ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı:1999/2 (Siyasî
Parti Kapatma)
Karar Sayısı:2001/2
Karar Günü:22.6.2001
R.G.
Tarih-Sayı:05.01.2002-24631
DAVACI
: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
DAVALI
: Fazilet Partisi
DAVANIN
KONUSU : Fazilet Partisi'nin, Anayasa'nın 2., 24., 68., 69. ve 2820 sayılı
Siyasî Partiler Kanunu'nun 78., 86. ve 87. maddeleri uyarınca kapatılmasına
karar verilmesi istemidir.
I- DAVA
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 7.5.1999 günlü, SP.95 Hz.1999/116 sayılı
iddianamesi şöyledir:
Anayasamızın
24/son maddesinde:
(Kimse,
Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa,
din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama
amacıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince
kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz)
2820
sayılı Siyasî Partiler Kanununun 87 nci maddesinde ise:
(Siyasî
partiler, Devletin sosyal veya ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini,
kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya
siyasî menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya
dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne suretle olursa olsun
propaganda yapamaz, istismar edemez veya kötüye kullanamazlar)
Hükümlerine
yer verilmiştir.
Yukarıda
açıkladığım Anayasa ve yasa hükümleri ile, Anayasamızın 2, 68, 69, Siyasî
Partiler Kanununun 78 ve 86 ncı maddeleri birlikte değerlendirildiğinde Fazilet
Partisinin temelli kapatılmasına karar verilmesi gerekmektedir. Şöyle ki:
1-
Refah Partisinin kapatılmasına ilişkin Anayasa Mahkememizin 16.1.1998 gün ve
1/1 sayılı kararında;
Kamusal
kuruluşlarda ve öğretim kurumlarında başörtüsü ve onunla birlikte kullanılan
belli biçimdeki giysi, bir ayrıcalıktan öte ayırım aracı niteliğindedir. Dinsel
kaynaklı düzenlemelerle girişimler Anayasa karşısında geçerli olamaz ve bu tür
eylemler Anayasa'daki lâiklik ilkesine aykırılık oluşturur.
Anayasa'nın
153. maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme
ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı,
138. maddesinde de, yasama ve yürütme organları ile idarenin mahkeme
kararlarına uymak zorunda oldukları, bu organlarla İdarenin mahkeme kararlarını
hiçbir surette değiştiremeyeceği ve bunların yerine getirilmesini
geciktiremeyeceği öngörülmüştür. Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında
siyasî partilerin "hukuk devleti ilkesi"ne uymakla yükümlü oldukları
belirtilmiştir. Anayasa'nın 153. maddesinin son fıkrasına göre, gerçek ve tüzel
kişileri bağlayan Anayasa Mahkemesi kararları siyasî partileri de bağlar.
Anayasa
Mahkemesi'nin 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'na eklenen ek madde 16'nın
iptaline ilişkin 7.3.1989 günlü, E: 1989/l, K: 1989/12 sayılı kararında, lâik
bir devlette hukuk kurallarının kaynağının dinde değil akılda bulunduğu,
kişilerin iç dünyasına ilişkin olması gereken dinî inançlara göre yasal
düzenleme yapılmasının Anayasa'nın 2.. 10., 24. ve 174. maddelerine aykırı
olduğu belirtilmiştir.
Öte
yandan, Danıştay Sekizinci Dairesi'nin 23.2.1984 günlü, 207/330; 16.11.1987
günlü, 128/486; 27.6.1988 günlü 178/512 sayılı kararları ile Danıştay İdari
Dava Daireleri Genel Kurulu'nun 16.6.1994 günlü, 61/327 sayılı kararlarında da,
Yüksek Öğretim Kurumlarında başörtüsü ve türban takan öğrencilerin Atatürk
devrimleri ile lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı davrandıkları ve dine dayalı
devlet düzenini benimsedikleri kabul edilmiştir. Buna karşın, davalı Parti
Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN ile kimi parti yetkililerinin mahkeme
kararlarını etkisiz hale getirmek için resmi daire ve üniversitelerde türban
kullanmayı teşvik eden lâiklik ve hukuk devleti ilkelerine aykırı konuşmalar
yaptıkları anlaşılmıştır.
Anayasa
Mahkemesi'nin Anayasa'nın lâiklik ve düşünce özgürlüğüne ilişkin kurallarına
verdiği anlam ve içerikle İnsan Hakları Avrupa Komisyonu'nun konuya ilişkin
değerlendirmelerinde birçok ortak nokta bulunmaktadır. Komisyon No:18783/9l,
L.B/ Türkiye K.T. günlü, 3.5.1993, No.16278/90, S.K/Türkiye K.T. 3.5.1993 günlü
kararlarında, yüksek öğrenimini lâik bir üniversitede yapmayı seçen bir
öğrencinin bu Üniversitenin düzenlemelerini kabul etmiş sayılacağını,
üniversitelerce getirilen düzenlemelerin, farklı inanıştaki öğrencilerin
birlikteliğini sağlamak amacına yönelik olarak, Öğrencilerin dinsel inançlarını
açığa vurma özgürlüklerini yer ve biçim bakımından sınırlayabileceğin!,
özellikle nüfusun büyük bîr çoğunluğunun belirli bir dine mensup olduğu
ülkelerde, bu dinin tören ve simgelerinin herhangi bir yer ve biçimde sınırlama
olmaksızın sergilenmesinin, sözü geçen dini uygulamayan veya başka bir dine
mensup olan öğrenciler üzerinde baskı oluşturabileceğini, lâik üniversitelerin,
öğrencilerin kılık ve kıyafetlerine ilişkin kurallar koyarken, kimi kökten
dincilerin yüksek öğretimde kamu düzenini bozmamalarını ve diğerlerinin
inançlarına zarar vermemelerini sağlamaya özen gösterebilecekleri açıklanarak
L. B. ve Ş. K. isimli öğrencilere, lâik üniversite düzeninin gereklerine uygun
biçimde fotoğraf vermedikleri gerekçesiyle okul diploması verilmemesi, din ve
vicdan özgürlüğüne müdahale olarak görülmemiş ve şikayetin kabul edilemez
olduğuna karar verilmiştir.
Parti
Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN'ın lâiklik ilkesine ilişkin Anayasa ve yasa
kuralları ile Anayasa Mahkemesi kararlarını gözardı ederek, resmi daire ve
üniversitelerde türban ve başörtüsü kullanmayı teşvik eden konuşmaları lâik
düzen karşıtları için bir mesaj oluşturmuştur) denilmektedir.
Bu
karar, 22.2.1998 gün ve 23266 sayılı Resmî Gazetede yayınlanarak, tüm siyasi
partilerimiz ve vatandaşlarımızca öğrenilmiştir.
Bilindiği
gibi, siyasal islamcıların faaliyetlerinin orada oluşturmamasına rağmen Cenevre
Kanton Hükümeti. 16.10.1996 tarihli kararı ile, Kantonal Eğitim Müdürlüğünün,
Müslüman bir bayan öğretmenin, derslere, islam dini geleneğine uyarak,
başına türban takıp derslere girmesini yasaklamıştı.
Bu
karara yapılan itirazı değerlendiren İsviçre Yüksek Mahkemesinin 12.11.1997 gün
ve 419/1996 sayılı kararında (Karar için Bakınız Manisa Barosu Dergisi, Nisan
1998, Sayı 65):
(Her
ne kadar, ilgili yönünden, kendi giysileri ile açığa vurulan dinsel kimliği
büyük bir önem taşımakta ise de, belli koşullarda bu tür giysilerin
yasaklanması, nün özüne tecavüz sayılamaz. Çünkü, idari merci tarafından
yapılan bu yasaklamada, nın varlığı sözkonusudur) denilmektedir.
Hal
böyleyken ve hiçbir uluslararası sözleşmede dair herhangi bir hüküm
bulunmamasına rağmen, Fazilet Partisi Genel Başkanı dahil, tüm yöneticileri,
milletvekilleri ve belediye başkanları, adeta kandan başka birşeyle
beslenemeyen vampirler gibi, vatandaşlarımızın bir kısmının dinsel inançlarını
en kolay bu yoldan sömürüp, lâik devlet düzenimizle çatışmaya
sokabileceklerinin bilincinde olarak ve Anayasa Mahkememizin anılan kararını
hiçe sayarak, meydan meydan, köy köy dolaşıp, tüm televizyonlardaki açık oturum
ve söyleşilere katılarak, iddia ederek, halkımızın bir bölümünü Devletimize
karşı kışkırtmayı alışkanlık haline getirmişlerdir.
Bu
kışkırtmaların sonucu, sloganının atıldığı, bu sloganın yazıldığı pankartların
taşındığı toplantılar ve yasalarımıza aykırı yürüyüşler düzenlenmiş, televizyon
ekranlarına da yansıyan bu toplantı veya yürüyüşlerde, Fazilet Partisi
yöneticisi, milletvekili veya belediye başkanlarından bîr çoğunun hazır
bulunduğu, bu slogan ve pankartları işitmeleri ve görmelerine rağmen, başörtüsü
yasağının mutlaka kalkması gerektiğine ilişkin konuşmalar yaptıkları
görülmüştür.
18
Nisan 1999 tarihinde yapılan milletvekili seçimlerinden önce, annesi türbanını
çıkartmadığı için bir kamu kuruluşundan uzaklaştırılmak zorunda bırakılmış, kendisi
de türbanlı ve "hiçbir zaman ve hiçbir yerde türbanını
çıkarmayacağını" herzaman söyleyen Merve Kavakçı adlı hanım, Fazilet
Partisi yöneticileri tarafından seçilebilecek bir yerden önce milletvekili
adayı gösterilmiş; başta Recai Kutan olmak üzere Fazilet Partisinin tüm
yöneticileri Merve Kavakçı'nın, hem Mecliste türbanlı olarak yemin
edebileceğinin, hem de Meclis çalışmalarına türbanlı olarak katılabileceğinin
propagandasını yapmaya başlamışlardır.
Ekte
gönderdiğim görüntülü kasetlerle birlikte, Fazilet Partisi İstanbul
milletvekili Nazlı Ilıcak'ın, 2.5.1999 tarihinde İnterstar Televizyonu 19.30
haber bülteni ve 3.5.1999 tarihinde Show TV 19.30 haber bülteninde a katılarak
söylediklerinin birlikte değerlendirilmesinden, böşörtüsü kavgasının T.B.M.M.ne
taşınmasının sağlanması için Merve Kavakçı'nın özel olarak seçildiği ve
Mecliste yapacağı eylemi tüm Fazilet Partisi Milletvekilleri ve parti
yönetcilerinin önceden bildiği anlaşılmaktadır.
Yine
bilginize sunduğum görüntülü kasetlerin incelenmesinden, başörtüsü ile yemin
etme eylemi yapmak için T.B.M.M.ne, Nazlı Ilıcak'ın refakatinde gelen Merve
Kavakçı için yaptıkları tezahürat ve yemin töreninin sonucuna doğru salonda
bulunmadığı halde, Merve Kavakçı'nın ismi okununca Fazilet Partisi
milletvekillerinin tümünün katıldığı tezahürattan; 3.5.1999 günü Merve
Kavakçı'nın T.B.M.M.de yaptığı ve başörtüsü eylemini, insafsız ve ancak bir
ajan provokatöre yakışacak biçimde, Amerika'da zencilerin insan hakları için
yaptığı mücadeleye benzettiği basın toplantısına, Fazilet Partisi Grup
Başkanvekili Abdullatif ŞENER'le birlikte, Fazilet Partisinin pekçok
milletvekilinin katılması, eyleminin Fazilet Partisi yöneticileri tarafından
planlandığını ve teşvik edildiğini açık bir biçimde göstermektedir.
Olay,
tarafsız, içtiği andın anlamını bilen ve pekçok kamu görevlisinin aksine içtiği
anda bağlı kalan Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel tarafından, olay gecesi, TRT
1 de yayınlanan programında şu şekilde değerlendirilmiştir.
(T.B.M.M.
bu çeşit hadiselere sahne olmamalıydı. Olayı herkesin kınadığını
hissediyorum... Bu münferit hadise aslında bugünün hadisesi değildir. Günlerdir
planlanan bir hadisedir... Yani bir hadise çıkarılacaktır... Bu aslında
provokatörlüktür. Bu tip ajan provokatörler çok görülmüştür... Gemi azıya
alınmıştır... Bu işi bu hale getiren kişi, bunu yapmaya memurdur.... Eğer bunu
İslamın şartı sayıyorsa, bu bölücülüktür.... İslam da fitne çıkarmak, katilden
beterdir... Açıklıkla söyleyeyim bu bir cereyandır. Demokratik Cumhuriyete
karşı bir cereyandır. Bu cereyanın sahiplerine, devlet dairelerinde. Meclis
gibi nizamı 75 yıldır uygulanan bir yerde gösteri yapmalarına imkân verilemez)
demiştir.
Olgun
kişiliğiyle tanınan Başbakanımız Bülent Ecevit dahi çileden çıkmış, Meclis
Kürsüsünden ve olay anında:
(Türkiye'de
hiç kimse hanımların Özel yaşamında giyimine, kuşamına, inançları gereği başını
örtmesine karışmıyor. Ancak T.B.M.M. hiç kimsenin özel yaşam mekanı değildir,
burası devletin en yüce kurumudur. Burada görev yapanlar, devlerin kurallarına,
geleneklerine uymak zorundadırlar. Burası Devlete meydan okunacak yer değildir)
demek zorunda kalmıştır.
Daima
ülkemizde özgürlüklerin genişletilmesinden yana tavır koymuş olan Oktay Ekşi,
2.5.1999 günü Hürriyet Gazetesinde yayınlanan başyazısında, olayı gerçek
anlamda değerlendirerek şöyle demiştir:(... Merve Kavakçı ise kendisine
Necmettin ERBAKAN tarafından verilen, sadece Meclis'i değil, sistemi de
birlikte toprilleme görevini Meclis Genel Kurul salonuna, siyasi bir simge
haline gelmiş olan "başörtüsü" ile girerek yerine getirdiği için
mutluydu.
Belli
ki adeta bir terör çetesi gibi hazırlanmışlar.
Geride
sabotaj planlarını hazırlayan bir beyin var. Yaptığı PKK'nın "kutsal bir
görev yapacağına" inandırdığı, sonra beline bomba sarıp belli bir tarihte
belli bir yerde o bombayı patlatarak öbür dünyaya gönderdiği kadın militanları
kullanmasından farklı değil.
Onlar
kendilerini havaya uçururken çok çok beş on kişiyi de öldürebiliyorlar. Bu
olaydakinin görevi sistemi havaya uçurmak.
Sabotaj
planının sahibi belli ki Necmettin ERBAKAN'dan başkası değil.
Nazlı
Ilıcak'la Merve Kavakçı da sabotaj planının uygulayıcıları. Görev bölümünü
böyle yapmışlar.
Ama
ERBAKAN'la Ilıcak açısından sorun yok. Çünkü bomba Kavakcı'nın beline sarılı.
Dün
Meclis'te yaşananların özeti bize kalırsa bu idi.
Pardon...
Bir önemli benzerlik daha vardı:
Yaklaşık
sekiz yıl önce TBMM'nin yeni bir yasama dönemine başlayacağı gün aynen Merve
gibi, militan bir ruhla oraya gelmiş bir Leyla Zana vardı. O da "yemin
törenini" kendi "kutsal" inancı yönünde kullanmaya kalkmıştı.
Ancak onunki "bölmek"ti. Merve ise "yıkmak" için
gelmişti.).
T.B.M.M.
İçtüzüğünde, şeklinde yasaklayıcı bir hüküm bulunmaması. Fazilet Partisi
yöneticileri ile, Merve Kavakçı'nın eylemine meşruiyet kazandırmaz. Çünkü
Anayasa Mahkememiz, yüksek öğrenim kurumları, resmî daireler dahil, tüm KAMUSAL
KURULUŞLARDA, başörtüsü ve onun'a birlikte kullanılan belli biçimlerdeki
giysilerin giyilebilmesi için yapılacak yasal düzenleme girişimlerinin geçerli
olamayacağını ve bu tür eylemlerin Anayasa'daki laiklik ilkesine aykırılık
oluşturacağını açık bir biçimde belirtmiştir. Anayasa Mahkemesi kararları, hem
yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve hem de gerçek ve
tüzel kişileri bağlar. T.B.M.M.de hanım milletvekillerine başörtüsüyle yemin
etmelerine ve yasama faaliyetlerine katılmasına izin veren T.B.M.M. Başkanı
hakkında gereğini yapmak görevli Cumhuriyet Başsavcılarına ait olmakla
birlikte; Anayasamızın değişmez ilkeleri ve Anayasa Mahkememizin uyum gösteren
içtihatları karşısında, resmî dairelerimizde, belediyelerimizde, okullarımızda.
Türkiye Büyük Millet Meclisinde, başka bir deyişle tüm kamusal kuruluşlarda,
başörtüsü veya türban gibi dinsel kaynaklı giysilerle eğitim veya görev
yapılması için girişimlerde bulunan veya destek veren siyasi partiler hakkında
kapatma davası açmayan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının görevi kötüye
kullanmak suçunun sanığı olabileceği de gözden uzak tutulmamalıdır.
2-
Fazilet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül, 2.5.1999 tarihinde, Kanal
7'de yayınlanan Hafta Sonu Haberlerine saat 21.38 de canlı yayına iştirak
ederek (RTÜK'den getirttiğimiz görüntülü kaset ektedir) söyle demiştir:
(...
Başörtülü birisi Mecliste Anayasa'yı ihlâl ediyorsa, Meclisin dışında da ihlâl
ediyor demektir. O zaman dışardaki bütün başörtülüleri topla, otobüstekiler de
ihlal ediyor demektir. Uçağa da bindiremezsin. Eğer bu Anayasayı ihlal suçu ise
...özel hayatınızda Anayasa'yı ihlal edersiniz, laikliği ihlâl edersiniz,
milletvekili olunca laikliği ihlal edemezsiniz. Bu çok yanlış bir mantık)
demiştir.
Adıgeçen
Genel Başkan Yardımcısı, Anayasa Mahkemesi kararlarına uygun şekilde, Dünya
işlerinin laik hukukla, din işlerinin de kendi kurallarıyla yürütülmesini kabul
etmiyor. Her ikisinin de aynı kurallara tabi olmasını istiyor. Anayasamızın
24/son ve Siyasî Partiler Kanununun 87 nci maddesine aykırı şekilde, dini
hissiyatı alet ederek, laik devlet düzenimiz aleyhine propaganda yapıyor.\/O\
2820
sayılı Siyasi Partiler Kanununun 101 nci maddesinin birinci fıkrasının (b)
bendine göre, siyasi partilerin Genel Başkan Yardımcılarının sözlü yada yazılı
beyanları partiyi bağlar ve bu beyanlar 87 nci madde gibi bu Kanunun dördüncü
kısmında yer alan hükümlere aykırılık teşkil ediyorsa, yalnız başına parti
kapatma nedenidir.
3-
Yukarıda açıkladığım eylemlerin Fazilet Partisi'nin lâikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline geldiğini kanıtlayacağına inancımız tam olmakla birlikte; Ankara
Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığının 22.3.1999 ve Hz.1998/349, 4.5.1999
gün ve Hz.l998/349 sayılı yazılarına ekli tüm belgeleri de incelemenize sunmayı
bir görev sayıyoruz.
Bu
belgelerden, Fazilet Partisi Denizli Milletvekili Ramazan Yenidede'nin
15.5.1998 tarihinde yaptığı basın açıklamasını, Ankara Devlet Güvenlik
Mahkemesi Başsavcılığının ni ve dayanağı olan delilleri, Fazilet Partisi Hatay
Milletvekili Mehmet Sılay'ın, 1998 yılında yayınlanan ve mahkeme kararıyla
toplatılan başlıklı kitapta yazdıklarının Özellikle gözönünde tutulmasında
yarar görüyoruz.
4-
Anayasamızın 69 ncu maddesinin yedinci fıkrası gereğince
Refah
Partisi'nin kapatılacağını anlayan yöneticilerinin, kapatma tarihine yakın
günlerde ve kendi yakınlarına olarak adlandırılabilecek şekilde Fazilet
Partisini kurdurdukları, ülkemizde sokaktaki çocuklar tarafından dahi
bilinmektedir.
Malûm
olanın ayrıca isbatı gerekmez ve ayak oyunlarıyla yanıltılabilen,bir yargı
saygınlık kazanamaz.
Refah
Partisinin kapatılmasına ilişkin karar, 22.2.1998 tarihli Resmî Gazetede
yayınlanmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığının 24.3.1999 gün ve
17402/40490 sayılı yazılarına ekli listenin incelenmesi sırasında görüleceği
gibi, 123 tanesi 24.2.1999 tarihinde olmak üzere, 147 kapatılan Refah Partisi
mensubu milletvekili ile, Refah Partili belediye başkanlarının tamamına yakını
Fazilet Partisine geçmişlerdir.
