünkü vahi ilahi
böyledir bunun işaretleri gözüküyor. Biz Cezayir gibi olmayız. Biz hazmettire
hazmettire geliyoruz. Allahın izniyle.'
'Bir buçuk milyarlık İslam alemi Müslüman Türk milletinin
ayağa kalkmasını bekliyor. Kalkacağız. Şu anda içte onun ışıkları göründü.
Allahın izniyle. Bu kıyam başlayacak. Koşmaya mecbursun. çalışmaya mecbursun.
Eğer çileyi çekmezsen gelmez. Eğer çocuklarınız, eğer mallarınız, eğer
zevceleriniz sizi bu davadan gayretten alıkoyuyorsa bu zaferi beklemeyin
değerli kardeşlerim. Bunu aşmaya mecbursun. Bunu aştığımız gün zaferin ışıkları
bize yakın olacaktır. Ve o zaman hak nurunu tamamlayacaktır.'
'Bu ülkenin yüzde 99'u Müslüman. Hem laik, hem
Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın, ya laik. İkisi bir arada olduğu zaman
adeta ters mıknatıslanma yapar. Mümkün değil, ikisinin bir arada olması. Durum
böyle olunca ben Müslüman'ım diyenin tekrar yanına gelip bir de aynı zamanda da
laikim demesi mümkün değil. Niye' Çünkü Müslüman'ın yaratıcısı olan
Allah kesin hakimiyet sahibidir. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Bak
yalan koskoca bir yalan.'
'Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, laiklik elden
gidiyor. Yahu, bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek yahu! Sen bunun önüne geçemezsin ki. Yani zorla bu milletin elinde
tutmaya gücün yetmez. Millete rağmen bu yürümez zaten. Sonra nedir bu laiklik
Allah aşkına. Bir tarif edin diyorsun, tarif etmiyor. Bugün her kavramın
lugatta bir tarifi vardır. Ama çıkıyor içişleri bakanı devlet dine karışır.
Eee!... Gerisini niye, söylemiyorsun. Din de devlete karışır niye demiyor.'
'Belediyelerimiz hastaneler, doğumevleri yapıyor.
Doğumevlerinde sadece kadın doktorlar çalışacak. Adil düzenin sağlık anlayışı
da görülecek. Psikolojide, çocuk bakımında, öğretmenlikte yetişmiş başörtülü
kızlarımız var. Şimdi işe alınmayan bu başörtülü kızlarımız anaokullarında
yavrularımızı yetiştirecek...' diye
söylediği, (Ek.12)
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldikten sonra
sürekli ''gelişerek değiştiğini'' savunan ve Milli Görüş için ''Biz o
gömleği çıkardık'' biçiminde beyanda bulunan Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın TRT 1 de 21.06.2006 tarihinde yayınlanan 'Enine Boyuna'
programında söylem değiştirerek; ''Siyasete girerken farklı, siyasetten
sonra farklı bir yaşam tarzı mı uygulayacağım, halkımı mı aldatacağım' Dün
neysem, bugün de oyum, değişemem, değişmedim'' dediği, (Ek.12)
13) 9 Temmuz 2004
tarihinde Kanal D isimli yayın kuruluşunun 'Teke Tek' isimli programına
katılan Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın, NATO Zirvesinde yaşanan türban gerginliğini
değerlendirerek, 'Kamusal alan sadece bizde var.(') Sivil
toplum örgütleri vakıf üniversitelerinde başörtülü eğitime ilişkin bir
dayanışma ortaya koyarlarsa, burada hazır bir hükümet var. Bunu zorlayamam.(')
Özel üniversitelerde türbanla eğitimi serbest bırakalım. Devlet'te görev
verilmesin. Özel sektörde çalışsınlar.''''Türkiye'de kavramlar kargaşası var.
İşimize geldiği zaman sahipleniyoruz, işimize gelmediği zaman sahiplenmiyoruz.
Bu konunun Türkiye'de uzmanları var. Önüne gelen, ağzı olan konuşuyor. İlgisi
alakası olan, olmayan, din, diyanet bilmeyen konuşuyor. Bir toplumun dini
değerlerle ilgili ihtiyacı var. Yok mu'. Anayasamızın 24. maddesi çok açık,
bütün bunlara rağmen bütün bunları işine geldiği gibi yorumlayanlar var. Bir
ülkede devletin en önemli görevlerinden bir tanesi de o ülke halkına dini
eğitimi, öğretimini vermektir. Ama diyorlar ki yapmayın. Siz bunu vermediğiniz
zaman illegal yapanlar devreye girer. Sizin yasak koyduğunuz o yapılar
kendileri için müşteri bulmaya başlar, yeraltına girer.''''Bizde ülkenin ileri
gelenleri caminin semtine uğramazlar. Uğradığı zaman bazı değerlerini
kaybettiğini düşünür veya elden gidiyor diye düşünür. Eski ABD Başkanı
Ronald Reagan'ın cenaze töreninde ABD'nin en büyük katedralinin içindeydik.
Herkese dağıtılan ilahi kitabı vardı, ilahilere katılarak, okudular. Hiçbir
kutsalları veya değerleri kaybolmadı, ellerinden gitmedi. Bizde ise bu endişe
niye, niçin biz bu noktada rahat olamıyoruz. Bu değerlerimizi kaybetmek mi iyi,
yoksa yakalamak mı iyi. Doğru, gerçek olduğu şekilde yakalamak.'''''Biz de
ortada yönetim tarzını icra ediyoruz. O dediğimiz zihniyetler aynı şeyi bizim
için de söylüyorlar. Yahu kardeşim ben senin yaşadığın gibi yaşamaya mecbur
muyum, değilim ya...' diye beyanda bulunduğu, Konuşmasında 'Haydi
Kızlar Okula' kampanyası sırasında yaşadığı ilginç bir olayı anlatarak,
genç kızların okula gönderilmesini istediklerinde bir kızın 'Okula gideyim;
ama başörtüm var!' cevabını verdiğinden söz ederek; 'Başörtülüyü devlet
okuluna sokmuyorsun, bari bırak özelde okusun. Gelin bunun önünü
açalım. Sen yarın yine bu çocukları devlette işe alma, özel sektörde çalışsın. Şimdi
bunların mantığı şöyle; 'Sen başörtünle tarlada çalış, çapa yap; ama sosyolog
olma, psikolog olma.' Bunu artık aşmamız lazım.' diye söylediği (Ek.13)
14) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, Alman Welt am Sonntag gazetesine 2005 yılı Şubat ayında
verdiği demeçte, kızlarının neden türban taktığı sorusunu, kızları Sümeyye
Erdoğan ve Esra Albayrak'ın Kuran'a uyduğunu dile getirerek 'İnançlı
Müslümanlarız. Kuran'da kadının toplum içinde türban takması gerektiği
yazıyor'' 'Bundan, din ve devlet işlerinin ayrılmasına karşı olduğum anlamı
çıkmaz. Ayrıca kızım türbanı şık buluyor' 'Yüksekokullardaki türban yasağını
hata olarak görüyorum. Bir demokratik ülke din özgürlüğünü sağlamalı. Buna,
vatandaşların dinlerini yasalara saygı koşuluyla semboller vasıtasıyla ifade
etmesi de dâhildir. Türban yasağı liberal değildir.' biçiminde
yanıtladığı,
Yasağı değiştirerek, yüksekokullarda türbana izin vermeyi
istiyor musunuz' sorusuna; 'Evet, bunu araştırıyoruz. Bu adımı, vatandaşa
daha çok din özgürlüğü verilmesi açısından doğru buluyorum.'
AB'yi İslamlaştırmaya çalışacak mısınız' sorusuna; 'Biz
dini misyonerler değiliz... Türkiye'de laiklik geleneği var. Avrupa bir
Hıristiyan kulübü değildir. İslami haçlı seferleri asla olmadı. Bizim
topraklarımızdan ne dini, ne de askeri şiddet çıkmayacaktır', Fransa'daki
başörtüsü yasağı konusunda ise 'Yasaklama, Fransızların kullandığı bir
yöntem. Türkler, laikliğin Anglo-sakson yorumunu daha uygun buluyor.
İnsanlara 21. yüzyılda bir şeyleri yasaklamayı saçma buluyoruz.' yanıtını
verdiği,
Başbakan Recep Tayip Erdoğan, daha sonra bu röportajın
'aslı astarı' olmadığını açıklamış, röportajı yapan gazetecinin ses kaydının
olduğunu söylemesi üzerine ise basın danışmanı Ahmet Tezcan'ın, yazının doğru,
ancak eksik olduğunu, yazıda Başbakan'ın ''toplumsal mutabakat şartıyla''
sözlerine yer verilmediğini açıkladığı, (Ek.14)
15) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, 2004 yılı Ocak ayında New York'taki Dış İlişkiler
Konseyi'nde 'Türkiye'nin dış politikası' konulu bir konuşma yaptıktan
sonra 'Fransa'daki başörtüsü yasağını hatırlatan bir katılımcının,
Türkiye'deki durumu sorması' üzerine; 'Başörtüsü, yüzde 98'i Müslüman
olan Türkiye'de gerek millet ve gerekse kurumların ortak sorunu. Biz bunu
toplumsal mutabakatla çözmek istiyoruz. Ama sonuçta şunu da söylemek
zorundayım ki, bu sorun Türkiye'de vardır.'''Farklı olan bu yaklaşımın, Avrupa
Birliği'nin (AB) temel ilkesi olan Kopenhag kriterleriyle, yani din ve
vicdan özgürlükleriyle, inanç özgürlüğüyle açıklanması nasıl olur, merak
ediyorum'' dediği, (Ek.15)
16) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, Adalet ve Kalkınma Partisi Kadın Kolları Başkanlığı'nın 2004
yılı Mart ayında Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla Dedeman Otel'de düzenlediği 'Siyaset
ve Kadın' konulu panelin açılışında yaptığı konuşmada, türban sorununa
dikkat çekerek 'Her gün üniversite kapılarından töre cinayetlerine,
fabrikadan mahkeme salonlarına, gazete sütunlarından televizyon ekranlarına
yürekleri yakan binlerce dram karşımızdayken, yılda bir kez Kadınlar Günü
kutlamanın bana göre anlamı yok. Kadına karşı ayrımcılık, ırkçılıktan daha
tehlikeli, daha ilkel bir tutumdur. Her tür ayrımcılığa karşı mücadele etmek
zorundayız. Kadına ve kız çocuklarına karşı ayrımcılık insanlığın cahiliye
dönemlerinden kalma meselesidir.'' diye söylediği, (Ek.16)
17) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan 2004 yılı Nisan ayında Ukrayna ziyareti sırasında kaldığı otelde
bu ülkede okuyan ikisi türbanlı Türk öğrencilerinin denklik sorununu gündeme
getirmesi üzerine; 'Bu soruyu her yerde soruyorlar, ama artık sormayın. Ben
bu konuyu iyi biliyorum. Benim çocuğum Boğaziçi'ni kazandığı halde imam hatip
lisesi mezunu olduğu için puanı düşürüldü, buraya gidemedi. Kızlarım başlarını
örttükleri için Türkiye'de okuyamadı. Biz ailece bu konunun mağduruyuz. Bu tip
ayrımlara karşıyız. Ama sizin bu sorunlarınızın çözümü sadece bizim
isteğimizle değil tüm siyasi partilerin katılımı ve uzlaşmasıyla çözülmeli.
Bunu tek başımıza getirmek istemiyorum, çünkü o durumda gerginlik çıkıyor. Ben
ülkede gerginlik yaratmak istemiyorum' Kızlarım başını örttükleri için
Türkiye'de okuyamadı' dediği, (Ek.17)
18) 2007 yılı
Mayıs ayında NTV'de katıldığı canlı yayında Ankara Temsilcisi Murat Akgün'ün
sorularını yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Dışişleri Bakanı ve
Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül'ün 'Türban daha modern olabilir'
sözlerinin ardından yaşanan tartışmaya ilişkin görüşlerini de aktararak 'Sizce
türban modernleşir mi'' sorusuna karşılık: 'Ben o şekilde bir ifadeyi
doğru bulmuyorum. Bu işin aslı başörtüsüdür. Türban ifadesini yanlış buluyorum.
Olay türban ifadesiyle siyasallaştırıldı. Başörtüsü inançtan geliyor. Takan,
dinimizin bir gereği olarak takıyor. Moda noktasında buna çeşitli şekiller
getirebilirsiniz. Kalkar boynun altından bağlarsınız. Kimin estetik anlayışı
neyse buna saygı duymak lazım. Ama burada yerellik öne çıkar. Doğu bölgelerinde
kadınlarımız farklı, batıda farklı örter. İslam ölçü koymuş, o ölçüyü değişik
şekilde ortaya koyar. Bazıları düz kumaş, bazıları çiçekli kumaşlar kullanıyor.
Dünyanın tanınmış marka firmaları bunlara yönelik ürünler kullanıyor. Burada
ölçü vardır. Örtmek, örtmemek, bunun hesabını sormak bizim görevimiz değil.
Sormamamız lazım. Bu ülkede başörtüsüne de başını örtmeyene de saygı
duyulmalıdır. Bireysel tercihini başını örtmekten yana kullanıyorsa, ona saygı
duymak zorundayız. Bizim ülkemizde her siyasi partinin mensupları içinde eşi
başı örtülü olan da var, başı açık olan da var. Bunlara takılıp kalmamalıyız.
CHP'nin grup toplantılarına başörtülü geldiğinde kıyamet kopmuyor, Adalet ve
Kalkınma Partisi'ne geldiğinde kıyamet kopuyor. Türkiye bunları aşmalı.
Aşmazsak yazık olur. Bu ülkenin evlatları arasında ayrımcılık yapmamamız lazım.
Ağlayan yavrular onları affetmeyecektir. Bu konuda toplumsal
mutabakat var, ama kurumsal mutabakatta sıkıntımız var. Başörtüsü bir oy
zemini olmamalı. Ben bir oy zemini olarak görmüyorum. 3 Kasım
seçimlerinde de 'böyle bir vaatle gelmiyorum' dedim. Kurumsal mutabakat
sağlandığında bu zaten çözülecektir. Yavrularıma da asla bu noktada
müdahale edemem.' diye beyanda bulunduğu, (Ek.18)
19) 2005 yılı
Temmuz ayında ABD'de San Francisco'daki 'World Affairs Council of Northern
California'' ve ''Commonwealth Club of California' isimli kuruluşlar
tarafından Fairmont Oteli'nde düzenlenen toplantıda Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın, 'Laik toplumda din, laik yönetimin güvencesindedir. Laiklik, tüm
inanç gruplarına eşit mesafede olmak şeklinde tanımlanmıştır ve zaten bu temin
edildiği içindir ki, laiklik bizim için bir yerde sigortadır. Kamusal alanın
henüz tanımı yoktur. Sıkıntı biraz buradan kaynaklanmaktadır. Bizdeki
sorun, üniversitelerde başörtülü kızlara yer verilmemesi sorunudur. Tabii bu
sorunu burada dile getirmem de hemen sanki bunu burada şikâyet etmiş gibi ifade
ediliyor. Benim böyle bir şikâyete ihtiyacım yok. Bu noktada benim bu tür
sorunları paylaştığım, ülkemin insanıdır. Tek sorunum, ülkemde toplumsal bir
mutabakat var, ama kurumsal bir mutabakat yok, bunu halletmenin gayreti
içerisindeyiz. Ve artık bunları aşmanın gereğine inanıyoruz' diye
konuştuğu, (Ek.19)
20) 2005 yılı
Kasım ayında Almanya dönüşü uçakta gazetecilerle sohbet eden Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, Fransa'nın varoşlarında başlayan isyan eylemlerini okullardaki
türban yasağıyla ilişkilendirerek; 'Başörtüsünün yasaklanmasının da etkisi
var. Bu gibi tutumlarla göçmen toplumlarının dışlanması şiddet olaylarını
fitilledi. Daha önce Fransa'da hiç böyle bir şey olmamıştı. Bir
buçuk yıl önce Fransız iş adamları ve entelektüellerinin de bulunduğu bir
grupla bir araya geldim. Kendilerine anlattım, bizi dikkate almadılar. Bizim,
Türkiye olarak bu gelişmeleri engellemek açısından yapabileceğimiz çok şey var.
Medeniyetler ittifakında biz yardımcı olabiliriz. Avrupa da yasaklarla bir yere
varılamayacağını anlamalı. Türkiye'siz bir Avrupa'nın geleceğinin güven içinde
olmadığı belli olmuştur.' şeklinde beyanda bulunduğu, bu beyanının tepki
çekmesi üzerine Erdoğan, Partisinin 8.11.2005 tarihli Grup Toplantısı'nda
yaptığı konuşmada Fransa'daki olaylarla ilgili değerlendirmelerinde, tek sebep
olarak 'türban yasağını' gösterdiğini yazan gazeteleri eleştirerek; 'Bu
tür sosyolojik hadiseler, tek bir sebebe indirgenemeyecek kadar karmaşık ve
derinliklidir. Bunların altında yılların birikimi vardır. Sosyo-ekonomik ve
kültürel faktörlerin tesiri vardır. Yanlış politika ve anlayışların rolü
vardır. Bunların hepsi doğrudur. Bizim söylediğimiz de budur. Yoksa bazı
yasakçı uygulamaların bu olaylardaki etkisine dikkat çekerken meseleyi tek
bir sebebe indirgemiyoruz. Fransa'daki bundan aylarca önce başörtüsüyle ilgili
yasağının da bugünlere gelinmesindeki, bu süreç içerisindeki etkenlerden bir
tanesi olduğunu orada ifade etmişizdir. ' açıklamasını yaptığı, (Ek.20)
21) 2005 yılı
Nisan ayında Zaman Gazetesi yayın yöneticilerini kabul eden Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın; imam hatip liseleri ve başörtüsü sorunu ne zaman çözülecek'
sorusuna 'Başörtüsü sorunu konuşulmaz, yaşanır.' ' 'Halk nezdinde bir
mutabakatı kastetmiyorum. Orada zaten mutabakat var. Parlamento içi mutabakat
gerekir. Parlamento halkın iradesini yansıtmıyor. Sıkıntı burada.'
dediği, (Ek.21)
22) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın 2005 yılı Nisan ayında, Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa
Bumin'in 'türbanla' ilgili yaptığı uyarılara, 'Türkiye'de, bir halkın
mutabakatı, bir de halkın temsilcisi olanların ve kurumların mutabakatı vardır.
Görünen o ki, halkın mutabakatı ile kurumların mutabakatı henüz oluşmuyor''
'Bugün çok daha net olarak söylüyorum; Türkiye'de halkın mutabakatı ile halkın
temsilcisi olanların ve kurumların mutabakatı henüz oluşmuyor' ''Eğer evrensel
hakları görmemezlikten gelirsek, ülkemize yazık ederiz. Bir hak, dünyanın
bir ucunda farklı, bir başka ucunda farklı olamaz. Çünkü hak, hukuktan doğar;
kanundan doğmaz. Hak, kanunlarla güvence altına alınır. Şu anda bütün
gayretimizi ülkemizdeki bu mutabakat üzerine tahsis ediyoruz.' şeklinde
yanıt verdiği, (Ek.22)
23) 2005 yılı
Mayıs ayında Bolu'da Kredi ve Yurtlar Kurumu'nun yaptırdığı öğrenci yurdunun
açılışına katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, 'Gençler yurtdışına
eğitim almaya gidiyor ve bunun için 1 milyar 250 milyon dolar ödüyor. Buradan
nerelere, ne mesajı verdiğimi anladınız. Bu sorunu halledersek onlar da gitmez'
dediği, (Ek.23)
24) 2005 yılı
Haziran ayında Lübnan seyahati dönüşü uçakta gazetecilerin sorularını
yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın; 'Başörtüsü ülkenin bir gerçeği.
Ortadaki gerginlikleri kaldırmakla yükümlülüğümüz olduğuna göre bu sorun
çözülmeli. Bu konuda araştırmalar var, üç dört sene olmuştur. Sonraki süreçte
tespitler değişmedi. Lehte gelişme var, aleyhte gelişme yok. Bugün toplumda
mutabakat olduğuna göre kurumlar arası, kuruluşlar arasındaki uyumsuzluğu
anlamak mümkün değil. Ülkede toplumsal mutabakatı da tesis etmişsin. Kurumsal mutabakat
da tesis edilsin ki birbirine şüpheyle bakan bir ülke olmayalım. (')Referandum
anayasal bir süreçtir. Gerekirse o da düşünülebilir, gerekirse bu yönde
gidilebilir. Tabii taymingi önemli'' diye beyanda bulunduğu, (Ek.24)
25) Adalet ve
Kalkınma Partisi grubunda konuşan Tokat milletvekili Resul Tosun,
üniversitede türbana serbestlik tanınmasını isterken hükümetin AİHM'deki
duruşmada yanlış taktik izlediğini ileri sürmüş, Anayasa ve yasalarda türban
yasağı bulunmadığını belirterek 'Hükümet pasif kalabilirdi, hiç savunma
yapmayabilirdi. Öyle anlaşılıyor ki, Anayasa Mahkemesi kararları ve Anayasa
Mahkemesi Başkanı'nın etkisinde kalınarak bu savunma yapılmış. Daha sağlıklı
bir cevap verilebilirdi. Dışişleri Bakanımız Abdullah Gül 'ün bunu hükümetin
görüşü olarak söylemesi de hükümeti sıkıntıya soktu, töhmet altında bıraktı. Bu
savunmayı tasvip etmemiz mümkün değil', 'Partimiz güçlü, çoğunluğumuz var. Bu
konuları halletmemiz lazım, önümüzde kısa bir zaman kaldı. Bu düzenlemeleri
niye yapamıyoruz'' diye sorması üzerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın;
'Metnin tamamını okuyun, ona göre konuşun. Metnin tamamı basında yer aldığı
gibi değil'' şeklinde cevap vererek savunma metnini getirttikten sonra
''Bu, hükümetin savunması ve bu savunmayı bilinçli olarak yaptık. Biz AB
kriterlerini koyduk ve arkasından 'takdirlerinize bırakıyoruz' dedik. (TBMM
Genel Kurulu'nu işaret ederek) Burada 'Egemenlik milletindir' yazıyor. Ama bazı
kurumların, bunun böyle olmadığı, egemenliğin bölüşüldüğü yönünde görüşleri
var. Biz de böyle olmadığını biliyoruz. Bir karar alıyoruz,
Cumhurbaşkanı'ndan dönüyor, Anayasa Mahkemesi'nden dönüyor. Hani hükümet tek
başına karar veriyordu. Resul Bey sen bu gruptan birisin; ne zorluklarla bu
düzenlemeleri getirdiğimizi biliyorsun. Bunlar basit şeyler değil, kolay
halledilecek meseleler değil. Çok acelecisiniz, biz sorumluluk sahibiyiz. Bu
işi kangren haline getirenlerin şimdi dışarıdan konuştuklarını görüyoruz, siz
de onların oyununa geliyorsunuz, sabırlı olun.' dediği, (Ek.25)
26) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, Yeni Şafak gazetesi yazarlarına 2005 yılı Haziran ayında
yaptığı açıklamalar sırasında; YÖK, kamu reformu, 2B gibi konularda takvimin ne
olduğu, başörtüsü sorununun nasıl çözüleceğinin sorulması üzerine; 'Kesin
bir takvimimiz yok. Biraz atmosfer ve zemin olayı. Bunlar anayasa
değişikliği gerektiren konular. Anayasa değişikliğiyle netice alıp
alamayacağımız, referandum yolunun denenip denenmeyeceği, bunlar aramızda
tartışılan konular. Paket olarak referanduma gidilir gerekirse. Ancak başörtüsü
anayasa konusu değil. Farklı bir konu. Burada biz toplumdaki bütün
hassasiyetleri düşünerek adımlar atıyoruz. Onun için şu saatte bunu yapacağız
diye bir şey yok. Zemin ve atmosfer elverirse adımı atarız. Yoksa bunu
erteleyebiliriz de. Bizim parametreleri kaybetmememiz lazım. Ekonomik
öncelikleri gözetmemiz lazım' diye söylediği, (Ek.26)
27) 2005 yılı Mayıs ayında Haldun Alagaş
Spor Salonu'nda düzenlenen '1. Bölge Teşkilat Toplantısı'nda konuşan
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın: 'Genciyle, yaşlısıyla, bak buradan bir kez
daha açık ve net söylüyorum, başı örtülü, başı örtüsüz, kim olursa olsun bütün
benim bayan kardeşlerim canımdır, ciğerimdir. Bu ülkede haksız yere ayrımcılık
yapıldı. Ama biz asla ayrımcı değiliz. Bu çatı, bütün vatandaşlarımı bir arada
toplama çatısıdır. Bunu böyle bilin. Çok değişik şeyler konuşabilirler. Şu anda
biliyorum, bazı sıkıntıları yaşıyoruz. Bunu ben de yaşıyorum. Gönlümün
derinliklerinde yatan hıçkırıklar var. Bunu da açıkça söylemek zorundayım.
Fakat şunu bilmenizi istiyorum; her şey zamana gebe. Zira millet iradesi birçok
şeyi halledecektir. Ama sabırlı olmaya mecburuz. Niçin' Bu toplumda
gerilmeyi asla Adalet ve Kalkınma Partisi yaratmayacaktır. Varsın olsun,
birileri yaratsın. Onların cevabını birileri veriyor ve verecektir. Ama bu
oyuna asla benim kardeşlerim gelmeyecektir ve gelmemelidir'' 'Türkiye'de
marjinal siyaset yapan grupların yıllarca başörtüsü üzerinden siyaset yaparak
ülkeye nasıl faturalar ödettiklerini biliyorsunuz. Ama Adalet ve Kalkınma
Partisi başörtüsü üzerinden siyaset yapmayacak, yapılmasına da müsaade
etmeyecek. Bu olay konuşulmaz, bu olay yaşanır. Biz felsefemizi insanları tüm
inançlarını yaşama noktasında olduğu gibi yaşamaya kabul etmeye mecbur
olduğumuzu anlatıyorum'' 'Ülkemizin yüzde 99'u Müslüman. Ve bu ülke bir
Müslüman ülkesidir. Halkının yüzde 99'u Müslüman olan ülkemizde şunu
unutmayalım ve gerçekleri birbirine hiçbir zaman karıştırmayalım; İslam
devleti olmak başka bir şey, bir İslam ülkesi olmak başka bir şey. Bir defa bunu
çok iyi kavrayacağız, çok iyi anlayacağız ve bu anlayışla yarına bakacağız. Ben
teşkilatımızın insanlarını bu hassasiyete özellikle davet ediyorum'' diye
beyanda bulunduğu, (Ek.27)
28) 2005 yılı
Haziran ayında resmi ziyaret için Washington'da bulunan Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın, Amerikan CNN International televizyonundan Wolf Blitzer'ın; 'Başörtülülerin
kamu okullarına ve kamu binalarına girmeleri yasak. Buna mukabil, eşiniz
başının örtüsüyle Beyaz Saray'a davet edildi. Amerikalılar Türkiye'de dini
hoşgörünün bulunup bulunmadığı hususunda endişe ediyorlar. Türkiye'de
değiştirilmesi gereken bir kanun mu var'' şeklindeki sorusuna; ''Bunu
yasaklayan bir konu yok ki. Sıkıntı burada. Sadece şu anda buna yönelik olarak
bir algılama var, yorumlama var. Ama biz özellikle ülkemizde bir toplumsal
gerilim olmasın diye sabırlı hareket ediyoruz. Ve diyoruz ki bir
toplumsal mutabakat olsun. Bakın benim kızlarım ABD'de okuyor. Burada o
özgürlük anlayışı var. Ama ülkemde yok. Şu anda ben bu acıya sadece ülkemde bir
toplumsal gerilim olmasın diye katlanıyorum. Halkımın arasında böyle bir
sıkıntı yok. Ama kurumların yaklaşımı toplumun yaklaşımıyla örtüşmüyor. Onun
için biraz sabredeceğiz. Biraz daha bu işin çilesini çekeceğiz gibime
geliyor. Ama inanıyorum ki eninde sonunda hak yerini bulacaktır.'' şeklinde
beyanda bulunduğu, (Ek.28)
29) 2005 yılı
Haziran ayında AB büyükelçileri onuruna Başbakanlık Konutu'nda verdiği yemekte
Belçika Büyükelçisi Mark Van Rysselberghe'nin Türkiye'de dini azınlıkların
özgürlükleri kapsamında Fener Rum Patrikhanesi'nin statüsü ve Devlet Bakanı
Mehmet Aydın'ın misyonerlik faaliyetlerine yönelik eleştirilerini anımsatması
üzerine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, 'Bu sorunu sadece azınlıktaki
gayrimüslümler değil çoğunluktaki Müslüman kesim de çekiyor. Bu konu bizim için
de zor' demiş, türban yasağı konusundaki rahatsızlığını da 'Bu
sorunu bizzat ben yaşıyorum. Eşim başörtülü. Eşim Başbakanlık Konutu'nda
takabiliyor, karşıda (Cumhurbaşkanlığı'nı işaret ederek) takamıyor. Bu
konularda bir toplumsal ve kurumsal mutabakat henüz sağlanmadı.' diye
konuştuğu, (Ek.29)
30) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, 2005 yılı Temmuz ayında ABD'ye giderken uçakta gazetecilerle
yaptığı sohbette; 'Biz niye türbana karışıyoruz' Bırakalım kadınlar, kızlar
kendileri karar versinler. Bakın Türkiye'de dekolte aldı başını gidiyor. Karın
kısmı açık pantolonlarla üniversiteye bile gidiliyor. Biz bunları düzenlemek
için bir kanun çıkarıyor muyuz'...'Biz önce devlet üniversiteleri ile özel
ve vakıf üniversiteleri arasında bir ayrım yapalım, diyoruz. Hiç olmazsa
isteyen kızlar özel ve vakıf üniversitelerine türbanla girebilir, eğitim hakkı
alabilir. Bu toplumsal sorunu böyle çözebiliriz. Ama buna bile itiraz
ediyorlar... Bu yüzden kızların okula gönderilmemesi yönünde sosyal baskı var.
Bir genç kız üniversiteye gidip eğitim alsa, bu baskılara daha kolay direnemez
mi' Ama muhalefet buna tam tersinden bakıyor' .Camilere kadro verilmesine bile
karşı çıkıyorlar. Anadolu'ya gidin, birçok caminin kadrolu imamı yok. Peki
insanlara kim namaz kıldıracak' İşte o zaman cahil insanlar imamlık yapmaya
başlıyor'Ailede başı açık niye kabul etmeyeyim' Kayınbiraderimin eşinin başı
açık. Kızlarının başı da açık. Ama bu soruları sormak doğru mu' Ben de size,
'Niye çevrenizde hiç başı örtülü kadın yok'' diye sorabilirim. Benim eşimin
başına örttüğü türban değil, başörtüsü' Biz niye buna karışıyoruz' Benim
idealim hep şu oldu: Başı açık kız ile örtülü kız yan yana okusun, kol kola
gezsin' Üniversite kapıları açık olsaydı kızlarım Türkiye'de okurdu. Oğlum da
burada katsayı engeline takıldı. Aldığı puan Boğaziçi Üniversitesi'ne girmesine
müsaitti. Ama imam hatipte okuduğu için giremedi. İmam hatipin tarihi Atatürk'e
dayanıyor. İmam bu toplumda dini ihtiyaçları karşılayan insan. Hatip iyi
konuşmacı. Bu okullara niye itiraz ediliyor, anlamıyorum. Biz imam hatiplere
arka bahçe diyenlerle o yüzden ayrıldık...Ben,'Referandum yapacağız' demedim.
'Gerekirse referanduma da gidebiliriz' dedim. Çıkardığımız yasaya Kuran kursu
maddesi demek yanlış. Bu, adı itibarıyla talihsiz bir kanun. Dünyanın herhangi
bir yerinde, 'Kanuna aykırı eğitim kurumları' diye bir ifade var mı' Anayasa
Mahkemesi bunu iptal ederse gerekçeli kararları tarihe büyük bir not
düşecektir. Siyasi bir karar almamaları gerekir. Bu gibi sorunları konsensüsle
çözmek istediğimizi söyledik. Ama kimse bize yardımcı olmadı. Tam aksine, tam
aksini yaptılar. Bize bu konulardan vurmaya çalıştılar...' dediği, (Ek.30)
31) 2005 yılı Ekim
ayında Londra'da AB zirvesine katıldıktan sonra London Shools of Economics'te 'Kültürel
Çeşitlilikte Kadının İnsan Hakları' konulu konferansta katılımcıların
sorularını yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın; İngiltere,
ağırlıklı olarak Hıristiyan ülke olmasına karşın kamu kurumlarında başörtülü
insanların çalışabildiğini, ancak çoğunluğu Müslüman olan Türkiye'de kamu
kurumlarında başörtülü çalışılamadığını, başörtüsünün insan hakkı olduğunu,
türban konusunda toplumsal mutabakata önem verdiklerini söyleyerek;
'Tartışılmaz tabii ki insan hakkıdır. Yani 'din ve vicdan özgürlüğü'
diyoruz. Din ve vicdan özgürlüğünün gereği neyse şüphesiz ki sağlanmalıdır.
Bu, ağırlığı Hıristiyan olan ülkelerde sağlanmışsa, ağırlığı Müslüman olan
Türkiye'de de konsensüsle başarılmalıdır, sağlanmalıdır. Biz
geldiğimizden beri hep şunu söyledik; seçim öncesinde de ben söyledim; 'bir
toplumsal mutabakat sağlandığı anda çözüleceğine inanıyorum' dedim. Bugün de
aynısını söylüyorum. Bu konuda toplumsal mutabakat Tükiye'de vardır. Mutabakat
yüzde 100 değildir ama yüzde itibariyle, daha önce birçok kurumun yaptığı
araştırmalar bu, yüzde 70-80'lerde. Bu konuda mutabakat vardır. Kurumlar
arasında mutabakat var mı derseniz, parlamento içi siyasi partilerde henüz bir
mutabakat oluşmamıştır. Parlamento içinde bu mutabakat oluştuğu anda
parlamentoda bu işi çözeriz. İnanıyorum ki parlamento dışı kurumlarda da
mutabakat büyük ölçüde vardır. Eğer özgürlükten yanaysak, özgürlükleri
savunuyorsak, o zaman 'özgürlüğün bir kısmını kabul ediyorum' deyip, 'bir
kısmını kabul etmiyorum' mantığı yanlış bir mantıktır. Bunu özgürlük tanımı
içine sokamazsınız ve insanları olduğu gibi kabul etmek durumundasınız. Kabul
etmiyorsanız, o zaman sizin değişmez tabularınız vardır. Bu tabuları yıkamadığınız
sürece işte o zaman yine kadın haklarıyla ilgili özgürlüklerde de maalesef bir
yanlış ve eksik yaklaşım tarzı doğar ki ben, buna da doğru bakmıyorum.
İnanıyorum ki Türkiye, bu yanlışını düzeltecektir. Bu yanlışı da bir an önce
aşacaktır çünkü gerilim noktalarından bir tanesi de maalesef budur. Bunu
başardığımız anda el ele başörtülüsüyle, başı açığıyla herkes yürüdüğü zaman,
toplumun birbirine olan saygısı, sevgisi, dayanışması daha misli olacaktır.
Bizim bu noktada bir endişemiz yok.' dediği, (Ek.31)
32) 2005 yılı
Kasım ayında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Tayland Başbakanı Thaksin
Shinawatra ile yaptığı ortak basın toplantısında AİHM'in türban yasağı
konusunda verdiği kararı değerlendirmiş;'Neyin noktasını koymuşsunuz' Neye
göre koymuşsunuz' Böyle bir şey olabilir mi' Başlıkların atılış şekli de çok
yanlış. Dünya, özgürlüklerde nerelerden nerelere geldi. AİHM'deki bu kararı
verenlere şu soruyu sormak istiyorum; sizin ülkelerinizde mevcut yasalarınızın
inançlarla örtüşen veya çakışan yanlarını değerlendirdiniz mi' Bu soruyu
bir sormak lazım. Acaba örtü nedir' Bunu acaba sorarak, bunun yetkilisi
olanlardan bu konuda herhangi bir cevap alınmış mıdır' Böyle bir cevap
alınmamıştır ve bu cevap alınmadan böyle bir karara varmak bir defa din ve
vicdan özgürlüğüne ters düşer, eğitim özgürlüğüne de ters düşer. Bu karar,
bu dosya olsa olsa kendi içinde değerlendirilebilir. Bunu böyle bir
genelleştirme gayreti içine girmek maalesef art niyetli davranmaktan başka bir
şey değildir. Bunu da özellikle ülkemdeki, bu konuyu böyle değerlendirme
gayreti içinde ideolojik yaklaşımlarını ortaya koyanlara ifade etmek
istiyorum.''... 'İnsanların hukukunu yanlış yasalarla yok edemezsiniz. Geçici
bir süre yok edebilirsiniz ama eninde sonunda bu hukuk yasa haline gelir, geldiği
zaman da beklenen çözüme kavuşulmuş olunur. Bu sorunu da Türkiye kendi içinde
toplumuyla halletmiştir. Millet olarak halletmiştir. Her zaman söylüyorum
kurumların sorunu vardır, müesseselerin sorunu vardır, siyasi partilerin sorunu
vardır. Bu sorun, kendi içinde çözülecektir. Çözüldüğünde de inanıyorum ki bu
gerginlikler de kalkacaktır.' şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.32)
33) 2005 yılı
Kasım ayında Katar'a hareketinden önce Esenboğa Havalimanı'nda basın toplantısı
düzenleyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, bir gazetecinin, 'Sayın
Cumhurbaşkanı, AİHM'in türban kararı ile ilgili olarak 'AB'nin gereğini
yapanlar bunu da uygulamalıdır. Konu hukuken kapanmıştır' dedi. Bu konu hukuken
kapandı mı' Bundan sonra hangi düzlemde tartışılacak'' şeklindeki sorusuna;
'Ben düşüncelerimi daha önce söyledim. Sayın Cumhurbaşkanı ile bir atışma
içerisine girmek istemem. Benim düşüncem bellidir. Bu genellenmemelidir. Burada
verilen karar bir genel karar değildir, bir dosya ile ilgili karardır.
Dolayısıyla bundan sonraki süreci de bu anlayış içerisinde değerlendirmenin
gereğine inanıyorum. AB sürecine kim saygı duyuyorsa, AB üyesi ülkelerdeki
icraatlara da saygı duysunlar. Çünkü yüzde 99'u Müslüman olan Türkiye'deki bu
uygulama, AB üyesi ülkelerden acaba hangisinde var' Bu soruya da cevap
bulmalarını özellikle isterim. Eğer bu soruya da cevap bulabilirlerse, o zaman
bu düşüncelere çok daha farklı bir şekilde ben de saygı duyarım.' yanıtını
verdiği, (Ek.33)
34) Katar'a
gidişinde uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın; 'Emredici bir hüküm getirseydi, tüm AB ülkelerinde uygulanması
gerekirdi. Avrupa'da ve dünyada genel olarak üniversitelerde başörtüsü yasağı
yok. AİHM'nin Türkiye'ye özgü şartlar nedeniyle böyle bir karar aldığını
düşünüyorum. Böyle bir yasak Anayasa'da yok. Sadece Anayasa Mahkemesi'nin
bir yorumu var. Yasama yeni bir yasa çıkarırsa, Anayasa Mahkemesi durumu gözden
geçirmek zorundadır, bu yorum da kalıcı değildir. Yasa çıkarabiliriz. Ama
arzumuz bu sorun toplumsal gerilime yol açmasın ve özgürlükler noktasında
çözülsün.' şeklinde konuştuğu, (Ek.34)
35) 2005 yılı
Aralık ayında Avustralya'da yaşayan Türklerin temsilcileriyle bir araya gelen
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, 'Türban sorunu ne zaman bitecek' sorusuna,
'Burada böyle bir sorun yaşamıyorsunuz değil mi'' sorusuyla karşılık
vermiş, kalabalıktan, 'hayır' yanıtını alan Erdoğan, Türkiye'de kabul
edilse de, edilmese de bunun bir sorun olduğunu söyleyerek, Avustralya'da
ilkokulda bile türban yasağı olmadığı söylenince; 'Gerginlik olmasın diye
toplumsal mutabakat ifadesini kullandık. Toplumun yüzde 80'inde bu mutabakat
var. Ama kurumlar arası mutabakat ve parlamentoda mutabakat olması gerekiyor.
Parlamentoda ve diğer kurumlarla mutabakat sağlandığı anda bu işi çözeriz.
Yasama organı içerisindeki mutabakat önemli. Yoksa toplumsal gerginlik olur. Hassasiyet
içerisindeyiz. Böyle davranmaya mecburuz.' dediği, (Ek.35)
36) 2005 yılı
Aralık ayında İzmir ili Buca'da parti örgütüyle bir araya gelen Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın ''İzmir'in üzerindeki o zaman zaman yakıştırılan bazı
ifadeler vardır ya, bu ifadelerin olmadığı da görüldü. Çünkü İzmir'in hakkı bu
değil. O yakıştırmalar değil. İnşallah o yakıştırmaları da bir şekilde silip
atacaktır İzmir. Ben buna inanıyorum. Biz böyle bir ifadeye hiçbir zaman
inanmadık. Bugün de inanmıyoruz. Yarın da inanmayacağız'' diye konuştuğu,
adını anmadan ''türban'' ve öteki konularda örgütten ''sabırlı''
olmalarını isteyen Erdoğan, ''Şunu unutmayın, sağlıklı bir doğum, 9
ay 10 günde olur''..: ''Bazılarının tahriklerine sakın aldanmayın.
Biz dertliyiz. Biz nerde, neyin, nasıl dertleri olduğunu biliyoruz. Ama her
şey bir yol haritası içerisinde yürüyecektir. Öyle, kimse Adalet ve
Kalkınma Partisi'ni gaza getirmeye çalışmasın. Bizim gaza gelmeye niyetimiz
yok. Burada gaza basan biziz ve gaza ne kadar basacağımızı da iyi biliyoruz. Bu
gaza, ben örgütüme de söylüyorum, özellikle dikkatli olun. Ne siz
milletvekillerimize baskı yapın, ne milletvekillerimiz bize baskı yapsın.''
şeklinde konuştuğu, (Ek.36)
37) 2005 yılı
Kasım ayında Danimarka Avrupa Hareketi tarafından Kopenhag'da düzenlenen 'Medeniyetler
arası ittifak: Türkiye'nin rolü' konulu toplantıya katılan Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın 'Bu (başörtüsü yasağı) 8 yıllık bir süreçtir. Bu süreç
içerisinde üniversiteye giden kızlarımız, başları örtülü olarak devlet
üniversitelerinde ve vakıf üniversitelerinde başörtülü olarak derslere
girememektedir. Bu, bana göre din ve vicdan özgürlüğünün, eğitim
özgürlüğünün kısıtlanmasıdır. AİHM'nin son kararı var. Ben bu kararlara
şaşıyorum. Bazı hukuki yorumlara, bazı köşe yazarlarına baktığımız zaman, bizim
yaklaşım tarzımızı 'Bunların hukuka saygısı yok' diye değerlendiriyorlar. Bu
bir dosya kararıdır. Ben cezaevine girdiğim zaman gazeteler 'Artık muhtar bile
olamaz' diyorlardı. Recep Tayyip Erdoğan TC'ye Başbakan oldu. Neyle oldu' Gene
yargıyla, değişen, gelişen yasalarla oldu. AİHM'nin verdiği bu karara ben yargı
kararı olarak uyarım, ama haklar, özgürlükler noktasında doğru bakmam. Niye'
Çünkü nasıl olur da bir insan başını örtüyor diye eğitim, din ve vicdan
özgürlüğü ortadan kalkar' 'İnanç hiçbir zaman yasanın önüne geçemez' diyor.
Benim bu kızımın böyle bir iddiası yok ki... İnancı böyle olduğu için başını
örtüyor, o halde saygı duymak lazım. Mahkemenin de bu konuda söz söyleme
hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır. Açarsın o dinin
mensubuna, Musevi ise o dinin mensubuna, Hıristiyansa o dinin mensubuna
sorarsın, bunun dinde gerçekten emredici bir hükmü var mı' Varsa saygı duymak
zorundasınız. Yoksa ayrı bir konudur, o zaman siyasi, ideolojik olur. O
farklı bir olay. Dinde bunun yeri varsa saygı duymak zorundasınız. Ben
diyorum ki dinde bunun yeri var. Biraz bu alanda mürekkep yaladık. Bu
alanda hiç alakası olmayanların, İslam dininin aydınlarına sormadan böyle bir
kararı farklı bir yere çekmek suretiyle vermek yanlıştır Bu bir sorundur ve er
veya geç çözülmelidir. Okula gidemeyen yüz binlerce kızımız var. Bu aşıldığı
anda gidebileceklerdir. İmkânı olanlar Avrupa'ya, Amerika'ya gidiyor, okuma
fırsatını buluyor, olmayan kaderiyle baş başa kalıyor. Kurumlar arası mutabakat
sağlandığı anda bu sorun aşılacaktır.' diye konuştuğu, (Ek.37)
38) Açılışlara
katılmak üzere gittiği Denizli'de 'ulema' tartışmalarına
değinen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, 'Cehalet içinde konuşuyorlar.
Açsınlar Türk Dil Kurum lugatını. Milli Eğitim Ansiklopedisi'ni, diğer
lugatları açsınlar. Ulemanın ne anlama geldiğini okusunlar. Bunlar şecaat
arzederken sirkatlerini de ortaya koyuyorlar. Yani kendilerini överken açıklarını
da ortaya koyuyorlar. Ulema, alimin çoğuludur. Bugünkü söyleyişle bilginin
çoğuludur. Ulema ise bilginler anlamına gelir.(')Danimarka'da yaptığımız
konuşmada, AİHM'nin Müslümanlara ait örtü ile ilgili karar verirken bu
konuda bilirkişi olarak İslam'ın din bilginlerine sorması gerekirdi. Bu örtü
ideolojik mi, sosyolojik mi, dinin gereği mi' (') Sorduktan sonra kararını yine
orası versin. Biz onların kararına uyarız. Türkiye'de de kimse bunu saptırma
yoluna gitmesin.' dediği, (Ek.38)
39) Adalet ve
Kalkınma Partisi Kadın Kolları Başkanlığı'nın 3. kuruluş yıldönümü nedeniyle
Bilkent Otel'de düzenlenen etkinliğe katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın,
Danıştay 2. Dairesi'nin Aytaç Kılınç'a ilişkin 26.10.2005 gün ve
2004/4051-2005/3366 sayılı kararı ile ilgili olarak; 'Bugün kadına karşı
adaletsizlikler dünyanın neresinde varsa orada zulüm ve acı vardır. Tabii ki bu
haksızlık ve acıları onaylamak imkânsızdır'Bütün dünyada, özelde ise Müslüman
toplumlarda, kadınların toplumsal hayata katılması ve üretim süreçlerine dahil
edilmesiyle ilgili bazı sorunlar yaşanıyor. Hiç kimse bu sorunu yalnız bize
özgü bir sorun olarak görmesin. Bu sorun, en gelişmiş ülkelerden, en geri
kalmış ülkelere kadar bütün dünyanın gündeminde var'Kadına karşı ayrımcılık
bizim geleneğimizde cahiliye örneğidir. Kadını özel alana hapseden, kamusal
alandan dışlayan, cinsiyet ayrımcılığına dayanan baskıcı ve tutucu
anlayışlar medeni olamaz. Bazı eksiklerimiz var. Biraz zaman alacak, ama
kurumlararası, toplumsal mutabakat sağlanarak elimizden geleni yapacağız. Bu
ülke bu sorunu da çözecek'Sorun adalet sorunu. Bugün kadına karşı
adaletsizlikler dünyanın neresinde varsa orada zulüm ve acı vardır. Bu
haksızlık ve acıları onaylamak imkânsız. Kadına karşı ayrımcılık, kız
çocuklarını temel haklarından mahrum bırakmak, kadını üretim sürecinden
dışlamak gibi anlayışlar cahiliye geleneği'Günlük hayatta toplumsal ve
geleneksel yapıdan kaynaklanan kadınlarımızın halen karşılaştığı sorunları
görmezden gelemeyiz. Bu sorunların çözümü için yasal düzenlemeleri yapan bir
kurumu, bir duyarlılığı hayata hâkim kılmalıyız. Toplumların olduğu gibi
devletlerin de kadına karşı ayrımcılığı töre haline getirmesi kabul edilemez.
Kadına karşı cinsiyet ayrımcılığı en az ırkçılık kadar tehlikeli. Hiçbir
mazeret insana karşı şiddet kullanılmasını haklı kılamaz. ' diye söylediği,
(Ek.39)
40) 2006 yılı Mart
ayında Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 6. İstişare Toplantısı'nın açılış
konuşmasını yapan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Adalet ve Kalkınma Partisi
iktidarı ile özgürlükler alanında önemli iyileşmeler sağlandığını ifade ederek 'Biz
iktidara gelmeden önce bu ülkede düşünce özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü
yüzünden hapis yatanlar vardı. Şimdi bunlar kalmadı. Bugün bunlar suç olmaktan
çıktı. Özgürlükler konusunda genel mutabakat ile bütün mağduriyetleri
giderme kararlılığındayız. Niyetimizden hiç kimsenin şüphesi olmasın'
biçiminde konuştuğu, (Ek.40)
41) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın 2006 yılı Mayıs ayında Berlin'de halkla buluşma
toplantısında, vatandaşların pasaportlarında türbanlı fotoğraf bulunması
hususunda tartışma yaşanmış, Büyükelçinin durumu açıklamaya çalışması sırasında
Başbakan Erdoğan'ın; 'Türkiye Cumhuriyeti'nin Büyükelçiliği'ne benim
vatandaşım bu kıyafetiyle girer, bir genelge olduğunu hiç zannetmiyorum, bunu
bir kere göreceğim, 'Bakacağım. Çözümünü de buraya emredeceğim inşallah. Bu
genelge nasıl gönderildiyse o şekilde de iptal edilir' dediği,
Büyükelçimizin Başbakan'ın yanında yuhalandığı, (Ek.41)
42) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, 2006 yılı Şubat ayında partisinin Mersin Merkez İlçe İkinci
Olağan Kongresi'nde Danıştay 2. Dairesi'nin Aytaç Kılınç'a ilişkin 26.10.2005
gün ve 2004/4051-2005/3366 sayılı kararı ile ilgili olarak; Bu kararı hukuk
ilkeleri içerisinde tanımlayamıyorum. Tarif edemiyorum. Kalkıp da bir anaokul
öğretmenine, öğretmenlik yaparken başını açtın, dışarda da başın açık olarak
gezeceksin deme hakkına kimse sahip değildir. Hangi makamda olursa olsun. Bu
anlayış, hiçbir hukuk anlayışı içerisinde tanımlanamaz. Türkiye'de kendilerine
göre alanlar belirlemek suretiyle vatandaşımızın din ve vicdan özgürlüğünü
kimsenin kısıtlamaya hakkı yoktur. Bu böyle biline. Özgürlüklerin egemen olduğu
bir ülkede alınan bu kararı ben bu ülkenin bir başbakanı olarak, evladı
olarak,-bu karar alındığı için bu yorumu yapıyorum, yapmak zorundayım- doğrusu
kınıyorum. Bunu hiçbir yere sığdıramıyorum. İnsanın bir özel alanı vardır,
kamusal alanı vardır bir de kamu alanı vardır. Bu alanlara hükmetmeye kimsenin
hakkı yoktur. 'Bunlar bu gidişle evin içine de karışacaklar. Şöyle şöyle
davranacaksınız diyecekler. Kusura bakmayın. Türkiye yolgeçen hanı değil.
Herkes yerini belirlemek zorunda. Biz gerilim olmasını istemiyoruz. Birileri
nemalanmasın diye sabrediyoruz. Ancak hukuk adına yargı makamını işgal edenler,
bu ülkede böyle bir zemini hazırlama gayreti içine girmesinler. Ben
milletin vekili olarak konuşuyorum, konuşmak zorundayım. Ben yargı makamı
değil, yürütme makamıyım. Sorumluluğum ne ise onu yapıyorum. Yargıdan da adil
yaklaşmalarını bekliyorum'''Meslek liseleriyle ilgili biz üzerimize düşeni
yaptık. Meslek liselilere bizim dönemizde olduğu gibi fark derslerini
vererek düz liseden mezun olma hakkı verdik. Ancak YÖK bu konuyla ilgili
Danıştay'a gitti. Danıştay da maalesef bunu reddetti. Bunu anlamak mümkün
değil. Düz lise mezunu meslek lisesine başvurarak fark dersleri vererek mezun
olma hakkına sahip. Meslek liselilerin düz liseyi bitirme hakkının önünü niye
kesiyorsunuz' Danıştay'ın kararını anlamakta zorlanıyorum. Bu eğitimde nasıl
bir eşitliktir' İster meslek, ister düz liseli olsun ÖYS imtihanına hepsi eşit
gitsin. Kazanan devam eder, kazanamayan da mesleğine devam eder. Dünyanın
gelişmiş ülkelerine bakıyorsunuz yüzde 70'i meslek lisesi, yüzde 30'u düz lise.
Bizimkiler de ama inadına düz lise diyorlar. Bunlar ne yapıyorlar' İmam
hatipten çekindikleri için diğer meslek liselerini de mahrum ediyorlar. Ama ne
kadar imam hatipli var, yüzde 3. Ne kadar meslek liseli var, yüzde 27. İnsaf
edin ya. Bunu niye bu kadar engelliyorsunuz' İHL'nin önünü kesmek için. Diğer
meslek liselilerin de yazık ediyorlar. Ama bu noktada herhalde eninde sonunda
bir gün aklı selim hakim olacaktır.' ''Şimdi çıkmışlar dürüstlük adına
dolaşıyorlar. Bunların hedefi, 'Çamur at, tutmazsa iz bırakır'. Güneşi balçıkla
sıvamaya uğraşmasınlar. İşimiz var. Yolumuza devam ediyoruz. Böyle bir kaba
gürültüye de pabuç bırakma niyetinde de değiliz. Biz fani olduğumuzu aklından
çıkarmayan bir anlayışın mensuplarıyız. Kalıcı değiliz. Bugün varız, yarın
yokuz. Baki kalan bir hoş sada... Ölümün nerede ne zaman geleceği belli mi'
Musalla taşına yatırıldığınız zaman 'Falanca cumhurbaşkanıydı, falanca
başbakandı' veya 'Cumhurbaşkanı niyetine ya da başbakan niyetine' demeyecekler.
'Er kişi niyetine' diyecekler. Bu makamlar, bu mevkiler gelip geçici. Bunlar
bizleri şımartmasın. Ben tüm Adalet ve Kalkınma Partiler'e şunları söylüyorum:
Mütavazı ol'''Sınıf öğretmenliğinden alan öğretmenliğine geçiyoruz. Yani artık
din kültürü ve ahlak bilgisi dersini ilahiyat mezunları verecek. Uygun olan
odur. Ama 'Din kültürü ve ahlak bilgisi dersini ilahiyat mezunları niye versin'
diyenler olabilir. Niye, Çünkü bunlar ideolojik yaklaşımlardır. Halen ilahiyat
fakültelerine öğrenci almamak suretiyle adeta ilahiyat fakültelerini kapatma
gayreti içerisindeler. Kimse, bu konularda belli mevkilere, makamlara gelmiş
olanlar bana laf yetiştirmeye kalkmasınlar. Ülkede din kültürü dersi
öğretmenine ihtiyaç var mı, yok mu' Diyanet İşleri 16 bin camimizin boş
olduğunu belirtiyor. Bazıları da çıkıp 2 yıllıklar var, şu var bu var diyorlar.
Efendi bak. Bu senin işin değil. Diyanet İşleri'nin işi. Benim ihtiyacım
var diyor. Eskilerin dediği gibi 'yarım imam dinden, yarım doktor candan'
etmesin. Camilerde dinimizi hakkıyla bilenler olsun. Köyden gelen birine Cuma
hutbelerini verirsen farklı İslam dini olur.' şeklinde konuştuğu (Ek.42)
43) Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın 2005 yılı Haziran ayında Yeni Şafak gazetesi yazarları ile
yaptığı kahvaltılı toplantıda; 'Anadolu'ya gidiyoruz. Sizin tabanınızdan
insanların rahatsızlıkları var. İktidar olup muktedir olamamaktan söz
ediliyor... Türkiye'de hiçbir kurum kayıtsız şekilde tek başına muktedir
değildir. Buna siyaset de dâhil. Parlamentoda egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir deniyor. Bunun tanımına bile son zamanlarda dikkat ederseniz çok
farklı cümleler getirenler oluyor. Türkiye'de iki devlet vardır diyenler de
oldu. Fakat biz bu alanlarda da mesafe aldığımıza inanıyoruz. Eğer
hıçkırıklarımızı içimize atıyorsak, sebepleri var. Gerilim istemiyoruz.
Gerilimin faturaları çok ağır oldu. Ormanı yanmaktan kurtaralım istiyoruz.
Onun için üç beş ağaç yanıyor, bunu feda ediyoruz. Anadolu'daki serzenişler.
Bunun içinde başörtüsü var, sonra 263 var... Ana muhalefet lideri, kaçak Kur'an
eğitimi diyor. Kur'an eğitimi almanın kaçak olması mümkün değil. Zaten kanunun
metninde böyle bir şey yok, ruhuna aykırı. Bu ülkenin yüzde 98'i Müslüman olan
halkına hakaret ve saygısızlıktır. ' dediği, (Ek.43)
44) 2007 yılı Ekim
ayında Ankara Mehmet Akif Kız Kız Öğrenci Yurdu'nda öğrencilerle birlikte iftar
yemeği yiyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, bir öğrencinin türbana ilişkin
sorusuna, ''En büyük dileğim başı kapalı kızlarımızla, başı açıkların el
ele dolaştığı bir üniversite, bir ülkedir. Bunun için uğraşıyoruz. Bunu çözmek
en büyük aşkımdır (') Bunun için çalışıyoruz. Bunlar aşama aşama
yapılacak şeyler, birden olmuyor. Bazı mutabakatlar aranıyor. Bu konuyu her
getirdiğimizde önümüze engel çıkarılıyor. Şu an tek sorunumuz başörtüsü değil.
Anayasa meselesi de var.(') Bu durumun da sonu gelecek. Üniversitelere özgür,
istediğiniz gibi girebileceksiniz.(') İki oğlumun ikisi de istedikleri
üniversiteleri katsayı nedeniyle kaybetti. Bu bana hak mı' Çocuklarım da
katsayı kurbanı. Bizim imkânımız var da yurtdışında okutuyoruz(')' şeklinde
yanıtladığı, (Ek.44)
45) 2007 yılı Aralık ayı
başlarında Adana/Kozan ilçesinde bir kompozisyon yarışmasında ödül alan Tevhide
Kütük isimli lise öğrencisinin, resmi ödül töreninde türbanı ile yer almak
isteyince kürsüden indirilmesine tepki gösterdiği, aynı tarihlerde benzer bir
olayın Rize'de meydana geldiği, Emine Elif Azder isimli bir ilköğretim
öğrencisinin birincisi olduğu bir kompozisyon yarışmasının resmi ödül törenine
başı açık katıldığında, öğrencinin babasının kızının başının zorla açıldığı
iddiasında bulunduğu, Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın her iki öğrencinin
ailelerine telefon ederek üzüntülerini bildirdiği, bu haksızlıkların bir gün
mutlaka biteceğini, başörtüsü ile resmi toplantılara katılmalarına izin
vermeyen kamu görevlileri hakkında inceleme talimatı verdiğini belirttiği,
Başbakanın
kamuoyuna yansıtılan 'aileleri arama' eyleminden hemen sonra 12.12.007
tarihinde, TUBİTAK tarafından Milli Eğitim Bakanlığı Şura Salonunda düzenlenen
ve Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in de katıldığı ödül töreninde, lise 1.
sınıf öğrencisi türbanlı Elif Büşra Doğan'a ödülünü Milli Eğitim Bakanlığı
Müsteşar Yardımcısı Mehmet Temel'in verdiği,
Aynı
törende bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi Adıyaman Milletvekili Fehmi
Hüsrev Kutlu'nun, ödül alan türbanlı öğrenci ile birlikte basın
fotoğrafçılarına poz verdiği, (Ek.45)
46) Başbakan
Tayyip Erdoğan'ın 2007 yılı Aralık ayında '2. AB-Afrika Zirvesi'ne katılmak
üzere Lizbon'a giderken 'Yeni Anayasa'da türbanla üniversiteye girişi serbest
bırakacak mısınız'' şeklindeki soruyu; 'Benim özellikle üzüldüğüm konu şu: Anayasa
tartışmalarını başörtüsüne niye indirgiyoruz' Eğitim özgürlüğü başka bir şey,
din ve vicdan özgürlüğü başka bir şey. Zaten pazarda çarşıda bu insanlar
arasında bir problem yok. Problem seçkincilerin kafasında. Hizmet alanlar
noktasında genelde sorun yok. Gerçi bazı yerlerde son zamanlarda maalesef sorun
başladı ama genelde sorun yok. Eğitime gelince, ülkemizde eğitim özgürlüğü
noktasında kızlarımızın bu sıkıntısının aşılması gerekir diye düşünüyorum.
Türban yüzünden kızlarımız eğitim hakkından yararlanamıyor. İmkánı olanlar
yurtdışına gidiyor, olmayanlar ilkokuldan sonra eğitimi bırakmak zorunda
kalıyorlar. Üniversitede nasıl olsa önüm tıkanıyor diyerek liseye de
gitmiyorlar. Ben buna üzülüyorum. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan uygulama
başka ülkelere de örnek teşkil ediyor. Bazı Batı ülkelerinde eyalet düzeyinde
de olsa 'Siz Müslüman ülkesiniz, bakın sizin ülkenizde türban yasağı var'
diyerek böyle bir uygulamaya gidiyorlar. Bunu bir yerden çözmemiz lazım ama hep
beraber çözmemiz lazım. Rejim elden gidiyor diyorlar, rejim niye elden gitsin'
Bu hepimizin rejimi, hep beraber koruruz.' biçiminde yanıtladığı, (Ek.46)
47) Başbakan Recep
Tayip Erdoğan'ın 2008 yılı Ocak ayında 'Medeniyetler İttifakı Forumu' için
gittiği İspanya'da Europa Press'in konuğu olarak katıldığı kahvaltılı
toplantıda, 'Türban sorununu yeni anayasa ile çözecek misiniz'' sorusunu; 'semboller
dediniz, Benim partim içinde nasıl başörtülü varsa diğer partiler içinde de
var. Hepsinin siyasi tercihidir bu. Bu onların siyasi tercihine, dinin bir
gereği olarak başını örttüğüne inanan ve bunu bu şekilde uygulayana zorla şu
söyleniyor; 'sen bunu siyasi simge olarak takıyorsun ' deniyor. Hayır ben bunu
siyasi simge olarak takmıyorum, diyor. Velev ki (türbanı) bir siyasi simge
olarak taktığını düşünün. Bir siyasi simge olarak takmayı da suç kabul
edebilir misiniz' Simgelere, sembollere bir yasak getirebilir misiniz'
Özgürlükler noktasında dünyanın neresinde böyle bir yasak var''
şeklinde cevapladığı, (Ek.47)
48) Başbakan Recep
Tayip Erdoğan'ın, İspanya dönüşü Ankara Esenboğa Havaalanı'nda yaptığı
konuşmada; 'Yeni Anayasayı beklemeye gerek yok, onun çözümü çok kolay.
Oturup beraber mutabık kaldığımız bir cümleyle çözülür.(')bizim kafamız gayet
nettir. Karmaşıktır diyenler, kendi kafalarının durumunu düşünsünler.(')
Türkiye hala bu sorunu çözemiyorsa bu özgürlükler noktasında ciddi sıkıntıdır.
Bunu beraber aşarız.' dediği, (Ek.48)
49) Başbakan Recep
Tayip Erdoğan'ın 2008 yılı Ocak ayında partisinin İstanbul Ümraniye Kadın
kollarının düzenlediği bir toplantıda yaptığı konuşmada; Üniversitelerde
türbanın serbest bırakılmasının laiklik ilkesiyle çelişeceği yönünde
açıklamalar yapan kurumları hedef alarak,''Bizim önümüze ikide bir
Anayasayı çıkarmasınlar. (') En az onlar kadar Anayasa'yı biz de biliriz. (')kimse
kendini yasama-yürütme organının üstünde göremez. Yargı ihsası rey makamı
değil.(')Herkes konumunu, yerini gayet iyi bilmeli'' diye söylediği,
(Ek.49)
50) 9 Şubat 2008
günü Almanya'da gazetecilerin 'İslamiyet ile AB sürecini nasıl bağdaştırdığını'
sormaları üzerine Başbakan Erdoğan'ın; ''Farklı dinlerin mensuplarına bizler
nasıl 'siz niçin dininizi bu kadar iyi yaşıyorsunuz ya da bu kadar hassasiyetle
yaşıyorsunuz' deme hakkına sahip değilsek, bir müslümanın da dinini yaşamasına
kimse kalkıp 'sen niçin dinini bu kadar iyi yaşıyorsun, başarılı yaşıyorsun'
deme hakkına sahip değildir. Bir taraftan din ve vicdan özgürlüğü diyeceksiniz,
öbür taraftan kalkıp Müslüman için böyle bir defans uygulayacaksın. Bu defansa
uygulamaya bir defa kimsenin hakkı yok' dediği, (Ek.50)
51) Milli Eğitim
Bakanlığının düzenlediği 'Eğitime Yüzde Yüz Destek' kampanyasının
başlatılması töreninde konuşan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın; mesleki ve
teknik eğitime büyük önem verdiklerini kaydederek 'üniversite
sınavlarında meslek liseleri aleyhine işleyen katsayı uygulamasının da
önümüzdeki yıldan itibaren kaldırılacağını' belirttiği, (Ek.51)
52) 24.11.2003
tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 'Diyanet İşleri Başkanlığı Kur'an
Kursları ile Öğrenci Yurt ve Pansiyonları Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına
Dair Yönetmelik' ile ilköğretimi bitirmiş veya ilköğretim çağını geçmiş,
gündüz çalışmak zorunda olan ve kursa devam edemeyenlerden 10 kişinin müracaatı
üzerine, müftülüğün teklifi ve mülki amirin onayı ile kurs binaları ve
müftülükçe uygun görülen yerlerde 'akşam Kur-an kursları', okulların yaz
tatiline girmesinden bir hafta sonra, ilköğretimin 5. sınıfını tamamlayan
öğrenciler için kanuni temsilcilerinin talebine bağlı olarak Kur-anı kerimi ve
mealini öğrenebilmeleri ve dini bilgilerini geliştirebilmeleri amacıyla Milli
Eğitim Bakanlığının denetim ve gözetiminde 'yaz Kur-an kursları' açılabileceği,
kadrolu öğretici bulunmadığı takdirde imam hatip lisesi mezunlarının öğretici
olabilecekleri, okulların tatil olduğu zamanlarda iki ayrı ve haftada 5 günü
geçmeyecek şekilde sınırlanan yaz Kuran kursları için bu sınırlamanın
kaldırılması, önceden eğitim öğretim yılı devamınca açık olan yurt ve
pansiyonların, kurslarda eğitim öğretim yapıldığı sürece açık olması hükmünün
getirildiği,
Oluşan tepkiler ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in
9.12.2003 günü Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu ile Devlet Bakanı Mehmet
Aydın'ı ayrı ayrı kabullerinde yaptıkları görüşmesi sonrasında, Diyanet İşleri
Başkanlığı değişiklik üzerinde yeniden çalışma yaparak 23.12.2003 tarihli Resmi
Gazete'de yayımlanan Diyanet İşleri Başkanlığı Kur'an Kursları ile Öğrenci
Yurt ve Pansiyonları Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik'
uyarınca 24.11.2003 tarihinde yapılan değişiklik ile getirilen düzenlemelerin kaldırıldığı,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın; 'öğrencilerin
önündeki eğitim engellerinin kaldırılması gerektiğini' söyleyerek,
önceki değişikliğin destekçisi oldukları mesajını verdiği,
03.12.2004 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 'Özel
Öğrenci Yurtları Yönetmeliği'nin 51. maddesi ile 13.1.1989 tarih ve
89/13715 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan Öğrenci
Yurtları ile Benzeri Kurumların Açılması, İşletilmesi ve Denetlenmesi Hakkında
Yönetmelik'in yürürlükten kaldırıldığı, yeni düzenleme ile eski
yönetmeliğin 51/c maddesinde yer alan özel öğrenci yurtlarında, dinin veya dini
hissiyatı veya dince mukaddes sayılan şeyleri alet ederek faaliyette bulunmak
hükmünün, kapatma nedeni olmaktan çıkartıldığı, (Ek.52)
53) Birlik Vakfı tarafından
Grand Cevahir Otel'de düzenlenen 'Meseleler ve Çareler' konulu
toplantıda, imam hatip liseleriyle ilgili düzenlemelerin Cumhurbaşkanı'nın
13.05.2004 gün ve 5171 sayılı 'Yükseköğretim Kanunu ve Yükseköğretim
Personel Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunu'nun' vetosunun
ardından yeniden TBMM gündemine alınmamasıyla ilgili eleştirilerle karşılaşan
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Yasanın tartışıldığı dönemde, başta
Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı olmak üzere, sivil toplum örgütlerinin
tepkisini 'yasanın karşısına dikilenler' olarak niteleyip, meslek liselerinde
çocuklarını okutanları çocuklarının durumuna sahip çıkmamakla suçlayarak,
toplumun gerektiği cevabı vermediğini öne sürerek, Yasanın Mecliste ikinci defa
görülmemesinin nedenini; 'Şunu hatırlatmak isterim, biz bunun ikincisini
de yaparız, yapardık. Ama bunun bedelini siz ödemeye hazır mısınız' Bunun
bedeli var. Biz hükümet olarak bu bedeli ödemeye hazır değiliz. Çünkü daha önce
ödenen bedeller var. Biz şimdi bu meslek liselerinde okuyanlara da aynı bedeli
ödetemeyiz. Bunun için de bu adımı atamayız. Toplum buna hazır olduğu zaman bu
adım atılır.'' şeklinde ifade ettiği, (Ek.53)
54) 23.6.2005 günü
Nizip'te halka hitap eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın:
'İmam hatip ve meslek liseleriyle diğer düz liseler
arasında üniversiteye girişte uygulanan katsayı farkını doğru bulmuyorum. YÖK'ün bu tavrını tasvip etmemiz mümkün değil. YÖK şu
anda, düz liselerle meslek liseleri arasında ayrımcılık yapar durumda. YÖK bu
ayrımcılığı yapma hakkına sahip değil. Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde, 'Sen
meslek, sen düz liselisin' ayrımı yapılmaz. Şüphesiz bunlar kendi içinde
yapılmadığı sürece o zaman bizler, yasama organı olarak yapılması gerekeni
yaparız. Ben ve çocuklarım imam-hatip mezunuyuz. Türkiye'de böyle bir
ayrımcılığı kabul edemeyiz. Sürekli olarak imam-hatip okullarını öne çıkarmak
suretiyle meslek liselerini mahrum etmek ayrımcılıktır. Bu yanlıştan
vazgeçmelisiniz. Eninde sonunda bu ülke bu sorunu halledecek. Yavrularımızın
önünü açın ki okusunlar' Katsayı adil bir yaklaşım değil. Bir defa üniversiteye
girecek olan öğrencilerin önüne böyle bir katsayı zulmünü koymak çok büyük bir
adaletsizlik. Çünkü bu bir yarış. Siz bir imtihan yapıyorsunuz. O zaman 'Bu
imtihanı niçin yapıyorsunuz' diye sorarlar. Eğer bir meslek lisesi mezunu da bu
imtihana giriyor ve başarıyorsa yola devam eder. Önünü kesemezsiniz. Dünyanın
hiçbir yerinde böyle bir şey yok. Diğer ülkelerde, öğrenciler imtihana katılır
ve başarırsa istediği üniversiteye girer. Bunu kendi ailemde de yaşadım.