2820
sayılı Siyasî Partiler Kanununun 95 nci maddesine aykırı şekilde, kapatılan
Refah Partisi milletvekillerinden Oğuzhan Asiltürk, Abdullah Gül, İsmail
Kahraman, Süleyman Arif Emre, Rıza Ulucak, Ömer Vehbi Hatipoğlu, Musa Demirci,
Ertan Yülek, Temel Karamollaoğlu, Cevat Ayhan, Necati Çelik, Fehim Adak, Bülent
Arınç. Bahri Zengin, Hasan Aksay, Aydın Menderes, Osman Yumakoğulları, Zeki
Ünal, Lütfi Doğan, Hanefi Demirkol ve Mehmet Ali Şahin, 17.12.1997 tarihinde
kurulan Fazilet Partisinin Genel İdare Kurulu ve Disiplin Kurulu üyesi
olmuşlardır.
Anayasamızın
69 ncu maddesinin yedinci fıkrasının, başka nedenler olmasa bile parti kapatma
nedeni olduğu gözden ırak tutulmamalıdır.
Fazilet
Partisi, yanlız Refah Partisinin değil, aslında ülkemizde dini siyasete alet
ettiği için kapatılan tüm siyasi partilerin devamı niteliğindedir. Metastas
yapan habis bir ur gibi, demokrasimizin sağlıklı işlemesini engelleyen,
Anayasal düzenimiz için daima oluşturmuş bu çeşit partilerin kapatılması,
Türkiye Cumhuriyetini sonsuza kadar yaşatabilmenin vazgeçilmez koşuludur.
SONUÇ
Yukarıda
açıklanan nedenlerle:
-
Anayasamızın, 2, 24/son, 68, 69, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanununun 78, 86
ve 87 nci maddeleri gereğince FAZİLET PARTİSİNİN TEMELLİ KAPATMASINA,
2-
Adıgeçen partinin kapatma nedeni sayılacak politikalarını benimsemediğini zaman
zaman açıkça ortaya koyan AYDIN MENDERES dışındaki tüm Üst düzey yöneticileri
ile, milletvekillerinin, Anayasamızın 69 ncu maddesinin sekizinci fıkrası
gereğince, ve ayrıca bunlardan milletvekili olanların milletvekilliklerinin,
Anayasamızın 84. maddesinin son fıkrası hükmü gereğince sona erdirilmesine
karar verilmesi talep olunur. 7.5.1999
II-
İDDİANAME EKİ
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın ek delillerin sunulmasına ilişkin 4.6.1999 gün ve
SP. 95 Muh.1999/252 sayılı yazısı şöyledir:
Fazilet
Partisi'nin kapatılmasına ilişkin olarak düzenlediğimiz, 7.5.1999 gün ve 116
sayılı iddianamemizde, adı gecen Partinin bölümünün (2) numaralı bendinde
açıklanan kararların da verilmesi gerektiği, aksi takdirde Fazilet Partisi'nin
kapatılması ile amaçlanan sonucun sağlanamayacağını ve aynı şahısların benzer
partileri kurma ve benzer eylemlerde bulunmasını engellenemeyeceğine içtenlikle
inandığımızdan; ayrıca MERVE KAVAKÇI'nın milletvekili seçtirilip, T.B.M.M.de
türbanıyla yemin etmesinin Fazilet Partisi üst düzey yöneticileri tarafından
önceden planlandığı, parti politikası olarak, 2.5.1999 tarihinde eyleme
dönüştürüldüğü, bu eylemin yapılacağının tüm Fazilet Partisi milletvekillerince
bilindiği, olay anında ve olay sonrası söz konusu milletvekillerince bu eyleme
destek de verildiği, bu eylemin de başlı başına Fazilet Partisi'nin kapatılması
ve iddianamemizin bölümünün (2) numaralı bendinde açıklanan kararların
verilmesi için yeterli delil oluşturacağı kanaatinde olduğumuzdan, kurallarını
gözönünde tutarak, delillerimizi genellikle bu iki hususa hasretmişdik.
Ancak,
yüksek Mahkemenizin, soruşturmanın genişletilmesi kanaatine varmasını saygı ile
karşılıyor, 13.5.1999 gün 106/429 sayılı yazınızla istenen ve bugüne kadar
Başsavcılığımın arşivlerine girmiş, konu ile ilgili delilleri, ek
delillerimizle birlikte, bilgilerinize arz ediyorum.
1-
Fazilet Partisi Genel Başkanı RECAİ KUTAN - Bazı kimseler çıkmışlar, hatta
bunların içinde rektör unvanı olanlar, profesör unvanı olanlar da var. Diyorlar
ki, bu rektörler, bu profesörler diyorlar. Buna olsa olsa kargalar güler, bu
iddiaya. Sevgili kardeşlerim bu ne biçim Cumhuriyet anlayışı ki milletin
inancına, milletin kültürüne, örfüne, adetine düşmanca bir tavır içerisindedir.
Sizin bu Cumhuriyet anlayışınıza olsa olsa muz cumhuriyeti derler.
(10.Ekim.1998. Kayseri Mitingi, Videobant ve Çözüm Tutanağı.)
RECAİ
KUTAN - Elbette başörtülü bir hanımefendi kardeşimiz Parlamentoya girmeli.
Bileğinin hakkıyla olabiliyorsa bakan da olmalı. Bakanlar Kuruluna girmeli.
Millet karar verirse, bizden aday olmaması için bir sebep yok. Bir hanımımız
inancı gereği başını örtüyor, eğitimini yapıyor, siyaset sahnesinde de ülkeye
hizmet etmek istiyorsa, elbette önü sonuna kadar açık olmalı (Milliyet
Gazetesi, 12 Ekim l998).
RECAİ
KUTAN - Türkiye'de Anayasal bir kuruluş var. Adına "YÖK" diyorlar.
Bunlar diyorlar ki, başörtülü hanım kızlarımız okulda başlarını açmalı. Anayasa
bir başka kuruluş var. O da Diyanet İşleri Başkanlığı. O ne diyor' Müslüman
hanımlarımız ve kızlarımız başlarını örtmelidirler. Allanın emri olduğu için.
Bu kızlarımız ne yapacak' YÖK'ün dediğinimi, Diyanet'in dediğini mi dinleyecek'
Bu şaşkınlıktır (Milli Gazete, 4 Nisan 1999).
RECAİ
KUTAN - Bunlar başörtüsüne el uzattılar. Bunlar, kimlerin başını örtmesine izin
veriyor' Bir kardeşimiz tarlada ot yoluyorsa, ya da zengin birinin evinde
hizmetkârlık yapıyorsa sorun yok, örtebilir. Ama bir hanım evladımız derse,
başını örtmesine diyorlar. Bu zulümlerin hepsi Allah'ın izniyle Fazilet Partisi
iktidarında ortadan kaldırılacaktır, söz veriyorum (Kırıkkale'de 11.4.1999
tarihinde yapılan miting.)
RECAİ
KUTAN - Bu hayat tarzını Merve hanım benimsemiş durumda, bu şekilde vatandaşın
önüne çıkmış, Başörtülü fotoğrafı ile YSK'na başvurmuş ve uygun görülmüş. Parti
olarak telkinde bulunmayız. Merve hanıma müdahale etmeyiz. Merve hanım
Parlamentoya girer, yeminini eder, parlamenter olarak görev yapar. (Sabah
Gazetesi, 27 Nisan 1999)
RECAİ
KUTAN - Rektör kışlana geri dön. Öğretim üyesi misin, cunta bekçisi mi' (Alkışlar).Rektör
için "Onbaşı Rektör" sıfatını kullanıyor)
2-
Fazilet Partisi Genel İdare Kurulu Üyesi NAZLI ILICAK - Bakın şu şapkayı
görüyorsunuz değil mi' Biz böyle şapkayı bırakıp gidenlerden değiliz, Fazilet
Partisi iktidar olunca bu zulüm çözülecek. Bu başörtüsü zulmü çözülecek, bakın
nasıl çözülecek. Çünkü Fazilet Partisi başörtülü hanımefendileri parlamentoya
sokacak. Çünkü başörtülü milletvekili olacak. Bakalım ne diyecekler milletin
seçtiklerine. Çünkü başörtülü bakan olacak bu memlekette... Nerede bir zulüm
varsa, o zulmü çekenlerin bir siyasi talebi olur. (Bu sözler aynı Mitingde
bulunan Recai Kutan'ın huzurunda söylenmektedir)
3-
Sivas-Suşehri ilçesi, Karşıyaka Mahallesinde, bir kahvehanede, 8.3.I999
tarihinde bir konuşma yapan Fazilet Partisi Meclis Grup Başkanvekili,
ABDULLATİF
ŞENER - Peki bunlar niye İmam-hatip okullarını kapattılar. Kur'an kurslarına
gidişi zorlaşırdılar. Üniversitelerdeki, imam-hatip okullarındaki kız
öğrencilerle mücadele ediyorlar, başörtüsüyle. Çünkü bunların vatandaşların inançları,
değerleri, menfaatleri diye bir telaşları, endişeleri yok.... Hiçbir Avrupa
ülkesinde, Amerika'da, Asya'sında, nereye giderseniz gidin, rahibe okullarında,
rahibe olmak için okuyan öğrencilerin başlarındaki örtüyü çıkarmaya hiçbir
siyasî partinin gücü yeter mi' Hiçbir siyasî iktidarın gücü yeter mi' Hiçbir
devletin gücü yeter mi' Yetmez. Kimsenin aklına da gelmez oralarda. Bırakın
Avrupa ülkelerini. Türkiye'de ruhban okulları var. Türkiye'deki ruhban okulları
öğrencilerinin başındaki örtüyü açmaya, kimsenin cesaret etmesi değil, niyet
etmesi bile mümkün değil. Peki ne oluyor da Türkiye'de imam-hatip okuluna
giden. İmam-hatip okulu nedir' Dinî bir okul. "Oraya giden kız öğrenci
başını açacak" diyor. Kim diyor' Vali genelge çıkarıyor. Aslına bakarsanız
Bursa'da yaşanan olay bir deney. Orada tutarsa bütün Türkiye'de
yaygınlaştıracaklar ve de milletin oyu ile iktidara gelen siyasîler, milletin
inançlarına uygun, saygılı davranış içinde bulunması gerektiğini hiç
düşünmüyor, aldırış da etmiyor, onu bir problem olarak da görmüyor.... Bunun
hesabının sorulması lâzım. Üniversitelerde de aynı hadiseler yaşanıyor.
Dünyanın hiçbir yerinde görülmez bir hadisedir. Bütün bunların çözümünün tek
adresi var. Bu adres Fazilet Partisidir. Neden öyledir' Bakın MERVE KAVAKÇI
ismi kazanacak bir yerdedir. O bölgeden inşaallah 10 civarında milletvekili
çıkaracağız, dördüncü sıradadır. Bu kardeşiniz Meclise girecektir. Kim bu' Bu
arkadaşımız, hanım bacımız, Türkiye'de tip fakültesinden, başörtülüdür diye
atılmış, kaydı silinmiş bir insan. Ama babası üniversiteden arkadaşımızdır,
profesördür. Babası bir ihtisas sebebiyle A.B.D.'ne gitmiş, 5-6 sene kalmıştır.
Kızını da yanına almış, Amerika'ya götürmüştür. Bu kız, Amerika'da Bilgisayar
Mühendisliği Fakültesinden başörtüsü ile diplomasini almış, gelmiştir. İşte
Türkiye ile Amerika arasındaki fark. Bir yerden başörtüsü ile diploma alıp
geliyor, bir yerde kayıt yapmıyorlar. Kaydını yapmış öğrenciyi okuldan
atıyorlar. Aradaki fark bu, inanıyoruz ki Türkiye'de bütün problemlerin çözüleceği
merci T.B.M.M.'dir ve T.B.M.M.'ne milletin inançlarını ve menfaatlerini taşıma
niyetinde olan siyasî kadrolar girdiği takdirde, bütün dertler ve
meseleler çözülür. Şöyle bir misyondaki bir İnsanın meclise milletvekili olarak
girmesi demek, Mecliste sorunun çözülmesi demek. Mecliste sorunun çözülmesi
demek, artık Türkiye'de, bu konuda hiçbir mercide, hiçbir makamda., hiçbir
kurumda böyle bir sorunun tartışılamıyacağı anlamına gelir.
ABDULLATİF
ŞENER - Eğer toplumda belli bir yaşama biçimini tercih etmiş olan insanların,
belli bir düşünce biçimini tercih etmiş olan insanların, Anayasada güvence
altına alınan fikir ve düşünce özgürlükleri baskı altına alınıyorsa, yaşama
biçimleriyle ilgili anlayışları baskı altına alınıyorsa, eğitim hakları baskı
altına alınıyor, engellenmeye çalışılıyorsa, faiz, buna da karşıyız. (T.B.M.M.
Tutanak Dergisi. 3.11.1998, 13.Birleşim, s.373).
ABDULLATİF
ŞENER - (Kanal 7 televizyonu, 26.5.1998 günü saat 18 Haber bülteni) SPİKER
ABDULLAH
GÜL - Adalet mülkün temelidir. Her şeyin temeli olan hukuk
siyasallaştırılmıştır bugün Türkiye'de. Niçin mi; misal vereyim, siz, bana,
hür, demokratik bir ülke gösterin ki, o ülkenin Anayasa Mahkemesinin üyeleri, o
ülkenin yüksek yargı organlarının üyeleri Genelkurmay Karargâhına gidip brifing
alsınlar ve aldıkları brifing üzerine de davalar görsünler!... (FP sıralarından
"Bravo" sesleri, alkışlar) siz, bana, yine, bir demokratik ülke
gösterin ki, milletin milletvekilleri bu kürsüde konuşurken tedirgin olsunlar.
Konuşmalarından sorumlu tutulsunlar!... Siz, yine, bana, bir demokratik ülke
gösterin ki, o ülkenin en büyük üniversitesinin rektörü, başörtüsü ve sakalla
uğraşmak için "gerekirse bilime ara verin" diyebilsin!....
ABDULLAH
GÜL - Sayın Bülent Ecevit, Türkiye'de, sizin Başbakan yardımcısı olduğunuz
dönemde, üniversiteler, bilim ve özgürlük yuvası olmaktan çıktı, baskının ve
zulmün en yoğunlaştığı, yoğunlukla yaşandığa yerler oldu. Hiç içiniz sızlamadı
mı üniversite kapısında coplanan kızları görmekten' Kanun ve hukuka aykırı
şekilde masum kız çocuklarının anayasa eğitim hakları zorbalıkla ellerinden,
alınırken, anne ve babalarının gözyaşını görürken hiç acı hissetmediniz mi'
....Sayın
Başkan, sayın milletvekilleri; son dönemlerde hükümet eliyle yapılan
kışkırtıcılık, bölücülük ve tahrik, hiçbir aklıselim sahibinin izah edemeyeceği
noktaya ulaşmıştır. Bununla, Bursa'da bir süredir olup bitenleri kastetmek
istiyorum. Bir ülkenin kendi kendisine yapabileceği en büyük kötülük Bursa'da
yapılmaktadır. Bir aydan beri, Bursa'daki imam-hatip okullarındaki kız
öğrencilerin başörtüsüyle uğraşmak, çocuk yastaki evlatlarımızı, babaları ve
ağabeyleri yaşlarındaki polislerle karşı karşıya getirmek ve onları sokaklarda
sürükletmek, sıradan insanlar olan anne ve babalarını günlerce sokaklara
dökmek, sizler için en büyük mahcubiyet olacaktır, insanların, özyurdunda
garip, özvatanında parya haline getirildiği Türkiye'de, Filistin benzeri
manzaraları ekranlara getirmek, kimin iktidarı döneminde olmaktadır'!
...55
nci hükümetteki icraatlardan dolayı ödüllendirilerek Milli Eğitim Bakanlığından
Başbakan Yardımcılığına terfi ettirilen sayın bakana da sesleniyorum şimdi:
Söz, birkaç gün önce, 9 Ocak 1999 günü, şehit öğretmenlerin eşlerine,
annelerine ve babalarına madalyalar taktınız; ülkenin bütünlüğünü korumak için
bu milletin çocuklarına en kötü şartlarda bile eğitim vermek için her türlü
tehlikeyi göze alıp bölücü örgüt tarafından şehit edilen öğretmenlerin
annelerine, babalarına ve genç hanımlarına madalyalar taktınız. Bütün
televizyon ekranları ve basın bu görüntüleri aziz milletimize aynen iletti.
Şimdi size soruyorum.
Sayın
bakan; başörtülü dîye okul kapılarında polis zoruyla sürüklediğiniz o kızlara
benzeyen başörtülü annelere, başörtülü gencecik mahzun dul hanımlara ve hatta
hatta, eşini vatan için şehit veren sizin o "kara çarşaflı" dediğiniz
şehit eşine madalyaları takarken hiç vicdanınız sızlamadı mı! (FP sıralarından
"Bravo" sesleri, alkışlar) Oğullarını bu vatan için şehit veren
annelerin kızlarını üniversite kapısında başörtülü diye sürüklerken, Sayın
Ecevit, hiç başınızı iki elinizin arasına alıp düşünmediniz mi; bu olup
bitenler bu ülkede oluyor diye hiç, düşünmediniz mi! Bu ülkede, sadece
babalarını, evlatlarını, eşlerini ya da kardeşlerini ölüme gönderme
karşılığında mı başörtüsü yasal hale edecektir!
ABDULLAH
GÜL - (1998-1999 öğrenim yılı başında, eşi Hayrunnisa Gül'ün başörtülü
fotoğrafıyla A.Ü. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesine kayıt için getirdiği, noter
ve gazetecileri de çağırdığı) Kayıt gerçekleşmeyince "bugün Moskova'da
yaşıyor olsaydık, böyle bir engelle karşılaşmazdı eşim" demiştin"
5-
MİLLETVEKİLİ MUSA UZUNKAYA - Sayın Bakan, durup dururken, 1997-1998 öğretim
yılının ikinci yarısında uygulanmak üzere, 12.1.1998 tarih ve 98/04 sayılı
Kılık Kıyafet Genelgesini okullara göndererek, az önce arkadaşlarımızın işaret
ettiği gibi yakın bir geçmişte, sadece Hazreti Muhammed'in doğum günü
vesilesiyle girdiği daha önceki yarışmalarda derecelere girmiş genç
yavrularımızın, imam-hatipte okuyan kızlarımızın, başı örtülüdür diye,
Kayseri'de, Ankara'da ve İstanbul'da yarışmalardan kovulması, uzaklaştırılması,
soruyorum Allah aşkına, iç barışı baltalamaktan başka hangi işe yaramıştır'!
(FP sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar) Gözü yaşlı bu çocukların
aileleriyle, sîze karşı., daha önce varsa sevgilerini, husumete çevirmediğinizi
nasıl söyleyebilirsiniz'!
Gensorunun
sonucu ne olursa olsun. Sayın Bakan ve Hükümetinden veya bundan başka bu
Meclisten çıkacak tüm hükümetlerden bizim ve halkımızın beklediği şey, çıkar ve
menfaatleri için, yanlarında olan, yanlışlarında bile, onları alkışlayanlara,
ülkeyi ve nimetlerini peşkeş çekmek için, doğrudan halkı, doğrudan Anadolu
kokan insanimizi kucaklamak; akşam, evine hıçkırıklarla dönen, sadece basını
örttüğü için, ekranlar ve noterler huzurunda ilim yuvasını kapısından kovulan
yavrusunun gözyaşlarıyla her gün bir dilimi çalınan ekmeğini katık yapan
insanımıza, "Aman Allahım! Millî Mücadelenin, Mustafa Kemallerin, Antepli
Şahinlerin, Karadenizli milislerin, Egeli zeybeklerin, Sütçü İmamların ve aziz
Cumhuriyetin çocuklarının, yine Cumhuriyet çocuklarından reva görülecek
muamelesi bu muydu'!" dedirtmeyelim... (T.B.M.M. Tutanak Dergisi
17.3.1998, Birleşim, s. 52)
6-
MİLLETVEKİLİ MUSA OKÇU (Batman) - Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Batman
ve Bingöl'deki son olaylarla ilgili söz almış bulunuyorum; bu vesileyle Yüce
Heyetinizi saygıyla selamlıyorum.
Sayın
milletvekilleri, 55 nci Hükümetin durdurulmasının önemli gerçeklerinden biri,
Cumhuriyetin temel niteliklerinin tehlikede olması bahanesidir. Bu noktadan
hareketle, önce, sekiz yıllık kesintisiz eğitim uygulamasını dayattılar. Bu da
yetmedi, sanki Cumhuriyeti sarsacak tehlike, kızlarımızın, kadınlarımızın
başörtüsüne gizlenmiştir veya saklanmıştır.
Bu
büyük tehlikeye karşı alınacak tedbir nihayet bulunmuştur. Nedir o tedbir; 16.7.1982'de,
Bakanlar Kurulunun, kamu görevlileri için hazırlanmış olduğu Kılık-kıyafet
yönetmeliğini tekrar yürürlüğe koymak oldu. Tam onaltı yıl önce hazırlanmış bir
yönetmelik yeni akla geliyor.... Gerçekte ise, bu yönetmeliğin başörtüsüyle,
laiklikle, irticayla bir alakası yoktur. Yönetmeliğin 5 nci maddesinin (a)
fıkrası kadınlarla (b) fıkrası erkeklerle ilgilidir. Bu yönetmelik - zamanım
olmadığı için, tamamını okuyamayacağım- kadınların giyim tarzından
ayakkabısına, elbisesine, eteğine, saç durumuna, tırnağına; erkekler için de,
saç durumundan favorisine, bıyığının şekline, giyeceği pantolona, ayakkabıya
kadar bu tip şeylerle ilgilidir.
Bu
yönetmelik yürürlüğe girdiği zaman en çok sol gruplar reaksiyon gösterdiler ve
hemen hemen hiç tatbik edilemedi. Ancak, bazı çevrelerin tezgâhladığı
provokasyonlar zinciri içerisinde, bu, içinde bulunduğumuz günlerde gündeme
getirilmiştir; yani, yürürlük tarihinden onaltı yıl sonra Anadolunun inançlı
çocuklarına dayatılıyor. Düşünün, yirmi yıldır, başını inancı gereği örten bir
doktor hanımı veya bir öğretmen hanım., birdenbire başını açmaya zorlamamız
sonucu neler hissedecektir. Aynı durumda, başı açık olan bir hanımı, başını
örtmeye zorlasanız göstereceği tepki nasıl tabiî ise, diğerinin tepkisi de
doğal karşılanmamalı mı'
Sayın
milletvekilleri, halk bu oldu bitti zorlamalara karşı demokratik hakkını
kullanmasın mı; meşru yollardan tepkisini göstermesin mi' Demokrat olduklarını,
insan hak ve özgürlüklerinden, inanç ve vicdan özgürlüklerinden yana
olduklarını iddia edenler, bu tip yasaklamalara tenezzül etmezler; aksi
takdirde, toplumun demokratik tepkisine hazır olmalıdırlar.
Hükümet,
eğer bu yönetmeliğin uygulanması için vilayetlere genelge gönderdiyse, halkın
önünü de tıkamamalı; halka tepkisini ortaya koyma hakkı vermelidir. Zaten,
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununa göre, toplum, bu hakkını kullanma
imkânına sahiptir. Buna rağmen hem halkın önünü keser hem de baskı
uygularsanız, toplumu da devleti de sıkıntıya sokacak sosyal patlamaların
davetçisi olursunuz.
...
Sayın milletvekilleri, Batman ve Bingöl'de, halk, sadece inancının gereğini
yerine getirmiştir, tepkisini ortaya koymuştur; ancak, bu gösteriler izinsiz
yapılmıştır, buna da izin vermediği için, gösteri yapanlar kadar, Hükümet de
suç işlemiştir. (T.B.M.M. Tutanak Dergisi, 22.4.1998, 80. Birleşim,
7-
MİLLETVEKİLİ MEHMET ALİ ŞAHİN - Peki, yürürlükte, kadın kıyafetiyle ilgili bu
düzenleme var mı'
Değerli
arkadaşlarım, sekiz yıl önceki Meclis zabıtlarını inceledim; bu kanun
çıkarılırken kim ne söylemiş ve bu madde ile ilgili kanuna ilave edilirken,
hangi amaçla ilave edilmiş' Gerekçesi şu; Üniversitelerde kılık kıyafetle
ilgili sorunları toptan çözmek için gelmiş; konuşmalar bunu gösteriyor, gerekçe
bunu gösteriyor. Hatta, tasan, Meclise, önce "genel ahlak ve adaba aykırı
olmamak kaydıyla" diye gelmiş; bir önergeyle, görüşmeler esnasında, bu
"yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla" şeklinde
değiştirilmiş. Bunun üzerine, meclisteki o zamanın muhalefet partisi SHP, yani,
Sosyaldemokrat Halkçı Parti İzmir Milletvekili Turan Bayazıt grubu adına söz
almış ve demiş ki: "yapılacak bazı değişiklikler kulağıma geldi; genel
ahlak, adap sözcükleri çıkarılacakmış 'yürürlükteki kanunlar' sözcüğü
konacakmış. Bu doğru değildir; çünkü, bugün, Türkiye'de kadının kıyafetini
düzenleyen bir yasa yoktur: Atatürk de, kadın kıyafeti için bir yasa
çıkarmamıştır. Çıkarmamıştır; isteseydi, onu da Çıkarırdı. ..."
Ancak,
siz, bu maddede "kanunlara aykırı olmamak kaydı" ifadesini koyduğunuz
takdirde, mevcut olan bu kanun zaten bulunmadığından, kısıtlama getiren,
sınırlama getiren hiçbir kanun mevcut olmadığından, bu maddedeki ifade sadece
aldatıcı bir anlam taşıyacaktır."
Sayın
Bayazıt bu değerlendirmeleri doğrudur. Meclis bu muhalefete rağmen, şimdi
yürürlükte bulunan düzenlemeyi kanunlaştırmıştır. Bu madde yürürlükte kaldığı
sürece, üniversitelerde başörtüsü diye bir sorun olamaz. Yönetmelikle, hukukî
mütalaalarla kanun hükmünü hiç kimse değiştiremez: bu millet iradesini gasp
olur, millet iradesini hiçe savmak olur. (FP sıralarından alkışlar).
Nitekim,
Anayasa Mahkemesinin değerlendirmesine de kimse sığınmasın; çünkü, Anayasanın
153 ncü maddesi, Anayasa Mahkemesi de bu kurala uymak zorundadır. (T.B.M.M.
Tutanak Dergisi, 4.6.1998, 93.Birieşim, s.20).
8-
MİLLETVEKİLİ BÜLENT AR1NÇ - Şu anda, 2547 sayılı Kanununun ek İ7 nci maddesi,
yürürlükle bulunan yasalara uygun olmak koşuluyla kılık ve kıyafetin
üniversitelerde serbest olmasını öngörmektedir. Bu konuda bir yasal düzenleme
olmadığı da bilinmektedir. Yürürlükteki yasalar denilince, başta Anayasa gelir.
Anayasada ise, kılık ve kıyafeti düzenleyen, ayrı ve özel bir hüküm yoktur.
Burada anlaşılmak istenilen şey, giysinin çağdaş kıyafete aykırı olmamasıdır;
oysa, çağdaş kıyafetin de, ne kanunlarda ne bir başka yerde açık ve net bir
tarifi yoktur, örf âdete göre, düşünce ve kültür farklılıklarına göre,
insanların...
Bunun
meşru ve haklı görülebilecek yönleri vardır. "Danıştay kararları böyle,
Anayasa Mahkemesi kararları böyle" de denilebilir. Bütün bunların hepsi
tartışmalıdır. Bunlar, Türkiye Büyük Millet Meclisinde de - Meclis araştırması
istemlerimiz var-sırası gelince, çok geniş bir biçimde görüşeceğiz; ancak,
Türkiye Büyük Millet Meclisinin, şu anda, bu acılı duruma el koymasını, başta
Sayın Bakanımız olmak üzere, Sayın hükümetimizin bu konuda hassasiyet
göstermesini talep ediyorum.
Danıştay
ve Anayasa Mahkemesi kararlarının, zaman içerisinde değişkenlik gösterdiğini de
biliyoruz. Burada savunduğumuz ve savunacağımız en öncelikli konu, insan hak ve
hürriyetleridir, bireysel hak ve özgürlüklerin kullanılmasıdır. Bu konuda,
devlet "niçin başını örtüyorsun" şeklinde hiç kimseye bir soru
yöneltemez. Çağdaş demokrasilerde bunun yeri yoktur. İnsanların kalbini yarıp
bakmak veya asıl maksadın araştırmak devletin görevi değildir. Devlet maddi
eylemlerle sınırlıdır ve bunların hukuk devleti içinde karşılıkları vardır.
(T.3.M.M. Tutanak Dergisi, 1"..6.1998, 101 .Birleşim, s.296).
BÜLENT
ARINÇ - KAVAKCI elbette ki siyasal simge olarak türban takıyor. Peruklu
demokrasi olmaz. 75 yılda Meclis'e türbanlı milletvekili gelmediğini
söylüyorlar. Ama bundan sonra türbanlı milletvekili girmeyeceği anlamına
gelmez. Kavakçı bu konuda ilk olacak
9-
MİLLETVEKİLİ MUSTAFA KAMALAK - Bir cümleyle hukuk bakımından başörtüsü yasağı,
tam anlamıyla bir zorbalıktır; hiçbir yasaklayıcı kanun hükmü, hukuk kuralı
yoktur.
İkinci
nokta; dinî bakımından başörtüsü nedir: Değerli arkadaşlarım, türban yahut
başörtüsünün, dinle bir ilgisi yoktur; türban, siyasal bir simgedir deniliyor;
belki öyledir; ama diyorum ki, bu Ülkede Diyanet İşleri Başkanı, hükümetin bir
memurudur, müftüler, vaizler, imamlar devletin bir memurudur. Eğer, başörtüsü,
dinî bir vecibe değil, siyasî bir simgeyse, Hükümet, lütfen, emretsin, Diyanet
İşleri Başkanı devletin televizyonuna çıksın, vaizler kürsüye çıksın, imamlar
hutbede okusun, desinler ki "başörtüsü siyasal bir simgedir" ve bu
kavga bitsin. Kısacası, dinî bakımdan başörtüsü yasağı, laiklik ilkesinin tam
anlamıyla bir ihlalidir... Fikirleri olmadığı için dayatma yolunu tercih
ediyorlar ve diyoruz ki
10-
MİLLETVEKİLİ FETHULLAH ERBAŞ - 11Ekim 1998 günü yapılan eylemine milyonlarca
insanımız katıldı.
...Pazar
günü yapılan bu eylem, Türk insanının demokrasiye ve inanca saygıya özleminin
bir ifadesidir. Türk insanı, daha fazla özgürlük istiyor, inancına saygı
istiyor; ancak, idare edenler, bunu görmezlikten geliyorlar, polisiye
tedbirlerle bu istekleri bastırmaya çalışıyorlar; bakıyorlar ama görmüyorlar,
işitiyorlar ama anlamıyorlar.
Türk
solu, bu olayda sınıfta kalmıştır, hani özgürlükçü demokrasi çığlıkları
atanlar'! Şimdi, antidemokratik anlayış sahiplerinin bile dile getirmeye
utandığı cümleleri bu eylem için kullandılar.
Türk
basını da sınıfta kaldı; manşetler ve olayın çarpıtılması, demokratik eylemleri
yapan kişilere göre değerlendirmeler, meslektaşlarına sahip çıkmama bunun
örnekleridir.
İdarecilerimiz,
pazar günü el ele tutuşmayı çok gördüler ve zinciri kırmak için polisleri
seferber ettiler. Eylemin sonunda da, başta basın mensuplarını gözaltına
aldılar. Gecenin bir saatinde evlere baskınlar düzenlendi, karakollara adamlar
taşındı; sabah sorguları yapıldı, savcılıklara götürüldüler; Ahmet Taşgetiren,
Abdurrahman Dilipak serbest bırakıldı, Ekrem Kızıltaş ve diğerleri serbest
bırakılmayı bekliyorlar. Ben bu gibi olaylarda kabağın birinin başında patlayacağını
bekliyordum; hep İstanbul'a bakıyordum; heyhat! Bir de baktım kî, 1993 yılında
Yüce Meclise vermiş olduğumuz yasa teklifinin kanunlaşmasıyla kağıt üzerinde
kurulan bir fakülteyi, beş yılda bölgenin en büyük tıp merkezi haline getiren,
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesinin dekanı, çalışkan, dürüst ve herkes
tarafından çok sevilen Prof. Dr. Dursun Odabaşı'nın başına patlamıştır.
Fakülteyi, gece gündüz çalışarak, her kesimden Vanlının -zenginiyle fakiriyle-
desteğiyle yüzlerce yataklı bir üniversite hastahanesi haline getiren bu
demokrasi ve Cumhuriyet aşığı insan, ulusal bir TV yayınından öğrendiğimize
göre, o gün hastane civarında çocuklarıyla birlikte gezerken, polislerin önüne
katıp dağıtmaya çalıştığı bir kalabalıkla karşılaşması sonunda, yine insanını
müdafaa etmek için, olmayan ve Van'da yapılamayan, yapılması da düşünülmeyen bu
eylemlerin tertipleyicisi gibi gösterilerek YÖK tarafından "meslekten
ihraç" talebiyle açığa alınmıştır. (T.B.M.M. Tutanak Dergisi, I4.i0.l998,
7.Birleşim, s.530).
11-
MİLLETVEKİLİ NACİ TERZİ - Bütün illerimize üniversite açılmasını beklerken, bir
temennimizi de zikretmeden geçemeyeceğiz, tabii, ilim, irfan yuvası olan
üniversitelerimiz her İl'e açılmasının, demin de ifade ettiğim gibi, hem
ekonomik yönden, hem sosyal yönden hem göçü önleme bakımından hem terörü önleme
bakımından büyük faydaları vardır; ama, bu arzumuzu, bugün, üniversitelerimizin
ve YÖK'ün içerisinde bulunmuş olduğu olumsuz durumu da sergilemekten
vazgeçemeyeceğiz. Biz, çağdaş, bilimsel, insan haklarına, hukuka saygılı, ülke
ekonomisine katkıda bulunan bir üniversite ve üniversite yönetimi istiyoruz,
insan haklarına saygı göstermeyen dayatmacı birtakım yönetmeliklerle, hukuka
saygı göstermeyen, çağdaş bilimin dışında bulunan ve insanlığa, ülke insanına saygı
göstermeyen YÖK'ün ve üniversitelerimizin de bugün içinde bulunmuş olduğu tavrı
kınıyor, protesto ediyor ve en kısa zamanda üniversitelerimizin illerimize
açılmasını temenni ediyor; hepinizi saygıyla selamlıyorum. (T.B.M.M. Tutanak
Dergisi, \1 A1.1998,19.Birleşim, s.360).
12-
MİLLETVEKİLİ REMZİ ÇETİN - Başta, İstanbul Üniversitesi rektörü olmak üzere,
bazı yöneticilerin, milli birlik ve beraberliğimizi ve devlet millet
bütünleşmesini ciddî şekilde zedeleyen bir tutum içine girmesi, son derece
vahim bir hatadır. İnatla ve ısrarla başörtüsünü yasaklamaya kalkmaları ve
kılık kıyafete müdahaleci olmayı sürdürmeleri, millî yapımıza, kültürümüze,
inancımıza, evrensel insan haklarına, fıtrî insan hasletlerine, tarihimize,
medeniyetimize, insan karakterine ve ahlakına, millî hoşgörü anlayışımıza ve
bütün dünyada medenî insanların ve devletlerin kabul ettiği bütün değerlere son
derece aykırıdır. (T.B.M.M. Tutanak Dergisi, I6.6.I998, 102.Bir:eşim, s.392)
Bu
konuşmayı cevaplamak için kürsüye gelen Mîllî Eğitim Bakanı HİKMET ULUĞBAY'a,
Fazilet Partisi Milletvekili RAMAZAN YENİDEDE diyerek yerinden müdahale
etmiştir.
13-
MİLLETVEKİLİ MEHMET ALTAN KARAPAŞAOĞLU - Hazır, fırsatı gelmişken, çok
dikkatimi çeken bir hususu, bizim toplumumuzu da yakından ilgilendiren bir hususu
bilgilerinize arz etmek istiyorum: Biliyorsunuz, Anayasamız, 1982 Kasımında
kabul edilmişti. Anayasamız bazı güzel düzenlemeler getirmişti insan hakları
konusunda, özgürlükler konusunda: ama, anayasamızdan bir yıl, birbuçuk yıl önce
düzenlenmiş olan bazı yönetmelikler var ve bu yönetmeliklerin bütünü, tamamı
Anayasamızın ruhuna aykırı olduğu halde, hâlâ yürürlükte kalmaya devam ediyor.
Mesela, bunlardan bir tanesini söyleyeyim ki, millî eğitimle ilgilidir. Bugün,
Bursa'da bazı okullarda talebeleri sokağa döken, onların ailelerini sokağa
döken, onlara polisin copla işkence yapmasına kadar varan neticeleri getiren ve
toplumun huzurunu bozan millî eğitimle ilgili bir düzenleme var. İşte, bu
düzenleme anayasanın kabulünden önce tanzim edilmiş, bir ihtilal hükümeti
tarafından tanzim edilmiş, askerî bir yönetimin baskılarını, arzularını,
isteklerini üzerinde taşıyan bir yönetmeliktir. O yönetmelik 17 yıldan
bu tarafa uygulanmamış; ama maalesef bugün uygulanmaya başlanmıştır. 18 nci
yılda uygulamaya başlanmıştır.
Değerli
arkadaşlar düşünebiliyor musunuz, bir toplumun vicdanında makes bulmayan bir
yönetmelik uygulanmak suretiyle toplum rahatsız ediliyor. Bunu, içinde
bulunduğunuz şu anda iktidarda bulunduğunuz sözlere de ithaf ediyorum... O
yönetmelikler kamu vicdanında makes bulmuyorsa uyulmaz, suça teşvik ediliyorsa
uyulmaz. (T.B.M.M. Tutanak Dergisi, 29.12.1998, 38.Birleşim,, s.413).
Bu
konuşma şu şekilde cevaplandırılmıştır;
MİLLİ
EĞİTİM BAKANI HİKMET ULUĞBAY - (Ankara) - Teşekkürler Sayın Başkan. Sayın
Başkan, değerli üyeler; konumuz geçici bütçe olmasına rağmen, bir değerli
milletvekili arkadaşımız bütçeyle ilgisi olmayan bir konuyu Meclisin gündemine
getirmiştir, ben, bu gündeme getirilişi biraz üzüntüyle karşıladım.
Üzüldüm
diyorum, şunun için üzüldüm: Türkiye Büyük Millet Meclisi, kanun ve hukuk
rejiminin sahip çıkılacağı, sürdürüleceği bir ortamdır. Bu çatının altında, bir
değerli milletvekili çıkıyor, Meclisten çıkan kanunlar ve onlara dayanılarak
oluşmuş bir mevzuata, uygulaması yapıldığı için eleştiri getiriyor ve kurallar
rejimi yerine, anarşiyi davet eden, kanuna karşı çıkmayı özendiren bir
davranışın savunuculuğunu yapıyor. Üzüldüğüm nokta bu. (DSP sıralarından
alkışlar) Sokaktaki herhangi bir vatandaşımız yapsa, anlayışla karşılarım. Yasa
koyucu olma işlevini ve yetkisini almış bir değerli milletvekili, gelecek,
hukuk rejiminin savunulması gereken, kalesi olan Türkiye Büyük Millet
Meclisinde kanundışı davranışları özendirecek ve bunlara prim verecek; hatta ve
hatta bazı arkadaşlarımız -eğer bas;n doğru yazıyorsa- okula gidip, siyasî
parti kimliğiyle, kurallara uyulmaması için arka çıkacak. (T.B.M.M. Tutanak
Dergisi, s.414).
14-
Fazilet Partili Altındağ Belediye Başkan; Mehmet Ziya Kahraman, 7.5.1999
tarihinde yapılan ve kendisinin başkanlık yaptığı Belediye Meclisi
toplantısına, bazı meclis üyelerinin şiddetli muhalefetine rağmen, Fazilet
Partili Belediye Meclisi Üyesi Havva Bektaş'ın başörtülü olarak katılmasına
diyerek izin vermiştir.
15-
Fazilet Partisi Tanıtma Başkanlığı, adıyla düzenlediği görüntülü kasette,
başlığıyla verilen bölümde, sözlerinin hemen arkasından sloganım atan kız
öğrenciler görüntüleniyor.
16-Anadolu
Ajansının 4.6.1998 tarihli haber bülteninde
19-
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi önünde başlayıp, 24.6.1998 tarihinde Ankara'da sona
eren nde Fazilet Partili Milletvekilleri ABDULLATİF ŞENER, RAMAZAN YENİDEDE,
AHMET DOĞAN, HÜSEYİN YILDIRIM, AHMET KIR, FİKRET KARAPEKMEZ ile, Beyoğlu
Belediye Başkanı NUSRET BAYRAKTAR, Bağcılar Belediye Başkanı, FEYZULLAH KIYIKLI
hazır bulunmuştur.
20-
MİLLETVEKİLİ ABDULLAH GENCER - Değerli kardeşlerim bugün kuran kurslarında
öğrenci yoktur. Yarın hiç olmayacak. Hafızlık artık tarihe karıştı. Şu ana
kadar olan, söylüyorum. Biz bin yıldır şerefle kuran kaybolmasın diye hafızlık
müesseselerini kurmuş ve yürütmüşüz. Bundan şeref duymuşuz. Çanakkale'de
şehitlerimizin bir çoğuna bakınız, hafızlardır, ehli Kur'andır. Bakın harcı
kaybettiğiniz zaman her şeyi kaybedersiniz Dostlara çok söyledik, yapmayın
dedik, etmeyin, yanlış yapıyorsunuz. Bu yanlıştan gelin geri dönelim bu bir
fazilet işidir, dedik. Ama maalesef herhalde emir çok büyük yerlerden geldi. O
yanlışlarından dönemediler. Ama aziz milletimiz bunu görüyor. Görüyor mu'
(Topluluk görüyor diye cevap veriyor) Görüyor Allah'ın izniyle, ondokuz
Nisan'da bunun sonuçlarını da hep beraber göreceğiz. Bir Cumhuriyet Halk
Partili dost öyle söylüyor, bana söylüyor, "ellerim kırılsaydı da keşke
otuz senedir bu oyu vermeseydim" diyor. Bunlar ivga etti, teşvik etti,
diğerleri de oylarıyla bizimkilerle beraber bu kanunu çıkardılar diyor. Her
yerde bunlar söyleniyor endişeniz olmasın. Değerli kardeşlerim başka ee, neler
yapamadık. Başörtü problemini çözemedik. Ama çalışma yapmadık mı' Elbette, iki
türlü çalışma yaptık. Bir tanesi, gerek teşkilatlarımız, gerek
milletvekillerimiz bu problemlerin, olduğu yerlere devamlı gittiler. Oradaki
yavrularımızla görüştüler, manevi desteklerde bulundular. Bu çok büyük bir
hadisedir.