Yavrularımın hepsi arzu ettikleri üniversiteye imtihanları neticesinde
girdiler. Bu süreci icat edenler sadece meslek liseleri noktasından bakmadılar.
Niyet okuyarak baktılar ve bu niyet okuyucuları süreci şu anda bir zulme
dayalı olarak maalesef devam ediyor' Sen YÖK yönetimi olarak başarılı olmayı
istiyorsan, ben de buradan YÖK yönetimine sesleniyorum: Şu anda Türkiye
üniversiteleri dünyada ilk 500'ün içerisinde yer alamamış. İkinci 500'ün
içerisinde iki üniversite var. Birisi 600 küsur, diğer 900 küsur sırada. Önce
bunu halledin. Sen buralarda başarılı olamıyorsun, gelip yavrularımızın önünü
kesiyorsun. Bu, adalet değil.'''Diyorlar ki, bu bir siyasi simge. Ne siyasi
simgesi, ne alakası var' Bu siyasi simge ise bu başörtülü vatandaşım sadece
Adalet ve Kalkınma Partisi de mi var' Diğer siyasi parti mensupları arasında
başörtülü yok mu' Milleti bölme yoluna gitmeyiniz. Bu ülkede başı açık olan da
örtülü olan da benim canım, ciğerim, kardeşimdir'' 'Bu ülkede imam-hatip
okulları bizim dönemimizde kurulmadı. Bu okuldakiler, tüm dersleri okuyor,
bunun yanında dini ilimleri de okuyor. Ben ve çocuklarım da imam-hatip
mezunuyuz. Zamanında bu engelleri bana da çıkardılar. Gidip bir de liseyi
bitirdik, sonra üniversiteye girdik. Bu yanlıştan vazgeçmelisiniz. Eninde
sonunda bu ülke bunu halledecektir.'
dediği (Ek.54)
55) 2006 yılı
Nisan ayında Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) Genel Kurulu'na
katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, 'irticanın siyasete, eğitime ve
devlete sistemli bir şekilde sızmaya çalıştığını' söyleyen Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer'e tepki göstererek, bazılarının zaman zaman 'laiklik
tehlikede' diyerek havayı bulandırma gayreti içine girdiğini savunduğu, 'Bu
yanlıştır. 14 milyon kişinin oyunu almış ve iktidar olmuş bir parti, laiklik
karşıtı olarak bu sahneye çıkmadı' dediği, İrticanın ikide bir gündeme
getirilmesinin yanlış olduğunu vurgulayarak, 'Önce irticanın bir tanımını
yapın' Eğer irtica dini siyasete alet etmekse, Türkiye'de dini siyasete
kimlerin alet ettiği bellidir. Ama eğer siz dindar insanları siyasetten
alıkoymak için bunu konuşuyorsanız, bu millet de sizi affetmez. Bunu böyle
bilin. Bu ülkede dindar insanların da siyaset yapma hakkı vardır. '
şeklinde konuştuğu, (Ek.55)
56) Başbakan Recep
Tayyip ERDOĞAN'ın 12.02.2008 tarihinde AKP TBMM Grubunda yaptığı
konuşmada, kendisini ve partisini eleştiren Doğan Medya Grubuna hitaben 'Bunların
derdi laiklik değil, menfaat hesabı. Bunlar köşeye sıkıştırma metotları.
Tehditle bizden bir şey alamazsınız. Bunların istediği düzen demokrasi değil,
diktatoryal düzen' dediği, CHP Genel Başkanı Deniz BAYKAL'a yönelik olarak
da 'İdam sehpasının yolunu gösteriyor. Biz bu yola çıkarken daha önce de
demokrasiye inanmış insanların söylediğini söylüyoruz. Biz o beyaz
çarşaflarla beraber yola çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız. Bu
konuda rahatız.' diye söylediği, (Ek.161)
57) Başbakan Recep
Tayyip ERDOĞAN'ın 13.02.2008 tarihinde partisinin İl Başkanları Toplantısında
yaptığı konuşmada 'Biz küçük olsun, benim olsun mantığı ile hareket etmedik.
Yüzde yüzün hizmetkarıyız, belli bir kesimin değil. Bizlere karşı gösterilen
bir farklı yaklaşım varsa cevapsız kalmayız. Zira bize de inanan, güvenen
bir kitle var. O kitle, sessiz yığınlar olarak yıllar yılı bekledi. O dille
tercüman olacak siyasetçiler olarak bizi buraya gönderdi. (') 'Öfkeli
olduğumu söylüyorlar, öfke de bir hitabet sanatı. Çünkü ben zulmü alkışlayamam,
zalimi de sevmem. Yumuşak başlıysak uysal koyun değiliz'' dediği, (Ek.
162)
58) Başbakan Recep
Tayyip ERDOĞAN'ın 17.02.2008 günü ATV isimli televizyon kanalında gazetecilere
verdiği mülakatta 'Kızlarımızın önündeki en önemli engel birinci derecede
'Ben ülkemde üniversiteye gidemiyorum, neden'' 'başörtüm olduğu için
gidemiyorum' işte bunu aşabilmenin gayreti içinde, bundan sonraki beklentilere
yönelik olarak Türkiye'de yasalar zaten belli. (') Kurumsal mutabakatı yüzde
yüz bekleyenler bir defa yanlışın içindeler. Hiçbir zaman mutabakat yüzde yüz
olur diyemezsiniz. (') Her şeyden önce sessiz duran yığınların bir
temsilcisiyim. Bakın alanlara, belli insanlar gelip toplanıyor. Onlar da benim
vatandaşım ve oralarda bazı senaryolar düzenleniyor. Sabırla izliyorum.
Bulunduğum makam nedeniyle. Ama şu anda böyle bir şeyin karşısında eğer gerilim
taraftarı olsam o meydanlara 10 katını biz toplarız. (') 5 yıl başörtüsü
konusunda ses çıkarmadık. Hep sabır sabır dedik. (') Din İşleri Yüksek Kurulu
1980'de Kuran-ı Kerim'den bir ayeti alıyor şöyle diyor: Cenab-ı Hak bu ayeti
ile celile ile cahiliye devrinin bu adetini kesinlikle yasaklamış. Müslüman
kadınların başörtülerini, saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun ve
gerdanlarını örtecek şekilde yakalarının üzerine salmalarını emretmiştir.' şeklinde
beyanda bulunduğu, (Ek.163)
59) 28 Şubat 2008
tarihinde Vakıf Üniversiteleri Birliği üyelerini kabulden sonra Başbakanlık
koridorunda bazı üniversite yöneticileriyle yaptığı sohbette türban konusunun
gündeme gelmesi üzerine Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN'ın,'Sizin
üniversitelerinizin rektörleri de ÜAK Üyesi. Ancak bildiriye imza atanlar oldu.
Bu konuda daha ilkeli tavır bekliyoruz. Bu bildiriye niye karşı çıkmıyorsunuz'
Tavır göstermenizi beklerdik.' dediği,(Ek.164)
60) Başbakan Recep
Tayip Erdoğan'ın 7 Mart 2008 tarihinde partisinin Uşak ilinde düzenlediği
bir toplantıda kendisine 'Af yok mu'' diye seslenen bir vatandaşa, '..Af
yok, suç işleyen cezasını çeker, Devlet katili affetme yetkisine sahip değildir.
Katili affetme yetkisi aslında maktulün varislerine aittir. Öyle olması lazım''
diye yanıt verdiği, (Ek.165)
61) NTV'de katıldığı canlı yayında Ankara
Temsilcisi Murat Akgün'ün sorularını yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın, Anayasa Mahkemesinin Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili olarak
verdiği karar hakkında; ''Halk 3 kurumun değil 2 kurumun seçimini yapıyor.
Meclis Başkanı'nı halk seçmiyor. Bu beton bariyerler koymaktır. Biz Anayasal
olarak ne gerekiyorsa, bugüne kadar uygulama neyse bunu yaptık. Bunun dışına
çıkmadık. Kimse bize Anayasa'nın dışına çıktınız diyemez. Anayasa Mahkemesi'nin
verdiği karar çok konuşulacak. Bitmedi. Bu yargı için talihsizliktir,
yüzkarasıdır. Açık net her şey ortada.('). Bizim adayımızın ülkemizi temsil
noktasında neyi eksikti. Kariyerinden karizmasına kadar neyi eksikti. Her
şey art niyetli.' Dediği, (Ek.178)
Tespit edilmiştir.
b- Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Bülent Arınç'ın
laik devlet ilkesine aykırı eylem ve demeçleri
1) 'Girişim'
dergisinde hem kendi ismi ve hem de 'Mir Mahmut Rıza' adıyla Cumhuriyet karşıtı
yazıları yayımlanan, yazdığı 'Rahmetli-Bir Garip Oğlanın Hikayesi'
isimli kitabında, Atatürk'ten rahmetli diye söz eden, laiklik ve Devlet
hakkında küçültücü yorumlar yapan, hazırladığı 'İlk meclis' adlı
belgeseli resmi ideolojiye aykırı bulunduğu gerekçesiyle yasaklanan Kemal
ÖZTÜRK'ün, TBMM Başkanı Bülent ARINÇ tarafından 2003 yılında 'İletişim
Danışmanlığı' görevine getirildiği, (Ek.56)
2) TBMM Başkanı
Arınç'ın, Dolmabahçe Sarayı'nda, ''2. Değerli Eşya Bölümü'' nün açılışının
ardından Erdoğan'ın başlattığı kamusal alan tartışmasını sürdürerek; 'Anayasa
ve kanunlarda ''kamusal alan'' diye açıkça tarif edilmiş hiçbir şeyin
bulunmadığını' Anayasada olmayan, bir kanun içerisinde yer almayan bir kavramı
kimse kendi düşüncesiyle böyle olmalıdır diye kural olarak koyamaz ve
dayatamaz'' ''Anayasayı yapan kurum Meclis'tir. Başka hiçbir kimse yasama
yetkisini paylaşamaz'' dediği, (Ek.57)
3) TBMM Başkanı
Bülent Arınç'ın, 2005 yılı Nisan ayında katıldığı CNN Türk'te yayımlanan 'Ankara
Kulisi' programında, Milliyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Fikret Bila ile
Hürriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Nur Batur'un, 'Meclis'e çarşaflı bile
girebilir; bir kadın milletvekiline 'Bikiniyle Meclis'e girmemeli, yaşı
geçmiş' dediniz gürültü koptu. 'Laik demokratik sistemi Türk halkı
benimsedi' dediniz. Laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nden yana mısınız yoksa
gönlünüzde bir İslam devleti mi yatıyor'' sorusunu: 'Sözümü sakınmam.
Konumum engellemese hiçbir haksızlığa tahammül etmem. Espri yapmış olabilirim.
O hanımefendi, 'Bikiniyle gelsem ne olur'' dedi, kendimce cevap verdim, o da
kendine yakışır bir cevap verdi, alacağımız vereceğimiz kalmadı.' biçiminde
yanıtladığı,
'Cumhuriyetin temel ilkelerini düzenleyen ve
değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek olan Anayasa maddelerinin hukuk mantığı
içinde kendisine uygun gelip gelmediğinin' sorulması
üzerine; 'Anayasa Mahkemesi'nin yetkisi Anayasa'da sayılmış. Anayasa'nın
değiştirilmesi teklif bile edilemez maddelerine amenna, buna hiç kimsenin bir
şey söylediği yok. Başka bir şey söylüyorum. Bu Anayasa Mahkemesi'ni
Meclis'te yapacağım bir Anayasa değişikliğiyle kaldırabilir miyim'
Kaldırabilirim. Avrupa ülkelerinin hiçbirinde Anayasa Mahkemesi'ne benzer bir
kurum yok. Tartışmaya açmıyorum, bir şikâyetim yok. Bugün üye sayısını,
görev sahasını değiştirebilirim. Yüce Divan yetkisini alabilirim. Her kanunun
Anayasa Mahkemesi'ne gitmesini engelleyebilirim. Her şeyi yapabilirim. Ben
Meclisim. Başkana cevap vermiyorum. Cevap vermeyi arzu etsem kisvelerimizi
çıkarır geliriz, ne kadar güzel olur o zaman. AİHM türbanı yasakladı, yaşasın;
Abdullah Öcalan'ı yeniden yargılanmasına karar verdi, yuh. Böyle şey olur mu''
şeklinde yanıt verdiği, (Ek.58)
4) Dolmabahçe
Sarayında Karaman Valiliği ve Belediye Başkanlığı tarafından düzenlenen 'Karaman
Türk Dili Ödülleri Töreni'nin ardından, basın mensuplarının sorularını
yanıtlayan TBMM Başkanı Bülent ARINÇ'ın; 'Benim söylediğim şeyler, eski
tabirle malumu ilandır. Yani herkesin bilmesi gereken, aslında da bildiği
şeylerdir. Ben Meclis başkanı olarak 'Biz istemedikçe siz yasama yapamazsınız.
Sizin yaptığınız şeyi mutlaka iptal ederiz. Biz bir karar vermekle, her şeyi
kökünden hallettik' gibi bir tavra yabancı olduğumuzu, bunun doğru olmadığını
ifade etmek istiyorum. Yoksa sayın Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın şahsı ve
makamıyla da herhangi bir sıkıntımız yok. Çok da iyi ilişkilere sahibiz. Ama
yasama yetkisini elinde tutan Meclis'in üstünde hiçbir organ yoktur. Bugüne
kadar yoktu, bundan sonra da olmayacak. Yasama yetkisini biz, halkımızın
egemenliğinden alıyoruz. Bunu da kimseyle paylaşmaya niyetimiz yok.'
dediği,
Bir gazetecinin, Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa
Bumin'in sözlerine atıfta bulunarak, Bumin'in bütün Avrupa ülkelerinde Anayasa
Mahkemesi bulunduğuna ilişkin sözlerini nasıl değerlendirdiğini sorması üzerine
de; 'Sayın Başkan'ın bunları söyleyip söylemediğini bilmiyorum. Kendisine
selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Türbanla ilgili olarak konuşan veya
konuşamayan pek çok insanın düşüncelerini hepimiz biliyoruz. Bu benim konumun
dışında. Bu konuya bizleri çekmeye çalışanlara ben rica ediyorum ki, sizler bu
konuyu yerli yersiz gündeme getirmeyin ki, ülkemizde bir gerginlik olmasın. Bu
konuların daha çok muhatabı biz olurduk. 'Konuştu, ortamı gerdi' derlerdi.
Şimdi görüyoruz ki, biz konuşmayınca başkalarının canı sıkılıyor ve onlar
konuşmaya başlıyorlar. Onlara rica ediyorum, türban konusunda konuşacak
kimseler olaya pozitif yaklaşsınlar ve çözümü konusunda öneriler getirsinler.
Bu önerilere ihtiyacımız olabilir. Ben sayın başkanın konuşmalarıyla ilgili
olarak türbanı bir kenara bırakıyorum, niçin konuştuğu konusuna da girmiyorum.
Bir siyasetçi, Meclis'in bir mensubu olarak, Meclis'in yasama yetkisine gölge
düşürecek hiçbir söze tahammül edemem. Bu sözü hiçbir zaman kabul edemem. Bu
benim sorunum değil. Ülkeyi bağımsızlık savaşından Cumhuriyet'e, Cumhuriyet'ten
güçlü ve bağımsız bir devlet olmaya götürenlere, Meclis'e saygı duyduğum için
bunu yapıyorum. Bu tepkisel bir davranış değil. Dünkü televizyon programını
izleyenler meseleye nasıl hukuk ve Anayasa açısından yaklaştığımı görmüşlerdir.
Türkiye sahipsiz değildir. Meclisimiz hiç sahipsiz değildir. Bu Meclis'in
sahibi 70 milyon insanımızdır. Meclis kimsenin şamar oğlanı değildir. Bundan
sonra da olmayacaktır. Meclis'in yasama yetkisini gelişi güzel sözlerle 'sayın
başkanı dışında bırakarak söylüyorum. Başkalarının da bu konuda niyeti
olabilir' sarsmaya, örselemeye, yıpratmaya kimsenin hakkı yok.' yanıtını
verdiği,
Bir gazetecinin 'Anayasa Mahkemesi'nin
kapatılabileceğini söylüyorsunuz. Burada hukuk ne işe yarıyor'' şeklindeki
sorusunu, '(Anayasa Mahkemesi'ni kapatırız) şeklinde bir cümlem olmadı.
Anayasa Mahkemesi kaldırılabilir, Anayasa Mahkemesi ile ilgili Anayasa'nın
hükümleri değiştirilebilir. TBMM, yasama yetkisine sahiptir. Bir örnek olarak
söylenmiştir.' biçiminde yanıtladığı,
TBMM Başkanı Arınç'ın, katıldığı bir televizyon
programında Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin'in geçtiğimiz günlerde
yaptığı konuşmayla ilgili kendi düşüncesinin sorulduğunu, kendisinin de bunun
üzerine şunları dile getirdiğini söyleyerek, 'Sayın Bumin'in türbanla ilgili
sözlerini çok önemsemiyorum. Çünkü bu konular zaten geçmişten bu yana
konuşuluyor. Herkesin hemen hemen fikirleri aynı. Sayın Başkan'ın emekliliğine
2 ay kala niye böyle bir konuya temas ettiği konusuyla da ilgili değilim. Bu da
beni ilgilendirmiyor. Ama beni ilgilendiren bir yönü var. Bir siyasetçi,
milletvekili, TBMM'nin Başkanı olarak Sayın Bumin'in konuşmasıyla ilgili önemli
gördüğüm husus şudur: TBMM, Anayasa'nın 7. maddesi gereğince egemenliği
halkı adına kullanır ve yasama yetkisi O'na verilmiştir. Bu yasama yetkisi
mutlaktır. Yasama yetkisini kısıtlayacak, üzerine gölge düşürecek, bölecek,
birbirinden ayıracak bir mekanizma yoktur. Yasama yetkisini Meclis,
halkının adına, egemenlik adına kullanır dedim.' açıklamasında bulunduğu,
Arınç'ın Anayasa'yı yapanın Meclis olduğunu, halkoyuna da
Meclis'in sunduğunu ifade ettiği, Meclis'in bugüne kadar Anayasa'nın 40'dan
fazla maddesini değiştirdiğini hatırlatarak; 'Anayasa'nın değiştirilemeyecek
1, 2 ve 3. maddelerinin dışında her kurum değişebilir', 'Türkiye'de
demokrasi varsa, Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletiyse, bu Anayasa 1982'den
beri yürürlükte. Bunun hükümleri milletimiz tarafından kabul edilmişse, yasama
yetkisi önüne engel koymak isteyenlere demokratik ülkelerde ancak gülerler.
Dolayısıyla eğer Anayasa Mahkemesi, Anayasa içinde bugün hiç kimsenin
tartışmadığı bir kurum olarak, hiç kimsenin tartışmadığı bir konumda ise ama
yeri geldiğinde TBMM, Anayasa Mahkemesi üyelerini, üyelerinin seçiliş şeklini,
görevlerini değiştirebilir. Bugünkü bazı görevlerini alıp, yeni görevler
yükleyebilir. Buna hiç kimsenin itirazının olmaması lazım. Bu iktidar,
muhalefet meselesi değildir. Bütün siyasetçilerin, TBMM'nin bütün üyelerinin,
yasama yetkisinin Meclis'te olduğunu bilerek ona sahip çıkması lazım. Kim ki,
Meclis'in bu yasama yetkisini elinden almaya kalkışır, kim ki, Meclis'in yasama
yetkisine dil uzatmaya veya O'nu bölmeye çalışır, yanlış yapar. Ben bu
yanlışlığı söylemek istiyorum.', '312. madde nasıl değişti ki, 5 yıl
önce mahkûmiyet alan bir insan, bugün bütün sonuçlarıyla affa uğrayabiliyor.
Artık suç olmaktan çıkarıldı. 158 ve 159. maddeler değişti. Yani Anayasa'nın
değiştirilebilecek hükümlerinin hepsi Meclis, tarafından değiştirilebilir. Bazı
eski Anayasa Mahkemesi başkanlarının bugünkü sözlerine bakıyorum, yani Meclis,
bir yasama görevi yapacak. Bunun check-balans sistemi içinde kontrol
mekanizmaları vardır. Ama hiçbirisi mutlak değildir. Sayın Cumhurbaşkanı,
Anayasa değişikliğini tekrar görüşülmek üzere Meclis'e gönderebilir. Meclis de
bunu tekrar çıkarabilir. Sayın Cumhurbaşkanı, bunu halk oylamasına götürebilir.
Halk oylamasının sonucunu beklememiz gerekir. Ama hiçbir şey, Meclis'in yasama
yetkisini elinde tuttuğunun aksini göstermez. Anayasa Mahkemesi'ne gidilebilir.
Anayasa Mahkemesi, Anayasa değişikliklerini esas yönünden de incelemez. Sadece
şekil yönünden inceler. Niye bu kadar büyük laflar konuşanlar, Anayasa'yı bir
kere açıp da okuma zahmetine katlanmazlar' Anayasa Mahkemesi bir kanunu iptal
edebilir. Tümünü, bir ya da birkaç maddesini iptal edebilir. Ama Anayasa
Mahkemesi'ne vücut veren Anayasa'nın kendisi diyor ki; bu mahkemenin kararları
kanun koyucu yerine geçmez. Geriye yürümez. Ancak gerekçeli olarak yayınlandığı
zaman hüküm ifade eder.' şeklinde konuştuğu, (Ek.59)
5) Başkanlığını
yaptığı TBMM'nin mescidinde Kuran kursu açıldığının yazılı basında yer aldığı, (Ek.60)
6) TBMM'nin
açılışının 86. yıldönümü, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı nedeniyle
özel gündemle toplanan Genel Kurul'da konuşan TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın; 'Özgürlüklerin
genişletilmesinde, yasakların kaldırılmasında ve demokratikleşmede temel iki
zorunluluk vardır: Birincisi, Anayasa'ya uygun olarak Meclisin karar alması.
İkincisi ise, milletin mutabakatıdır. Yeni bir düzenleme yapılmasında, Anayasa
değişikliğinde kurumların görüşünü almak başka bir şeydir, kurumların mutabakat
şartını aramak başka bir konudur. Dünya üzerinde daha çok demokrasi için,
sadece 'kurumların mutabakatını' arayan demokratik başka bir ülke yoktur.Türkiye'de
doğal bir durummuş gibi gösterilen bu tutumun, demokrasi anlayışımızı,
özgürlüklere yaklaşımımızı ve hukuka olan inancımızın nasıl olduğunu açıkça
gösterdiği inancındayım. Anlaşılmaz bir şekilde özgürlüklerin genişletilmesi,
yasakların kaldırılması için yıllarca bu kurumların mutabakatı beklenir
olmuştur. Ancak bir mutabakat aranacaksa sadece Yüce Meclis çatısı altında
halkı temsil eden Milletvekillerinin mutabakatının aranması gerekir. Eğer
burada bir mutabakat sağlanamazsa gidilecek bir tek merci vardır, o da yüce
milletimizin iradesidir. Ülkenin rejimine karşı bu kadar güvensiz olunamaz.
Türkiye'nin rejimi her konu tartışıldığında sarsılacak, etkilenecek kadar zayıf
değildir. Hiç kimse Cumhuriyetten, demokrasiden, temel özgülüklerden vazgeçme
niyetinde değildir. Dolayısıyla ülkede bir rejim sorunu değil, rejimin sahibi
olma tartışması vardır. Ülke yönetiminde inisiyatif alanlarını genişletme ya da
sahip oldukları gücü kaybetmeme tartışmaları vardır. Laikliğin, Yüce Önder
Atatürk'ün, Cumhuriyetin, bayrağın, rejimin sahibi milletin kendisidir.
Milletin temsilcileri olan bizler tüm bu değerlere bağlı kalacağımıza, sahip
çıkacağımıza milletvekili olduğumuzda yemin ettik. Bugüne kadar bu yeminimize
muhalif bir tek davranış dahi bu Yüce Meclisimiz içinde vuku bulmamıştır.
Tartışmaların odağında yer alan ve nerdeyse tüm fikir ayrılıklarının gelip
dayandığı bir başka konu da laiklik ilkesidir. Açıkça belirtmeliyim ki,
Anayasa'mızın değiştirilemez maddesi olan laiklik ilkesine, Türkiye'de karşı
çıkan kimse yoktur. Bütün tartışmalar laiklik ilkesinin farklı yorumlanmasından
kaynaklanmaktadır. Bu yorum farkı nedeniyle kamusal alanda her dönemde farklı
uygulamalar yapılmış ve tartışma yaşanmıştır. Kamusal alan, yurttaşların ortak
meselelerini eşit ve özgürce tartıştığı alandır. Dolayısıyla her bireyin ayrım
yapılmadan haklarının korunduğu, haklardan yararlandığı ve kendilerini özgür
hissettiği bir alandır. Bu alanı güvence altına almak ve tüm yurttaşlarına
eşitçe kullanım hakkı sağlamak devletin görevidir. Kamu yararı devletin değil,
halkın yararına doğru genişletilmelidir. Devlet kamusal alanın sahibi değil,
koruyucusudur. Bu koruyuculuk; oradaki eşitliğin, adil paylaşımın ve
hizmetlerin her birey tarafından kullanılmasını sağlamaktır. Kamusal alandaki
özgürlüklerin ve hakların bir gruba, bir kesime kayması anında devlet
koruyuculuğu devreye girer ve haksızlığı önler. Devlet kamusal alanda herkes
için geçerli olan hakları bir kesime yasaklayamaz ya da sınırlayamaz. Buradan
hareketle laiklik ilkesinin yorum farklılığını gündeme getirmek gerekir.
Anayasamızın değiştirilemez maddesi olan laiklik maddesi, ilelebet var
olacaktır. Ancak günün şartlarına, toplum yapımıza uygun olarak yorum
farklılıklarını ortadan kaldırmak gerekir. Bu, laikliğin özünü değiştirmeyecek,
bilakis toplumun bir arada daha uyum içinde yaşamasına katkı sağlayacaktır.
Dünyada birçok örneği olan laiklik uygulamasının, Türkiye'dekine benzer tek
örneği sadece Fransa vardır. Orada bile laiklikten yola çıkarak hak ve
özgürlükler bizdeki kadar kısıtlanmamıştır. Laikliği bir toplumsal barış ve
uzlaşı mekanizması olarak algılamak gerekir. Laiklik, devletin inançlar
karşısında tarafsızlığını zorunlu kılar. Bütün inançların kendisini ifade
etmesine imkân vermek, bireylerin ibadet hürriyetini sağlamak laiklik ilkesinin
temel işlevidir. Devlet, bu işlevi uygulayan ve tüm inançlara eşit mesafede
davranan aygıttır. Sorun işte burada başlamaktadır. Devlet, dini inançların
yaşamasını teminat altına alması gerekirken, tam tersine kamusal alanda bazı
inançların yaşam hakkını, ifade hürriyetini kısıtlamaktadır. Bunu da
laiklik adına yapmaktadır ki, siyaset bilimi açısından büyük bir çelişkidir.
Bu çelişki yıllardır Türkiye'nin iç huzurunu zedelemekte ve bitmez tükenmez sorunları
beraberinde getirmektedir. Aydınların, siyasetçilerin ve akademisyenlerin hep
birlikte çözmesi gereken yorum farkından kaynaklanan işte bu
çelişkidir.' şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.61)
7) 23 Nisan
2006'daki TBMM özel oturumunda yaptığı konuşmanın ardından Anayasa
Mahkemesi'nin 44. kuruluş yıldönümü törenine katılan TBMM Başkanı Bülent
Arınç'ın, 'Konuşmanız hem takdir gördü, hem eleştirildi. Ne diyorsunuz'
sorusunu; 'Türkiye büyük bir devlet. Şu anda Türkiye'de en çok ihtiyacımız
olan şey toplumsal barış. Toplumsal barış projemizi gerçekleştirmek zorundayız.
Bunun gerçekleşebilmesi için bazı konularda elbirliği yapmamız gerekir. Bu
laikliğin yorumlanmasıdır. Laiklik ilkesine ne benim, ne başka bir kimsenin
hiçbir zaman ciddi bir itirazı olmaz. Ama laiklikten ne anladığınızı ortaya
koymalısınız. Katı laiklik uygulamasıyla insanlara sosyal hayatı bir cezaevine
çevirecek anlayışlar ne kadar zararlıysa, laikliği bir barış ve özgürlük, din
ve vicdan hürriyeti olarak tanımak ve insanların inançlarına müdahale etmemek
de o kadar toplumsal barışa hizmet edecektir.' biçiminde yanıtladığı, (Ek.62)
8) 2006 yılı Mayıs
ayında ATV de katıldığı Teke tek programda TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın, türban
tartışmalarıyla ilgili olarak, 'Kurumlar arası mutabakatı en çok başbakan
konuşuyor. Bu güzel bir şey ama, çok gerekli bir şey de değil. Çünkü Anayasa
görevi bize vermiş. Bireysel bir hakla ilgili referandum olmaz. Kurumların
mutabakatını aramak için gün geçirilmez. Kanun çıkarılırken vekillerin
mutabakatı aranır. Buradan da sonuç alınamadı ikinci yer millet iradesi yani
referandumdur. Bakalım halk ne diyecek' ifadelerini kullandığı, 'Anayasanın
hiçbir yerinde, 'laiklik şu anlama gelir' şeklinde bir madde yok' diye
söylediği, 'laikliğin, devletin, Cumhuriyetin bir vasfı olduğunu,
insanların laiklik vasfının olmadığını' ifade ettiği, (Ek.63)
9) TBMM Başkanı
Bülent Arınç'ın, 22. Dönem 3. yasama yılını değerlendirmek üzere düzenlediği
07.07.2007 günlü basın toplantısında; 'Yaşanan tartışmaların merkezinde
başörtüsü, laiklik, YÖK, imam hatipler, Kuran kursları ve benzeri konulardır.
Ancak tartışmanın ana merkezi bizce bu konular değildir. Tartışmanın ana
merkezi özgürlüktür. Türkiye'nin sorunu özgürlüklerin sınırını kimin
belirleyeceğidir. Sınırın Meclis tarafından belirlenmesini savunuyoruz. Bu,
demokrasinin gereğidir. TBMM, halkın temsil edildiği tek yerdir. Bu yüzden de
ülkenin kaderi için son sözü Meclis söyler. Ancak nedense bazı kurumlar ya da
kişiler, bu gerçeği kabullenmek istemiyorlar. Halk bu Meclis'i, partilerin program
ve projelerine bakarak seçmiştir. Ortaya çıkan aritmetik tablo ne olursa olsun,
Meclis'in her tasarrufu halkın kararıdır ve herkesin buna saygı göstermesi
gerekir. Dolayısıyla halka hesap verecek siyaset kurumunun, hiçbir siyasi
sorumluluğu olmayan kurumlar tarafından iş yapamaz hale getirilmesi, bloke
edilmesi kabul edilebilir bir durum değildir. Daha da şaşırtıcı olan şey,
'Meclis bu kanunu çıkaramaz, değiştiremez', diyerek, halkın iradesine meydan
okuyanların bile ortaya çıkmasıdır.' dediği (Ek.64)
10) TBMM Başkanı
Bülent Arınç'ın, 01.06.2006 tarihinde CNNTürk televizyonunda katıldığı canlı
yayında; 23 Nisan konuşmasındaki sadece laiklik konusunu birkaç kişinin
tartıştığını ileri sürerek; ''Söylediğimiz tek şey şudur: Anayasanın 2.
maddesinde demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlanan Türkiye
Cumhuriyeti'nin bu niteliklerine benim de kimsenin de bir itirazı yok.
Anayasanın 3. maddesi, bu ilkenin değiştirilmesini ve kaldırılmasını
yasaklıyor. Doğru olan da bu. Laiklik ilkesine 'evet' diyoruz ama burada
konuştuğumuz konu, bu ilke nasıl yorumlanacak' Anayasada laiklik tarif
edilmemiştir. Laiklik ilkesi söz konusudur. Başka hiçbir yasada laiklik ilkesi
tarif edilmemiştir.'' şeklinde konuştuğu,(Ek.65)
11) TBMM Başkanı Bülent
Arınç'ın, Yeni Şafak Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu ile
2006 yılı Mayıs ayında yaptığı mülakatta;
'Laiklik, Türkiye Cumhuriyet Devleti'nin niteliklerinden
bir tanesidir. Hiçbir itirazımız yok. Bunu çıkaralım gibi bir düşüncemiz kesinlikle
yok. Gerçek laikliğe bir itirazımız yok. Laiklik Türkiye'ye Batı'dan
gelmiştir. Bugün Batı kültürünün kendi içinde yaşattığı laiklik duygusu ile
Türkiye'de dayatılmak istenen laiklik arasında çok büyük farklar var.
Geçirdiğimiz değişimler sonucunda artık liberalizm, özgürlükler, insanların
kendilerini rahatlıkla ifade etmesi gibi bir noktaya geldik. Biz burada
laikliği din ve vicdan özgürlüğü olarak anlayabiliriz.'''Yargıtay
içtihatlarında 1985'e kadar katı laiklik anlayışı vardır. Bu tarihten sonra
katı laiklikten ayrılmıştır. Bir içtihatta der ki: 'Laikliğe iman etmek
mecburiyetinde değilsiniz.' Bugün 'dini ibadetler bile yasaklanabilir'
anlayışını kabul etmiyorum. Bir bayanın başındaki örtüsünü sokakta bile
giyemeyeceğini, taşıdığı kamusal görev sebebiyle yasaklayan bir anlayışın,
dünyanın hiçbir ülkesinde olmadığını düşünüyorum. Hem 'egemenlik milletindir'
diyoruz, hem de millete biraz korkuyla, biraz endişeyle, biraz şüpheyle
bakıyoruz. Geçmişten beri ceberrut bir zihniyet yani milleti 'güvenilmez, ne
yapacağı belli olmaz, çok fazla imkan vermemek lazım' düşüncesiyle kabul
ediyorsa tartışma oradan çıkıyor. Rejiminde, laikliğin de, demokrasinin de,
cumhuriyetin de bir tek koruyucu vardır o da Türk milletidir. Hiç bir kurum ben
korurum dememelidir.'
'Benim konuşmama bütün kurumlar dururken, sadece YÖK'ten
cevap geldiyse, ben şunu düşünürüm: Niçin sadece YÖK' Yani halk tabiriyle
yarası olan gocunur; kendilerine atfettiğimi anladılar da onun için mi' Bunu
düşünerek Sayın YÖK Başkanı Erdoğan Teziç bana cevap verdi. Teziç 'kuvvetler
ayrımı vardır bütün yetki ve egemenlik Meclis'te değildir' diyor. Evet doğru.
Ama sen bunların içinde yoksun! Sen yasamayı, yürütmeyi, yargıyı temsil
etmiyorsun! Senin bana cevap vermek veya beni eleştirmek hakkın yok! Sen ne
hakla kendini bu erklerden birisi olarak görüp bana cevap getiriyorsun'!..
Yüksek öğretim YÖK'e bırakılmayacak kadar önemlidir.'
'Biz birbirimizin görev sahasına müdahale etmeyeceğiz.
Anayasa Mahkemesi eski başkanı gözümüzün içine baka baka: 'Bizim kabul
etmediğimiz bir konuda siz yasama yapamazsınız' dediğinde, ben gereğini
söylemiştim. Eğer yürütme ve yargı kendi hukuklarını korumazsa, bazı kurumlar
kendilerini çok güçlü görerek, bunlar üzerinde söz söylemeye devam ederse,
büyük yıpranma olur. Ben Meclis Başkanlığım süresince Meclis'e sahip çıkmaya
çalıştım.'
'Ben kamusal alan derken, halkın özgürce paylaştığı
alanlar olarak tarif ediyorum. Birisinin, burası kamusal alandır, diyerek,
yasak levhası koyması bugüne kadar Avrupa'da kabul görmemiştir. Bazılarının
anladığı gibiyse kamusal alan, orada yaşamak mümkün değildir. Ne belediye
otobüsünde, ne hastanede, ne Tapu Kadastro'da ne belediye binası içinde, ne
Meclis'te, ne Çankaya Köşkü'nde, ne şurada ne burada... Kamusal alanı
devletin hizmet verdiği alanlar olarak sınırlamaya sokamazsınız. Burada insan,
halk önemlidir. Toplumda yaşayan insanların, eşit olarak paylaştıkları
özgürlüklerden eşit olarak istifade ettikleri alan olarak anlamak lazım. Devlet
bunun koruyucusudur, sınırlayıcısı değildir.'
'Tartışmalar yanlış yerlere çekildi, çünkü tam demokrasi
isteğine verecekleri bir cevap yoktur. Azınlık antireformcu bir grup tarafından
Türkiye'nin küresel güç olması engelleniyor. Bunlar güçlerini Türkiye'nin daha
özgür ve demokrasiye sahip olmasına engel olmak için kullanıyorlar. Çünkü, tam
demokrasi olsa bu azınlık antireformcular güçlerini kaybederler. Demokrasi
elitlerin rejimi değildir. Demokrasi, azınlık bir grubun rejimi değildir.
Demokrasi zenginlerin rejimi değildir. Demokrasi, fakirler, mağdurlar, mazlumlar
ve sokakta yaşayan herkes için vardır. Hiçbir ayrım yapmadan her birey için
vardır demokrasi. Bu hakkı kullanmaya kimse engel olamaz.'
'Bu kızlar Türkiye'de okuyamaz Suudi Arabistan'a
gitsinler, demek hem bizim için hem kızlarımızın için aşağılayıcı bir kelimedir.
Niçin Arabistan'a gitsinler' Başı örtülü olanlar sadece Arabistan'da mı
tahsillerini görüyor' Dünyadan habersiz. Avusturya'dan Güney Kore'ye,
Avustralya'dan ABD'ye kadar bütün ülkelerdeki üniversitelerin hepsinde çocuklar
başörtülü okuyabiliyor. Niçin o ülkeleri örnek vermiyorsunuz, Suudi Arabistan'a
gidin diyorsunuz' Bunun içerisinde bir aşağılama seziyorum. Bu söz bence bir
aşağılamadır..' dediği, (Ek.66)
12) TBMM Başkanı
Bülent Arınç'ın 2003 yılı Eylül ayında, Türkiye Demokrasi Vakfı'nca Armada
Otel'de düzenlenen toplantıda 'Meclis ve Demokrasi' konulu yaptığı konuşmada 'Siz
ifade özgürlüğüne tam sahip değilseniz, kapatılmamak için, önünüze engeller
çıkmaması, iktidara giderken bir takoza ayağınız takılıp da düşmemek için yalan
söylemeye, samimiyetsiz davranmaya, takiyye yapmaya mecbursunuz.' diye
söylediği, (Ek.67)
13) TBMM Başkanı
Bülent ARINÇ'ın 2007 yılı Nisan ayında Turgut Özal Düşünce ve Hamle Derneği
tarafından TBMM'ne verilen 'Demokrasi Ödül Töreni'nde yaptığı konuşmada;
''.1950 yılında 12 Nisan'ında Mareşal Fevzi Çakmak vefat ettiğinde O'na
görkemli bir dini tören yapılması tartışması çıkmıştı. Tartışmaların bir kısmı
sanırım yine laikliğe aykırı olacağı gerekçesiyle yapılmıştı. Ancak sonunda
halkın büyük sevgi beslediği Mareşal için Beyazıt Camiinde büyük bir katılımla
cenaze namazı kılındı ve sonra da defnedildi. O tartışmaların içinde 23 yaşında
bir genç öğrenci lideri daha vardı: Turgut Özal. Tarihin cilvesine bakın ki,
rahmetli Özal'ın cenazesi de aynı tartışmalara sahne oldu. Ancak yine aynı
görkemli kalabalık Fatih Camiinden O'nu hakkın rahmetine uğurladı. O zaman
sadece sevenleri değil, O'nu desteklemeyenler de o cenazeye katıldı ve
tekbirlerle 8. Cumhurbaşkanımız Edirnekapı'da defnedildi. O cenazede küçük
kartona elle yazılmış pankart taşınmıştı. Halkın arasından biriydi kuşkusuz.
Tekbirler eşliğinde taşınan cenazenin arkasından tutuluyordu. Şöyle yazıyordu o
kartonda: 'Sivil, dindar, demokrat Cumhurbaşkanı' Bu Özal'ın
kendisiydi. Bu milletin özlediği Cumhurbaşkanının tanımıydı. Baylar,
Bayanlar son elli yılda yaşanan tartışmaların nedeni işte bu kartona yazılmış
bu tanımdır. Sivil, dindar ve demokrat Cumhurbaşkanı taraftarları ile onun tam
tersi tanımların tartışması son elli yıldır hiç bitmedi. Bugün de tartışmanın
adı budur. Meclisimizin sivil, dindar, demokrat bir Cumhurbaşkanı seçecek
olmasına yine itiraz ediliyor. Menderes'in Başbakanlığına, Özal'ın
Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığına yapılan itirazların altında hep bu kimlik tanımı
vardır. Bu tanım kim ne derse desin, Türk milletinin kendi öz Cumhurbaşkanı
tanımıdır. Rahmeti Özal dindar olduğu için hakkında söylenmedik şey
bırakılmadı. 'Takunyalı' gibi seviyesiz sıfatlar Özal'a ve onun çalışma
arkadaşlarına o dönemde takıldı. Cuma namazına gitmesi, bayram namazına
gitmesi, Hacca gitmesi hep eleştirildi. Sivil olması, dindar olması,
demokrat olması nasıl sorun çıkartabilirdi bu ülke için'...' şeklinde
beyanda bulunduğu, (Ek.68)
14) TBMM Başkanı
Bülent Arınç'ın, 13.11.2005 tarihinde TBMM Sabit Osman Avcı Eğitim Tesisi'nde
basınla düzenlediği sohbet toplantısında ''Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi'nin (AİHM) Leyla Şahin hakkındaki kararının hukuki anlamda Türkiye
için bağlayıcı olmadığını, yasaklılığı savunmadığını, bu yasakların kaldırılması
halinde de kendisinin herhangi bir kısıtlayıcı madde getirmeyeceğini
düşündüğünü'' kaydetmiştir. ''AİHM bir mahkemedir ve verdiği karar da
bir yargı kararıdır. Bunun üzerinde söz söylerken, hukuki, objektif ve adil
olmak mecburiyetindeyiz. Duygularımızı işin içine sokarsak bir tartışmayı devam
ettirmiş oluruz. Türkiye'de maalesef pek çok konu tartışma yerine kavgaya
dönüştüğü için; tartışma, fikirlerini rahatlıkla ortaya koyma yerine,
birbirlerinin düşüncelerine karşı hasmane mücadele edildiği için, çoğu zaman da
ne olduğunun farkına varmıyoruz. Bu mahkeme kararlarına karşı bir şey
söylerken, 'mahkeme kararı yüzde yüz doğrudur, buna katılıyoruz' deme konusunda
biraz ihtiyatlı olmak mecburiyetindeyiz. Çünkü bu mahkemenin bugüne kadar ki
pek çok kararına karşı çıktık. Bu kararları hukuki olmaktan çok, siyasi olmakta
nitelendirdik. AİHM'in birçok konuda verdiği kararı eleştirirken, sadece bu
konuda verdiği kararı alkışlamanın bir çifte standart olacağını söyleyenler,
doğrusu çok da haksız sayılmazlar.'''''Dolayısıyla AİHM'in bu kararının hukuki
anlamda Türkiye için bağlayıcı olmadığını, yasaklılığı savunmadığını, bu
yasakların kaldırılması halinde de kendisinin herhangi bir kısıtlayıcı madde
getirmeyeceğini düşünüyorum. Bu karar sebebiyle Avrupa ya da ABD'de de yüksek
öğretimde, yani üniversitelerinde başörtüsünün yasaklanmayacağını düşünüyorum. Laiklik
tartışmaları eskiden beri devam eder, zaman içerisinde laiklik de gelişir. Ama
bugün bütün dünyada görebildiğimiz kadarıyla, din ve vicdan özgürlüğünün genel
anlamda kabul edilmesi halinde, Türkiye'de bu sebeple laikliğin ihlal
edildiğini söylemek de mümkün değildir.'' ''Bu kararı yanlış
bulduğumu ifade ediyorum. AİHM büyük bir yanlış yapmıştır''' ''Buradan söylüyor
ve iddia ediyorum. Hukukçulardan rica ediyorum; Bu konunun cevabı eğer bir soru
ise 'evet doğrudur, hayır yanlıştır...' ikisinden biri. Doğruysa sözümün
arkasına dikkat etsinler, yanlışsa biri bana desin ki hayır 3. bir kanun daha
var ki o kılık kıyafeti tanzim ediyor, yasaklıyor veya serbest bırakıyor. Böyle
bir hukuk normunu Anayasa içinde ya da kanun olarak bulmak mümkün değildir.
Anayasa Mahkemesi, kendisine yapılan başvurular sonucunda, Anayasa'nın 2, 3, ve
4. maddelerine atıf yaparak, 'çağdaş giysinin böyle olamayacağı konusunda' bir
hüküm getirmiştir. Anayasa Mahkemesi, Anayasa'da ve yasalarda açıkça ortaya
konulmamış bir hüküm konusunda, yorum yapmak suretiyle bir karar vermiştir.
Oysa Anayasa ve hukuk normları, mahkemeler tarafından uygulanacak
normlardır.(') Bugün Leyla Şahin davası nedeniyle tartıştığımız konu
üniversitelerde başörtüsüyle tahsillerine devam edip edemeyecekleri konusudur.
Ve benim bu konudaki argümanın Avrupa'da ABD'de pek çok ülkede de başörtüsüyle
üniversiteye devam edilebildiği, yasaklamanın ilköğretim okulları ve kamu
görevlileriyle sınırlı olduğudur. Hukukçuların meseleye bu açıdan da bakmasını
istiyorum. 70 milyon insanı huzursuz eden yasakların hangi anlamda konulduğunu
hangi anlamda kaldırıldığını bu açıdan düşünmeleri gerektiği için bunları
söylüyorum. 'Dünyanın her yerinde inandığı mesele için doğru haklı yolda
mücadele edenler sonunda bu özgürlüklerine kavuşurlar. Yapacağınız tek şey
demokrasi ve hukuk içinde kalmaktır. Devletimizi, toplumumuzu çiğnemeden 'benim
bu hakkım var' diyebilmeliyiz' ''Stilistler olsa da 5 tane baş örtme modeli
belirlese 'bu siyasi simge değildir' dese, TSE olmasa da Yüksek Öğretim Kurumu
yapsa iyi bir iş yapmış olur. Bu insanların hiçbiri devlete, Cumhuriyete,
Atatürk'e karşı değil.'''Türkiye'de eğitim birliği olduğunu anımsatan Arınç; 'Farklı
grupların okulları olsaydı, bunun yanında laik okullar olsaydı, ikili yapıyı
anlamak mümkündü. İnsanların tercih hakkı olurdu.' biçiminde konuştuğu, (Ek.69)
15) TBMM Başkanı
Bülent Arınç'ın, 15.11.2005 tarihinde Romanya'ya hareketinden önce Esenboğa
Havalimanı'nda düzenlediği basın toplantısında AİHM'in türban kararıyla ilgili
tartışmalara ilişkin olarak, ''Herkesi bu konuda dürüst olmaya
çağırıyorum''' ''Türban konusunda, 'bu iş bitmiştir' demekle iş bitmiyor. Eğer
bir sorun varsa bu sorunun çözümü konusunda herkesin yardımcı olması lazım.
Herkesin beyaz sayfa açarak olayda doğrudan taraf olmayı bir kenara bırakıp
toplumun, insanlarımızın huzuru için milletimizin kardeşliğinin, beraberliğinin
pekişmesi için bir çözüm bulmaya mecburuz. Ben size soruyorum; türbana 'siyasi
simge' diyorsunuz, türban da örtünme biçimlerinden birisidir. Böyle bir kabul
varsa, Anayasa Mahkemesi kararlarına bu girmişse ve devletin tüm kurumları bu
konuda bir hassasiyet gösteriyorsa peki eyvallah. Türban olmasın da ne olsun ben
bunu soruyorum. Benim bu soruma kaçamak cevap vermeyin lütfen. Benim bu sorumu
yanlış, gülünç, tartışılabilir bulabilirsiniz. O zaman da lütfen sizin
düşünceniz ne, siz bu konuda bir uzlaşma meydana getirebilmek için ne
öneriyorsunuz' Şimdi Türkiye'de bir kesim diyebilir ki, 'başını örtmek
kesinlikle yasaktır ve mümkün değildir. Bunu anlamak mümkün. Katılmazsınız ama
bu bir tavırdır. Denir ki şu veya bu şekilde başını örtmek kesinlikle yasaktır.
Bunun tartışması olmaz. Yani 'yasaktır' denmişse bunun azı mı, çoğu mu nasıl
olacağı konusunda kimsenin tartışmaya girmesi düşünülemez.'' '''Bu kızların, bu
bayanların üniversitede örttükleri şeye türban denir ve türban bizim geleneksel
baş örtülerinden birisi değildir. Bir inancın gereği değildir. 'Bu bir siyasi simgedir'.
Buradan şunu anlayabiliriz, türban takmamak suretiyle baş örtülebilecekse bu
serbesttir. Bilmem yanlış mı anlıyorum' Bu konuda dürüst ve samimi davranan
çevreler, Türkiye'de böyle bir çıkar yol bulmaya çalışıyorlarsa, mesela bazı
toplumlarda türban şeklinde değil de 'geleneksel başörtüsü' denen şekilde yok
aşağıdan bağlayarak, kelebek yaparak, önden biraz açarak, arkadan biraz fazla
bırakarak, bu tip birbaş örtmenin siyasi simge sayılamayacağı ve serbest
olacağı konusunda bir duyarlılık varsa ben teklifte bulunuyorum; diyorum ki,
türban değil, siyasi simge değil ama başını örtmek isteyen nasıl örtsün' Siz
bunu tarif edin hukukta...' dediği, (Ek.70)
16) Türbanın
yükseköğretim kurumlarında serbest bırakılması amacıyla Adalet ve Kalkınma
Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisisin ittifak yaparak Anayasanın 10 ncu ve
42 nci, Yüksek Öğretim Kanunun Ek 17 nci maddesinin değiştirilmesi teklifini 1
Şubat 2008 tarihinde TBMM'nin gündemine taşımaları sonrasında, 22 nci dönem
TBMM Başkanı ve halen davalı parti milletvekili olan Bülent Arınç'ın, ''İnsanlar
sokakta teneke çalmaya başladı. Yüzde 47 oy almış bir parti,
mütevazi olacağım diye, teneke çalıp gürültü yapanların karşısında neredeyse
mahcup durumda'' dediği, türbanlı öğrencileri kastederek, ''Onlar bu kıyafetiyle
giremezken, çok sevgili arkadaşları hangi kıyafetle okula giriyorlar,
hepiniz biliyorsunuz'' diye söylediği, (Ek.71)
Anlaşılmıştır.
c- Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün laik devlet ilkesine
aykırı eylem ve demeçleri
1) Laik
devlet yapısını değiştirerek yerine dini kurallara dayalı bir devlet kurmak
amacıyla yasadışı örgüt kurup bu amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulunmak
suçundan hakkında dava açılan Fetullah GÜLEN isimli tarikat liderinin yurt
dışında kurduğu okullar bir ticari şirket olarak değerlendirilip temas ve
işbirliği yapılması, Abdullah Gül'ün Dışişleri Bakanı olduğu dönemde Bakanlığın
genelgesi ile Büyükelçiliklerimizden istenmiştir.
Şöyle ki;
Genelkurmay Harekat Başkanlığının Mart 2002 tarihli 'PKK,
DHKP/C ve İrticai Örgütlerin Avrupa'daki Faaliyetleri' adlı raporunda 'demokratik
yollardan devlet kademelerinde kadrolaşarak, Atatürk İlke ve Devrimlerini
ortadan kaldırıp Şeriat esaslarına dayalı bir devlet kurmayı ve bunu takiben
Dünya İslam birliğini gerçekleştirmeyi hedeflediği' belirtilen Fetullah
GÜLEN isimli cemaat liderinin yurt dışında kurduğu ve faaliyetleri nedeni ile
bulundukları ülke Devletleri tarafından Türkiye'nin uyarılmasına neden olan
okullar bir ticari şirket olarak değerlendirilip temas ve ilişki kurulması,
Abdullah Gül'ün başında bulunduğu Dışişleri Bakanlığının bir genelgesi ile
Büyükelçiliklerimizden istenildiği,
Dışişleri Bakanlığı'nın, Büyükelçiliklere gönderdiği bir
başka genelge ile de; Milli Görüş örgütlenmesinin Genelkurmay Harekat
Başkanlığınca düzenlenen ve yukarıda sözü edilen raporda, 'şer'i esaslara
dayalı devlet düzeni kurmayı amaçladığının' belirtilmesine (Ankara 2 Nolu
Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin 1999/37 sayılı dava dosyası. Klasör no:17) ve
Almanya ile imzalanan Güvenlik İşbirliği Anlaşması'nda Avrupa Milli Görüş
Teşkilatı'ndan 'köktenci terör örgütü' olarak söz edilmesine rağmen, bu
teşkilat mensuplarının yurtdışındaki vatandaşlarımızın sorunları ve milli
konularda dış temsilciliklerimizce gerçekleştirilen faaliyetlere katkıda
bulundukları belirtilerek bu örgütle temas ve işbirliği kurulmasının
istenildiği, (Ek.72)
2) Dışişleri
Bakanı Abdullah Gül'ün 2005 yılı Kasım ayında bir gazetecinin, Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, AİHM'nin türban kararını din alimlerinden görüş almadan
vermesini eleştirdiği açıklamasını hatırlatarak 'AİHM kararından önce din
bilginlerine danışması gerekir mi'' şeklinde soru sorması üzerine 'Bunu
AİHM'ne sormanız gerekir. Sayın Başbakan'ın söylediği gayet açık. Mademki din
ve inançlarla ilgili konular söz konusu, o zaman din bilginlerinden de görüş
almak gerekir şeklinde düşüncelerini paylaşmış arkadaşlarla. Bunu farklı
mecralara çekmenin bir anlamı yok. Buradaki tuzağı da gayet iyi görüyoruz biz.
O açıdan bu konularla ilgili dikkatli hareket etmeye devam edeceğiz. İnanıyorum
ki günü geldiğinde Türkiye kendi sorunlarını kendisi çözecek olgunluğa
ulaşacak.' dediği, (Ek.73)
3) Dışişleri
Bakanı Abdullah Gül'ün, 2003 yılı Kasım ayında Roma'daki AB Troykası
toplantısına giderken uçakta yaptığı söyleşide Avrupa Birliği İlerleme Raporu'nun
demokrasi ve insan hakları alanlarındaki sorunlar listesinde türban yasağının
dâhil edilmemesini eleştirdiği, (Ek.74)
4) 2004 yılı Ekim
ayında SKY-Türk televizyonunda soruları yanıtlayan Dışişleri Bakanı Abdullah
Gül'ün, türban yasağının AB insan hakları standartları içinde bulunmayan bir
yasak olduğunu ve günü geldiğinde bu yasağın Türkiye'de kalkacağından şüphe
duymadığını belirterek, raporda türban konusuna yer verilmemesi konusunda; 'Tabii
ki bunlar AB insan hakları standartları içinde olmayan yasaklardır. Günü
geldiğinde bunların hepsi kalkacak Türkiye'de. Ben doğrusu bundan eminim.
Paris, Londra veya Berlin'deki bir üniversitede olmayan yasakların, Türkiye'de
de olmaması gerekir. Üstelik bizim kendi kültürümüzün bir parçasıysa hiç
olmaması gerekir. Bunlara zamanla, soğukkanlılıkla halledilmesi gereken
konular olarak bakıyoruz. O açıdan toplumun da bunları bu şekilde göreceğine
inanıyorum, ama muhakkak ki bu tip yasaklar Türkiye'de kalkacaktır. Bunlar AB
standartlarındaki özgürlük, demokrasi, insan hakları anlayışıyla bağdaşmaz. AB
söz konusu olmasa bile bunlar bizim partimizin, hükümetimizin zaten öncelik
verdiği konulardır. Bunların uzlaşma ortamı içinde çözülmesi gerektiğine
inanıyoruz.' şeklinde açıklamalarda bulunduğu, (Ek.75)
5) Dışişleri
Bakanı Abdullah Gül'ün, BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin kabulünün 55.
yıldönümü nedeniyle özel gündemle toplanan TBMM İnsan Hakları İnceleme
Komisyonu toplantısında, hedeflerinin ifade ve inanç özgürlüğünün işkence ile
terörden arındırılması olduğunu, bununla ilgili yasal düzenlemelerin hepsinin,
kararlı şekilde gerçekleştirileceğini belirterek; 'ifade ve inanç
özgürlüğünde kararlıyız; herkes inandığını yaşayabilmeli..Herkes güven içinde,
korkudan, endişeden uzak olmalıdır. Düşündüğünü inandığını rahatlıkla ifade
etmeli, inandığını rahatlıkla yaşayabilmelidir. İfade ve inanç özgürlüğü,
işkenceden ve terörden tamamen arınmak, bizim hedefimizdir. Bununla ilgili
yasal düzenlemelerin hepsi, kararlı şekilde gerçekleştirilmeye devam
edilecektir' şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.76)
6) İstanbul
Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Leyla Şahin'in, 1998 yılında derslere
türbanla girmekte ısrar edince 15 gün okuldan uzaklaştırma cezası aldığı,
ardından okuldan atıldığı, iç hukuk yollarını tüketen Şahin'in türban yasağının
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin, 'hiç kimsenin dinsel inanç ve
kanaatlerinden dolayı eğitim görmekten men edilemeyeceğine' ilişkin din ve
vicdan hürriyetiyle ilgili 9. maddesinin ihlali olduğunu ileri sürerek AİHM'ne
başvurduğu,
Strasbourg'daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde
görüşülen Leyla Şahin davasında Hükümet adına Abdullah Gül'ün başında bulunduğu
Dışişleri Bakanlığı kanalıyla gönderilen yazılı savunmada; Türkiye'nin laiklik
ilkesi, çağdaş eğitim konusundaki tutumu, çağdaş eğitim ilkeleri, yasal
düzenlemeler ve mahkemelerin aldığı kararlara yer verilerek, Türkiye'de
Anayasa'nın, din istismarını yasakladığı, türbanın üniversitelerde laik
eğitimle çeliştiği ve bağdaşmadığı, gericiliği teşvik ettiği gerekçesiyle,
türban yasağının Anayasa'ya uygun olduğunun vurgulandığı, 'Türbanın
üniversitelerde laik eğitimle çeliştiği ve bağdaşmadığı, gericiliği teşvik
ettiği, çağdaşlaşma yolunda bir geri adım niteliğinde bulunduğu, amacın
modernleşme ve çağdaş görüntüyü korumak olup, siyasal simge haline getirilen
başörtüsü, özgürlük sorunu değil politikacılar tarafından şeriat amaçlı
kullanılmış bir olgu olduğu' görüşü dile getirildiği, üniversitelerde
başörtüsü yasağının kaldırılmasının dinin siyasal alana çekilmesi ve siyasal
araç durumuna getirilmesi açısından taşıdığı sakıncalara da dikkat çekildiği,
Savunmada, Anayasa Mahkemesi'nin 1989 yılındaki kararına
atıfta bulunularak, türbanın kamusal alanda yasaklanmasının Türkiye
Cumhuriyeti'nin temel niteliklerinin düzenlendiği ve 'değiştirilemez'
maddeleri arasında yer alan 'Başlangıç Bölümü' ile 'laiklik'
ilkesinin yer aldığı 2. maddesine, 'eşitlik' ilkesinin düzenlendiği 10.
maddesine, 'din ve vicdan özgürlüğü'nü tanzim eden 24. maddesine ve 'İnkılap
Kanunlarının Korunması'nı düzenleyen 174. maddesine uygun olduğunun
belirtildiği, türbanın masum bir yaşam biçimi olmanın dışında cumhuriyet ilke
ve inkılaplarına karşı bir sembol olduğunun vurgulandığı,
Dava sırasında Leyla Şahin'in Avukatının ek görüş belirtmesine
müteakip AİHM'nin bu ek görüşü ülkemize ileterek savunma yapılıp
yapılmayacağının sorulması üzerine Türkiye'nin Strazburg'daki Avrupa Konseyi
neznindeki daimi temsilciliği, 2003 yılı Kasım ayında türbanın gericiliği
teşvik ettiği, çağdaşlaşma yolunda geri adım olduğu, laik eğitim ilkesine ters
düştüğü, siyasilerce şeriat bayraktarlığı için siyasi amaçlı kullanıldığı
gerekçelerini içren ek savunmayı gönderdiği,
Hükümet adına gönderilen ek savunmadan bir ay sonra
Aralık 2003 başında haberdar olan ve ek savunmadaki ifadeleri öğrenen Dışişleri
Bakanı Abdullah Gül'ün kendisini ve partisini zor durumda bırakacak ek
savunmayı geri çekilmesini istemesi üzerine Türkiye'nin 10 Aralık'ta AİHM'e
başvurarak ek savunmasından vazgeçtiğini, belgeyi geri çektiğini bildirdiği,
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün, 2003 yılı Aralık
ayında, Hükümetin bilgisi dışında AİHM'ne verilen savunmayı, onaylamadıkları
için geri çektiklerini, davayla ilgili olarak yeni bir savunma
vermeyeceklerini, Türkiye Cumhuriyeti adına 2002 yılında bir savunma
verildiğini, davanın savunma aşamasının tamamlandığını belirterek, 'Dolayısıyla
hükümetimiz adına yeni bir savunma mevcut değildir. Kaldı ki, hükümetimizin
konuyla ilgili tutumunun yasaklama yerine özgürlükten yana olduğu bütün
kamuoyunca bilinmektedir'' dediği, (Ek.77)
7) 2005 yılı
Aralık ayında Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül'ün Akşam
Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Serdar Turgut ile yaptığı mülakatta; 'Düşünsenize
ben toplumda hak ve özgürlüklerin gelişmesi için bu kadar mücadele vermişim,
sonra da hayattaki en yakınım olan eşimin hakları için mücadele etmemem
istenecek, böyle bir şey olabilir mi' Adalet ve Kalkınma Partisi olarak
türban konusunu biz fikir ve ifade özgürlüğü kapsamında görüyoruz ve
değerlendiriyoruz. İsteyen başını örter, isteyen de örtmez, örten de nasıl
örteceğine karar verir. Meselenin benim için özeti budur. Düşünsenize ben
bu toplumda hak ve özgürlüklerin gelişmesi için bu kadar mücadele vermişim,
sonra da hayattaki en yakınım olan eşimin hakları için mücadele etmemem
istenecek, böyle bir şey olabilir mi' Ben bu türban konusunda en zor konumdaki
insanlardan bir tanesiyim. Bu İnsan Hakları Mahkemesi'ndeki Leyla Şahin davası
sürecinde de daha net olarak ortaya çıktı. Ben devletin görüşünü ve var olan
kanunları savunmak zorundayım, bu yüzden vicdanım ile devlet işleri arasında
sıkışıp kalıyorum. Ancak Türkiye'de insanlar baş örtülmesi işine fikir ve
vicdan hürriyeti bağlamında bakmaya başladıklarında benim gibi insanların
vicdanları ile devlet kuralları arasında sıkışıp kalması da sona erecektir.
Buna inanıyorum.' şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.78)
8) Dışişleri
Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül'ün, 2005 yılı Kasım ayında AİHM'nin
türbanla ilgili Leyla Şahin kararı üzerine görüşlerini; 'Bildiğim kadarıyla
bu, yasakları savunan bir şey değil. Bir kurumun uygulaması, o kurumun yetkisi
dahilinde diyor. Bu, yasakların devam ettiği anlamına gelmez. Bunun ötesinde
bu, Türkiye'nin kendi sorunudur. Bu tip yasaklarla Türkiye'nin bir yere gitmesi
mümkün değildir. Türkiye'de azınlıkların dini hakları, özgürlükleri söz
konusu olurken, çoğunluğun hak ve hukukuyla ilgili konularda eğer kısıtlamalar
varsa, bunlar savunulacak işler değildir. Ama bunlar kendi
meselelerimizdir. Kendi sorunlarımızı kendimizin çözeceğimize inanıyorum. Muhakkak
ki bunların bir süresi vardır. Kimse de çıkıp yasaklarla övünmesin.