21-
MİLLETVEKİLİ BEKİR SOBACI - Solcu Milletvekillimizin Mecliste pankart açan
militanları koruduğu bir ülkede, İstanbul'da, Çapa'da, Cerrappaşa'da doktor
olmasına üç ay kalmış kız çocuklarını okuldan attılar. Onlar iki otobüsle
Ankara'ya geldiler, Kızılcahamam'da yolları kesildi. Ankara'ya sokulmadılar.
Gittik, yirmi Milletvekili o kızlarımızı aldık, Kızılay'da basın toplantısı
yaptırdık. Meclise getirdik, partileri ziyaret ettirdik. Ama biz kızlarımıza
destek olurken, partileri izin vermediği için, milliyetçiliği kimseye
bırakmayan milletvekilleri Kızılcahamam'a gelemediler. İşte biz bunları
Ankara'da yaşadık. Burada milliyetçi-sağcı. orada kirli tezgahın destekçileri.
Yok öyle şey, burası ERBAA.
22-
MİLLETVEKİLİ RAMAZAN YENİDEDE - Bildiğiniz gibi, 12 Haziran Cuma günü önce
Partimden istifa ettim. Sonra da istifamı geri aldım... Mesele sadece benim
üniversitede okuyan kızımla ilgili değildir....Kızım bu sabır testisini taşıyan
suyun sadece küçük bir damlasıdır. Bu hareket temelde zulme kargı bir isyandır.
Zorbalığa karşı bir isyandır. Çağdışı baskılara karşı bir isyandır. Bu hareket,
hukuku çiğneyenlere, demokrasi adına demokrasiyi katledenlere, Laiklik adına
laikliği hançerleyenlere, insan hak ve özgürlüklerinin üzerine kin ve salya
kusanlara, suyu bulandırıp bulanık suda balık avlamaya kalkışanlara
Atatürkçülük ve çağdaşlık kılıfına bürünerek ülkeyi soyanlara, meydanlarda
eşitlik naraları atıp en ilkel kabilelerde bile görülmeyen vahşeti toplumun bir
kesimine reva görenlere, medeniyet adına bedeviyet cehaletine düşmüş sözüm ona
aydınlara karşı bir isyandır... Ben dinsizin dinsizliğine, donsuzun
donsuzluğuna nasıl karışmıyorsam ve karışma hakkına sahip değilsem, bir başkası
dinlinin dinine, donlunun donuna karışma hakkına sahip değildir. Buradaki don
elbise - örtü anlamındadır. Birisi çıkar bunların başörtüleri siyasi bir
simgedir derse, bir başkası kalkar, birileri için bunların kıyafetleri
ahlâksızlık ve fahişelik simgesi diyebilir. Bu mantıksız ve o kadar tehlikeli
tesbitlerden şiddetle kaçınılmalıdır... Benim bu hareketim, bu ülkede
kendilerini imtiyazlı vatandaş, başkalarını ise kul, köle gibi gören ve buna da
devleti alet eden bir avuç çıkarcıya karşı bir isyandır. Kan emen bu sülükleri
milletin sırtından koparmadıkça, bu ülkenin gelişmesi ve ayağa kalkması mümkün
değildir... Hırsız ben Atatürk'çüyüm ve laik'im diyor, soysuz böyle diyor.
Çalıştığı kurumda birçok kadını taciz eden adam ben Atatürkçü ve çağdaşım
diyor. Hazine yerlerini işgal edenlerin elinden bu yerleri almaya giden kamu
görevlilerin karşısına Atatürk posterleriyle çıkılıyor. Zulüm, baskı, işkence,
dayatma, soygun, vurgun, her türlü antidemokratik uygulama hep bu kılıf içinde
yürütülüyor... Hiç kimsenin bazı çıkarlar uğruna bu ülkeyi kana bulamaya hakkı
yoktur. Bu gemi batarsa hepimiz batarız. Herkes aklını başına almalıdır.
Taşların bağlandığı, köpeklerin salıverildiği bir ülkede huzurlu yaşamak asla mümkün
değildir... Zulm ile abad olanın ahiri berbat olur...burası Türkiye Yamyamlar
ülkesi değil ve bu ülke sahipsiz de değil (Fazilet Partisi Denizli Milletvekili
RAMAZAN YENİDEDE'nin 15.6.1998 tarihinde yaptığı Basın toplantısı. Bu basın
toplantısında söylediklerinin tam metni, 12.5.1999 tarihinde DGM C. Savcısı Nuh
Çetinkaya tarafından alınan ifadesi, adıgeçen C. Savcısı tarafından suçundan ve
TCK.nun 312/2 nci maddesinin uygulanması istemiyle sanık RAMAZAN YENİDEDE
hakkında düzenlenen 27.5.1999 gün ve 141/143 sayılı iddianamenin onanlı
örnekleri 14 numaralı zarftadır).
23-
Prof. Dr. CAHİT TANYOL (Cumhuriyet Gazetesi, 15.5.1999) MERVE KAVAKÇI'ya
T.B.M.M.'de yaptırılan türban eylemini şöyle değerlendiriyor:
(Yakın
tarihimizde iki önemli irtica olayına rastlıyoruz. 31 Mart ayaklanması ve
Menemen Olayı, Fakat suçun derinliği ve geleceğe uzanan yıkıcılığı bakımından 2
Mayıs 1999 Pazar günü Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde tanık olduğumuz Merve
Kavakçı olayının yanında, gerek Derviş Vahdeti ve gerekse Kubilay'ı şehit eden
bir kaç Nakşibendi softasının eylemi hiç mi hiç kalır. Hayınlığın böylesini de
gördük ister 31 Mart olsun, ister Menemen olayı, her ikisi de sokak eylemi
niteliğindedir. Oysa Fazilet Partisi'nin önderliğinde Türkiye Büyük Mîllet
Meclisi'nde patlak veren "irtica" devletin beynini hedef almış
bulunuyor. Kapatılan Refah Partisi'nin tıpkı basımı, ama ondan daha saldırgan,
sinsi ve tehlikeli. Bu politika, Cumhuriyetin laik temellerini yıkmak amacını
güdüyordu. Son olarak, tehlikeli ve korkunç dış kaynaklı bir gericiliğin
taşıyıcılığını yapan bir kadını Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin içine
salanların beslemiş oldukları gizli ve kirli niyet anlam bakımından Apo'nun
cinayetlerinden daha ağır bir suçtur. Apo'nun ki geçicidir, sadece devleti
yorar. Fazilet Partisi'nin TBMM'de gerçekleştirmek istediği bu eylem devleti
çürütür. Buna kimsenin gücü yetmez.
13.5.1999
gün ve 106/429 sayılı yazınızla istenen delilleri bu şekilde bilgilerinize arz
ettikten sonra, Fazilet Partisi'nin temelli kapatılan Refah Partisi'nin bir
başka ad altında kurulmuş devamı olduğuna ilişkin Ek Delillerimizi aşağıda
bilgilerinize arz ediyoruz.
1-
a) "ERBAKAN son sözünü söyledi: Meclis'e gidin ve gereğini yapın, hoca
gemileri yaktı. ERBAKAN, Fazilet Partisi'ni bölme pahasına küskünleri
desteklemekte kararlı. Kutan'a, 'seçimlere bensiz girmek içine siniyor mu' diye
Çıkışan Hoca, partililerin 'vazgeçelim' çağrılarını umursamıyor"
manşetiyle çıkan RADİKAL GAZETESİ'nin I2 Mart 1999 tarihli nüshası
b)
Demokrat Türkiye Partisinin başlıklarıyla çıkan 3.5.1999 tarihli RADİKAL
Gazetesi
3-
Refah Partisi'nin Kapatılmasına ilişkin gerekçeli kararın Resmi Gazete'de
yayınlandığı gün (22.2.1998), saat 14'de Necmettin ERBAKAN'ın Balgat'taki
konutuna gelen İstanbul Milletvekili Ali Oğuz "yeni oluşumdaki parti
liderliği görevi kime verilirse verilsin en iyi şekilde yerine getirilecektir.
Bu emanet kime tevdi edilirse bihakkın yapar. Şu an Recai Bey, Tayyip Bey,
Bülent bey üzerinde duruluyor. Ama bunlardan hiçbirisine isabet etmez de Hoca
sıradan bir arkadaşımıza (sen yap) diyebilir" dedi. Ali Oğuz "Yeni
kurulacak parti konusunda bir netlik var mı'> şeklindeki soruya karşılığını
verdi.
4-
3.5.1999 tarihli RADİKAL Gazetesinde, NEŞE DÜZEL ile, temelli kapatılan Refah
Partisi'nin Genel Başkan Yardımcısı Şevket KAZAN arasında başlığıyla verilen
bir söyleşi yayınlandı. Bu söyleşide:
NEŞE
DÜZEL - Fazilet'te yeni bir hareketin başladığı ve bu hareketin eskileri
tasfiye etmek istediği söyleniyor. Tasfiye edilebileceğinizi düşünüyor musunuz'
Yoksa sizi tasfiye edebilecek bir güç yok mudur'
ŞEVKET
KAZAN - Tasfiye diye bir şey söz konusu değil. Öyle olması isleniyor. Bazı yeni
gelmiş bizi tam tanımamış insanlar üzerinde birtakım etkiler oluşturulmak
istenebilir. Ama onlar da gelip bizi tanıyacaklar. Ben bu camianın abisiyim. Ne
bana ne de ERBAKAN Hoca'ya dargın, kızgın kimse yok. Hem Tayyip meselesi yeni
değil. On yıldan beri söyleniyor. Bu çocuk benim yanımda büyüdü. Ben 1977'de
İstanbul Belediye Başkan adayıyken, duvarlara afiş yapıştıran bir delikanlıydı.
Yanımızda gelişti.
NEŞE
DÜZEL - Bülent ARINÇ başkanlığa aday olacağını söyledi.
ŞEVKET
KAZAN - Bülent Arınç güzel konuşmakla parti lideri olamaz. Başkan olmaya layık
olanlar Recai Bey gibi konuşur. Genel Başkan olacağım demekle kimse genel
başkan olamaz. Bu yetenektir. Biz Refah'ta kendimizden sonra lider kadro
hazırladık. Her şeyin bir zamanı vardır.
NEŞE
DÜZEL - Siz ve ERBAKAN bugün yasaklı iki politikacısınız. Yeniden siyasete
dönmeyi düşünüyor musunuz'
ŞEVKET
KAZAN - Siyasetten kopmadık ki, dönelim. Ben siyasetin her bakımdan içindeyim,
kanun teklifleri hazırlayıp, "Meclis'te bunları kanunlaştırın" diye
arkadaşlara gönderiyorum) şeklinde konuşmalar bulunmaktadır
5-
Anayasamızın 69 ncu maddesinin sekizinci fıkrasına göre dır. Zira kanun koyucu
temelli kapatılan bir partinin başka bir partinin başka bir parti adı altında
devamını önlemek için önemli bir tedbir düşünmüştür. 2820 sayılı Siyasi
Partiler Kanununun halen yürürlükte olan ve Anayasamıza aykırı bir yönü
bulunmayan 95 inci maddesine göre "Temelli kapatılan siyasi partilerin
kapatılma tarihinde üyeliği devam eden; kurucuları, genel başkanı, merkez karar
ve yönetim kurulu ile her kademedeki yönetim ve disiplin kurulu üyeleri ve
T.B.M.M. siyasi parti gurubu üyeleri başka bir siyasi partinin kurucusu
yöneticisi ve deneticisi olamazlar."
Yasanın
bu açık hükmüne rağmen ve adeta Fazilet Partisinin Refah Partisinin devamı
olduğunu kanıtlamak istercesine, bir kısmı kurucu da olan Refah Partisinin
Merkez Karar ve Yönetim Kurulu üyelerinden Recai Kutan, Abdullah Gül, Rıza
Ulucak, Fehim Adak, Musa Demirci, Abdülkadir Aksu, Oğuzhan Asiltürk, İsmail
Kahraman, Cevat Ayhan, Necati Çelik, Bülent Arınç, Azmi Ateş, Temel
Karamollaoğlu, Süleyman Arif Emre, Bahri Zengin, Fuat Fırat; Refah Partisinden
Fazilet Partisine geçen T.B.M.M. Refah Partisi Grubu Üyelerinden İbrahim Ertan
Yülek, Mehmet Altınsoy, Ömer Vehbi Hatiboğlu, Mustafa Kamalak ve Şeref Malkoç
Fazilet Partisi Merkez Karar ve Yönetim Kurulu Üyesi, Ali Güneri ise Denetim
Kurulu Üyesi olmuşlardır.
6-
Merve Kavakçı'nın birkaç konuşmasının değerlendirilmesinden dahi,
gerçekleştirilmek istenilen hedefler bakımından Fazilet Partisinin kapatılan
Refah Partisi'nin devamı niteliğinde bir parti olduğu, Devlet düzenimizi dini
esaslara dayandırmak için gösterilen faaliyetlere uluslararası destek saklamak
için adıgeçen her iki parti yöneticileri tarafından da görevlendirildiği,
bilinen bu faaliyetleri nedeniyle, milletvekili adayı olarak özenle seçildiği
açıklıkla anlaşılmaktadır.
Şöyle
ki:
26
Aralık 1997 tarihinde ABD'nin Chicago kentinde, ABD merkezli Filistin İslami
Birliği (IAP) tarafından düzenlenen konferansta yaptığı konuşmada:
MERVE
KAVAKÇI - AB ülkeleri şunu gayet iyi biliyorlar ki, şimdi islami dirilişin
gerçekleştiği Türkiye, AB'nin bir üyesi olamaz. Şu da çok ironiktir ki Türk
Halkı, daha doğrusu Türk hükümeti bu gerçeği kabul etmek istemiyor. Çünkü bence
biz, Kuran'ın hala anlaşılmasından yoksunuz ve gereksinimlerimiz için Kuran'a
dönmekten hala yoksunuz. Müslümanlara baktığımız zaman kendimizi ya Keşmir,
Bosna, Filistin, Çeçenistan, Cezayir ve Arnavutluk gibi bir savaş bölgesi veya
siyasi baskı altında, Siyonist rejime karşı savaşırken görüyoruz veya
kendimizi, Türkiye'de gördüğümüz gibi. Ülkemizin sözde Müslüman hükümetine
karşı mücadele verirken görüyoruz... 2l. yüzyılın eşiğinde, dünyanın her
tarafındaki Müslümanlar bir şekilde İslami birliğin bayrağı altında toplanmalı,
böylece gerektiğinde tek bir merkezi vücut olarak hareket etmemiz sağlanmalı...
Biliyoruz ki, yüzyılın sonuna yaklaşırken düşmanın elindeki silahlarla biz de
silahlanmalıyız... Bir avuç Siyonist, iyi organize olmaları ve birleşmeleri
sayesinde bütün dünyayı kontrol altında tutabilmekte. Keşke biz de müslüman
olmayanlara karşı, müslüman toplumlar olarak iki ayağımızın üzerinde, bir
bayrak altında durabilsek... Bugünkü Siyonist ideolojinin parçası olanlar; ki
hem içimizde, hem dışımızdalar büyük baskı yapıyorlar. Ancak inşaallah
kalbimizdeki cihat ruhuyla bugün karşılaştığımız sıkıntıları aşacağımıza
inanıyorum.... Bizler, tüm islami bilgilere sahip doktorlar olmalıyız, tüm
İslami bilgilere sahip mühendisler olmalıyız ki, böylece bizim sözde müslüman
dünyamızda veya gayri müslim Dünyada, İslamı temsil edebilelim. Bu yolla hem
kendimizi güçlendirebileceğiz, hem de cihadımızın parçası olarak konumuzu
güçlendirebileceğiz. Dolayısıyla kişisel ve sosyal hayatlarımızdaki her türlü
ilerleme, cihat olarak görülebilir. Sosyal yönde cihat, iyi ve aktif bir
müslüman örgütün parçası, aktif bir üyesi olarak gerçekleştirilebilir. Ancak
şunu söylemeliyim ki bunlar cihadın politik yanı. Ve herkesin cihat yapması
için siyasette olması gerekmiyor. Ancak bu alan, benim kendim için cihat yapmak
için seçtiğim alan. Ama başka bir kız kardeşim veya erkek kardeşim, cihat
yapabileceği başka bir alanda aktif olabilir. Hizb-i Refah'ın ideolojisi,
Türkiye'deki Müslümanlar için cihat yapmak değil Bütün Dünyadaki Müslümanlar
için cihat yapmak ve bütün insanlık için cihat yapmak neden' Çünkü eğer tobağo,
tirinidad veya Panama'da bir kız kardeşim islamdan haberdar değilse mesajımı
Allah'ın sözünü ona iletmek benim Türkiye'deki sorumluluğumdur. Bizim dava
çalışmamızda erkeklerinkine paralel bir şekilde yukarıda aşağıya hiyerarşik
model kurduk. Her şehirde merkezdekiyle aynı yapılanma var. Bir kişi, seçimden
sorumlu başka birisi eğitimden halkla ilişkilerden mali işlerden. Her şehirde
11 departman var. Ve her şehirde mahallelerde, kasabalarda, cihat yapmak için
Hizb-i Refah posizyonları mevcut. Ve her mahallede sokak ve apartman
temsilcileri var. Dolayısıyla apartman apartman çalışarak Hizb-i Refah kadınları
insanları davaya çağırıyor. (IAP'nin seçkin üyeleri, 21. yüzyıla girerken,
sonunda şunu söylemek isterim ki, Dünya müslümanları olarak amacımız, yüzyıllar
önce olduğu gibi, Kur'anda belirtildiği gibi olmalıdır demiştir.
25.5.1999
günü, ATV'de 19 Haber bülteninde yayınlanan, 1996 yılında, Kuzey Amerika İslami
Birliği Konseyinde yaptığı konuşmada:
MERVE
KAVAKÇI - Artık şunu duyurabilirim ki, yeni REFAH Hükümetiyle Türkiye'deki ve
Dünyadaki müslümanların islam birliği adı altında yek vücut olarak inşallah çok
yakında birleşme zamanı gelmiştir.... Refah Partisi'nin iktidara gelmesi otuz
yıllık bir çalışmanın ürünüdür... 24 Haziranda Türkiye'de 54. Hükümeti kurduk,
bu başarı sıkı bir çalışmanın ürünüdür, bu da ibadet ve cihat anlamına
gelmektedir (salondan tekbir sesleri). Hizb-i Refah Kadınlar komisyonu olarak.
davamızda yukarıdan aşağı hiyerarşik bir sistem kullandık. Erkeklerinki gibi
bir karargâhımız var. Onlarla paralel çalışmalar yürüttük. Kuşkusuz daima
Başbakanımız Necmettin ERBAKAN"ın kumandası altında olduk. Kapı kapı ev ev
propaganda çalışmasında, karargâhta raporlar aldık. Refahı kabul eden islamı da
kabul etmiştir. Belirli caddedeki, belirli evde neler olduğunun bize
bildirilmesi gerekiyordu. İslama davet edilen o evin Refah'ı kabul edip etmediğini
bilmemize imkân vardı. Sonuçta, her ay, küçük birimlerdeki bilgiler, bir üst
birime gitmekte, oradan da karargâhta, yani benim çalıştığım bölümde
toplanmaktaydı.... İnsanlar iki guruptadır, insanlığı da ikiye bölebiliriz.
Hizb-i Refahtan olanlar, islamı kabul edenler ve islamı kabul etmeye hazır
olanlar.... Geçen ay Sudan'daki Refah'lı kadın dostlarımızla birlikteydik.
Sudan'daki kardeşlerimiz, bütün Dünya'dan giden 150 kadın örgütüyle biraraya
geldi (Merve Kavakçı, Kur'andan ayetler okuduğu konuşmasını tekbir sesleri
arasında bitirdikten sonra, sorulara geçildi). "İsrail'le Hükümetin
İmzaladığı anlaşma hala geçerli mî' İptal etmediniz mi'" sorusuna
MERVE
KAVAKÇI - Dışişleri Bakanlığı koalisyon ortağı DYP lideri Tansu Çiller'de.
Kısıtlı işler yapabiliyoruz. Daha fazlasını yapamayız. Şu anda REFAH'ın
fonksiyonu, Batı, Dünyasının ve Süper güçlerin büyük etkisi altındaki Hükümeti
frenlemektedir.... İç ve dış politika açısından Refah Partisi çok dikkatli
çalışmaktadır. Bu yüzden konuşmamda REFAH'ın, sistemin içindeki legal bir parti
olduğunu vurguladım. Onların REFAH'ı Türkiye'deki demokratik sistemin dışına
itmelerine fırsat vermeyeceğiz. Ama gelecekte şüphesiz sadece Türkiye'nin
değil, bütün Dünyanın müslümanları için elimizden geleni yaparız ve gelecek seçimde
koalisyon kurmak zorunda kalmayacağız ve inşallah İsrail-Türkiye meselesi
konusunda farkı göreceksiniz. Ama tek başımıza iktidara gelmeliyiz. Şimdi
İktidardayalnız değiliz. Sabırla beklemek ve gelecekte pahalıya mal olacak
hatalı bir hareket yapmadan, çok dikkatli çalışmak zorundayız. Asselamünaleyküm
ve rahmetullah demiştir.
10
Mayıs 1999 tarihli AKİT GAZETESİ'nde, örgütünün ilanı yayınlandı. Bu ilanda
şöyle deniyor (MERVE'LER , 1999 kurtuluş yılınız)
Söz
konusu ilan Prof. Dr. Nur SERTEL tarafından şöyle değerlendirilmektedir;
(Kılık-kıyafetin
bireysel bir tercih olduğu ve türbanla Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne,
üniversitelere girmenin ya da devlet memuru olmanın engellenmesinin demokrasi
ile bağdaşmayacağına ilişkin siyasal İslamcı söylemlerin ne derece inandırıcı
olduğu uzun zamandır tartışıla gelmektedir.
Türkiye
Büyük Millet Meclisi'ne başı örtülü olarak girmenin bireysel bir tercih olmanın
çok ötesinde anlam taşıdığı açıktır. Amaç, siyasal islamın bayrağı olan türbanı
ve onun temsil ettiği radikal islamcı görüşleri Meclis'e taşımak ve ardından da
üniversitelerdeki ve devlet memuriyetindeki türban yasaklarını kaldırmaktır.
Kamuoyunda
bu konuda oluşan tepkinin yersiz olmadığı, türbana ve onu Millet Meclisi'ne
taşımak isteyenlere sahip çıkan kesimlerin niteliği ile giderek daha da
açıklığa kavuşmaktadır.
Bunun
en somut kanıtlarını yine islamcı medyanın yayın organlarında görmek mümkündür.
Federatif
yapılı bir İslam devletinin kurulması amacıyla faaliyet gösteren ve bu amaç
doğrultusunda silahlı mücadele yönetimini benimseyen İBDA-C (İslami Büyükdoğu
Akıncılar Cephesi) Merve Kavakçı'ya sahip çıkan örgütler arasında yer
almaktadır. Türkiye Cumhuriyeti'nin gayri meşru olduğunu iddia ederek devlete
karşı mücadele eden, PKK dahil tüm terör örgütlerini desteklemekle tanınan ve
bunlarla ortak mücadele ortamı arayışını sürdüren İBDA-C'nin, bir islamcı
gazeteye verdiği ilanla "Merveler dik durun, 1999 kurtuluş yılınız"
ifadesini kullanması, türbanın basit bir kıyafet tercihi olmanın çok ötesinde
anlam taşıdığını ortaya koymaktadır.
Siyasal
islamcı yazarların, islam devletine özlemlerini ifade eden ve şeriatı savunan,
İslam devleti ile demokrasinin bağdaştırmasının mümkün olamayacağın; açıkça
belirten yazılarında, 28 Şubat sürecinden sonra büyük bir değişim meydana
gelmiş ve tüm İslamcı kesim, demokrasinin amansız savunucusu kesilmiştir. Ancak
bu demokratikleşme girişiminin ne kadar içtenlik taşıdığı, bunalım (kriz)
anlarında ortaya çıkmaktadır.
Biz
kadınların kıyafetine karışmıyoruz, isteyen, istediği gibi giyinebilir. İsteyen
mini etek giyer, isteyen türban takar" iddialarının gerçeği yansıtmadığı
ortadadır.
Bir
islamcı gazetenin, ADD toplantısına katılan ve "Atatürk İlkelerinin
Bekçisiyiz" pankartı önünde oturan laik cumhuriyeti benimsemiş Türk
kadınını "Analar ve mamalar" manşeti ile hakaret etmesi, çağdaş Türk
kadınının siyasal islamcılarla hangi gözle görüldüğünü sergilemektedir. Aynı
yazıdaki "başörtüsüne karşı çıkan kokanalar" söylemi de örtünmeyen
kadınlara yönelik kin ve nefret duygularının harekete varan bir örneğidir.
Bir
başka demokrasi örneğini (!) "Dünkü Cariye Kıyafeti" başlıklı köşe
yazısından özleyelim:
"Bu
asrın İlk çeyreğine kadar bütün islam dünyasında hür kadınlar, çarşaflarından
soyunmamışlardı. Zaten kölelik mefhumu da ortadan kalmaya başladığı için
sokakta örtüye dikkat etmeyen kadın kalmamıştı. Asrın ilk çeyreğinden itibaren
bu anlayış değişmeye başladı. Cahiliye devrinin köle kadınının kıyafeti
müslümanlar içinde de revaç bulmaya başladı. Asrın yarısından itibaren cariye
kıyafeti yer tuttu, son çeyreğinden itibaren her şey zıvanadan çıktı. Değme
mankenlere taş çıkartacak kıyafet ve makyajla sokağa çıkan hatunkişiler,
kendilerini örtülü sayıyor, dünün cariyelerinden daha fazla tahrikkâr
halleriyle sarkıntılık yolunu elleriyle açıyorlar.
Yani
uzun lafın kısası, çıkın, sokaklara bir bakın: Cariye kıyafetine bürünmüş
kadınlara sarkıntılık yapılıyor mu, yapılmıyor mu' El kadar bebeklere bile
tecavüz furyası başlamış mı, başlamamış mı'
Allah
aşkına, 1400 sene önce 'cilbab' emrine bugün, o günden daha fazla bugün ise
kendisini hür kabul eden kadınlar, aynı kıyafete bürünmekte beis
görmüyorlar.... Neden hür kadınlar kendilerini köle yapmak istiyorlar' Beşerin
hürriyetini muhafaza etmesi gereken devletler niçin cariyelik yolunu
açıyorlar'"
Yukardaki
satırlar, çağdaş kıyafet içindeki Türk kadınına hangi gözle bakıldığını ve
devletin bu konudaki tutumuna yönelik eleştiriyi açıkça ortaya koymaktadır. Bu
yazıdan çıkan sonuca göre iktidar gücü ele geçirildiğinde devlet tüm kadınların
kıyafetlerini, onları cariyelikten uzaklaştıracak biçimde yeniden düzenlemeye
adeta zorunlu kılınmaktadır Prof. Dr. Nur SERTEL, Türban ve Türk Kadını,
Cumhuriyet Gazetesi, 13.5.1999-).
Konu
ile yakından ilgisi dolayısıyla, 3.7.1993 tarihinde T.B.M.M. çatısı altında
cereyan eden bir tartışmayı aşağıda bilgilerinize sunuyoruz:
(Necmettin
ERBAKAN: Eskiden beri bu hanımefendi (TANSU ÇİLLER) CIA'ya rapor veriyormuş,
işte, son günlerde gazetelerde yapılan açıklamaları görüyorsunuz. Ne çıktı orta
yere' Bir iddia çıktı: Sayın Çiller, 23.4.1973'te Amerikan vatandaşı olmak için
müracaat etmiş. Bu müracaatın altında referans olarak ne diyor' Türkiye'nin
Amerikalı Dostları Derneği, Türk-Amerikan İşadamları Derneği, İMF Finansal
Stratejik Planlama Dairesi, Amerika Dış Politika Prensipleri Uluslararası
Araştırma Dairesi, ABD Milli Savunma bilgi verileri, FBI bilgi işlem kayıtları,
CIA yabancılar istihbarat Birimi.... Vatandaşlığa kabul tarihi yapılan iddiayı
söylüyorum. 1.7.1979.
Şimdi
buna karşı ne buyurulur' (DYP sıralarından "gazete haberleri"
sesleri) 'Ben müracaat etmedim, onlar teklif etti diyor. Haydaa Amerika kime
vatandaşlık teklif eder allahaşkına! (RP sıralarından alkışlar) yani, bu
vatandaşlık işleri dış ülkelerde nasıl cereyan eder bilmez miyiz'
Yılmaz
Ovalı (Bursa) :Sana da mı yapıyor'
Necmettin
ERBAKAN (Devamla): Herkes bir form doldurur müracaat eder. Hiçbir yönetim 'gel
de benim vatandaşım ol demez. Böyle şey mi olur' Şimdi bakınız, ilk önce, işte
ikisinin arasında tercih yaptım ve Türk vatandaşlığını tercih ettim diyor. Bu
vesikalar ortaya çıkınca 'Ben vatandaş olmadım' diyor.
Bu
kadar önemli bir itham, böyle bir cümleyle geçiştirilemez. Böyle şey mi olur'
Neden geçiştirilemez' Çünkü, Amerikan vatandaşı olmak için, mutlaka Amerika'da
yemin etmek lazım gelir. Amerikan vatandaşı olmak için yapılan yeminde ise
Amerika'ya bağlılık şart konulmuştur. Böyle Amerika'ya bağlılık üzerine yemin
eden insan, nasıl Türkiye'nin başbakanı olur' (RP sıralarından alkışlar) onun
için, bu ithamın 'olmadım' diyerek ve hatta...
Ahmet
Sayın (Burdur) : çok ayıp çok ayıp!... (DYP sıralarından görüntüler)
Necmettin
ERBAKAN (Devamla): Bakınız, şüphe uyandıran bir şey de şudur...DYP sıralarından
gürültüler)
Başkan
: Dinleyin arkadaşlar...
Necmettin
ERBAKAN (Devamla): Ne var, çifte vatandaşlıkta bir mahzur mu var' Tabi, eğer
Amerikan menfaatlerini koruyacağına bir insan yemin etmişse, elbette çok büyük
mahzuru var. Bundan büyük mahzur mu olur' (RP sıralarından 'bravo' sesleri
alkışlar...)
Kendisine
tavsiye ediyorum; bu da Amerika'dan "Amerikan vatandaşı değildir, bizde
böyle bir vatandaş yoktur" diye bir kâğıt getirsin. (RP sıralarından
alkışlar...) (T.B.M.M. Tutanak Dergisi, 3.7.1993 tarihli oturum, 121 nci
Birleşim, s.444-445)
Başsavcılığımın
elde edebildiği ve yukarıda açıkladığım delilleri bilgilerinize saygı ile arz
ederim.
III-
ÖN SAVUNMA
Davalı
Siyasî Parti'nin 10.9.1999 günlü ön savunması şöyledir:
GİRİŞ
DEMOKRASİ,
LAİKLİK VE SİYASİ PARTİLER
A-
DEMOKRASİ VE SİYASİ PARTİLER
Zaman
içinde anlam değişikliklerine uğramış olsa da. demokrasi insanlığın önde gelen
sosyal ideallerinden biri olma özelliğini hiçbir zaman tamamen yitirmemiştir.
Çağdaş dünyada demokrasinin değeri konusunda evrensel bir mutabakat vardır.
Bugün demokrasi öylesine güçlü bir idealdir ki gerçekte baskıcı olan yönetimler
bile -açıkça demokrasi karşıtı olan faşizm hariç onun değerini hiçbir zaman
açıkça inkar edememekte, hatta birçokları bu terimin çekiciliğinden
yararlanmaya bile çalışmaktadır. Demokrasinin Türkiye'de de yaygın kabul gören
toplumsal ideallerden biri olduğu şüphesizdir; Türkiye'nin aralıklı da olsa bir
asra yaklaşan demokratikleşme çabası bunun açık bir göstergesidir.
Toplumsal
bir ideal olarak demokrasinin özü, yönetimde halkın egemen olmasıdır.
Demokrasinin toplumsal varoluş için ifade ettiği anlamı daha da belirginleştirmek
gerekirse şöyle denebilir: Demokrasi ''kamu siyasetine ilişkin temel sorunlar
hakkındaki temel belirleyici kararları pozitif veya negatif olarak fiilen bütün
halkın aldığı ve almaya yetkili olduğu bir siyasi sistemdir" (Barry
Holden, Understanding Liberal Dcmocracy, Londra: Philip Allan, 1988, s. 5).
Dolayısıyla, halkın -temsili demokrasiler bakımından, halkın temsilcilerinin
kamu politikalarının karar mekanizmasından keyfi olarak uzak tutulduğu ve kamu
işlerinin halk önünde tartışılmasının makul olmayan ölçülerde kısıtlandığı bir
rejime demokrasi denemez.
Çağdaş
dünyadaki uygulaması bakımından demokrasi esas itibariyle temsili demokrasidir.
Temsili demokrasilerin işleyişinde siyasi partilerin şüphe yok ki vazgeçilmez
bir yeri ve önemi vardır. Temsili demokrasilerde toplum içindeki farklı görüş
ve çıkarlar, farklı siyaset ve toplum anlayışları ve ülke sorunlarına farklı
çözüm önerileri ancak partiler aracılığıyla siyasal sürece yansıtılabilir ve
siyaseti etkileyebilirler. Siyasi partiler bu anlamda sivil toplumla devlet
arasında, başka şekilde yeri doldurulamayan aracı kurumlardır ve bu sıfatla,
Anayasa Mahkememizin ifadesiyle, "demokratik düzenin esaslı bir unsurunu
teşkil eder'ler (E. 1963/37. K. 1963/54, K.T. 11.3.1963. Anayasa Mahkemesi
Kararlar Dergisi, C. l, s. 137).
Çağdaş
demokrasi uygulamasında siyasi partilerin temel işlevi, toplumdaki farklı çıkar
ve görüşleri ortak bir program etrafında birleştirerek siyasal kararlar haline
dönüştürmeye çalışmaktır. Partiler, bu amaçla toplumdan kendi programları için
destek talep eder ve iktidara gelmeleri halinde gerek kendilerini destekleyen
kitlelerin gerekse genel olarak toplumun taleplerini karşılayacak şekilde
faaliyette bulunmayı vaad ederler. Siyasi partiler o kadar önem kazanmışlardır
ki, bugün onlarsız bir demokrasiyi düşünemeyiz bile. Bu bakımdan, siyasi parti
modern siyasetin başlıca örgütlenme ilkesidir. Siyasi partiler devletle sivil
toplum arasındaki, devletin kurumları ile toplum içindeki gruplar ve çıkarlar
arasındaki hayati bağdır. "Seçimlerde yarışma esasına göre faaliyet
gösteren anayasal partiler demokrasinin kaleleri olarak tasvir edilirler;
aslında bu gibi partilerin varlığı çok kere sağlıklı bir demokratik sistemin
turnusol kağıdı olarak görülürler (Andrew Heywood, Politics, Londra: Macmillan,
1997, s. 229, 233). Anayasa Mahkememizin ifadesiyle, "(...) halktan yön
alan, halkın devlet yönetimine katılmasında ve siyasi iradenin şekil almasında
aracılık ve yardımcılık edenler (...) siyasi partilerdir. Siyasi partiler
halkın demokrasi alanında yetişmesi, olgunlaşması için adeta bir okul gibi
hizmet görürler" (E. 1968/26, K. 1968/14. KT. 18.2.1969, Anayasa Mahkemesi
Kararları Dergisi, C. 7, s. 241). Başka bir ifadeyle, siyasi partiler halkla
devlet arasında bir köprüdür; onlar olmasaydı bireyler yalnızlaşır ve devlet
tarafından görmezlikten gelinirdi. Partiler, en azından, yurttaşlara büsbütün
güçsüz olmadıkları duygusunu verir, bu inanç da devletin meşruluğunu
sürdürmesine katkıda bulunur (Michael G. Roskin, Robert L. Cord, James A.
Medeiros ve Walter S. Jones, Pohtical Science: An îmroâucnon, Englewood
Cliffs/NJ: Prentice Hail, 4. Baskı. 1991, s. 213).
Normal
olarak siyasi partilerin hedefi iktidara gelmek olmakla beraber, muhalefette
kalmaları halinde de siyasi partiler demokrasinin işleyişi bakımından
vazgeçilmez kurumlardır. Çünkü, demokratik çoğulculuk çoğunluğa hoş gelmeyen ve
"aykırı" sayılan görüşlerin de siyasi sistem içinde temsil
edilebilmesini gerektirir. Bunun içindir ki, "iktidar her rejimde,
muhalefet ise sadece demokrasilerde meşrudur" denmiştir. Her iki durumda
da sahip oldukları aslı rol nedeniyledir ki, siyasi partiler. Anayasamızın
ifadesiyle (m. 68/2), "demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez
unsurlarıdır." Bu nedenle, demokratik meşruluk açısından iktidar partileri
ile muhalefetteki partiler arasında herhangi bir fark yoktur; ister iktidarda
ister muhalefette olsunlar, siyasi partiler olmadan demokrasi olmaz. Esasen,
siyasi partiler için çağdaş anayasal demokrasilerde öngörülen hukuki veya
teamüli güvenceler öncelikle muhalefetteki partiler için önemlidir. Çünkü,
iktidardaki siyasi çoğunluk kendisinin tek başına "ulusal irade"yi
temsil ettiği düşüncesiyle, kendisinden farklı siyasi görüşleri benimseyen kişi
ve grupları, bu arada muhalif partileri baskı altına almaya çalışabilir.
Bir
ülkede her görüş ve çıkarı temsil eden partilerin siyasi bakımdan meşru
sayılmaları sadece demokratik ilkelerin bir gereği değildir. Siyasi partilerin
varlığının sosyolojik bir anlamı da vardır. Siyasi partiler aslında bir ülkenin
toplumsal gerçekliğinin siyasi alana yansımalarından başka bir şey değildir. Bu
anlamda yaşayan partilerin az veya çok sayıda olması da önemlidir. Çünkü,
partiler, özellikle de hatırı sayılır toplumsal tabanı bulunan partiler toplum
içinde dayanağı bulunan çıkar ve görüşleri temsil ederler. İnsanlığın çağdaş
tecrübesi göstermiştir ki, toplumsal tabanı bulunan, hatırı sayılır ölçüde
toplumsal talep ve beklentileri temsil eden siyasi partileri hukuki tedbirlerle
fiilen ortadan kaldırmak mümkün değildir. Bunların kimileri, demokrasinin genel
sınırları içinde diğerlerine göre farklı görüşleri savunsalar bile onlara karşı
hukuki tedbirler uygulamak, temsil ettikleri toplumsal kesimlerin gücü
nedeniyle, demokrasinin işleyişini de zora koşmak anlamına gelir. Anayasal
demokrasiler bu tür "muhalif görüşleri meşru demokratik süreçlere kanalize
edebildikleri ölçüde başarılı sayılmaktadırlar. Çünkü, makul büyüklükte
toplumsal tabanı bulunan partileri demokratik sistemin dışına itmek, bu
partilerin temsil ettikleri toplumsal duyarlılık, ihtiyaç ve beklentilerin
demokratik olmayan yollardan ifade edilmeye zorlanması anlamına gelir.
Toplumsal gerçekliği gözardı ederek başarılı bir demokrasi kurulamaz. Buna
karşılık, zikre değer bir toplumsal tabanı bulunmayan görüş ve çıkarlar,
hukuken ve siyaseten öyle irade edilse bile, uzun vadede kalıcı olamazlar.
Temsil gücü olmayan veya bu gücünü kaybeden bir parti zorla ayakta tutulamaz.
Siyasi
partilerin bu meşru işlevlerini yerine getirebilmeleri bakımından bir takım
temel sivil özgürlüklerin, bu arada özellikle ifade özgürlüğünün özel bir önemi
vardır. İfade özgürlüğü güvenceleri anayasal demokrasilerin kilit taşıdır. Bu
özgürlük demokratik bir toplumda "kamusal" tartışmaya serbestçe
katılımın temelini oluşturur. "Eğer liberal demokrasiler yurttaşlarının çeşitli
çıkar ve inançlarından bir anlamda ortak amaçlar türetmeye çalışan (...)
toplumlar iseler, o zaman onların kamusal tartışmaya katılacak düşünceleri
geniş tutmaya büyük bir değer atfetmeleri zorunludur." ihtilafların ve
anlaşmazlıkların barışçı yoldan makul çözümü demokrasinin temel amaçlarından
olduğuna göre, farklı düşünce ve önerilerin aleni bir tartışma ortamında
serbestçe ileri sürülebilmesinin bu amaca katkıda bulunacağı açıktır (Ronald F.
Thiemann, Relıgion in Public Life: A Dilemma for Democracy\ Washington, D.C.:
Georgetown University Press. 1996, s. 135).
Kamusal
tartışmaya katılmanın temelini oluşturan ifade özgürlüğü şüphesiz bütün kişiler
için vazgeçilmez değerde olmakla beraber, demokrasilerde bu güvenceye en fazla
ihtiyacı olanlar siyasi partilerdir. Çünkü, toplumsal sorunları serbest bir
biçimde tartışamayan bir partinin siyasi sistem içinde etkili olması ve
kendinden beklenen işlevi yerine getirmesi mümkün değildir. Bu en çok da genel
kabul görenlerden farklı görüşleri temsil eden partiler için geçerlidir; çünkü
anayasal korumaya asıl ihtiyacı olan onlardır. Bu nedenle, siyasi partileri
şeklen vazgeçilmez kurumlar olarak nitelemiş olsa da, partiler için ifade
özgürlüğünü yeterince güvence altına almış olmayan bir sisteme "anayasal demokrasi"
denemez.