Yasakları savunmak, yasaklarla övünmek kimseye şeref getirmez, kimseye de onur
kazandırmaz. O açıdan hep beraber günü gelecektir ki, bunların hepsi kendi
inisiyatifimizle temizlenecektir.'İleride görürsünüz, yapılır mı, yapılmaz
mı' Bu bir turnusol kağıdı gibi; kimin ayrımcılığı, kimin yasakçılığı savunduğu
görülmektedir. Çağdaşlık, demokrasi, şeffaflık, hukukun üstünlüğü, en
bireysel hak ve özgürlüklerin teminat altına alınmasıdır. Bu olay turnusol
kağıdı gibi herkesin görüşünü ortaya koyuyor. Hükümet yasakları kaldırmakta
kararlıdır. Türkiye'nin bütün meseleleri çözülmedi. 3 sene öncesinin
özgürlükleriyle bugünü mukayese ederseniz çok farklı bir ortam var. 3-4 sene
önce neredeyse başörtülü insanlara Kızılay'ı (Kızılay Meydanı) bile yasak
edeceklerdi. Bugün öyle mi' Bunlar şüphesiz ki, hâlâ tam bir demokratik ülkede
olması gereken özgürlüklerin kullanıldığı anlamına gelmiyor.' şeklinde
açıkladığı, (Ek.79)
9) Dışişleri
Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül'ün 2005 yılı Kasım ayında; 'Türkiye'de
kadınların yüzde 70'e yakını başörtüsü kullanırken, hâlâ üniversitelerde,
birçok yerlerde ne yazık ki sıkıntılar var. Ama bunları kesinlikle unutmuş
değiliz, bunu açık söyleyeyim. Önce bu sıkıntıyı kendi evinde yaşayan insanlar
olarak böyle bir şey söz konusu olabilir mi' Bunlar Türkiye'ye yakışmayan
yasaklardır. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin bir meselesi olarak da görmüyorum.
Bütün Türkiye'nin meselesidir. İsteyen başını açar, isteyen örter bu bireysel
bir özgürlüktür. Bir problem varsa, çözülecektir. Gittiğim yerlere eşimle davet
ediliyorum. Zirve toplantıları da dahil, en ufak protokol sıkıntısı çekiyor
değilim. Eşime uygulanacak protokol ne ise o uygulanıyor. En ufak bir sıkıntı
görülmüyor. Milli Eğitim Bakanlığımız'ın bu adaletsizlikleri (katsayı)
gidermeye yönelik çalışmaları var, tahmin ediyorum bu uygulamalar bu yıl
geçerli olacak. Bir Anayasa değişikliği olmadan YÖK'te reformları
gerçekleştirmek mümkün değil. Türkiye'nin her tarafında reformlar olurken,
'Üniversite dokunulamaz, YÖK dokunulamaz' demek çok mantıksız, kabul edilemez
bir şey' şeklinde konuştuğu, (Ek.80)
10) Danıştay 2.
Dairesi'nin Aytaç Kılınç'a ilişkin 26.10.2005 gün ve 2004/4051-2005/3366 sayılı
kararı ile ilgili olarak Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah
Gül'ün; 'Doğrusu bunu kaygıyla karşılıyorum ve hayretler içinde kaldık.
Türkiye'nin giderek demokratikleşme eğilimine ters bir davranıştır bu. Bu yaklaşımın
altında negatif özgürlükler anlayışı vardır. Bu anlayış bildiğiniz gibi
otoriter, diktatör rejimlerin felsefesidir. Halbuki Türkiye giderek
demokratikleşen, bireyin, toplumun haklarının daha da genişletilmesine doğru
bir yöneliş içindedir. Bu, Türkiye'nin yönelişine ters bir karardır'' 'Bizim
anlayışımız hep pozitif özgürlüklerden yanadır. Bu açıdan kararı yanlış ve
tehlikeli görüyorum' 'Çünkü böyle bir yaklaşımla giderek, yarın oruç tutan bir
öğretmeni bile, (öğreniciye yanlış örnek oluyor) diye suçlarsınız. Çünkü
görebildiğim kadarıyla bu karar dini bir vecibeyi yanlış bir örnek olarak
gösteriyor. Bunlar çok tehlikeli ve yanlış şeylerdir, umut ederim ki
düzelir. Bütün bu kararlar alınırken, şu herkesin zihninde olması gerekir ki
Türkiye giderek özgürleşen, demokratikleşen, sivil alanı daha da genişleten bir
toplum olacaktır. Buna kararlıyız. Toplum olarak, meclis olarak, hükümet olarak
kararlıyız. Bu bakımdan bu kararın ciddi şekilde kamuoyunda büyük bir
olgunlukla tartışılacağını ve herkesin bir kez daha düşüneceğini ve
yanlışlarını düzelteceğini tahmin ediyorum.' dediği, (Ek.81)
Tespit edilmiştir.
d- Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in laik devlet
ilkesine aykırı eylem ve demeçleri
1) Milli Eğitim
Bakanı Hüseyin Çelik'in, mesleki teknik eğitim mezunlarına ÖSS'de uygulanan
katsayılarla ilgili sorunu yapacakları değişikliklerle çözeceklerini söylediği,
İmam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye girişini
zorlaştıran katsayı engelini ortadan kaldırmaya söz veren Hükümet tarafından
hazırlanan imam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye girişlerine kolaylık
sağlayan, üniversiteye giriş sınavını Milli Eğitim Bakanlığı ile Yükseköğretim
Kurulu'nun ortaklaşa düzenleyeceğini ve kılık-kıyafet yönetmeliğinin
üniversiteler tarafından hazırlanacağını öngören 'Yükseköğretim Kanununda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun' TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildiği, ancak
Cumhurbaşkanı tarafından veto edildiği, (Ek.82)
2) Açık Öğretim
Lisesi Yönetmeliğinde yapılan değişikliklere ilişkin gösterilen tepkileri
değerlendiren Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in 2005 yılı Aralık ayında; 'Açıköğretim
Lisesi Yönetmeliğine, sırf imam hatipliler de faydalanacak diye karşı çıkanlar,
gerginliği hedefleyenlerdir' Yönetmelikte imam hatipler geçmiyor. Bu
Yönetmeliğe 'İmam Hatip Yönetmeliği' adını koyuyorlar. Sonra da verdikleri bu
ismi öne sürerek, gerginlik ortamı meydana getirmeye çalışıyorlar. Bu
istismardır. Bu hasmane tutumdur. Bizleri imam hatipler üzerinden siyaset
yapmakla' suçluyorlar. Ben mi koydum o ismi' O isim senin koyduğun isim. Biz,
'Herkesin faydalandığı bir haktan imam hatipler de faydalansın' diyoruz.
'Hayır, onlar faydalanmasın' tavrının izahı yok. Ortada iyi niyetle bağdaşmayan
bir tutum var... Doğrusu ben ortada zerre kadar hukuksuzluk göremiyorum.
Hukuksuzluk yok, aksine, bir adaletsizliğin bir ölçüde de olsa giderilmesi var.
Eşitlik ilkesinin gereğinin yerine getirilmesi var. Bunun dışında bir şey yok.
Ama, hukuk mekanizmalarına herkes başvurabilir. Bunun için kimseyi
eleştiremeyiz'.Burada, çifte diplomadan bahsediliyor. Bir hak verilmiş. Bu
haktan, İlahiyatçılar da yararlanıyormuş. Bu haktan, Siyasal okuyanlar da
yararlanıyor. O yararlansın, öbürü yararlanmasın. Ayrımcılık mı yapalım'
Eşitlik ilkesine aykırı mı hareket edelim' Bir Milli Eğitim Bakanı'ndan
beklenen, eşitlik ilkesine aykırı hareketler midir' Yoksa, ayrım yapmaksızın
bütün memleket evlatlarını aynı muhabbetle kucaklamak mıdır'...Şimdi birileri,
İmam Hatiplilerin nefes almasına karşı çıkıyor. Yani, biz 'Herkes nefes alacak'
dediğimizde, hemen soruyorlar: 'İmam Hatipliler de nefes alacak mı'..' 'Evet,
onlar da nefes alacak. Onlar nefessiz kalmasın' diyoruz. 'Hayır' diyorlar.
'Onlar nefes almasın. Onlar nefessiz kalsın.' Böyle bir yaklaşımı kabul etmek
mümkün mü' Bu, eğitime ideolojik bakmak değil mi'.. Bu saplantı değil mi' Bu
istismar değil mi'..'Bir düzenleme hazırladık. Kanun geçmiş olsaydı, takılmamış
olsaydı adaletsizlik giderilmiş olacaktı. Ancak bu olmadı. Demokratik sistem
içinde bazı uygulamalar yasayla, bazı uygulamalar da yönetmelikle gerçekleştirilir.
Önemli olan; hukuk mantığının, hukukiliğin ön planda olmasıdır. Burada bana
göre hukuk mantığı ile bağdaşmayan hiçbir taraf yok.' şeklinde beyanda
bulunduğu, (Ek.83)
3) 2004 yılı
Haziran ayında Isparta Yalvaç İlçesinde bir anaokulunun açılış töreninde
konuşan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in, 2 türbanlı kızın ellerinde
bulunan pankartlara atıfta bulunarak; 'meslek liselerini unutmuş falan
değiliz, her şeyin zamanı vardır, siz bir şey yapmak istersiniz, onun zamanı
gelmediyse, onu bir süre ertelemiş olabilirsiniz, ama biz bu haksızlığın bu
yanlışlığın, bu zulmün giderilmesi için bundan sonraki süreçte de
gereğini yapacağız, bundan emin olabilirsiniz' dediği, (Ek.84)
4) 2005 yılında
Milli Eğitim Bakanlığı 'Din Öğretimi Genel Müdürlüğü'nce din kültürü ve ahlak
bilgisi dersi müfredatında değişiklik yapılarak, öğrencilere 'dinsel
etkinlik programı' hazırlandığı, Talim Terbiye Kurulunun onayladığı
programa göre; etkinlikler kapsamında ders veren öğretmenin öğrencileri
camilere, mezarlıklara götürerek uygulamalı ders verebileceği,
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in, ortaöğretimde
2005-2006 eğitim ve öğretim yılında uygulanacak din kültürü ve ahlak bilgisi
dersi müfredatında, camide abdest, namaz ve mezarlık ziyareti gibi uygulamaları
içeren etkinliklerin mecburi olmadığını belirtirken, 'Müfredat hazırlanırken
laiklik ilkesinden kesinlikle taviz verilmedi. Aksine laiklik ilkesini
pekiştirmek esas alındı. Müfredatın içinde yer alan bir cümleden hareket ederek
eleştiri yöneltildi. Müfredatlarda esas olan ana konulardır. Sonra öğrencilerin
bunlardan ne kazanacağıdır. Şerh anlamına gelebilecek bir açıklamadan, bir
cümleden yola çıkarak, bütün bu dersler sanki camilerde yapılacakmış gibi,
laiklik ayaklar altına alınmış gibi bir propaganda başladı. Öğrenciler camilere
götürülecek, abdest alınacak... Bunlar öğretmenin ne yapabileceğini anlatan bir
cümledir. Bu bir mecburiyet değildir. Ama önemli olan sizin ne dediğiniz değil,
iletişimde karşı tarafın ne anladığıdır. Bu meseleye ben de muttali olduğum
zaman arkadaşlarıma dedim ki 'Bunları çıkarın'. Talim ve Terbiye Kurulu da
çıkardı.' diye konuştuğu, (Ek.85)
5) 2005 yılı Kasım
ayında Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in, AİHM'in Leyla Şahin kararı ile
ilgili olarak sorulan soru üzerine; 'Karar, hukuki olmaktan ziyade siyasidir.
Avrupa tarihinde benzeri kararlar vardır. Bu, bir çeşit Dreyfus Davası'dır.
Genelleştirilmesi sıkıntılar doğurabilir. İnsanları öteki, beriki şeklinde
ayırmak tehlikelidir. Başörtüsü takanların radikal fundamantalizmin birer
temsilcisi olarak görülmesini sağlar. Bu da vahim bir sonuçtur' Eğer bu
kararı genelleştirirseniz, çok ciddî sıkıntılara yol açarsınız. Çünkü daha önce
de Doğu ve Güneydoğu'da 'terör ortamında mağdur olduğunu' beyan ederek AİHM'e
müracaat eden insanların durumunu da yine bu şekilde genelleştirirseniz, burada
da büyük sıkıntılar çıkarırsınız' Bu karar, hukuki olmaktan ziyade siyasi bir
karar mahiyetindedir' Leyla Şahin'in kocası kendisiyle aynı dünya görüşüne
sahip olmasına rağmen, kocası üniversiteye gittiğinde herhangi bir engel
çıkartılmayacak. Böyle değerlendirdiğiniz zaman karar, kadınlara karşı
ayrımcılığı teşvik eden bir karardır. AİHM'in Leyla Şahin ile ilgili
verdiği kararı genelleştirirseniz, evdeki hanımların, tarlada başörtülü
hanımların, bütün Müslüman başörtülü hanımların radikal fundamantalizmin birer
sembolü, temsilcisi olduğu gibi yoruma varırsınız. Bu da son derece vahimdir.
Mahkeme, Leyla Şahin davasında son noktayı koymuş olabilir, ama hak, hukuk son
nokta tanımaz.' dediği, (Ek.86)
6) Milli Eğitim
Bakanı Hüseyin Çelik'in, 2005 yılı Kasım ayında TBMM Genel Kurulu'nda yaptığı
konuşmada: Başbakan Erdoğan'ın ''ulema'' açıklamasıyla ilgili sözlerinin
''tefsire gerek olmayacak kadar açık'' olduğunu belirterek, ''İnancım
gereği yapıyorum diyen insanın yaptığının dinde olup olmadığını tartışmak, size
düşmez'' '''Yapılan, dini inançlardan dolayı yapılıyorsa, tesettür dinin emrine
göreyse buna inanır veya inanmazsınız. Niçin 5 vakit namaz '''İsterseniz İslam
dininden değil, Hıristiyan dininden örnek vereyim'' '''Laik devletin tanımı,
'devletin icraatlarına dini esasları karıştırmayan' devlettir. Bu, Hıristiyan,
ateist, Budist olur, şu veya bu din olabilir. Sihler başlarına sarık sarıyor.
Kanunlar yasaklayabilir ama 'inancımız gereği takarız' demiş ve takmışlar.
Başbakan'ın söylediği de bu... Öyle kabul etmek zorundasınız. Hâkim, hukuk
kararlarıyla bunu yasaklayamazsınız. Türkiye Cumhuriyeti'nin, demokratik,
laik, sosyal, hukuk devletinin sahibi biziz. Hiç kimsenin uyarısına ihtiyacımız
yok.'' şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.87)
7) Milli Eğitim
Bakanı Hüseyin Çelik'in, Ufuk Kitapları'ndan çıkan ve ilk baskısı Eylül 2002'de
yapılan 'Türkiye'de Değişim, Demokrasi ve Aydınlar' adlı kitabında: 'Amerika'da
Washingtoncılık, İngiltere'de Churchillcilik, Fransa'da De Gaullecülük, Hindistan'da
Gandicilik ve Pakistan'da Cinnahcılık diye bir şey yoktur, ancak Türkiye'de
üstelik resmi ideoloji haline getirilmiş Atatürkçülük diye bir şey vardır.'''Atatürk
bir asker ve devlet adamı idi. O, ne bir filozof ne de bir müçtehit idi. Onun
altı okta topladığı prensiplerin hiçbiri kendi icadı değildi. Kaldı ki, 'altı
ok' artık onu kendine amblem yapmış partilerin mensuplarınca bile tartışılır
olmuştur. Çizginin üstünde olan her devlet başkanının kendinden sonra bir
'-cılık' bıraktığını veya birilerinin onlar adına birer icat ettiğini bir an
düşünelim. Bu işin sonu nereye varır' '''Bütün dünyada, milli lider olarak
kabul edilmiş kimselerin değil, bizimki gibi binlerce, yüz binlerce büstüne,
belki onlarcasına bile rastlanmaz.'''Çocukluğumda dümeni kırık, pusulasız,
sisten yararlanarak İngiliz zırhlılarını atlatacak kadar da becerikli olan
Bandırma Vapuru'nda, kaptanla baş başa soğuktan titreyen bir Mustafa Kemal
düşünürdüm. Çünkü bana böyle anlatılmıştı. Gemideki diğer kurmay heyetinin
varlığından bile söz edilmemişti.'''Kimsenin küçümseme gibi bir küçüklüğü
gösteremeyeceği, bitmiş tükenmiş bir milletin şahlanışı olan Milli Mücadele'de
'Atatürk yedi düveli denize döktü' diye körpe beyinlere telkinde bulunursanız
ve günün birinde işgalcilere karşı vatanperverlik örnekleri veren Şahin'ler,
Sütçü İmam'lar takdir edilmekle beraber İngilizlerin, Fransızların ve
İtalyanların hiç de öyle ordularla, silah zoruyla çıkarılmadıkları öğrenildiği
zaman, tarih kitaplarında anlatılan Milli Mücadele şaibe altına girmez mi'
'''Atatürk'ü her türlü beşerüstü vasıftan arındırarak anlamak ve anlatmak
zorundayız. Onu sevapları ve günahlarıyla, her türlü art niyet ve karalamanın
dışında ele almak aklın gereğidir.'''Atatürkçü Düşünce Derneği Kadıköy Şubesi,
Cumhuriyet Bayramı (2000) dolayısıyla 24 saat kesintisiz Nutuk okuttu. Sabah
gazetesi yazarı Can Ataklı, Topkapı Sarayı Mukaddes Emanetler Dairesi'nde Yavuz
Sultan Selim 'den beri kesintisiz Kuranıkerim okunmasına bir çeşit nazire
olarak yapılan bu faaliyeti kınayan yazılar yazdı. Ataklı haklı olarak, 'Nutuk
Kuran değil, Atatürkçülük de din değildir' dedi.'''Atatürk büstlerinin önünde
esas duruşa geçip saygı duruşunda bulunurken, özel defterlere yazdığımız
yazılarda neredeyse onun ruhaniyetinden istimdat ederken bizim yaptığımızın adı
nedir Allah aşkına' Halk ne yaparsa cehaletinin gereğidir, ama biz ne yaparsak
ayn-ı hikmettir, öyle mi''''Dünyanın hiçbir yerinde ülkesini kurtarmış bir
liderin öldükten sonra kanunla korumaya muhtaç hale getirildiği
görülmemiştir.'''Hele son yıllarda Atatürkçülük askeri darbelerin ilham kaynağı
ve ideolojisi olunca büsbütün fikri ve kültürel zeminden uzaklaşıp dogmatik ve
ideolojik bir mecraya sürüklenmiştir. Hatta Türkiye'nin itilmek istendiği
laik-antilaik kamplaşmasında muharrik güç olarak Atatürkçülüğün kullanılması
tesadüfi değildir. Türkiye'de iyi saatte olsunları çağırmayı düşünen insanların
her defasında Atatürkçülüğü çıkış noktası yapmaları da
düşündürücüdür.'''Atatürk'ü sevmek için geçmişi ayaklar altına almak zorunda
olmadığımız gibi bu ülkede yaşayan herkesi ille de Atatürk'ü sevmek zorunda
bırakmak gibi bir mecburiyetimiz de yoktur. Zorladığımız zaman o insanları
takiyyeci ve ikiyüzlü yaparız. Tahran'da lokantasına kocaman bir Humeyni
posteri asan Azeri Türkü'ne 'Bunu buraya asmanız mecburi midir, siz Humeyni'yi
sevdiğiniz için mi astınız' sorusunu sorduğumda, sağa sola bakıp kimsenin
duymadığından emin olduktan sonra hafif bir sesle: 'Ağa! Mecburi değil, men
Humeyni'yi hiç sevmirem, ama bizim menfeetimiz için eyi olar' cevabını verdi.'''1990'lı
yıllardan itibaren komünizm korkunç olmaktan çıktı. Korku mönümüze yeni bir şey
ilave edildi: İslami fundamentalizm. Bunun bizdeki adı, 200 yıldan beri
'irtica' idi. Bu sefer irticadan, sarıktan, sakaldan, cüppeden, takkeden,
başörtüsünden korkmaya başladık.'''Genç kızlarımızın sadece başlarını
kapattıkları için eğitim haklarından mahrum edilmeleriyse kendi başına bir
dramdır'' görüşlerini savunduğu, (Ek.88)
8) CHP
Milletvekili Ahmet ERSİN'in soru önergesine karşı Milli Eğitim Bakanı Hüseyin
ÇELİK'in öğrencilerinin çoğunluğunun türbanlı olduğu öne sürülen Özel Şefkat
Kolejinde yönetmeliğe aykırı bir durum olmadığını açıkladığı, TÜBİTAK'ın ödül
töreninde Milli Eğitim Bakanlığı müsteşar yardımcısının bu okulun türbanlı
öğrencisine ödül vermesi hakkında ise; 'Öğrencilerin kılık kıyafetlerine
ilişkin yönetmeliğin okul içindeki düzenlemeye yönelik olduğu, adı geçen
öğrencinin diğer öğrencilerden ayrı olarak sonradan salona geldiği ve adı
okununca geldiği, günlük kıyafetiyle gayrı ihtiyari sahneye çıktığı dikkate
alındığında bakanlığımız ilgililerinin öğrencinin başı kapalı olarak ödülünü
alması hususunda kusurlu olmadıkları' şeklinde konuştuğu, ( Ek.166 )
9) Milli Eğitim
Bakanı Hüseyin ÇELİK'in YÖK Yasasının Ek 17. maddesinde değişiklik yapılmadığı
gerekçesiyle türbanlı öğrencileri üniversitelere almayan ve Ankara'da bir
toplantı yaparak YÖK Başkanını istifaya davet eden ÜAK üyelerini eleştirerek
'YÖK Kanunu, Üniversitelerarası Kurulun görevlerini belirliyor. Bunlar arasında
yasa koyma ve kaldırma yoktur. Kurul siyaset yapamaz. Rektör adı altında kurul
adı altında, Türk milletinin iradesine karşı durmak gibi bir görevi kimse
kurula vermemiştir.' (') 'Hukuk devletinde anayasa hükmü değişse, yürürlüğe
girse bile, özgürlükleri sınırlandırıcı bir şey olmamasına rağmen, 'Ben
üniversiteme almam' sözünü dillendirmek kimsenin hakkı olamaz. Üniversite
rektörlerin, yöneticilerin malı değildir. Pozisyonu ne olursa olsun, hukuk
devletinde herkes haddini bilmek zorunda' dediği,
YÖK Başkanı Yusuf Ziya ÖZCAN'ın yasal değişiklik
yapılmadan üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasına ilişkin genelgesi ve
sonrasında rektörleri baskılayan açıklaması karşısında hakkında görevi kötüye
kullanmak ve benzeri suçlardan suç duyurularında bulunulduğunun basında yer
alması üzerine basına demeç veren Milli Eğitim Bakanı Hüseyin ÇELİK'in,
'Soruşturma açmaya yetkim var. Ama ben YÖK Başkanı'nın söylediklerinin suç
teşkil ettiğini düşünmüyorum. Soruşturmaya izin vermeyeceğim.' diye açıklamada
bulunduğu, (Ek.174)
Anlaşılmıştır.
e- Diğer Milletvekillerinin Laikliğe Aykırı Eylem ve
Demeçleri.
1) Başbakanlık
eski Müsteşarı ve halen AKP Milletvekili Ömer Dinçer'in, 19-21 Mayıs
1995 tarihinde Sivas'ta yapılan bir konferansta yaptığı ve 'Bilgi ve Hikmet'
dergisinin Güz 1995 Tarihli -12. sayısında yayınlanan '21. Yüzyıla Girerken
Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam' konulu konuşmasındaki ''Türkiye'de
Cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve
nihayet laiklik ilkesinin yerinin İslam'la bütünleşmesinin gerekli olduğu
kanaatini taşıyorum' ' ifadeleri kamuoyunda yoğun tepkilere sebebiyet
verdiği,
Ömer Dinçer'in 24.12.2003 günü yaptığı yazılı açıklamada:
bu konuşmasına sahip çıkıp, yazının bir bütün olarak okunup
değerlendirildiğinde, söz konusu konuşmanın o dönemde tartışılan konuları
analiz eden bilimsel bir sempozyum bildirisi olduğunun görüleceğini belirterek,'Yaklaşık
dokuz yıl önce halka açık bir sempozyumda bildiri olarak sunulmuş ve daha sonra
bilimsel bir dergide kısmen kısaltılarak makale olarak yayımlanmış bir
çalışmanın 'takiyye belgesi' türünden yakışıksız sıfatlarla ve bağlamından
kopartılıp, çarpıtılmış cümlelerle bir 'niyet sorgulama aracı'na dönüştürülmesi
üzücüdür' diye söylediği,
Ömer Dinçer'in makalesi hakkında yapılan eleştirilerde
kişilik haklarına saldırıda bulunulduğundan bahisle açtığı ve yerel mahkemece
kabul edilen manevi tazminat istemine ilişkin dava, temyizen yapılan inceleme
üzerine Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 13.3.2006 gün ve 2005/73718 Esas,
2006/92575 sayılı hükmüyle bozulduğu,
Bozma Kararında özetle; ''Davacı 1995 yılında bir
sempozyumda yaptığı konuşmasında Cumhuriyet ve laiklik ilkelerinin yerini
İslam'la bütünleşmeye terk etmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Davacının, ileri
sürdüğü bu görüşleri Türkiye Cumhuriyeti anayasasında yer alan değiştirilemez
ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez nitelikteki hükümler ile
bağdaşmamaktadır. Davalı da dava konusu konuşmasında davacının bu fikirlerini
eleştirmiş ve davacının Şeyhülİslam gibi fetvalar verdiğini ileri sürmüştür.
Davacı Anayasa ile bağdaşmayan görüşler savunduğuna göre eleştirilere de
katlanmak durumundadır. Davalının davacı ile ilgili olarak söylediği sözler bu
açıdan değerlendirildiğinde eleştiri kapsamında kalmakta olup düşünce
açıklaması niteliğindedir. Bu nedenle hukuka aykırılıktan söz edilemez.'
denildiği, (Ek.89)
2) 2007 yılı Ocak
ayında Eskişehir ilinde imam hatip liseleri arasında yapılan 'Hafızlık,
Kuran-ı Kerim'i Güzel Okuma ve Ezan Okuma' etkinliğine katılan Eskişehir
Milletvekili Fahri Keskin'in, imam hatip mezunlarının valilik,
kaymakamlık gibi görevlere gelmesi ile yolsuzlukların önünün kesileceğini, imam
hatiple ilgili verdikleri sözleri unutmadıklarını, yeri ve zamanı geldiğinde
yerine getireceklerini, bir takım mecburiyetlerden dolayı geciktiklerini, bu
okullara karşı olanların İslamdan ve milli duygulardan uzaklaştırılmış bir
nesil elde etmek amacıyla mücadele verdiklerini, inşallah bu milletin
sahiplerinin onlara pabuç bırakmayacağını söylediği, (Ek.90)
3) İstanbul
Milletvekili ve TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu, İstanbul
Milletvekili Hüseyin Kansu, Eyüp İlçe Başkanı Mehmet Er, Üsküdar Belediye
Başkan Yardımcısı Nemci Aköz'ün katıldığı İmam Hatip Liseleri Mezunları ve
Mensupları Derneği (ÖNDER) tarafından 30.5.2003 tarihinde Ümraniye Haldun
Alagaş Spor Kompleksi'nde düzenlenen 'İyi ki Varız' konulu toplantıda
bir konuşma yapan Burhan Kuzu'nun, 'İmam hatip mezunlarına üniversite
ve polis okullarına girişte zulüm yapıldığını, Anayasa'da fırsat
eşitliği var. Üniversite sınavlarında İmam hatiplilere yapılan haksızlığı
kaldıracağız. Bu okullardan mezun olanların polis okullarına alınması
sağlanacak' dediği, (Ek.91)
4) AKP Ordu
Milletvekili ve Grup Başkan Vekili Eyüp Fatsa'nın, Ordu İslami İlimler
Hizmet Vakfı tarafından 2003 yılı Temmuz ayında düzenlenen 'Ordu İmam Hatip
Lisesi Mezunları ve Mensuplarının Anı Tazeleme Yemeği'nde yaptığı
konuşmada; 'Ben de imam hatip lisesi mezunuyum. Başbakan Sayın Recep Tayyip
Erdoğan da imam hatip mezunu. Onların çektiği sıkıntıların ne olduğunu iyi
biliyorum. Çok badireler atlattık. Önümüze birçok engeller konuldu.
Üniversitede okumamız engellenmek istendi. Yüksek puanlar aldık, ancak farklı
puan sistemleriyle önümüz kesilmeye çalışıldı. Ancak bunları da aştık. Şimdi
çıkaracağımız yeni YÖK Yasası'yla bu durumlar yaşanmayacak. Bu haksızlıklar
ortadan kalkacak. Okullar arası farklı puan uygulamaları kaldırılmak
suretiyle, okuması istenmeyen, ilminden irfanından endişe edilen imam
hatiplilerin yolu bu kez açılacak.' 'Artık imam hatipli olmanın mutluluğunu hep
birlikte doyasıya yaşacağız. İmam hatipli olmak bir ayrıcalıktır'
şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.92)
5) Adalet ve
Kalkınma Partisi Mardin Milletvekili Nihat Eri'nin TBMM Dışişleri
Komisyonu toplantısında 2003 yılı Aralık ayında yaptığı konuşmada din eğitiminin
yeterince verilmemesinden yakınarak 'Böyle olunca da gençler illegal
örgütlerin eline düşüyor. Tehvid-i Tedrisat Kanunu getirildi tekkeler
kaldırıldı, ama tekkelerde verilen bilgi, mevcut düzenleme ile verilemiyor.
Bu yüzden insanlar yanlış yerlere, hatta örgütlere yöneliyorlar,' dediği,
Bu sözler komisyonun bazı üyeleri tarafından tepki ile
karşılaşınca, Adalet ve Kalkınma Partisi Ankara Milletvekili Eyüp Sanay'ın
''Bizi tekkeleri istiyormuş gibi zannetmeyin.(') Bu Türkiye'nin bir gerçeğidir.
Bir Vak'adır. göz ardı edilemez. Medreseler, tekkeler kapatıldı ama yasak
olmasına rağmen bunların verdiği eğitimler bir şekilde veriliyor. ' diye
konuştuğu, (Ek.93)
6) İmam Hatip
Liselerinde türban takılmasının yasaklanmasına ilişkin Yönetmeliğin
uygulanmasına tepki gösteren Antalya Anadolu İmam Hatip Lisesi öğrencileri
10.12.2003 günü sınıflara türban ile girmek istemelerinin okul idaresi
tarafından engellenmesi üzerine yolun trafiğe kapatılarak araçları
yumruklanması, okulun tabelasına türban asılması şeklindeki eylemler üzerine;
Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekillerinden;
Grup Başkanvekili Eyüp Fatsa'nın; 'Bu sorun
çözülmeli. İşe ideoloji katılmamalı. Ancak şartları zorlamamak gerekir. Türkiye
bu sorunu aşamadığı için hep ayağına bağlanıyor. Bu iş sokakta değil, ancak
uzlaşmayla çözülebilir.' dediği,
Milli Eğitim Komisyonu Başkanı Tayyar Altıkulaç'ın;
'Hiçbir eylemi desteklemem. Haklılar, ama sokak çözüm değil. Ancak
öğrencilerin bireysel tercihlerinin engellenmesiyle yaşadıkları ruh bunalımını
görmezden gelemeyiz. Konu, bir parti ve iktidarın her zaman tartışmaya açık
tercihine ve yaklaşımına bırakılmamalı. Farklı tercihlerimize saygı göstererek
birlikte yaşamanın çözümünü bulmalıyız. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara
gelince, 'Bu konuyu Adalet ve Kalkınma Partisi çözer, kadroları bu konuda
samimi' inanışıyla eylemler durmuştu. Ancak Adalet ve Kalkınma Partisi
kadrolarının konuyu ele almamış olması sabırlarını taşırdı.' diye
söylediği, (Ek.94)
7) AİHM'nin
verdiği Leyla Şahin kararıyla ilgili olarak;
AKP Milletvekili ve Milli Eğitim Komisyonu Başkanı Tayyar
Altıkulaç'ın, türban sorununun AİHM kararından sonra yargı yoluyla
çözülmesinin mümkün olmadığını belirterek, 'Artık top yasamada. Anayasa
değişikliğinden başka çare kalmadı. AİHM kararı, yasağı onaylayan ve
genelleyen bir karar değil. Başörtülülere diyor ki, 'gidin kendi
yöneticilerinizle bu sorunu çözün'. Bu kararla birlikte anlaşılmıştır ki, yargı
yoluyla bu yasağı kaldırmak mümkün değil. Bu yasak yasağı koyanların ikna
edilmesiyle kaldırılabilir. İş yine toplumsal mutabakat ve yasakçıların
kafasının değişmesine geliyor. Çünkü, AİHM bu kararı ile 'bu yasak bizim
hukukumuzu bağlamaz' demek istiyor. Bu karar türban yasağının insan hakkı
ihlali olduğu teziyle çelişse de, o tezi çürütmüyor. Bize 'aksini yapamazsınız'
demiyor. Tam tersi bu yasağı kaldıracak bir karar da alabilirsiniz, bu beni
ilgilendirmez' diyor. Aksi ise yasal düzenleme ile bunu çözüme
kavuşturmaktır. Bunun yolu da Anayasa değişikliğidir'Anayasa Mahkemesi
kendisini Yasama Organının yerine koyarak bu kararı almıştır. Anayasa
Mahkemesi'nin yapısını değiştirmek gerekiyor.',
Adalet ve Kalkınma Partisi Erzurum Milletvekili Ömer
Özyılmaz'ın; türban yasağının bu karardan sonra, Anayasa ve YÖK yasalarında
yapılacak değişiklikle kaldırılabileceğini belirterek; 'sorun kurumların
birbirlerine güvensizliğinde yatıyor. Ama Cumhurbaşkanımızı ikna etmek mümkün
değil. Bu açıdan Anayasa değişikliğiyle çözülebilecek bu sorun için Köşk
seçimlerini beklemek en uygunu. Anayasa değişikliği için ancak o noktadan sonra
adım atılabilir.'
Şeklinde beyanatlar verdikleri,
AKP Milletvekili ve Grup Başkan Vekili Sadullah Ergin'in
ise :
-'Evrensel insan hakları, kurumların ya da mahkemelerin
'var' demesiyle var olan, 'yok' demesiyle yok olan haklar değildir. Bunlar
doğuştan, insan olmamızdan dolayı taşıdığımız haklardır. İçtihatlar ve kararlar
zamanla değişir ama evrensel haklar ilanihaye devam edecektir. Mahkeme, Şahin
lehine karar verse duracağımız zemin yine aynıydı.' ,
- Söz konusu kararın AİHM'nin evrensel insan hakları
noktasında gösterdiği titiz tavrına gölge düşürdüğünü, türbanın evrensel bir
insan hakkı olduğunu ileri sürerek; ''İnanma, inandığını kişisel hayatında
tatbik etme bir haktır'' ''YÖK'ün almış olduğu yasaklama kararını kendi içinde
tutarlı bulmuştur. Bu durumda YÖK'ün bu yasağı uygulamaması durumu insan
haklarına aykırı olmayacaktır. Orada ince bir çizgi var. Türkiye'de
azınlıkların hakları konusunda kılı kırk yaran AİHM'nin, çoğunluğun inancı
gereği yaşaması konusunda verdiği kararla derin bir çelişki içine düşmüştür.''
,
- Başörtüsünün kamusal alanda yasaklanmasının, temel bir
hak ve özgürlüğün ihlali olarak yorumlandığını, özellikle üniversitelerde başı
örtülü kız öğrencilerin derslere alınmamasının uzun zamandır protestolara neden
olduğunu kaydederek, ''Türban, kabul edin ya da etmeyin Türkiye'de bir
realitedir. İdareler de halklarına kapalı olamazlar. Var demekle var olmaz, yok
demekle yok olmaz'' ,
biçiminde beyanlarda bulunduğu, (Ek.95)
8) AKP Diyarbakır
Milletvekili Cavit Torun'un, TBMM'nin 19.6.2003 tarihli 96. birleşiminde
şahsı adına yaptığı konuşmada; 'Bu ülkede azınlıkların değil, çoğunlukların
bile inanç, düşünce ve fikir özgürlüğünün bulunmadığı bir vakıadır. Bu yönde
ileri sürülen aksi fikirler, mızrağın çuvala sığdırılmasına yetmemektedir. Hala
binlerce kız öğrenci inançları sebebiyle özgürce okullarına gidememekte,
mağduriyet ve mahzuniyet, sabır taşlarını çatlatacak duruma gelmiş
bulunmaktadır. Yine bu ülkede, ilköğretim okullarını bitirmemiş olan
çocuklarımız, inançlarının kitabını serbestçe, gidip okuma imkânını
bulamıyorlar. ' dediği, (Ek.96)
9) Ankara
Üniversitesi Senatosu'nun Kuran kurslarıyla ilgili olarak; 'Yasadışı
gerçekleştirilen Kuran kurslarına zemin hazırlanarak gizli din okullarına yol
açılmasının, türbanın serbest bırakılmasının istenmesinin, öğretimde dinsel
pratiklere ağırlık verilmesinin laiklikten uzaklaşıldığının göstergesidir'
Laiklik, siyasal iktidarın derinden ve kararlı uygulamaları ile hızla
aşındırılmaya çalışılmaktadır' değerlendirmesinde bulunması, Rektör Prof.
Dr. Nusret Aras'ın, TCK.nun izinsiz eğitim kurumlarıyla ilgili olarak 263.
maddesinde yapılan değişiklik hakkında milletvekillerine 'laiklik
aşındırılmaya çalışılıyor' şeklinde yazı göndermesi üzerine; Adalet ve
Kalkınma Partisi milletvekillerinin konuya sert tepki gösterdikleri,
Bunlardan Adalet ve Kalkınma Partisi Diyarbakır
Milletvekili Cavit Torun'un; 'Halktan ve onun isteklerinden tamamen
kopuk, hiçbir gerçekle ilgili olmayan, laiklik dinciliği adına ahkam kesen
ve inanca davet eden, milletin gerçek temsilcilerinin halk yararına
çalışmalarını ve bu alanda büyük başarılar elde etmelerini çekemeyen, haset,
kıskançlık, kin dolu paçavrayı aynen iade ediyorum. Bunun; aziz milletimize,
onun şanlı tarihine ve mukaddes geleceğine en önemli görev ve katkı olacağı
inancımı belirtiyor, Yüce Allah'ın bu Aziz Milleti, sizin gibilerin umuduna ve
düşüncelerine bırakmamasını diliyorum.' şeklinde kaleme aldığı bir yanıtla
yazıyı üniversiteye iade ettiği, (Ek.97)
10) Adalet ve Kalkınma
Partisi Trabzon Milletvekili Asım Aykan'ın, 2003 yılı Aralık ayında Türk
Standartları Enstitüsü'nden (TSE) türbanın tanımı ve boyutlarıyla bir standart
belirlenmesini istediği, TSE'nün başvuru üzerine Dünyada kriteri olmayan bir
standardı üretemeyeceklerini belirttiği, (Ek.98)
11) Adalet ve
Kalkınma Partisi Milletvekili Asım Aykan'ın, 2005 yılı Kasım ayında
kendisine ait internet sitesinde de bulunan açıklamasında: 'Tarihin her
döneminde yönetenlerin en önemli görevi yönettikleri insanların; mal, can,
akıl, nesil, inanç, ibadet, fikir seyahat ve ticaret emniyetlerini sağlamaktır.
Mümin kadınların Allah'ın emri istikametinde başlarını örtmeleri imanlarının
gereğidir. İdarenin görevi bunu yasaklamak değil, teminat altına almaktır. AİHM
(Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) kararını verirken Kur'anı incelemiş,
erbabından görüş istemiş midir' Çok merak ediyorum. Allah'ın emrine yerine
getiren insanların bu hakkı elinden hangi sebeple olursa olsun alınırken, HANGİ
İNSAN HAKKINDAN bahsedilebilir' AİHM kararı sonrası mahkemeyi otorite olarak
ilân edenler, aynı mahkemenin terörist başı Öcalan için aldığı kararı nasıl
yorumlayacaklardır' Leyla ŞAHİN Hanım kızımız iyi niyetli olarak olayı AİHM ne
taşımıştır. Ancak bir Müslüman için mecburiyet olan örtü konusunda, ayni
hassasiyeti dinlerinde taşımayan Hıristiyanların insaflı karar vermesini
beklemek çokta gerçekçi sayılamaz. İslâm, kültürümüzün temel dinamiğidir.
Başörtüsü de İslâm'ın emridir. Sorunda ülkemizin sorunudur. Çözüm getirme
görevi de bizimdir. Görevimizin de farkındayız. Problem zamanla gündemden
çıkacaktır. Kamuoyuna saygı ile duyurulur.' dediği, (Ek.99)
12) Anayasa
Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin, Anayasa Mahkemesi'nin 43. kuruluş yıldönümü
töreninde 'Laiklik ilkesinin Türkiye için önemi' konusunda:
''İlk kez 25 Nisan 2001 günü yaptığım Anayasa
Mahkemesi'nin 39. Kuruluş Yıldönümü konuşmasında, laiklik ilkesinin Türkiye
Cumhuriyeti için taşıdığı öneme, başta Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olmak
üzere bu konuyu düzenleyen kimi uluslararası normlardan da söz ederek değinmiş,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi, Danıştay 8. Daire ve İdari
Dava Daireleri Genel Kurulu kararlarında türbanın inanç gereği takılan giysi
olmadığı, bir nevi simge olarak kullanıldığı, resmi daire ve üniversitelerde
başörtüsü serbestisi tanımanın bir tür yönlendirme ve bir anlamda zorlama
olduğu biçiminde gerekçelere yer verildiğini belirtmiştim.
Bu konuşmanın yapıldığı günden bugüne kadar geçen (4)
yılda konu güncelliğini yitirmemiş, aksine giderek artan biçimde gündemde tutulmak
istenilmiştir. Ancak, bu (4) yıllık süre içinde Anayasa Mahkemesi ile Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'nin verdiği kararlar konuya daha da netlik
kazandırmıştır.
Anayasa'nın 176. maddesi uyarınca Anayasa metni içinde
yer alan 'Başlangıç' kısmında; laiklik ilkesinin gereği olarak, kutsal din
duygularının devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı
vurgulandıktan sonra, Anayasa'nın 2., 4., 10., 14., 15. ve 24. maddelerinde de
bu konuda özel düzenlemeler getirilmiştir.
Din ve vicdan özgürlüğü konusunda evrensel anlayışı
yansıtan kurallara İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 18., İnsan Hakları
Avrupa Sözleşmesi'nin 9., Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi'nin
18., Din ve İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayırımcılığın Kaldırılması
Bildirisi'nin 1. maddelerinde de yer verilmiştir.
Türkiye'de din ve din duyguları ile dince kutsal sayılan
şeylerin istismar edilerek oya çevrilmesi batı ülkelerine göre çok daha kolay
ve olağan olduğundan, geçmişte bu yola başvuran partiler laiklik karşıtı bu
eylemleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi'nce kapatılmış bu karara karşı Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'ne yaptıkları başvurular da reddedilmiştir.
Ülkemizde zaman zaman kimi parti yetkilileri, bayanların
inançları gereği türban takabilecekleri, bu tür bir giysi ile yükseköğretim
kurumlarına devama engel olunmasının; Anayasa ile tanınan temel haklardan olan
'eğitim ve öğrenim hakkı' ile 'inanç özgürlüğü'ne müdahale olduğu yolunda
savlar ileri sürmüşlerdir.
Oysa bu konuda Danıştay, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'nce verilmiş pek çok kararlar vardır ve yargının
değerlendirmesine göre, dinsel nedenlerle türbanla boyun ve saçların
örtülmesine resmi daire ve üniversitelerde serbestlik tanınması, bir tür yönlendirme
ve bir anlamda zorlama olup; kişileri şu ya da bu biçimde giyindirip başlarını
örtmeye zorlamak, dinsel inanç ve görüşler nedeniyle gençler arasında
çatışmalara neden olacak ortamın yaratılmasını sağlayacak, hatta aynı dinden
olanlar arasında bile ayrılıklar yaratacağından, bu davranış biçimi laiklik
ilkesine aykırı düşecektir.
Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin
başörtüsüne ilişkin istikrar bulmuş kararları varken, kimi yazılı ve görsel
yayın organlarınca bu konunun gündemde tutulmaya çalışılması, kimi siyasal
partiler yetkililerince de, yasal düzenlemeler yapılarak, türbanla öğrenim
yapma olanağının tanınacağı yolunda beyanlarda bulunulması, bu konudaki yargı
içtihatlarını bilmemekten kaynaklanmıyorsa, din duygularını kullanarak siyasi
avantaj sağlamaya yöneliktir.
Anayasa'daki laik düzenlemeler kaldığı sürece, türbanlı
kızların yükseköğretim kurumlarına öğrenci sıfatıyla, öğrenimlerinden sonra da
resmi dairelere kamu görevlisi olarak girmelerini sağlayacak tüm yasal
düzenlemeler Anayasa'ya aykırı olacaktır. Hatta bu konuda Anayasa'ya kural
konulsa bile bu kez, Anayasa'nın bu yeni kuralı Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'ne uygun olmayacaktır.
Öte yandan, Anayasa Mahkemesi'nin, 2547 sayılı
Yükseköğretim Kanunu'na eklenen 'EK MADDE 17'de yer alan; 'yürürlükteki
kanunlara aykırı olmamak kaydı ile; yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet
serbesttir.' kuralının iptali istemiyle açılan davada, 2.4.1991 günlü, Esas:
1990/36; Karar: 1991/8 sayılı kararla başvurunun reddine karar verdiğinden söz
edilerek, yükseköğretim kurumlarında türban takılmasını sağlayacak yasal
düzenleme yapılabileceğini söylemek, ya anılan kararın gerekçelerini bilmemek
veya gerekçe gözardı edilerek sadece sonuç bölümüne bakıp değerlendirme
yapmaktır. Bilindiği gibi, Mahkeme kararları gerekçeleri ile bir bütün teşkil
eder, idareyi ve yasamayı bağlar. Başka bir söylemle, kararların sonuç bölümüne
anlam kazandıran kararların gerekçeleridir.
Söz konusu kararın gerekçesine bakıldığında, hiçbir
duraksamaya yer kalmayacak biçimde yükseköğretim kurumlarında türban
takılmasına olur veren açıklama bulunmadığı görülecektir. Aksine, bu konudaki
açıklamalar yapıldıktan sonra ilgili bölümün sonunda; '...sonuç olarak, ister
dini inanç gereği olsun, isterse başka nedenlerle olsun, yükseköğretim
kurumlarındaki kılık-kıyafetin çağdaş duruma ters düşmemesi gerekir.'
denilmektedir.
Açıklanan nedenlerle, bu kararın sonuç bölümünde
'başvurunun reddine' denildiğinden hareketle, yasal düzenleme yapılarak
türbanlı kız öğrencilerin yükseköğretim kurumlarına devamının sağlanabileceği
söylenemez. Bu konuda yapılacak yasal düzenlemenin, 2547 sayılı Yükseköğretim
Kanunu'na eklenen Ek Madde 16'nın iptaline ilişkin 7.3.1989 günlü, Esas:
1989/1; Karar: 1989/12, Refah Partisi'nin temelli kapatılmasına ilişkin
16.1.1998 günlü, Esas: 1997/1; Karar: 1998/1, Fazilet Partisi'nin temelli
kapatılmasına ilişkin 22.6.2001 günlü, Esas: 1999/2; Karar: 2001/2 sayılı
kararlarla Refah Partisi'nin kapatılmasına ilişkin Anayasa Mahkemesi kararına
yapılan itiraz sonucu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 3.Dairesince verilen
31.7.2001 günlü ve 41.340/98 sayılı, bu karara yapılan itirazın reddine ilişkin
31.02.2003 günlü ve aynı sayılı Büyük Daire kararlarına aykırı olacağı
kuşkusuzdur. ...' şeklindeki sözlerine karşı:
Adalet ve Kalkınma Partisi Grup Başkanvekili İrfan
Gündüz'ün, Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin'in 'Önüne konulan
metni daha önce okumadan hazırlıksız yakalandığını' iddia ederek;
'Geleceğe ambargo koyan bir hukuk sistemi olmaz. Toplumda bu konuda mutabakat
var. Türban konusunda Anayasa Mahkemesi fetva veren bir kurum mudur''
dediği,
Adalet ve Kalkınma Partisi Yozgat Milletvekili Mehmet
Çiçek'in, vekil imam ve hatiplere kadro olanağı sağlayan tasarının TBMM
Genel Kurulu'nda görüşülmesi sırasında, 27.4.2005 günlü 90. Bileşimin 4.
oturumunda Adalet ve Kalkınma Partisi grubu adına söz alarak; 'Sayın Anayasa
Mahkemesi Başkanımız Mustafa Bumin, geçmişten ibret almamışa benziyor;
geçmişte, bu metodu kullanarak, durup dururken, bu konuyu gündeme getiren,
taşıyan ve emekli olanlar, belli bir süre sonra, 'kullanıldık ve bir yerlere
atıldık' diye hala bağırmaya devam ediyorlar''Dini, ahlaki ve kültürel
değerlerimiz, toplum önünde, sorumsuz ve liyakatsiz kişiler tarafından, hala
tartışılmaya devam ediyor. 'Ülkemizde, hiçbir kimsenin, Anayasanın ona
verdiği yetki ve görevin dışında misyon yüklenerek ortaya çıkması düşünülemez.
Ne gariptir ki, Türkiye'de gündem oluşturmak istendiğinde ilk ele alınmak
istenen konu, din ve dinî değerlerimizdir; günah keçisi yapılmak istenen kurum
ve kuruluş ise, Diyanet Teşkilatı ve onun müntesipleridir. Başörtüsü,
imam-hatip lisesi, cami, Kur'an kursu gibi konular, zamanlı zamansız, yeterli
yetersiz kişiler ve kuruluşlarca, hiç gereği yokken dile getirilmekte ve
tartışmaya açılmaktadır. Bu tartışma, hem Yüce dinimize hem Diyanet İşleri
Başkanlığı Teşkilatımıza zarar veriyor demiştik. Bu bağlamda, Anayasamız, diğer
kurumların yetkilerini belirlediği gibi, Anayasa Mahkemesinin de görevlerini,
yetkilerini belirlemiş ve sınırlamıştır. Hiç kimse ve hiçbir kurum, ülkemiz
insanını Allah ile kanun arasına sıkıştırmamalıdır. İnsanlarımız, bir tarafta
Allah'a ibadet maksadıyla uygulamalarda bulunmak isterken önüne farklı engeller
konulmamalıdır. Bugünlerde durup dururken başlatılan türban tartışmasının çözümüne
muhatap, kesinlikle Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kuruludur. Anayasa
Mahkemesinin içtihatları neyse, dinî konularda anayasal bir kuruluş olan
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun içtihatları da odur.
Ülkemizde kurum ve kuruluşlar arasındaki yetki, kavram tecavüzü ve kargaşası
mutlaka önlenmelidir. Bu, iktidar -muhalefet, hepimizin görevidir. Mesela,
hiçbir kurum ve kuruluş, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun
görevini üstlenmemelidir; buna, hiçbir hakkı ve salahiyeti yoktur. Anayasa
Mahkemesinin, kendisini, Parlamentonun üzerinde görmesinin de gereği yoktur..'
dediği, (Ek.100)
13) Yozgat
Milletvekili Mehmet Çiçek'in 2006 yılı Şubat ayında Star Tv'de katıldığı
bir programda Danıştay 2. Dairesi'nin Aytaç Kılınç'a ilişkin 26.10.2005 gün ve
2004/4051-2005/3366 sayılı kararı ile ilgili olarak; 'Mahkemenin vermiş
olduğu bu kararla Avrupa'da yaşadığımız yanlışlığı Türkiye'de yaşayabiliriz. Türkiye
toplumu Allah'la kanun arasına, Allah'ın emriyle kanunun emri arasına
sıkıştırılmamalıdır.'''Kamu alanı ne demek' İslam, dini hayatın her
safhasında yaşanmayı emreden bir dindir. Affedersiniz insanların tuvalette
nasıl davranacakları belirtilmiştir, kurallaştırılmıştır. O zaman bir hâkim
karar vermeden önce Kuran'daki bu ayete bakacak, bu ayeti insan nerede uygular,
nerede uygulamaz'...'Dini konu olduğu için bakmalı. Dini bir konuysa, hâkim
elbet, 'Acaba ben bu kararı verirsem sonuç ne getirir' diye bakmalı(')
Ahlaki bir konuysa ahlaki değerlerimize bakmalı. Kimi başörtüsü diyor, kimi
türban diyor, kimi sıkmabaş diyor, kimi soğanbaş diyor, sarımsakbaş diyor. Bu
kadar gülünç hale geldi bu iş. Artık bir hâkim 'bu konuda gerçekten din ne
diyor...' Dinin dediği yer de Kuran'dır, şahıslar değildir.'''Türkiye
demokratik, laik bir ülkedir. Diyanet İşleri Başkanlığı anayasal bir
kuruluştur. Başörtüsü ile ilgili karar verme, neyin dini, neyin dini olmadığına
karar verme görevi Diyanet'e aittir.'''Şimdi yarın bir başka mahkeme de, '5
vakit namazı 1 vakte indirdik, cuma namazlarını kaldırdık' dese. Böyle şey olur
mu'' şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.101)
14) 2006 yılı
Nisan ayında Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda Kur'an-ı Kerim ve İstiklâl
Marşı'nın okunmasıyla başlayan İlim Yayma Cemiyeti'nin 52. Genel Kurultayına
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Adalet ve
Kalkınma Partisi Genel Sekreteri İdris Naim Şahin, Adalet ve Kalkınma Partisi
İstanbul Milletvekilleri Burhan Kuzu, Hüseyin Kansu, Sakarya Milletvekili
Süleyman Gündüz'ün katıldıkları,
İlim Yayma Cemiyeti Genel Başkanı Hamza Akbulut'un
yaptığı konuşmada, 'Yasaklar sebebiyle İmam Hatip lisesi ve Kur'an Kursu
öğrencileri çok azaldı. İlköğretim çağındaki çocukların dinini öğrenmeleri hâlâ
mümkün değil. Hâlbuki AB ülkelerinde din eğitiminin okul öncesinden başladığını
biliyoruz. Eğitimde fırsat eşitliği yok. Özellikle İHL öğrencilerine
uygulanan haksızlık, hâlâ giderilemedi. İmam Hatip Lisesi öğrencilerine normal
lise öğrencilerinin sahip olduğu haklar verilmeli. Öğrencilerin kılık
kıyafetleriyle uğraşılmaya artık son verilmeli. Yabancı dil ile eğitim gün
geçtikçe genişliyor. Eğitimin her kademesinde dine ihtiyaç vardır. Eğitimde
gösterilen bir eksikliğin zararı, yıllar sonra da olsa çıkar. Bugün okullarda
kötü alışkanlıkların faturasını ağır ödeyebiliriz. İlk ve ortaöğretimdeki din
eğitimine önem verilmeli. Çocuklarımıza Peygamberimiz'i anlatmalıyız.
Peygamberimiz, her genç için model olmalı' dediği,
Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Sekreteri İdris Naim
Şahin'in 'Bizim kendimize göre stratejilerimiz var. Değişen
Türkiye'de siyasetin yeni diliyle konuşmak gerekir. Konuşurken de geçmişten
ders alarak yolumuza devam edeceğiz. Biz empati yaparak, olayları anlamak
zorundayız. İktidar da bunu gerektiriyor. Herkesin kendisine göre bir yöntemi
var. Bunlar da normaldir. Eleştirilerde insaflı davranmak gerekir' ,
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın ise 'Reformlar
sancılı olur. Güle oynaya yapılmaz. Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken
birçoğu kanlı oldu. Bu konuda sabır ve zamana ihtiyacımız var.
Önemli olan bir şeyi yaparken kırıp dökmemek ve bu da bizim hassasiyetimiz.
Yolumuza da bu şekilde devam edeceğiz. Devam ederken de gerekenler yapılacak.'
şeklinde konuştukları, (Ek.102)
15) Adalet ve
Kalkınma Partisi Genel Başkan Yardımcısı Akif Gülle'nin 2006 yılı Şubat
ayında, Danıştay 8. Dairesinin Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliğinin,
imam-hatipliye çifte diploma olanağı veren ve böylece katsayı engeline
takılmadan üniversiteye girme olanağı sağlayan hükmünün yürütmesini durdurma
kararına tepki göstererek 'Danıştay kararından öte, eşit yarışma şartlarında
olmak isteyenlerin talebini YÖK'ün yargıya taşımasını olağanüstü yadırgıyorum.
Yanlış buluyorum. Buradaki düzenleme sadece meslek liselerine eğitimde fırsat
eşitliğinin tanınmasıdır. Bunlara bir tolerans gösterilmesi değildir. Bu
düzenlemeyi yargıya götürme ihtiyacı hisseden YÖK, düşünülmesi gereken bir
organ. Beni en çok üzen YÖK' ün bu konuyu yargıya götürmesi.' dediği,
(Ek.103)
16) TBMM'de gazetecilerle
sohbet eden Adalet ve Kalkınma Partisi Grup Başkanvekili İrfan Gündüz'ün,
8 yılık kesintisiz temel eğitimi eleştirerek, ''İmam hatiplerin önüne kesmek
için çıkarılan kanun, gençliğin, mesleki eğitimin, hatta Türkiye'nin önünü
kesti''''Misyonerlik faaliyetleri alabildiğine arz-ı endam ediyor. Misyonerlik
faaliyetleri bu kadar cirit atarken toplum niye sessiz kalıyor' Bugün
Türkiye'de din eğitimi, 15 yaşından önce yasak. 15 yaşından sonra hangi din
eğitimini vereceksiniz' Tabiat boşluğu sevmez, sizin boş bıraktığınız alanı
birileri gelir doldurur. Rahşan Hanım da geçenlerde (din elden gidiyor) diye
feryat ediyordu. Fakat bunu kendileri yaptılar. Camilerde verilen yaz Kuran
kurslarına 15 yaşından küçüklerin gönderilmesi yasak. Bu kanunu çıkaran da Ecevit'in
başkanlığındaki hükümetti. Biz o zaman feryat ettik. Bu yasakların hepsini
kaldırmak lazım. Misyonerliği yasaklayalım anlamında değil. Bunlar
söylensin, toplumda tartışılsın. Türkiye artık şekille uğraşmak gibi bir
yanılgıdan kurtulma olgunluğuna erişti diye düşünüyorum. Baş açma, kapatmak
değil... İnsanların beyninin içi, eylemleri, icraatları önemli.'' şeklinde
beyanda bulunduğu,
Türban konusuyla ilgili olarak da 'Sayın Başbakan
eşiyle Beyaz Saray'a, Versay'a, Kremlin'e gidiyor sorun olmuyor. Ama bizim
Çankaya'ya gitmesi büyük problem oluyor. Çankaya'nın uçağına binmesi
bile problem oluyorsa Türkiye böyle küçülen bir dünyada böyle bir yanlışa ne
kadar direnebilir' Ben gideceğini sanmıyorum'' ' ''Zamanı gelirse adımlar
atılır, birisi bu adımları atar',
Misyonerlik konusunda Türkiye'de herhangi bir verinin
olmadığına işaret ederek; ''Türkiye'de köpekler serbest taşlar ise bağlı
görünüyor. Akşam televizyonlarda gösterilen ayini Türkiye'deki yerli bir
tarikat veya imam yapsa, kıyamet kopar. Ama Kanadalı göçmen yapıyor,
fazla ses çıkmıyor. Türkiye'de Müslümanların önünün açılması lazım ki biz de
kendi dinimizi savunalım, doğruları anlatalım. Bu, özgürlük ortamında çözülür.
Türkiye'de sıkıntı, Müslümanların pek çok konuda bağlı olmasından kaynaklanıyor.
Diyanet bile bu konuda üzerine düşeni yapamıyor',
'Türkiye'de bazı meselelerde sistem gelip önümüzü
tıkıyor. Zamanı geldiğinde bu adımlar atılacak. İktidarların görevi
meseleleri çözmek. Biz toplumda gerilim ve gerginlik yaratacak hiçbir konuda,
ekonomik istikrarı gölgeleyecek adım atmak istemiyoruz. Öncelikle bu sefaletin
ortadan kaldırılması lazım. Amacımız, bu meseleleri, tek başına (dediğim dedik,
çaldığım düdük) mantığıyla getirmek yerine, toplumda geniş konsensüs yaratarak
çözmektir'' 'Bunlarda toplumsal
konsensüs olması gerekir. Konu her gündeme geldiğinde (imam hatiplerin önü
açılıyor) diye saptırılıyor. İmam hatiplerin önünü kesmek için çıkarılan kanun,
gençliğin, mesleki eğitimin, hatta Türkiye'nin önüne kesti'',
şeklinde görüşlerini ifade ettiği (Ek.104)
17)
Eğitim özgürlüğünü kısıtlıyor gerekçesiyle İslami kesimde büyük tartışma
yaratan, yeni TCK Tasarısının 263. maddesinin birinci fıkrasında yer alan 'Kanuna
aykırı eğitim kurumu' başlıklı 'yasadışı eğitim kurumu açan ve işletenlere,
bu kurumlarda kanuna aykırı olarak açıldığını bildiği halde öğretmenlik
yapanlara yönelik 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası öngören' ve ikinci
fıkrasında 'yukarıdaki fıkrada gösterilen yerlerin kapatılmasına da karar
verilir' şeklindeki düzenleme ile ilgili olarak, AKP'li Hasan Kara ve
arkadaşları tarafından verilen ve teklife 29. madde olarak yerleştirilen 'Kanuna
aykırı eğitim kurumu açan veya işleten kişi 3 aydan 1 yıla kadar hapis cezası
veya adli para cezası ile cezalandırılır' yönündeki değişiklik önergesi
TBMM Genel Kurulunda 27.5.2005 tarihinde kabul edilerek '5357 sayılı Türk
Ceza Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun' olarak yasalaştığı, 765
sayılı TCK'nunda bu suçlar için 6 aydan 2 yıla, 1 Haziran'da yürürlüğe girecek
5237 sayılı yeni TCK'da ise 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası öngörüldüğü, yeni
düzenleme ile üst sınırın 3 yıldan 1 yıla indirilerek hapis cezasının erteleme
kapsamına alındığı, yalnızca adli para cezasıyla cezalandırılma olanağı
getirildiği, kanuna aykırı olarak açılan eğitim kurumlarında (Kuran
kurslarında) eğitim veren öğretmenlere ise herhangi bir ceza öngörülmediği,
kapatma yaptırımının da kaldırıldığı,
Cumhurbaşkanlığının 3.6.2005 gün ve 451 sayılı yazıları ile; 'Düzenlemeyle
yasaya aykırı eğitim kurumlarının açılıp işletilmesi özendirilmekte ya da
çalışmalarını sürdürmesine olanak sağlanmaktadır. Mevcut yasalarda yer alan
hükümlerin hedefi ise ayrılıkçı terör örgütlerinin, misyonerlik etkinlikleriyle
uğraşanların ve din devleti yanlısı tarikatların, devletin ilgili kurumlarından
izin almadan, yasadışı yollarla okul ya da kurs açmalarının önlenmesi; böylece,
sapkın yöntemlerle gençlerin çağdışı, bölücü ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş
felsefesine aykırı biçimde eğitilmelerinin önlenmesi olduğu açıktır. Söz konusu
düzenlemede ise bu hedefin korunmadığı görülmektedir.'''Yeni düzenlemeye göre
yasaya aykırı olarak açıldığı saptanan eğitim kurumunu açan ve işleten kişi ya
da kişiler yargılanıp yalnızca adli para cezası ile cezalandırılabilecek; bu
tür yerlerde öğretmenlik yapanlar ise cezalandırılmayacak, bu yerlerin
kapatılabilmeleri de yönetimin takdirine kalacaktır.'''Devletin görevi yasalara
aykırı eğitim kurumlarını yaşatmak değil, temelli ortadan kaldırmaktır. Devlet,
yasaya aykırı eğitim kurumlarının açılmasını, yapacağı düzenlemelerle başından
önlemek zorundadır.'''Suç cezasız kalmamalı.'''Tüm kurumlar için olduğu gibi,
eğitim kurumlarının da açılıp işletilmesinin yasalara uygun olması zorunludur.
Kurumlar, kurumları işletenler ve bu kurumlarda çalıştırılacakların yasal
koşulları ve nitelikleri taşımaları kamu düzeninin zorunlu gereğidir. Bir
eğitim kurumunun yasaya aykırı olarak açıldığının yargı yerince saptanması
durumunda, bu suçun cezası mutlaka kapatma olmalı, suç, kurum yönünden cezasız
kalmamalıdır.(')'Yasaya aykırı eğitim kurumlarına kapatma cezası verilmeyerek,
kapatma işleminin bir yönetsel işleme, yöneticilerin takdirine bırakılması,
yasaya aykırılığa süreklilik kazandırabilecektir ki bu durumu hukuk devleti
ilkesiyle bağdaştırmak olanaksızdır.'''Demokrasiyi ve çağdaş değerleri
özümsemiş, cumhuriyetin temel niteliklerini benimsemiş, her türlü dogmadan uzak
kalıp sorgulayabilen, özgür düşünceli bir gençlik yetiştirmenin ve ulusun
aydınlık geleceğinin temel koşulu, bu amaçlara odaklanmış eğitim kurumları ve
eğitim personeline sahip olmaktır. Bu da ancak anayasal ilke ve kurallar
çerçevesinde çıkarılmış yasalarla sağlanabilir.'''Devletin eğitim ve
öğretimdeki gözetim ve denetim görevi, laiklik ve bunun eğitimdeki yansıması
olan öğretim birliği ilkesine aykırı etkinlik ve öğretim yapılmasına izin
verilmemesi görevini de kapsamaktadır.''' Anayasanın 1. maddesinde,
cumhuriyetin niteliklerinin değiştirilemeyeceği, değiştirilmesinin
önerilemeyeceği kurala bağlanmıştır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti'nin
niteliklerinden olan laiklik, anayasal içeriğiyle güvence altına alınmıştır.