Demokratik
teori açısından, siyasi partilerin işlevlerini yerine getirmelerinin tek meşru
sınırı her durumda barışçı yöntemlere bağlı kalmaktır. Başka bir ifadeyle,
şiddete başvurmadıkları, kitleleri şiddet kullanmaya ve suça teşvik etmedikleri
sürece, siyasi partiler serbestçe faaliyet gösterebilmelidirler. Bu kayıt
altında partiler her türlü toplumsal sorun ve talebi dile getirebilir, ülke
sorunlarına birbirinden farklı çözüm Önerileri sunabilir ve genel olarak
özgürlüklerin genişletilmesi için faaliyet gösterebilirler. Anayasa Mahkememiz
bir kararında, siyasi partilerin "(s)erbestçe faaliyette
bulunma"sından kastın, "siyasi partilerin davranışları karşısına bir
takım fiili engeller ve müdahaleler çıkartılmaması olduğu gibi, bunların
Anayasa ile tanınmış haklarını kullanmalarının, kanunlarla dahi
engellenmemesi" olduğunu belirtmiştir (bkz. E. 1968/15, K. 1968/13, KT.
3.5.1968, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, C. 6, s. 151). Bir demokraside
meşru parti faaliyetleri ise sadece başta anayasa olmak üzere pozitif hukuk
kaynaklarında açıkça tanınmış olan hakların uygulanmasındaki aksaklıkları
eleştirmeyi ve düzeltmeyi vaad etmeyi değil, aynı zamanda pozitif hukuk
tarafından henüz tanınmış olmayan veya pozitif hukuk bakımından tartışmalı olan
hak ve özgürlük taleplerini gündeme getirebilmeyi de kapsar. Aksi halde
demokrasinin gelişmesi ve evrensel insan hakları doğrultusunda ilerleme
kaydedilemez ve partiler mevcut kurumsal yapı ve ilişkilerin değişmezliğinin
koruyucuları haline gelirler. Bu noktada bir ayrım yapmak zorundayız. Siyasi
partiler arasında anayasal demokrasinin evrensel normları konusunda elbette bir
görüş birliği (konsensüs) olmalıdır, ancak bu anlamdaki uzlaşma gereğini,
ülkede belli bir anda yürürlükte olan kurumsal yapının değişmezliğini
savunmakla birbirine karıştırmamak gerekir. Bugün, ülkemizin de üyesi bulunduğu
Avrupa Konseyi ülkelerinde, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri ve tek tek
yurttaşlar yerleşik kurumsal yapı ve ilişkileri serbestçe eleştirmekte ve
siyasal sistemin insan hakları ve demokrasi doğrultusunda daha da
iyileştirilmesini talep etmektedirler. Bu acıdan düşünüldüğünde, Türkiye'deki
cari sistemin hukuk devleti, insan hakları ve demokrasi ilkeleri doğrultusunda
Batılı demokrasilerin halihazırdaki standartlarına ulaşabilmesi bakımından bile
daha fazla farklı sese, eleştiriye ve değişiklik önerilerine ihtiyacı bulunduğu
açıktır.
Siyasi
partilerin çağdaş demokrasilerdeki yeri konusunda Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi de aynı noktaları müteaddit kararlarında ifade etmiştir. Bilindiği
gibi, Türkiye için hukuki bağlayıcılığı bulunan İnsan Haklarına ve Temel
Özgürlüklere Dair Avrupa Sözleşmesi çerçevesinde faaliyet gösteren ve
dolayısıyla kararlarına mahkemeler dahil olmak üzere devlet yetkisi kullanan
bütün kamu organ ve makamlarının uyması zorunlu olan Avrupa Mahkemesi bu
konudaki içtihadını "demokratik bir toplumun gerekleri" kavramı
çerçevesinde geliştirmiştir. Mahkeme her şeyden önce, demokrasiyi "Avrupa
kamu düzeninin bir özelliği" olarak görmekte ve siyasi partileri de
demokrasinin merkezine yerleştirmektedir. Bu bağlamda Mahkemenin Türkiye'ye
karşı açılan bir davada verdiği kararda (Sosyalist Parti v. Turkey, 25.5.1998),
parti sözcülerinin kullandığı ifadelerin "Avrupa Konseyi'nin diğer
ülkelerinde aktif olan başka siyasi gruplarınkilerden pek de farklı
olmadıkları"nı tespit etmesi son derece anlamlıdır. Daha açık Bir deyişle,
Mahkemeye göre, Türkiye madem ki bir Avrupa Konseyi üyesi olarak Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi'ne imza atmıştır, o halde Avrupa'nın "demokratik kamu
düzeni"nde meşru görülen türden sivil ve siyasal etkinlikleri de doğal
karşılamalıdır.
Bu
çerçevede. Sözleşme'ye Ek l No.lu Protokol'ün 3. maddesi çerçevesinde, halkın
kanaatlerinin serbestçe ifadesi, bir ülkenin halkı içindeki farklı kanaat ve
görüşleri temsil eden siyasi partilerin katılımı olmadan mümkün değildir.
Siyasi partiler bu kanaatler ve görüşler yelpazesini sunmak suretiyle siyasi
tartışmaya yeri doldurulamaz bir katkı yaparlar ki "demokrasinin özü"
budur (Türkiye Birleşik Komünist Partisi v. Turkey, 30.1.1998). Benzer şekilde
Anayasa Mahkememiz de siyasi partileri demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez
unsurları olarak niteleyen anayasa hükmünün arkasında "Anayasa'nın Türkiye
için çok partili bir demokrasi düzenini öngördüğünün kanıtı ve siyasi partileri
böyle bir düzeninin gerektirdiği ölçüde çoğaltma ve geliştirme talimatı"
bulunduğu yorumunu yapmıştır (E. 1968/26, K. 1969/14, KT. 18.2.1969, Anayasa
Mahkemesi Kararlar Dergisi, S. 7, s. 240).
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi, aynı kararında, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nin
örgütlenme özgürlüğüyle ilgili 11. maddesi kapsamında gördüğü siyasi partilerin
"çoğulculuğun sağlanması ve demokrasinin uygun işlemesi bakımından"
oynadıkları asli role atıfta bulunarak, siyasi partilerin serbestçe faaliyette
bulunma hakkının Sözleşme'nin güvencesi altında olduğunu hatırlatmıştır.
Mahkeme yine Türkiye'yle ilgili başka bir kararında (Sosyalist Parti v. Turkey,
25.5.1998) bu içtihadını daha açık bir şekilde ifade etmiştir. Mahkemeye göre,
"bir siyasi programın devletin cari ilkelerine ve kurumsal yapısına aykırı
görülmesi onu demokrasinin kurallarıyla bağdaşmaz hale getirmez.(...)
(Demokrasinin özü, bizatihi demokrasiye zarar vermemek kaydıyla, farklı siyasi
programların, hatta devletin halihazırdaki örgütlenme biçimini sorgulayıcı
mahiyette olanların bile önerilmesine ve tartışılmasına izin vermektir."
Parti
faaliyetlerine kısıtlama getirmenin şartı olarak zikredilen "bizatihi
demokrasiye zarar verme" ölçütünden Mahkeme'nin ne anladığına gelince:
Anılan Sosyalist Parti kararında Avrupa Mahkemesi, ilgili parti başkanının
partisinin yasaklanmasına ve yöneticilerine siyasi yasak getirilmesine dayanak
yapılan sözlerinin herhangi bir antidemokratik yönteme başvurulmasını tavsiye
etmediğini, aksine bu sözlerde demokratik kuralların izlenmesinin önerildiğini
tespit etmiştir; "Sayın Perinçek'in ifadelerini inceleyen Mahkeme onlarda
şiddet kullanmaya, kalkışmaya veya demokratik yöntemlerin herhangi bir biçimde
reddine ilişkin bir çağrı olarak görülebilecek hiçbir şey bulunmadığını tespit
eder. Aksine, kendisi bir çok kez, önerilen siyasi reformun demokratik
kurallara uygun olarak, seçim sandığı yoluyla ve referandumla
gerçekleştirilmesi ihtiyacını vurgulamıştır." Şu halde. Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi'ne göre, bir partinin faaliyetlerinin demokrasinin kendisine
zarar verici olup olmadığı, onun kullandığı ve tavsiye ettiği yönteme bakarak
belirlenmelidir. Demokrasinin usuli kuralları çerçevesinde faaliyet gösteren
bir siyasi parti, programı ve temsilcilerinin söz ve eylemleri itibariyle
devlete ne kadar aykırı gelse de, demokratik çoğulculuk gereğince
yasaklanmamalıdır.
Avrupa
İnsan Haklan Mahkemesi, ifade özgürlüğünün hem genel olarak demokrasi
bakımından hem de siyasi partiler için ifade ettiği özel önemi birçok kararında
vurgulamıştır. Mahkeme'ye göre, "ifade özgürlüğü demokratik bir toplumun
aslı temellerinden birini oluşturur" (bkz., 29.8.1997 tarihli) Vorm v.
Austria kararı; aynı yönde bkz. 25.5.1993 tarihli Kokkinakis v. Greece kararı).
Mahkeme yukarıda atıfta bulunulan 30.1.1998 tarihli Türkiye Birleşik Komünist
Partisi kararında, siyasi partilerin faaliyetlerinin Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'nin 10. maddesinde güvence altına alınmış olan ifade özgürlüğünün
"kollektif kullanımı" mahiyetinde olduğunu belirtmiştir. Bu karara
göre, ifade özgürlüğü bireylerin kendilerini gerçekleştirmelerinin olduğu kadar
demokrasinin gelişmesinin de temel şartlarından biri olduğu için
"demokratik bir toplumun asli temellerindendir. "Demokrasinin temel
özelliklerinden biri ülkenin sorunlarını şiddete başvurmadan diyalogla çözme
imkanı sunmasıdır. Demokrasinin başarısı ifade özgürlüğünün güvence altında
olmasına bağlıdır. Bu bakış açısından, sadece, halkın bir kısmının durumunu
kamu önünde alenen tartıştığı ve demokratik kurallara uygun olarak (...) halkı
siyasi hayata katılmaya çağırdığı için bir partiyi yasaklamanın hiçbir
haklılığı yoktur." Avrupa Mahkemesi yukarıda anılan Sosyalist Parti v.
Turkey kararında da, benzer bir muhakemeyle, bir siyasi partinin sadece ifade
özgürlüğünü kullandığı için cezalandırılamayacağını belirtmiştir.
Ayrıca
Mahkeme, çeşitli kararlarında olduğu gibi, bu kararında da ifade özgürlüğü
güvencesinin sadece "muvafık (uygun) gördüğümüz veya bizi rahatsız etmeyen
yahut kayıtsız kaldığımız 'haberler/bilgiler' (informations) ve 'fikirler' için
değil, fakat aynı zamanda bizi rahatsız eden, sarsan veya altüst eden
'haberler/bilgiler' ve 'fikirler' için de geçerli" olduğunu tespit
etmiştir. Mahkeme çok yeni bir kararında (Fressoz and Roirc v. Francc, 21.1.1999),
ayrıca, ifade özgürlüğünün bu şekilde anlaşılmasını ''demokrasinin varlık şartı
olan çoğulculuk, hoşgörü ve geniş fikirliliğin icapları"ndan biri olarak
nitelendirmiştir.
Mamafih,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ulusal makamların Sözleşme'nin ilgili maddelerinde
zikredilen "meşru amaçlarla siyasi parti faaliyetlerine kısıtlamalar
getirilebileceğini kabul etmiyor değildir. Ne var ki, Mahkeme ulusal makamların
bunu yaparken Sözleşme'den doğan yükümlülükleriyle bağdaşır tarzda hareket
etmek zorunda olduklarını birçok kararında tekrarlamıştır. Bu yükümlülüğe
uyulup uyulmadığını belirlemek bakımından göz önünde bulundurulması gereken
husus, kısıtlayıcı tedbirlerin 11. maddenin ikinci fıkrası çerçevesinde
"demokratik bir toplumda zorunlu" olmasıdır. İnsan Hakları Mahkemesinin
yerleşik içtihadına göre, zorunluluk kavramı haklara müdahalenin
"zorlayıcı (mübrem) bir sosyal ihtiyaç" karşı olmasıyla ve izlenen
meşru amaçla orantılı olmasıyla ilgilidir (Sosyalist Parti kararı; Türkiye
Birleşik Komünist Partisi kararı; Worm v. Anstria: 29 8.1997; Mehemi v. Fmnce:
26.9.1997; Laskey, Jaggard and Brown v. United Kingdom. 19.2.1997; încal v.
Turkey, 9.6.1998; Fressoz and Roirc v. France, 21.1.1999).
Mahkeme
ayrıca siyasi parti faaliyetlerine getirilecek kısıtlamaların "demokratik
bir toplumda meşru" sayılabilmeleri için güdülen temel amacın "hukuk
devletine saygıyı temin etmek" ve "anayasal haklan etkili
kılmak" olması gerektiğine dikkat çekmiştir. Bu konuda demokratik toplumu
savunmanın gerekleriyle Sözleşmenin sisteminde yer alan bireysel hakların
uzlaştırılması gerekir (Türkiye Birleşik Komünist Partisi kararı). Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi 25.5.1998 tarihli Sosyalist Parti'yle ilgili kararında ise
açıkça "Partinin temelli kapatılmazsı (nın)... haklara radikal bir müdahale
teşkil ettiği"ni ve "(b)u kadar katı tedbirler(in) ancak vahim
durumlarda uygulanabileceğini belirtmiştir. Başka bir ifadeyle, Mahkeme ifade
özgürlüğünün kullanımından dolayı parti kapatılmasını "mübrem bir sosyal
ihtiyaç"ın sonucu olarak görmemektedir.
B-
DEMOKRATİK DEVLETTE LÂİKLİK VE DÎN ÖZGÜRLÜĞÜ
Demokrasinin
laiklikle ilişkisi hakkında doktrinde farklı görüşler bulunmakla beraber,
çağdaş demokrasi uygulamasına baktığımızda, bunların hepsinin şu veya bu ölçüde
"laik" sistemler oldukları dikkati çekmektedir. Bununla beraber,
laikliğin demokrasiler bakımından ayırt edici bir özellik olduğu da kolayca
söylenemez, Çünkü, demokratik olmayan ülkelerin büyük çoğunluğunun aynı zamanda
laik de olmadıkları gözlenmekle beraber, demokratik olmayan ülkelerin önemli bir
kısmının da laik oldukları açıktır. Bu duruma göre empirik bir bakışla,
laikliğin demokrasinin en azından yeterli şartı olmadığı rahatlıkla
söylenebilir. Esasen, laik rejimlerin aynı zamanda demokratik de olmasını
gerektiren teorik bir zorunluluk da bulunmamaktadır.
Buna
karşılık, doğru anlaşılması halinde laiklik demokratik rejimlerin gerekli
şartlarından biridir. "Doğru anlaşılması" kaydını düşmemizin nedeni
açıktır: Totaliter ve otoriter rejimlerde benimsenip uygulanan şekliyle laiklik
demokratik bir siyasal sistemde elbette geçerli olamaz. Çünkü, totaliter
laiklik dini inancın gerek bireysel gerekse toplumsal bütün tezahürlerinin
sistematik olarak tahribini amaçlayan kapsayıcı bir projedir. Böyle bir proje
ve politikanın pratik sonucu siyasi otorite tarafından sivil özgürlüklerin
bastırılması ve genel olarak sivil toplumun denetim altına alınması olur ki bu
ne insan hakları ve hukuk devletiyle ne de demokrasi ile bağdaşır.
Totaliter
laiklik anlayışının arkasındaki temel düşünce dinin kendi başına
"kötü", "zararlı", "gerici" bir toplumsal güç
olduğu ve bundan dolayı toplumsal ve siyasal "ilerleme'nin ancak
"dinden özgürleşme"yle mümkün olabileceği düşüncesidir. Bu görüş
genel çizgisi totaliter olmayan bazı Batılı ülkeleri de zaman zaman
etkilemiştir. Bu nedenle, örneğin 1789 Devriminin radikal din karşıtı
fikirlerinin etkisi altındaki Fransa'da yakın dönemlere kadar din-devlet
ilişkileri son derece gerilimli olmuştur. Buna karşılık, din üzerindeki siyasi
baskıdan kaçan göçmenlerin kurduğu Amerika Birleşik Devletleri'nde
cumhuriyetçilik baştan beri din özgürlüğüne sempatik bakan bir anlayışa
dayanmıştır. Başka bir anlatımla, laiklik Fransa'da "dinden özgürlük"
şeklinde anlaşılagelmişken, ABD'de bu konudaki hakim düşünce "dinin
özgürleşmesi" olmuştur (Mustafa Erdoğan, "Sekülerizm, Laiklik ve
Din", Demokrasi, Laiklik ve Resmi ideoloji, Ankara: LDT Yayınları. 1995,
s. 183).
Günümüz
siyaset teorisinde hakim olan anlayış açısından bakıldığında ise, laikliğin
"pozitivist ilerlemecilik" anlayışıyla ve insanları "dinden
özgürleştirmek"le ilgisi yoktur. Her şeyden önce, laiklik, genellikle
sanıldığının aksine, bilimin gelişmesinin veya akli muhakemenin bir sonucu
olmaktan çok, sosyal hayatın gerçeklerinin bir eseridir (Atilla Yayla, Siyaset
Teorisine Giriş, Ankara: Siyasal Kitabevi, 1998, s. 94). Öte yandan, gerek
"pozitivist" görüş gerekse "dinden özgürleşme" yaklaşımı
özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi anlayışına aykırı bir "insan"
anlayışına dayanmaktadır. Çünkü bunların her ikisi de dini yönelimi beşeri
varoluşun doğal ve meşru bir unsuru olarak gören, bu nedenle de onu diğer
insani etkinlik alanlarıyla bağdaştırma kaygısı güden anlayışa tamamen
aykırıdır. Bu ise, farklı dünya görüşü ve hayat tarzı anlayışlarını uzlaştıran
bir hareket noktası, bir uzlaştırıcı ilke olmak şöyle dursun, diğer tartışmalı
anlayışlardan sadece biridir, bir felsefi tercihtir.
Öte
yandan laikliğin "sekülerleşme dünyevileşme" ile de doğrudan doğruya
bir ilişkisi yoktur. Çünkü laiklik siyasi ve hukuki bir terim iken,
"sekülerleşme" sosyolojik bir kavram olup bireysel ve kurumsal dinin
toplumsal hayattaki öneminin azalması demektir. Bir toplum modernleşme
teorisinin öngördüğü ölçüde sekülerleşmiş olmadığı, yani dindarlık toplumsal
önemini koruduğu halde, siyaseten laik ve demokratik olabilir. Şu halde,
dindarlık ile laiklik ya da demokrasi arasında asli bir bağdaşmazlık yoktur.
Bundan dolayı, "sekülerleşme"nin devlet tarafından bir politika
haline dönüştürülmesi sadece insan haklarına ve demokrasiye zarar vermez, bu
aynı zamanda laikliğe de aykırıdır (Mustafa Erdoğan, "Sekülerizm, Lakilik
ve Din"; aynı yönde. bkz. Stephen V. Monsma ve J. Christopher Soper, The
Challcınge of Pluralism: Church and Staîe in Five Democracies, Lanham/Md ve
Oxford: Rovvman ve Littlefıeld Publishers. 1997, Giriş). Amerika Birleşik
Devletleri, Hollanda ve Almanya gibi, dindarlığı çağdaşlık karşıtı olarak
görmeyen, dine saygılı rejimlerin aynı zamanda başarılı demokrasiler olmaları
bu çerçevede anlamlı olsa gerektir.
Laikliğin
arkasındaki temel düşünce, modern düşüncenin kurucularından John Locke'un
bundan üç yüzyıl kadar önce farkına varmış olduğu gibi, felsefi, ahlaki ve dini
olarak tartışmalı sorunlar hakkında otorite yoluyla bir karar verilemeyeceği,
dolayısıyla devletin dinler karşısında tarafsız kalması gerektiği düşüncesidir.
Liberal siyasi felsefenin çağdaş temsilcilerinden Norman Barry'nin ifadesiyle,
"ruhani dünya konusundaki hakikatin ispatlanabilir olmaması karşısında,
devletin herhangi bir dinden yana olmaması" gerekir (Norman Barry,
"Piyasa, Ahlak, Din ve Devlet", Çev. Mustafa Erdoğan, Liberal
Düşünce, n. 4. [Güz 1996], s. 32). Daha açık olarak belirtmek gerekirse, diğer
felsefi kanaatler gibi dini inanç konusu da tamamen bireysel tercihlere bağlı
olduğundan, siyasi iktidar (devlet) dini inancın hakikati konusunda karar
almaya ve yürütmeye yetkili değildir. Bu konuda neyin doğru olduğuyla ilgili
olarak genel bir uzlaşma sağlanamayacağı için, devletin belli bir inancı
desteklemesi farklı inanç sahiplerine baskı uygulaması anlamına gelir. Laiklik
işte bu anlamda bir özgürlük ilkesidir.
Laikliğin
bir özgürlük ilkesi olması, her şeyden önce, onun siyasi iktidarı güçlendirmek
ve sivil haklara devlet müdahalesini meşrulaştırmak için kullanılamayacağı
anlamına da gelir. Başka bir anlatımla, laiklik bireyleri (temel hak ve özgürlükleri)
değil devleti (siyasi iktidarın kullanımını) kısıtlayan bir ilkedir. Yurttaşlar
farklı dünya görüşlerine, dini ve ideolojik tercihlere sahip olabilirler;
demokratik bir devlette bu tercihlerin hepsi aynı derecede meşrudur. Laik
devletin görevi bütün bunlara saygı göstermek, yurttaşları şu veya bu dünya
görüşünü yahut hayat tarzını benimsemeye zorlamamak ve dini veya seküler
görüşler (ve onların sahipleri) arasında hiçbir biçimde bir ayrım yapmamaktır.
Görülüyor
ki, demokrasi teorisi bakımından laiklik bütün diğer temel ilkelerden bağımsız,
kendi başına tayin edici bir ilke olmayıp, siyasi iktidarın kullanımına ilişkin
daha genel bir ilkenin, tarafsızlık ilkesinin sonuçlarından biridir. Devletin
tarafsızlık ilkesinin başka bir gereği de, dünya görüşü ve ideolojiler
bakımından yurttaşlar arasında var olan farklılık ve çeşitliliğe saygı
göstermektir. Bu nedenledir ki, gerek dinler gerekse ideolojiler bakımından
tarafsızlık sadece felsefi ve ahlaki bir gereklilik de değildir; tarafsızlık
ilkesi aynı zamanda sivil toplumun çeşitlilik gösteren yapısına devletin saygı
göstermek zorunda olması ile birlikte, farklı dünya görüşleri ve hayat tarzı
tercihlerini barışçı bir biçimde bir arada tutmakla ödevli olmasının da bir
sonucudur. Bu anlamda gerek genel olarak tarafsızlık ilkesi gerekse onun bir
türevi olarak laiklik bir toplumsal barış ilkesidir. Demokratik devletin
tarafsızlığı bakımından dini veya seküler inanışlar arasında bir fark yoktur.
Devletin seküler değerleri özel olarak desteklemesi de tarafsızlığa ve
dolayısıyla laikliğe aykırıdır (Stepnen V. Monsma ve J. Christopher Soper, a.
g. c. , s. 10. 203, 207, 209).
Laiklik
kısaca din ve vicdan özgürlüğünün güvence altında olduğu bir sistem içinde
siyasi meşruluğun dinden kaynaklanmaması, hukuki düzenin doğrudan doğruya dine
dayanmaması ve devletin farklı dinler ve mezhepler karşısında tarafsız olması
anlamına gelir. Bununla beraber, siyasi meşruluğun ve hukukun temelinin din
olmaması dinin bireysel ve toplumsal boyutunun laik devlet tarafından
tanınmaması anlamına gelmez. Bu sadece, siyasi faaliyetin demokratik süreç ve
mekanizmalardan başka kaynaklara başvurularak meşrulaştırılamayacağı ve hukuk
normlarının meşruluğunun herhangi bir dine dayandırılamayacağı veya dini
gereklerin sırf dini oldukları için emredici hukuk normu halinde
genelleştirilemeyeceği anlamına gelir. Yoksa, laik bir düzende elbette
yurttaşlar kendi dini tercihlerini sivil ve siyasi özgürlükler çerçevesinde
dışa vurabilir ve bir kısım dini ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ilgili siyasi
taleplerini dile getirebilirler. Laik bir devletin temel görevi, bütün diğer
temel ilkeleri bir yana bırakarak laikliği temel belirleyici politika ilkesi
olarak almak değil, tam tersine, laikliği devletin kendi meşruluğunun temelini
oluşturan hukuk devleti, insan hakları ve demokrasi esaslarıyla bağdaşır bir
tarzda yorumlayıp uygulamaktır. Esasen bu değerler arasında bir hiyerarşi
olacaksa bile en üstün değer laiklik değil "anayasal demokrasinin temel
direkleri olan insan hakları, hukuk devleti ve demokrasi olmak zorundadır.
Bu
çerçevede laikliğin başlıca iki unsuru bulunmaktadır. Birincisi "din ve
vicdan özgürlüğünün devlet taralından anayasal ve yasal olarak güvence altına
alınmasıdır. İkincisi ise devletin dini ve seküler inançlar karşısında tarafsız
olmasıdır. Laikliğin ilk unsuru olan din ve vicdan özgürlüğü gerek İnsan Haklar
Evrensel Bildirisi'nde (m. 18) gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde (m. 9)
gerekse 1982 T.C. Anayasası'nda (m. 24) açıkça güvence altına alınmıştır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de çeşitli kararlarında din özgürlüğünün
"demokratik bir toplumun temellerinden biri" olduğunu belirtmiştir.
Yine Mahkeme'ye göre bu özgürlük "dinini dışa vurma (izhar)"
özgürlüğünü de kapsar; esasen söz ve eylemlere yansımayan bir dini inancın
varlığından söz edilemez (Kokkinakis v. Greece, 19.4.1993).
Laikliğin
ikinci unsuru olan "tarafsızlık'' ise, en azından, devletin resmi bir
dininin veya ideolojisinin olmamasını gerektirmektedir. Birinci ilke aynı
zamanda insan haklarının doğal bir uzantısı olduğundan bu hususta pek fazla
tartışma bulunmamakla beraber, "tarafsızlık" ilkesi bakımından en
uygun modelin ne olması gerektiği konusunda çağdaş demokrasilerde düşünceler ve
uygulamalar farklıdır. Bu ülkelerin uygulamasına baktığımızda başlıca üç modelin
-ve onların çeşitlemelerinin- varlığı dikkati çekmektedir: Ayrılıkçı model,
tanınmış/müesses din modeli ve çoğulcu model (Stephen V. Monsma ve J.
Christopher Soper, a.g.e., ss. 10-12).
En
yakın örneğini Amerika Birleşik Devletleri"nin oluşturduğu "ayrılıkçı
modelde din ile devlet kurumsal olarak birbirinden ayrılmıştır. Bu modelde, din
ve politika beşeri faaliyetin birbirinden ayrılması gereken iki farklı alanı
sayılır. Din kişisel, özel bir mesele olarak görülür ve kişisel tercih ve eylem
alanına terkedilir. Ayrıca, devletin dinle ilgili meselelerde tarafsız
(neutral) olması gerektiği kabul edilir ve bunun da en iyi din ile devletin
birbirinden ayrı tutulmasıyla sağlanacağına inanılır. Bu anlayışa uygun olarak,
ABD Anayasasında (Birinci Değişiklik/1791) şöyle bir formül benimsenmiştir:
"Kongre bir din kurulmasına veya bir dinin gereklerinin serbestçe yerine
getirilmesini yasaklamaya (...) ilişkin hiçbir kanun çıkaramaz." Burada,
bir dinin tesisini veya resmen tanınmasını yasaklayan ibare din ile devletin
kurumsal olarak birbirinden ayrılmasının temelini oluşturmaktadır. Bu, aynı
zamanda, devletin tarafsızlığının da temelidir. Hükmün ikinci kısmı ise din ve
ibadet özgürlüğünü güvence altına almaktadır. Mamafih, Amerika Birleşik
Devletleri'nde, din ve mezhepler arasında ayrım yapmamak kaydıyla, devletin
dini okullara -vergi muafiyeti gibi yollarla- mali yardım yapması laiklik
ilkesine aykırı sayılmamaktadır. Amerika Birleşik Devletleri"nde bütün
yüksek okulların %49'u özel kurumlar olup yükseköğretim öğrencilerinin %20'si
bu okullarda öğrenim görmektedir. Bu kurumların %78'i dini okullardır ve hemen
hemen hepsi devletten mali yardım almaktadır (Monsma ve Soper. a.g,e., s. 36).
Din
ile devletin kesin ayrılığının benimsenmiş olduğu Fransa'da siyasi iktidar 19.
yüzyıla kadar sürekli olarak kendisini Roma'nın etkisinden kurtarmaya çalıştığı
için, din-devlet ilişkileri gerilimli olmuştur. Hatta 1902 ile 1905 arasında
Fransa ile Vatikan arasında hukuki ilişkiler kopmuştur. Devletle Kilise'nin
ayrılığını tesis eden 1905 tarihli Kanuna göre, "Cumhuriyet vicdan
hürriyetini garanti eder, kamu düzeni için ilan edilmiş kısıtlamalar
çerçevesinde mezheplerin tatbik hürriyetini de teminat altına alır. Cumhuriyet
hiçbir mezhebi ne tanır, ne ücretini öder ne de ona paraca destek sağlar"
(Jacques Robert, Batıda Din-Devlet İlişkileri: Fransa Örneği, Çev. İzzet Er,
İstanbul: İz Yayıncılık, 1998. s. 51). Birinci Dünya Savaşı ve Almanya'yla
çatışmanın tahrik ettiği ulusal birlik hareketi gerilimlerin azalmasını ve hem
Fransa Kilisesi ile hem de Roma'yla daha az çatışmalı ilişkiler kurulmasını
mümkün kılmıştır. Mamafih, 1930-1960 döneminde, Halk Cephesi'nin Katolikler
arasında tutulduğu korkuları, Fransız din adamlarının çoğunun 1940-1944 dönemi
Petain rejimine verdiği desteğin solun güvensizlik duygusunu takviye etmesi, ve
1950'lerin sonlarına kadar (%90'ı Katolik olan) özel okullar sorunu üstünde
devam eden çatışmalar gibi, ilişkileri gerilimli hale getiren bazı olaylar da
yaşanmıştır (Yves Meny, Government and Poliücs in Western Europe, Trans, by
Janet Lloyd, New York: Oxford University Press, 1991, s. 25).
Fransa'da
devletle dinin ayrı olmasına rağmen, Fransız öğrencilerin % 16'sının devam
ettiği Katolik okulları 4. Cumhuriyetten bu yana devlet tarafından
desteklenmektedir. Beşinci Cumhuriyetle birlikte, devlet yardımı karşılığında
kilise okulları üstünde devlet denetimi getiren yeni bir düzenleme yapılmıştır.
1984 yılında Sosyalist hükümet kamu okullarıyla özel okullar arasında
standartların eşitlenmesi karşılığında devletin mali desteğini devam ettirmeye
ve özel okul öğretmenlerine -yaptıkları öğretime müdahale olmaksızın- resmi
statü sağlamaya dönük yasal düzenleme yapma girişiminde bulunduysa da tepkiler
sonucunda bundan vazgeçilmiştir (Henry W. Ehrmann ve Martin A. Schain,
"Politics in France", Gabriel A. Almond & G. Bingham Powell, Jr.
(der.}. Comparative Politics Today: A Worîd Vic>w, New York: HarperCollins
Publishers, 5. Baskı, 1992, s. 197; Anne Slevens, The Government and Politics
of France. Londra: Macmillan, 1992, s. 13).
İkinci
model bunun tam tersidir ve belli bir dinin devletçe tanınmasına dayanır.
Burada din ve devlet, istikrarlı ve başarılı bir toplumun üzerine oturduğu iki
ana sütun olarak görülür. "Müesses din" (established church)
modelinde devlet belli bir dine tanınma, uygulanabilme (varlığını sürdürme)
olanağı ve çok kere mali destek sağlarken, din de devlete bir meşruluk, tanınma
ve ulusal birlik duygusu sağlar. Kimi ülkelerde (örneğin, İngiltere) bu ilişki
resmi (hukuki) bir durum iken, kimilerinde (örneğin, Almanya) bu ilişki hukuki
olmaktan ziyade geleneğe ve belli bir dinin kültürel gücüne dayanır.
Almanya'da, aksini beyan etmedikçe, herkes gelirinin %10'u oranında kilise
vergisi ödemek zorundadır; bu vergi ücretlerden otomatik olarak kesilir ve
kiliseye aktarılır (David P. Conradt. The Genııan Poliîy, New York &
London: Longman. 1989, s. 30).
İtalya
da "hakim din"iyle müesses din modeline yakındır. Mamafih,
İtalya'daki durum Katolik Kilisesi'nin tarihinden, coğrafi yerinden ve nüfusun
%95'inin Katolik Kilisesi'ne mensup olmasından ileri gelmektedir.
Hıristiyanlığın merkezi Roma'nın İtalyan Krallığının merkezi yapıldığı 1870'den
1929'daki Lateran Anlaşması'na kadar Kilise ve Katolikler bilinçli olarak
liberal İtalyan devletinin dışında -hatta ona karşı- örgütlenmişlerdi. 1947
Anayasası yapıcıları bir yandan İtalyan birliğinin kurucularının arzu ettikleri
Kilise-devlet ayrılığı geleneği ile öbür yandan Mussolini'nin tesis ettiği ve
Kilise'nin özerkliğini tanıyıp ona mali destek sağlayan Concordat'tan tevarüs
edilen durumu uzlaştırmaya çalışmışlardır, İtalyan Anayasası'nın 7. maddesine
göre, "Devlet ve Katolik Kilisesi kendi alanlarında bağımsız ve
egemendir" ve 'ikisi arasındaki ilişkiler Lateran Anlaşmasına
tabidir." 1984 yılında Vatikan'la İtalyan yönetimi arasında varılan bir
anlaşmayla Concordat güncelleştirildi. Buna göre okullarda din eğitimi artık
isteğe bağlı olacak, Kilise'nin devletçe finansmanı halkın gönüllü katkılarıyla
yapılacak ve din hizmetleri büyük ölçüde ortak hukuka tabi olacaktır. Böylece
İtalyan devleti ile Katolik Kilisesi arasındaki tarihi bağlar zayıflatılmış
olsa da, bugün İtalya'da bütün kamu alanlarında (okullar, idari binalar,
mahkemeler vb.) haç teşhir edilmeye devam etmektedir (Yves Meny. a. g. e., s.
23).
Üçüncü,
yani "çoğulcu" modelde din beşeri hayatın diğer alanlarından ve bu
arada yönetimden ayrı bir etkinlik alanı olarak görülmekle beraber, onun
hayatın bütün alanları üstünde etkisi olduğu kabul edilir. Çoğulcu model,
devletin toplumun farklı kesimlerinin benimsemiş, olduğu ve özgür bir toplumun
farklılık gösteren ihtiyaçlarını karşılayan dini ve seküler bütün dünya
görüşlerine saygı göstermesi esasına dayanır. Laiklikle ilgili bu en özgürlükçü
anlayış, devletin bu görüşlerden birinin yanında yer almasına izin vermez;
hepsine aynı derecede adaletle davranır, yani hepsinin Özgürlüklerini tanır ve
hiçbirini ne kayırır ne de mağdur eder. Nitekim, bu modele en yakın düşen örnek
ülke olan Hollanda'da devlet yardımları bakımından dini ve seküler kuruluşlar
arasında ayrım yapılmamakta ve bu uygulama Anayasa'nın 1. maddesinde derpiş
edilen "kanun önünde eşitlik" ilkesinin gereği olarak görülmektedir.
Ayrıca, azınlık dinlerine de aynı korumanın sağlanması yolunda oldukça mesafe
alınmıştır. Anayasa'nın 23. maddesine göre, özel eğitim serbest olup, özel ilkokullara
kamu okullarıyla aynı standartlarda mali yardım sağlanır. Keza, özel orta
dereceli okullar da devletten para yardımı alırlar. Zorunlu Eğitim Kanunu'na
göre, öğrenciler kendi dinlerinin gereği olan tatil günlerinde okuldan
muaftırlar. Bu arada, azınlık dinlerine eşit muamelenin yerleşmesi amacıyla
kurulmuş olan Eşit Muamele Komisyonu 1996 yılında Müslüman kızların başlarını
örtmelerinin yasaklanamayacağına karar vermiştir (Monsma ve Soper, a.g.e., s.
62-67).
Çağdaş
demokrasilerde halihazırda geçerli olan laiklikle ilgili modellerin çeşitliliği
bize her şeyden önce şunu öğretmektedir: Başarılı çağdaş demokrasilerde,
demokrasi yolundaki herhangi bir ülkenin örnek alması zorunlu olan evrensel,
standart bir din-devlet ilişkileri modeli söz konusu değildir. Bundan dolayı,
bu meseledeki görüş farklılıkları, dini buyrukların herkes için genel geçer
yasalar haline getirilmesini önermedikleri sürece, laiklik karşıtı olarak
nitelenemez. Bu nedenle, özellikle siyasi partilerin faaliyet yaptıkları
ülkelerde uygulanmakta olan din-devlet ilişkileri modeliyle her bakımdan
mutabık olmaları şart değildir. Siyasi partiler de, diğer yurttaşlar ve sivil
toplum kuruluşları gibi, yürürlükteki laiklik modelini ve bunun uygulanma
biçimini çeşitli açılardan eleştirebilir ve bu konularda farklı önerilerde
bulunabilirler. Demokratik bir toplumda bunun olağan karşılanması gerekir.
Bundan dolayı, demokratik ülkelerdeki mahkemelerin de yürürlükteki mevzuatı bu
evrensel gereğe uygun olarak yorumlamaları beklenir.
Laiklik
konusundaki çağdaş demokrasi tecrübesinden çıkarabileceğimiz başka bir ders de
din ve vicdan özgürlüğünün laikliğin vazgeçilmez şartlarından biri olduğudur.
Din özgürlüğü ise belli bir din veya mezhebin resmi bir din haline
getirilmemesini ve dini hükümlerin zorunlu hukuki normlara dönüştürülmemesini
olduğu kadar, devletin bireysel ve kurumsal dini denetim altına almamasını da
gerektirir. Başka bir ifadeyle, laik bir devlette gerek din ve vicdan özgürlüğü
gerekse dindarların sivil ve siyasi özgürlükleri güvence altında olmalı, ayrıca
kurumsal din devletten bağımsız, özerk bir statüye sahip bulunmalıdır.
Yurttaşların dini inançları nedeniyle diğer sivil ve siyasi hakları bakımından
makul olmayan kısıtlamalara maruz oldukları yerde artık "demokratik bir
laiklik"ten söz edilemez. Aynı şekilde, dinin kurumsal olarak devletin
denetimi altında olması da demokratik bir laiklik anlayışıyla bağdaşmadığı
gibi, hiçbir çağdaş demokraside örneği bulunmaması anlamında bu
"çağdaş" da değildir.
BİRİNCİ
BÖLÜM
BAZI
USUL SORUNLARI
A-
SİYASİ PARTİ KAPATMA DAVALARININ HUKUKİ NİTELİĞİ
I-
Anayasa Mahkemesi Kararları Açısından
1.
Milli Nizam Partisi Kararı
Türk
hukukunda siyasi parti kapatma davalarının ceza davası olup olmadıkları bugüne
kadar bazı davalarda tartışma konusu yapılmıştır. Konu ilk önce Milli Nizam
Partisi"nin kapatılması davasında tartışılmıştır. Milli Nizam Partisi
savunmasında, davanın ana çizgileri ile bir ceza davası olduğunu ileri
sürmüştür. Parti, dönemin siyasi partiler kanunu olan 648 sayılı Kanun'un 108.
maddesindeki, savcının davanın hazırlık ve ilk soruşturma safhalarını birlikte
yürütmesine izin veren hükmünün ceza davalarında uygulanan genel ilkelere
aykırı olduğunu ileri sürmüştür.
Milli
Nizam Partisi'nin, siyasi parti kapatma davalarının ceza davası olduğu
yönündeki iddialarını gündeme getirmesinin bir başka nedeni de davayı açan
Başsavcı'nın "davamızda bir suç ve suçluluk söz konusu olmadığına göre
Usul Kanunu'nun savunmaya ilişkin hükümlerinin uygulanması zorunluluğu
yoktur" sözleridir.
Bu
sözlere karşı parti,
"Yüksek
Mahkeme bir ceza mahkemesi, bir yüce divan niteliğindedir. Ortada hukuk
mahkemesinde bir dernek feshi değil bir cezalandırma istemi vardır. Hukuk
mahkemelerinde davalar kişilerin hür iradeleri ve dilekçeleri ile açılır.
Savcılarca yaş düzeltme davaları açılması bunun istisnasıdır. Görülen dava Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu'nu uygulama zorunluluğu dolayısıyla da ceza davası
niteliğindedir.
648
sayılı Siyasi Partiler Kanununun 108. maddesinin siyasi partiler hakkındaki
soruşturmaların Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu"na göre yapılmasını kabul
etmesine karşılık (...) dava açılmadan önce savunma hakkının kullanılmasına
olanak tanınmamış ve (...) Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 132., 136., 171.,
183., 185. ve 194. maddeleri asla gözönünde bulundurulmamıştır."
şeklinde
bir savunma yapmıştır (E. 1971/1 SPK, K. 1971/1, KT. 20.5.1971, Anayasa
Mahkemesi Kararlar Dergisi. S. 9, s. 22, 31).
Mahkeme,
bu davada siyasi parti kapatma davasının ceza davası olup olmadığı konusunda
teorik düzeyde açık bir görüş belirtmemekle birlikte, davalı partinin bu
görüşlerini yerinde bulmamıştır. Anayasa Mahkemesi ayrıca. dava açıldığı
dönemde yürürlükte olan 648 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 108. maddesinin
4. fıkrasında yer alan "Dava Anayasa Mahkemesi'nde duruşmalı olarak görülür.