Anayasanın başlangıç bölümünde, hiçbir etkinliğin Atatürk ilke ve devrimleri
karşısında koruma göremeyeceği, laiklik ilkesi gereği kutsal din duygularının devlet
işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı belirtilmiştir.'''Anayasa,
bireyin inanç alanında kaldığı sürece din ve inanç olgusuna sınırsız bir
özgürlük tanımakta, buna karşın toplumsal yaşamı etkilediğinde, açığa
vurulduğunda kamu düzenini koruma amacıyla bu özgürlük sınırlanabilmektedir. Bu
bağlamda, devlet, dinin kötüye kullanılmasını ve sömürülmesini önleyecek
önlemleri almakla yükümlü kılınmıştır.'''İkili öğretim kaos yaratır.'''Öğretim
birliği ilkesinin amacı, akla ve bilime dayalı programlarla çağdaş uygarlık
hedefine yönlendirilmiş yurttaşlar yaratmaktır. İkili öğretim, yani bir yanda
akla ve bilime, öte yanda dinsel öğretiye dayalı öğretim toplumda ikiliğe yol
açacak, kaos ve karmaşa yaratacaktır.'''Bir yandan eğitim kurumlarının, bu
bağlamda Kuran kurslarının Atatürk ilke ve devrimleri ile çağdaş bilim ve
eğitim esaslarına aykırı eğitim verip vermediği devletin gözetimi ve denetimine
bırakılırken, öte yandan da Kuran kursu öğreticiliği gibi dini hizmetleri
yerine getirebilecek elemanların yetiştirilmesi görevi devlet okullarına
verilmektedir. Devlet gözetimi ve denetiminin olmadığı ya da sonuç vermediği
ortamlarda dinsel ve bilimsel ikili eğitimin gelişip yerleşmesi
kaçınılmazdır.'''Açıklanan nedenlerle, incelenen yasanın 3 ve 29. maddelerindeki
düzenlemeler; hukuk devleti, eşitlik, laiklik, ülke ve ulus birliği, öğretim
birliği ilkeleriyle, cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle, çağdaş ve bilimsel
eğitim anlayışıyla bağdaşmamakta, toplumun adalet duygularını incitecek
nitelikte bulunmaktadır.' şeklindeki gerekçelerle veto edilen metin TBMM
Genel Kurulunun 29.6.2005 günlü oturumda aynen kabul edilerek, 5377 sayılı Yasa
olarak Resmi Gazete'nin 8.7.2005 tarihli sayısında yayımlandığı,
Yasa'nın Anayasaya aykırı bulunduğu iddialarına karşı;
Adalet ve Kalkınma Partisi Milletvekili Fehmi Hüsrev Kutlu'nun;
'Biraz olayı abartıyoruz. Bu laiklik, cumhuriyet, ceza 6 ay olunca kurtuluyor
da, 5 ay olunca tehlikeye mi düşüyor' Kaçak Kuran kursu olmaz, Kuran
kursu olur. Bu madde Kuran kurslarını kapsıyorsa bu maddedeki 3 ay ceza da
yanlıştır, utanç vericidir. Hiç kimse dininin kitabını öğretiyor diye
cezalandırılamaz. ''İzinli Kuran kurslarına öğrenci gitmiyor'' deniyor. Siz
kalkıp da şu yaşa kadar Kuran öğretilemez diyemezsiniz..' dediği, (Ek.105)
18) TBMM Anayasa
Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu'nun, Bahçeşehir Üniversitesi tarafından
2005 yılı Mayıs ayında Beşiktaş Yerleşkesi'nde düzenlenen 'Siyaset ve
Liderlik Okulu' kapsamında 'Bağımsızlık ve Hürriyet' konulu yaptığı
konuşma sonrasında, yeni TCK ve yasaya aykırı eğitim kurumlarına yönelik
madde hakkındaki tartışmalarla ilgili bir soru üzerine, bu maddenin komisyonda
da tartışıldığını, hapis cezasının önce 3 yıla, sonra 1 yıla indirildiğini,
Yasada 'Kuran kursu' değil, 'izinsiz eğitim kurumu' denildiğini belirterek ''Neticede
devletin valiliği, savcılık takip edecektir, yasadışı bir durum olursa gerekli
şey yapılır. Sonuç itibariyle biz insanların özgürlüğünü savunalım. Ama bir
boşluk olursa onu düzeltiriz' 'Kuran kursunun yasağı mı olur' Hepimiz
evde öğrendik. 'Kaçak yapı' gibi söylüyorsunuz. Yasadışı dediğimiz
izinsiz yapılan şeyler, ille de hapis vermek gibi bir şey olamaz... Bana
sorarsanız hiç ceza vermemeniz gerekir... Şahsi kanaatim bu. İlgili
soruşturma açılır, varsa bir suçu, para cezası mı olur, başka bir şey mi olur
yaparsın. Orada yasadışı bir faaliyet varsa, örgüt anlamında, o zaten ayrı bir
suç. Yasadışı örgüt kurma diye müstakil bir suç var zaten.' diye söylediği,
(Ek.106)
19) TBMM Plan ve
Bütçe Komisyonu'ndaki SHÇEK, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Aile ve Sosyal
Araştırmalar Genel Müdürlüğü ve Özürlüler İdaresi Başkanlığı'nın 2007 yılı
bütçe görüşmelerinde söz alan Adalet ve Kalkınma Partisi Samsun Milletvekili Musa
Uzunkaya'nın; 'kızların istediği okula gidemediğini, gitse bile daha
sonra kamu hizmetine katılamadığını, 3 binden fazla kız öğrencinin
Viyana, İtalya, Almanya, ABD, Hollanda'ya gitmek zorunda kaldığını, YÖK'ün 20
küsur yıldır kızların iki kimlik taşımasını zorunlu hale getirdiğini,
üniversiteye girişte ve üniversitede farklı kimlik kullanmak zorunda kaldığını,
bunun kadının aşağılanması olduğunu, katı laiklik uygulamasının Fransa
ve Türkiye'de söz konusu olduğunu''' beyan ettiği, (Ek.107)
20) Plan ve Bütçe
Komisyonu'nda, Başbakanlık ve bağlı kuruluşların 2006 yılı bütçeleri görüşülürken,
CHP milletvekillerinin TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın türban konusunda
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'e yönelik sözlerini ve Ömer Dinçer'in görevde
tutulmasını sert biçimde eleştirmeleri üzerine Adalet ve Kalkınma Partili Musa
Uzunkaya'nın; ''Atatürk'ün eşi Latife Hanım, köşkteki toplantılara
başörtüsüyle katılıyordu. İsmet İnönü'ye yurtdışı gezilerinde eşi kara çarşafla
eşlik ediyordu. Bu da mı çağdışılık'' demiş, Ömer Dinçer'e yönelik
eleştiriler üzerine ''Ben bu makalenin altına imzamı atarım''
diye konuştuğu, (Ek.108)
21) Devlet Bakanı Mehmet
Aydın'ın; 2004 yılı Nisan ayında Almanya'da Frankfurter Allgemeine
gazetesine verdiği demeçte 'Eğer bir kadın kapanması gerektiğini
düşünüyorsa, bu konuda bir demokrat olarak sadece şunu söyleyebilirim: buna hakkı
var'Türban takılması, kamu kuruluşlarında mümkün olabilir'Bizim
kadınlara kendi kurallarımızı zorlamaya hakkımız yok. Aksi halde bir yan
konudan büyük sorun yaratırız.' dediği, (Ek.109)
22) Devlet Bakanı Güldal
Akşit'in, 2005 yılı Ocak ayında ABD'de katıldığı Birleşmiş Milletler'e
bağlı Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW)
Komitesi'nin Türkiye konulu özel komite toplantısında; 'Türkiye'de bir
başörtüsü sorunu vardır. Genç kızlarımızın eğitim alması önünde engel teşkil
etmektedir. Üniversitelerimize fiilen devam edemedikleri için eğitim
almaları engellenmektedir' şeklinde konuştuğu, (Ek.110)
23) Hükümetin
Leyla Şahin hakkındaki AİHM 4. Dairesi'nin kararının onaylanmasını istemesi üzerine
2005 yılı Mayıs ayında Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekillerinden:
Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbay'ın; 'Türban
yasağı savunmasına katılamayız. Türban bireysel, inanç özgürlüğüne girer. Giyim
kuşam özgürlüğü var. Hükümetin türban yasağını savunması Anayasa'ya aykırıdır.
Anayasa'daki din ve vicdan hürriyeti ne olacak' Bu işi 'mecburiyetten yaptık'
anlayışı olmaz. İktidara bireysel özgürlükleri genişletmek için geldik. Bu
unutulmamalı'',
Adıyaman Milletvekili Ahmet Faruk Ünsal'ın; 'Eğer
hükümet türban yasağını savunduysa bunun demokratik gerekçeye sığınarak
yapılmasını doğru bulmam. Biz demokratiksek, o zaman Avrupa ülkeleri
teokratiktir. Hükümet keşke farklı savunma yapsaydı. Avrupa'da bazı liselerde
yasak var, üniversitede yok. Keşke hükümet, 'Bizde alternatif eğitim kurumları
yok' deseydi.',
Nevşehir Milletvekili Mehmet Elkatmış'ın: 'Türban
yasağı insan haklarına aykırıdır. Türban yasağı savunulamaz',
Ankara Milletvekili Eyüp Sanay'ın: 'Türban
yasağı gibi kısıtlamalar olmamalı. Hükümetin verdiği savunma siyasidir.
Birtakım güçlerin etkisi altında kalarak verilen bir savunmadır. Asıl
düşünceleri benim gibidir. Gizli güçlerin etkisi altında bu karar, verilmiştir.
Başbakanın eşi başörtülü, kızları başörtüsü yüzünden yurtdışında okuyor,
Dışişleri Bakanı'nın eşi okuyamadı. Yasağı savunmaları mümkün mü' Yürekleri
sızlaya sızlaya savunmayı veriyorlar',
Adana Milletvekili Abdullah Çalışkan'ın: 'Hükümet
olabilirsiniz, ancak şimdi olduğu gibi bazı konularda irade ortaya
koyamayabilirsiniz. İçeride anayasal kurumların yarattığı bir 'de facto' durum
var...,'
şeklinde beyanda bulundukları, (Ek.111)
24) Adalet ve
Kalkınma Partisi Ankara Milletvekili Eyüp Sanay'ın 2005 yılı Kasım
ayında, TBMM'de yaptığı açıklamada üniversitelerin yanı sıra kamu kurumlarında
da çalışanlara türban serbestliği getirilmesi gerektiğini ileri sürerek;
''Her yerde, yapılan işe zarar verilmediği sürece kıyafet sınırlaması
olmamalıdır. İsteyen başörtüsüyle isteyen başı açık, isteyen mini etek, isteyen
maksi etek ile çalışabilmelidir'' dediği, (Ek.112)
25) Adalet ve
Kalkınma Partisi Kocaeli Milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı Nihat Ergün'ün
divan başkanlığı yaptığı Adana Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Salonu'ndaki
Adalet ve Kalkınma Partisi Adana Gençlik Kolları 2. Danışma Meclisi'nde, toplantıya
katılan partili gençlerin boyunlarında parti amblemi bulunan turuncu renkli
atkıların kendine Ukrayna'da yaşanan 'Turuncu devrimi' hatırlattığını
belirten Adalet ve Kalkınma Partisi Adana Milletvekili Abdullah Çalışkan'ın
'Gençler devrim istiyor. Ben de bir romantik devrimci olarak elbette
devrimden yanayım. Ama devrimin turuncusu olmaz. Ara renk olmaz devrimde.
Devrim ya kırmızıdır, ya da yeşildir. Ben yeşilden yanayım'''Bu devrimci
ateşinizin asla sönmemesini diliyorum. Yaş 30'u geçtikten sonra ana
kademeye geçince, devrimci ruhunuzun asla sönmemesini diliyorum. O ateş, her ne
kadar cürümü kadar yeri yaksa da sizi mezara kadar götürecek bir ateştir. Ben
yüreğinizdeki o ateşin mezara kadar devam etmesini diliyorum.' diye
söylediği,
Konuşmasının ardından DHA muhabirinin 'Yeşil devrimden
kastınız nedir'' sorusuna Abdullah Çalışkan'ın; 'Gençlere
yönelik duygulu bir konuşma yapmak istedim. Asıl olan ülkedeki mevcut
gidişattır. Çünkü bugüne kadar ülkemizde bir takım yönetimler olmuş, bir takım
iktidarlar gelmiş, ama köklü değişimler bir türlü gerçekleşmemiştir. Önemli
olan burada toplumun talep ettiği köklü değişimlerdir. Siz onun adına ister
devrim deyin, ister fetih deyin. Bir şekilde bu köklü değişimlerin
yapılması lazım. Ben köklü değişimlerden yanayım, benim kastettiğim şey budur.
Devrimlerin esası şudur, ara devrim olmaz. Bir şekilde 'turuncu devrim', 'pembe
devrim', 'sarı devrim' gibi devrimler olmaz. Devrimlerin rengi ya 'yeşildir',
ya da 'kırmızıdır' Kastettiğim köklü değişimlerdir. Devrimin darbe gibi
farklı şekilde anlaşılması zaten mümkün değildir. Yeşil devrim zaten halkın
anlayacağı bir dildir. Ben renklerle ifade ettim, renklerin dilini
kullandım, anlaşılmıştır.' yanıtını verdiği, (Ek.113)
26) Adalet ve
Kalkınma Partisi Genel Başkan Yardımcısı Nihat Ergün'ün , Adalet ve
Kalkınma Partisi Genel Merkezi'nde 2005 yılı Nisan ayında düzenlediği basın
toplantısında; türban konusunda geleceğe dönük uyarılarda bulunarak ''Dindar
bir kimlik ve görünümle modern hayata aktif şekilde katılmak isteyen bireylerin
mağdur edildiğini'' '. Laikliğin sulandırılması da katılaştırılması
da onu çağdaşlıktan, bilimsellikten ve rasyonellikten uzaklaştırmaktır. Çağdaş,
bilimsel ve rasyonel laikliğin hem devlet hem de dinler ve dindarlar için
sağlam bir güvence, demokrasinin ve sosyal barışın güçlenmesinde en etkili
faktör olduğuna inancımız tamdır.'' dediği, (Ek.114)
27) Adalet ve
Kalkınma Partisi Adıyaman İl Başkanlığı'na 2005 yılı Aralık ayında yaptığı
ziyarette basın mensuplarının sorularını cevaplandıran Adalet ve Kalkınma
Partisi Genel Başkan Yardımcısı Bülent Gedikli'nin; 'Adalet ve
Kalkınma Partisi olarak başörtüsüyle ilgili toplumsal mutabakat aradığımızı
söylemiştik. Biz vatandaşlarımıza bu sorunu belli bir zaman içerisinde çözeceğiz
sözünü vermedik. Fakat başörtüsünün bir sorun olduğunu ve başörtülü
kızlarımızın üniversitede eğitim görememelerinin ciddi bir sorun olduğunu dile
getirdik. Fakat bir mutabakat içersinde çözüleceğini söyledik. Bu konuda da
epeyce mesafe alındığını düşünüyorum. Başörtüsü sorununun çözümü için belirli
bir süre veremeyiz. Başörtüsünün insan hakları ihlali olduğu ortadadır.
Başörtülü bir kızımızın eğitim görmemesi bizi de üzüyor, kamuoyunu da üzüyor.
Kamuoyu araştırmalarında kızlarımızın başörtüsüyle eğitim görmesini
isteyenlerin oranı yüzde 70-75'dir. Partimiz bu halkın tercihlerini göz önünde
bulunduruyor. Bu sorunun çözülmesi için toplumun her kesimi muhataptır.
Mutabakatın sağlanması olayı sosyal bir süreçtir. Kurumlar arasında mutabakat
olmadığı için, başörtüsü sorun olmaya devam ediyor. Bu anlamda toplumsal
mutabakat sağlanacaktır. Kurumlar arasında böyle bir mutabakat sağlanmadığı
için sorun gündemde kalmaya devam ediyor' şeklinde beyanda bulunduğu, (Ek.115)
28) Adalet ve
Kalkınma Partisi MKYK Üyesi ve Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı
İstanbul Milletvekili Egemen Bağış'ın, 2005 yılı Aralık ayında Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'nin Leyla Şahin davası hakkındaki kararı ile ilgili
olarak; 'Başörtüsü kullananların kullanma hakkına saygı duyuyorum. Aynı
şekilde ben başörtüsünü savunduğum kadar mini eteği de savunuyorum. Çünkü ikisi
de ifade özgürlüğünün gereğidir. İnsanlar ülkede istedikleri gibi
yaşayabilmelidir, diye düşünüyorum' Leyla Şahin davasında karar verenler bu
acıyı yaşayanlar değil, onların ülkesinde böyle bir sorun yok. Benim
üniversiteye gidemeyen kardeşlerim, bacılarım arkadaşlarım var' Bu tamamen bir insan
hakları ayıbıdır benim açımdan' dediği, (Ek.116)
29) AKP Tokat
Milletvekili Resul Tosun'un, İmam Hatip Liseleri Mezunları Derneğince
2005 yılı Mayıs ayında düzenlenen toplantıda AİHM'nin Leyla Şahin davası
hakkındaki kararı ile ilgili olarak; ''...Temyiz duruşmasında
hükümet adına verilen savunmanın, milli iradeyi kesinlikle temsil etmediğini'' söylemiş,
3 Kasımdan sonra oluşan TBMM'de insan hakları konusunda hassas davrandıklarını,
ideolojik bir tavır içine girmediklerini belirterek, Hükümetimizin de, Meclis
grubumuzun da hassasiyete sahip olduğunun altını önemle çizmek istiyorum, (')
Siz Başbakanın eşini bir toplantıya götürememesinden, her gün yaşadığı bu
sıkıntıdan bu meseleleri dert edinmediğini mi sanıyorsunuz'' demiş,
salondan gelen tepkiler üzerine ''Bizim yanlış yaptığımız yerde sizin
ikazınız, eleştirileriniz bize güç verir. Bu ikazların hükümetimize etki
edeceğine inanıyorum. Hatırlat. Hatırlatmakta fayda var. Bazen susarak,
bazen baldıran zehiri içerek bu sorunu çözmeyi hedeflemeliyiz'' ifadesini
kullandığı, (Ek.117)
30) Tokat
Milletvekili Resul Tosun'un, 2005 yılı Mayıs ayında, parti grup
toplantısında AİHM'nin Leyla Şahin davası hakkındaki kararı ile ilgili olarak;
Türban konusunda hükümetin kredisinin bitmediğini, sorun çözülmediği takdirde
seçim sonuçlarına yansıyacağını belirterek; 'O nedenle bir an önce halka
gidilmesi ve referanduma sunulmasını savunuyorum' dediği, Referandum için
Meclis'te gerekli çoğunlukları bulunduğunu hatırlatan Tosun'un, sözlerini 'Oligarşik
kurumların direnci, toplumsal taleple kırılacaktır. Rusya bile ayakta duramadı.
Ezici bir çoğunlukla halk bu yasakları kaldıracaktır. Eğer halk bizim
savunduğumuzu yerinde görmezse, bunu halka doğru anlatamamışız derim. Bunu
halka anlatmaya çalışırız. Hak bildiğimiz bir şeyden vazgeçecek değiliz' şeklinde
devam ettiği, (Ek.118)
31) Adalet ve
Kalkınma Partisi Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı'nın, AİHM'nin
Leyla Şahin davası hakkındaki kararı ile ilgili olarak; 'Biz parlamenter
demokratik bir cumhuriyetiz. Parlamenter demokrasilerde erkler ayrılığı vardır,
yasama, yürütme ve yargı. Parlamenter rejimlerde kuralı koyan yasama
organıdır. Bunun dışında yargının görevi önüne getirilen somut olayla ilgili
hüküm vermektir. Kural koyması söz konusu değildir. Dolayısıyla AİHM'in veya
başka bir mahkemenin türbanla ilgili veya benzeri konularla ilgili kural koymuş
olduğu iddiaları hukuki temelden yoksundur. Karar konusu o kararın öznesi
kimse onunla alakalıdır. Kimdir öznesi' Sayın Leyla Şahin. AİHM, Leyla Şahin
ile ilgili işlemi hukuka aykırı bulunmamıştır. Karar bundan ibarettir.'.. 'O
olay için bağlayıcıdır' 'Düzenleyici işlemler farklı, yargısal işlemler farklıdır,
düzenleyici işlemleri yasama organı koyar. Bizim Anayasamızda açıktır. Anayasa
Mahkemesi düzenleyici işlem niteliğinde karar alamaz diye. Bu işlemde idare
haklıdır, haksızdır, mahkeme bunu tespit eder. Somut olayın tarafları için
sadece bağlayıcıdır. İddia edildiği gibi bu konu tamamen bitmiştir, burada
kural konamaz. Hele hele bize hukuk dersi de vermiş hocaların bu anlama gelecek
hocalarımızın beyanlarını ben hayretle karşıladım. Artık kural konamaz demek
Türkiye'nin geleceğini veya bir ulusun geleceğini 16 yargıçtan oluşan bir ekibe
havale etmek anlamına gelir. Geleceğe ipotek koymak anlamına gelir. Böyle bir
şeyin demokrasilerde kabulü mümkün değil. Demokratik kurallarla bağdaşır olması
da düşünülemez.' diye konuştuğu, (Ek.119)
32) TBMM Başkan Vekili
ve Adalet ve Kalkınma Partisi Kayseri Milletvekili Sadık Yakut'un Adalet
ve Kalkınma Partisi İl Başkanlığı tarafından 2005 yılı Temmuz ayında düzenlenen
basın toplantısında YÖK'ün meslek liseleri mezunlarına uygulanacak ÖSS
katsayısının düşürülmesine ilişkin kararıyla ilgili bir soruya 'Adalet ve
Kalkınma Partisi seçimlerde yüzde 35 oranında oy alarak iktidar oldu. Partimiz
milli iradenin temsilcisidir. Milli iradenin yargıya da yansıması gerekir.
Kurum ve kuruluşlar milli iradenin bir parçasıdır.' şeklinde yanıt verdiği,
(Ek.120)
33) 2005 yılı
Nisan ayında 'Başörtüsüne Özgürlük Diyarbakır Girişimi'ne mensup 20 kişi,
Adalet ve Kalkınma Partisi Diyarbakır İl Başkanlığına giderek destek talebinde bulunmuş,
Adalet ve Kalkınma Partisi Diyarbakır İl Başkanı (Halen AKP Diyarbakır
Milletvekili) Abdurrahman Kurt'un; 'Türkiye'de toplumun yüzde 75-80
civarında ittifak ettiği bir konuda, aynı şekilde mağduru olduğumuz bir konuda
halkın iradesini topluma yansıtmakta ne kadar zorlandığımızı ve bunun ne denli
acılara sebep olduğunu başörtüsü olayı çok açık bir şekilde ortaya
koymaktadır.(')Halkın ekseri çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede dinin
gereği olan bir hali yaşama talebinde olan insanlarımız mağdur edilmeye devam
edilmektedir. Biz hükümet partisi olarak bunun acısını çok açık bir şekilde
hissetmekle beraber halkın iradesinin topluma yansıtılmasındaki zorlukları
ciddi şekilde hissetmekteyiz. Allah'ın onlara hak olarak verdiği
özellikleri, tavsiyeleri, yönlendirmeleri yaşamayı talep eden insanların önüne
hangi gerekçeler sunulabilir diye düşünüyorum. Ve şahsen benim söyleyeceğim bir
gerekçem yok. Söyleyecek bir savunmam yok. Şunu söylüyorum: Allah hepimizin
yar ve yardımcısı olsun, ama inşallah ve inanıyorum ki bu süreç bütün mağdur
kardeşlerimizin onurlu tavırları ve direnişiyle hayra vesile olacak vebir sonuç
getirecektir') biçiminde beyanda bulunduğu, (Ek.121)
34) Danıştay 2.
Dairesi'nin Aytaç Kılınç'a ilişkin 26.10.2005 gün ve 2004/4051-2005/3366 sayılı
kararı ile ilgili olarak;
Adalet ve Kalkınma Partisi Çorum Milletvekili ve TBMM
Adalet Komisyonu Üyesi Muzaffer Külcü'nün, 'Bu çok önceden
planlanmış, tek tip toplum oluşturma projesinin bir tezahürüdür' ''Bu
karar tek kelime ile 'ayıp' olarak özetlenebilir' ''Zaten
Danıştay, kendi kafasında kurguladığı bazı gerekçeler üzerinden karar alıyor.
Danıştay kararlarında Anayasa, yasa, evrensel hukuk ilkelerinin gereklerini
görmek çok zordur',
Adalet ve Kalkınma Partisi Sivas Milletvekili Selami
Uzun'un; Danıştay'ın verdiği bu karara 'ancak dehşet denebilir' şeklindeki
sözleri ile tepki göstererek 'Bu kararı verenler önce dünyaya baksınlar.
Dünya istikrar ararken Türkiye yargının eliyle kaosa sürükleniyor'
Adalet ve Kalkınma Partisi Kilis Milletvekili Hasan
Kara'nın; 'Danıştay başörtüsü konusundaki yorumu çok genişletiyor. Bu
karar artık kamusal alan olayını da geçti. Bunu sokaklara yaymak istiyorlar. Böyle
bir karar toplumda infiale neden olur ve vatandaşlarımız üzerinde sıkıntıya
yol açar. Peygamberimize yapılan hareket tüm dünya Müslümanlarında tepki
oluştururken kendi içimizde birlik olamamak çok acı',
şeklinde beyanda bulundukları, (Ek.122)
35) 2007 yılı
Aralık ayında gazetecilerle sabah kahvaltısında bir araya gelen AKP Genel
Başkan Yardımcısı Nükhet Hotar Göksel'in; 'Bunu biz ilk günden beri
söylüyoruz. Buna bir sorun da denmez. Özellikle eğitimde kızlarımız için bir
engel. Bu engelin kaldırılması da ancak bir toplumsal mutabakatla sağlanabilir.
Bu herkesin sorunu olmalı. Herkes bunun kaygısını taşımalı. Taşıyabildiği
ölçüde de toplumsal bir mutabakatla bu soruna bir çözüm getirilmeli'''Somut bir
şeyimiz yok. Ama anayasa olabilir, ama yönetmelikler olabilir. Ama insanlar bu
konuda bilinç oluşturur, öyle de olabilir. Bütün partiler bir araya gelip bu
konuda bir çalışma yapabilir. Bunların her biri bir alternatiftir, bir şıktır.
Şekli buralardan herhangi biri de olabilir, hepsi de olabilir. Ama biz temel
olarak özellikle eğitimde her türlü yasağın kalkmasından yanayız''diye
söylediği,
'Eğitim derken ilköğretimi mi, ortaöğretimi mi,
yükseköğretimi mi kastediyorsunuz' sorusunu 'Tabii öncelikle
yükseköğretim' şeklinde yanıtladığı, yeni anayasa taslağında bu konuda
nasıl bir düzenleme olacağı yönündeki soru üzerine ise, 'yükseköğretim
kurumlarında eğitim hakkı herhangi bir şekilde kısıtlanamaz gibi bir
ifade olabileceğini, başka seçenekler üzerinde de durulduğunu' söylediği, (Ek.123)
36) AKP İstanbul
İl Kadın Kollarınca Muammer Karaca Tiyatrosu'nda 2007 yılı Aralık ayında
düzenlenen '5. Pera Buluşması'nda, 'Türk Kadınının Seçme ve Seçilme Hakkının
73. Yılı' dolayısıyla 'Yerel Siyaset' konulu panelde konuşan TBMM Anayasa
Komisyonu Başkanı ve AKP İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Burhan Kuzu'nun,
'Başörtülü kadınların siyaset yapma engeli kalkar diyemem ama başörtülü
kızların üniversitede okumalarının önündeki engelin kalkması için yeni
anayasada açık düzenleme olacak' şeklinde beyanda bulunduğu, başörtülü
bir öğrencinin ödül almasının engellenmesi olayını da 'insanlık ayıbı'
olarak nitelendirdiği, (Ek.124)
37) Show TV' de
yayınlanan 17.01.2008 tarihli ' Siyaset Meydanı' isimli programda AKP'nin
Merkez Karar ve Yönetim Kurulu Üyesi Ayşe Böhürler ile Meclis Anayasa
Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu arasında geçen konuşmada, Ayşe Böhürler'in
türbanlı olarak hukuk öğrenimini bitirmiş bir kadının yargıçlık yapmasını
savunduğu, bu doğrultudaki önerilerini Burhan Kuzu'nun, 'Acele
etmeyin ona da sıra gelecek ' diye yanıtladığı, (Ek.125)
38) AKP Genel
Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat'ın 2007 yılı Kasım ayında
Anayasa taslağı üzerindeki çalışmalarda sona yaklaştıklarını söylediği ve 'Başörtüsü
inanç özgürlüğünün kullanılması nedeniyle bir insanın hakkı. Başörtüsüyle
ilgili yasalarda, Anayasa da dahil olmak üzere herhangi bir yasaklama yok. O
zaman Türkiye'de eksik olan başka bir şey var. Türkiye'de sistemin tam
demokratikleşmediği, tam bir hukuk devleti oluşmadığı ve kişi özgürlüklerine
karşı büyük bir saygının oluşmadığı sonucu ortaya çıkıyor. Tartışma
başörtüsüyle ilgili değildir, problem de başörtüsü değildir. Aslında birileri
genç kızlarımızın, kadınlarımızın başında olan örtüyü aldılar, kendi yüzlerine
örttüler. Aslında tartışma konusu olan şey, egemenliğin kime ait olduğu ve bu
egemenliğin kimin eliyle kullanılacağı tartışmasıdır. Cevaplanması gereken iki
soru var. Cumhuriyetçi misin, demokrat mısın' Kavga bunun üstünedir.'
dediği,
2008 Yılı Şubat ayında yaptığı bir konuşmada ise;
Üniversitelerde uygulanan türban yasağının Anayasa ihlali olduğunu ileri
sürerek, ' Çünkü beğensek de, beğenmesek de 1982 Anayasası yürürlüktedir.
Herkes bu Anayasaya uymak mecburiyetinden. 13'cü maddesi açık ve seçiktir.
Özgürlükler yasa ile sınırlandırılabilir. Hiçbir makam, hiçbir organın emri
ile, karıyla sınırlandırılamaz. Bunun aksini yapan Anayasayı ihlal eder. Bunu
uygulayan her kişi de kanunsuz emri uygulamış olur. Kanunsuz emri uygulamak,
emir verilmiş olsa dahi uygulayanı cezadan kurtarmaz.' şeklinde beyanda
bulunduğu, (Ek.126)
39) TBMM İnsan
Hakları Komisyonu Başkanı ve AKP'li Prof. Dr. Mehmet Zafer Üskül'ün,
seçim bölgesi Mersin'de 2007 yılı Kasım ayında yaptığı açıklamada; türbanlı
öğrencilerin de üniversiteye girmesi gerektiğini, başkalarının da haklarının
bulunmasından ötürü insan haklarının sınırsız olmadığını, insan haklarının,
olması gerekenin dışında sınırlandırılmaması gerektiğini belirterek, 'aynı
zamanda kamusal düzenin oluşturulması insan haklarının sınırlandırılmasını
beraberinde getirir. Anayasalar da bu sınırlamanın nasıl yapılabileceğini
öngörürken sınırlamaya da bir sınır getirir. Mesela hakkın özüne dokunmamak, ölçülü
olmak ve demokratik haklara karışmamak gibi zorunluluklar vardır'' 'Ancak
türbanlı öğrencilerimiz şu anda bu haklarını üniversitelerimizde kullanamıyor.
Ama bu doğru mudur' Getirilen bu sınırlamalar bana göre doğru değildir. Sonuç
olarak öğrenci yurttaştır ve hizmet alandır. Bir öğrenci tapu dairesindeki
işini yapabiliyor, suç işlerse karakola götürülebiliyor ve mahkemeye
çıkarılabiliyor. Buralar da devletin kurumları. Ama devletin üniversitelerine
alınmıyor. Burada bir çelişki var, bunun ortadan kaldırılması gerekir. Ama
hukuken üniversitelerimiz başka bir şey yapamaz. Çünkü Danıştay ve Anayasa
Mahkemesi kararı var. Dolayısıyla bu sorunu başka bir biçimde çözmeye çalışmak
gerekiyor'.' şeklinde konuştuğu, (Ek.127)
40) AKP Kütahya
Milletvekili Hüseyin Tuğcu'nun, 2008 yılı Ocak ayında 'Cemevleri
resmi statüde camiler gibi birer ibadethane olamaz. Bu durum, Müslüman Türk
toplumunun ayrışmasında ve birbirlerine karşı bakış açılarının sertleşmesinde
etkin rol oynayabilir', ne Osmanlı ne de Cumhuriyet döneminde cemevi kavramının
olduğunu, Alevi-Bektaşi Türk kültüründe toplantı mekânı olarak geçmişte
'dedeevi' tabiri kullanılırken günümüzde cemevi kavramı ön plana çıkmıştır, ...
Nakşi, Rufai, Kadiri, Nurcular, Süleymancılar, Fethullahçılar gibi grupların
toplantı yaptıkları özel mekânlar ile Alevi-Bektaşi toplumunun toplantı
mekânları da özel mekânlardır' diye söylediği, bu kapsamda bir dönem
zorunluluktan dolayı kaldırılan tekke ve zaviyelere ilişkin yasanın sosyal
gereksinimler çerçevesinde yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini savunan Tuğcu,
'Zaten bu dini sosyal gruplar varlıklarını yıllardır sürdürüyorlar. Devleti
millete, milleti devlete küstürmenin ne gereği ne de anlamı vardır' görüşünü
dile getirdiği, (Ek.128)
41) Adalet ve
Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisinin Türbanın Yükseköğretimde
serbest bırakılmasına yönelik Anayasa ve yasa değişiklikleri önerilerini
müzakereye başladıkları süreçte bazı AKP milletvekilleri ve partililer, konuya
ilişkin görüşlerini açıkladıkları ve hatta serbestliğin sadece yükseköğretimle
sınırlı kalmayacağını da içeren beyanlar verdikleri,
AKP Balıkesir Milletvekili Mehmet Cemal Öztaylan'ın
Burhaniye AKP Kadın Kolları Kongresinde yaptığı konuşmada; ''Yasalara göre
bize zulüm Cumhuriyet Yürüyüşleri yapacaksın, bizlere küfür edeceksin,
Cumhuriyet Yürüyüşleri yapanlar 'Cumhuriyet Çocuğu' da biz 'Patagonya Çocuğu
muyuz''(') Ulan biz neyiz, ağaç kökü müyüz'(') Birçok şeyin olduğu gibi
AKP'nin de simgesi var'' şeklinde beyanda bulunduğu,
AKP Konya Milletvekili Hüsnü Tuna'nın Konya
Gazeteciler Cemiyetini ziyareti sırasında; ''Üniversitelerde kılık
kıyafet serbest olursa, kamu hizmetinde yasak devam eder mi' İnşallah hedefimiz
kamu hizmetlerinde de, yani kamu hizmeti veren personellerde de böyle bir
yasağın olmamasıdır. Bu utanç verici bir şey diye düşünüyorum ben. Ama
bunun yeri 42 nci madde değil. Çünkü 42 nci madde eğitim hakkıyla ilgili madde
olduğu için. Orada çalışma hakkını düzenleyemiyoruz. Zamanı gelince inşallah o
çerçevede düzenlemelerde gündeme gelecektir'.' dediği,
AKP'nin Kurucu ve halen Merkez Karar Yönetim Kurulu üyesi
olup Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın danışmanlığı görevini yürüten Hasan
Cüneyt Zapsu'nun, Dünya Ekonomik Forumu için gittiği İsviçre'nin Davos
kentinde gazetecilerle yaptığı sohbet toplantısında ''Yok efendim şu kanun..
Bana ne kanundan' İnsan yapmış kanunu, değiştirirsin kanunu..' şeklinde
konuştuğu, türbanın liseye, ilkokula ineceğine dair korkular olduğunu belirten
Zapsu sözlerine devamla ''Kamuda da oldu diyelim. Sonunda ne olacak' Korkulan
nedir' Şeriat' Türkiye'ye hiçbir şey olmaz. İsterse kamuda da olsun, bana ne'
700 sene Osmanlı şeriat ile idare edilmiştir. Türk halkı Yunus Emre
ve Mevlana ile büyümüştür. 'şeriat gelecek, Türkiye işte İran gibi olacak' gibi
şeyler' Bunlar tarih okumuyorlar..' biçiminde konuştuğu,
AKP Gaziantep Milletvekili ve Kadın Kolları Başkanı Fatma
Şahin'in ''.Bizim önceliğimiz eğitim hakkının verilmesidir.(')
Anayasada hizmet alan, hizmet veren diye bir düzenleme yaparsanız ihtiyaca
cevap vermez. Kamuda çalışanların türban takması konusunu bugünden konuşmak
yanlış olur. Bir gün gelir, kurumsal mutabakat sağlanır, 'tüm yasakları
kaldıralım' noktasına gelinirse o gün kamuda çalışanların türban takması
konuşulabilir.(') Adım adım gitmek lazım'' şeklinde beyanda bulunduğu,
Adalet ve Kalkınma Partisi Erzurum İl Başkanlığı Danışma
Meclisinin 3 şubat 2008 tarihli toplantısına katılan Erzurum Milletvekili Muzaffer
Gülyurt'un öğretim üyelerinin cübbeleriyle yürüyüş yapmalarını eleştirerek,
'Kutsal cübbeyi giyip başörtüsüne karşı yürüyenler gidip proje üretsinler.
Birçok hoca akşama kadar oturup para hesabı yapıyor. Ondan sonra da
'başörtülüleri okula almayız' diyorlar. Bu böyle olmaz. Bu zulümdür,' dediği,
Adalet ve Kalkınma Partisi Erzurum Milletvekili Muhyettin
Aksak'ın 'Artık kimse haydi kızlar dışarı diyemeyecek. Önümüzdeki
hafta bu ülkenin bütün gençleri okula rahatça gidebilecek. İnşallah bu
beladan hep beraber kurtulacağız.' diye konuştuğu,
Yukarıdaki sözlerinden dolayı AKP Konya
Milletvekili Hüsnü Tuna'nın 'uyarı' istemiyle Müşterek Disiplin
Kurulu'na sevkedildiği, Gaziantep Milletvekili ve Kadın Kolları Başkanı Fatma
ŞAHİN hakkında AKP Grup Yönetim Kurulunun bir işlem yapılmamasının
kararlaştırdığı,(Ek.129)
42) Adalet ve
Kalkınma Partisi Kurucu ve MKYK Üyesi olan İstanbul Milletvekili Egemen
Bağış'ın 2008 Ocak ayı içinde Konrad Adaneur Vakfı'nı davetlisi
olarak gittiği Berlin'de bir gazetecinin türban konusundaki sorusu üzerine: 'MHP
Milletvekilleri Meclis kapısına kadar başörtüsü ile gelip, kapıda başını açıp
giriyorlardı. Böyle çifte bir hayat yaşamanın kime ne faydası olabilir. Ben
bunu insanlık adına çok daha utanç verici buluyorum. Kapıya kadar gelecek bir
milletvekili ve kapının ağzında açacak ve çıkınca bağlayacak. Bu daha saçma.
Ama insanları bunu yapmak durumunda bıraktık Türkiye'de', dediği,
gazetecinin, 'Bu durumda siz Meclis çatısı altında başörtülü vekiller de
bulunabilirler mi diyorsunuz'' şeklindeki sorusunu ise 'Mecliste görev yapan
kimlerdir' Milletvekilleri, Kimin vekil, milletin vekili. O zaman millet neyse,
vekil de o olmalıdır. Farklı olmamalı. Bu benim düşüncem. Partimin düşüncesini
soruyorsanız, henüz bu konuyu konuşmadık' diye yanıtladığı, (Ek.130)
43) Adalet ve
Kalkınma Partisi Kurucu üyesi ve Kütahya Milletvekili Hüseyin Tuğcu'nun
2007 yılı Eylül ayında bir gazetecinin, 'Son dönemde, devletten iş alacak
müteahhitlerin eşlerinin örtünmeye başladığı, hükümetin bu tür uygulamalarında
da söz edilen iddialar var, bunlara ne diyorsunuz' şeklindeki sorusunu 'Evet
tabiî ki bunlar olabilir, insanın olduğu her yerde her şey mümkün' Elbette
iş alacaksa kendine çeki düzen verecektir insan. Bu yönetimin durumuna göre
şekillenecektir'' biçiminde yanıtladığı, (Ek.131)
44) 2008 yılı
şubat ayı içersinde, AKP Trabzon milletvekili Cevdet Erdöl'ün 'başörtülü
olarak okula alınmayan kız çocuklarının önündeki engellerin kaldırılması da '
haydi kızlar okula' kampanyasının bir tamamlayıcı ayağı olacaktır. Ebeveynler
kız çocuklarını okula göndermede daha istekli davranacaklardır.' dediği, bu
beyanıyla; ilköğretim ve ortaöğretim çağındaki kız öğrencilere de türban
serbestisi sağlanacağının işaretini verdiği, ( Ek.167)
45) 2007 yılının
Aralık ayında başlayıp 2008 yılının 14 Ocak'ında Başbakan Recep Tayyip
ERDOĞAN'ın İspanya'da yaptığı konuşmada türbanı dinsel ve siyasal bir simge
olarak tanımlaması ve üniversitelerde türbana serbesti tanınacağını açıklaması
ve bundan sonra yaşanan tartışmalar sürecinde 17.02.2008 tarihinde Kayseri'de
AKP Gençlik Kolları İl Kongresinde bir konuşma yapan Genel Başkan Yardımcısı ve
Manisa Milletvekili Hüseyin TANRIVERDİ'nin, basında çıkan haberlere
tepki göstererek 'Tepkilerin dozunu öylesine yükselttiler ki, ağızlarından
akan salyalarıyla 'TBMM'de kaosa kalkan 411 el' diye manşet attılar. Yazıklar
olsun onlara. Bunlar kendi kişisel menfaat ve çıkarlarını düşündükleri için
böylesi manşet attılar. Buradan ifade ediyorum, milletvekili arkadaşlarımla
birlikte biz ellerimizi kaos için kaldırmadık. Türkiye'nin geleceği için
kaldırdık ve bilesiniz ki sayın genel başkanımız başbakanımız ERDOĞAN ifade
etti. Biz beyaz çarşaflarımızla meclise geldik. Onun için siz varın,
ağzınızdan akan salyalarla manşetler oluşturun. Bunlar bizim için vız gelir,
tırıs gider.' dediği, (Ek. 168)
46) AKP Grup
Başkan vekili Sadullah ERGİN ile MHP Genel Sekreteri Cihan PAÇACI'nın 17 Şubat
2008 tarihinde Kanal 24'ün Ankara Masası programında gazeteci Şamil TAYYAR ile
Taşkın KOÇ'un gündeme ilişkin sorularını yanıtlarken Sadullah ERGİN'in iki
parti arasında gizli mutabakat imzalandığı ve mutabakatta çatlak olduğu yönündeki
iddiaları yalanladığı,söz konusu mutabakatın başörtüsü yasağını kaldıran
anayasanın 10. ve 42. maddeleri ile YÖK yasasının ek 17. maddesinin
değişikliğine ilişkin metne atılan imzadan ibaret olduğunu söylediği, devamla
'mutabakatın arkasındayız. Gizli hiçbir şeyimiz yok. Ek 17, anayasa
değişiklikleri üzerine bina edilecek bir maddedir. Ne yapacağımız teknik bir
konudur. Zamanlamasını beraber ayarlayacağız.' dediği, (Ek. 169)
47) AKP Genel
Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet FIRAT'ın, Anayasanın 10. ve 42.
maddelerinde yapılan değişikliğin henüz Cumhurbaşkanı tarafından imzalanıp
yürürlüğe girmesinden önce 20.02.2008 tarihinde basına verdiği demeçte
'Anayasanın 10. ve 42. maddelerinin değiştirilerek Yükseköğretimde türbanın
önünü açan düzenlemenin yürürlüğe girmesi halinde buna uymayan rektör dâhil tüm
yöneticilerin cezalandırılması için TCK'ya bir madde eklenmesi gerektiğini'
ifade ettiği, (Ek.170)
48) Cumhurbaşkanı
Abdullah GÜL'ün Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yapan yasayı
onaylaması ve bahse konu yasanın 22 Ocak 2008 tarihli Resmi Gazete'de
yayınlanarak yürürlüğe girmesinden sonra, 2008 yılı şubat ayı içersinde TBMM
Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan KUZU'nun; 'Uygulamaya
üniversite yönetimleri ve YÖK karar verecek. ('). Derlerse ki 'Anayasa
değişikliği yeterli', uygulamayı hemen başlatabilirler. 'Bekleyelim' derlerse
ek 17. maddenin çıkmasını da bekleyebilirler.' dediği,
AKP Grup Başkan Vekili Sadulah ERGİN' in de
aynı konu ile ilgili olarak; 'Hukuk devletinde hukuka saygılı olmak lazım. Artık
uygulayıcıların da bu düzenlemeye uygun hareket etmesini umuyoruz. ('). YÖK
Kanununun ek 17. maddesi konusunda MHP ile birlikte karar vereceğiz.' diye
söylediği, (Ek.171)
49) YÖK Başkanı
Prof. Dr. Yusuf Ziya ÖZCAN' ın 24.02.2008 gün ve 225 sayı ile üniversite
rektörlerine gönderdiği bir yazıda, üniversitelerde türban serbestîsini
getirmeyi amaçlayan Anayasanın 10. ve 42. maddelerine göre uygulama
yapılabilmesi için ayrıca kanuni düzenlemeye ihtiyaç olmadığını bildirdiği, bir
örneği İçişleri Bakanlığı ve valiliklere de gönderilen yazıda Anayasa
değişikliği yapan kanun teklifindeki genel gerekçede 'Yükseköğretim
kurumlarında kılık kıyafetlerinden dolayı bazı öğrencilerin eğitim ve öğretim
hakkının engellenmesi kronik bir sorun haline gelmiştir.' ifadesi kullanıldığı
,
YÖK Başkanı Yusuf Ziya ÖZCAN'ın bahse konu genelgesinden
sonra bazı üniversitelerde türbanlı öğrencilerin derslere alınmadığı, bunun
üzerine YÖK Başkanı bir basın açıklaması yaparak türbana izin vermeyen
rektörlerin kişi hak ve hürriyetleri açısından çifte suç işlediklerini; TCK'nın
106. maddesinde tanımlanan tehdit suçunu ve 112. maddesinde tanımlanan eğitim
ve öğretimin engellenmesi suçunu işlediklerini iddia ettiği,
Bu gelişmelerden sonra 28.02.2008 tarihinde toplanan Üniversitelerarası
Kurul'un (ÜAK) yayınladığı bildiride; YÖK Başkanının üniversitelerde
gerilimi tırmandırdığı belirtilerek, 'Cumhuriyetin temel nitelikleri, kişi hak
ve hürriyetlerinin sınırlandırılmasına gerekçe gösterilemez. ' gibi sözlerle
kişi hak ve özgürlüklerine sanki Cumhuriyetin temel nitelikleri engelmiş gibi
asla kabul edilemeyecek ifadeler kullanması nedeniyle Türk üniversitelerini
temsil edemez konuma geldiği için istifaya davet ediyoruz, denildiği,
Türban konusunda yaşanan kargaşalar üzerine AKP Genel
Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet FIRAT'ın, yasağı devam ettiren
rektörlerin suç işlediğini ileri sürerek savcıların harekete geçmesini,
'Anayasa, kanunlar ve evrensel hukuk kaideleri ihlal edilerek genç kızlar giyim
kuşamlarından dolayı üniversitelerde eğitim ve öğretim hakkından mahrum
bırakılıyor'(') hukuk tanımazlık, aymazlık ve ceberut anlayışın bir sonucu
anayasayı ihlal suçu dahil, TCK'nın birçok maddesinin ihlali anlamına
geldiğini, söylediği,
Anayasa Taslağının tanıtımı için Fetullah Gülen'in
himayesindeki bir kuruluşun düzenlediği konferanslara katılmak üzere Profesör
Dr. Ergun ÖZBUDUN, AKP milletvekili Cüneyt YÜKSEL ile birlikte ABD'de bulunan
Dengir Mir Mehmet FIRAT'ın, 5 Mart 2008 günü 'Voice of
America' radyosuna verdiği mülakatta 'türbanın serbest bırakılması ters
tepkiler yaratabilir ya da başını örtmeyenler üzerinde baskılara neden
olabileceği yolundaki kaygılar'la ilgili bir soru üzerine; '' Benim tavsiyem bu
nevi korkular ile hayatını zehredenlerin, başkalarının hayatını zehretmelerinin
ötesinde bir doktora başvurarak, bu fobilerinden kurtulmalarıdır. Yani başını
örterek ne rejimin tehlikeye gireceğini, kendisinin yaşam tarzının tehlikeye
girmeyeceğini, ben inanıyorum ki bir psiyaktr kendilerine çok daha makul bir
şekilde anlatır' dediği,
Dengir Mir Mehmet Fırat'ın, ABD'deki konferans programı çerçevesinde 04.03.2008
günü Colombia Üniversitesin'nde yaptığı konuşmada; 'türbanlı öğrencilerin
üniversitelere alınmaması ile ilgili akılların karışmaması gerektiğini belirterek,
şu andaki yasalar çerçevesinde üniversitelere 'çırılçıplak' bile girilebilir,' demiş,
devamla,(')' Rektörlerin türbanlı öğrencilere üniversiteye almamakla
anayasayı ihlal etmişlerdir.(') ihbarlara rağmen savcılar görevlerini
yapmıyorlar.(') anayasa ihlali ağır bir suçtur, Türk Ceza Kanununa göre
bundan dolayı insan idam edilmiştir, bir başbakan idam edilmiştir, iki bakan
idam edilmiştir, ' diye söylediği,
TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu'nun,
Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinde yapılan değişikliğini Anayasa Mahkemesinin
esastan inceleyeceği yorumlarını yapanlar için, '' böyle bir yorum yapmak
beyinsizliktir, densizliktir'' dediği,
AKP'nin kurucu üyesi Cüneyt ZAPSU'nun 5
Mart 2008 günü Almanya dönüşü uçakta gazetecilerin türbanla ilgili gelişmeleri
sormaları üzerine; ''Türban takanların sadece yüzde 50'si inancı yüzünden
takıyor deseniz bile, bu yüzde 50'ye 'türbanını çıkar demek, sokaktaki kadına
donunu çıkar' demekten farksızdır' demiş, devamla ''Türkiye de türban nedeniyle
şişmiş bir balon oluştu. Erdoğan, üniversitelerde türbana izin vererek bu
balonun patlamasını önledi, (') Türkiye'de her zaman din istismarı yapan
partiler olmuştur. 'hatta bizimkiler bile yapmıştır, Ama dini öcü olarak
göstermeye çalışarak siyasi prim yapmaya uğraşan partiler de var.' biçiminde
beyanda bulunduğu,
YÖK Başkanlığının yasal değişiklik beklenmeksizin
üniversitelere türbanlı öğrencilerin alınmasına dair talimatı ve bazı
üniversite rektörlerinin söz konusu talimatın konusunun suç teşkil ettiğinden
bahisle uygulamamaları karşısında, bazı siyasetçiler basına verdikleri
demeçlerle türbana izin vermeyen üniversite rektörlerini eleştirdikleri, AKP
Grup Başkan Vekili Bekir BOZDAĞ'ın 'Anayasa değişiklikleri uygulama
kabiliyeti olan düzenlemelerdir. 'Uygulamam' deme hakkı hiç kimsede yoktur. Ek
17 sadece sınırlama getiriyor. ' dediği, (Ek. 174)
50) Üniversitelerde
türbanın serbest bırakılmasının yolunu açacak Anayasa değişikliğinin yürürlüğe
girmesinden önce ve sonra tartışmalar sürerken yurdun muhtelif yerlerinde, ortaöğretim
kurumlarında, devlet hastanelerinde ve bazı kamu kurumlarında yasağa rağmen
türbanlı öğrencilerin serbestçe okullara girdikleri, hastaneler ve kamu
kurumlarında memurlar, doktor ve hemşirelerin türbanlarıyla görev yaptıkları
basına yansıyan haberlerden izlenmiştir.
Bu cümleden olarak;
Ankara'da Cebeci Eğitim ve Araştırma Hastanesinin
başhekimlik binasındaki mutemetlik ve matbu evrak deposu odalarında türbanlı
personelin görev yaptığı,
Kartal İlçe Milli Eğitim Müdürü Eyüp ATASOY'un izinli
olan sekreterinin yerine türbanlı bir kamu personeli çalıştırdığı,
İstanbul'da Haseki Ulviye Aygüler Çocuk Polikliniğinde
İstanbul Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Ümraniye Eğitim ve Araştırma
Hastanesinde Vakıf Gureba Hastanesinde çok sayıda sağlık personelinin
türbanlarıyla görev yaptıkları,
Edirne Ayşe Kadın Sağlık Ocağında Zeynep MAHMUT isimli
bir doktorun türbanıyla görev yaptığı,
İstanbul Güngören'deki İzzet Ünver Lisesi'nde çok sayıda
türbanlı öğrencinin okula ve derslere girdiği ve öğretmenlerin müdahale
etmedikleri,
Bolu'da Zübeyde Hanım Kız Meslek Lisesi ile İzzet Baysal
Sağlık Meslek Lisesi'nde çok sayıda kız öğrencinin okula ve derse türbanlarıyla
girdikleri,
Görülmüştür.
Kamu kurumlarında türbanlı çok sayıda personelin görev
yapması ve bazı liselerde de türbanlı öğrencilerin derslere girdiğinin tespiti
üzerine basına demeç veren AKP Grup Başkan Vekili Bekir BOZDAĞ'ın 'Kamu
kurumları ve ortaöğretime yönelik bir çalışmamız, böyle bir niyetimiz yok.
Anayasaya açık açık yazdık. Buna rağmen hala bu noktada sorgulama yapanlar var.
Görüntülerin çoğunun yalan çıktığı, başka haberlerden de anlaşılıyor. Bu konuda
süreci tıkamak isteyenlerin, iyi niyetten uzak gayretlerinin ürünü diye
düşünüyorum.' dediği, gazetecilerin basında yer alan fotoğrafları görüp görmediğini
sormaları üzerine Bekir BOZDAĞ, ' Gördüm. Daha önce de gördüm. Hepsi yalan
çıktı.' diye yanıtladığı,
Çok sayıda sağlık personelinin türbanla görev yaptıkları
hususunun basına yansımasından sonra TBMM'de bu konuyla ilgili olarak verilen
bir soru önergesine yanıt veren Sağlık Bakanı Recep AKDAĞ'ın, basına
yansıyan fotoğrafları kendisinin de gördüğünü, yerel yönetimlerin, vali ve
kaymakamların görevlerinin bilincinde olduklarını, Anayasa değişikliği
sonrasında farklı bir hava estirilmeye çalışıldığını söyleyerek 'Türkiye'de son
zamanlarda Anayasa değişikliği ile nerede, nasıl çekildiği belli olmayan,
mekanı bile anlaşılmayan birtakım haberler yer alıyor. Devlet gazete haberleri
ile yönetilmez. Bizim kamuyla ilgili tavrımız açık ve nettir. Ülkeyi yönetirken
birtakım provokasyonlara gelmeyiz. Hiç kimsenin de provokasyonlara gelmemesini
söylüyorum' diye açıklama yaptığı,
Yurdun muhtelif yerlerindeki çok sayıda sağlık
kuruluşunda doktor, hemşire vb, kamu görevlilerinin türbanlarıyla görev
yaptıklarının basına yansımasından sonra Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Orhan
Gümrükçüoğlu imzasıyla 7 Şubat 2008 tarihinde bir genelge yayınlandığı, bahse
konu genelgede; ''Sağlık kurum ve kuruluşlarımızın huzur ve sükunet içersinde
hizmet verebilmesi ve mahremiyet haklarının korunması için kurum/kuruluş
sahasında fotoğraf ya da kamera çekimi yapılmaması, kurum/kuruluş amirinin
onayı ve geçerli bir gerekçe olmadan bu tür faaliyetlere izin verilmemesi'.'
talimatı verilerek, sağlık kurumlarındaki yasadışı uygulamaların gizlenmesine
çalışıldığı,
Sağlık Bakanı Recep AKDAĞ'ın Anayasa ve
Yüksek Öğretim Kanununun ek 17. maddesinde yapılacak değişiklikten sonra, tıp
fakültelerinin 6. sınıfında okuyan 'intern' denilen stajyer doktorların da
başörtüsü takabileceklerini söylediği, (Ek. 175)
Belirlenmiştir.
f- Adalet ve Kalkınma Partili yerel yöneticiler ile
partinin il, ilçe ve belde teşkilatı yöneticilerinin laik devlet ilkesine
aykırı eylem ve demeçleri
1) 2004 yılında yapılan
mahalli idareler seçimi sırasında Niğde Ulukışla İlçe teşkilatı il genel
meclisi üye adayları Ali Uğurlu, Kamil Ünal, Mustafa Burna
ile belediye başkan adayı Ali Tekin, Cumhuriyet dönemi kastedilerek
üzerine 'İktidarla el ele-84 yıllık karanlığa son' yazılan araçla seçim
propagandası yaptıkları, (Ek.132)
2) Samsun
ili Gazi Beldesi Belediye Başkanı Adalet ve Kalkınma Partili Süleyman
Kaldırım'ın önsöz yazdığı 'Muhtasar İlmihal-Resimli Namaz Hocası'
adlı 'gözleri ve ayakları sağlam olmayanların cuma namazı kılamayacağı,
insan pisliğinin 3.2 gramdan fazlasının namaza mani olduğu, 'ah' diye
inlemenin, saç ve sakal taramanın da namazı bozduğu' gibi dini kuralların
anlatıldığı 190 sayfalık kitabın ilköğretim okulu öğrencilerine 2005 yılı Eylül
ayında bedava dağıtıldığı, (Ek.133)
3) Dinar
İlçesi'nin ilahiyat kökenli Belediye Başkanı Adalet ve Kalkınma Partili Mustafa
Tarlacı'nın, 2005 yılı Ramazan ayı boyunca 8 camide teravih namazı
kıldırdığının öne sürülmesi üzerine Valiliğin, buna izin veren 8 cami imamı
hakkında soruşturma açtırdığı, (Ek.134)
4) Adalet ve
Kalkınma Partisi İzmir Yönetim Kurulu Üyesi Avukat Ayşe Yüreklitürk'ün
İzmir İl Genel Meclisi'nin 2005 yılı Aralık ayında yapılan toplantısına türbanla
gelerek, Adalet ve Kalkınma Partili meclis üyelerinin arasına oturduğu, bu
tutumunun ağır tartışmalara sebebiyet verdiği, (Ek.135)
5) Başkanlığını
APK'li Ahmet Genç'in yaptığı Eyüp Belediyesi'nce, 2005 yılında ÖSYM'nin
yaptığı Kamu Personeli Seçme Sınavı'yla alacağı zabıta memurları için
imam-hatip mezunu olma şartı getirdiği, (Ek.136)
6) Adalet ve
Kalkınma Partili Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç'in, 2006 yılında
10.000 adet bastırdığı ''Örtünmemek elbette dinden çıkmak değildir. Sadece
günahkar olmaktır. Ancak başörtülüye eğitim ve sosyal sahalarda reva görülen
muamele, sadece zulüm ve haksızlık olarak değerlendirilemez. Aynı zamanda İslam
dinini hatırlatan her şeye düşmanlıktır. Din ve vicdan özgürlüğüne açık bir
müdahaledir' görüşlerini içeren 'Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed'
başlıklı broşür ile Diyanet İşleri Başkanlığının 'Hz. Peygamberin Örnek
Hayatı' isimli kitabını okullarda izinsiz olarak dağıttığı, (Ek.137)
7) Adalet ve
Kalkınma Partili Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç'in 2006 yılı ramazan
ayında Eyüp Sultan Cami bahçesine kurulan ramazan çadırına 2820 sayılı Siyasi
Partiler Yasasının 87. maddesine aykırı olarak ismini ve sıfatını içeren
afişler astırttığı, tutanak tutulduğu, (Ek.138)
8) Başkanlığını
AKP'li Mehmet Demirci'nin yaptığı Tuzla Belediyesince, 2006 yılında
evlenen çiftlere üzerinde belediyenin ambleminin de yer aldığı şeriat
hükümlerine göre yaşamalarını ve bunun için cihat yapmalarını öneren Bursa
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof Dr Hamdi Döndüren tarafından
yazılan 'Delilleriyle Aile İlmihali' isimli kitabın dağıtıldığı, (Ek.139)
9) Başkanlığını
AKP'li Ahmet Misbah Demircan'ın yaptığı Beyoğlu Belediyesi'nin, 2006
yılında ilköğretim öğrencilerine trafik kurallarını öğrenmesi amacıyla dağıtmak
için kendisini 'hoca' ve 'ilahiyatçı' olarak isimlendiren Halis
Ece'ye hazırlattığı ve önsözünü Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan'ın
yazdığı 'Çocuklara Trafik Bilgileri ve Eğitimi' adlı trafik rehberinde,
kazaların 'takdir-i ilahi' olduğunu belirtilerek, 'Trafik kazaları kader
değildir teraneleri, bizim tevhid, birlik esası üzerine kurulu inançlarımıza
aykırı' denildiği, (Ek.140)
10) Başkanlığını
AKP'li Hüseyin Turan'ın yaptığı Silivri Belediyesince 2006 yılında
belediye adına özel olarak bastırılan ve M.Ertuğrul Düzdağ tarafından yazılan
önsözünde Atatürk'ün kişiliğine, ilke ve devrimlerine ağır saldırılar yapılan
Mehmet Akif Ersoy'un 'Safahat' isimli kitabın ilçedeki tüm lise
öğrencilerine bedava dağıtmak üzere belediyeye ait taşıtlarla okullara
getirildiği ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünce dağıtım izni bulunmayan
kitapların bir kısmının lisedeki öğrencilere dağıtımının yapıldığı, (Ek.141)
11) AKP'li Kocaeli
Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu'nun, 2006 tarihinde
üzerinde kartviziti ve AKP logosu bulunan 5.000 adet Kuran-ı Kerim'i Büyükşehir
amblemini taşıyan çantalar içerisinde belediye personeli aracılığıyla kentte
dağıttırdığı, (Ek.142)
12) AKP'li Bolu
Belediye Başkanı Alaaddin Yılmaz'ın 2004 yılı Kasım ve Aralık aylarında
belediyenin görevleri içerisinde bulunmadığı halde belediye ait otobüsü seyyar
mescit haline dönüştürdüğü ve bu eylemi nedeniyle hakkında soruşturma izni
verildiği, (Ek.143)
13) Adalet ve
Kalkınma Partisi Gençlik Kolları Ankara İl Başkanlığı tarafından 2006 yılında
Kurtuluş semtinde, üzerinde 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanununun 87. maddesine
aykırı olarak 'Hoş geldin Ya Şehr-i ramazan', 'Adalet ve Kalkınma Partisi',
'Gençlik Kolları', 'Her şey Türkiye için', 'Adalet ve Kalkınma Partisi Gençlik
Kolları Ankara İl Başkanlığı İftar Çadırı' yazıları ile Adalet ve Kalkınma
Partisi'nin amblemi ve genel başkanının dört ayrı fotoğrafı bulunan iftar
çadırı açıldığının belirlendiği, (Ek.144)
14) Konya'nın
Seydişehir ilçesinde, 18 Mart Çanakkale Şehitleri'ni Anma Günü nedeniyle
düzenlenen şiir ve müzik yarışmasında birinci olan imam hatip lisesi
öğrencilerine ödüllerinin verilmesi için okul bahçesinde düzenlenen törende
konuşma yapan AKP'li Belediye Başkanı İbrahim Halıcı'nın ''Ben
de bu okulda okudum. O dönem okul çok kalabalıktı, şimdi azalmış. İnşallah
bütün okullar imam hatip olacak'' dediği, (Ek.145)
15) Denizli
Endüstri Meslek Lisesi'nde sınıf tahtasına 'şeriat gelecek, zulüm
bitecek' diye yazan ve namaz kıldığı için derslere geç giren öğrencisi
İmdat Niyaz'ı uyardığı için öldürülen Öğretmen Yusuf Batur'un bir caddeye
verilen ismi AKP'li Denizli Belediye'si tarafından 'Meclis Caddesi'
olarak değiştirildiği, adının yazılı olduğu tabelaların yerinden söküldüğü,
Yusuf Batur'un eşi Ümmühan Batur'un söz konusu idari
işlemin iptali için Denizli İdare Mahkemesine açılan dava sonucunda hukuka
aykırı meclis kararının iptaline karar verildiği, (Ek.146)
16) Adalet ve
Kalkınma Partisi Konya Milletvekili Halil ÜRÜN'ün danışmanlığını yürüten Ahmet
Şükrü KILIÇ'ın; türbanlı olduğu için 28 Şubat döneminde görevine son
verildiği bildirilen eşi Nilgün Kılıç'ın Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 2003
Yılı Kasım ayında yapılan büyük kongresinde MKYK üyeliğine seçilmesini 'işte
28 Şubat'ın rövanşı diye ben buna derim' şeklinde değerlendirdiği, (Ek.147)
17) 'Türbanlı
Belediye Başkanı da olmalı' çıkışıyla adı sıkça gündeme gelen AKP'li Isparta
Belediye Başkanı Hasan BALAMAN'ın İlköğretim öğrencilerine içinde Said-i
Nursi propagandası yapılan bir kitap dağıttığı, 'Küçük Gezgin, Güller Ve
Halılar Diyarı Isparta'da' adlı kitapta Said-i Nursi için 'keskin zekası,
harikulade hafızası yüzyılın mütefekkiri' gibi övücü ifadeler
kullanıldığı, belediye tarafından Bahattin ATAK'a hazırlatılan kitabın Ülkü
İlköğretim Okulunda 200 öğrenciye verildiği, ( Ek.172)
18) AKP'li Isparta
Belediye Başkanı Hasan Balaman'ın Isparta Müftülüğü tarafından
düzenlenen 'Hafızlık Taç Giyme Töreninde' yaptığı konuşmada; '' böyle
bir şey olmaz. Yasak her yerden kalkmalı (') başörtülü bir kadın da belediye
başkanı, daire başkanı olabilmeli (') imam hatipli bir kişinin hırsız veya
uğursuz olduğu görülmemiştir.' dediği, (Ek.129)
Tespit edilmiştir.
g- Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetlerinin laiklik
ilkesine aykırı diğer eylemleri
1) Milli Eğitim
Bakanlığı'nın, 13.8.1999 gün ve 23785 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak
yürürlüğe giren ''Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Müfettişleri
Başkanlıkları Yönetmeliği'nde değişiklik yaparak 30 dan fazla maddesini
değiştirdiği, Yönetmeliğin 42. maddesinde yapılan değişiklikle ilköğretim
müfettişlerinin görev alanının yeniden belirlendiği, düzenleme ile 'Milli
Eğitim Yayınevleri ile öğretmenevleri, halk eğitim merkezi ve akşam
sanat okullarıyla bunlara bağlı kurslar, çıraklık eğitim merkezleri, eğitim
araçları ve donatım merkezi ve akşam sanat okulu müdürlükleri, rehberlik ve
araştırma merkezleri ve sağlık eğitim merkezleri, hizmetiçi eğitim enstitüleri
ve akşam sanat okulları ile hizmet içi eğitim merkezleri, spor ve izcilik
merkezleri, gençlik ve izcilik eğitim tesisleri, Diyanet İşleri
Başkanlığı'na bağlı Kuran kursları, dernek ve vakıflarca açılan ve bakanlığın
denetimi ve gözetimi altında bulunan gerçek ve tüzelkişilere (şirket) ait
öğrenci yurtları''nın denetim görevinin ilköğretim
müfettişlerinden alındığı, Yönetmelik değişikliği sonucu ilköğretim
müfettişlerinin denetim alanlarının ''Okulöncesi eğitim kurumları,
ilköğretim kurumları, özel eğitim gerektiren çocuklar için açılmış ilköğretim
seviyesindeki okullar ve sınıflar, yetiştirici ve tamamlayıcı sınıflar ve
kurslar, ilköğretim seviyesinde açılan öğrenci yetiştirme kursları, özel
öğretim kurumlarına bağlı, ilköğretim seviyesindeki dershane, kurs, etüt eğitim
merkezleri ve okulları, valilikçe uygun görülen bakanlığın gözetimi ve
denetimine tabi diğer okul/kurumlarda inceleme ve soruşturma işleri.'' ile
sınırlandırıldığı, böylece Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlı Kuran
kursları ile vakıf yurtlarının denetiminin ilköğretim müfettişlerinin görev
alanından çıkarılarak, Kuran kurslarını denetleme görevinin Diyanet İşleri
Başkanlığı'na bağlı murakıplara bırakıldığı,
Danıştay'ın yönetmelik değişikliğini iptal etmesi
üzerine, yönetmelikte yeniden bir değişiklik yapıldığı, Diyanet İşleri
Başkanlığı'na bağlı ilköğretimin 5. sınıfını bitiren öğrenciler için açılan yaz
Kuran kursları ilköğretim müfettişlerinin denetim kapsamına alınırken diğer
Kuran kursları ile dernek ve vakıflarca açılan öğrenci yurtlarının yine denetim
kapsamı dışında tutulduğu, (Ek.148)
2) Milli Eğitim
Bakanlığı, Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliği'nde 2006-2007 öğretim yılından
itibaren geçerli olmak üzere İmam Hatip Lisesi öğrencileriyle ilgili önemli bir
düzenleme yaparak, İmam Hatip Lisesi son sınıf öğrencileri ya da mezunlarının,
Açık Öğretim Lisesinde bir dönem öğrenim gördükten sonra Öğrenci Seçme
Sınavı'nda (ÖSS) istedikleri alandan sınava girebilmelerine olanak tanındığı,
Yönetmeliğin 14 Aralık 2005 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe
girdiği,
14.12.2005 tarih ve 26023 sayılı Resmi Gazetede
yayımlanarak yürürlüğe giren Milli Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim Lisesi
Yönetmeliğinin bazı maddelerinin yürürlüğünün durdurulması ve iptali istemiyle
YÖK tarafından açılan davada Danıştay 8. Dairesi 7.2.2006 gün ve 2005/6384 Esas
sayılı kararla istemi yerinde görerek yürütmenin durdurulması kararı verdiği,
Milli Eğitim Bakanlığının bu karara kadar yapılan yeni kayıtların geçerli
ocağına dair işlemin de iptali amacıyla YÖK tarafından açılan davada Danıştay
8. Dairesi 7.6.2006 gün ve 2006/1249 Esas sayılı karar ile işlemin yürütmesinin
durdurulmasına hükmettiği, (Ek.149)
3) 8.11.2003
tarihli resmi gazetede yayımlanan 'Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye
Kurulu Başkanlığı Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik'in
15. maddesinin kaldırıldığı, kaldırılan madde hükmünün 'Gençleri Cumhuriyet
esaslarına göre hazırlayacak ve okullarda milli terbiyeyi kuvvetlendirecek
tedbirleri almak' şeklinde olduğu, (Ek.150)
4) Fakir ve
başarılı öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulmasıyla ilgili yönetmelik
hakkında Danıştay'ca yürütmenin durdurulması kararı verildiği, bunun akabinde
aynı konuda çıkartılan 31.7.2003 tarih ve 4967 sayılı Yasanın da Cumhurbaşkanı
tarafından bu okullara alınacak öğrenci yapısı ve öğretmenler gözetilerek,
devlet niteliklerine aykırılık söz konusu olacağı gerekçesiyle veto edildiği, (Ek.151)
5) Milli Eğitim
Bakanlığının (MEB), Şubat 2002 tarihli Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan Merkezi
Sistem Sınav Yönergesi'ni yenileyerek Ortaöğretim Kurumları Sınavı (OKS),
devlet parasız yatılılık ve bursluluk, açık öğretim okulları, motorlu taşıt
sürücü adayları sınavlarıyla resmi, özel kurum ve kuruluşlarla imzalanan
protokollere göre yapılan seçme, yerleştirme, atama, görevde yükselme, unvan
değişikliği ve benzeri sınavlarla ilgili esasları yeniden düzenlediği, mevcut
yönergede MEB'in yaptığı merkezi sınavlara adayların girebilmesi için 'baş
açık' olması gerektiği belirtilirken, Mayıs 2006-2584 sayılı Tebliğler
dergisinde yayımlanan 19.4.2006 gün ve 5855 sayılı Merkezi Sistem Sınav
Yönergesi'nde bu ifadenin kaldırıldığı, mevcut Yönergenin 10/ı maddesinde yer alan
'Tüm sınav görevlilerinin, yürürlükteki mevzuata
uygun kılık ve kıyafet ile görevlerine gelmelerini, örgün ilk ve orta öğretim
kurumlarında öğrenim gören adayların merkezi sistem
sınavlarına başı açık, temiz, düzenli ve aşırılığa kaçmayan bir
kıyafetle girmelerini sağlamak' maddesi, yeni Yönergenin 11/i
maddesi ile 'Adayların temiz, düzenli ve aşırılığa kaçmayan bir kıyafetle
sınava girmelerini sağlar' ifadesiyle değiştirildiği,
Eğitim-İş'in, Milli Eğitim Bakanlığının 19.4.2006 gün ve
5855 sayılı Merkezi Sistem Sınav Yönergesi'nin 11/i hükmünün iptali amacıyla
açtığı dava sonucu, Danıştay 8. Dairesinin 3.8.2006 gün ve 2006/3481 Esas
sayılı hükmü ile 'Kararda, dava konusu yönerge ile yürürlükten kaldırılan
Milli Eğitim Bakanlığı Merkezi Sınav
Yönergesinin, Sınav Görevlileri ve Sorumları başlıklı 10.
maddesinin Bina Sınav Komisyonu Kuruluşu ve Görevleri
bölümünün ( ı) bendinde yer alan ; 'Tüm sınav
görevlilerinin, yürürlükteki mevzuata uygun kılık ve kıyafet ile görevlerine
gelmelerini, örgün ilk ve orta öğretim kurumlarında öğrenim gören adayların merkezi sistem sınavlarına başı açık, temiz, düzenli ve
aşırılığa kaçmayan bir kıyafetle girmelerini sağlamak' hususunun bina sınav komisyonunun görevleri arasında sayıldığı, dava konusu
olan ve eski düzenlemeyi yürürlükten kaldıran yeni yönergede aynı başlığı
düzenleyen 11. maddesinin (i) bendinde ise, Sınav
Komisyonuna 'sınava başı açık' girilmesinin sağlanması görevinin yüklenmesinin
eksik bırakıldığı, yeni yönergeden 'başı açık' ibaresinin 'çıkarılarak
soyut ve genel ifadelere' yer verilmesinin,' hukuka aykırı bulunduğu
gerekçesiyle sözü edilen yönergenin 11/i maddesinin iptaline karar verdiği,
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun, Danıştay 8.
Dairesi'nin kararına MEB'in yaptığı itirazı da reddettiği, (Ek.152)
6) 7.12.2004 günü
yürürlüğe giren 5272 sayılı Belediye Kanununun 15. maddesinin 1. fıkrası 'gayrisıhhi
müesseseler ile umuma açık istirahat ve eğlence yerlerini ruhsatlandırmak ve
denetlemek' görevini belediyelere, belediye sınırları dışında ise 5320 sayıl
İl Özel İdaresi Kanununun 7. maddesi mucibince 'İl Özel İdaresi'ne
verdiği,
24.11.2004 tarih ve 5259 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet
Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun ile 4.7.1934 gün
ve 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun 6, 7, 8, 12. maddeleri,
8.6.1942 gün 3572 sayılı İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına Dair Kanun
Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulüne Dair Kanunun 3. maddesinin a
bendi, 14.6.1989 tarih ve ve 4250 sayılı İspirto ve İspirtolu İçkiler İnhisarı
Kanunun 19. maddesinin ikinci fıkrasında yapılan değişikliklerle içkili
yerlerin ruhsatlandırılması görevinin belediye ve il özel idarelerine
verildiği, yasalarda yapılan bu değişiklik üzerine İşyeri Açma ve Çalışma
Ruhsatlarına İlişkin Yönetmelik hazırlanarak 10.8.2005 tarih ve 25902 sayılı
Resmi Gazete'de yayımlandığı,
İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına İlişkin Yönetmelik
hükümlerinin uygulanmasına ilişkin İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler
Genel Müdürlüğü'nün 14.10.2005 gün ve 82663- 2005/107 sayılı genelgesinde; '10.8.2005
tarih ve 25902 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren İşyeri Açma
ve Çalışma Ruhsatlarına İlişkin Yönetmeliğin 29. maddesine göre içkili yer
bölgesi mülki amirlerin genel güvenlik ve asayiş durumu hakkındaki görüşü
doğrultusunda belediye sınırları ve mücavir alanlar içinde belediye meclisince,
bu sınırlar dışında il genel meclisince tespit edilecektir. Ancak, içkili yer
bölgesinin bir belediye sınırı dahilinde birden çok alanda tespit edilmesine
engel bir husus yoktur. Bununla beraber, içkili yer bölgesi adres ve nokta
işyeri olarak değil bölge olarak tespit edilmelidir. Dolayısıyla işyeri ve
adres bazında içkili yer bölgesi tespitinin yapılması Yönetmeliğin genel
düzenlemesine ve bölge tespitinden beklenen amaca aykırıdır. Çünkü bar, gazino,
pavyon vb içkili eğlence yerlerinde, gerek müşterilerin gerekse işyeri
çalışanlarının sebep olduğu çeşitli asayiş olaylarının meydana gelmesi veya
yüksek sesle müzik yapılması gibi nedenlerle çevreye rahatsızlık verildiğinden,
bu gibi yerlerin kolluk veya zabıtaca sürekli kontrol ve denetim altında
bulundurulması gerektiği için bölgesel tespit yapılması esas alınmıştır. Diğer
yandan, gerek imar planında gerekse şehir planlarında park alanları, okul
bölgeleri, spor alanları, kültürel merkezler yanında oyun ve eğlence
merkezlerinin açılabileceği alanların da belirlenmesi, hem şehrin düzenli
gelişimini, hem de kişilerin yaşam alanlarında huzurlu ve güven içerisinde
bulunmalarını sağlayacaktır. Bu çerçevede, kişilerin huzur ve sükunu ile beden
ve ruh sağlığını temin edecek bir çevre oluşturulması, umuma açık istirahat ve
eğlence yerlerinin daha etkin bir şekilde kontrollerinin yerine getirilmesi
esas alınarak, bu tür iş yerlerinin özellikle konut ve yerleşim alanları ile
gürültüye duyarlı kurumların bulunduğu yerlerde açılmaması, bunların şehir
içerisinde veya yakınında konutlardan ayrılmış, özel olarak bu şekilde faaliyet
gösteren işletmelere tahsis edilmiş, alt yapısı, ulaşım hizmetleri buna göre
yapılmış ayrı bir bölgede, tarihi kültürel ve turistik özellikler taşıyan cadde
ve sokaklarda veya içerisinde sadece işyerlerinin bulunduğu iş merkezi, pasaj
gibi yerlerde açılabilmesine yönelik bölge tespitlerinin yapılması
sağlanmalıdır. Bu itibarla içkili yer bölgesi tespiti yapılırken, Yönetmelikte
yer alan hükümler dışında yukarıdaki açıklamalarında dikkate alınarak,
işletmelerden gelen içkili yer bölgesine dâhil edilme taleplerinin her işletme
için değerlendirilmesi yerine toplu olarak ve bölgesel çapta ele alınması
hususuna dikkat edilmelidir. Ayrıca daha önce içkili yer bölgesi olarak tespit
edilen bölgelerin kaldırılması veya daraltılması yoluna gidilmesinde de
işletmelerin kazanılmış haklarına uyulması gerekmektedir.' denildiği,
Yapılan bu düzenlemeler üzerine Belediyelerin,
Yönetmeliğe ve Yönetmeliğe aykırı çıkarılan genelge hükümlerine göre işlemler
yaptığı, 'ruhsat iptali, yeni ruhsat verilmemesi, eğlence vergisi ve
hafta tatili ruhsat harcı artırımına gidilmesi, içkili yerlerin kent dışındaki
alanlarda toplanmalarına zorlanmaları' uygulamalarının başlatıldığı, içki
içilmesi ve satılmasını kısıtlama kampanyasına dönüştürüldüğü, resmi kurumlara
ait sosyal tesislerde içki yasağı uygulamasına başlandığı,
İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü'nün
14.10.2005 tarihli genelgesinin iptali amacıyla Ankara Barosu'nun açtığı
davada, Danıştay 8. Dairesi 7.3.2007 gün ve 2005/6261 Esas, 2007/1246 Karar
sayılı hükmü ile; genelgenin Bakanlar Kurulu'nca 10 Ağustos 2005'te çıkarılan 'İşyeri
Açma ve Ruhsatlarına Dair Yönetmelik'e aykırı hükümler içerdiğini,
genelgede içkili yerler için 'konut ve yerleşim alanlarında, konutlardan
ayrılmış, özel olarak bu şekilde faaliyet gösteren işletmelere tahsis edilmiş,
altyapısı, ulaşım hizmetleri buna göre yapılmış ayrı bir bölge' tanımları yapılarak,
üst hukuk normu olan yönetmelikte sayılmayan kısıtlamalara yer verildiği,
genelgenin sadece yasal değişiklikleri açıklamaya yönelik olarak çıkarılma
amacının aşıldığı, içkili yer bölgesiyle ilgili yönetmelikte olmayan yeni
kısıtlamalar getirilmesinin, üst hukuk normlarına aykırı olduğu gerekçeleriyle
genelgeyi hem içerik, hem de şekil açısından iptal ettiği, (Ek.153)
7) Sağlık
Bakanlığı'nca hazırlanan Sağlık Kuruluşları Ruhsatlandırma Yönetmeliği
Tasarısı'nın 113. maddesinde birinci basamak sağlık kuruluşlarında, hastaların
dini gereklerini yerine getirebilecekleri mekânlar ayrılmasının öngörüldüğü, (Ek.154)
8) Devlet Planlama
Teşkilatı'nın 9. Kalkınma Planı hazırlıkları kapsamında oluşturulan Gelir
Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonun taslak raporunda, 'zekat'
sisteminin özel kurum ve teşkilatına kavuşturulması, bu amaçla 'Zekat
Mağazalar Zinciri' oluşturulması önerisinde bulunulduğu, (Ek.155)
9) 13.6.2006 gün
ve 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanununun 'Mükellefler' başlıklı 2. maddesinin
beşinci fıkrasında; 'Dernek veya vakıflara ait iktisadî işletmeler: Dernek veya
vakıflara ait veya bağlı olup faaliyetleri devamlı bulunan ve bu maddenin
birinci ve ikinci fıkraları dışında kalan ticarî, sınaî ve ziraî işletmeler ile
benzer nitelikteki yabancı işletmeler, dernek veya vakıfların iktisadî
işletmeleridir. Bu Kanunun uygulanmasında sendikalar dernek; cemaatler ise
vakıf sayılır.' hükmü getirilerek, cemaat kavramının yasalara girdiği, (Ek.156)
10) Diyanet İşleri
ile Milli Eğitim Bakanlığı'nın denetim ve gözetiminde yaz Kuran kurslarının
açılması, halen Diyanet'in kış aylarında düzenlediği Kuran kurslarına gitmek
için gereken ilk ve ortaöğretimi bitirmiş olma, yani 15 yaş ve yaz aylarında
aranan 12 yaş sınırı şartının kaldırılmasının öngörüldüğü yasa teklifinin TBMM
Başkanlığı'na sunulduğu, (Ek.157)
11) Milli Eğitim
Bakanlığı tarafından hazırlanan 14.12.2005 gün ve 26023 sayılı Resmi Gazete'de
yayımlanarak yürürlüğe giren 'Milli Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim Lisesi
Yönetmeliği'nin amaçlarının açıklandığı 5/a maddesinde; 'İlköğrenimini
tamamlayan, ancak orta öğretime devam edemeyenler ile orta öğretimden ayrılan,
mezun olan ve yüksek öğretimden ayrılan veya mezun olanlara farklı alanlarda
öğrenim görme fırsatı vererek eğitim-öğretim imkanı sağlamak', Diploma
başlıklı 35. maddesinde; 'Lise'den mezun olanlara, bitirdikleri program
türüne göre diploma verilir.' Kılık ve kıyafet başlıklı 45. maddesinde 'Sınavlarda
kılık-kıyafetin, öğrencinin rahatlıkla tanınmasını sağlayacak şekilde sade ve
temiz olması esastır. hükümleri getirilmiş, böylece açık öğretimin kural,
örgün öğretim ise istisna haline getirilerek, meslek lisesi mezunlarına
(imam-hatip lisesi) çift diploma edinmeleri suretiyle üniversiteye girişte 1999
yılından beri uygulanan meslek liseleri ve düz lise mezunları arasında
uygulanan katsayı uygulamasının bertaraf edilmesi imkanının sağlandığı, ayrıca
öğrencilerin türbanlı, sakallı olarak derslere devam etmeleri olanağının
tanındığı,
Bahsedilen Yönetmeliğin bazı maddelerinin iptali ve yürütmesinin
durdurulması istemiyle Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı ve Eğitim-Sen'in
Danıştay 8. Dairesine dava açtıkları,
Danıştay 8. Dairesi Yükseköğretim Kurulu Başkanlığının
açtığı davada 7.2.2006 tarihli karar ile dava konusu edilen Yönetmelik
maddelerinin yürütmesini durdurduğu, 7.3.2007 gün ve 2005/6384 Esas, 2007/1259
sayılı karar ile de Yönetmeliğin 5/a, 15/b-c, 18/c, 20/b-e, 25/2, 26/b, 26/son
paragraf, 32/2 ve geçici 4. maddelerini iptal ettiği, Eğitim-Sen tarafından
açılan davada da 7.3.2007 gün ve 2005/6465 Esas, 2007/1257 sayılı karar ile;
Yönetmeliğin 5/a, 15/b-c, 20/b-e, 25/2, 26/b ve son paragraf, 32/2 ve geçici 4.
maddenin iptaline karar verildiğinden yeniden karar verilmesine yer olmadığına,
22, 45, 46/1, 35/d, 41. maddelerinin ise iptaline karar verdiği,
Milli Eğitim Bakanlığının, Danıştay 8. Dairesinin
7.2.2006 tarihinde verdiği Yönetmeliğin dava konusu edilen maddelerinin
yürürlüğünün durdurulması kararını etkisiz kılmak amacıyla 1.3.2006 tarihinde,
Yönetmeliğin yayımlanmasından sonra açık öğretim liselerine kayıt yaptıranların
kazanılmış haklarının korunacağını duyurduğu, Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı
bu idari işlemin de hukuka aykırı bulunduğu gerekçesiyle yürütmesinin
durdurulması ve iptali istemiyle açtığı davada Danıştay 8. Dairesi 7.6.2006 gün
ve 2006/2349 Esas, 2006/1249 Karar sayılı hükümle ile 1.3.2006 tarihli işlemin
de yürütmesinin de durdurulmasına karar verdiği,
Buna karşın, 24.6.2007 tarihinde Milli Eğitim
Bakanlığı'nca (MEB) düzenlenen açıköğretim lisesi sınavlarına bazı öğrencilerin
türbanla katıldıkları,
Alanya'daki Açık Lise sınavlarına türbanla girenleri
rapor eden ve buna izin veren okul müdürleri hakkında suç duyurusunda bulunan 3
öğretmen hakkında Antalya Milli Eğitim Müdürlüğünce soruşturma açıldığı, konuyu
araştıran Milli Eğitim Müdürlüğü Müfettişleri, şikayete konu olan müdürler için
yapılacak herhangi bir işlem olmadığına karar verdikleri, Alanya
Kaymakamlığının da müfettiş raporları doğrultusunda şikayetin işleme
konulmaması yönünde karar aldığı, bunun üzerine Antalya Milli Eğitim
Müdürlüğünün şikayetçi olan 3 öğretmen için 'toplu dilekçe verdikleri
iddiasıyla' valilikten soruşturma izni aldığı, öğretmenler hakkında
görevlendirilen müfettişlerce soruşturmaya başlandığı, (Ek.158)
12)
Üniversitelerde türban yasağının kaldırılması ve diğer yandan serbestliğin tüm
kamusal alana taşınması tartışmalarının yapıldığı 2008 yılı ocak ayı içinde
yapılan açık öğretim lisesi sınavlarına başta Ankara olmak üzere, Erzurum,
Edirne, Denizli, Konya ve İzmir' de çok sayıda öğrencinin sınavlara türbanla
girmesinin sağlandığı, hatta bu öğrenciler arasında çarşaflı kişilerin de
sınava alındığı,
Denizli ve Ankara Cumhuriyet Lisesi'nde yapılan Açık
İlköğretim Okulu sınavlarında salona başörtüleriyle alınan bazı öğrencilerin,
sınavın başlamasına dakikalar kala görevlilerce dışarı çıkarıldıkları, ancak
öğleden sonra yapılan sınavlara ise alındıkları,
Ankara Sincan İmam Hatip Lisesi'nde, 13 Ocak 2008 Pazar
günü yapılan Milli Eğitim Bakanlığı Açık İlköğretim Okulu sınavına
türbanlıların hatta 'çarşaflı' bir kişinin alındığı, bu hususta herhangi bir
işlem yapılmadığı, okul ya da milli eğitim müdürlüğü yetkililerinin duruma
herhangi bir müdahalesinin olmadığı, (Ek.159)
13) Türbanın
yükseköğretim kurumlarında serbestçe takılmasına olanak sağlamak üzere
Anayasanın 10 ncu ve 42 nci maddelerinde değişiklik yapılmasını içeren kanun
teklifinin Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partili
milletvekillerinin imzalarıyla, aynı amaca yönelik olarak 2547 sayılı
Yükseköğretim Kanunun Ek 17 nci maddesinde değişiklik yapılmasına dair kanun
teklifinin ise her iki partili yedi milletvekilinin imzalarıyla 29.01.2008 ve
30.01.2008 tarihlerinde TBMM'ne sunulduğu, 2547 sayılı Kanun'da değişiklik
yapılmasına ilişkin kanun teklifinde Adalet ve Kalkınma Parti Milletvekilleri Bekir
Bozdağ, Sadullah Ergin, Nurettin Canikli, Mustafa Elitaş ve Nihat Ergün'ün
imzalarının bulunduğu, (Ek.160)
14) Prof. Dr.
İrfan ERDOĞAN'ın Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı, Ali İlker GÜMÜŞELİ'nde başkan
yardımcılığı görevinden Milli Eğitim Bakanı Hüseyin ÇELİK'le izlenen çizgide
uyuşamadıklarından ayrıldıkları, müfredat konusunda işinin ehli olmasına değil,
talimatla kitap onaylayıp onaylamayacağına bakılarak kurula üye atandığı, bunun
da günün koşullarından, bilimsellikten, çağdaşlıktan ve Atatürkçülük'ten uzak
öğelerle dolu kitapların çıkmasına yol açtığı, Talim Terbiye Kurulu'na
danışılmaksızın tepeden inme bir yöntemle MEB Personel Genel Müdürü Remzi KAYA
tarafından kurula üye görevlendirildiği, yine Talim Terbiye Kuruluna
sorulmaksızın görevlendirilen 33 kişinin Cumhuriyet devrimlerine aykırı
faaliyetleriyle bilinen Eğitim Bir-Sen'e üye olanlar arasından seçildiği,
okutulan kitapların ve müfredat içeriğinin eksik ve yanlışlarla dolu olduğu,
Türkçe kitapların da sihir, peri, büyü gibi soyut ve gerçekten uzak kavramlara
yer verilirken devrim tarihi ve Atatürkçülük dersinin içeriğinin ise Osmanlı
yanlısı bir tutumla verildiği,( Ek.173)
Belirlenmiştir.
3- İç Hukuk ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Siyasi
Parti Kapatma Davalarında Esas Aldığı Ölçütler de Nazara Alınarak Eylemlerin
Değerlendirilmesi
Laiklik gerek Anayasa Mahkemesi, gerekse İHAM'ne göre,
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin değişmez ve temel ilkelerinden birisi olup;
hukuk ve insan haklarına verilen önem ile aynı karede yer almaktadır. Bu ilkeye
saygı duymayan hiçbir hareket kabul edilemez ve koruma göremez(RP/Türkiye Daire
Kararı, Kalaç/Türkiye kararı)
Batıda laisizm ruhban sınıfına karşı halkı korumak,
ruhban sınıfının iktidarına son vermek için geliştirilmiş bir ilkedir. Yüzlerce
yıl süren mücadeleler ve deneyimlerden sonra tartışma konusu olmaktan çıkarılıp
genel bir kabul gördüğünden, bazı batı anayasalarında laikliğe ağırlıkla yer
verilmesine gerek bile duyulmamıştır. Türkiye, nüfusunun çoğunluğu Müslüman
olan milletler arasında laiklik ilkesini Anayasasına alan ilk Cumhuriyet
olduğundan, laiklik Türkiye Cumhuriyetinin esasını oluşturmakla, diğer
devrimler de bu ilkeler üzerine yapılandırılmış olup, ilk ve yeni olan bu
ilkenin daha çok korunması gerekmekle Türkiye'deki laisizm, batıdakinden farklı
ve yaşamsal bir yapıya sahip bulunduğundan, toplumca içselleştirildiğinden
Türkiye'nin bu tehdit ve tehlikeler karşısında gerekli koruma önlemlerini alma
hakkı bulunmaktadır. Bu noktada davalı partinin dinsel simgelere getirilen
yasağın sadece Türkiye ile sınırlı olduğuna ilişkin iddiası yanıltıcıdır.
Batıda da her devlet kendi toplumunun kamu düzeninin gereklerine göre tedbirler
almak ve uygulamak durumundadır. Nitekim Avrupa'da en fazla Müslüman nüfus
barındıran devletlerden Fransa'da türbanı okullarda ve kamusal alanda
yasaklamıştır. Almanya'da bazı eyaletlerde yasaklanmış, diğer bazı eyaletlerde
de yasaklanması tartışılmaktadır. İsviçre ve Belçika'da da benzer yasaklar
vardır ve en son İspanya ve Hollanda'da türbanın belli alanlarda yasaklanmasına
karar verilmiştir.
Siyasal İslam, yalnızca kişi ile tanrı arasındaki alanla
sınırlı kalmayıp, devlet ve toplum düzenini de kapsamına alma iddiasında
olmakla, totaliterdir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetinde siyasal İslam'ı esas
alan partilerin Avrupa'daki Hıristiyan demokrat partilerle benzerliği söz
konusu değildir.
Türkiye'de siyasal İslamcı akımların ve aynı esasa dayalı
politikalarıyla davalı siyasi partinin nihai amaçlarının hukuk devleti yerine,
dini esaslara dayalı bir devlet sistemi kurmak (şeriat) olduğu görülmüştür. Bu
amaca ulaşıncaya kadar 'takiyye' yöntemini kullanacakları kendi ifadeleriyle
açıklanmaktadır. Tabanlarından gelen baskı karşısında sabır ve itidal
tavsiyeleri bunun işaretidir. Oysa şeriat düzeni Anayasa, İHAS ve buna bağlı
olarak Avrupa kamu düzeni ile hiçbir biçimde bağdaşmamaktadır.
Bu yolda siyasal İslam'ın ya da Türkiye'ye giydirilmek
istenen 'ılımlı İslam' modelinin bir şeriat devletine dönüşmesi ve gerekirse bu
yolda İslami terörün de kullanılması uzak bir olasılık değildir. Nitekim yakın
tarihte bölgemizde geçiş dönemi örneği olarak, sıkça öne çıkarılan kimi
devletlerin daha sonra kaçınılmaz biçimde radikal bir değişikliğe uğrayarak
köktendinci bir rejime dönüştüğü görülmüştür.
Şeriat, Müslümanların kendi aralarındaki ve diğer dinlere
mensup olanlarla arasındaki ilişkilere uygulanan bir hukuk sistemidir
(RP/Türkiye Kararı). İslam'ın düzenleyici kuralları çok hukukluğu (ceza hukuku,
devletler hukuku, aile hukuku, miras hukuku alanlarını) kapsadığı gibi; insanın
sosyal yaşamının (kişinin giyinmesi, evlenmesi, boşanması, karşı cinsle her
türlü beşeri ilişkisi) şeklini de belirler. Diğer bir anlatımla, dünyevi
ilişkilerde de belirleyici olması şeriata göre bir zorunluluktur. Sonuçta
statik kurallar bütünü şeriat total bir sistemdir. Özü itibarıyla da baskıcıdır
ve demokrasi, insan hakları düşüncesiyle bağdaşmaz.
Anayasamız ile partiler siyasal yaşamın vazgeçilmez bir
unsuru olarak kabul edilmiş ise de, siyasi partiler için Anayasa'ya sadakat
yükümlülüğü de öngörülmüştür. Bu bağlamda Anayasa'daki özgürlükçü demokratik
düzenin temeli olan laiklik ilkesine bağlı olmayan diğer bir anlatımla
anti-laik partiler yasaklanmış ve bu konuda kapatma yaptırımı benimsenmiştir.
Bu yasaklama ve yaptırım, laik rejim için olası tehlikeler gözetildiğinde
Almanya ve Avusturya'da Nazi Partisinin, İtalya'da Faşist Partinin yasaklanması
kadar yasal ve hukuka uygundur.
Cumhuriyet öncesi dönemde İslami teokratik rejim
tarafından diğer inanç topluluklarının toplumsal yaşamlarını düzenlemek için,
şeriat hukuku çerçevesinde çok hukuklu bir sistem uygulanmıştır (RP/Türkiye
Kararı). Davalı parti ileri gelenlerinin gerek siyasal alandaki söylemlerinde,
gerekse eğitim ve öğretim programlarındaki uygulamalarında, Cumhuriyet öncesi
döneme sıklıkla vurgu yapmaları; o döneme ait uygulamaların ve şeriata özgü çok
hukukluluğun üstü kapalı olarak canlı tutulması ve yerleştirilmeye
çalışılmasıdır.
Çok hukukluluğu ve İslami yönden sınırsız özgürlüğü
savunmak, İslam'a yönelik pozitif ayrımcılıktır. Bu suretle devlet ve laik
hukuk dışlanmaktadır. Sonuçta bu doğrultuda atılan adımlar yoğunlaştıkça İslami
düzen ortaya çıkmakta ve laiklik de ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Bu bağlamda dinsel bir simge olan türbanın yükseköğretimde
ve giderek tüm alanlarda serbestçe takılmasına yönelik politikalar, imam hatip
okullarının sayısının arttırılması ve katsayı sisteminin kaldırılması gibi
uygulamalar genel nüfusun ağırlıklı inanç yapısı gözetildiğinde İslam için bir
pozitif ayrımcılıktır.
Laik devlet, yapısı ve değerleriyle dini hüküm ve
kurallara bağımlı olmayan, bilimin esaslarına uygun ve din kurallarından
bağımsız olarak her türlü düzenlemeyi yapabilen, din kurallarının yasa koyucuyu
sınırlayamadığı devlettir. Bireyler de laik devletin koyduğu kuralların din
kurallarına aykırı olduğunu ileri sürerek bu kurallar nedeniyle eğitim ve
öğrenim haklarının engellendiğini ileri süremezler. Çünkü laik devlet fertlerin
toplumsal yaşamdaki işlerini ilgilendiren konularda din kurallarıyla bağlı
olmaksızın kamu düzeni ve yararını gözeterek serbestçe düzenleme yapabilir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının başlangıç dâhil birçok maddesinde yer alan
laikliği başka bir biçimde anlama ve yorumlamanın imkanı yoktur. Oysa başta
davalı partinin genel başkanı ve bir dönem TBMM Başkanlığı da yapmış olan
Bülent Arınç ve diğer parti ileri gelenlerinin 'anayasada laikliğin bir
tanımının bulunmadığını,(') Türkiye'deki laiklik uygulamasının Fransız laiklik
anlayışına yakın olduğunu, oysa anglo sakson bir laiklik anlayışının
Türkiye'nin laiklikle ilgili sorunlarını çözeceğini,(') insanların laik
olamayacağını, ancak devletin laik olabileceğini, kendilerinin dini inançları
nedeniyle laik olmadıklarını', sıklıkla tekrarlamaktadırlar.(Ek.14) Burada
dini inancı olanların laik olamayacaklarını vurgulamaktaki asıl amaç, laiklik
ilkesini hukuksal yerinden uzaklaştırarak, inançsızlık- inanca dayalı bir
ayrımcılık oluşturmaktır.
Ayrıca lâikliğin yanlış tanımlandığı iddiası, resmî daire
ve üniversitelerde uygulanan türban ve başörtüsü yasağını hak ve özgürlüklerin
kullanılmasını engelleyen, zulüm ve zorbalık olarak gösterilmesi, kamu düzenini
bozacak nitelikte görülmüştür. Başbakanın ve davalı Partinin diğer üyelerinin
bu ve benzeri söylemlerle dinsel konularda kişiler için sınırsız bir alan
yaratmak ve bu ayrımcı yaklaşımla dinlere (sayısal çoğunluk gözetildiğinde
İslam'a) serbest bir ortam sağlamak amacını taşımaktadır. Kişilerin dinsel
konularda (ki İslam'ın dünyevi ve uhrevi tüm alanları kapsadığı gözetildiğinde)
tam bir serbesti içinde olmaları demek, kişilere uygulanacak kuralların,
benimsedikleri din ekseninde belirlenmesi anlamındadır. Bu ise kişiler yönünden
laik devletin kurallarını dışlayıcıdır ve dini (İslam'ı), tartışmasız olarak
kişilerin uhrevi değil tüm dünyevi ilişkilerinde de tek belirleyici unsur
olarak kabul etmek anlamındadır.
Nitekim bir Yargıtay Başkanı, ülkede yaşanan gelişmeleri
ve gidişatı da gözeterek yaptığı 2003 Yılı Adli Yıl açılış konuşmasında, ''Sınırsız
din ve vicdan özgürlüğü isteyenlerle İslami devlet kurmak isteyenlerin amaçları
aynı'' (Ek.2) şeklinde tespit yaparak sınırsız din ve vicdan özgürlüğü
isteyenlerin gerçek siyasi amaçlarını ortaya koymuş, Başbakan Erdoğan, ''Bu
bir defa çirkin ve olumsuz bir yaklaşım, Bir defa özgürlükler farklı bir
noktada olan kişinin özgürlük alanına, kadar o alana giremezsiniz. Siz bir
dinin mensubuysanız, farklı bir dinin mensubunun olduğu alana giremezsiniz.
İnancınızın gereği neyse, bu inanca saygı duymak yönetimlerin görevidir.(')
Kaldı ki, şu anda yaşanan süreçte gerek Türkiye'de, gerek Batı'da, gerek
Dünya'da tamamıyla dinlere saygılı olan bir anlayışın egemen kılınması, aynı
şekilde düşünceye ve örgütlenmeye saygılı yapıların, özgürlüklerin oluşmasına
fırsat verilmesini devamlı olarak imkânını hazırlıyor. Biz de böyle bir
gayretin içindeyiz '' (Ek.2) şeklinde yanıt vererek, aslında din ve vicdan
özgürlüğü konusundaki düşüncelerinin siyasal İslam'a sınırsız bir özgürlük
alanı yaratmak olduğunu bir kere daha açıklıkla ifade etmiştir. Bu bakış açısı
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve tüm parti ileri gelenlerinin söylem ve
eylemlerine yansımış, devlet adeta bir inancın hüküm ve kuralları çerçevesinde
yeniden biçimlendirilmeye, dönüştürülmeye çalışılmıştır. Nitekim türbanın
Yükseköğretim kurumlarına girmesine olanak sağlayacak Anayasa değişikliğin
yapıldığı 9 Şubat 2008 günü Almanya'daki resmi seyahati sırasında gazetecilerin
'İslamiyet ile AB sürecini nasıl bağdaştırdığını' sormaları üzerine; ''Farklı
dinlerin mensuplarına bizler nasıl 'siz niçin dininizi bu kadar iyi
yaşıyorsunuz ya da bu kadar hassasiyetle yaşıyorsunuz' deme hakkına sahip
değilsek, bir Müslüman'ın da dinini yaşamasına kimse kalkıp 'sen niçin dinini
bu kadar iyi yaşıyorsun, başarılı yaşıyorsun' deme hakkına sahip değildir. Bir
taraftan din ve vicdan özgürlüğü diyeceksiniz, öbür taraftan kalkıp Müslüman
için böyle bir defans uygulayacaksın. Bu defansı uygulamaya bir defa kimsenin
hakkı yok' (Ek.50.) demiş, 7 Mart 2008 tarihinde partisinin Uşak ilinde
düzenlediği bir toplantıda kendisine 'Af yok mu'' diye seslenen bir vatandaşa, '..Af
yok, suç işleyen cezasını çeker, Devlet katili affetme yetkisine sahip değildir.
Katili affetme yetkisi aslında maktulün varislerine aittir. Öyle olması lazım''
demiştir. (Ek.165) Başbakan ilk söylemiyle, bir Müslüman'ın dininin emrettiği
her şeyi serbestçe yapabileceğini, dini özgürlüklerin sınırsız olduğunu, ikinci
söylemiyle de laik hukuk sistemini yok sayarak, adam öldürme suçuna şeriat
hukukundaki 'kısas' uygulamasını ifade etmekte, 'öyle olması gerekir' cümlesiyle
de, sistemin şeriat hukukuna dönüşmesine olan özlem ve niyetini açığa
vurmaktadır. Başbakanın bu yaklaşımlarına göre dini inancın bütün vecibeleri
din ve vicdan özgürlüğü kapsamındadır ve kısıtlanamaz. Bu yoruma göre, özel ve
kamusal yaşamın tümünü kapsama iddiasındaki İslam şeriatı için hiçbir kısıtlama
öngörülemeyecek, ceza hukuku uygulamalarında da şeriat hukukunun kapıları
açılacaktır. Bu bakış açısıyla türban bir dini vecibedir ve dini vecibelere
kısıtlama getirilemez. Yine din kurallarının uygulanması dini vecibe (dini
ödev) kabul edildiğinde, bu kuralların tüm özel ve kamusal alanlarında da
(aile, miras, ceza, ticaret hukuku vb.) yaşanması talebi kendiliğinden ortaya
çıkacak, aksini savunanlar yine İslam şeriatının yaptırımlarına maruz
kalabilecektir.
Gösterilen deliller, Anayasanın 10. ve 42 nci
maddelerinin laiklik ilkesinin özüne dokunmak amacıyla değiştirildiğini
kanıtlamaktadır. Çünkü artık köktendinciler isteklerini türbanın kamusal alanda
da serbest kalmasının ötesine taşımışlar, televizyonlardaki açık oturumlarda 'türbanın
yasaklanmasını savunanların Mussolini gibi yargılanacaklarını ve
cezalandırılacaklarını çekinmeden söylemeye başlamışlardır. Sadece bu durum
bile laik devlet ilkesini ve Türkiye'de laikliği savunanları nasıl bir
tehlikenin beklediğini göstermeye yeterli olup, şeriatın içerdiği şiddet
unsurunu da sergilemektedir.
Davalı parti, başta laiklik olmak üzere Cumhuriyetin
bütün kazanımlarına karşı mücadeleyi esas alan, Milli Nizam Partisi, Milli
Selamet Partisi, Refah Partisi ve Fazilet Partisi çizgisinin devamı niteliğinde
siyasi bir oluşumdur. Ancak bu partilerin geçmişte kullandıkları radikal,
anti-laik eylem ve söylemleri nedeniyle hukuki koruma görmemeleri ve
bazılarının kapatılmaları gözetilerek, tarihi deneyimden ders alan bir grup
tarafından kurulmuştur. Şeriat hedefine ulaşmada, demokrasiyi bir araç gören bu
zihniyet, 'gerçek amacını doksanlı yıllardan sonra dünyada küreselleşmenin
merkez güçlerinin ülkemiz ve bölge ülkeleri için ürettiği 'ılımlı İslam'
ideolojisi ve onun siyasi hedefi 'Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) eşbaşkanları
sıfatıyla söylemlerini insan hakları, demokrasi, din ve vicdan özgürlüğü,
öğrenim hakkı gibi asıl referansları olan şeriatla hiç bağdaşmayan kavramların
arkasına gizlenerek' göstermişlerdir. Başta Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan
ve diğer partililer, 2001 yılından önce mensubu bulundukları partilerde
Cumhuriyeti ve onun devrimlerini doğrudan hedef alarak eleştirmişler,
söylemlerinde; ''hakimiyet Ulusa değil Allah'a aittir,(')Millet isterse
laiklik elbette elden gidecektir. (')laiklik dinsizliktir..' (Ek.12)
diyenler, her türlü din istismarını yapanlar, bu söylemlerini
değiştirerek takiyye yapmaya başlamışlar, partinin önemli isimlerinden Bülent
Arınç, Türkiye Demokrasi Vakfı'nca düzenlenen bir toplantıda, TBMM Başkanı iken
yaptığı bir konuşmada; ''Siz ifade özgürlüğüne tam sahip değilseniz,
kapatılmamak için, önünüze engeller çıkmaması, iktidara giderken bir takoza
ayağınız takılıp da düşmemek için yalan söylemeye, samimiyetsiz davranmaya,
takiyye yapmaya mecbursunuz'' (Ek.67) diyerek, takiyyenin yeni
dönemdeki siyasal yöntemleri olacağının işaretini vermiş, buna rağmen davalı
parti gerçek siyasi hedefini gizleyememiş, laiklik ilkesine ilişkin Anayasa ve
yasa hükümlerine, Anayasa Mahkemesinin Refah Partisi ve Fazilet Partisinin
kapatılmasına, resmi daire ve üniversitelerde türban-başörtüsü kullanmayı
teşvik eden konuşmaların laik düzen karşıtları için bir mesaj oluşturduğuna
ilişkin kararlarına karşın, türban konusunu belirledikleri politikalara temel almakta
bir sakınca görmemiştir.
Davalı parti özellikle 22 Temmuz 2008 seçimlerinden
sonra, alınan oy oranının etkisi ve cüretiyle toplumu İslam devletine
dönüştürecek projelerini önce yeni bir Anayasa taslağı hazırlamak sonra da
türbanı gündeme getirmek suretiyle laiklik ilkesini hedef alarak adım adım
gerçekleştirmeye başlamıştır.
Davalı parti iktidarda olduğu süreçte, insanlığın dinsel
dogma ve hurafelere karşı verdiği mücadele sonrasındaki ortak kazanımları olan
din ve vicdan özgürlüğü, öğrenim özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, laiklik
ilkesi gibi birçok kavram tersyüz edilmiş, 'laikliğin yeniden
tanımlanması' gibi suni sorunlar yaratılarak Cumhuriyetin değerleri
tartışılır hale getirilmiştir. Dinsel taassubun göstergesi olan türban, inanç
özgürlüğünün zorunlu bir parçası olarak gösterilmiş ve türban takmanın bir hak
olduğu inancı topluma benimsetilmeye çalışılmıştır. Oysa daha yakın tarihte
yapılan bir araştırmanın sonuçları
çok açık göstermiştir ki, liseden sonra üniversiteye gidemeyen kadınların yüzde
30'u sınavı kazanamadığından, yüzde 15'i sınavı kazanmasına rağmen evlenip
okulu bıraktığından, yüzde 15'i daha fazla okumasına ailesi izin vermediğinden,
yalnızca yüzde 1'i türban nedeniyle yüksek öğrenim görememiştir. Bu araştırma
sonuçları da çok açık bir biçimde ortaya koymuştur ki, davalı partinin asıl
amacı, iddia edildiği gibi öğrenim özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırmak
değil, türban sayesinde eğitim ve öğretim alanından başlamak üzere, tüm kamusal
alanı ve toplumsal yaşamı dinselleştirmek ve giderek laik devleti ortadan
kaldırmaktır.
Türban, davalı partinin Cumhuriyet devrimlerine ve
özellikle laiklik ilkesine yönelik kararlılıkla yürüttüğü mücadelesinde eğitim,
kültür, ekonomik ve sosyal yaşam alanlarında toplumu dönüştürecek karşı
devrimin adımlarını atarken kullandığı özgürlükçü söylemli bir dini ve siyasi
simgedir.
Yargı kararlarında, doktrinde, çağdaş düşünsel ve felsefi
düzlemde; din ve vicdan özgürlüğünün yükseköğretim kurumlarında türbanı da
kapsayacak şekilde salt olmadığı, bu özgürlüğe laiklik ilkesi gereğince
sınırlama getirilebileceği tartışmasızdır.
Gerek iç hukuk gerekse, uluslar arası hukuk boyutuyla
incelenip, irdelendiğinde; yargısal içtihatlarla türbanın temel bir insan hakkı
olmadığının din ve inanç özgürlüğü kapsamında kalmadığının açık ve tartışmasız
olarak vurgulandığı görülmüştür. Şöyle ki;
- Danıştay 8. Dairesi'nin 23.02.1984 gün ve 207/330
sayılı; 16.11.1987 gün ve 128/486 sayılı ; 27.6.1988 gün ve 178/512 sayılı,
- Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu'nun
16.6.1994 gün ve 61/327 sayılı,
- Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun 15.3.2005 gün ve 201/30
sayılı,
- Anayasa Mahkemesi'nin 07.3.1989 gün ve 1/12 sayılı,
9.4.1991 gün ve 36/8 sayılı, 16.01.1998 gün ve 1/1 sayılı; 22.6.2001 gün ve 2/1
sayılı kararları ile daha bir çok kararlarda; başörtüsünün laiklikle
bağdaşmadığı, temel bir insan hakkı olarak korunmadığı ve özgürlük alanının
dışında kaldığı ve bu yolla 'dine dayalı bir devlet modeli' adımlarının
atıldığı belirtilmiştir.
Türbana ilişkin olarak verilen Danıştay ve Anayasa
Mahkemesi kararlarında; '.. Türban takanların sırf laik
cumhuriyet ilkelerine karşı çıkarak dine dayalı bir devlet düzenini
benimsediklerini belirtmek amacıyla başlarını örttükleri,(')laik devlet
ilkelerine karşı bir tutum içinde bulunmaları nedeniyle okula alınmamalarında
yasalara aykırılık olmadığı,(')Hiçbir görüş ve düşüncenin Atatürk
milliyetçiliği, medeniyetçiliği, ilke ve devrimleri karşısında korunma
göremeyeceği,(') Dinsel inanç nedeniyle başörtüsüne olanak
tanımanın hukuk kurallarını dinsel esaslara dayandırmak anlamına geldiğinden
laiklik ilkesine aykırılık oluşturacağı,(') Din kurallarına göre yapılan
düzenlemelerin hukuksal nitelik taşımadıkları, hukukun kaynağının hukuku
yaratan istenç olarak kendi ulusunun istenci olduğu ve yasalar ilkelerini
dinden değil, yaşamdan ve hukuktan almak zorunda oldukları için, türbanın
Yükseköğretimde serbestçe takılmasına ilişkin bir düzenlemenin hukuk devleti
ilkesine de aykırılık oluşturacağı,(') İslami bir örtünme biçimi ve dini
bir zorunluluk olduğu ileri sürülen başörtüsüne ayrıcalık tanımanın biçimsel
yönden eşitlik ilkesine de ters düşeceği,(') Lâik eğitimde dinsel inançlara
göre hiçbir ayrım gözetilemeyeceği,(' ) (Belli biçimde giyinmek özgürlüğü
dinsel inancı aynı, ayrı olanlar ve olmayanlar arasında farklılık yaratacağı,
vicdan özgürlüğünün istediğine inanmak hakkı olduğu, laiklikle vicdan özgürlüğü
karıştırılarak dinsel giyinme özgürlüğünün savunulamayacağı,(') kamu alanında giyinmeyi
düzenleyen kuralların dinsel inanca dayalı olarak değil ancak hukukun
gereklerine göre düzenleneceği,(') laikliği ortadan kaldıran ya da zedeleyen
bir özgürlük ya da özerkliğin geçerlilik kazanamayacağı, (' ) 'dinsel inanç
gereği' sözcükleri kullanılmasa da Cumhuriyetin niteliklerine yönelik, bu amaç
ve anlamdaki dinsel kaynaklı düzenlemeleri içeren girişimlerin Anayasa
karşısında geçerli olamayacağı, özgürlüklerin Anayasa ile sınırlı olduğu,
Anayasa'daki lâiklik ilkesine ve lâik eğitim kuralına karşı eylemlerin
demokratik bir hak olduğunun savunulamayacağı, (') vurgulanarak türbanın
bir özgürlük konusu olmadığı son derece bilimsel ve yetkin gerekçelerle
açıklanmıştır.
Türban sorununa Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
çerçevesinde bakıldığında; bu konu ile ilgili aşağıda belirtilen
kararlardan özellikle 3 tanesi AİHM'nin üniversitelerdeki türban sorununa bakış
açısını açıkça ortaya koymaktadır. Bu kararlar :
Karaduman /Türkiye
Eczacılık Fakültesi'nden mezun olmaya hak kazanan Şenay Karaduman
isimli öğrenci, çıkış belgesine türbanlı fotoğrafının yapıştırılması talebinin
idarece reddedilmesi üzerine AİHS'nin 9.
maddesinin ihlal edildiği gerekçesiyle Komisyona başvurmuştur.
Komisyon öncelikle üniversitelerdeki günlük yaşamı düzenleyen
disiplin kurallarıyla doğrudan ilgili olmayan, diplomalara yapıştırılacak
fotoğraflara ilişkin kuralların 'üniversitelerin laik ve cumhuriyetçi
niteliğini koruma amacını güden üniversite kurallarının bir parçası' olduğunu
tespit etmiştir.
Somut uyuşmazlıkta, kılık-kıyafete ilişkin üniversite
yönetmeliğinin, öğrencilere türban takmama
zorunluluğu getirdiğine işaret ederek, yüksek öğrenimini laik bir üniversitede yapmayı
seçen bir öğrencinin, bu üniversitenin düzenlemelerini kabul etmiş sayılacağı görüşünü
ifade etmiştir. Ayrıca Komisyon'a göre laik bir üniversitede öğrencilik
statüsü, doğası gereği, başkalarının hak ve özgürlüklerini saygı gösterilmesini
sağlamaya yönelik bazı davranış kurallarıyla bağlılığı da içermektedir.
Mahkeme burada 'laik üniversiteler'de öğrenim görmeyi
tercih eden başvurucuların, bu üniversitelerin koyduğu kurallara uymak zorunda
olduklarını vurgulamaktadır.
Komisyon özellikle, nüfusun büyük çoğunluğunun belirli
bir dine mensup olduğu ülkelerde, bu dinin tören ve simgelerinin herhangi bir
yer ve biçim sınırlaması olmaksızın sergilenmesinin, sözü geçen dini
uygulamayan veya başka bir dine mensup olan öğrenciler üzerinde bir baskı
oluşturabileceği görüşündedir. Bu nedenle farklı inanışlardaki öğrencilerin
birlikteliğini sağlamak amacına yönelik olarak öğrencilerin dinsel inançlarını
açığa vurma özgürlükleri yer ve biçim bakımından sınırlanabilmektedir.
Komisyon'a göre, 'laik bir üniversitenin yönetmeliği,
öğrencilere verilecek olan diplomaların, bir dinden esinlenen ve öğrencilerin
de dahil olabileceği (köktendinci) hareketleri hiçbir şekilde yansıtmamasını
düzenleyebilir.'
Bunun yerine doğrudan 'laik üniversite düzeninin
gerekleri dikkate alındığında, öğrencilerin kılık-kıyafetlerinin
düzenlenmesinin ve bu düzenlemeye uyulmadıkça, kendilerine diploma verilmesi
gibi bazı idari hizmetlerden yararlandırılmamalarının, din ve vicdan
özgürlüğüne bir müdahale oluşturmadığı düşüncesini' ifade etmiştir.
Sonuç olarak Komisyon başvurucunun, çıkış belgesine
türbanlı fotoğraf yapıştırma talebinin idarece reddedilmesinin Sözleşmenin 9.
maddesiyle korunan din özgürlüğüne bir müdahale
oluşturmadığı gerekçesiyle, başvuruyu kabul edilemez bulmuştur.
Bulut/Türkiye
Eğitim Fakültesi'nden aldığı çıkış belgesinin türbanlı
fotoğrafının bulunduğu bir diploma ile değiştirilmesi talebinin idarece
reddedilmesi üzerine Lamiye Bulut, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na
başvurmuştur..
Komisyon, 'başvurucunun kendisine bir diplomanın
sağlayacağı bütün avantajları temin eden bir çıkış belgesine zaten sahip
olduğuna' dikkat çekerek, başvuruyu kabul edilemez bulmuştur.
Kararın kalan kısmı Karaduman/Türkiye kararıyla aynı
ifadelerle kaleme alınmıştır.
Dahlab/İsviçre Kararı
Katolik iken sonra İslam Dinini seçen ve türban takmaya
karar veren İsviçre vatandaşı ve anaokulu öğretmeni olan Lucia Dahlab, beş yıl
süresince velilerden herhangi bir itiraz gelmeden türbanlı olarak görevine
devam ettikten sonra, İlköğretim Genel Müdürlüğü tarafından, türbanın
'özellikle kamusal ve seküler bir eğitim sisteminde bir öğretmenin öğrencilerine
empoze ettiği açık bir kimlik aracı' olduğu gerekçesiyle görevinden alınması
üzerine, laiklik ilkesinin öğretmenlerin dinsel inanca sahip olmalarına ve
inançları gereği sembol taşımalarına engel oluşturmadığı ve öğrencilerinin
farklı etnik ve dinsel kökenlerden geldiği için çeşitliliğe alışkın oldukları,
dolayısıyla türbanlı oluşunun okuldaki dinsel uyumu bozmadığı gerekçelerine
dayanarak türbanlı olduğu için görevden alınmasının AİHS'nin 9 ve 14.
maddelerini ihlal ettiği gerekçesiyle AİHM'ne başvurmuştur.
Sonuç olarak AİHM, öğrencilerin başvurucudan kolaylıkla
etkilenebilecek kadar küçük yaşta olmalarının ve başvuru sahibinin dinsel
açıdan tarafsız davranmak zorunluluğunun altına çizerek, yasaklayıcı işlemin,
başkalarının hak ve özgürlüklerini, kamu güvenliğini ve kamu düzenini koruma
şeklindeki meşru amaçları güttüğüne karar vermiş ve başvurucunun ders sırasında
türban taktığı için görevine son verilmesini, din özgürlüğüne bir müdahale
saymış, ancak bu müdahalenin demokratik bir toplumda
gerekli olduğu gerekçesiyle başvuruyu kabul edilemez bulmuştur.
Leyla Şahin/Türkiye Kararı
Leyla Şahin Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde okurken,
İstanbul Üniversitesi'nin 23.02.1998 tarihinde yayınladığı sakallı ve türbanlı
öğrencilerin derslere ve pratik çalışmalara alınmamalarını öngören genelgesi
gereği derslere alınmamış ve bazı bölümlere kayıt yaptıramamıştır. Genelgenin
iptali istemiyle açılan davalar ise idari yargı organlarınca reddedilmiştir.
Daha sonra türban taktığı gerekçesi ile yazılı sınavlardan birine alınmayan
başvurucunun kayıt talebi de aynı gerekçe ile reddedilmiştir.
Başvurucu kılık kıyafet kurallarına uymadığı için önce
kınama cezası, daha sonra türban yasağını protesto gösterisine katıldığı için
bir dönem okuldan uzaklaştırma cezası almıştır. Başvurucunun disiplin cezaları
ile ilgili açtığı dava İstanbul İdare Mahkemesi tarafından reddedilmiştir.
Yüksek öğretim kurumlarında türban takma yasağının Sözleşmenin 8, 9, 10 ve
14.maddeleri ile 1.Protokolün 2.
maddesindeki haklarını ihlal ettiği gerekçesi ile AİHK'na başvurmuş, dava 11 No'lu
Protokolün 5/2 maddesi gereğince 1.11.1998'de AİHM'ne devredilmiştir
Mahkeme'nin üniversitede İslami türban takılmasını
yasaklayan ve bu yasağa aykırı davranmayı disiplin yaptırımına bağlayan
düzenlemelerin, din ve vicdan özgürlüğü hakkına müdahale olduğunu varsayımsal
olarak kabul etmiş ancak üniversitelerde türbana izin vermenin Anayasa'ya
aykırı olduğunun Anayasa Mahkemesi'nce açıkça belirtildiğini ve ayrıca İslami
türban takılmasına ilişkin düzenlemelerin, başvurucunun Üniversiteye kayıt
yaptırmasının öncesinden itibaren mevcut olduğunu vurgulayarak, davada 'kanunen
öngörülme' kriterinin gerçekleştiğine, 'davanın şartlarını ve milli
mahkemelerin kararlarındaki tabirleri dikkate alarak, ' söz konusu tedbirin
öncelikle başkalarının haklarının ve özgürlüklerinin korunmasına ve kamu
düzeninin korunmasına ilişkin meşru amaçları güttüğünü ve 'takdir yetkisinin
alanını göz önüne alarak, İstanbul Üniversitesinin İslami türban takılmasına
sınırlamalar getiren düzenlemelerinin ve bunları uygulamaya yönelik
tedbirlerin, güdülen amaçlarla orantılı ve haklı olduğuna ve demokratik bir
toplumda gerekli olarak kabul edilmesi gerektiğine karar vermiştir.'
AHİM'nin 29.06.2004 tarihli bu kararına müteakip
başvurucunun davanın Büyük Daire'ye iletilmesini istemesi üzerine Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Dairesi 10 Kasım 2005 tarihli kararında:
'Bu bağlamda, yükseköğrenim kurumları, bir dinin sembol
ve törenlerinin tezahürünü değişik dinden öğrenciler arasında huzurlu ortak
yaşamı sağlamak ve böylece kamu düzenini ve diğerlerinin haklarını korumak
amacıyla böyle bir tezahürün yeri ve şekline sınırlamalar getirerek
düzenleyebilirler. Küçük çocukların sınıfında görevli bir öğretmenle ilgili
olan, Dahlab davasında, Mahkeme, diğer konuların yanı sıra öğretmenin başörtüsü
takmasının temsil ettiği 'güçlü dış sembol' üzerinde durmuş ve cinsiyet
eşitliği ilkesiyle bağdaştırılması zor olan dini davranış kuralları kadınlara
başörtüsü takma zorunluluğu getirmiş olduğuna göre, bunun bir tür başkalarını dini
inancından vazgeçirme etkisi oluşturup oluşturmayacağını sorgulamıştır. Ayrıca,
İslami başörtüsü takmanın, demokratik bir toplumda bütün öğretmenlerin
öğrencilerine aktarması gereken hoşgörü, başkalarına saygı ve hepsinin ötesinde
eşitlik ve fark gözetmeme mesajı ile kolaylıkla bağdaştırılamayacağını
kaydetmiştir.'Laiklik kavramı Mahkeme'ye göre Sözleşme'nin temelini oluşturan
değerlerle uyumludur. (...) Bu ilkeye saygı göstermeyen bir davranış, kişinin
dinini ifşa etmesi özgürlüğü kapsamında kabul edilmeyecek ve Sözleşme'nin 9.
maddesinin korumasından yararlanmayacaktır.'Mahkeme, Türkiye'de kendi dini
sembollerini ve dini dogmalar üzerine kurulmuş bir toplum kavramını toplumunun
tümüne empoze etmeye çalışan aşırı siyasi hareketlerin olduğunu gözden kaçırmamıştır.
(')
'Sonuç olarak, söz konusu kısıtlama, başvuranın eğitim
hakkına zarar vermemektedir. (')
Görüşlerine yer vermiştir.
Türbanın dinsel ve siyasal bir simge olduğunun ulusal ve
uluslararası yargı kararlarıyla kesinleşmesine karşılık davalı parti, kuruluşlarının
hemen ertesinde başlattıkları karşı propagandalarla toplumdaki geleneksel bir
örtünme olgusunun varlığından yola çıkarak türbanı bu kalıplar içinde halka
benimsetmeye çalışmıştır.
Kadın özgürlüğü ve Cumhuriyetin temel ilkelerine karşı
çıkmanın siyasal bir simgesine dönüştürülen ve temel bir hak algısıyla topluma
sunulan türbanın toplumu topyekûn teokratik bir düzene dönüştürecek karşı
devrimin en önemli anahtarı olduğu, giderek tüm alanlara yayılacağı, ertesinde
başka bazı anti laik talepleri de bir hak algısıyla ve yeni 'mutabakat
süreçleriyle' toplumun gündemine taşınacağı, davalı parti yetkililerince de
şüphesiz bilinmektedir! Üniversitelerde türbana sağlanan serbestinin büyük bir
geriye dönüşün miladı olduğu Başbakan'ın 14 Ocak 2008 tarihinde yaptığı İspanya
konuşmasının hemen ardından ortaya çıkmış, aynı ay içinde yapılan Açık Öğretim
Lisesi sınavlarında öğrencilerin sınavlara türbanla ve hatta çarşafla
girmelerine müsamaha gösterilmiş, partililerin sürekli olarak türban yasağının
bir insan hakkı ihlali olduğu yönündeki ısrarlı demeçleriyle teşvik edilmiştir.
Aynı günlerde Adalet ve Kalkınma Partisi çizgisindeki bazı sivil toplum
örgütleri türban yasağının kaldırılmasının sadece Yükseköğretim kurumlarıyla
sınırlı kalmamasını isteyen gösteriler yapmışlardır.
İzleyen günlerde davalı partili milletvekilleri Hüsnü
Tuna, Fatma Şahin, MKYK üyesi Ayşe Böhürler, Isparta Belediye
Başkanı Hasan Balaman gibi partililer türbanın üniversitelerde serbest
bırakılmasının varılmak istenen amacın ilk aşaması olduğunu, adım adım tüm
kamusal alanda serbestçe takılmasının bundan sonraki hedefleri olduğunu açıkça
ifade etmişlerdir.(Ek.129) Davalı Partinin İstanbul Milletvekili Egemen
Bağış, Merve Kavakçı isimli Fazilet Partili milletvekilinin türbanıyla TBMM
genel kurula girmesinin bu partinin kapatılma nedenlerinden biri olduğu
gerçeğini unutmuş gözükerek, milletvekillerinin türbanla genel kurul
çalışmalarına katılabileceklerini ima eden sözler sarfetmiştir.(Ek.129)
İktidarın türban konusunu tırmandırmasından cesaret alan
başta sağlık kurumlarında çalışan doktor ve hemşireler, eğitim kurumlarında
öğretmen ve öğrenciler olmak üzere birçok kurumda kamu personelinin göreve
türbanla geldikleri 2008 Yılı Ocak ve Şubat aylarında yayınlanan gazete ve
televizyon haberleri arasında sıkça yer almıştır.(Ek.159)
Örnekleri daha önce de yaşanan benzer olaylar karşısında
siyasi iktidarın bu kurumların başına atadığı kendi dünya görüşlerine yakın
baştabip, okul müdürü vb. idareciler soruşturmaları göstermelik, sudan
gerekçelerle savsaklamışlar, adeta kamu kurumlarında türbanlı görevlilerin
çalışmasını teşvik etmiş, cesaretlendirmişlerdir.
Örneğin;YÖK Başkanı Yusuf Ziya ÖZCAN, henüz yasal
değişiklik yapılmadan 24.02.2008 gün ve 225 sayı ile üniversite rektörlerine
gönderdiği yazıda; üniversitelerde türban serbestîsini getirmeyi amaçlayan
Anayasanın 10. ve 42. maddelerine göre uygulama yapılabilmesi için ayrıca
kanuni düzenlemeye ihtiyaç olmadığını bildirmiş, bir örneği İçişleri Bakanlığı
ve valiliklere de gönderilen yazı içeriğinde Anayasa değişikliği yapan kanun
teklifindeki genel gerekçede belirtilen 'Yükseköğretim kurumlarında kılık
kıyafetlerinden dolayı bazı öğrencilerin eğitim ve öğretim hakkının
engellenmesi kronik bir sorun haline gelmiştir.' ifadesi kullanılmıştır.
(Ek.174)
Çoğu Üniversite rektörleri bu kanunsuz emre
uymayacaklarını belirtip YÖK Başkanı hakkında görevi kötüye kullanmak ve
benzeri suçlardan suç duyurularında bulunmuşlar, ancak konu resmi olarak
kendisine intikal etmeden bir açıklama yapan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin
ÇELİK', 'Soruşturma açmaya yetkim var. Ama ben YÖK Başkanı'nın
söylediklerinin suç teşkil ettiğini düşünmüyorum. Soruşturmaya izin
vermeyeceğim.' diyerek hiçbir araştırmaya gerek duymadan YÖK Başkanının bu
kanun dışı eylemini onaylamıştır. (Ek.174)
Üniversitelerde başlı başına türban serbestisi getirmeyen
Anayasa değişikliği henüz yürürlüğe girmeden ve Yüksek Öğretim Yasasının ek
17'nci maddesi değiştirilmeden birçok üniversitede türban ile derslere girme
uygulaması başlatılmış, başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere birçok
davalı parti yetkilisi eylem ve demeçleriyle söz konusu yasadışı uygulamayı
cesaretlendiren ve üniversitelerde bir kaos ortamının yayılmasına sebebiyet
veren bir tavır sergilemişlerdir.
Başbakan Erdoğan, Vakıf Üniversitelerinin
rektörleri ile yaptığı bir görüşmede, Yüksek Öğretim Yasasının Ek 17.
maddesinde değişiklik yapılmadan Üniversitelerde türbanın serbestçe
takılabileceğine ilişkin bir genelge yayınlayan YÖK Başkanının bu hukuk dışı
tasarrufuna bir bildiri ile karşı çıkan Ünivesitelerarası Kurul'u (ÜAK)
kastederek; '' Sizin üniversitelerinizin rektörleri de ÜAK Üyesi. Ancak
bildiriye imza atanlar oldu. Bu konuda daha ilkeli tavır bekliyoruz. Bu
bildiriye niye karşı çıkmıyorsunuz' Tavır göstermenizi beklerdik'' diyerek
YÖK Başkanının hukuka aykırı davranışına destek verilmesini istemiştir.
(Ek.164)
YÖK Başkanlığının yukarıda hukuka aykırı
olduğunu belirttiğimiz işlemi aleyhine açılan davada, Danıştay 8. Dairesi, Yükseköğretim
Genel Kurulu'nun tesis edeceği işlemle düzenleme getirilecek bir alanda
Yükseköğretim Kurulu Başkanı'nın tek başına işlem tesis etmek suretiyle
düzenleme yapma yetkisi bulunmadığından, yetki unsuru yönünden açıkça yasaya
aykırı olan dava konusu işlemin yürütülmesinin durdurulmasına karar vermiştir
Başbakan Erdoğan Anayasanın 10. ve 42. maddelerinin
değiştirildiği süreçte söylem ve demeçlerinde toplumu geren ve kutuplaşmaya yol
açan sert bir üslup takınmış; '' Biz o beyaz çarşaflarla beraber yola
çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız. (')Bizlere karşı gösterilen bir
farklı yaklaşım varsa cevapsız kalmayız. Zira bize de inanan, güvenen bir kitle
var. O kitle, sessiz yığınlar olarak yıllar yılı bekledi. O dille tercüman
olacak siyasetçiler olarak bizi buraya gönderdi. (') 'Öfkeli olduğumu
söylüyorlar, öfke de bir hitabet sanatı.(') Sabırla izliyorum. Bulunduğum makam
nedeniyle. Ama şu anda böyle bir şeyin karşısında eğer gerilim taraftarı olsam
o meydanlara 10 katını biz toplarız. (') 5 yıl başörtüsü konusunda ses
çıkarmadık. Hep sabır sabır dedik. (') Din İşleri Yüksek Kurulu 1980'de Kuran-ı
Kerim'den bir ayeti alıyor şöyle diyor: Cenab-ı Hak bu ayeti ile celile ile
cahiliye devrinin bu adetini kesinlikle yasaklamış. Müslüman kadınların
başörtülerini, saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun ve gerdanlarını örtecek
şekilde yakalarının üzerine salmalarını emretmiştir'' şeklindeki sözleri
ile dinsel inanç yada dinsel kurallarla doğrudan ilişki ve bağlantı kurularak
yapılacak düzenlemelerin hem devrim yasalarını hem de laiklik ilkesini
ilgilendireceğini (Any. Mah. 9.4.1991 gün ve 1990/36-1991/8 sayılı kararı)
dikkate almadan sorunlara yaklaşımda dini ve dince kutsal sayılan kuralları
referans gösterme ve istismar etme eylemlerini sürdürmüştür.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Mir Dengir Mehmet Fırat, bu
süreçte yaptığı konuşma ve mülakatlarda; Anayasanın 10. ve 42.
maddelerinin değiştirilerek Yükseköğretimde türbanın önünü açan düzenlemenin
yürürlüğe girmesi halinde buna uymayan rektör dâhil tüm yöneticilerin
cezalandırılması için TCK'ya bir madde eklenmesi gerektiğini ifade etmiş,
sonrasında da; '' Yasağı devam ettiren rektörler suç
işliyor(')savcılar harekete geçmeli,(...) Anayasa, kanunlar ve evrensel hukuk
kaideleri ihlal edilerek genç kızlar giyim kuşamlarından dolayı üniversitelerde
eğitim ve öğretim hakkından mahrum bırakılıyor'(')Benim tavsiyem bu nevi
korkular ile hayatını zehredenlerin, başkalarının hayatını zehretmelerinin
ötesinde bir doktora başvurarak, bu fobilerinden kurtulmalarıdır. Yani başını
örterek ne rejimin tehlikeye gireceğini, kendisinin yaşam tarzının tehlikeye
girmeyeceğini, ben inanıyorum ki bir psiyaktır kendilerine çok daha makul bir
şekilde anlatır,(') şu andaki yasalar çerçevesinde üniversitelere 'çırılçıplak'
bile girilebilir,(')Rektörlerin türbanlı öğrencilere üniversiteye almamakla
anayasayı ihlal etmişlerdir.(') ihbarlara rağmen savcılar görevlerini
yapmıyorlar.(') anayasa ihlali ağır bir suçtur, Türk Ceza Kanununa göre bundan
dolayı insan idam edilmiştir, bir başbakan idam edilmiştir, iki bakan idam
edilmiştir' ' diyerek Anayasa'da yapılan değişikliklerin Üniversitelerde
türban ile öğrenim görülmesini sağlamadığı ve YÖK Yasasının Ek 17. maddesinde
yapılması düşünülen değişiklik gerekçesinde belirtilen yasal düzenleme
gerçeğini de göz ardı ederek Üniversite rektörleri ile hukukun uygulayıcıları
olan Cumhuriyet savcılarına kuvvetler aykırılığı ilkesine de aykırı biçimde
kendi düşünceleri doğrultusunda hareket etmeleri konusunda telkin ve tavsiyeler
de bulunmuştur. (Ek.174)
Davalı partinin kurucu üyesi Cüneyt ZAPSU, 5
Mart 2008 günü Almanya dönüşü uçakta gazetecilerin türbanla ilgili gelişmeleri
sormaları üzerine; ''Türban takanların sadece yüzde 50'si inancı yüzünden
takıyor deseniz bile, bu yüzde 50'ye 'türbanını çıkar demek, sokaktaki
kadına donunu çıkar' demekten farksızdır' (') Türkiye'de her zaman din
istismarı yapan partiler olmuştur. 'hatta bizimkiler bile yapmıştır''' diyerek
partisinin din istismarı konusundaki yaklaşımının seviyesini ortaya koymuştur.
(Ek.174)
2008 yılı Şubat ayı içersinde de çok sayıda sağlık
kuruluşu ve ortaöğretim kurumlarında doktor, hemşire, sağlık personelinin
türbanla görev yaptıkları, öğrencilerin derslere türbanla girdikleri yönündeki
basında çıkan haberler üzerine TBMM'de bu konuyla ilgili olarak verilen bir
soru önergesine yanıt veren Sağlık Bakanı Recep AKDAĞ, basına yansıyan
fotoğrafları kendisinin de gördüğünü, yerel yönetimlerin, vali ve kaymakamların
görevlerinin bilincinde olduklarını, Anayasa değişikliği sonrasında farklı bir
hava estirilmeye çalışıldığını söyleyerek 'Türkiye'de son zamanlarda Anayasa
değişikliği ile nerede, nasıl çekildiği belli olmayan, mekanı bile anlaşılmayan
birtakım haberler yer alıyor. Devlet gazete haberleri ile yönetilmez'.' diyerek
özelikle sağlık kuruluşlarında yoğun olarak yaşanan laikliğe aykırı bu durumu
görmezden gelmiş, akabinde Bakanlık Müsteşarı imzasıyla bir genelge
yayınlayarak, sağlık kurum ve kuruluşlarında fotoğraf ve kamera çekimini
yasaklamış, laikliğe aykırı olası davranışları gizleme telaşına
düşmüştür.(Ek.175)
Sağlık Bakanı Recep AKDAĞ, Anayasa ve
Yüksek Öğretim Kanununun ek 17. maddesinde yapılacak değişiklikten sonra, tıp
fakültelerinin 6. sınıfında okuyan 'intern' denilen stajyer doktorların da
başörtüsü takabileceklerini söyleyerek üniversitelerde türban serbestîsinin
kamudaki olası genişlemesinin işaretini vermiştir.(Ek.175)
Kamu kurumlarında türbanlı çok sayıda personelin görev
yapması ve bazı liselerde de türbanlı öğrencilerin derslere girdiğinin tespiti
üzerine basına demeç veren AKP Grup Başkan Vekili Bekir BOZDAĞ, ''Görüntülerin
çoğunun yalan çıktığı, başka haberlerden de anlaşılıyor. Bu konuda süreci
tıkamak isteyenlerin, iyi niyetten uzak gayretlerinin ürünü diye düşünüyorum.' demiş,
gazetecilerin basında yer alan fotoğrafları görüp görmediğini sormaları
üzerine, ' Gördüm. Daha önce de gördüm. Hepsi yalan çıktı'' diye
yanıtlamış, böylece kamuda gittikçe yaygınlaşan bu yasadışı tutumu, türbanın
kamusal alanda yayılmasını onaylamış ve cesaretlendirmiştir (Ek.175)
Bir özgürlük algısıyla topluma sunulan türbana karşılık
ülkemizde kadınların yoksulluk ve aşırı dinsel taassup nedeniyle ataerkil erkek
egemenliğine tabi oldukları, bu ve benzeri nedenlerle yüksek öğretim hakkından
yararlanamadığı toplumsal bir gerçektir. Davalı parti bütün bu sorunlara aklın
ve bilimin, Cumhuriyetin laik eğitim politikalarının yol göstericiliğinde
çözümler üretmek yerine, tarihteki tüm köktendinci hareketler gibi toplumu
çağın gerisine götürmek ve dönüştürmek noktasında yargı kararlarında siyasal
simge olarak kullanıldığı belirtilen türbanı-başörtüsünü araç olarak
kullanmaktadır. Oysa insanlığın aydınlanma süreci dinin toplumsal yaşamın tüm
alanlarındaki egemenliğine karşı verilen ve insanın vicdanına yükseltilmesiyle
sonuçlanan bir süreçtir. Aklın egemen kılındığı bu süreçte kadının da dini
taassubun koyu karanlığından kurtarılıp özgürleştirilmesi, insan denilen
varlığın diğer eşit bireyi haline gelmesi sağlanmıştır. Bugün davalı partinin
toplumu dönüştürmek yolunda bir siyasal simge olarak kullandığı türban, aslında
kadının tarihi özgürleşme mücadelesini ve Cumhuriyetin laik kazanımlarını yok
sayacak bir araçtır.
Türbanın yüksek öğretim kurumlarında serbest bırakılması,
giderek tüm kamusal alanda kullanılmasına, giymeyenlerin de buna zorlanmasına
ve giderek hayatın bütün alanlarında dinsel ayrımcılığa yol açılmasına neden
olacak tehlikeli bir süreçtir. Önce kadını, giderek tüm toplumu birey, yurttaş
ve ulus kimliğinden soyutlayarak ümmet ve kul kimliğine götürecek bu anlayışın
bir hak ve özgürlük algısıyla topluma sunulabilmesi de, kutsal din duygularının
devlet işlerine ve politikaya karıştırılmış olduğunun göstergesidir.
Davalı parti yöneticileri ve üyeleri, yargı organlarının
belirlediği hukuksal tespitler karşısında türbanı serbest bırakmanın mümkün
olmadığını kavradıklarından, takiyye yöntemiyle halkın dinsel inançlarını
kullanarak, türbanın bir insan hakkı olduğunu, eğitim kurumlarında ve kamuda
serbest olması gerektiğini ileri sürüp, bu konuda tabanlarının beklentilerini canlı
tutmuşlar, mutabakat söylemleriyle tabanlarını besleyip gelen baskıyı
frenlerken bir yandan da türban, imam hatip liseleri, kuran kursları gibi
konularda sürekli laik sistemi eleştirerek halkın bir bölümünü Devlet'e karşı
durdurmuşlar, toplumu tehlikeli bir çatışmaya sürüklemesi olası, laik-anti laik
kamplaşmalara sürüklemişlerdir.
Anayasa'nın ikinci maddesinde laik bir hukuk sisteminin,
Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılması ve bu madde hükümlerinin
değiştirilemeyeceğinin ve de değiştirilmesinin teklif edilemeyeceğinin de
dördüncü maddede vurgulanması karşısında; hukuk sistemimiz Türkiye Cumhuriyeti
var olduğu sürece laik niteliğiyle varlığını sürdüreceğinden Anayasa ve
yasalarda değişiklik yapılarak türbana serbestlik tanınması olanaklı değildir.
Hukuk düzeni, kuşkusuz sadece pozitif düzenlemelerden oluşmamaktadır. Pozitif
düzenlemelerdeki kavramların içeriğini somut olaylardan hareketle yargı
kararları biçimlendirmekte, bu biçimlendirmede de türban olarak adlandırılan
örtünme biçiminin, laik hukuk düzeni içerisinde koruma göremeyeceği açık ve
tartışmasız biçimde ortaya konulmakta, türbanın laik bir sistemde özgürlük
sorunu olmayıp, özgürlük alanı dışında kaldığı belirtilmektedir. Yargı
kararlarına karşın türbanı özgürlük sorunu olarak göstermeyi ve sunmayı;
türbanın özgürleşeceği, ilk adımı ılımlı İslam olan şer'i hukuk sistemine
yönelik atılan adımlar zinciri içerisinde görmek gerekmektedir.
Tarihsel süreç irdelendiğinde, laikliğe aykırı eylemlerin
odağı olduğu gerekçesi ile Anayasa Mahkemesi'nce kapatılan Milli Nizam Partisi,
Refah Partisi ve Fazilet Partisi'nin aksine; Adalet ve Kalkınma Partisi
yöneticileri, bu partilerde yaşanan tecrübelerden hareketle, amaçlarına eylem
ve söylemler itibarıyla tek adımda değil birkaç adımda ulaşmak ve bunu kademeli
olarak gerçekleştirerek, olası tepki ve refleksleri bertaraf etmek
amacındadırlar. Partinin iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimlerinden bugüne
uzanan süreçte izledikleri türban politikaları da bu düşünceyi doğrulamaktadır.
Ancak yürüttükleri bu takiyye politikasına rağmen tabandan gelen baskılar
karşısında gerçek niyetlerini her zaman saklayamamışlardır. ''Gönlümün
derinliklerinde yatan hıçkırıklar var, (') Ama sabırlı olmaya mecburuz,(')
Değişmedik.(')Hedefimize acele etmeden adım adım ulaşacağız. (') Sabredin. (')Bazen
susarak, bazen baldıran zehiri içerek bu sorunu çözmeyi
hedeflemeliyiz.(')Toplumsal mutabakatla sorunu çözeceğiz.,,' (Ek. 18, 25,
27, 36, 44, 117, 123, 129...) gibi söylemler, kaynağı siyasal İslam olan bu
yapının temel hedeflerinin değişmediğini göstermektedir.
Davalı siyasi partinin tüm eylem ve söylemleri; ilk
aşamada İslami kural ve değerlerin ön planda tutulduğu ve referans olarak
alındığı bir İslam toplumunu oluşturmak, ortaya çıkacak bu ılımlı model
arkasından, hukuksal düzenlemeleri de gerçekleştirerek şeriata adım atmak kast
ve amacını içermektedir.
Çoğunluk iktidarına sahip olan bir siyasi parti için,
önce hukuksal düzenlemeleri yapması ve arkasından toplumun bu İslami
düzenlemelere göre biçimlendirmesinin tabloya daha uygun olacağı söylenebilirse
de, laikliği bütünüyle yok edecek hukuki düzenlemeler yapılması halinde
devletin hukuksal yollarla, kendisini koruyacağı düşüncesi yöntem değişikliğini
zorunlu kılmaktadır. Türbanı serbest bırakmanın hukuksal yönden koruma
göremeyeceğini kavramalarına rağmen, bu tutumları uzun vadede sonuç almaya
yönelik olup; iktidarın olanaklarından da yararlanarak, topluma yavaş yavaş
benimsetme ve düşünce platformlarında da giderek yandaş kazanma ve böylece
sonuca ulaşma yöntemini kullanmaktadırlar. Bu nedenle bireysel, giderek
kitlesel ve toplumsal istek olarak konuya ivme kazandırıp, esas olan şeriat
amacına ulaşılmaya çalışılmaktadır. Nitekim Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
14.01.2008 tarihinde bir resmi ziyaret için bulunduğu İspanya'da yaptığı basın
toplantısında sorulan bir soru üzerine; ''Türkiye'de türbana siyasi simge
olarak karşı çıkılıyor, velev ki siyasi simge olarak takıyor. Bunu suç kabul
edebilirmisiniz' Simgelere, sembollere yasak getirebilirmisiniz'.... Bunu
en yakın zamanda çözeceğiz', ' ( Ek.47) diyerek ve yine türbanı bir
kuvvet gibi kullanarak toplumu ve devleti İslami bir yapıya dönüştürmedeki
kararlılığını göstermiş, hemen akabinde, yurda dönüşte Ankara Esenboğa
Havaalanında gazetecilere verdiği demeçte; '..türban sorununun çözümü konusunda
'yeni anayasayı beklemeye gerek yok, onun çözümü çok kolay. Oturup beraber
mutabık kaldığımız bir cümleyle çözülür'' Toplumda türban konusunda mütakabat
sıkıntısı yok, ancak kurumlar arasında sıkıntı yaşanmaktadır'' (Ek.48) diyerek
sürece yeni bir ivme kazandırmış, mutabakat arayışı Milliyetçi Hareket
Partisinden yanıt bularak türbanın yüksek öğretim kurumlarında serbestçe
takılabilmesine olanak sağlayacak Anayasa ve yasa değişikliklerinin ilk adımı
atılmıştır.
Türban-başörtüsü ile yüksek öğretim kurumlarında öğrenim
görülmesinin laiklik ilkesine aykırı olmasına, ulusal ve uluslararası yargı
kararlarının da bu doğrultuda bulunmasına karşın; yüksek öğretim kurumlarında
türban-başörtüsü ile öğrenim görülmesini sağlamak için Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan ile AKP'li ve MHP'li milletvekillerinin imzaladığı Anayasa'nın 10. ve
42. maddelerinde değişiklik yapılmasını ve 7 milletvekilinin imzaladığı 2547
sayılı Yükseköğretim Kanununun ek 17 nci maddesinde değişiklik yapılmasını
içeren teklifler 29-30.1.2008 tarihlerinde TBMM Başkan'ı tarafından Anayasa ve
Milli Eğitim Kültür Gençlik ve Spor Komisyon'larına gönderilmiştir.Anayasa
değişikliğine ilişkin teklifin gerekçesi ile
Anayasa Komisyonunun raporu kapsamından
ve 2547 sayılı Yasanın Ek 17. maddesinin değiştirilmesine ilişkin teklif metni
ile gerekçesinden;
yükseköğretim kurumlarında türban-başörtüsü ile öğretim yapılmasının
amaçlandığı açıkça anlaşılmaktadır.
Cumhuriyetin değiştirilmesi ve değiştirilmesi teklif dahi
edilemeyen nitelikleri arasında bulunan laiklik ilkesi gereğince
üniversitelerde türban ile öğrenim görülmesinin mümkün bulunmamasına binaen;
Yüksek Öğretim Kanununda üniversitelerde türbanla öğrenim görülmesini
sağlayacak bir değişikliğin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edileceğini
öngören davalı Parti önce Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yapmak
ve daha sonra bu değişikliğe dayanmak suretiyle Yüksek Öğretim Yasasında
yapacağı değişiklikle üniversitelerde türbanla öğrenim görülmesinin yolunu
açmak istemektedir. Yükseköğretim Yasasında değişiklik içeren teklifin
Anayasaya aykırı olduğu tartışmasızdır. Anayasa değişikliği içeren teklif ise
amaç yönünden Anayasaya aykırılık taşımaktadır.
Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik öngören
teklif TBMM'de 09.02.2008 tarihinde kabul edilmiş, Cumhurbaşkanı tarafından
onaylanmasını müteakip 5735 sayılı Yasa olarak 23 Şubat 2008 tarihinde Resmi
Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu yasanın iptali için Ana Muhalefet
Partisi 27.02.2008 tarihinde Anayasa Mahkemesine başvurmuştur.
2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun ek 17 nci maddesinde
değişiklik yapan teklif ise TBMM Milli Eğitim Kültür Gençlik ve Spor
Komisyon'unda beklemektedir.
Laik Cumhuriyet ilkesinin türban vasıta kılınarak
değiştirilme çabasının ivme kazandığı bu dönemde, Başsavcılığımız, Anayasa ve
Yasalarda yer alan görev ve yetkiler çerçevesinde 17 Ocak 2008 günü bir basın
bildirisi yayınlamıştır. Bildiride; ''türban serbestliğinin laik üniter
yapıya aykırı bir faaliyet alanı yaratacağı, böyle bir serbestliğin dini ve
bölücü örgütler tarafından rahatlıkla kullanılacağı, eğitim kurumlarını
gruplara ve kamplara ayıracağı vurgulanmış, siyasi partilerin kutsal sayılan
şeyleri istismar etmemesi gerektiğine'' dikkat çekilmiş, ''siyasi
partilerin demokrasinin bir veya birçok kuralına
uymayan veya cumhuriyetin temel ilkelerinden olan laik ve
üniter yapıyı, demokrasiyi yok etmeyi amaçlayan ve de demokrasinin tanıdığı hak
ve özgürlükleri yasa dışı yorumlarla tarif ederek oluşturulan siyasi projeleri
öne süremeyecekleri, bu nitelikteki beyan ve eylemlerin gerek iç hukuk gerekse
de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi korumasından yararlanamayacağı
gözetilmelidir'.' denilerek, yapılacak
Anayasa ve yasa değişikliklerinin Anayasanın laiklik ilkesini zedeleyeceği
vurgulanmıştır.
18.01.2008 tarihinde Danıştay Başkanlığı'nca da türban
yasağının kaldırılmasına ilişkin tartışmalarla ilgili olarak yapılan
açıklamada; '' 'Yeni düzenlemeler yapılırken Anayasa'nın temel ve değişmez
ilkelerine ve yargı kararlarına uygun davranılmamasının, Cumhuriyetin
kazanımlarına aykırı olacağı' belirtilerek, 'söz konusu girişimlerin
eğitim kurumları ile sınırlı kalmayacağı ve sonuçta toplumsal barışı da
zedeleyeceği kaygı ile izlenmektedir'' denilmiş, (')son günlerde yazılı
ve görsel basında, Anayasada yapılacak yeni düzenlemeler tartışılırken, yüksek
öğretim kurumlarında türban yasağının kaldırılmasına yönelik girişimler ve
ortaya atılan görüşler karşısında, anayasal bir kurum ve yüksek yargı organı
olmanın sorumluluğu ile' kamuoyuna bir açıklama yapılmasının zorunlu görüldüğü,
Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olduğu' vurgulanarak,
bu dört nitelik, Cumhuriyetin değiştirilemeyecek, değiştirilmesi teklif bile
edilemeyecek anayasal temel hükümleridir'' denilmiştir.
Yargı Kurumlarının laik cumhuriyet ilkelerinin
zedelenmesine yönelik girişimlere gösterdiği bu tepkiye Yargıtay da katılmış,
Yargıtay Birinci Başkanvekili, 04.02.2008 günü düzenlenen bir törende yaptığı
konuşmada, ''Laiklik ilkesinin doğrudan veya yeni düzenlemelerle
zayıflatılmasının kesinlikle kabul edilemez olduğu..' gerçeğine vurgu yaparak
yapılması düşünülen Anayasa değişikliğinin laiklik ilkesine aykırı olacağını
belirtmiştir.
Mevcut Anayasa, Devrim Kanunları ve yargı kararları
karşısında Cumhuriyetin laiklik ilkesinin değiştirilmesini ya da etkisiz
bırakılmasını sağlayacak hiçbir düzenlemenin hukuki koruma görmeyeceğine ve
yaptırımla karşılanacağına vurgu yapan bu açıklamalar karşısında; davalı
partinin Genel Başkanı ve bazı parti yetkilileri demokrasiyi çoğulcu değil,
çoğunlukçu algılarla anladıklarını ve uyguladıklarını gösteren sert açıklamalarla
laiklik karşıtı eylem ve söylemlerini sürdüreceklerine dair kararlılıklarını
sergilemişlerdir. Başbakan Erdoğan Partisinin Ümraniye Kadın Kollarının
19.01.2008 tarihli kongresinde yaptığı konuşmada, ''.Bizim önümüze ikide bir
Anayasayı çıkarmasınlar. En az onlar kadar anayasayı biz de biliriz.(..) Kimse
yasama, yürütme organının üstünde kendini göremez, bulamaz'' (Ek.49 )
diyerek, anayasal kurumların ve yargının uyarılarını, türban konusunda ulusal
ve uluslararası yargı kararlarını önemsemediğini açık bir mesaj olarak
kamuoyuna duyurmuştur.
Başbakan bu söylemiyle de yetinmeyerek partisinin grup
toplantısında yaptığı bir konuşmada, ''Biz şuna inanıyoruz; biz yola
çıkarken daha önce de demokrasiye inanmış insanların söylediğini söylüyoruz.
Biz o beyaz çarşaflarla yola çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız''
demiş, kefen veya idam gömleğiyle özdeşleşen 'beyaz çarşaf' betimlemesiyle
devleti ve toplumu dönüştürme kararlılığını ve bu uğurda neleri göze aldığını vurgulamış,
ölüm ve idam çağrıştırmalarıyla halkın bir kısmını laik devlet aleyhine
kışkırtıcı tavrını sürdürmüştür. (Ek.161)
Başbakan Erdoğan ve diğer partililerin laiklik ilkesini
savunanlara ve Yargının laiklik ilkesini koruyan kararlarına karşı takındıkları
bu sert üslup yeni değildir. Başbakan Recep Tayip Erdoğan Anayasa Mahkemesinin
Cumhurbaşkanı seçiminde toplantı yeter sayısının 367 olması gerektiği yönündeki
kararını, ' Bu bitmedi, çok konuşulacak. Bu yargı için bir
talihsizliktir, yüz karasıdır.(') Açık net ortada olduğu halde zorlamayla,
dayatmayla bu karar verilmiştir' (Ek.178) gibi sözlerle eleştirerek çoğulcu
demokrasinin güçler ayrılığı ilkesine dayandığı gerçeğini adeta reddederek
totaliter bir anlayışın savunuculuğunu yapmıştır. 22 nci dönem TBMM başkanı ve
halen davalı parti milletvekili olan Bülent Arınç, kurumların ve toplumun
türbana ilişkin tepkilerini alaycı bir dille eleştirerek, ''İnsanlar sokakta
teneke çalmaya başladı. Yüzde 47 oy almış bir parti, mütevazı olacağım diye,
teneke çalıp gürültü yapanların karşısında neredeyse mahcup durumda''
demiş, türbanlı öğrencileri kastederek, ''Onlar bu kıyafetiyle
giremezken, çok sevgili arkadaşları hangi kıyafetle okula giriyorlar, hepiniz
biliyorsunuz'' (Ek.71) diyerek, adeta türban takmayan öğrencileri ve
kıyafetlerini aşağılayan bu sözleriyle sorunun önümüzdeki süreçte alacağı
boyutu ve türbansız öğrencilere ileride uygulanması muhtemel baskıların ilk
işaretlerini vermiştir.
Davalı parti 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde oyların %
34.28'ni alarak iktidar olduğu süreçte; türban, imam hatip liseleri ile katsayı
ve eğitimin dinselleştirilmesi konularında toplumda mutabakatın sağlanması,
kurumlarla mutabakatın sağlanması, TBMM'de mutabakatın sağlanması gibi
kavramlarla gündemi sürekli sıcak tutarak anılan kavramları siyasete alet etmiş
ve laik cumhuriyet ilkesini zayıflatmıştır.
Davalı parti 'mutabakat sürecinin!' tamamlandığına kanaat
getirmiş olmalıdır ki, nihai amaçlarına ulaşabilmek için 22 Temmuz 2007 genel
seçimlerin hemen akabinde hazırlattığı yeni bir anayasa taslağını toplumun
gündemine taşımış, gelen tepkilerin yoğunlaşması ve yeni bir anayasa yürürlüğe
sokmanın alacağı süreç düşünülerek, çalışmaların bitmesi beklenilmeden mevcut
Anayasanın 10. ve 42 nci maddelerinde değişiklik yapmak suretiyle türbanın
yüksek öğretim kurumlarına girmesinin yolunu açmaya çalışmış, bu suretle laik
devlet ilkesinin eğitim kurumlarından başlayarak tasfiyesi sürecini
hızlandırmıştır.
Davalı parti dini esaslara dayalı bir devlet sistemine
giden yolda toplumu dönüştürmenin en önemli adımlarından birisinin milli eğitim
politikalarının dinselleştirilmesi olduğunun bilinciyle eğitimin milli olmaktan
çıkarılması, Cumhuriyet devrimlerinin kötülenmesi, küçümsenmesi, İslam'a karşı
yapılmış gibi gösterilmesi, Cumhuriyete ve laikliğe karşı olan bir nesil
yetiştirilmesi, laikliğin dinsizlikle eş anlamlı olduğu şeklinde zihinlerde
yanlış bir algı yaratılması konularında ısrarlı bir gayret içinde bulunmuştur.
Bu gayretin bir sonucu olarak;
1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasasına göre Türk Milli
Eğitiminin amacı; Türk Milletinin bütün bireylerinin, Atatürk ilke ve
devrimlerinin, Anayasada ifade edilen Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk
Milletinin milli, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve
geliştiren ('), insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere
dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine
karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş
yurttaşlar olarak yetiştirmektir. Oysa Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetleri
bu temel ilkelerle çatışan icraatlarda bulunmuşlardır.
Bu bağlamda; öncelikle sadece din görevlisi yetiştirmek
üzere açılmış bulunan imam hatip lisesi mezunlarına üniversiteye girişte
uygulanan katsayıyı ortadan kaldırmak amacıyla Yüksek Öğretim Kanununda
değişiklik yapılmış, ancak yasa Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmiştir. Veto
gerekçesinde; ''Yasanın imam hatip liselerini özendirdiği, bu okullarla genel
liselerin eşit statüye getirilmesinin Anayasanın Atatürk ilke ve devrimlerini
temel alan ruhuyla bağdaşmadığı (') Anayasanın 42. maddesinde eğitim ve
öğretimin Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda yapılacağının öngörüldüğü,
laiklik nedeniyle kutsal din duygularının devlet işleri ve politikaya
karıştırılamayacağı, laikliğin Türkiye Cumhuriyetini oluşturan değerlerin temel
taşı olduğu (') laikliğin Türkiye Cumhuriyetinde ümmetten ulusa geçmenin itici
gücü olduğu (') bir yanda akla ve bilime diğer yanda dinsel öğretiye dayalı
öğretinin toplumda ikiliye yol açacağı kaos ve kargaşa yaratacağı Tevhid-i
Tedrisat Kanununun toplumu batıl inançlardan kurtaracak din adamları
yetiştirmeyi amaçladığı, bu amacın imam hatip liselerinin yalnızca din adamı
yetiştirilmesi için erkek öğrencilerin öğrenim görmeleri ve bunların orta öğretim
sonrasında kendi alanlarında Yükseköğrenim görmelerinin amaçlandığı (')
başlangıçtaki amaçlardan sapıldığı, imam hatip liselerinin genel liselere
alternatif öğretim kurumları konumuna getirildiği, ikili öğretim sistemi
getirilerek laikliğe aykırı uygulamalar yapıldığı'' vurgulanmıştır. (Ek.82)
Yine Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan
14.12.2005 gün ve 26023 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 'Milli
Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliği'nin amaçlarının
açıklandığı 5/a maddesinde; 'İlköğrenimini tamamlayan, ancak orta öğretime
devam edemeyenler ile orta öğretimden ayrılan, mezun olan ve yüksek öğretimden
ayrılan veya mezun olanlara farklı alanlarda öğrenim görme fırsatı vererek
eğitim-öğretim imkanı sağlamak', Diploma başlıklı 35. maddesinde; 'Lise'den
mezun olanlara, bitirdikleri program türüne göre diploma verilir.' Kılık ve
kıyafet başlıklı 45. maddesinde 'Sınavlarda kılık-kıyafetin, öğrencinin
rahatlıkla tanınmasını sağlayacak şekilde sade ve temiz olması esastır.'
hükümleri getirilmiş, böylece açık öğretim kural, örgün öğretim ise istisna
haline getirilerek, meslek lisesi mezunlarının (imam-hatip lisesi) çift diploma
edinmeleri suretiyle üniversiteye girişte 1999 yılından bu yana meslek liseleri
ve düz lise mezunları arasında uygulanan katsayı uygulamasının bertaraf
edilmesi imkanı sağlanmış, ayrıca öğrencilerin türbanlı, sakallı olarak
derslere devam etmeleri olanağı tanınmıştır.
Bahsedilen Yönetmeliğin bazı maddelerinin iptali ve
yürütmesinin durdurulması istemiyle açılan davalar sonunda Danıştay 8'nci
Dairesi, Yönetmeliğin başta 5'nci madde olmak üzere, 22, 45, 46/1, 35/d, ve
41'nci maddelerinin iptaline karar vermiştir. (Ek.158)
Böylece; Eğitim sistemine dahil olup, yönlendirme
suretiyle kademelerden geçerek bu haklardan yararlanmış bireylerin yeniden
yararlandırılması, öncelikli olarak yararlanma hakkına sahip olan bireyler
açısından eşitsizlik yaratılmasına sebep olacak olan, meslek lisesi (imam-hatip
lisesi) öğrencilerine çifte diploma şansı veren Yönetmeliğin 5'nci maddesi ile
sınavlarda kılık kıyafetin öğrencinin rahatlıkla tanınmasını sağlayacak şekilde
sade ve temiz olmasını yeterli sayan 45'nci maddesi iptal edilmiştir.
Ancak yargı kararına rağmen, Milli Eğitim Bakanlığı,
Danıştay 8'nci Dairesinin 7.2.2006 tarihinde verdiği Yönetmeliğin dava konusu
edilen maddelerinin yürürlüğünün durdurulması kararını etkisiz kılmak amacıyla
1.3.2006 tarihinde, Yönetmeliğin yayımlanmasından sonra açık öğretim liselerine
kayıt yaptıranların kazanılmış haklarının korunacağını duyurmuş, Yükseköğretim
Kurulu Başkanlığı'nın bu idari işlemin de hukuka aykırı bulunduğu gerekçesiyle
yürütmesinin durdurulması ve iptali istemiyle açtığı davada Danıştay 8'nci
Dairesi'nin 7.6.2006 gün ve 2006/2349 Esas, 2006/1249 Karar sayılı hükmü ile
1.3.2006 tarihli işlemin de yürütmesini durdurmuştur. (Ek.158)
Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetleri Cumhuriyetin
laiklik ilkesine, Eğitim Birliği Yasasına, Milli Eğitim Temel Kanunundaki amaç
ve ilkelere aykırı olarak eğitimin dinselleştirilmesi çalışmalarını geçtiğimiz
5 yılı aşan iktidarları süresince ısrarla sürdürmüşler, İlköğretim çağındaki
çocukların Kuran kurslarına devamına olanak sağlayan bazı düzenlemelerin
yasalaşması için çaba sarf etmişlerdir.
Kanuna aykırı eğitim
kurumu açanlara, bunları çalıştıranlara ve bu kurumlarda öğretmenlik yapanlara 6 aydan 3 yıla kadar hapis
cezası ile bu kurumların kapatılmasını öngören 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe
giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 263 ncü maddesinin (29.06.2005 tarihinde değiştirilmiştir), kanuna
aykırı eğitim kurumlarının kapatılması yaptırımının kaldırılması, hapis
cezasının alt ve üst sınırlarının indirilmesi,
sadece adli para cezası verilmesi olanağının getirilmesi, izinsiz açılan eğitim
kurumlarında çalışan öğretmenlerin eylemlerinin suç olmaktan çıkarılması
suretiyle değiştirilmesi sürecinde Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN; ''Bu
milletin yüzde 99'u Müslümandır, kendi kitabını, Kuran'ını rahatça
öğrenmelidir. Kaçak Kuran kursu ifadesi çok çirkindir. Kuran'ı öğrenmeye kimse
suç ifadesini kullanamaz'' (Ek.130) biçimindeki sözleriyle, devletin
Öğretim Birliği içinde verdiği laik eğitim sistemine karşı seçenek olarak
açılan, yasaya aykırı eğitim kurumlarını korumuş, bir biçimde eğitim sisteminde
Öğretim Birliği'nin bozulması, eğitimin dinselleştirilmesi çabalarını
desteklediğini ifade etmiş, yasaya karşı çıkanları ise Kuran ve din öğretimine
karşı oldukları izlenimini yaratmaya çalışmış, bir devrim yasasını
etkisizleştirirken yine dini istismardan kaçınmamıştır.
Yukarıda bahsedilen somut olaylardan ve iddianame eki
belgelerden de (Klasör 12-13) anlaşılacağı üzere; ilk ve orta öğretim ders
kitaplarında, yardımcı kaynaklarda Milli Eğitim Temel Yasasının hedeflerinden
sapılmış; tarih, sosyal bilgiler, din kültürü ve ahlak bilgisi gibi kitaplarda
Cumhuriyet devrimleri görmezden gelinmiş, kitaplarda bir din kültüründen çok,
İslam'ın dinsel öğretisine ve hurafelere yer verilmiş, Atatürk sıradan bir
devlet adamı gibi tanıtılmış, bazı ders kitaplarında ve sınavlarda sorulan sorularda
Atatürk hakkında küçümseyici ve aşağılayıcı ifadeler kullanılmıştır.
Milli eğitimdeki bu dinselleştirme sürecinden Dünya
Klasikleri bile nasibini almış, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından okullara
tavsiye edilen bazı yayınevlerinin çevirilerinde orijinal metinler
değiştirilerek roman ve hikaye kahramanları bile İslami söylemlerle
konuşturulmuşlardır.
İlköğretim çağındaki çocuklara Milli Eğitim Temel
Kanununa aykırı olarak ve dinsel etkinlik adı altında cami ve mezarlıklara
götürülmek suretiyle uygulamalı din dersleri verilmiş, gelen tepkiler üzerine
buna ilişkin mevzuat geri çekilmiştir. (Klasör 12-13)
Milli eğitimdeki dinselleştirme süreci bir çok okulun
internet sitelerine ve hatta ilan panolarına kadar yansımış, davalı partinin
Milli Eğitim Temel Yasasına aykırı tutum ve söyleminden güç alan yönetici ve
öğretmenler kurumlarının internet sitelerinde şeriat propagandası yapan özel
kuruluşların ve yayınevlerinin internet sitelerine link (bağlantı)
vermişlerdir. (Klasör 12-13)
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarları zamanında devleti
dinsel, teokratik bir yapıya dönüştürme kararlılığının bir sonucu olarak Devlet
Planlama Teşkilatı'nda oluşturulan bir özel ihtisas komisyonunda bir şeriat
uygulaması olan zekât sisteminin kurumsallaştırılması önerisinde bulunulabilmiştir.
(Ek.155)
Parti toplantılarında haremlik-selamlık uygulamasından,
tarikat şeyhlerinin cenazelerine topluca katılmak, köktendinici derneklerin
konferans, panel adı altında düzenledikleri toplantılarda topluca görünmek,
bayan eli sıkmamak, belediye başkanı sıfatıyla Ramazan ayında cami cami
dolaşarak imamlık yapmak, bu suretle kutsal dinimizi istismar etmek, davalı
partinin gündelik icraatları arasına girmiştir. Başbakandan belediye başkanına
kadar her kademedeki Adalet ve Kalkınma Partilinin istismar yarışından cesaret
alan kamu görevlileri de, 'çeşme açılışlarından, orman yangınlarına' kadar her
konuda dinsel motiflerle süslü demeçler verip genelgeler yayınlamışlar,
uluslararası havaalanlarımızın apronlarında kurban kesmişler, tarikat toplantılarına
sponsorluk yapmışlardır. (Klasör 14'17)
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN, örnekleri yukarıda
gösterilen birçok konuşmasında, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 'Cumhuriyetin
nitelikleri' başlıklı 2. maddesinde ve başlangıç kısmında yer almamasına rağmen
İslamiyet'i 'Türk milletinin birleştirici bir unsuru, çimentosu' olarak
tanımlamış, laik cumhuriyetin tüm inançlara eşit mesafede olması zorunluluğunu
göz ardı ederek sık sık Türk Halkının yüzde 99'unun Müslüman olduğuna vurgu
yapmış, bu suretle İslamiyet'in toplum yaşamında temel belirleyici olduğu imaj
ve algısını öne çıkarmaya çalışmıştır. (Ek.8)
Davalı Partinin devleti ve toplumu teokratik bir yapıya
dönüştürmek konusundaki kararlılığının bir işareti de, bazı yasadışı irticai
yapılar ve cemaatler karşısında aldığı içselleştirici tavırdır. Her ne kadar
AKP Genel Başkanı ve parti ileri gelenleri her fırsatta, ' değiştiklerini,
Milli Görüş gömleğini çıkardıklarını' ifade etseler de, laiklik ilkesine aykırı
olarak ve uluslararası bazı ilişkileri bile bozmak pahasına bu tür irticai
örgüt ve cemaatleri desteklemekten geri durmamışlardır. 'Cemaat' kavramının
mevzuatımızda Lozan Anlaşması paralelinde, Türk Vatandaşı bazı gayrimüslim
toplulukları ifade için kullanıldığı ve bu Anlaşmaya hakim olan ilkeler ve Devrim
Yasaları dikkate alındığında 'Türk Vatandaşı ve Müslüman olan ' kişiler için
cemaat tanımlamasının kullanılmasının hukuken mümkün olmamasına karşılık
'demokratik yollardan devlet kademelerinde kadrolaşarak, Atatürk İlke ve
Devrimlerini ortadan kaldırıp Şeriat esaslarına dayalı bir devlet kurmayı ve
bunu takiben Dünya İslam birliğini gerçekleştirmeyi hedeflediği' iddiasıyla
hakkında dava açılıp yurt dışına kaçan Fetullah GÜLEN isimli tarikat liderinin
yurt dışında kurduğu ve faaliyetleri nedeni ile bulundukları ülke devletleri
tarafından Türkiye'nin uyarılmasına neden olan okullar bir ticari şirket olarak
değerlendirilip temas ve işbirliği yapılması, Dışişleri Bakanlığının bir
genelgesi ile Büyükelçiliklerimizden istenebilmiştir! (Ek.72)
Dışişleri Bakanlığı tarafından Büyükelçiliklere
gönderilen bir genelge ile, Almanya ile imzalanan 'Güvenlik İşbirliği
Anlaşması'nda' köktendinci terör örgütü olarak söz edilen, şer'i esaslara
dayalı devlet düzeni kurmayı amaçladığı belirtilen (Ankara 2 Nolu Devlet Güvenlik
Mahkemesi'nin 1999/37 sayılı Dava dosyası. Klasör no:17) Avrupa Milli Görüş
Teşkilatının yurtdışındaki vatandaşlarımızın sorunları ve milli konularda dış
temsilciliklerimizce gerçekleştirilen faaliyetlere katkıda bulundukları
belirtilerek, bu örgütle temas ve işbirliği kurulması istenmiştir. (Ek.72)
Davalı Partinin Genel Başkanı, yöneticileri ve
milletvekilleri türban, eğitim, özelleştirme, kadrolaşma gibi konularda çoğulcu
demokrasiyi ve onun gereği olan güçler ayrılığı prensibini, hukukun üstünlüğünü
ve yargı kararlarını hedeflerine ulaşmada bir engel olarak görmüşler, yargı
kararlarına yönelik söylemlerini eleştiriden öte, bir saldırı noktasına
taşımışlardır. TBMM Başkanı Bülent Arınç, 01.05.2005 tarihinde konuk olduğu CNN
Türk'te yayımlanan 'Ankara Kulisi' programında gazetecilerin sorularına;
''Bu Anayasa Mahkemesi'ni Meclis'te yapacağım bir Anayasa değişikliğiyle
kaldırabilir miyim' Kaldırabilirim. Avrupa ülkelerinin hiçbirinde Anayasa
Mahkemesi'ne benzer bir kurum yok. (...) Bugün üye sayısını, görev sahasını
değiştirebilirim. Yüce Divan yetkisini alabilirim. Her kanunun Anayasa
Mahkemesi'ne gitmesini engelleyebilirim. Her şeyi yapabilirim. Ben Meclisim'' (Ek.58)
diyerek çoğulcu demokrasi ve gereği olan hukukun üstünlüğünden uzaklaşması
örneklerinden birisini daha sergilemiştir.
Danıştay 2 nci Dairesinin türban konusuna ilişkin
26.10.2005 günlü, 2004/4051 E, 2005/3366 K. sayılı kararıyla ilgili olarak;
Partisinin Mersin Merkez İlçe Kongresinde konuşan Başbakan ve AKP Genel başkanı
Recep Tayyip Erdoğan; ''Bu kararı hukuk ilkeleri içerisinde
tanımlayamıyorum. Tarif edemiyorum. Bu anlayış, hiçbir hukuk anlayışı
içerisinde tanımlanamaz.(') Türkiye'de kendilerine göre alanlar belirlemek
suretiyle vatandaşımızın din ve vicdan özgürlüğünü kimsenin kısıtlamaya hakkı
yoktur. Bu böyle biline. (')doğrusu kınıyorum. Bunu hiçbir yere
sığdıramıyorum. (') 'Bunlar bu gidişle evin içine de karışacaklar. Şöyle
şöyle davranacaksınız diyecekler. Kusura bakmayın. Türkiye yolgeçen hanı değil.
Herkes yerini belirlemek zorunda. (') Birileri nemalanmasın diye
sabrediyoruz. Ancak hukuk adına yargı makamını işgal edenler, bu ülkede
böyle bir zemini hazırlama gayreti içine girmesinler. (') Böyle bir kaba gürültüye
de pabuç bırakma niyetinde de değiliz. Biz fani olduğumuzu aklından
çıkarmayan bir anlayışın mensuplarıyız. Kalıcı değiliz. Bugün varız, yarın
yokuz. Baki kalan bir hoş sada... Ölümün nerede ne zaman geleceği belli mi..',
(Ek.42) aynı partiden Çorum Milletvekili Muzaffer Külcü; 'Bu çok önceden
planlanmış, tek tip toplum oluşturma projesinin bir tezahürüdür' ''Bu
karar tek kelime ile 'ayıp' olarak özetlenebilir' ''Zaten Danıştay,
kendi kafasında kurguladığı bazı gerekçeler üzerinden karar alıyor.',(Ek.122.)
Sivas Milletvekili Selami Uzun 'ancak dehşet denebilir', (Ek.122)
Adalet ve Kalkınma Partisi Kilis Milletvekili Hasan Kara'da 'Böyle bir
karar toplumda infiale neden olur ve vatandaşlarımız üzerinde sıkıntıya yol
açar. Peygamberimize yapılan hakaret tüm dünya Müslümanlarında tepki
oluştururken kendi içimizde birlik olamamak çok acı' (Ek.122) şeklindeki
sözleriyle tepkilerini göstermişlerdir.
Başbakan ve milletvekillerinin beyanlarının ertesinde bir
gazetede Danıştay Kararını veren Daire üyelerinin resimlerinin yayınlanmasından
kısa bir süre sonra da, 17 Mayıs 2006 günü 'Alparslan Arslan' adındaki bir
köktendinci Danıştay'ın 2 nci Dairesine müzakere sırasında silahlı saldırıda
bulunmuş, Üye M. Yücel Özbilgin'i öldürmüş, diğer yargıçları da ağır yaralamıştır.
Olayın sanıklarının yargılanıp kararın verildiği 13.02.2008 tarihli karar
duruşmasında sanıklardan Alparslan Arslan'a son sözü sorulduğunda, 'Genel
Kurmay şeriatın önüne geçmeye çalışmasın, Abdullah Gül'den, Başbakan
Erdoğan'dan ve imanlı kişilerden Türkiye'de şeriatı ilan etmelerini istiyorum,
yoksa kan dökülür.' Diğer sanık Osman Yıldırım'da Atatürk'ü kastederek,
'O İngiliz piçinin kurduğu cumhuriyeti başınıza yıkacağız, benim yegane görevim
cumhuriyeti yıkıp 2 nci Osmanlı Devletini kurmak.' ve bunun gibi sözler ve
hakaretlerde bulunmuşlardır.
Sanıkların son duruşmadaki bu sözleri bile eylemi hangi
saiklerle yaptıklarını, laikliği savunanları ve laik Cumhuriyeti bekleyen
tehlikeleri göstermeye yeterlidir. (Ek.176)
Davalı partinin yöneticileri yargı kararlarına yönelik
eleştirilerinde dinsel argümanları da referans almaktan kaçınmamışlardır.
Nitekim Genel Başkan Recep Tayyip ERDOĞAN İHAM'ın Leyla ŞAHİN/Türkiye davasında
türbana ilişkin verilen kararı eleştirirken mahkemenin karar vermeden önce konuyu
din ulemasına sorması, görüş alması gerektiğini iddia ederek, 'Söz söyleme
hakkı din ulemasınındır' (Ek 37) demiş, benzer bir konuda davalı partinin
milletvekili Mehmet ÇİÇEK' de 'Hakimler Diyanetten görüş alacak'
(Ek.101)diyerek laik hukuku dönüştürmek konusundaki niyetlerini açığa
vurmuşlardır.
2007 yılında 11'nci Cumhurbaşkanlığı seçimi arifesindeki
tartışmalarda Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Bülent ARINÇ 8'nci
Cumhurbaşkanı Turgut ÖZAL'a gönderme yaparak, onun gibi ' Sivil, dindar
ve demokrat bir cumhurbaşkanı''(EK.68) seçeceklerini ifade
etmiş, cumhurbaşkanın seçilme nitelikleri arasına Anayasada sayılmayan 'dindar'
niteliğini de ekleyerek TBMM Başkanı sıfatıyla bile din istismarı yapmaktan ve
laik devlet ilkesine aykırı hareket etmekten çekinmemiştir. Oysa böyle bir
hüküm ancak şeriatla yönetilen bir ülkenin Anayasasında yer alabilir. (Şeriat
rejimiyle yönetilen İran İslam Cumhuriyeti Anayasasının 115 nci maddesi aynen
şöyledir: 'Cumhurbaşkanı aşağıdaki şartları haiz, dini ve siyasi şahsiyetler
arasından seçilmelidir. İran asıllı, İran vatandaşı, tedbirli ve idareci, iyi
geçmişli, güvenilir ve takva sahibi olmak, İslam Cumhuriyeti'nin ve ülkenin
resmi dininin ilkelerine inançlı olmak.) (Ek.68) Dindar Cumhurbaşkanı
söylemi 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan genel seçimlerde davalı partililerce
yoğun bir biçimde kullanılmış, 'Abdullah Gül'ün eşinin türbanlı olması
nedeniyle seçilemediği' propagandası adeta bu seçimin temel malzemesi
yapılmıştır.
Davalı Partinin söylemleri incelendiğinde Cumhuriyet devrimlerinin
ve özellikle laiklik uygulamalarının 'İnananlar için bir zulüm'
olduğu iddiası sürekli vurgulanarak toplumda Cumhuriyete ve devrimlerine karşı
bir inancın oluşturulmasının amaçlandığı görülmüştür. Oysa Cumhuriyet tarihi
de, insanlık tarihi de, zulmedilenlerin köktendinciler değil, farklı bir şeye
inandığı, inancının gereğini yerine getirmediği ya da inanmadığı, laik hukuka
göre karar verdiği, laikliği savunduğu için yakılanların, öldürülenlerin,
laikler olduğuna tanıklık etmiştir. İnsanlığın aydınlanma mücadelesi aklın ve
bilimin ışığına değil, taassup ve dogmatizmin zulmüne karşı verilmiş, Batıda
yüzlerce yıl süren bu mücadeleyi Türk Milleti Atatürk'ün önderliğinde çeyrek
yüzyıldan az bir zamana sığdırma başarısını göstermiştir. Ancak, Cumhuriyete ve
onun aydınlanma felsefesine karşı olanlar, uluslararası dengelerdeki değişim ve
küreselleşmenin yarattığı tek kutupluluğun yönlendirmesiyle Laik Cumhuriyete
karşı bir rövanş arayışına girişmişlerdir. Yakın tarihimiz, bu arayışın ürünü
irticai kalkışmalarla doludur. Ancak bugünkü Laik Cumhuriyet karşıtları
geçmişte hiç olmadığı kadar ve üstelik bu kez uluslararası desteği de
arkalarına alarak, karşı devrim fırsatını ellerine geçirmişlerdir. AKP
milletvekili Abdullah Çalışkan'ın yukarıda yer verilen bir konuşmasında açıkça
ifade ettiği 'yeşil devrim', (Ek.113) laik Cumhuriyete yönelik bir karşı
devrimin adıdır. Laik Cumhuriyet hiç olmadığı kadar tehlikededir. Çünkü karşı
devrimci unsurlar bugün marjinal unsurlar değil, iktidardırlar.
Davalı partinin devleti ve toplumu İslami bir yapıya
dönüştürmedeki hedeflerinden biri olan, siyasi simge sayılan başörtüsünün önce
toplumun geleceği olan gençlerimizin yetiştirildiği yükseköğretim kurumlarında
serbest bırakmaktaki amacı kamusal alanlara da yansımasını sağlamaktır. Türbana
serbesti sağlayan Anayasa ve yasa değişikliği henüz partiler arası müzakere
aşamasında iken partili milletvekilleri, belediye başkanları, kurucuları, demeç
ve söylemlerinde türbanı tüm kamusal alana yayacaklarını açıkça duyurmuşlar,
Partinin bağlı kuruluşları gibi faaliyet gösteren bazı sivil toplum kuruluşları
siyasal İslam'ın tüm kamusal alana yayılmasının temel hedefleri olduğunu ve bu
yolda mücadele vereceklerini açık açık ilan etmişlerdir. (30-31 Ocak ve 1-2
Şubat tarihli Gazeteler)
Davalı parti, iktidar olmanın getirdiği güç ve
olanaklarla devleti İslami bir yapıya dönüştürmeye çalışırken bürokrasi
kadrolarının da siyasal İslamcılardan oluşturulmasına özel bir önem vermiş,
İslami kimlikleriyle öne çıkanları atamada özel bir gayret göstermiştir. Bu
kadrolaşma gayretlerinden Sayıştay gibi bir yüksek kurum bile nasibini almış,
boş bulunan üyeliklere, adayları partiye yeterince yakın bulmadıklarından, 2
yılı aşan bir süre seçim yapılamamıştır. Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı atandığı
gün mahkeme kararlarına uymayacağını açıklamış, bir bilim adamı kimliği ve
bağımsızlığıyla değil, belirlenmiş bir düşünce yönünde çalıştığı gerçeği,
kendisi ile TBMM Başkanı ve Maliye Bakanı ile bir bürokratı arasında geçen ve
basına yansıyan diyaloglardan anlaşılmıştır.
Devletin en önemli kadrolarını birçoğu tarikatçı
faaliyetleri ve kimlikleriyle bilinen yöneticilere teslim etmiştir. Geçmişte
'laiklik ilkesinin yerini İslam'la bütünleşme modeline bırakmasının gerekli
olduğu' yönünde makaleler yazan ve bugün de bu görüşlerinin arkasında olduğunu
ifade etmekten çekinmeyen kişinin Başbakanlık Müsteşarlığına, bir tarikata
aidiyeti fotoğraflarla kanıtlanan kişiyi de tarikat ve cemaatlerin Laik
Cumhuriyet aleyhine faaliyetlerini takip etmekle görevli İçişleri Bakanlığı Müsteşarlığına
atanmasında bir beis görülmemiştir. Devlet kadrolarının islami bir yapıya
dönüştürülmesi süreci bununla da sınırlı kalmamış, Diyanet İşleri Başkanlığı
kadrosunda görev yapan çok sayıda memur, hastane yöneticiliğinden belediyelerde
daire başkanlığına, ortaöğretim kurumlarında din ve ahlak bilgisi
öğretmenliğine kadar birçok alanda görevlendirilmişlerdir. (Klasör 11)
Kamuda kadroların İslami bir yapıya dönüştürülmesi
sürecinde yukarıda örneği görüldüğü üzere, bir Adalet ve Kalkınma Partili belediye
(Eyüp Belediyesi), açtığı zabıta memurluğu sınavında, öğrenim durumu olarak
yalnızca 'imam hatip lisesi mezunu' olma koşulu getirebilmiştir. (Ek.136)
Davalı Parti iktidarı döneminde siyasal İslamcı
kimlikleriyle bilinen kişilere Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumunda (TRT)
program yaptırılmış, çerçevesi yasa ile çizilmiş yayın ilkelerine ve laiklik
ilkesine açıkça aykırı yayınlar TRT ekranlarına taşınmıştır. Şüphesiz bunlardan
en çarpıcı olanı 'Düşünce İklimi' isimli programı sunan Prof. Dr. Mim Kemal Öke'nin
gazeteci Hayrettin KARAMAN ile yaptığı mülakatta görülmüştür. 20 Ekim 2005
tarihinde yayınlanan ve 27 Ekim 2005 tarihinde tekrarlanan programda Şeriata
göre miras paylaşım kuralları savunulmuş, Hayrettin KARAMAN mevcut laik düzeni
kastederek''Böyle bir düzenin içinde Müslüman olarak yaşamak zorunda
kalırsanız. O zaman işte siz Kuran-ı Kerim'in miras ahkâmını değiştiremezsiniz.
Böyle bir hakkınız yok..' diyerek, laik devrimin en önemli belgelerinden
olan Medeni Kanunu ve laik düzeni şer'i bir bakış açısıyla eleştirmiş ve bu
yayınlar Anayasanın ve Devrim Yasalarının öngördüğü laik devlet ilkeleri
çerçevesinde yapmak zorunda olan devlet kurumu TRT'de gerçekleşmiştir. (Ek.177)
Toplumu ve devleti İslami bir yapıya dönüştürmek
noktasında gerekli gördükleri her alana müdahale eden davalı parti, her konuda
olduğu gibi yine dini referansları esas alarak, gençleri alkol ve uyuşturucu
maddelerden koruma bahanesiyle, fakat aslında şeriatın alkollü içki yasağı esas
alınarak, alkollü içki satılması ve tüketilmesine ilişkin mevzuatta da hukuka
aykırı kısıtlamalara gitmiştir. 7.12.2004 günü yürürlüğe giren 5272 sayılı
Belediye Kanununun 15. maddesinin 1. fıkrası 'gayrisıhhî müesseseler ile
umuma açık istirahat ve eğlence yerlerini ruhsatlandırmak ve denetlemek'
görevini belediyelere, belediye sınırları dışında ise 5320 sayıl İl Özel
İdaresi Kanununun 7. maddesi mucibince 'İl Özel İdaresi'ne vermiştir.
Yapılan bu düzenleme ve çıkarılan yönetmeliğe aykırı genelge ile Belediyeler 'ruhsat
iptali, yeni ruhsat verilmemesi, eğlence vergisi ve hafta tatili ruhsat harcı
artırımına gidilmesi, içkili yerlerin kent dışındaki alanlarda toplanmalarına
zorlanmaları' uygulamaları başlatmış, başta Ankara olmak üzere tüm AKP'li
belediyeler içki içilmesi ve satılmasını adeta genel bir yasaklama uygulamasına
dönüştürmüşlerdir. (Ek.153)
Davalı parti hükümetlerinin laik devleti dönüştürme
çabalarından cesaret alan partili belediye başkanları yukarıda belirtilen
örneklerinden de anlaşılacağı üzere, belediyecilik hizmetleri kapsamında
bulunmamakla birlikte dini içerikli ve birçoğu din dışı hurafelerle donatılmış
kitapların basım ve dağıtımını yapmışlar, bu tür bilim dışı yayınlar özellikle
İlköğretim çağındaki çocuklara belediyelerce bedava dağıtılmış, kadını
küçümseyen, onu erkeğin yanında daha aşağı bir yaratık olarak tanımlayan sözde
evlilik kılavuzları yeni evli çiftlere hediye olarak verilmiş, bazı belediye
başkanları din istismarını çocuklara kadar indirerek, Kur'an kursu
öğrencilerine bisiklet, bilgisayar, top gibi hediyeler dağıtmışlar, çocuklara
hitaben yaptıkları konuşmalarda yaşıtlarının Kur'an öğrenmek yerine,
yazlıkta, denizde tatil yapmalarını eleştirmişlerdir. Bu suretle kutsal
dinimizi siyasete alet ederek istismara yönelmişlerdir. (Klasör 16)
Davalı partinin iktidarda olduğu yaklaşık beş buçuk
yıllık süreçte Türkiye'nin uluslararası camiadaki laik ülke imajı da erozyona
uğramış, Dünya ülkeleri, özellikle AB ülkeleri nezdinde Türkiye bir 'ılımlı
İslam Cumhuriyeti' modelinde algılanmıştır. Özellikle Amerika Birleşik
Devletleri ile olan ilişkilerde ise bu bakış açısı resmi söylemlere de
yansımış, başta eski ABD Dışişleri Bakanı (Colin L. Powell) olmak üzere birçok
ABD yetkilisi Türkiye'nin laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu
gerçeğini görmezden gelerek ülkemizi bir 'Ilımlı İslam Cumhuriyeti' olarak
tanımlamışlar, bu söylemlerindeki cüretkarlığı 'bir ABD projesi olan ve
kapsamındaki ülkeleri ılımlı İslami rejimlerle yönetmeyi amaç edinen 'Büyük
Ortadoğu Projesi'nin eş başkanı olduğunu her fırsatta tekrarlayan Türkiye
Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayip Erdoğan'ın söyleminden ve davalı parti
iktidarlarının dini istismara dayalı icraatlarından, kutsal din duygularının
devlet işlerine ve politikaya karıştırmalarından devleti dini esaslara göre
şekillendirme amaç ve faaliyetlerinden' aldıkları gözlenmiştir.
Yukarıda irdelenen tüm bu eylemler, davalı siyasi parti
tarafından algılanan ve savunulan İslami toplum modelinin açık bir resmidir.
Diğer yandan davalı parti iktidarı zamanında, iktidarın
tutum ve davranışından güç alarak gerek kamuda, gerekse diğer alanlarda meydana
gelen, dinsel içerikli ve dini istismarı esas alan, laik devlet ilkesine aykırı
eylem ve söylemlere ilişkin belgeler de 14 -17 sayılı klasörlerdedir.
Sonuç olarak ve yukarıda ayrıntılarıyla açıklandığı
üzere:
Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidara gelişinin henüz
birinci yılından itibaren çerçevesi Anayasa ve Yüksek Mahkeme kararlarıyla
belirlenmiş laiklik ilkesinin Anayasadaki tanımının yeterli olmadığı söylemiyle
tartışmaya açarak aşındırmaya çalışılması,
Laik devletin bütün inançlara eşit mesafede olması, ancak
dünyevi ilişkilere ilişkin konularda devletin akıl ve bilimin ışığında ve
dinden bağımsız olarak düzenleme yapma yetkisini görmezden gelerek 'ulemaya
danışma (') af yetkisi maktulün mirasçılarına aittir' gibi söylemlerle dini
hükümleri referans gösterme çabaları,
Din ve vicdan özgürlüğünü sınırsız ve kısıtlanamaz bir
hak gibi topluma benimsetilmesi ve benimsetilen bu inanç üzerinden türbanın
üniversitelerde serbest bırakılması ve bu serbestinin giderek tüm kamusal alana
yaygınlaştırılması için partili milletvekillerinden, belediye başkanlarına
kadar ortak bir söylem kullanılmaya başlanılması,
İmam hatip lisesi mezunlarına üniversiteye girişte
uygulanan katsayı sistemi bir hak ihlali algısıyla sürekli eleştirilerek
Tehvid-i Tedrisat Yasasına ve eşitlik ilkesine aykırı olarak Cumhuriyet öncesi
gibi ikili bir öğretimin özendirilmesi ve bu okulları meslek okulu hüviyetinden
çıkararak orta öğretimin asıl unsurları haline getirecek sosyal ve mali
desteklerin sağlanması,
Eğitimin müfredat da dahil olmak üzere Milli Eğitim Temel
Kanununa aykırı olarak dinselleştirilmesi,
12 yaşın altındaki çocukların Kuran kurslarına devamını
engelleyen düzenlemelerin kaldırılmasına yönelik söylem ve çabaları,
Devlet kadrolarında siyasal İslamcı bir yapının
oluşturulması, özellikle üst düzey atamalarda liyakat ve kariyer yerine dini
inanç ve aidiyetin ölçüt olarak öne çıkarılması,
Halk sağlığı ve gençliğin korunması bahane edilerek,
adeta şer'i nizam uygulanırcasına alkollü içki satış ve tüketim alanlarının
daraltılması ve giderek yasaklanması,
Yurt içi ve yurt dışı her türlü resmi toplantı ve
törenlerde laik bir Cumhuriyetin yöneticileri oldukları hiçe sayılarak, dinsel
kimlik ve aidiyetlere vurgu yapılması, tanıtımlarda dini motiflerin öne
çıkarılması,
Dini bayram ve günlerin ulusal bayramları gölgeleyecek
bir tanıtım ve gösteriş içinde kutlanması, her türlü siyasi faaliyette din ve
dince kutsal sayılan şeylerin tüm parti kademelerince istismar edilmesi,
Çoğulcu demokrasinin kuvvetler ayrılığı ve hukukun
üstünlüğü prensibine dayandığı ilkesini gözardı ederek ve parlamento
çoğunluğunu kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının değiştirilemez ve
değiştirilmesi dahi teklif edilemez laiklik ilkesinin ortadan kaldırılmaya
kalkışılması,
Bu eylemlerin davalı partinin genel başkanı, genel başkan
yardımcıları, milletvekilleri ile teşkilatlarında ve ayrıca yerel yönetimlerde
görev alan partililerin kararlı, ısrarlı ve süreklilik gösteren beyan ve
fiilleri ile işlenmesi,
Davalı partinin, temel hak ve özgürlüklerin geçerli
olduğu laik ve demokratik bir hukuk devletini değil, din kurallarının geçerli
olduğu, referanslarını dinden alan bir toplumsal modeli gerçekleştirmeyi
amaçladığını, bu tür eylemlerin partinin genel başkanından başlayarak her
kademesince kararlılık ve yoğunlukla
işlenmesi suretiyle laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğini ortaya koymaktadır.
Davalı siyasi partinin yukarıda belirtilen beyan ve
eylemlerinin bir kısmı dahi laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiğini
göstermeye yeterli bulunmaktadır.
Kuşkusuz açıkça dini kuralların egemen kılınmasını,
şeriatı hedefleyen bu beyan ve eylemler çoğulcu demokrasi içerisinde bile
Anayasa'nın 14 ve İHAS'ın 17 nci maddeleri karşısında koruma göremez.
Anayasakoyucu, siyasi partilere çalışmalarında sınırsız
bir özgürlük tanımamış ve ülke zararına olabilecek çalışmaların odağı haline
gelme olasılığını öngörerek, bu gibi hallerde kapatılabileceklerini kabul
etmiştir.
'Odak olma' kavramı, 2001 yılında 4709 SK ile Anayasanın
69. maddesinin 6. fıkrasına eklenen bir cümle ile hangi hallerde siyasi
partilerin 'odak' haline geleceği saptanmıştır.
Buna göre;' Bir siyasî partinin 68 inci
maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli
kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline
geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verilir. (Ek
cümle: 3.10.2001-4709/25 md.) Bir siyasî parti, bu nitelikteki fiiller o
partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük
kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye
Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen
veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti
organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı
haline gelmiş sayılır.'
Siyasi partilerin yasaklanmış eylemlerin odağı haline
gelebilmesi için:
1- Anayasaya aykırı fiillerin bir partinin üyelerince
'yoğun' bir şekilde işlenmesi ve bu durumun o partinin yetkili organlarınca
zımnen veya açıkça benimsenmesi.
2- Anayasaya aykırı fiillerin doğrudan doğruya bir
partinin yetkili organlarınca 'kararlılık' içinde işlenmesi gerekmektedir.
Yukarıda ana başlıkları belirtilen eylemler
gözetildiğinde:
Davalı partinin geçmişte üyesi veya yöneticisi oldukları
'Milli Görüş' yanlısı partilerin savunduğu çok hukukluluk ilkesinden
ayrılamadığı, kendi hukuklarını egemen kılmak için iddianamede belirtilen yargı
kararlarına rağmen yüksek öğretim kurumlarında kılık ve kıyafetin serbest
olduğu düzenlemesini Anayasa'da hüküm altına almak amacıyla TBMM'ne verilen
yasa teklifi ile açıkça ortaya çıkmaktadır.
Kişilerin inançlarının veya giyimlerinin ölçü alınması,
bazı kesimlere toplum ve Devlet içinde ayrıcalık tanımak olur ki; bu, eşitliği
bozacağı gibi demokrasiye de aykırı düşer ve oluşturulan farklı kimliklerin
önce ayrımcılık sonra da kaçınılmaz bir şekilde bölünme nedeni olması sonucunu
doğurur.
Davalı partinin;
Belirtilen eylemleri ve özellikle Anayasa ile Yüksek
Öğretim Kanunu'nda değişiklik içeren tekliflerinin, Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin temel ilkelerini değiştirecek zemini oluşturmak niyetini ortaya
koyduğu,
Laik sistemlerde dini simgelerin siyasi amaçla
kullanılamayacağını gözardı ettiği,
Laik Cumhuriyet'i yeni bir yaşam ve Devlet düzenine
dönüştürme kararlılığı içinde olduğu, toplumu dindar olanlar ' olmayanlar diye
ikiye ayırmaya başladığı,
Ülkenin laik hukuk yapısını aşamalı olarak yeniden
biçimlendirip yönlendirmeye çalıştığı,
Rejimin ve Cumhuriyet'in geleceğini tartışmaya açtığı,
Belirlenmiştir.
Laik demokratik hukuk devletinin egemen olduğu
rejimlerde; yargıya, 'bireyi ve demokrasiyi', sistemin sınırları dışına çıkan
siyasal partilerin/iktidarların eylemlerine karşı koruma görevi de verilmiştir.
Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez
bir hükmü olan laik ilkesi zedeleniyorsa Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının
rejimi koruma yetki ve görevi başlayacaktır. Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığının temel görevi; Cumhuriyet'i, ilkelerini ve kazanımlarını
korumaktır.
Davalı partiyi laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı
haline getiren yukarıda açıklanan fiiller ve beyanlar, siyasi partinin
Anayasanın 68/4. maddesi delaletiyle 69/6. maddesi gereğince kapatılmasını
gerektirmektedir.
4- Eylemlerin zorlayıcı sosyal gereksinim de gözetilerek
hukuksal yönden irdelenmesi
Adalet ve Kalkınma Partisinin
iktidar partisi olması nedeniyle yukarıda belirttiğimiz beyan ve eylemleri laik
Cumhuriyet aleyhine
giderilmesi olanaksız zararlar doğurmasının kapatma yaptırımını gerektirmekte, ortaya konulan eylemler gözetildiğinde kapatma
yaptırımının uygulanmasında zorlayıcı sosyal
gereksinim bulunmaktadır.
Zorlayıcı sosyal gereksinim değerlendirilirken gözetilen
uygun zaman, eylemlerdeki ağırlık, eylemlerin isnat edilebilirliği, partinin
hedeflediği siyasi model, eylemlerdeki kullanılan yöntem karşısında öngörülen
yaptırım eylemlerle orantılıdır.
Kapatma davasının açıldığı tarihte davalı iktidar
partisinin türbanın yükseköğretim kurumlarına sokulması için Anayasa
değişikliği ile neden olduğu toplumsal kutuplaşma ve gerginlik dikkate
alındığında ve özellikle demokratik toplumun düzenli bir biçimde işlemesinin
sağlanmaya çalışıldığı ülkemizde, laiklik ilkesinin korunması yasal ve anayasal
bir zorunluluk olduğu gibi, bu ilkenin korunmasında genel bir çıkar da
bulunmaktadır.(RP/Türkiye Kararı)
Bu nedenle, laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı
durumuna gelen Adalet ve Kalkınma Partisinin, bu genel çıkar da gözetilerek
kapatılması, zorlayıcı sosyal gereksinim de dikkate alındığında demokratik
toplum gereklerine uygundur.
a- Yaptırım yasayla öngörülmüştür.
Eylemler, Anayasa'nın 68 nci maddesinin 4 ncü fıkrası
kapsamında 'insan hakları, eşitlik ve hukuk devleti ilkeleri, ulus
egemenliği, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine ve ayrıca herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmak ve yerleştirmeyi amaçlamanın yasak olması' kuralına
aykırılık oluşturmaktadır.
Bu çerçevede kapatma yaptırımı, İHAS'ın 11 nci maddesinin
ikinci fıkrası uyarınca 'kamu düzeninin sağlanması, başkalarının hak ve
özgürlüklerinin korunması' ilkeleri kapsamında, demokratik toplum
ilkelerine uygun ve yasa ile öngörülmüş bir yaptırımdır.
Davalı siyasi parti, laiklik karşıtı eylemlerinin kapatma
yaptırımı gerektirdiğini öngörebilecek ve bilebilecek durumdadır. Anayasa ve
Siyasi Partiler Yasası'ndaki kurallar da İHAS'nin öngörülebilirlik ve
bilinebilirlik ölçütlerine uygundur. Davalı partinin laiklik karşıtı eylemleri
nedeniyle bu eylemleri suç oluşturmasa bile, parti hakkında Anayasa'da
öngörülen kapatma yaptırımının uygulanabileceği bilinebilir niteliktedir. Laiklik
karşıtı eylemlerin, ceza yasalarında suç olarak tanımlanmaması Anayasa ve SPY
gözetildiğinde sonuca etkili değildir (RP/Türkiye Kararı).
b- Kapatma yaptırımı yasal bir amaca dayanmaktadır.
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin laikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi, Anayasa'nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasındaki
siyasi partilerin eylemleri 'insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, ulus egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine' aykırı
olamaz ve ayrıca 'herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi
amaçlayamaz', suç işlenmesini teşvik edemez' kapsamında kapatma yaptırımını
gerektirmektedir.(ANY.Madde:68/4, 69/9, SPY.Madde: 101/1/b, 103, 95)
Geniş anlamda laiklik karşıtı eylemler olarak nitelenen
yukarıda ve 11-17 sayılı klasörlerde gösterilen ve değerlendirilen eylemler,
Anayasanın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasında belirtilen hükümlere aykırılık
oluşturmaktadır.
Şöyle ki, laiklik karşıtı eylemlerin odağı olarak ılımlı
İslam yoluyla şeriatı amaçlayan bir siyasi partinin bu model projesi
gerçekleştiğinde, evrensel insan hakları ve çoğulcu demokrasi hiçbir boyutuyla
söz konusu olamayacak, iktidar şeriat çerçevesinde hareket edecek, şeriatı
benimsemeyenler sisteme ve kurallarına tabi kılınacak ve eşitlik ilkesi de
yaşam alanı bulamayacaktır. Yine şer'i modelde, dinsel kurallar ölçü norm
olarak kullanılacağından, hukuk devletinden de söz edilemeyecektir. Egemenliğin
kaynağı ve tüm referanslar din ve Tanrıya dayanacağından, ulus egemenliği de
söz konusu olmayacaktır. Sonuçta şeriatın demokrasiyle ve laiklikle
bağdaşmazlığı karşısında, demokratik ve laik düzen ortadan kalkacak, dine
dayalı ve bunu zorla benimseten bu yönüyle bir dikta rejimi ortaya çıkacak,
demokrasiye, insan haklarına aykırı, ancak şeriata uygun eylem ve suçlar hoş
görülüp teşvik edilecektir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, şeriatla yönetilen ve
başında İslam şeriatını da simgeleyen halifenin bulunduğu bir modele karşı
verilen mücadele sonucu ortaya çıkmıştır. Türk Ulusunun 20 Yüzyılın başında
verdiği kurtuluş mücadelesi sadece yabancı işgal güçlerine karşı yürütülmemiş,
mandacılara, işgalcilerle işbirliği yapanlara, isyan ve kışkırtmalarla kurtuluş
ve kuruluşu baltalayan mollalara, şeyhlere ve her türlü din bezirgânlarına
karşı da verilmiştir. Ulusal Kurtuluş Savaşımızda mandacıların ve
işbirlikçilerin tenkit edilecek tarihi hatalarını gerçekleri çarpıtarak
saptırmaya çalışanlar bugün de dini ve dince kutsal sayılan şeyleri istismar
ederek ve dine, dini inanca en büyük kötülüğü yaparak özgürlük ve insan hakları
gibi aslında hiçte ilgili olmadıkları kavramları kullanarak yeni bir
teslimiyetçiliğin yolunu açmaktadırlar. Şer'i bir düzene ve onun yerleşik
değerlerine karşı verilmiş bir mücadelenin sonucu olarak benimsenen ve önemi
nedeniyle Anayasada değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez bir
biçimde yerleştirilip kabul edilen laiklik ilkesi, bu nedenle Türkiye
Cumhuriyeti için diğer çağdaş ülkelerden daha fazla önem arz etmekte,
uygulamasında Batı ile aramızda farklılıklar oluşmaktadır. Çünkü ülkemizde
şeriat düşüncesi ve özlemi komşu ülkelerde uygulama örnekleri de bulunduğundan
henüz çağdaş ve uluslararası hukuk karşıtı olduğu düşüncesi kategorisine
girmemiş, hatta serbest seçimler yoluyla iktidar bile olabilmiştir.
Bu nedenle; İHAS'ın 11 nci maddesinin ikinci fıkrası
gereğince 'ulusal güvenliğin, kamu güvenliğinin, kamu düzeninin korunması,
kargaşa ve suçun önlenmesi ve başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması'
kapsamında, laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmuş davalı siyasi partinin
kapatılmasını haklı kılmaktadır(RP/Türkiye Kararı).
c- Kapatma yaptırımı demokratik toplum gereklerine
uygundur.
Davalı partiye kapatma yaptırımının uygulanması, çoğulcu
demokrasinin gereklerine uygundur. Çünkü yukarıda sayılan eylem ve söylemleri gözetildiğinde,
çoğulcu demokrasi içerisinde, ancak bu demokrasinin olanaklarından hareketle,
sonuçta çoğulcu demokrasiyle bağdaşmayan ve onu ortadan kaldıran bir sistemi
amaçlamaktadır. Oysa çoğulculuk prensibi olmadan demokrasiden bahsedilemez
(RP/Türkiye Kararı). Çoğulcu demokrasi, güçler ayrılığına ve hukukun
üstünlüğüne dayanır. Hukuk ise, temelini insanlığın aydınlanma mücadelesinde
bulan, akla ve bilime dayanan, ortak aklın ürünü, evrensel kabul gören, dinamik
kurallar bütünüdür. Şeriatın kuralları bu tanımın çerçevesine girmez. Şeriat
özünde demokrasiye kapalı bir yönetim biçimi olup totaliterdir. Dini kurallara
dayalı bir rejimin çoğulcu demokrasi ile bağdaşabileceğini iddia etmek en hafif
deyimiyle insanlığın aydınlanma mücadelesini ve sonrasındaki kazanımlarını
inkâr etmektir. Ortaya çıktığı çağın ve coğrafyanın sosyal ve ekonomik,
kültürel değerleriyle biçimlenmiş statik bir düşüncenin insanlığın tüm
çağlarına hükmetmesi anlayışı bilimsel değildir, dolayısıyla yüzlerce yıllık
mücadelenin ve aklın ortak değerleri olan insan hakları ve demokrasi kapsamında
savunulamaz, koruma göremez, kısıtlanabilir.
Kuşkusuz İHAS ile de korunan din ve vicdan özgürlüğü
demokratik bir toplumun da gereklerindendir. Anılan özgürlük farklı dinsel
değerlere inanmak yanında inanmamak özgürlüğünü de içermektedir. Bu bağlamda
çoğunluğu Müslümanlardan oluşsa bile, farklı inanışlara sahip olan kişilerin
korunması anlamında, din ve vicdan özgürlüğüne de sınırlandırmalar
öngörülmüştür. Bu manada devlet, dini inançlar konusunda yansız kalmalı, dini
inançların meşruiyetinin değerlendirilmesinde tarafsız olmalı, karşıt inanışlar
arasında hoşgörüyü tesis etmelidir (RP/Türkiye Kararı). Bu bağlamda devletin
kamu alanında, üniversitelerde türban takarak dini inançların sergilenmesine kısıtlama
getirmesi veya programlarında İslam dinine ilişkin konulara ağırlık veren ve
kuruluş amacı yalnızca din görevlisi yetiştirmek olan İmam Hatip Liseleri
mezunları için üniversiteye giriş sınavlarında katsayı esasının uygulanmasını
öngörmesi; başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak, kamu düzen ve
güvenliğini sağlamak amacı taşıdığından, din ve vicdan özgürlüğünün özüne
aykırı değildir. Aksine, davalı partinin bunlara aykırı eylemleri özendirmesi,
destek yaratması ve teşvik etmesi, demokratik toplum gereklerine açıkça
aykırılık oluşturmaktadır.
İHAS'ın 9 ncu maddesinde de koruma gören din ve vicdan
özgürlüğü, bir din tarafından yönlendirilen her hareketi korumaz, bu kapsamda
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından türbanın dinin gereği
olduğunun belirtilmesi, bu örtünme biçiminin laik hukuk düzeninde korunma
göreceği sonucunu doğurmaz, aksi düşünce, dinin gereği olduğu tartışma
götürmeyen İslam şeriatının miras, devletler, aile, ceza hukuku gibi
konulardaki bazı kurallarının da uygulanmasına kapı açar. Oysa davalı partinin
eylemleri, bu saptamayla açıkça çelişmektedir. İHAM tarafından da vurgulandığı
üzere, laikliğe saygı gösterilmemesi biçimindeki bir tutum, din ve vicdan
özgürlüğü kapsamında hiçbir biçimde koruma göremez (RP/Türkiye Kararı). Bu
nedenle bir taraftan laikliği savunur gibi görünmek ve bunu ifade etmek, diğer
taraftan giderek yoğunlaşan eylemlerle laikliğe aykırı bir model yaratan davalı
siyasi partinin eylemleri, Anayasa, Siyasi Partiler Yasası ve İHAS yönünden
koruma göremez.
İHAM'a göre bir siyasi parti, mevzuatın veya yasal ve
anayasal yapının değiştirilmesini iki koşula bağlı olarak önerebilir: Bunlardan
birincisi, kullanılan bütün yollar her bakımdan yasal ve demokratik olmalıdır.
İkincisi ise, önerilen değişikliğin kendisi temel demokratik prensiplerle
bağdaşmalıdır. Bu kuraldan hareketle, sorumluları şiddete başvurmayı teşvik
eden veya demokrasinin temel prensiplerine saygı duymayan, demokrasinin bir
veya birçok kuralına uymayan veya demokrasiyi yıkmayı amaçlayan ve de
demokrasinin tanıdığı hak ve özgürlükleri tanımayan/yok etmeyi amaçlayan siyasi
bir projeyi öneren' partinin, bu nitelikteki eylemleri, kapatma yaptırımına
konu olabileceği gibi, bu nedenle uygulanacak yaptırıma karşı da ilgili siyasi
parti İHAS korumasından yararlanamaz. İHAS ve demokrasi arasındaki oldukça açık
ilişki karşısında, hiç kimse demokratik toplumun ideallerini ve değerlerini yok
etmek amacıyla Anayasa ve İHAS hükümlerine dayanamaz. Bu bağlamda siyasi
partiler biçiminde örgütlenen totaliter hareketlerin, demokratik rejim
içerisinde güçlendikten sonra, bu kimliklerini ön plana çıkararak demokrasiden
kurtulmak amacı güdebilmeleri söz konusudur. (RP/Türkiye, Emek Partisi/Türkiye
Kararları).
Davalı siyasi parti bu değerlendirmelere açıkça aykırı
hareket ettiği gibi, eylemleriyle sadece İslam dininin moral değerlerini ifade
etmeyip, bu dinin dünyevi yaşama ilişkin gereklerine yönlendirme ve İslam
dinine (inanç ve ibadet ötesinde bütünüyle) tabi kılma amaç ve iradesi
taşımaktadır.
d- Eylemlerin isnat edilebilirliği
Davalı siyasi partinin amaç ve eğilimlerini ortaya
koyabilmek için tüzük ve programına dayanarak sonuca gidilemez. Çünkü gerçekte
amaçladığı modeli gerçekleştirene kadar, laikliğe aykırı eğilimlerinin resmi
metinlerine yansımayacağı; geçmişte bu amaca yönelik eylemlerde bulunan
partilerin kapatıldığı hususu gözetildiğinde karşılaşılabilecek bir durumdur.
Bu bağlamda, davalı siyasi partinin tüzük ve programı ile dava konusu edilen
eylemleri arasında belirgin bir aykırılık göze çarpmaktadır.
Bir genel başkanın açıklama ve eylemleri partiyi
tartışmasız olarak bağlayıcıdır. Çünkü genel başkan partinin simgesel
figürüdür. Siyasi Partiler Yasasına göre partiyi temsil yetkisine sahip olan
genel başkan, merkez karar ve yönetim kurulunun da başkanıdır. Genel başkanın
siyasi veya hassas konularda açıkladığı düşüncelerinin, kişisel görüşü olduğu
vurgulanmadığı sürece, kurumlar ve kamuoyu tarafından partinin görüşünü
yansıttığı biçiminde algılanır ve partiye isnat edilebilir. Genel başkan için
var olan isnat edilebilirlik, genel başkan yardımcıları içinde geçerlidir. Aynı
durum partili başbakan ve bakanlar yönünden de söz konusudur.
Bir iktidar partisi yönünden hükümetin icraatları, siyasi
parti söylemiyle biçimlendiğinden, bu bağlamdaki iş ve işlemler de siyasi
partinin eylemi olarak, o siyasi partiye isnat edilebilecektir. Bu bağlamda,
yukarıda belirtilen yasa, yasa teklifleri ile diğer düzenleyici işlemler siyasi
partinin kapatmaya konu olan eylemlerinin yöneldiği amacı gerçekleştirmeye veya
kolaylaştırmaya yönelik olduğundan, bu düzenlemeler de siyasi parti eylemi
olarak o siyasi partiyi bağlamaktadır. TBMM'nde çoğunluğu oluşturan siyasi
parti yönünden, bu düzenlemelerin eylem olarak isnadiyeti için, İHAM
kararlarında da açıklandığı üzere, yasalaştırılmalarını beklemek zorunluluğu
bulunmamaktadır. Çünkü bu eylemlerin yasalaşması yani somuta indirgenmesi,
yasama organın da çoğunluğa sahip bir iktidar partisi yönünden her an için
olasıdır. İsnat edilebilen eylem niteliğindeki bu tasarıların yasalaşması da,
eylemin yasama organı işlemi niteliğine geldiğinden bahisle, siyasi partiye
isnadiyeti ortadan kaldırmamaktadır. Aksine, siyasi partinin eylemini
sürdürmesi niteliğindedir.
TBMM Başkanı ve Başkanvekillerinin de konumları
itibarıyla, eylemlerinin mensubu oldukları siyasi partiye isnat edilebilirliği
önem taşımaktadır. Anayasa'nın 94 ncü maddesinin altıncı fıkrasına ve SPY'nın
24 ncü maddesinin ikinci fıkrasına göre, 'TBMM Başkanı ve Başkanvekilleri,
üyesi bulundukları siyasi partinin ve parti grubunun Meclis içinde veya
dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis
tartışmalarına katılamazlar; Başkanı ve oturumu yöneten Başkanvekili oy
kullanamazlar.' Ancak TBMM Başkanı ve Başkanvekillerine yönelik bu
düzenleme, Başkan ve Başkanvekillerinin hiçbir eyleminin siyasi partiye isnat
edilemeyeceği sonucunu doğurmamaktadır.
Yukarıda gösterildiği üzere TBMM'nin 22 dönem
Başkanlığını yapan Bülent Arınç'ın eylemleri, bu kuralı da ihlal ederek, açıkça
mensubu olduğu siyasi partinin eylem ve söylemiyle örtüşmektedir. Siyasi
partinin gerçekleştirmek istediği projeyi ifade ve bu projeye destek anlamında
diğer parti mensupları gibi hareket etmektedir. Görevi süresince yaptığı bu
eylemler, mensubu olduğu davalı parti tarafından destek görmüştür. Bu nedenle
Bülent Arınç'ın beyan ve eylemleri Adalet ve Kalkınma Partisi'ne isnat
edilebilir niteliktedir.
Davalı partinin amaç ve eğilimlerini sergileyen, yaratmak
istedikleri toplum modeline ilişkin imajı yansıtan beyan ve eylemler, milletvekilleri
veya yerel yönetimlerde görev üstlenen üyeler tarafından işlendiğinde de
partiye isnat edilebilir. Bu tür beyanlar soyut programlara göre potansiyel
seçmenler üzerinde daha etkilidirler. Bu nedenle, eylemleri yukarıda sıralanan
milletvekilleri ve yerel yöneticilerin beyan ve eylemleri de partiyi
bağlamaktadır.
Ayrıca partili milletvekilleri tarafından sunulan ve
kapatmayı konu alan modeli gerçekleştirmeye yönelik olan yukarıda gösterilen
yasa teklifleri de, bu tekliflerin yasalaşmaları beklenmeksizin, yasama
organında çoğunluğu oluşturan davalı siyasi partiye isnat edilebilir
niteliktedir. Anayasa'nın 83 ncü maddesinin birinci fıkrası, yasama çalışmaları
kapsamında ortaya çıkan bu eylemler nedeniyle siyasi partinin sorumlu
tutulmasını bertaraf etmemektedir. Bireysel anlamda mutlak dokunulmazlık
yaratan madde kapsamındaki eylemler, siyasi parti yönünden bu maddenin koruma
alanı dışındadır.
Siyasi partinin genel merkez organlarının (SPY md 13), il
ve ilçe teşkilatlarının (SPY md 19,20), TBMM grup genel kurulu ve grup yönetim
kurulunun (SPY md 24, 25), üyelerinin (SPY md 12) eylemleri; Adalet ve Kalkınma
Partisi'nin, yasa, Anayasa ve İHAS tarafından korunmayan, hedeflediği amaç veya
siyasi projeyi gerçekleştirmek, kolaylaştırmak, altyapı hazırlamak veya bunları
ifadeye yönelik olup, bu eylemler de davalı partiye isnat edilebilir
niteliktedir.
Bu noktada şunu da belirtmek gerekmektedir ki, partiyi
temsil eden organlarca gerçekleştirilen eylem veya söylemlerin, partinin değil
kendi kişisel görüşleri olduğu açıklanmadıkça, bu söylem ve eylemler de partiye
isnat edilebilecektir. Ancak, siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmak adına,
siyasi partinin amaç ve hedefleriyle örtüşen eylem ve söylemlerin, kendi
kişisel görüşleri olduğunun açıklanması da, yoğunluk ve sıfatlara bakıldığında,
(çok sayıda milletvekili ve belediye başkanı tarafından) kuşkusuz siyasi
partiyi sorumluluktan kurtarmayacaktır.
Davalı partinin çoğulcu demokrasi ilkelerine aykırı
olarak, zaman zaman milletvekillerine ve diğer partililere konuşma yasağı
getirmesi de, bu yasağa rağmen en yetkili konumda bulunan milletvekillerinin
dahi açıklama yapmayı sürdürmeleri gözetildiğinde, yasaklamanın partiyi
sorumluluktan kurtarmaya yönelik aldatıcı bir tavır olduğunu ortaya
çıkarmaktadır.
İktidarda bulunan her siyasi parti, kuşkusuz kendi
kadrolarını da, (bir örnek olarak bakan düzeyinde) devlet birimlerine
taşımaktadır. Bu noktada, siyasi parti mensuplarına devlet mekanizması gereği
yakın planda çalışan, böylece siyasi partililerle yakın ve/veya yoğun ilişkide
bulunan kamu görevlilerinin eylemleri önem kazanmaktadır. 3046 sayılı Yasa'nın
21 nci ve 22 nci maddeleri de bu irdelemeyi zorunlu kılmaktadır.
Devletin idare mekanizması, söz konusu görevlinin
bulunduğu makamın ışığında, ancak dar bir yoruma tabi tutulmaktadır. Bu
bağlamda, devlet birimlerinde siyasi parti mensuplarına yakın planda çalışan
müsteşarların ve müsteşarların bakış açılarını yansıtan müsteşar yardımcıları
ile genel müdürlerin eylemlerinin, siyasi sorumluluğu Bakan ve dolayısıyla
Başbakan'a aittir. Bu siyasi sorumluluk, yukarıda gösterilen eylemlerin parti
politikaları doğrultusunda biçimlenmesi, partinin amaçlarını gerçekleştirmeye
yönelik olması karşısında anılan bürokratların iktidar partisinin bakış açısına
göre biçimlenen eylemlerinden, iktidarı yöneten partinin dolayısıyla Adalet ve
Kalkınma Partisi'nin sorumluluğu söz konusudur.
Yine 5442 sayılı Yasa'nın 9 ncu maddesinin birinci
fıkrasına göre, il'lerde hükümetin ve her bir bakanın temsilcisi ve siyasi
yürütme organı olan valiler ile bu Yasa'nın 31/A maddesine göre kaymakamların,
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kapatmaya konu modeli gerçekleştirme anlamındaki
uygulamalarına göz yummalarından, desteklemelerinden ve bu eylemleri
uygulamalarıyla kolaylaştırmalarından, parti kaynaklı çıkış noktası uyarınca
bakan, başbakan ve hükümet siyasi yönden sorumludur. Buradaki siyasi
sorumluluk, iktidarın siyasetini belirleyen davalı Adalet ve Kalkınma
Partisi'ni de sorumlu kılmakta ve bağlamaktadır.
Yukarıda anlatılan eylemlerde bulunan bürokratların bu
davranışları, bütünüyle siyasi iktidar çıkışlı ve iktidarın bakış açısıyla
biçimlenmiştir. Bu yönden, siyasi sorumluluk iktidara aittir. Bu siyasi
sorumluluk hükümet siyasetini yönlendiren Adalet ve Kalkınma Partisi'nden
biçimlendirildiğine göre, kuşkusuz davalı partinin sorumluluğu söz konusudur.
Çünkü iktidardaki siyasi partinin amaçladığı modeli gerçekleştirmek için, bir
bütünlük içerisinde ve bir bütünün parçalarını oluşturmak adına bu eylemler
ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla devlet kadrolarında yer alan anılan
görevlilerin (Müsteşar, Müsteşar yardımcısı, genel müdür, vali, kaymakam,
baştabip, belediye başkanı, okul müdürü, vb.) eylemleri de, siyasi partinin
bakış açısına ve bunun da bir gereği olarak ortaya çıkması ve biçimlenmesi
nedeniyle siyasi partiye isnat edilmesi gerekmektedir.
Bu bağlamda 22 Temmuz 2008 Genel Seçimi ile Adalet ve
Kalkınma Partisinden milletvekili seçilen Başbakanlık Eski Müsteşarı Ömer
Dinçer'in müsteşarlığı dönemindeki konumu nedeniyle anılan kişinin bu dönemdeki
iş ve işlemleri, ayrıca önem taşımaktadır. Bürokrasinin en tepesinde bulunduğu
sırada bu kişinin de etkisiyle yapılanan kadrolarla, iktidar partisinin
laikliğe aykırı eylem ve söylemleri gerçekleştirilmekte ve dile getirilmekte,
siyasi parti kendisini sorumlu kılmamak adına, devlet mekanizması gereğince
yakın ilişkide bulunduğu bu kadrolardaki kişilerin, siyasi parti tarafından da
benimsenen iş ve işlemleri, tartışmasız olarak siyasi partiyi bağlamaktadır.
Siyasi partinin hedef ve amaçlarıyla bağdaşmayan eylem
veya söylemler nedeniyle, ilgili kişilerin eleştirilmemesi ve haklarında
disiplin soruşturmasının başlatılmaması, bu eylem ve söylemlerin o siyasi parti
tarafından benimsendiği anlamındadır.
Siyasi partinin hedef ve amaçlarıyla açıkça örtüşen eylem
ve söylemler nedeniyle siyasi partinin bu eylem veya söylem sahiplerini
eleştirmesi veya haklarında soruşturma yapması, sadece partinin kendisini bu
eylemlerden sorumlu kılmamak amacına yönelik olduğunda, bu eylem ve söylemler
de siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmamaktadır. Göstermelik olarak
başlatılan, sonuçsuz kalan veya öngörülenden daha az yaptırımla sonuçlanan
soruşturmalar da, o siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmamaktadır (RP/Türkiye
Daire Kararı). Bu nedenle yukarıda irdelenen eylemlerin soruşturma konusu olması,
bu eylemlerin Adalet ve Kalkınma Partisi'ne yüklenmesine engel değildir.
(Ek.129)
e- Eylemlerdeki 'yöntemin' hukuksal yönden irdelenmesi
Davalı partinin din ve dince kutsal sayılan şeyleri
istismar ederek, ancak 'mutabakat süreçleri' olarak adlandırdıkları yöntemle
toplumun İslami bir yapıya doğru evrimleşmesini sağladıktan sonra şeriatı
egemen kılacakları gerçeğinden hareketle ve şeriatın tüm toplumu İslami bir
düzene kavuşturmayı esas alan 'cihat' boyutu ile davalı partinin halen iktidar
partisi olması gözetildiğinde; laik rejimi değiştirmek noktasında maddi güç
kullanması ve bu tehlikenin uzak olmadığı bir gerçektir. Nitekim Adalet ve
Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayip Erdoğan ve diğer partililerin
demokrasiyi çoğulcu değil, 'çoğunlukçu' olarak algıladıklarını gösteren eylem
ve demeçleri olası bir 'çoğunluk diktasının' açık işaretleridir.
Davalı siyasi partinin ortaya konulan eylemlerinin laik
bir hukuk düzeniyle bağdaşmadığı yukarıda açıklanmıştır.
Laik hukuk düzeniyle bağdaşmayan eylemlerin odağı
durumuna gelen siyasi parti için, kapatma yaptırımı dışında ara çözüm ve
yaptırımların uygulanabilmesi; gerek eylemlerdeki yoğunluğun ulaştığı boyut,
gerekse iktidarı çoğunluk olarak elde etmeleri karşısında, ortaya çıkan somut
ve açık tehlike, gerekse mevzuat gözetildiğinde, söz konusu olamaz.
Davalı siyasi parti, demokratik düzende faaliyette
bulunarak, Anayasa ve SPY'ye aykırı olarak, demokrasi ötesi bir sisteme
ulaşmaya ve bu sistemi gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Adalet ve Kalkınma
Partisi'nin, demokratik sistemin sağladığı serbestilerden hareket ederek
amacına ulaşmaya çalışması, gerek Anayasa'nın 14 ncü maddesi, gerekse İHAS'ın
17 nci ile BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi'nin 5 nci maddesi
gözetildiğinde koruma göremez.
Davalı siyasi parti, bu eylemlerini gerçekleştirirken,
çoğunluk iktidarına sahip olmanın avantajlarını da kullanmaktadır. Öncelikle
yaratılan kadrolaşma boyutuyla, kamuda laik hukuk düzeninin gereklerini yerine
getirenler sindirilmekte ve baskı uygulanmaktadır. Mevcut kadrolaşmayla,
yukarıdan aşağıya doğru bir yapılanmaya adım atılmaktadır. (Ek. 164, 174)
Laikliğe aykırı bir sistemi, öncelikle toplumsal,
sonrasında hukuksal modelle gerçekleştirmek söz konusu olduğuna göre, 'amaç
sistemin' içeriğinin irdelenmesi gerekmektedir.
Amaçlanan şer'i sistem ve son noktada şeriat, kuşkusuz
cihadı da içinde barındırmaktadır. Demokratik bir sistem, Nazi Almanya'sı
örneğinde olduğu gibi demokratik yolları kullanarak iktidarı ele geçirip
demokrasiyi ortadan kaldırılabileceği gibi, demokratik olmayan yöntemlerle de
ortadan kaldırılabilir. Davalı partinin amaçladığı rejimi demokratik yollardan
gerçekleştirememesi durumunda, şeriatın gereği olan cihadın devreye girmesi söz
konusu olabilecektir. Dolayısıyla gerektiğinde cihada, yani şiddete başvurulması
olasıdır.
Bir iktidar partisinin, iktidar olanaklarından hareketle
hukuksal yollardan ya da cihat yoluyla amacına her zaman ulaşması olanaklıdır.
Ülkemizde şeri sistem, ancak bir devrimle tasfiye edilmiştir. Bu devrim
öncesinin şeriat uygulamalarından günümüze miras kalan kültür ve o kültürün
yeşerdiği dinsel iklim gözetildiğinde ilk etapta şiddete başvurmadan bile ciddi
bir şeriat yanlısı taraftar kitlesi bulmak mümkündür. Çünkü din istismarı
yoluyla kolayca harekete geçirilebilecek bir tabanın her zaman mevcut olduğu
yakın tarihsel deneyimlerle kanıtlanmıştır. Bu nedenle, egemen olan dinsel
inancın (şeriatının) içeriği ve tarihsel deneyimler gözetildiğinde laiklik
ilkesinin korunması anlamında Türkiye'nin daha hassas davranması zorunluluğu
doğmakta ve bu durum ülkemizin takdir hakkını genişletmektedir.
Eylemleriyle ve özellikle laiklik ilkesini dolaylı yoldan
bertaraf edecek Anayasa'nın 10'ncu ve 42'nci maddelerinin değiştirilmesi,
Yüksek Öğretim Yasasının Ek 17'nci maddesinde düşünülen değişiklik ile İslami
modeli gerçekleştirmeyi açıkça ortaya koyan siyasi partinin kapatılmasının
zorlayıcı sosyal gereksinim ve demokratik toplum gereklerine aykırı, soyut,
uzak ve gerçekleşemez olduğu ileri sürülemez. Çünkü iktidar olanaklarını
kullanan bir siyasi parti için, bu konuların somutlaşması demek, zaten
demokratik sistemin ortadan kaldırılmasıyla eş anlamlıdır. Dolayısıyla,
şeriatın yani şiddetin somutlaşması durumunda, ortada kendini korumaya
çalışacak bir demokratik sistem de söz konusu olmayacaktır.
Dini esaslara dayanan bir devlet sistemi kurmaya
(Şeriata) aşama aşama geçilmesi karşısında, iktidar açıkça şiddete
başvurmadığı, bu nedenle kapatılmasının söz konusu olamayacağı ileri sürülemez.
RP/Türkiye kararı da bu konuya işaret etmektedir. Kaldı ki, davalı siyasi
partinin, hoşgörünün olmadığı ve ayrımcılığın ön planda tutulduğu bir sistemi
hedeflediği ve bu doğrultuda eylemlerde bulunduğu açıktır. Zaten iktidar
olmanın avantajları ile ve demokratik yöntemi kullanarak hedefe ulaşma olanağı
elde edilmişse, bu aşamada şiddet kullanmanın gereksizliği de ortadadır.
Kapatma yaptırımı, son aşamada şiddet ve şiddet çağrısını amaçlayan bir modeli
engellemeye yönelik olması nedeniyle hukuka uygundur.
Kaldı ki davalı partinin sahip olduğu iktidar olma
çerçevesinde amaçladığı yasa dışı siyasi modele yönelik eylemleri karşısında,
iktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle de söz konusudur. Bu
durum bile davalı partinin hedefine ulaşmasını kolaylaştırmaktadır.
f- Kapatma yaptırımının zamanlama açısından gerekliliği
Davalı siyasi partinin izlediği politikanın ortaya
çıkardığı tehlike belirgin ve yakındır. Medeni barışa ve ülkenin demokratik
rejimine zarar verebilecek somut adımlar atılmıştır. Önce, bu adımların
engellenmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Ulusal iradeyi oluşturmak amacıyla
iktidara gelerek devleti yönlendiren davalı siyasi parti yönünden, çoğulcu
demokrasiyle bağdaşmayan projesinin ancak kapatma yaptırımıyla engellenecek
olması karşısında, kapatma davasına başvurulması gerekli ve iktidar olanaklarının
kullanıldığı dönemi yansıtan tablo gözetildiğinde zorunludur.
Evvelce de belirtildiği üzere olayda kapatma yaptırımı
uygulanması, çoğulcu demokratik sistemde yapılması gereken ve hukuksal yoldan
uygulanabilecek amaca uygun ve orantılı tek seçenektir.
İddianamemizde ve ek klasörde gösterilen davalı siyasi
partinin eylemleri, Anayasanın 68. maddesinin 4. fıkrası kapsamında 'insan
haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik
ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı bulunmaması ve ayrıca herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlamanın yasak olması' kurallarına
aykırılık oluşturmaktadır. Kapatma yaptırımı, İHAS'ın 11. maddesinin 2. fıkrası
gözetildiğinde 'kamu düzeninin sağlanması, başkalarının hak ve özgürlüklerinin
korunması' ilkeleri çerçevesinde demokratik toplum ilkelerine uygun ve yasa ile
öngörülmüş bir yaptırımdır.
Çoğunluk iktidarına sahip davalı siyasi partinin
eylemlerinin yoğunluğu gözetildiğinde, onu amacından alıkoyacak ara yaptırımlar
ve ara çözümler, somut duruma göre olanaklı değildir. Bu nedenle kapatma
yaptırımı, dava yönünden radikal olmayıp, olaya uygun ve orantılı bir
yaptırımdır.
Olayda, laik hukuk düzenine aykırı eylemlerin odağı olan
bir siyasi partinin söz konusu olması karşısında, üstelik bu partinin de
çoğunluk iktidarına sahip olduğu gözetildiğinde, amaçlanan modelin
gerçekleştirilmesi anlamında bir tehlikenin var olduğu ve tehlikenin de
yeterince yakın olduğu, davalı partinin eylemlerinin öngördüğü toplum modelini
oluşturmaya elverişli bulunduğu, iktidarları süresince her geçen gün riskin
arttığı görülmektedir. Kamusal alanda ve TBMM'nde de türbana serbestlik
sağlanmasına yönelik beyanlar ile imam hatip lisesi mezunlarına uygulanan
katsayı sisteminin kaldırılması girişimleri bu tehlikeyi daha somut ve yakın
kılmaktadır. Davalı Partinin, toplumsal barışı tehlikeye düşürene ve öngördüğü
modeli gerçekleştirene kadar beklenilmesi doğal olarak söz konusu olamaz.
Bu noktada davalı siyasi partiyi amacından uzaklaştıracak
ve sosyal yönden de gereksinim duyulan tek ve zorunlu yöntem, yalnızca kapatma
yaptırımı olup, toplumu karşılaştığı bu tehlikeden başka türlü korumanın
olanağı kalmamıştır.
5- Kapatma yaptırımının orantısallığı
Siyasi parti kapatma yaptırımı, bir siyasi partiye
uygulanabilecek en radikal ve en ağır yaptırımdır. Bu nedenle, kapatma
yaptırımı en ciddi ve en ağır durumlarda uygulanmalı, eylemlerle arasında
orantısal bir denge bulunmalıdır.
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin laiklik karşıtı eylemlerin
odağı durumuna gelmesinden başka, söz konusu eylemlerdeki yoğunluğun ve
kararlılığın düzeyi gözetildiğinde, eylemleri toplumu çok ciddi ve ağır
sonuçlarla yüz yüze bırakmaya elverişlidir. Cumhuriyetin kurulmasıyla terk
edilen bir sistemin değerlerinin gündeme getirilmesi, demokratik sistem ve
toplum yönünden laik düzenin tesisi ve korunmasında kaçınılmaz olarak çok ağır
sonuçlara neden olacaktır.
Bu bağlamda davalı siyasi partinin kapatılması; dava
konusu eylemler ile uygulanacak kapatma yaptırımının sonuçları ve yaşanan
tarihsel koşullardan kaynaklanan ihtiyaçlar gözetildiğinde; orantısız ve
radikal bir yaptırım olmayıp, uygun, gerekli ve orantılı bir yaptırımdır.
6- Eylemleriyle siyasi partinin kapatılmasına neden olan
(kurucu dahil) üyeleri
Kapatma yaptırımını gerektiren davaya konu eylemler
gözetildiğinde, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kapatılmasına beyan ve
eylemleriyle neden olan kurucu dahil üyelerinin belirlenmesi, bu kişilere
Anayasa'nın 69 ncu maddesinin dokuzuncu fıkrası ve SPY'nın 95 nci maddesi
uyarınca uygulanacak önlem (yasaklılık) yönünden önem kazanmaktadır.
Anılan önlemin uygulanabilmesi için, eylem ile önlem
arasında, 'ilgili ve yeterli olma' ölçütlerinin gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu
anlamda iddianamede irdelenen, kararlılık ve yoğunlukla işlenen eylemler
gözetildiğinde; aşağıda sıralanan kişiler ve eylemleri, kapatma yaptırımı ile
doğrudan ilgili olup, eylemlerinin boyutu ve niteliği itibarıyla, Anayasa ve
SPY'da belirtilen önlemin uygulanmasını zorunlu kılmaktadır. Eylemlerin boyut
ve niteliği itibarıyla, söz konusu önlemin uygulanması da somut olay yönünden
yeterlidir.
Davalı partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline
gelmesi ile ilgili olarak fiil ve beyanları bulunan:
1- Recep Tayip Erdoğan
2- Bülent Arınç
3- Abdullah Gül
4- Hüseyin Çelik
5- Ömer Dinçer
6- Fahri Keskin
7- Burhan Kuzu
8- Eyüp Fatsa
9- Nihat Eri
10- Eyüp Sanay
11- Tayyar Altıkulaç
12- Ömer Özyılmaz
13- Sadullah Ergin
14- Cavit Torun
15- Asım Aykan
16- İrfan Gündüz
17- Mehmet Çiçek
18- İdris Naim Şahin
19- Binali Yıldırım
20- Akif Gülle
21- Hasan Kara
22- Fehmi Hüsrev Kutlu
23- Musa Uzunkaya
24- Mehmet Aydın
25- Güldal Akşit
26- Ersönmez Yarbay
27- Ahmet Faruk Ünsal
28- Mehmet Elkatmış
29- Abdullah Çalışkan
30- Nihat Ergün
31- Bülent Gedikli
32- Egemen Bağış
33- Resul Tosun
34- Hayati Yazıcı
35- Sadık Yakut
36- Abdurrahman Kurt
37- Muzaffer Külcü
38- Selami Uzun
39- Fatma Seniha Nükhet Hotar Göksel
40- Dengir Mir Mehmet Fırat
41- Mehmet Zafer Üskül
42- Hüseyin Tuğcu
43- Mehmet Cemal Öztaylan
44- Hüsnü Tuna
45- Fatma Şahin
46- Muzaffer Gülyurt
47- Muhyettin Aksak
48- Bekir Bozdağ
49- Nurettin Canikli
50- Mustafa Elitaş
51- Recep Akdağ
52- Cevdet Erdöl
53- Hüseyin Tanrıverdi
54- Ayşe Böhürler
55- Hasan Cüneyt ZAPSU
56- Hasan BALAMAN
57- Ali Uğurlu
58- Kamil Ünal
59- Mustafa Burna
60- Ali Tekin
61- Süleyman KALDIRIM
62- Mustafa TARLACI
63- Ayşe YÜREKLİTÜRK
64- Ahmet GENÇ
65- Mehmet Demirci
66- Ahmet Misbah DEMİRCAN
67- Hüseyin Turan
68- İbrahim Karaosmanoğlu
69- Alaaddin Yılmaz
70- İbrahim HALICI
71- Ahmet Şükrü Kılıç,
haklarında; Anayasa'nın 69 ncu maddesinin dokuzuncu
fıkrasında ve SPY'nın 95 nci maddesinde belirtildiği üzere, 'kapatmaya
ilişkin kesin kararın, Resmi Gazete'de gerekçeleri olarak yayımlanmasından
başlayarak beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve
deneticisi olamayacaklarına da' hükmedilmesi gerekmektedir.
E- SONUÇ
Yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı;
a- Adalet
ve Kalkınma Partisi'nin, laikliğe aykırı eylemlerin odağı durumuna geldiğinin
tespiti ile eylemlerinin ağırlığı da gözetilerek, Anayasa'nın 69 ncu maddesinin
altıncı fıkrası ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın 101 nci maddesinin b
bendi uyarınca kapatılmasına,
b- Davalı Partinin
Genel Başkanı Recep Tayip Erdoğan'dan başlamak üzere yukarıda isimleri
sayılanların Anayasa'nın 69 ncu maddesinin 9 ncu fıkrası ve 2820 sayılı Siyasi
Partiler Yasası'nın 95 nci maddesi uyarınca temelli kapatılmaya ilişkin kararın
Resmi Gazete'de yayınlanmasından itibaren beş yıl süreyle bir başka siyasi
partinin kurucusu, yöneticisi, deneticisi ve üyesi olamayacaklarına,
karar verilmesi kamu adına arz ve talep olunur.'
II- DAVALI SİYASİ PARTİNİN ÖN SAVUNMASI
Davalı Siyasi Parti'nin 30.4.2008 tarihli ön savunması:
'GİRİŞ
Siyaset alanında, olgular ile algılar arasında ciddi
farklılıklar yaşanabilmekte, olgular siyasi görüşlere göre farklı
yorumlanabilmektedir. Hukuk alanında ise sübjektif değerlendirme ve algılar
yerine olguları, nesnel gerçeklikleri, somut olay ve eylemleri objektif norm ve
kurallarla değerlendirmek bir zorunluluktur.
Hukuk alanında keyfilik, kişisellik ve sübjektiflik, bu
iddianamede görüldüğü gibi gerçeklikten uzaklaşmaya ve hukuk standartlarının
örselenmesine yol açmaktadır.
Hukuk alanında olguların doğru algılanamaması ve çarpık
bir okuma sonucu gerçeklerle ilgisi olmayan sonuçlara ulaşılmasının hepimiz
için telafisi imkansız zararlar doğuracağı açıktır.
Bu iddianame, hukuk sisteminin en temel karakteri olan
objektiflik, nesnellik, nedensellik ve rasyonelliğe dayanmamakta; en iyimser yaklaşımla
bir algılama sorununun varlığını ortaya koymaktadır. Partimiz hakkında
hazırlanan iddianame, baştan aşağı gerçekleri tersyüz eden, değerleri ve
kavramları birbirine karıştıran, dahası koruyor gibi göründüğü ilkelere zarar
veren ön yargılı bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Bu iddianamenin gerçekte olup
bitenle bir ilgisi bulunmamaktadır. Esasen böyle bir ilgi kurma kaygısı
taşımadığı da ortadadır. Bu nedenle, iddianamenin ortaya koyduklarıyla
gerçekler arasında derin bir uçurum bulunmaktadır. Sonuçta iddianamenin
kanıtladığı tek şey de budur.
Bu iddianame, bir çelişkiler yumağıdır. Kurulduğu andan
beri Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün gösterdiği çağdaş
uygarlık hedefine doğru kararlılıkla yürüyen ve bu yürüyüşün en önemli dönemeci
olan Avrupa Birliği'ne tam üyelik hedefinin gerçekleşmesi için gerekli her
adımı atan bir partinin, laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiğini ileri
sürmek bir çelişkidir.
Sorunları derinleştirmek yerine çözüm arayan
siyasetlerin, anayasal düzenimizin temel esaslarını güçlendirmeye mi hizmet
ettiği, yoksa Başsavcı'nın iddia ettiği gibi zayıflatmayı mı amaçladığı sorusu,
bize göre meselenin esasını ortaya koymaktadır.
Milletimizin talep ve ihtiyaçlarıyla, hak ve
özgürlükleriyle, laiklik gibi devletimizin temel esasları arasındaki yapay
çelişkileri ortadan kaldırmayı amaçlayan bu 'büyük uzlaşma' arayışımız,
Başsavcı'ya göre suç oluşturmaktadır.
Dayatmacı, dışlayıcı ve ayrıştırıcı bir siyasi anlayışa
karşı, demokratik ve laik bir hukuk devleti olan Cumhuriyetin değer ve
niteliklerini birleştirici ortak paydalarımız olarak siyasi rekabetin üzerinde
tutmaya çalışan bir partiyi, Cumhuriyetin niteliklerine aykırı bir oluşum
olarak göstermeye çalışmak ciddi bir paradoksu yansıtmaktadır.
Yeni bir siyaset anlayışıyla demokrasinin kökleşmesi ve
özgürlüklerin alanının genişlemesi için gayret gösteren bir partinin siyasi
projesinin, son kertede demokrasiyle bağdaşmadığını söylemek de ciddi bir
çelişkidir. Milletin menfaatlerini içeride ve dışarıda en iyi şekilde savunan,
Cumhuriyetimizin insan hakları, demokrasi, laiklik ve hukukun üstünlüğü gibi
değerlerini koruyup geliştirmeye çalışan bir siyasi partinin demokrasiye aykırı
bir siyasi projesinin olduğunu iddia etmek anlaşılabilir bir durum değildir.
Kuruluşundan itibaren şeffaflığı ve hesap verebilirliği
şiar edinmiş ve bunu uygulamalarıyla da kanıtlamış bir siyasi partiyi, 'gizli
gündem'i olmakla ve 'takiyye' yapmakla suçlamak ise çelişkilerin belki de en
büyüğüdür. Biz ülkemizi daha ileriye taşımaya yönelik tüm adımlarımızı milletin
önünde attık. Açıkladıklarımız ve yaptıklarımız dışında gizli gündemimiz hiçbir
zaman olmadı, bundan sonra da olmayacaktır.
Hakkımızda düzenlenen iddianamede temel sorun, AK
Partinin siyasi felsefesi ve vizyonunun anlaşılamamış, hatta daha da vahimi
yanlış anlaşılmış olmasıdır. İddianamede portresi çizilmeye çalışılan partiyle
AK partinin hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.
Adalet ve Kalkınma Partisi, ekonomik ve siyasi krizlerin
olumsuz tesirlerinin görüldüğü; din-devlet, din-siyaset, devlet-toplum
ilişkisindeki gerilimlerin yoğun olarak hissedildiği bir dönemde yeni bir
siyaset anlayışı ve tarzıyla ortaya çıkmıştır. Muhafazakar Demokrat bir siyasal
kimlik geliştiren AK Parti, siyaseti normalleştirmeyi, siyaseti gerçekçi bir
eksene oturtmayı, Türk siyasetinin kronik gerilim alanlarını rahatlatmayı
amaçlamıştır.
AK Partinin kendisini net, somut ve çerçevesi belirlenmiş
bir şekilde ortaya koyması, 'gizli gündem', 'takiyye' gibi olumsuz
çağrışımların gereksiz gerilimler üretmesini engellediği gibi,
kimlik-eylem-söylem uyumunu sağlayarak siyasete kalite kazandırmak açısından da
önemli bir farklılık oluşturmuştur.
Partimizin siyaseti normalleştirme amacıyla geliştirmeye
çalıştığı siyasal kimlik yapısının ana merkezini çatışmacı 'kimlik siyaseti'nin
reddi oluşturmaktadır.
AK Parti Türkiye'nin geleneksel kültürel değerleri ile
'muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma' hedefi arasında bir çelişki değil,
uyum olduğunu gösteren politikalar üretmiştir. Bunu yaparken AK Parti'nin
sosyolojik gücü ile siyasi perspektifinin ürettiği sinerji, Cumhuriyetimizin
mayasında bulunan modernleşme hedefine odaklanmıştır.
AK Parti, toplumun tüm kesimlerinden, ülkemizin her
bölgesinden, bütün ekonomik ve sosyolojik katmanlarından oy almış bir merkez
partisidir. Partimiz, son genel seçimlerde 81 ilin biri hariç tümünde
milletvekili çıkaran tek partidir. Dolayısıyla AK Parti Türkiye'nin birlik ve
bütünlüğünün teminatıdır. Toplumun tüm kesimleriyle buluşmuş ve toplumsal
barışın, ülkenin birlik ve bütünlüğünün teminatı haline gelmiş bir partinin
Anayasaya aykırı eylemlerin odağı olarak gösterilmesi düşünülemez.
AK Parti, toplumsal merkeze yaslanarak ilk günden
itibaren ülkemizin ve milletimizin tüm hassasiyetlerine duyarlı davranmaya
azami özen göstermiştir.
Üniter devlet, laik devlet, demokratik devlet vurgusu, AK
Parti'nin temel siyasi misyonudur.
AK Parti, 22 Temmuz seçimlerinde her mitinginde 'tek
millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet' vurgusu yapmış, bölge ayırt etmeden
aynı hassasiyeti sergilemiştir.
AK Partinin laiklik konusunda geliştirdiği anlayış ve
siyasi duruş da Türk siyaseti açısından büyük önem taşımaktadır. AK Parti
hükümetleri yasal çerçevede laikliğin kurumsal ve pratik şartlarına saygı
göstermenin ötesinde, geniş kitlelerin devletin laik karakterini sahiplenmesine
önemli bir katkı sağlamıştır. Laikliğin geniş kitleler tarafından
benimsenmesinde, farklı kesimlerin sisteme entegre edilmesinde partimiz, önemli
bir misyon icra etmektedir.
Bu nedenle, AK Parti laikliğe karşı odak olan değil,
laikliği toplumsallaştıran bir harekettir.
Diğer yandan, bu dava maalesef ülkemize ve milletimize
ağır ekonomik ve siyasi bedeller ödetebilecek bir süreci başlatmıştır.
Gerçekten de, AK Parti hakkında düzenlenen iddianame, Türkiye'nin demokratik
hayatını sarsan, milli iradenin üstünlüğünü tartışmaya açan, gerçeklikleri
değil tezvirat ve yakıştırmaları öne çıkaran bir anlayışa dayanmaktadır.
Bu davayla hukuk sistemimiz zarar görmektedir. Hukukun
siyasallaştığı düşüncesi, vatandaşların hukuka karşı güven duygusunu
zedelemektedir.
Bu davayla Demokrasimiz zarar görmektedir. Meclis
demokrasinin kalbi, partiler ise bu kalbe kan taşıyan ana damarlardır.
Partilerin kolaylıkla kapatılabilmesi, çoğulcu demokratik siyasetin sorun çözme
işlevini yok etmektedir. Milletimizin demokrasiye olan inanç ve güvenini
derinden sarsmaktadır.
Bu davayla ülkemiz ve milletimiz zarar görmektedir.
Siyasi ve ekonomik istikrarın tahrip edilmesi ülkenin ve halkın fakirleşmesi,
kaybetmesi demektir. Türkiye'ye onlarca yıl kaybettirmeye kimsenin hakkı olmamalıdır.
Bu davayla Devletimizin bütünlüğü zarar görmektedir.
Türkiye'nin birlik ve bütünlüğünü zedeleyecek düşünce ve hareketler, bu süreçte
güç ve zemin kazanmaya çalışacaktır.
Hakkımızda düzenlenen bu iddianamedeki hiçbir iddia ve
ithamı kesinlikle kabul etmiyoruz. İddianamenin hukuki ve siyasi anlamda hiçbir
meşruiyetinin de olmadığına inanıyoruz.
Biz bu iddianamede partimizin değil, partimize gönül
veren milletimizin ve onun temel değerlerinin itham edildiğini düşünüyoruz. Bu
iddianamenin konusu sadece AK Parti değil, onun üzerinden millet iradesi ve
demokratik siyasettir.
Bu iddianame, Cumhuriyetimizin niteliklerinin halkımızca
yeterince sahiplenilmediği varsayımına dayanmakta, milletimizin devletine ve
Cumhuriyetine olan sadakatini tartışmalı hale getirmektedir. Cumhuriyetimizin
bütün kazanımlarını, bütün başarılarını inkar anlamına gelen bu haksız
varsayımı kabul etmek mümkün değildir. Atatürk, Cumhuriyetin temeli olan ilke
ve inkılâpları millete emanet etmeden yaşatmanın mümkün olmadığına güçlü bir
şekilde inanmış, kurduğu yeni rejimin bütün esaslarını, bu inançla Türkiye
Büyük Millet Meclis'in demokratik iradesiyle hayata geçirmiştir. Bu sebeple
Atatürk ilke ve inkılâplarının koruyucusu, onları hayata geçiren TBMM'dir, bir
bütün olarak Türk milletidir. Türkiye Cumhuriyeti, bütün nitelikleriyle
milletimize mal olmuştur, çağdaşlaşma süreci milletle buluşmak anlamında
amacına ulaşmıştır. AK Parti'nin iktidarda olduğu bu dönemde AB'ye tam üyelik
yolunda kat ettiğimiz mesafe başta olmak üzere, Atatürk'ün işaret ettiği
çağdaşlaşma hedeflerine her zamankinden daha çok yaklaştığımız aşikardır.
Son seçimde neredeyse iki kişiden birinin oyuyla çok
güçlü bir demokratik temsil yetkisi alan AK Parti, milletimizin daha
demokratik, özgür ve çoğulcu bir toplumda müreffeh ve huzur içinde birlikte
yaşama hakkını daima savunmuştur, bundan sonra da savunmaya devam edecektir.
Kapatma talebiyle açılan bu davada, amacımız sadece
partimizi savunmak değildir. Esasen biz milletimize ve devletimize hizmetten başka
savunmayı gerektirecek hiçbir şey yapmadık. Siyaseti her zaman millete hizmetin
aracı olarak gördük. Söylem ve eylemlerimiz insan haklarına saygılı,
demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyetimizin daima ileri
götürülmesine yöneliktir.
Bu bağlamda aşağıda söyleyeceklerimiz, tarihe ve tanıklık
ettiğimiz çağa düştüğümüz notlar olarak görülmelidir. AK Parti olarak bu
açıklamaları, aziz milletimize ve devletimize karşı üstlendiğimiz görev ve
sorumluluğun bir gereği olarak görüyoruz.
I. BU DAVA HUKUKİ DEĞİL, SİYASİ BİR DAVADIR
1. Genel olarak
AK Parti hakkında düzenlenen iddianame, hukuki bir metin
olmaktan ziyade, ülkenin gerçeklerini ve iktidar partisinin icraatlarını
görmezlikten gelerek, korku ve vehimlerden hareketle geleceğe yönelik spekülatif
öngörülere yer veren kurgusal bir metin niteliğindedir. Muhalif siyasi
partilerin iktidarları yıpratmak için bu tür yollara başvurmaları
anlaşılabilir. Ancak, hukuk sanal değerlendirmelere değil, somut gerçekliklere,
belge ve bulgulara dayanmak zorundadır. Özellikle, sonuçları bakımından son
derece ağır yaptırımlar içeren siyasi parti kapatma davalarında doğruluğu bile
araştırılmaksızın gazete kupürlerinden seçilerek bir araya getirilen ve her
siyasi görüşten insanların söyleyebileceği sözlerle bir takım kurguların
temellendirilmeye çalışılması son derece tehlikelidir. Bu tehlike, söz konusu
siyasi parti yasama çoğunluğuna sahip ve yürütme görevini üstlenen iktidar
partisi ise daha da vahim bir boyuta ulaşmaktadır.
İktidar partileri, yasama faaliyetleri ve yürütme
icraatları üzerinden devlet yetkileri kullanan, dolayısıyla meşruiyetini
anayasal ve yasal mekanizmalarla sağlamış olan örgütlerdir. Tam da bu nedenle
siyasi parti kapatma yaptırımına mevzuatlarında yer veren demokratik ülkelerin
hiçbirinde iktidar partisinin kapatılmasına yönelik dava açılmamıştır. Hatta
birçok ülke bakımından böyle bir dava açmak mümkün bile değildir. Örneğin
Federal Alman Anayasa Mahkemesi Kanunu'nun 43 üncü maddesine göre, siyasi
partilerin anayasaya aykırı hâle geldiği iddiasıyla Federal Almanya Anayasa
Mahkemesi'ne başvurma yetkisi, Federal Meclis (Bundestag), Federal Senato
(Bundesrat) veya Federal Hükümet'e aittir. Söz konusu parti sadece eyalet
sınırları içerisinde faaliyet gösteriyorsa eyalet hükümeti başvuru yetkisine
sahiptir. Aynı şekilde Romanya'da Anayasa Mahkemesi Kanunu'nun 39 uncu maddesi
de bir partinin anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle Romanya Anayasa
Mahkemesine başvuru yetkisini Hükümet ile Senato ve Temsilciler Meclisi
başkanlarına vermektedir.
Türkiye'de de bazı anayasa hukukçuları iktidar partisinin
kapatılamayacağını açıkça vurgulamışlardır. Siyasi partiler hukuku konusunda
çalışmalarıyla bilinen Prof. Dr. Erdoğan Teziç, TÜSİAD'ın 1997 yılında
düzenlediği 'Siyasi Partiler' konulu toplantıda aynen şunları söylemiştir: 'Bir
şeyi unutmamak lazım, parti kapatma sayısı bugüne kadar 10'u aşkın, ama
Türkiye'de kapatılan partilere bakarsanız, ya marjinal partilerdir ya da 1982
askeri yönetimindeki [yönetiminden] sıyrılırken Anayasa Mahkemesi'nin önüne gelen
davalardır. Bir iktidar partisi için kapatma mekanizmasının işlemesi
düşünülemez.' (TÜSİAD, Siyasi Partiler Yasası, 'Demokratik Standartların
Yükseltilmesi Paketi', Tartışma Toplantıları Dizisi-1, Mayıs 1997, s.50).
İktidar partisinin kapatılması, yasama ve yürütme
organlarını felç ederek çalışamaz hale getirebilecek bir girişimdir. İçeride ve
dışarıda birçok kişinin kapatma davasını 'yargı darbesi' olarak
nitelendirmesinin arkasında da bu gerçeklik yatmaktadır. Demokratik bir sistemi
diğer rejimlerden ayıran temel özellik iktidarın sadece ve sadece seçim yoluyla
el değiştirmesidir. Bir ülkede iktidarlar seçim dışındaki yollarla değişiyor;
temel siyasi kararlar demokratik temsil meşruluğuna sahip olmayanlar tarafından
alınıyor ya da bunlar tarafından seçilmişlere dayatılıyorsa, o ülkede seçimler
düzenli olarak yapılıyor olsa bile, demokrasiden değil, ancak bir bürokratik
rejimden söz edilebilir.
Nitekim, Anayasa Mahkemesi'ne göre de 'Demokratik devlet,
egemenliğin bir kişi, zümre veya sınıf tarafından, belli sınıflar yararına
kullanılmadığı, serbest ve genel seçimin iktidara gelmede ve iktidardan
ayrılmada tek yol olarak kabul edildiği ve iktidarın bütün millet yararına
kullanıldığı' bir idare biçimidir.' (E.1963/173, K.1965/40, K.T. 26.09.1965).
Kaldı ki, etkin yargısal denetimin bulunduğu bir hukuk
devletinde iktidar partisinin özgürlükçü demokratik temel düzene yönelik bir
tehdit oluşturduğu da ileri sürülemez. Siyasi iktidarın icraatları anayasa
yargısı ve idari yargı yoluyla denetlenmek suretiyle Anayasanın üstünlüğü
etkili biçimde tesis edildiğinden, ayrıca iktidar partisine yönelik kapatma
davası açılmasını demokrasi ve hukuk devleti ile açıklamak mümkün değildir.
Diğer yandan, bu dava tüm zamanların en ironik davasıdır.
Kuruluşundan itibaren gece gündüz çalışarak Türkiye'yi Avrupa Birliği'nin tam
üyesi yapmak için uğraşan, ülkeyi demokratik ve laik bir Avrupa'nın parçası
haline getirmek için tüm adımları atan ve atmakta olan bir siyasi hareketi
'laiklik aleyhine fiillerin odağı' olmakla suçlamak akla, mantığa ve gerçeğe
aykırıdır. Cumhuriyetimizin en önemli çağdaşlaşma projesi olan Avrupa
Birliği'ne tam üyelik, temel dış politika hedeflerimizden biridir. İktidar
partisinin bu projenin gerçekleşmesi için atılması gereken tüm adımları büyük
bir fedakarlık ve gayretle attığı herkesin malumudur.
Türkiye'de devlet politikası haline gelen AB üyeliği
konusunda dönüm noktası sayılan adımlar iktidarımız döneminde atılmıştır.
Müzakere sürecini başlatan bir iktidara yönelik kapatma davasının bu süreci
nasıl bir tehlikeye sokacağını tahmin etmek güç değildir. Nitekim dava açıldığı
andan itibaren AB'nin en üst düzey yetkililerinin yaptıkları açıklama ve
verdikleri mesajlar çok açıktır. Yasama, yürütme ve yargı organlarıyla bir
bütün olarak hepimizin müzakereleri başarıyla tamamlama ve siyasi entegrasyonu
sağlama yükümlülüğümüz karşısında bu davanın süreci dinamitleyen niteliği
ortadadır. Tarihe ve gelecek nesillere şu notu düşmek istiyoruz: Tarih ve ona
şahitlik eden milletimiz ülkemizin çağdaş uygarlık mücadelesini engelleyenleri
affetmeyecektir.
İddianamenin özü, partimizin gerçekleştirmeyi amaçladığı
demokratik değişim ve dönüşümün demokrasiyle bağdaşmadığı varsayımına
dayanmaktadır. Bu iddia ve ithamın ispatı olarak da ifade özgürlüğü kapsamında
olan beyan ve açıklamalar ileri sürülmektedir. Türkiye'de açıklanması ifade
özgürlüğü kapsamında bulunan ve daha da önemlisi farklı siyasi partilerin de
açıkça benimsediği ve ifade ettiği görüşlerin delil olarak sunulması kabul
edilemez. Herkesin her ortamda rahatça söyleyebildiği sözlerin, bir siyasi
partinin mensuplarınca da dile getirilmesi söz konusu partinin aleyhine bir
delil olarak kullanılamaz.
AK Parti, Türkiye'de hak ve özgürlükler alanını
genişleterek demokrasiyi pekiştirmek için kurulmuş ve iktidar olmuş bir siyasi
partidir. İktidara geldiği 2002 yılından bu yana da bu hedefi gerçekleştirmek,
bu ülkeyi çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak için tüm gücüyle
çalışmaktadır.
2. İddianamenin Siyasi/İdeolojik Dili
Kapatma talebinde bulunan iddianame hukuk dışı bir dille
kaleme alınmıştır. Her şeyden önce, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın resmi
kayıtlarında Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kısaltmasının 'AK Parti' olarak
belirtilmesine rağmen, iddianamede ısrarla 'AKP' şeklinde kullanılması siyasi
bir tavrın göstergesidir.
Kamu adına dava açma yetkisine sahip bir makamın
siyaseten tarafsız bir söylem kullanması, iddia ve ithamlarını hukukla sınırlı
tutması gerekir. Halbuki iddianame siyasi ve ideolojik bir tercihi yansıtmakta,
bu haliyle hukuki bir metin olmaktan ziyade önyargıların egemen olduğu bir
siyasi bildiri niteliği taşımaktadır. Birkaç örnek vermek gerekirse:
'Siyasal İslam, yalnızca kişi ile tanrı arasındaki alanla
sınırlı kalmayıp, devlet ve toplum düzenini de kapsamına alma iddiasında
olmakla, totaliterdir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetinde siyasal İslam'ı esas
alan partilerin Avrupa'daki Hıristiyan demokrat partilerle benzerliği söz
konusu değildir.' (s.114)
'Demokrasiyi bir araç gören bu zihniyet, 'gerçek amacını
doksanlı yıllardan sonra dünyada küreselleşmenin merkez güçlerinin ülkemiz ve
bölge ülkeleri için ürettiği 'ılımlı İslam' ideolojisi ve onun siyasi hedefi
'Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) eşbaşkanları sıfatıyla söylemlerini insan
hakları, demokrasi, din ve vicdan özgürlüğü, öğrenim hakkı gibi asıl
referansları olan şeriatla hiç bağdaşmayan kavramların arkasına gizlenerek'
göstermişlerdir.' (s.117).
'Cumhuriyete ve onun aydınlanma felsefesine karşı
olanlar, uluslararası dengelerdeki değişim ve küreselleşmenin yarattığı tek
kutupluluğun yönlendirmesiyle Laik Cumhuriyete karşı bir rövanş arayışına
girişmişlerdir. 'Ancak bugünkü Laik Cumhuriyet karşıtları geçmişte hiç olmadığı
kadar ve üstelik bu kez uluslararası desteği de arkalarına alarak, karşı devrim
fırsatını ellerine geçirmişlerdir' Laik Cumhuriyet hiç olmadığı kadar
tehlikededir. Çünkü karşı devrimci unsurlar bugün marjinal unsurlar değil,
iktidardırlar' (s.142)
Partimize iktidar olduğu tarihten beri bazı marjinal
siyasi partiler, gazete ve dergiler kanalıyla yöneltilen bu tür eleştirilerin
aynen iddianamede yer alması hukuk adına üzüntü ve kaygı vericidir. Biz burada
normalde siyasi muarızlarımızın bize yönelttikleri bu tür ciddiyetten uzak
siyasi iddiaları cevap vermeye değer görmüyoruz. Ancak, partimizin kurulduğu
andan itibaren insan haklarına dayanan, demokratik, laik, çoğulcu bir hukuk
devleti olarak Cumhuriyetin korunması ve ilerlemesi için büyük çaba gösteren
bir siyasi parti olduğu iç ve dış kamuoyu tarafından bilinmektedir. AK Parti
olarak bu tür mesnetsiz iddialara siyasetin sağladığı her türlü meşru zeminde
şu ana kadar gerekli tüm cevapları verdik, bundan sonra da vermeye devam
edeceğiz.
Ancak biz yargının bu tartışmalara alet edilmesine
kesinlikle karşıyız. Zira bu durum, siyasi fikir mücadelesinin meşru zemininden
uzaklaştırılarak, tarafsız olması gereken hukuk ve yargı alanına taşınması
anlamına gelmektedir. Demokrasilerde iktidarlara yönelik muhalefet siyasi
partiler, sivil toplum örgütleri, medya ve aydınlar tarafından yapılabilir.
Yargı kurumları ise hiçbir zaman siyasi muhalefetin aracı olarak kullanılamaz,
kullanılmamalıdır. Aksi takdirde, siyasi görüşler karşısında tarafsız olması
gereken yargının siyasallaşması sürecine girilecektir. Bu da hukuk devleti ve
demokrasinin altını oyacak bir tehlikeyi beraberinde getirecektir. Hukuk
devletinin en önemli unsurlarından biri yargı tarafsızlığıdır. Yargının
tarafsızlığını kaybederek belli bir siyasi düşüncenin sözcüsü haline geldiğine
dair en küçük bir kuşku bile adalete olan güveni ve dolayısıyla hukuk devleti
anlayışını zedeleyecektir. Bu durum her şeyden önce yargıyı yıpratacaktır.
Dolayısıyla en başta yargı mensuplarının bu sonucu doğuracak söylem ve
eylemlerden kaçınmaları gerekmektedir.
Diğer yandan, yargının siyasallaşması beraberinde
demokratik siyasetin alanının daraltılması sonucunu doğuracaktır. Siyasi
muhalefet görevinin açık ya da örtülü şekilde yargı tarafından üstlenildiği,
yargının siyasete müdahale ettiği ve siyaseten alınması gereken kararları
almaya başladığı ülkelerde demokrasi büyük bir tehdit altındadır. Siyasetin yargısallaşması
olarak bilinen bu durum, demokratik rejimi 'hakimler yönetimi' anlamına gelen
jüristokratik bir rejime dönüştürecektir. Bu nedenlerle, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı dâhil, tüm yargı kurumlarının demokratik bir hukuk devleti olan
Cumhuriyetimize 'hakimler yönetimi' görüntüsü verecek her türlü girişimden
kaçınması gerekmektedir.
Ayrıca, iddianamenin dili incelendiğinde siyaset bilimi
ve uluslararası ilişkiler gibi disiplinlerin alanına giren kavramların rasgele
ve çoğu kez de yanlış şekilde kullanıldıkları dikkat çekmektedir. Bunun tipik
örneklerinden biri 'çoğunlukçu' ve 'çoğulcu' demokrasi kavramlarının
kullanımıdır. İddianameye göre 'Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep
Tay[y]ip Erdoğan ve diğer partililerin demokrasiyi çoğulcu değil, 'çoğunlukçu'
olarak algıladıklarını gösteren eylem ve demeçleri olası bir 'çoğunluk
diktasının' açık işaretleridir' (s.156). Evvela, AK Parti demokrasiyi hiçbir
zaman 'çoğunlukçu' olarak algılamamıştır. Genel Başkan başta olmak üzere parti
yetkililerinin 'milli irade'ye vurgu yapması, demokrasinin çoğunlukçu olarak
algılandığı anlamına gelmemektedir. Nitekim, iktidarımız döneminde başta
anayasallık denetimi olmak üzere çoğulcu demokrasinin tüm kural ve kurumlarıyla
işletilmesi için her türlü çaba gösterilmiştir. Modern demokrasilerde
anayasalar ve yasalar çerçevesinde yönetme hakkı elbette azınlığa değil,
çoğunluğa aittir. Yönetme yetkisinin azınlığa ait olduğu rejimlerin adı
demokrasi değil, oligarşidir. Partimiz demokrasinin çoğunluğun sınırsız yönetimi
olarak yorumuna karşı olduğu gibi, demokrasi görüntüsü altında temsil
kabiliyeti olmayan bir azınlığın, belli bir zümrenin yönetimine de karşıdır.
Kaldı ki, siyaset bilimi literatüründe 'çoğunlukçu
demokrasi' (majoritarian democracy) olarak bilinen modelin zorunlu olarak
'çoğunluk diktası'na yol açacağını söylemek siyaset teorisindeki tartışmalardan
ve ampirik gerçeklikten habersiz olunduğunu göstermektedir. İngiltere ve
Hollanda gibi 'çoğunlukçu demokrasi' modeline sahip ülkelerin 'çoğunluk
diktası' olduğunu söylemek her halde mümkün değildir. (Arend Lijphart, Patterns
of Democracy, New Haven: Yale University Press, 1999).
Diğer yandan, iddianamede 'pozitif ayrımcılık' kavramı da
yanlış kullanılmaktadır. İddianameye göre 'dinsel bir simge olan türbanın yükseköğretimde
ve giderek tüm alanlarda serbestçe takılmasına yönelik politikalar, imam hatip
okullarının sayısının arttırılması ve katsayı sisteminin kaldırılması gibi
uygulamalar genel nüfusun ağırlıklı inanç yapısı gözetildiğinde İslam için bir
pozitif ayrımcılıktır.' (s.115). Oysa 'pozitif ayrımcılık' kavramı, kamu
otoritesinin toplumda dezavantajlı konumda bulunan kesimlere, diğer kesimlerle
eşit bir noktaya gelinceye kadar özel olarak yardımda bulunması anlamına
gelmektedir. Bu anlamda 'pozitif ayrımcılık' demokratik ülkelerde temel hak ve
hürriyetleri geliştirmeye yönelik doğru ve olumlu bir politika olarak
benimsenmektedir. Kaldı ki, iddianamede 'pozitif ayrımcılık' örnekleri olarak
sunulan yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbestisi ile üniversiteye
girişteki fırsat eşitliği, bu kişilere tanınacak bir imtiyaz niteliğinde
değildir. Aksine, sözkonusu serbestliği ve katsayı eşitliğini sağlamaya yönelik
politikalar, bu kişilerin ellerinden alınmış hak ve hürriyetlerin kullanımını
sağlamayı amaçlamaktadır.
İddianamedeki bir diğer çelişki de, onun küreselleşme ve
uluslararası toplum karşıtı söylemiyle, küreselleşen dünyanın önemli bir
uluslararası belgesi olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne yaptığı vurgu
arasında ortaya çıkmaktadır. Bir yandan davalı partinin 'küreselleşmenin merkez
güçlerinin', 'küreselleşmenin yarattığı tek kutupluluğun yönlendirmesiyle' ve
'uluslararası desteği de arkalarına alarak' laiklik aleyhine fiillerin odağı
haline geldiği ileri sürülmekte, diğer yandan da bu tez uluslararası bir
mahkeme olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararları ışığında
temellendirilmeye çalışılmaktadır.
İddianamede, 'Davalı parti özellikle 22 Temmuz 2008 [2007
olacak] seçimlerinden sonra, alınan oy oranının etkisi ve cüretiyle toplumu İslam
devletine dönüştürecek projelerini önce yeni bir Anayasa taslağı hazırlamak
sonra da türbanı gündeme getirmek suretiyle laiklik ilkesini hedef alarak adım
adım gerçekleştirmeye başlamıştır,' ifadesi yer almaktadır. Bu cümlede birbiri
ardına eklenen iddialar mantık bilimindeki ifadeyle 'nedensellik bağı'ndan
yoksundur. Bir olgudan alakasız bir yoruma varılmış ya da bir önyargılı yorumun
delili olarak da ilgisiz bir başka olgu gösterilmiştir. İddianamenin temel
mantığı bu şekilde birbiriyle alakasız olguların ve iddiaların zoraki birbirine
bağlanmasıyla oluşturulmaktadır.
Bir partinin seçimlerden yüksek oy alması ile 'cüret'
kelimesinin yan yana getirilmesi, 'demokratik meşruiyet' kavramıyla çelişen,
hukukla ilgisi olmayan tamamen dar politik bir yaklaşımdır.
Öte yandan AK Parti'yi 'toplumu İslam devletine
dönüştürecek proje' sahibi olmakla suçlamak sadece hukuken değil, siyasi açıdan
bile ifade edilemeyecek bir iddiadır. Hukuk maddi dayanaklar gerektirir.
İddianamede anayasal düzene ve AK Parti'nin tüm politikalarına aykırı böylesine
kabul edilemez bir proje ile AK Parti'yi ilişkilendiren yaklaşım maddi
dayanaktan yoksundur. 'İslamcılık', 'siyasal İslam', 'radikalizm',
'köktendincilik' gibi kavramların bilimsel mahiyetiyle örtüşmeyen ve AK
Parti'nin siyasi tasavvuruyla yakından uzaktan ilgisi olmayan nitelemeler ciddi
bir bilgi eksikliğini ortaya koymaktadır.
İddianamede, AK Parti'ye hiçbir zaman isnat edilemeyecek
sözde bir 'siyasal İslam projesi' ile yeni anayasa çalışmaları arasında bağ
kurulması ise tümüyle dayanaksızdır. Yeni bir anayasa yapılması gerektiği
ülkedeki pekçok siyasetçinin, hukuk kurumunun, akademisyenlerin, sendikaların
ve partilerin ortak kanaatidir. Yıllardan beri bu sebeple çeşitli parti ve
kuruluşlar yeni anayasa çalışmaları yapmaktadırlar. Sözgelimi, Meclis'teki
siyasi partiler (1993), Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği (1992), Türkiye
Odalar ve Borsalar Birliği (2000) ve Türkiye Barolar Birliği (2001 ve 2007)
gibi kuruluşların yeni anayasa önerileri bulunmaktadır. Aynı şekilde, Anayasa
Mahkemesi'nin de 2004 yılında anayasa yargısı alanında önemli yenilikler
öngören bir anayasa değişikliği önerisini kamuoyuna sunduğu bilinmektedir.
AK Parti'nin yeni anayasa çalışmalarının, AB'den müzakere
tarihi almış bir ülkede, çağdaş dünya ile daha çok yakınlaşmaya dönük olduğu
açıktır. Kaldı ki, bazı akademisyenler tarafından hazırlanan, ancak partimizce
son şekli verilmeyen söz konusu anayasa taslağında laiklik ilkesinin mevcut
Anayasaya göre daha da güçlendirildiği herkes tarafından bilinmektedir.
Cumhuriyetin temel ilkelerini aynen muhafaza eden hatta pekiştiren bu anayasa
taslağını 'toplumu İslam devletine dönüştürecek proje'nin bir parçası olarak
takdim etmek, akılla, mantıkla ve iyiniyetle bağdaşmaz. AK Parti'nin anayasa
taslağı hazırlama çabalarının gizli bir niyetin ifadesi olarak okunması, hukuk
gibi maddi dayanaklarla işleyen bir sistem açısından kabul edilemez.
Sonuç olarak, 'köktendinci', 'karşı devrimci', 'siyasal
İslam', 'ılımlı İslam', 'aydınlanma felsefesi', 'küreselleşmenin merkez
güçleri' ve 'Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)' gibi teorik siyasi tartışmalarda
kullanılabilecek kavramların bir iddianamede yer alması, bu davanın hukuki
değil, siyasi mülahazalarla açıldığı yönündeki kuşkuları beslemektedir.
Bu kuşkuyu artıran diğer bir husus da, Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın 12.02.2008 tarihli Grup toplantısında anamuhalefet liderine
cevap olarak söylediği şu sözlerin iddianamede yer almış olmasıdır: 'İdam
sehpasının yolunu gösteriyor. Biz bu yola çıkarken daha önce de demokrasiye
inanmış insanların söylediğini söylüyoruz. Biz o beyaz çarşaflarla beraber yola
çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız. Bu konuda rahatız.' (s.53)
İddianameye göre, Başbakan 'kefen veya idam gömleğiyle özdeşleşen 'beyaz
çarşaf' betimlemesiyle devleti ve toplumu dönüştürme kararlılığını ve bu uğurda
neleri göze aldığını vurgulamış, ölüm ve idam çağrıştırmalarıyla halkın bir
kısmını laik devlet aleyhine kışkırtıcı tavrını sürdürmüştür' (s.135). Oysa,
Başbakanın bu sözlerle Başsavcının iddia ettiği gibi toplumu dönüştürme uğruna
değil, milli iradenin üstünlüğünü ve demokrasiyi koruma uğruna ölümü göze
aldığını anlatmak istediği çok açıktır ve takdir edilmesi gereken bir cesaret
örneğidir.
Başsavcı, bu sözleriyle kamu adına hareket etmesi gereken
tarafsız bir hukuk adamı kimliğini bir kenara bırakmış ve söz konusu polemikte
muhalefetin diliyle konuşan siyasi bir kimliğe bürünmüştür. Parlamento içinde
ve dışında bazılarının sürekli biçimde partimizi 1957 sonrasının Demokrat
Partisine, Başbakanı da Adnan Menderes'e benzettiği ve onların sonu ile tehdit
ettikleri herkesin malumudur. Bu benzetmeler ve tehditler karşısında 'Biz bu
yola çıkarken daha önce de demokrasiye inanmış insanların söylediğini
söylüyoruz' diyerek kendisini savunan bir siyasi liderin sözlerini 'halkın bir
kısmını laik devlet aleyhine kışkırtıcı tavır' olarak göstermek, açıkça bir
siyasi tavrın ve siyaseten taraf olmanın işaretidir.
27 Mayıs darbesini yücelten, Adnan Menderes ve
arkadaşlarının idamını 'halkın coşkuyla karşıladığını' söyleyenlerin ve bu
yolla bugün yeni 27 Mayıslara davetiye çıkaranların bulunduğu bir siyasi
ortamda demokrasiye olan inancı cesaretle ve kararlılıkla ifade etmenin hangi
mantıkla kınandığını anlamak imkansızdır. İddianamedeki bu kınama, diğer siyasi
imalarla birleşince daha da anlamlı hale gelmektedir. İddianamenin, bir
zamanlar Demokrat Partiye yöneltilen, 'karşı devrimci', 'çoğunlukçu' ve 'Laik
Cumhuriyete karşı bir rövanş arayışına girişmiş' gibi ithamları bu kez
partimize yöneltmesi, söz konusu siyasi kampanyaya bir destek niteliğindedir.
Sadece bu bile, iddianamenin hukuki değil tamamen siyasi bir metin olduğunu
göstermeye yeterlidir.
Bu siyasi tavır karşısında AK Parti olarak bizim
konumumuz değişmemiştir. Tüm korkutma, tehdit ve sindirme girişimlerine karşı
diyoruz ki: Bu topraklarda demokrasinin kökleşmesi, devletimizin güçlenmesi,
millet iradesinin yüceltilmesi, insan hakları standardının yükseltilmesi,
milletimizin refah, huzur ve özgürlük içerisinde yaşaması için elimizden gelen
her şeyi yaptık, yapıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz.
II. DEMOKRASİLERDE SİYASİ PARTİ ÖZGÜRLÜĞÜ VE SINIRLARI
1. Demokrasi ve Siyasi Partiler
Demokrasi, siyasi yönetimin meşruiyetini yönetilenlerin
rızasına ve temsiline dayandıran bir yönetim biçimidir. 'Halkın iktidarı'
anlamına gelen demokrasi, eşitlik, özgürlük ve çoğulculuk gibi değerleri öne
çıkaran toplumların yegâne siyasi tercihidir. Çağdaş demokrasilerin temel ilke
ve kurumları serbest ve düzenli seçimler, çoğulculuk ve siyasi yarışma, insan
hakları, hukuk devleti ve temel politikaları belirleme yetkisine seçilmişlerin
sahip olmasıdır. Demokrasiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran temel özellik,
yönetilenlerin kendileriyle ilgili karar ve kuralların oluşturulması sürecine
katılmalarıdır. Başka bir ifadeyle, demokrasilerde halk hem yönetilen hem de
yönetendir. Demokratik ülkelerde hukuk kurallarına riayet edenler, son tahlilde
başkalarının iradesine değil, kendi iradelerine itaat etmiş sayılmaktadır.
Kısacası, yönetime ve onun aldığı kararlara meşruiyet sağlayan husus, halkın
temsilcileri yoluyla siyasi sürece katılmasıdır. Dolayısıyla, siyasi katılım
demokrasinin temel unsurudur.
Bu nedenle, halkın yönetime katılımının başlıca aracı
olan siyasi partiler, demokrasilerde merkezi bir role ve öneme sahiptirler.
Siyasi partiler, toplumdaki farklı düşünce ve görüşleri siyasi alana taşıyarak,
halkın temsili, siyasi iktidarın kullanılması ve muhalefet işlevlerini yerine
getirirler. Bu nedenle demokratik hayatın vazgeçilmez unsurları olarak kabul
edilmektedirler. Modern demokrasiler, aynı zamanda 'partiler demokrasisi'
olarak da anılmaktadır. Demokrasiyi geliştiren partilerdir ve demokrasi
partiler dışında düşünülemez. Siyasi partiler, toplumsal alanda oluşan farklı
görüş ve taleplerin siyasi sisteme taşınmasını sağlayan kurumlardır. Bu yönüyle,
partiler sivil toplumla siyasal toplum arasındaki bağlantıyı kurarlar. Siyasi
partiler, bir yandan toplumsal talepleri siyasi karar alma mekanizmasına
taşıyarak aşağıdan yukarıya bir hareketlilik sağlarken, diğer yandan makro
düzeyde politikaların uygulanması yoluyla da bu taleplerin hayata geçirilmesini
sağlarlar. Bu fonksiyon onları siyasi katılımın temel araçları konumuna
getirmektedir. Bu nedenledir ki, siyasi partiler uluslararası sözleşmeler ve
demokratik anayasalar tarafından güvence altına alınmıştır.
Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine göre, siyasi
partiler demokrasinin layıkıyla işleyebilmesi için hayati bir rol oynayan
örgütlerdir. Bu nedenle, partilere yönelik her müdahale, kaçınılmaz olarak hem
örgütlenme özgürlüğünü hem de sonuçta demokrasiyi etkileyecektir.
(TBKP/Türkiye, par.25, 31). Dolayısıyla, bir siyasi partinin kapatılması, ancak
fevkalade ciddi durumlarda başvurulabilecek son derece ağır bir yaptırımdır.
(Sosyalist Parti/Türkiye, par.51; ÖZDEP/Türkiye, par.45).
Siyasi parti özgürlüğü, çoğulcu demokrasilerin olmazsa
olmazı olan düşünce ve ifade özgürlüğünün özel bir kullanım biçimidir. Siyasi
partiler toplumsal ve siyasi sorunların çözümüne yönelik farklı programlara
sahiptirler. Partileri birbirinden ayıran ve siyasi parti özgürlüğünü anlamlı
kılan temel özellik de budur. Tüm siyasi partilerin aynı görüşleri benimsemesi
ve adeta ortak programa sahip olmasının istenmesi çoğulcu demokrasiyle
bağdaşmaz. Siyasi partilerin savunduğu görüşlerin değeri, onların doğru,
tutarlı veya isabetli olmasından değil, demokratik ve barışçıl bir yöntemle
ifade edilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Farklı görüşlerin yasaklanması,
siyasi rejimi özgürlükçü, çoğulcu ve demokratik olmaktan çıkarıp, tek sesli ve
baskıcı bir yapıya dönüştürme tehlikesi doğurabilir.
Demokrasilerde, siyasi partiler kendi görüşleri
doğrultusunda oluşturdukları programları ile halkın karşısına çıkarlar ve
iktidarı yarışmacı seçimler sonucunda elde etmeyi amaçlarlar. Serbest seçimler
sonucunda iktidara gelen bir parti, ülke sorunlarının çözümü için demokrasi ve
hukukun üstünlüğü çerçevesinde programını uygulama yetkisine sahiptir.
Demokrasilerde iktidarların el değiştirmesi ancak seçim yoluyla mümkündür.
Siyasi partiler sahip oldukları vazgeçilmez konumları nedeniyle,
demokrasilerde hukuki güvenceye kavuşturulmuştur. Bu çerçevede partilerin
yasaklanması konusunda çok önemli koruyucu hükümler getirilmiş ve kapatılmaları
oldukça zor koşullara bağlanmıştır. Kapatma biçimindeki yaptırım, siyasi parti
özgürlüğünün özünü ortadan kaldırabileceği içindir ki, ancak zorunlu durumlarda
istisnai ve en son çare olarak düşünülmektedir. Siyasi partilerin keyfi ve
ölçüsüz olarak yasaklanmasının çoğulcu demokratik rejimin özünü zedeleyeceği
kabul edilmektedir.
Batılı demokrasilerdeki siyasi partilerin yasaklanması
konusundaki uygulamada da bu evrensel standartlara uygun hareket edilmiştir.
Nitekim Avrupa'da 1950'lerden bugüne kadarki süreçte sadece üç siyasi parti
kapatılmıştır. Bunlardan ikisi, Avrupa'nın yaşadığı totaliter diktatörlüklerin
etkisiyle Federal Almanya'da verilmiş kapatma kararlarıdır. Bu partilerden Nazi
partisi olan Sosyalist Reich Partisi 1952 yılında, Alman Komünist Partisi ise
1956 yılında kapatılmıştır. Türkiye'de siyasi parti kapatma yaptırımına sürekli
örnek gösterilen Almanya'da, Anayasa Mahkemesi, 1951 yılında Federal Hükümet
tarafından açılan Komünist Partisi davasında, bir siyasi partinin siyasi
yarışma sonucu tasfiye olmasının onun bir yargı kararıyla yasaklanmasına
nazaran daha doğru olacağı düşüncesiyle, yıllarca kapatma kararı vermekten
imtina etmiş, ancak Hükümetin başvurusunu geri çekmeyeceğine kanaat getirince
kapatma kararı vermiştir. (Donald P. Kommers, The Constitutional Jurisprudence
of the Federal Republic of Germany, Durham&London: Duke University Pres,
1989, s.227-228). Ayrıca, bu ülkede kapatılan partilerin devamı niteliğindeki
partilerin halen siyasi alanda faaliyetlerini sürdürdükleri de bilinmektedir.
Avrupa'da daha sonraki dönemde kapatılan yegane parti ise İspanya'daki Herri
Batasuna Partisidir. Bu parti 2003 yılında ayrılıkçı terör örgütü ETA ile
organik bağının bulunduğu gerekçesiyle kapatılmıştır.
Siyasi partilerin kapatılması konusundaki evrensel
standartların, insan haklarına saygılı ve demokratik bir hukuk devleti olan
Türkiye açısından da geçerli olması gerektiğinde kuşku yoktur. Nitekim 1961 ve
1982 Anayasalarında siyasi partilerin demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez
unsurları olduğu açıkça belirtilmiştir. Anayasalarımızda bu evrensel ilke yer
almasına rağmen, uygulamada çok sayıda parti demokratik sistemlerde ve
uluslararası sözleşmelerde öngörülen kriterlere aykırı bir şekilde
kapatılmıştır. Böylece siyasi partilerin demokrasiler açısından
'vazgeçilemezliği' ilkesi adeta tersine çevrilmiştir. Bu durum, siyasi
partileri uygulamada kolaylıkla 'vazgeçilebilir' hale getirmiştir.
1961 Anayasasının yürürlüğe girdiği tarihten bu yana
Anayasa Mahkemesi tarafından yirmidört siyasi parti kapatılmıştır. Bu sayıya
askeri müdahaleler döneminde kapatılan siyasi partiler dâhil değildir. Kapatılan
parti sayısı itibariyle Türkiye, çağdaş demokrasilerde kırılması imkansız bir
rekorun sahibidir. Sadece 1961 Anayasası döneminde kapatılan parti sayısı bile
tek başına demokratik ülkelerde kapatılan partilerin toplamından daha fazladır.
1982 Anayasası döneminde daha yoğun biçimde parti kapatma kararları verilerek
siyasi alan iyice daraltılmıştır. Öte yandan, yoğun biçimde siyasi parti
kapatma kararı vermekle, ülkedeki sorunlara demokrasi ve hukuk sınırları
içerisinde çözümler üretme ve sorunları böylece çözme imkanı da ortadan
kaldırılmaktadır. Yasaklama biçimindeki yaptırım nedeniyle düşünce ve siyasi
parti özgürlüklerinin içi boşaltılmaktadır.
Türkiye uygulamasının evrensel standartlara uymadığının
en açık göstergesi, Anayasa Mahkemesi tarafından verilen siyasi parti kapatma
kararlarının biri hariç tamamının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından
Sözleşmenin ihlali olarak kabul edilmiş olmasıdır.
2. Siyasi Partilerin Yasaklanmasında Evrensel Standartlar
İddianamede siyasi parti kapatma nedenlerinden
bahsedilirken AİHS hükümleri ve Venedik Komisyonu ilkelerine de atıf yapılmakla
birlikte, Venedik Komisyonu ilkelerinin siyasi partiler için son derece
güvenceli bir koruma sistemi getirdiği, sadece şiddeti benimseyen siyasi
partilerin kapatılabileceğine cevaz verdiği gerçeği görmezlikten gelinmektedir.
Avrupa Konseyi bünyesinde ortak bir demokrasi standardını
oluşturmak amacıyla kurulan Venedik Komisyonu, siyasi partilerin yasaklanması
ve kapatılmaları konusundaki 2000 tarihli raporunda şu ilkeleri belirlemiştir:
Siyasi partinin anayasada barışçıl yöntemlerle bir
değişiklik yapmayı savunması tek başına onun yasaklanması ya da kapatılması
için yeterli bir delil olarak görülemez.
Siyasi partiler, ancak şiddet kullanmayı savunmaları ya
da demokratik anayasal düzeni ortadan kaldırmak suretiyle hak ve özgürlükleri
yok etmek amacıyla şiddeti siyasi bir araç olarak kullanmaları durumunda
yasaklanabilir.
Partilerin yasaklanması veya kapatılması biçimindeki yaptırım
istisnai bir tedbir olarak en son çare biçiminde kullanılmalıdır.
Siyasi parti hakkında dava açılmadan önce, davayı açacak
hükümet ya da diğer devlet organlarınca, siyasi partinin özgür ve demokratik
siyasi düzen veya hak ve özgürlükler için gerçek bir tehlike oluşturup
oluşturmadığına ve kapatma ya da yasaklama yaptırımı dışında daha hafif
tedbirlerle bu tehlikenin önlenmesinin mümkün olup olmadığına bakılmalıdır.
Siyasi parti kapatma davaları, hukuki usulün tüm
güvencelerine yer veren, aleni ve adil bir yargılama sonucunda karara
bağlanmalıdır.
Bu ilkelerden de anlaşılacağı üzere, Venedik Komisyonu
siyasi partilerin ancak şiddeti savunma veya şiddeti politik bir araç olarak
kullanma durumunda kapatılabileceğini belirtmektedir.
Diğer yandan, siyasi partilerin kapatılması, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesinin birçok maddesiyle ilgilidir. Partilerin tüzel kişilik
olarak kurulması ve faaliyette bulunması, temel olarak 11 inci maddenin
koruması altındadır. AİHM, siyasi parti özgürlüğünü örgütlenme özgürlüğünün bir
unsuru olarak görmektedir.
Siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin davalar
Sözleşmenin 10 uncu maddesiyle korunan ifade özgürlüğüyle de yakından
ilgilidir. Kapatma davasında sunulan 'delillerin' neredeyse tamamı ilgili parti
üyelerince değişik tarihlerde yapılan açıklamalardan ibaret olduğundan, dava
açısından ifade özgürlüğünün önemi daha da artmaktadır.
Yargılama sırasında ortaya çıkabilecek ihlaller
Sözleşmenin adil yargılanma hakkını düzenleyen 6 ncı maddesini de devreye
sokabilecektir. Kapatma kararının sonuçları dikkate alındığında, mülkiyet hakkı
ihlali de gündeme gelebilecektir.
Ayrıca, bir siyasi partinin kapatılmasına neden olduğu
gerekçesiyle partili milletvekillerinin parlamento üyeliğinin düşürülmesi ve
beş yıl süreyle herhangi bir partide yer alamaması yaptırımı, AİHS'in 1 nolu
Protokolünün 3 üncü maddesine aykırılık sonucunu doğurabilecektir.
Sadak/Türkiye (2002) kararında AİHM, başvurucuların partilerinin kapatılması
sonucu otomatik olarak milletvekilliklerinin düşmesinin orantılı bir yaptırım
olmadığına karar vermiştir. Mahkemeye göre, bu yaptırım Sözleşmenin 1 Nolu
Protokolünün 3 üncü maddesinde korunan seçilme ve parlamento üyesi olma
hakkının özüyle bağdaşmadığı gibi, başvurucuları parlamentoya üye olarak
gönderen seçmenin egemen iradesini de ihlal etmiştir. (par.40).
Aynı şekilde, partilerinin kapatılması sonucu haklarında
beş yıl parti yasağı getirilen Nazlı Ilıcak, Merve Kavakçı ve Mehmet Sılay'ın
başvuruları üzerine, 2007 yılında AİHM, Sözleşme'nin seçme ve seçilme hakkının
ihlal edildiğine karar vermiştir. AİHM'in bu kararlarına göre, Anayasanın
milletvekilliğinin düşmesi ve beş yıllık parti yasağı sonuçlarını doğuran
hükümleri siyasi parti mensupları bakımından oldukça ağır bir yaptırım
öngörmektedir. Başvuru sahipleri hakkında uygulanan bu ciddi yaptırımlar,
sınırlama sebebi olan meşru amaçlarla orantısız bulunmuştur.
Siyasi parti özgürlüğünün sınırları konusundaki AİHM
içtihadı Türkiye'de kapatılan partilerin yaptığı başvurular üzerine
oluşturulmuştur. AİHM bu kararlarında siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin
ilke ve ölçütleri açık bir biçimde ortaya koymuştur. Bu ilke ve ölçütleri şu
şekilde özetlemek mümkündür:
Siyasi parti kararlarında AİHS'in 11 inci maddesi, ifade
özgürlüğünü koruyan 10 uncu maddeyle birlikte değerlendirilmelidir.
Siyasi partilerin program ve projelerinin devletin
anayasal yapısı ve ilkeleriyle uyuşmaması, bunların demokrasiyle de
bağdaşmadığı anlamına gelmez. Buna göre, demokrasinin kendisine zarar vermediği
müddetçe, siyasi partiler mevcut anayasal düzeni sorgulayabilirler, farklı
siyasi görüşleri savunabilirler.
Siyasi parti özgürlüğüyle ilgili Sözleşmenin 11 inci
maddesinin ikinci fıkrasındaki sınırlama sebepleri oldukça dar ve katı
yorumlanmalıdır.
Siyasi partiler, inandırıcı ve zorunlu sebeplerle ve
ancak istisnai olarak kapatılabilir.
Bir siyasi partinin gerçekleştirdiği faaliyetlerde
kullandığı tüm yöntemler hukuki ve demokratik nitelikte olmalıdır.
Siyasi partinin önerdiği değişikliklerin kendisi de
bizzat temel demokratik ilkelere uygun olması gerekmektedir.
Siyasi partinin tüzük veya programındaki ifadelerden
hareketle kapatılması söz konusu olamaz, partinin somut öneri ve faaliyetleri
olmalıdır.
Siyasi partilere yönelik sınırlamalar, demokratik bir
toplumda zorunlu ve meşru amaçla orantılı olmalıdır. Kapatma yaptırımının
'zorlayıcı toplumsal ihtiyaca' cevap vermeye yönelik olması gerekir.
İddianamede siyasi partilerin yasaklanması konusunda AİHM
kararları ile ortaya konulan ölçütlere yer verilmekle birlikte, bu ölçütlere
göre neden AK Partinin kapatılması gerektiği hiçbir şekilde ortaya
konulamamıştır. Aksine, iddianamede yer verilen AİHM ölçütlerinin dikkate
alınması halinde bu kapatma davasının hiç açılmaması gerekirdi.
Nitekim, AİHM'e göre parti kapatma yaptırımının
'zorlayıcı toplumsal gereksinim' şartını sağlayıp sağlamadığını belirlemek için
şu üç temel şartın gerçekleşmesi gerekmektedir (RP/Türkiye, Büyük Daire,
par.104):
Bir siyasi partiden kaynaklanan demokrasiyi ortadan
kaldırmaya yönelik riskin yeteri kadar yakın/kaçınılmaz olduğunu gösterecek,
varlığı ispat edilmiş sağlam, inandırıcı deliller bulunmalıdır.
İlgili siyasi parti yöneticilerinin ve üyelerinin eylem
ve beyanları partiye isnat edilebilir nitelikte olmalıdır.
Siyasi partiye isnat edilebilir nitelikteki eylem ve
beyanlar, partinin 'demokratik toplum' kavramıyla bağdaşmayan bir toplum
modelini tasavvur ettiğini ve savunduğunu açıkça ortaya koyacak şekilde bir
bütün teşkil etmelidir.
Bu şartların hiçbiri bu davada söz konusu değildir,
olamaz da. Çünkü AK Parti, demokrasiye yönelik yakın ya da uzak bir risk teşkil
etmek bir yana, bu ülkenin demokratlarının yöneldiği neredeyse yegane adres
haline gelmiştir. Bu gerçeğe tersinden bakmak ve aksini göstermeye çalışmak
için kullanılan sözler, hiçbir şekilde AİHM'in kastettiği anlamda hukuki ve
inandırıcı delil olarak vasıflandırılamaz. Doğrulukları bile araştırılmadan
dosyaya konan gazete haberleri, bağlamlarından koparılan sözler, tekzip edilen
beyanlar, yanlış çevrilen röportajlar ve tüm bunlardan çıkarılmaya çalışılan
kurgusal ve sanal sonuçlar eğer gerçekten 'delil' kabul edilecekse, bu
'deliller' karşısında yeryüzünde demokrasi için risk teşkil etmeyecek bir
siyasi parti bulmak imkansız hale gelecektir.
Öte yandan iddianame, partimizi geçmiş bazı partilerin
devamı olarak gösterme gayreti içindedir. Burada amaç bellidir. AİHM'in bir
siyasi partiyle ilgili olarak verdiği karardan hareketle, partimizin de
kapatılmasının Sözleşme'ye uygun olacağı izlenimi oluşturulmak istenmektedir.
Ancak, bu gayret beyhudedir. AK Parti 2001 yılında tamamen yeni bir parti
olarak kurulmuş ve bunu sadece söylemleriyle değil, eylemleriyle de
göstermiştir.
AK Parti, programını henüz gerçekleştirme imkanı
bulamamış bir muhalefet partisi de değildir. Şimdiye kadar, ülkenin daha ileri
gitmesi için önerdiği ve yaptığı tüm reformlar, AİHM'in öngördüğü kriterler
çerçevesinde her bakımdan yasal ve demokratik araçlarla gerçekleşmiştir. AK
Partinin şu ana kadar gerçekleştirdiği ve gerçekleştirmeyi taahhüt ettiği
önerilerin tamamı da demokrasinin temel ilkeleriyle uyumludur. Hatta, 2002
yılından beri yapılanlar Türkiye'de insan hakları, demokrasi ve hukukun
üstünlüğünün tarihte hiç olmadığı kadar pekiştirilmesine imkan sağlamıştır. Bu
açık ve yalın gerçeğe rağmen partimizle ilgili doğrudan veya dolaylı olarak
'antidemokratiklik' suçlamasının yapılması, bilinen tüm akıl ve mantık
kurallarını alt üst etmek olacaktır. Bu durum, şayet kavram karışıklığından
kaynaklanmıyorsa, kesinlikle bir önyargı ve kötü niyetin ürünüdür.
3. Türkiye'de Siyasi Partilerin Yasaklanması
Türkiye'de siyasi parti özgürlüğü ve sınırları Anayasa ve
Siyasi Partiler Kanunu tarafından düzenlenmiştir. 1995 ve 2001 yıllarında
yapılan Anayasa değişiklikleri ile evrensel standartlara uyum amacıyla siyasi
partileri korumaya yönelik daha güvenceli hükümler getirilmiş ve kapatma
zorlaştırılmıştır. 1995 yılında Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı
fıkrasında yapılan değişiklikle, siyasi partilerin 68 inci maddenin dördüncü
fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü kapatılmasında 'odak olma'
koşuluna yer verilmiştir. 2001 yılında ise odak olmanın şartları 69 uncu
maddenin altıncı fıkrasına eklenerek, siyasi partilerin eylemleri nedeniyle
kapatılmaları önceki duruma göre daha da zorlaştırılmıştır. 2001 yılında
ayrıca, Anayasa Mahkemesinin siyasi parti kapatma davalarında kapatma için en
az beşte üç oy çokluğuyla karar alma şartı getirilmiş (m.149/1) ve kapatma
yaptırımı yerine, dava konusu fiillerin ağırlığına göre ilgili siyasi partinin
Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına da karar
verilebileceği öngörülmüştür (m. 69/7).
2001 Anayasa değişikliğiyle, bir siyasi partinin
'Anayasaya aykırı eylemlerin odağı olması'nın şartları Anayasada açıkça
düzenlenmiştir. Buna göre, bir siyasî parti, Anayasanın 68 inci maddesinin
dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemler 'o partinin üyelerince yoğun bir
şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya
merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup
genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut
bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde
işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır'.
(m.69/6).
Bu düzenlemeye göre, Anayasaya aykırı eylemlerin siyasi
parti üyelerince yoğun bir şekilde işlenmesi ve bunların yetkili organlarca
benimsenmesi şartlarının gerçekleştiği somut ve açık kanıtlarla
belirlenmelidir. Örneğin, üyeler bir takım eylemler icra ediyor, fakat parti
organları bunları benimsemiyorsa, parti odak haline gelmez. Yine parti
yetkililerinin 'kararlılık içinde' işlenmeyen eylemleri de partiyi odak haline
getirmez. Başka bir ifadeyle, Anayasaya aykırı eylemleri işleyenlerin bu
eylemleri süreklilik içinde ve sıklıkla tekrarlamaları zorunludur.
Ayrıca, 2001 Anayasa değişikliklerinden sonra siyasi
partilerin sadece beyanlardan dolayı 'odak' haline gelmesi mümkün değildir.
Zira, Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrasında 'eylemler'den dolayı bir
siyasi partinin odak olabileceği öngörülmektedir. Bu değişiklik, ifade
özgürlüğünün alanını genişletmek amacıyla Anayasanın Başlangıç kısmının beşinci
paragrafında yapılan değişiklikle de paralellik arz etmektedir. Bu bağlamda,
'beyan' değil de 'faaliyet'i sınırlandıran bir değişiklik yapılmıştır.
Başlangıç kısmında yapılan bu değişiklikle 'düşünce ve mülahaza' ibaresi
'faaliyet' sözcüğüyle değiştirilmiştir. Anayasa değişikliği teklif gerekçesinde
'düşünce ve mülahaza' ibaresinin 'doğrudan düşünceye bir sınır teşkil etmesi
nedeniyle' değiştirildiği açıkça belirtilmiştir.
Diğer yandan, Anayasanın 90 ıncı maddesinde 2004 yılında
yapılan değişiklik de siyasi partilerin kapatılması bakımından önemli sonuçlar
doğuracak niteliktedir. Anayasa Mahkemesi, siyasi partilerin kapatılması
davalarını görürken Anayasa ve Siyasi Partiler Kanununda yer alan hükümlerin
yanı sıra, Anayasa'nın 90 ıncı maddesi uyarınca, uluslararası insan hakları
sözleşmelerini de dikkate almak durumundadır. Zira Anayasa Mahkemesi parti
denetimi yaparken 'bir davaya bakan mahkeme' konumundadır. Nitekim, iddianameye
göre de, 'SPY'nın öncelikle İHAS gözetilerek ve Anayasa hükümleri de İHAS'a
göre yorumlanarak, siyasi partiler hakkındaki kapatma yaptırımın irdelenmesi
gerekmektedir' (s.9).
Türk hukuku bakımından uluslararası sözleşmeler 2004
tarihli Anayasa değişikliğine kadar iç hukukta kanunlarla eşdeğerde iken, 2004
yılında Anayasanın 90 ıncı maddesine eklenen bir hükümle insan haklarına
ilişkin uluslararası sözleşmeler ile kanunların çatışması halinde sözleşme
hükmünün uygulanması esası benimsenmiştir. Bu yeni hükme göre, 'Usulüne göre
yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası
andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle
çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.' Özellikle
parti özgürlüğünü güvence altına alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ifade
ve örgütlenme özgürlüklerine ilişkin hükümleri ile bu hükümlerin uygulanmasına
ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarının göz önünde tutulması ve
bunlar ile iç hukuk kuralları arasında bir çatışma görülmesi halinde, Sözleşme
hükümleri ile Mahkeme içtihatlarının öncelikle uygulanması zorunludur.
Anayasa Mahkemesinin parti kapatma konusundaki kararları
ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihadı arasında önemli farklılıklar
vardır. Dolayısıyla, Anayasa Mahkemesinin 2004 Anayasa değişikliğinden sonra
bakacağı parti kapatma davalarında AİHM içtihadını dikkate alarak 2004'ten önce
ortaya koyduğu ve parti özgürlüğünü büyük ölçüde daraltan içtihadını
değiştirmesi gerekmektedir.
Nitekim Anayasa Mahkemesi, 2.3.2007 tarihli kararıyla,
AİHM'in siyasi parti davalarında verdiği ihlal kararlarını yargılamanın
yenilenmesi sebebi olarak kabul etmiştir. Bu kararında Anayasa Mahkemesi,
'Kapatılan Türkiye Birleşik Komünist Partisi hakkındaki davanın 4.12.2004
günlü, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 311. maddesinin (1) numaralı
fıkrasının (f) bendi uyarınca yargılamanın yenilenmesi yoluyla tekrar görülmesi
isteminin, aynı Yasa'nın 318. maddesi uyarınca KABULE DEĞER OLDUĞUNA' karar
vermiştir.
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Türkiye'de
siyasi partiler hukuku alanında yapılan anayasal ve yasal değişiklikler, siyasi
partileri daha güvenceli bir konuma getirme amacını taşımaktadır. Bu
değişikliklerden sonra, Türk hukuku bakımından da bir siyasi parti ancak
istisnai durumlarda ve en son çare olarak kapatılabilecektir. Siyasi parti
kapatma davalarında yetkili yargısal makamların anayasakoyucunun bu açık
iradesini dikkate alması, Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesinin bir
gereğidir.
III. DAVA HUKUKİ TEMELDEN YOKSUNDUR
1. Bu davada 'odak' olma şartları gerçekleşmemiştir
1982 Anayasasında yapılan değişikliklerle siyasi
partilerin kapatılması zorlaştırıldığı halde, Adalet ve Kalkınma Partisinin
kapatılmasının talep edilmesi Anayasa ile temelden çelişmektedir. Nitekim,
zorlama bir mantıkla hazırlanan iddianamede, eylemlere dayalı olarak
odaklaşmanın gerçekleştiği hiçbir şekilde ortaya konulamamıştır. Partililere
ait, her biri tek başına açıkça ifade özgürlüğü kapsamında bulunan düşünce
açıklamaları delil olarak sunulmak suretiyle odaklaşma koşulunun sağlandığı
izlenimi verilmek istenmektedir. Bu nedenle, dava bir siyasi parti kapatma
davası olmaktan ziyade, adeta bir ifade özgürlüğü davası niteliğine
bürünmüştür. Dolayısıyla, bu davada Anayasaya aykırı eylemlerin odağı olma
koşulu kesinlikle gerçekleşmemiştir. Şöyle ki:
(a) Yukarıda açıklandığı üzere, siyasi parti özgürlüğünü
genişletmeye ve partilerin kapatılmasını zorlaştırmaya yönelik anayasa değişikliklerinden
sonra siyasi partilerin sadece beyanlardan dolayı 'odak' haline gelmesi mümkün
değildir. Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrası, bir siyasi partinin
odak olabilmesi için Anayasaya aykırı eylemlerin varlığını şart koşmaktadır. Oysa,
partimiz hakkında açılan davada sunulan deliller arasında laikliğe aykırı
herhangi bir 'eylem' bulunmamaktadır.
(b) Kaldı ki, iddianamede 'laikliğe aykırı eylemler'
olarak sıralanan hususlar, laikliğe aykırı bir nitelik taşımamaktadır. Bu durum
karşısında iddianame ile kurgulanan tez bütünüyle çökmektedir.
(c) Parti üyelerine ait olduğu belirtilen 'eylemler'in
parti yetkili organlarınca benimsendiğine dair deliller sunulamamıştır.
(d) Parti yetkili organları olarak Anayasada 'partinin
büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya
Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulu'
sayılmıştır. Anayasada sayılan yetkili organlardan sadece Genel Başkan 'tek
kişi'dir, diğer organlar 'kurul' niteliğindedir. Kurul niteliğindeki organların
eylemlerinden söz edebilmek için bu kurullarca alınmış kararların bulunması
zorunludur. Halbuki, iddianamede sunulan deliller arasında tek bir kurul kararı
dahi bulunmamaktadır.
Siyasi Partiler Kanunu'nun 102 inci maddesinin ikinci
fıkrasına göre de, 'parti genel başkanı dışında kalan parti organı, mercii
veya kurulu tarafından Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasında yer
alan hükümlere aykırı fiilin işlenmesi halinde, fiilin işlendiği tarihten
başlayarak iki yıl geçmemiş ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı söz konusu
organ, mercii veya kurulun işten el çektirilmesini yazı ile o partiden ister.'
Oysa, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı iddianamede yer verdiği ve 'eylem'
olarak nitelendirdiği hususların hiçbirisi için partimizden SPK m.102/2 ile
getirilen 'işten el çektirme' başvurusu yapmamıştır. Bu durum da partimizin
hiçbir yetkili organ, mercii veya kurulunun Anayasaya aykırı eylemlerinin
bulunmadığını göstermektedir. Dolayısıyla yetkili organların eylemleri olarak
geriye sadece AK Parti Genel Başkanının 'ifadeleri' kalmaktadır ki, bunların da
'laikliğe aykırılık' oluşturmadığı aşağıda ayrıntılı örneklerle açıklanacaktır.
(e) Genel olarak bireyler bakımından düşünce özgürlüğü
kapsamında kabul edilen ifadeler, siyasi parti mensuplarınca kullanıldığında
bunların kapatma nedeni olarak görülmesi ifade özgürlüğüyle ve onun özel bir
kullanım biçimi olan siyasi parti özgürlüğüyle bağdaşmamaktadır. Herhangi bir
kişinin serbestçe söyleyebileceği bir sözü bir siyasinin evleviyetle
söyleyebilmesi gerekir. Özgürlükçü ve çoğulcu demokrasilerde bundan daha doğal
bir şey olamaz. Aksi halde, farklı toplumsal görüş ve talepleri siyasi alana
taşımak için kurulan siyasi partiler işlevsiz kalacaktır.
Nitekim AİHM, İncal/Türkiye kararında, demokratik bir
toplumun temel unsuru olan ifade özgürlüğünün siyasi partiler ile partilerin
aktif üyeleri açısından özellikle önemli olduğunu, siyasilerin ifade
özgürlüğünü sınırlamaya yönelik müdahalelerin daha sıkı bir denetime tabi
olması ve otoritelerin siyasilerden gelen eleştirilere daha çok tahammül
etmeleri gerektiğini belirtmiştir (par.46). Aynı şekilde Castells/İspanya
kararında da AİHM, ifade özgürlüğünün özellikle halkın taleplerini dile getiren
seçilmiş siyasi temsilciler bakımından daha önemli olduğunu, bu nedenle de
siyasilerin ifade özgürlüğüne yönelik müdahalelerde daha dikkatli olunması
gerektiğini vurgulamıştır (par.42).
Kaldı ki bu bağlamda iddianamede de, 'Siyasi partiler,
demokratik bir rejimde hak ve özgürlüklerden en çok yararlanması gereken
örgütlerdir. Bu durum siyasi partiler için daha geniş bir faaliyet alanını
ortaya çıkarmaktadır' ifadesine yer verilmiştir. (s.21). Ancak aynı iddianamede
daha sonra paradoksal biçimde, son derece yalın ve basit düşünce açıklamaları
kapatmaya delil olarak gösterilmektedir. Bu tür düşünce açıklamalarına
dayanarak bir siyasi partinin kapatılmasının talep edilmesi bile tek başına
özgürlükçü demokratik rejimin ne derece ciddi bir tehlike ile karşı karşıya
bulunduğunu gözler önüne sermektedir. Oluşturduğu mantık kurgusu ile iddianame,
demokratik bir ülkede siyasi parti özgürlüğünün özünü ortadan kaldırması ve
siyasi partileri gerçek işlevinin dışına çıkardığını göstermesi bakımından da
bir ibret vesikasıdır.
İddianamede partililerin Anayasaya aykırı eylemleri
olarak nitelendirilen beyan ve faaliyetlerin neredeyse tamamı, aykırılık
oluşturmak bir yana, insan haklarına bağlı demokrat bir partinin savunması
gereken düşünce ve politikalardan oluşmaktadır. 'Anayasaya aykırı eylem' olarak
iddianameye konulan ifadelerde insan haklarına, demokrasiye, laikliğe ve hukuk
devletine vurgu yapılmaktadır. Kaldı ki, bu nitelikte olmayan, başkalarının
katılmayacağı ya da hoş görmeyeceği düşünce açıklamaları dahi, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınan 'ifade özgürlüğü' kapsamında
değerlendirilmelidir.
2. Partimizin laikliğe aykırı hiçbir eylem ve söylemi
bulunmamaktadır
2.1 AK Partinin Laiklik Anlayışı
Bu davanın açılmasının temel nedenlerinden biri,
iddianamede savunulan laiklik anlayışı ile partimizin laiklik anlayışı
arasındaki farklılıktır. Buradan hareketle laikliğin gerekleri konusunda da
farklı görüşler ortaya çıkabilmektedir. İddianamede laiklik tek boyutlu bir
kavram olarak görülmekte ve bireylerin benimsemesi gereken 'bir uygar yaşam
biçimi' ve 'yaşam felsefesi' şeklinde takdim edilmektedir. Bu yaklaşıma göre,
laiklik 'toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması'dır.
Laikliğin bu yorumu 19.yüzyıl pozitivizminin katı 'ilerlemeci' anlayışına
dayanmaktadır.
Buna karşılık, AK Partinin laiklik anlayışı, çağdaş
demokratik toplumların özgürlükçü laiklik anlayışıyla tamamen uyumlu bir
yaklaşımı yansıtmaktadır. Partimizin savunduğu laiklik anlayışı, başkalarının
temel hak ve özgürlüklerine asla bir tehdit içermemektedir. Aksine, bu anlayış
tüm bireylerin farklı inanış ve yaşam biçimleriyle barışçıl bir şekilde bir
arada yaşamasını öngörmektedir. Buna rağmen, iddianame partimizin demokratik ve
özgürlükçü laiklik anlayışını ve onun gereklerini laikliğe aykırılık olarak
göstermeye çalışmaktadır. Buna delil olarak da, Başbakan'ın laikliğin bir din
olmadığı, dine alternatif olarak sunulmasının yanlış olduğu ve bireylerin değil
devletin laik olabileceği yönündeki bazı sözleri kullanılmaktadır (s.28, 30).
Modern laiklik anlayışı, farklı din ve inançları
sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul ederek, onların bir arada barışçıl
beraberliğini sağlamayı hedefleyen siyasi bir ilkedir. Bu nedenle laiklik
bireyi değil, devleti muhatap alır. Nitekim, Anayasamızın 2 nci maddesinde
değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek bir ilke olan laiklik, Devletin bir
niteliği olarak sunulmuştur. Anayasanın 24 üncü maddesindeki din istismarı
yasağının amacı da, esasen Devletin laik niteliğinin aşındırılmasını
engellemektir. Devletin temel niteliklerinden biri olarak laiklik, toplumdaki
her türlü inanç ve düşünce karşısında eşit mesafede durmayı gerektirmektedir.
Partimizin bu laiklik anlayışı Anayasanın 2 nci maddesinin gerekçesinde de
ifadesini bulmuştur. Bu maddenin gerekçesine göre 'Hiçbir zaman dinsizlik
anlamına gelmeyen lâiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip
olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dinî inançlarından dolayı diğer
vatandaşlardan farklı bir muameleye tâbi kılınmaması anlamına gelir.'
Bu anlamda laiklik, çağdaş demokrasilerin benimsediği temel
ilkelerden biri olan devletin tarafsızlığının din-devlet ilişkilerine
yansımasını ifade etmektedir. Devletin inançlar karşısında tarafsız
kalabilmesi, siyasi ve hukuki düzenini herhangi bir dinin esaslarına
dayandırmaması ile mümkündür. Bu, laik düzende din işleri ile devlet işlerinin
ayrılmasına işaret etmektedir. Kısacası, çağdaş laiklik anlayışı bir yandan
devlet düzeninin dini kurallara dayanmamasını, diğer yandan da devletin
bireylerin sahip olduğu din ve vicdan özgürlüğünü güvenceye almasını gerektirmektedir.
İktidarımız süresince laikliğin bu iki temel ayağını aksatacak herhangi bir
icraatın içinde olmadık, bundan sonra da olmayacağız.
Partimizin bu laiklik anlayışı parti programında da ifadesini
bulmaktadır. Programdaki ilke ve esaslara başta Genel Başkan olmak üzere tüm
partililer her zaman uymuşlardır. Genel Başkan Erdoğan, 'Tüzük ve program
dışındaki veya bunlara aykırı yaklaşımların partide yer bulamayacağını'
defalarca belirtmiştir. Programın 'Temel Haklar ve Siyasi İlkeler' bölümünde şu
ifadeler yer almıştır (EK-1 , AK Parti Programı):
'Düşünce ve ifade özgürlükleri uluslararası standartlar
temelinde inşa edilecek, düşünceler özgürce açıklanabilecek, farklılıklar birer
zenginlik olarak görülecektir.
Partimiz, dini insanlığın en önemli kurumlarından biri,
laikliği ise demokrasinin vazgeçilmez şartı, din ve vicdan hürriyetinin
teminatı olarak görür. Laikliğin, din düşmanlığı şeklinde yorumlanmasına ve
örselenmesine karşıdır.
Esasen laiklik, her türlü din ve inanç mensuplarının
ibadetlerini rahatça icra etmelerini, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda
yaşamalarını ancak inançsız insanların da hayatlarını bu doğrultuda tanzim
etmelerini sağlar. Bu bakımdan laiklik, özgürlük ve toplumsal barış ilkesidir.
Partimiz, kutsal dini değerlerin ve etnisitenin istismar
edilerek siyaset malzemesi yapılmasını reddeder. Dindar insanları rencide eden
tavır ve uygulamaları ve onların, dini yaşayış ve tercihlerinden dolayı farklı
muameleye tabi tutulmalarını anti-demokratik, insan hak ve özgürlüklerine
aykırı bulur. Öte yandan dini, siyasi, ekonomik veya başka çıkarlara alet etmek
veya dini kullanarak farklı düşünen ve yaşayan insanlar üzerinde baskı kurmak
da kabul edilemez.'
İddianamede partimizi laiklik aleyhine fiillerin odağı
olarak göstermek için kullanılan söylem ve eylemlerin hiçbiri, laiklik ilkesine
aykırı değildir. Örneğin, Türkiye'nin Yugoslavya'ya benzetilmesi karşısında
Başbakanın 'Yüzde 99'u Müslüman bir ülke Türkiye'de din bir çimentodur' sözü
laiklik aleyhine bir söylem olarak takdim edilmektedir (s.29). Bu söz,
Türkiye'nin sosyolojik ve kültürel gerçekliğine ilişkin bir tespitten ibaret
olup, ülkemizin asla bir Yugoslavya olmayacağına işaret etmektedir. Bir ülkede
yaşayan insanların ortak değer olarak bir dine mensup olduklarını ve bu değerin
de en önemli birleştirici unsurlardan biri olduğunu ifade etmenin laiklikle
çelişen hiçbir yönü bulunmamaktadır. Farklı etnik kimlikler temelinde bölünmez
bütünlüğe tehditlerin yöneldiği bir ülkede, bu tür birleştirici olgusal
gerçeklikleri ifade eden bir siyasi liderin laiklik karşıtlığıyla suçlanmasını
anlamak ve bunu laikliğin çağdaş yorumuyla bağdaştırmak mümkün değildir.
'Türk halkının yüzde 99'unun Müslüman olması'na yapılan
vurgu, çok farklı siyasiler, gazeteciler, yazarlar ve akademisyenlerce
benimsenen ve yerli ya da uluslararası bilimsel metinlerde de yer alan
'sosyolojik bir tespit' olarak kullanılmaktadır.
Ayrıca, Başbakanın söz konusu konuşmasının bağlamları
dikkatle incelendiğinde, bu konuşmaları, çeşitli kesimlerce toplumumuzda
oluşturulmasından kaygı duyulan 'Alevi-Sünni çatışması' gibi konular gündeme
geldiğinde ifade ettiği ve Müslüman olan-olmayan ayrımıyla hiç alakası olmayan,
vatandaşlarımız arasında mezhep ve görüş çatışmasının körüklenmesine karşı
birleştirici bir tutum olarak dillendirdiği görülecektir. Zaten bunu
destekleyen onlarca konuşmasında Başbakan, AK Partinin 'din eksenli bir parti
olmadığını' açıkça ifade etmiştir (EK ' 2)
Diğer yandan, iddianamede Genel Başkana atfedilen
'Türkler, laikliğin Anglo-sakson yorumunu daha uygun buluyor' sözü de laikliğe
aykırı gösterilmeye çalışılmaktadır (s.34). Aslında, bu bile tek başına
iddianamedeki laiklikle ilgili argümanların tutarsızlığına açık bir örnek
teşkil etmektedir. İddianame, bir yandan partimizi Türkiye'yi 'şeriat devletine
dönüştürme'yi amaçlamakla itham ederken, diğer yandan Anglo-Sakson laiklik
yorumunu daha uygun bulduğumuzu ifade etmektedir. Bu bir çelişkidir, zira
hiçbir Anglo-Sakson ülkesi teokratik bir devlet sistemine sahip değildir.
Kaldı ki, Kıta Avrupası ülkeleri içinde laikliği en katı
şekilde uygulayan Fransa'da bile 'laisizm' ve 'laiklik' kavramları birbirinden
ayrılmaktadır. Laisizm bir fikir akımı, laiklik ise hukukî ve siyasi bir
ilkedir. Laisizmin, toplumun tüm faaliyet alanlarını kilise etkisi ve dini
normlardan arındırmayı amaç edinmesine karşılık, laiklik bunu sadece devletin
görev alanına inhisar ettirmiştir. Oysa, Türkiye'de bu farklılık yeterince
bilinmemekte ve çoğu zaman ikisi birbirine karıştırılarak biri öbürünün yerine
ikame edilmektedir ki, kavram kargaşasına yol açan nedenlerden biri de budur.
Kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi'ne bağlı
Parlamenterler Meclisi'nin 1993 yılında aldığı 1202 sayılı karar da Avrupa
ortak mekanına hakim olan laiklik anlayışını yansıtmaktadır. 'Demokratik
Toplumlarda Dini Hoşgörü' başlığını taşıyan bu kararda birey-toplum ve din
ilişkilerine dair şu tespitlerde bulunulmaktadır:
Din, bireyin kendisi ve yaratıcısıyla olduğu kadar, dış
dünya ve içinde yaşadığı toplumla da ilişkilerini zenginleştirici bir işlev
görür.
Batı Avrupa farklı dini inançların hoşgörü içerisinde
birlikte yaşayabildiği bir seküler demokrasi modeli geliştirmiştir.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (m.18) ve Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi (m.9) tarafından güvence altına alınan ve insan onurundan
kaynaklanan din özgürlüğünün kullanılması, özgür ve demokratik bir toplumu
gerektirmektedir.
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, bu tespitlerin
ardından, Bakanlar Komitesi, Avrupa Topluluğu (Birliği) ve üye devletlere yasal
güvenceler konusunda da şunları tavsiye etmektedir:
Din, vicdan ve ibadet özgürlüğünü güvence altına almaya
yönelik düzenlemeler yapılmalıdır.
Giyim, yiyecek ve dinsel günlerin kutlanması gibi
konularda farklı dini uygulamalar için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.
Görüldüğü gibi, AK Partinin dinin birey, toplum ve devlet
ile ilişkisine bakışı, Avrupa ülkelerindeki hakim anlayışla uyum içindedir.
Dolayısıyla, bu bakış açısını yansıtan beyanların laiklik ilkesine aykırı
olduğunu ileri sürmek, çağdaş demokrasilerdeki anlayıştan habersiz olmak
anlamına gelir.
2.2. Laiklik, Başörtüsü ve İfade Özgürlüğü
İddianamenin partimizi laiklik aleyhtarı olarak takdim
ederken kullandığı en temel argüman üniversitelerde başörtüsü serbestisine
ilişkin söylem ve eylemlerdir. Bu konuda partimiz mensuplarının değişik
tarihlerde basına yansıyan sözleri ve nihayet Parlamentonun kabul ettiği
Anayasa değişiklikleri yeterli 'delil' olarak gösterilmektedir.
Bu iddiaya yönelik cevabımız üç noktada toplanmaktadır.
Birincisi, yükseköğretim kurumlarında kız öğrencilerin başörtüsü ile öğrenim
görebilmesine ilişkin görüşlerin laiklikle ilişkilendirilmesi isabetli
değildir. İkincisi, bu görüşün laikliğe uygun ya da aykırı olup olmadığından
bağımsız olarak, iddianamede delil olarak sunulan sözlerin tamamı ifade
özgürlüğü kapsamında herkesin rahatça dile getirdiği sözlerdir. Üçüncüsü,
Parlamentoda gerçekleşen Anayasa değişikliği ve bu yöndeki kanun teklifleri
birer yasama işlemi olması nedeniyle partimize değil, yasama organına isnat
edilebilecek eylemlerdir.
2.2.1 Üniversitelerde başörtüsü serbestliği bireysel
özerkliğin ve özgürlüğün gereğidir
Yükseköğretim kurumlarında başörtüsü serbestliğinin
laiklikle ilişkilendirilmesi, kavramsal ve ampirik olarak doğru değildir.
Yukarıda açıklandığı üzere, laiklik bir toplumda tüm inanç ve görüşler
karşısında devletin tarafsızlığını gerektirmektedir. Devlet, başkalarına zarar
vermediği takdirde, bireylerin kişisel tercihlerine saygı duymak zorundadır.
Üniversite çağına gelmiş reşit bir öğrenci bireysel tercihleri nedeniyle başını
örtmek istediğinde buna engel olunması onun özgürlük ve özerkliğine yönelik bir
müdahale anlamına gelecektir. Laik devlet, yetişkin insanları kendileri için
neyin doğru ya da yanlış olduğuna karar verebilecek, dolayısıyla tercihlerini
ifade edebilecek özerk bireyler olarak görmek durumundadır. Bu nedenle,
laiklik, bireysel tercihlerde bulunma ve kendi yaşam biçimini belirleyebilme
gücüne sahip bireylerin oluşturduğu özgür ve çoğulcu bir toplum için elverişli
bir ortam sunmaktadır. Bireysel tercihleri hiçe sayan kısıtlamalar, toplumun
birbirinden farklı inanç, düşünce ve yaşam biçimlerine sahip bireyleri
içerdiği, dolayısıyla çeşitli olduğu gerçeğini de dikkate almamaktadır.
Farklılıkların bir arada yaşatılmasını hedefleyen demokratik bir ülkede
üniversite öğrencilerinin şu ya da bu nedenle tercih ettikleri bazı kıyafetleri
yasaklamak, çoğulculuğu, birlikte yaşama arzusunu, hoşgörü ve diyalogu ortadan
kaldırabilecek bir uygulamadır. Laik bir düzende yükseköğretim kurumlarında
kılık ve kıyafetin yasaklanmaması, bireysel özgürlüklere, eşitlik ilkesine ve
farklı tercihlere saygının bir gereğidir.
Cumhuriyetimizin temel ideali, tüm bireylerin ve
özellikle genç kızların modern eğitim sisteminin kazanımlarından faydalanmasıdır.
Unutulmamalıdır ki, Türkiye'de 'eğitim ve öğretimin birliği' (Tevhid-i
Tedrisat) esastır. Bu nedenle başörtülü genç kızların devlet tarafından
çerçevesi belirlenen üniversite eğitimi alması, böylece çağdaş bilgilerle
donanmaları Cumhuriyetin kazanımı olacaktır. Bugün modern toplum tüm
bireylerin, özellikle de kadınların modern eğitim alması sayesinde inşa
edilmekte ve sürdürülmektedir. Bu noktada gerçek bir Cumhuriyetçi bakış açısı,
bir kısım kız öğrencilerin başörtüleri sebebiyle modern eğitim sisteminden
dışlanmasını değil, modern eğitim sistemine dâhil edilmelerini gerektirir.
Böylece bu toplum kesimlerini ve yetiştirecekleri nesilleri toplumsal hayatın
merkezi süreçlerine katmak ve dışlanmalarını önlemek, modern devlet düzeni ve
toplum hayatı için kazanımdır. Unutulmamalıdır ki, modern eğitim sistemi içine
dâhil edilemeyen toplumsal kesimlerin, marjinal ya da radikal bazı fikirler
karşısında bağışıklıkları zayıftır. O nedenle başörtülü olarak eğitim sistemi
içinde yer almak ve çağdaş toplum yapısının gereklerine uygun bilgilerle
donanmak isteyen kişilerin taleplerinin karşılanması laiklik ilkesini
zayıflatan değil, güçlendiren bir yaklaşımdır.
Üniversite eğitimi din ve devlet işlerinin ayrılması
ilkesinin kaynağı olan seküler bir yapıya sahiptir. Bu yapı içinde din ve
vicdan hürriyetinden faydalanarak başörtüsü örten, vatandaşlık görevlerini
yerine getiren kişilerin modern eğitim hizmeti alma taleplerinin karşılanması
siyasi açıdan ayrıştırıcı değil, topluma entegre edici bir yaklaşımdır. Çağdaş
devlet düzeni açısından tehdit unsuru içeren radikal ve marjinal fikirlere set
çekilmesi, ancak toplumun mümkün olan en geniş kesiminin eğitim sistemi içine
dâhil edilmesi ve demokratik prensipler ışığında bunun azamileştirilmesi ile
mümkündür.
Diğer yandan, üniversitelerde kılık ve kıyafete yönelik
kısıtlamaların laikliğin gereği olduğu görüşü ampirik olarak da doğru değildir.
Laiklik ilkesinin şu ya da bu ölçüde benimsendiği demokratik ülkelerin
hiçbirinde yükseköğretim kurumlarında başörtüsü yasağının bulunmadığı bir
gerçektir. İlköğretim ve lise düzeyindeki devlet okullarında başörtüsünü
yasaklayan Fransa'da dahi üniversite düzeyinde böyle bir yasak bulunmamaktadır.
Bu bağlamda iddianamede partimizin bu gerçeklere ilişkin ifadeleri 'yanıltıcı'
olarak nitelendirilmekte ve 'Avrupa'da en fazla Müslüman nüfus barındıran
devletlerden Fransa'da türbanı okullarda ve kamusal alanda yasaklamıştır'
denmektedir (s.114). Oysa gerçekte 'yanıltıcı' olan partimizin görüşleri değil,
Başsavcının bu iddiasıdır. Fransa'da sadece ilk ve ortaöğretim düzeyindeki
devlet okullarında başörtüsü sınırlaması söz konusudur. Üniversite düzeyinde
ise böyle bir sınırlama bulunmamaktadır.
Fransa'da başörtüsü dâhil dini sembollerin eğitim
kurumlarında kullanılması hakkında 2003 yılında oluşturulan Stasi Komisyonu bir
rapor hazırlamıştır. Bu rapor çerçevesinde 10 Şubat 2004 günü çıkarılan
yasayla, ilk ve orta dereceli devlet okullarında öğrencilerin bir dini eğilimi
açıkça ortaya koyan işaretleri taşımaları ve kıyafetleri giymeleri
yasaklanmıştır. Üniversitelerle ilgili olarak, Stasi Komisyonu önceliğin
öğrencilerin dini, siyasi ve felsefi inançlarını ifade etme hakkına verilmesi
gerektiğini kabul etmiştir. Nitekim, devlet okulları dışında ve üniversitelerde
başörtüsü yasağı bulunmamaktadır.
Kısacası, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyeliği için
çalışan bir siyasi partinin Avrupa'nın hiçbir ülkesinde bulunmayan bir yasağı
kaldırmaya çalışmasını laiklikle ilişkilendirerek Anayasaya aykırı saymak doğru
bir yaklaşım değildir.
2.2.2 Kılık ve kıyafet serbestliğine ilişkin sözler ifade
özgürlüğü kapsamındadır
Anayasamızın 2 nci maddesine göre Cumhuriyetin
değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek niteliklerinden biri de 'demokratik
devlet'tir. Demokrasinin temeli de ifade özgürlüğüdür. Sözün özgür olmadığı
yerde hiç kimse özgür değildir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de ifade
özgürlüğü ile ilgili ilkeleri ortaya koyduğu Handyside kararında ifade
özgürlüğünün demokrasiler için önemini açıkça belirtmiştir. Mahkeme, bu
kararında daha sonra ifade özgürlüğüyle ilgili verdiği hemen her kararında
tekrarladığı şu hususları vurgulamıştır:
İfade özgürlüğü, demokratik toplumun asli
temellerindendir, toplumun ilerlemesinin ve bireyin gelişmesinin temel
şartlarından birini oluşturur.
İfade özgürlüğü, demokratik toplumun vazgeçilmez
özelliklerinden olan çoğulculuk, hoşgörü ve geniş görüşlülüğün gereğidir.
İfade özgürlüğünün sağlayacağı özgür siyasi tartışma,
Sözleşmenin bütününe egemen olan demokratik toplum kavramının özünü oluşturur.