Bu konuda Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun son tahkikatla ilgili hükümleri
uygulanır." şeklindeki kuralını, Anayasa'nın 148. maddesinin 2.
fıkrasındaki "Anayasa Mahkemesi, Yüce Divan sıfatıyla baktığı davalar
dışındaki işleri, dosya üzerinde inceler" hükmüne aykırı bularak söz
konusu fıkrayı iptal etmiştir (E. 1971/27, K. 1971/50, KT. 6.5.1971, Anayasa
Mahkemesi Kararlar Dergisi, S. 9, s. 507). Bu tarihten sonra yapılan ister
Anayasa ister kanun olsun hiçbir düzenlemede de siyasi parti kapatma davalarının
duruşmalı olarak yapılacağına ilişkin bir kural yer almamıştır. Bilindiği gibi
"duruşmalı dava" ceza davalarının tipik bir özelliğidir ve Anayasa
Mahkemesi'nin bu iptal kararı siyasi parti kapatma davalarını ceza davalarından
uzaklaştırıcı bir sonuç doğurmuştur.
2.
Doğru Yol Partisi Kararı
Anayasa
Mahkemesi Doğru Yol Partisi "ne karşı açılan kapatma davasında, davanın
niteliği ve uygulanacak usul kuralları çerçevesinde iki ana görüş
geliştirmiştir. Mahkeme'ye göre, siyasi parti kapatma davalarında 2820 sayılı
Siyasi Partiler Kanunu'nun dördüncü kısmında düzenlenen yasaklar birer ceza
kuralı niteliğindedir. Bu düzenlemelerin ceza kuralı niteliğinde olmalarının
ilk nedeni dördüncü kısımda düzenlenen yasaklara uymayanlara altı aydan az
olmamak üzere hapis cezası verileceğine ilişkin yine aynı kanunun 117. maddesi
hükmüdür, ikinci olarak, bu tür yasakların birer ceza kuralı niteliğinde
oldukları 1961 Anayasasının yapılması sırasında açık olarak belirtilmiştir.
Üstelik, gerek 2820 sayılı Yasa'nın 98. gerekse 2949 sayılı Yasa'nın 33.
maddeleri, siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin davaların Ceza Muhakemeleri
Usulü Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle karara bağlanacağını belirtmektedir
(E. 1984/1. K. 1984/1 SPK. KT. 28.9.1984, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi,
S. 20, s. 505).
Öte
yandan Anayasa Mahkemesi'ne göre, siyasi parti kapatma davalarının Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu'na göre yürütülmesi, davalı parti için güvence teşkil
eden bir takım sonuçlar doğurur. Mahkeme, ceza usul hukukunda yer alan bu güvencelerden
elindeki davaya uygulanabilecek birkaçını da örnek olarak göstermiştir. Bu
örnekler, üçüncü kişilerin eylemlerinden sorumlu olmamak, kanunsuz suç ve ceza
olmaz ilkesi, cezada genişletici yorum ve kıyasa yer verilmemesi kuralıdır (E.
1984/1 SPK, K. 1984/1. KT. 28.9.1984, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi. S.
20, ss. 505-506).
3.
Refah Partisi Kararı
Bu
davada da siyasi parti kapatma davalarının niteliği tartışılmıştır. Anayasa
Mahkemesi Refah Partisi Davası'nda siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin
davaların ceza davası olmadığını açık bir ifade ile kabul etmiştir. Mahkemeye
göre,
"(...)
ceza davalarında, ceza yargılamasına özgü usul kurallarının uygulanması doğal
olduğuna göre, parti kapatma davalarında özellikle aynı usulün uygulanacağının
belirtilmesine gerek duyulması, bu davaların geleneksel anlamda bir ceza davası
olmadığını ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, yasal yaptırım öngördüğü
hallerde, konunun temel hak ve özgürlüklerle yakın ilgisi nedeniyle yasak
eylemlerin ve bunlara uygulanacak yaptırımların yasalarla belirlenmesi gibi
temel ilkelerin gözönünde bulundurulması da Anayasal bir zorunluluktur.
Bu
temel özellikleri taşıma gereği yönünden, hukukun diğer alanlarına göre ceza
hukukuna daha yakın kabul edilse de siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin
davalar, bütünüyle ceza hukuku kuralları içinde değerlendirilmesine olanak
bulunmayan kendine özgü davalardır. Ayrıca, siyasi partilere yasaklanan
eylemlerin niteliği, bunların kapatılması sonucunu doğurabilmesi için aranan
koşullar ve uygulanan yaptırım türünün ceza hukukundaki suç ve cezalardan
farklılık göstermesi de bu davaların kendine özgü niteliğini öne
çıkarmaktadır." (E. 1997/1 SPK, K. 1998/1, KT. 16.1.1998, Anayasa
Mahkemesi Kararlar Dergisi, S. 34, C. 2, ss. 1020-1021.)
II-
Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında Konunun Değerlendirilmesi
Bu
kararlar ışığında ele alındığında. Anayasa Mahkememizin konuyla ilgili son
kararındaki eğilim siyasi parti kapatma davalarının ceza hukuku davalarına
benzemekle birlikte teknik anlamda birer ceza davası olmadığı şeklindedir.
Mahkeme'ye göre, siyasi partilere yasaklanan eylemlerin niteliği, bu eylemlerin
kapatma sonucu doğurabilmesi için aranan koşullar ve uygulanan yaptırım türü
bakımından siyasi parti kapatma davaları ceza davası değildir. Anayasa
Mahkememiz siyasi parti kapatma davasını "kendine özgü bir dava"
olarak nitelendirmektedir.
Öte
yandan Mahkeme, siyasi parti kapatma davalarına Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanunu'nun uygulanacağı görüşündedir. Gerek Anayasa'nın 69. maddesinin dördüncü
fıkrasında, gerek Siyasi Partiler Kanunu'nun 98. maddesinin üçüncü fıkrasında,
gerekse Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkındaki Kanun'un 33.
maddesinde siyasi parti kapatma davalarına Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun
uygulanacağına ilişkin bir kural mevcuttur. "Ceza usul mevzuatı
uygulanıyorsa ortada bir ceza davası vardır" tezi Doğru Yol Partisi
Davasında ileri sürülmüş olmakla birlikte, Mahkeme Refah Partisi Davası'nda
"ceza usul hukukunun uygulanmasının davaya ceza davası niteliği
vermeyeceği, ancak bu durumun kendine özgü bir dava tipine işaret ettiği"
görüşünü kabul etmiştir.
1.
Davanın Niteliği Sorunu
Partimize
göre siyasi parti kapatma davaları ceza davası niteliğindedir. Bununla
birlikte, Anayasa Mahkemesi'nin son içtihadı temel alındığında Fazilet Partisi
davası'nın "ceza usul hukukunun kurallarının uygulanacağı kendine özgü bir
dava" olarak nitelendirilmesi gerekmektedir. Ancak, ister ceza davası
ister "kendine özgü dava" diyelim siyasi parti kapatma davalarına
ceza usul hukukunun kurallarının uygulanacağı kesindir. Bu nedenle, davaya ceza
usul hukukunun genel ilkelerinin yön vermesi gerekmektedir. Siyasi parti
kapatma davalarına Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun uygulanacağı hem
Anayasa'da, hem Siyasi Partiler Kanunu'nda hem de Anayasa Mahkemesinin Kuruluş
ve Görevleri Hakkında Kanun'da yer alan bir kuraldır. Ayrıca bu konuda Anayasa
Mahkemesi de kuruluşundan bu yana aykırı bir görüş ileri sürmemiştir.
Burada
önemli bir sorun Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun hangi hükümlerinin siyasi
parti kapatma davalarında uygulanacağıdır. Kural olarak ceza usul hukukunun
temel ilkelerinin hepsi siyasi parti kapatma davalarına da uygulanabilir. Şu
açıktır ki, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun davanın görülmesine ilişkin
hükümleri siyasi parti kapatma davalarının dosya üzerinden görülmesi nedeniyle
olanaksızdır. Ayrıca, ceza davasına özgü bazı hükümler de dayanak olacak kural
niteliğinde değildir. Ancak, uygulanması siyasi parti kapatma davalarının
niteliği nedeniyle olanaklı olmayan hükümler dışında kalan tüm kurallar siyasi
parti kapatma davalarında da doğrudan ya da benzetme yoluyla uygulanabilir.
Aşağıda,
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun Fazilet Partisi Davası'na uygulanabilecek
önemli bazı madde ve ilkelerine tüketici olmamak kaydıyla değinecek, bu dava
acısından özellik taşıyan CMUK 254. maddesinin ikinci fıkrasını ise yine bu
bölümde "C. Yasal Olmayan Yollardan Elde Edilen Delillerin Davada
Kullanılabilirliği Sorunu" başlığı altında ele alacağız.
2.
Davaya Uygulanacak Önemli Usul Kuralları ve İlkeleri
a.
Şüpheden sanık yararlanır ilkesi
b.
Maddi gerçeğin araştırılması ilkesi
c.
CMUK'un 163. maddesinde yer alan yeterli delil ilkesi
d.
Üçüncü kişilerin eylemlerinden sorumlu olmama ilkesi
e.
Kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesinin genişletici yorum ve kıyas yasağı sonucu
doğuran boyutu
f.
Dürüst işlem ilkesi
g.
Ölçülülük ilkesi
h.
CMUK 260. maddede yer alan vakaların sabit ve muhakkak addedilmesi gerektiğine
ilişkin kural
a.
Şüpheden Sanık Yararlanır İlkesi
Bu
ilkeye göre fiilin sanık tarafından işlendiği tam kesinliğe ulaşmadığı takdirde
sanık hakkında ceza verilemez. Ceza muhakemeleri usulünün tipik bir özelliği
maddi gerçeğin, hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın ortaya çıkarılmasıdır. Bu ilke
özellikle siyasi parti yasaklarının kimler ya da hangi organlar tarafından ve
hangi içerikle ihlal edildiğinde kesin olarak partiye yüklenebileceği
noktasında önem kazanmaktadır.
b.
Maddi Gerçeğin Araştırılması İlkesi
Ceza
muhakemesinde amaç maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Maddi gerçeğin
araştırılmasında, mantık yolunun izlenmesi gerekir. Gerçek, akla uygun ve
realist, olayın bütünü ve bir parçasını temsil eden kanıtlardan veya kanıtların
bütün olarak değerlendirilmesinden ortaya çıkarılmalıdır. Varsayımlara ve
niyet/amaç yakıştırmalarına dayanılarak sonuca ulaşılmamalıdır.
Yargıtay
Ceza Genel Kuruluna göre. "(...) yargılama(nın) amacı hiçbir duraksamaya
yer vermeden maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Bu araştırmada, yani gerçeğe
ulaşmada mantık yolunun izlenmesi gerekir. Gerçek, akla uygun ve realist olayın
bütünü veya bir parçasını temsil eden kanıtlardan veya kanıtların bütün olarak
değerlendirilmesinden ortaya çıkarılmalıdır. Yoksa bir takım varsayımlara
dayanılarak sonuca ulaşılması ceza yargılamasının amacına kesinlikle aykırıdır
(Y.C.G.K., 19.4.1993. 6-79/108).
c.
CMUK'un 163. Maddesinde Yer Alan Yeterli Delil İlkesi
Ceza
muhakemesi usulünde şüphe delillere dayanarak ortaya konulmalıdır. Dolayısıyla
yeterli bir şüphe, delillerin yeterli olmasına bağlıdır. Aksi halde şüpheden
sanık yararlanır kuralı devreye girer.
d.
Üçüncü Kişilerin Eylemlerinden Sorumlu Olmama
Ceza
usul hukukunda, kişiler üçüncü kişilerin eylemlerinden sorumlu tutulamaz.
Siyasi partiye yabancı üçüncü kişiler, siyasi partiye üye olsalar dahi partiyi
temsil yetkisi olmayan kişiler, ister gerçek ister tüzel kişi olsun, partinin
doğrudan sorumluluğuna neden olamazlar.
e.
Kanunsuz Suç ve Ceza Olmaz İlkesinin Genişletici Yorum ve Kıyas Yasağı Sonucunu
Doğuran Boyutu
Ceza
Muhakemesi Usulü uygulanan bir davada kanunda belirlenen yasak eylemlerin genişletilmesi
ya da kıyasen başka kanunların uygulanması söz konusu olamaz. Bu kural aynen
2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun dördüncü kısmında yer alan yasaklar için
de geçerlidir. Bu yasakların sınırlarının belirlenmesinde "kanunsuz suç ve
ceza olmaz" ilkesi benzetme yoluyla siyasi parti kapatma davalarına da
uygulanmalıdır.
f.
Dürüst İşlem İlkesi
Dürüst
işlem ilkesi, ceza muhakemesi işlemlerinin kandırma, yanıltma veya zorlama gibi
irade serbestisini engelleyen veya savunmayı kısıtlayan yollara sapmaksızın,
hukuk devleti ilkesine uygun olarak, önceden kanunla öngörülmüş bulunan esaslar
çerçevesinde yapılmasıdır.
g.
Ölçülülük İlkesi
Ceza
yargılamasının önemli bir dayanağını ölçülülük ilkesi oluşturur. Ölçülülük
ilkesi birey yararı ile kamu yararının dengelenmesi anlamına gelir. Yargıtay 4.
Ceza Dairesi'nin bir kararında, "bu ilke gözetilmez ve kamu yararı birey
zararına işletilirse, haklar ve değerler örselenir: birey yararı toplum
zararına kayırılırsa yargılama kilitlenebilir ve dolayısıyla her iki durumda da
hukuki barış tehlikeye düşer" (4. C.D.. 5.10.1994, 7351/7693) görüşüne yer
verilmiştir.
h.
CMUK 260. Madde Hükmü
Bu
hükme göre, mahkemenin bir yargıya, bir kanıya varabilmesi için, kanunda
belirtilen yasakların ihlal edilmesinin tespiti yanında, sabit ve muhakkak
addedilen vakaların mevcudiyeti aranır.
B-
YASAMA SORUMSUZLUĞUNUN KAPSAMI BAKIMINDAN MİLLETVEKİLLERİNİN SÖZLERİ
Anayasamızın
83. maddesinin başlığı "yasama dokunulmazlığı"dır. Madde başlığı bu
olmakla birlikte bu maddede hem "yasama sorumsuzluğu" hem de
"yasama dokunulmazlığı" kurumları düzenlenmiştir. Yasama sorumsuzluğu
maddenin ilk fıkrasında hüküm altına alınmıştır. Bu fıkraya göre, "Türkiye
Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste
ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık Divanı'nın teklifi
üzerine Meclisçe bir başka karar alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak
ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar."
Yasama
sorumsuzluğundan bahsedilebilmesi için söz konusu eylemin "Meclis çalışmaları"
sırasında ve oy, söz ve düşünce açıklaması yoluyla işlenmiş olması şarttır.
"Meclis çalışmaları" deyimini geniş anlamda yorumlamak gerekir. Bu
deyim sadece yasama ve hükümeti denetleme görevi çerçevesinde yapılan Meclis
genel kurul toplantılarını değil, komisyon toplantılarını ve siyasi parti grup
toplantılarını da kapsar (Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, Ankara: Yetkin
Yayınları, 1995, s. 250). Öte yandan, yasama sorumsuzluğu sadece oy, söz ve
düşünceleri kapsar. Anayasadaki bu düzenleme, parlamenter fonksiyon ile ilgili
şekli bir kayıtlama olup, bunların içeriği ile ilgili değildir. Yani oy,
düşünce ve sözlerin içeriği ne olursa olsun yasama sorumsuzluğu kapsamındadır.
Yasama
sorumsuzluğu kurumunun amacı üzerinde de durmak gerekir. Bu kurum ile
parlamento üyelerine bir imtiyaz ya da dokunulmazlık yaratılması
amaçlanmamıştır. Anayasamızın 10. maddesi 83. madde ile birlikte düşünüldüğünde
bu kurumun amacının belli kişiler lehine ayrımcılık yaratmak olmadığı ya da
maddenin böyle bir yoruma tabi tutulamayacağı açıktır. Bu konuda demokratik
ülkelerdeki genel eğilim yasama sorumsuzluğu kurumunun parlamenter fonksiyona
bağlı olarak açıklanmasıdır.
Kurumun
ortaya çıktığı İngiltere'de niçin böyle bir düzenlemeye gerek görüldüğünün
araştırılması da yukarıdaki sonucu destekler niteliktedir. Bili ofRights kabul
edilmeden önce, Avam Kamarası başkanına hakaret eden Eliot, Hollis ve Valentine
ingiltere Krallık Mahkemesi tarafından cezalandırılmışlardır. Bu karar İngiliz
Lordlar Kamarası tarafından bozularak "parlamentoda söylenen sözlerin
içerikleri ne olursa olsun, parlamento dışı bir organ bunları cezalandıramaz,
kontrole tabi tutamaz" denmiştir (Çetin Özek, "Mutlak Yasama
Dokunulmazlığı Sınırlanabilir mi''", İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Mecmuası. C. 31, 1965, ss. 87-88).
Anayasa
Mahkememiz de benzer bir görüşe 1986 yılında verdiği bir kararda yer vermiştir.
Bu kararda Yüksek Mahkeme şöyle demiştir:
"Anayasa'nın
'Yasama dokunulmazlığı' başlıklı 83. maddesi 'yasama sorumsuzluğu' ile 'yasama
dokunulmazlığı'nı birlikle düzenlemiştir. Milletvekilinin, yasama işleriyle
ilgili olarak Meclis'le kullandığı oylar, söylediği sözler, ileri sürdüğü
düşünceler nedeniyle yasama organı dışında herhangi bir makam tarafından
sorumlu tutulamaması anlamına gelen ve 83. maddenin birinci fıkrasında yer alan
'sorumsuzluk'un amacı, ulusal iradenin tam bir serbestlikle açıklanmasıyla
birlikle görevin tam bağımsızlıkla yerine getirilmesini güvenceye almasıdır.
Yasama organı üyesinin yasama çalışmalarına katılmasının, bağımsızlığının
güvencesi olan ve 83. maddenin ikinci ve sonraki fıkralarında kurala bağlanan
'dokunulmazlığın amacı ise, siyasal nedenlerle milletvekilini, özellikle,
siyasal iktidarın açtırmak isteyeceği kovuşturmalara karşı korumaktır. Bu
kurumlar, yasama organı üyelerinin sorumsuz ve cezasız kalmaları için değil,
görevlerini her yönden özgür bağımsız endişesiz yerine getirmelerini sağlamak
için öngörülmüşlerdir" (E. 1986/13. K. 1987/12. KT. 22.5.1987, AMKD, C.
23, s. 252) (a.b.ç.).
Bu
kararda da işaret edildiği gibi, yasama sorumsuzluğu kurumunun amacı, ulusal
iradenin tam bir serbestlikle açıklanması ve milletvekilliği görevinin tam
bağımsızlıkla yerine getirilmesinin güvenceye alınmasıdır. Ayrıca Mahkeme'ye
göre bu kurum yasama organı üyelerinin görevlerini özgür, bağımsız, endişesiz
yerine getirmelerini sağlamak için öngörülmüştür.
Yasama
sorumsuzluğu kurumunun bir başka niteliği ise mutlaklığıdır. Yasama
sorumsuzluğu yasama dokunulmazlığından farklı olarak nispi değil mutlak bir
koruma sağlar. Bu sorumsuzluk halinden herhangi bir nedenle vazgeçilemez.
Yasama sorumsuzluğu fiillerin tüm neticelerine yönelik bir sorumsuzluk halidir
(Metin Kıratlı, Parlamenter Muafiyetler, Ankara: A.Ü. Siyasal Bilgiler
Fakültesi Yayınları, 1961, s. 67. 69). Mamafih, yasama sorumsuzluğunun
mutlaklığı bazı hukuk sistemlerinde sınırlandırılmıştır. Örneğin,
milletvekilinin yasama organındaki konuşmaları ile hakarette bulunması ve
sövmesi bazı sistemlerde sorumsuzluk dışı bırakılmıştır. Bizim hukuk
sistemimizde ise bu şekilde bir istisna dahi kabul edilmemiş, sorumsuzluk
nispileştirilmemiştir. Burada önemle vurgulanması gereken bir nokta, yasama
sorumsuzluğunun bu şekilde sınırlanmasının ancak anayasal bir düzenlemeyle
mümkün olabilmesidir. Anayasal organlar için sorumluluk istisnai ve açık hükümlere
dayanmalıdır. Eğer sorumsuzluğun bir istisnası varsa bu mutlaka anayasada
gösterilmelidir.
Bu
çerçevede yasama sorumsuzluğu kurumunun ana unsurları şu şekilde özetlenebilir:
-Yasama
sorumsuzluğu yasama fonksiyonunun iyi işlemesi için kabul edilmiş bir kurumdur
(Özek, a.g.e., s. 93).
Bir
demokraside milletvekillerinin korkusuz ve endişesiz fikirlerini
açıklayabilmeleri gerekir. Eğer bir milletvekili örneğin partisinin
kapatılacağı endişesi ile TBMM kürsüsünde konuşamıyorsa, salt bu endişenin
doğuracağı çekingenlik dahi milli iradenin tam ve eksiksiz biçimde oluşmasını
engelleyecektir. Milletvekili endişe duymasa dahi, üyesi bulunduğu parti
kapatılma korkusuyla kendi üyelerinin düşüncelerini açıklamasını
yasaklayabilecektir. Böyle bir olasılık halinde milli iradenin oluşmasının daha
ciddi bir tehdit altında olacağı ve milletvekillerinin yasama ve denetleme
görevlerini hakkıyla yerine getiremeyecekleri açıktır.
Avrupa
İnsan Hakları Komisyonu ve Mahkemesi'nin kararlarında da yasama sorumsuzluğunun
yasama fonksiyonu ve demokrasi ile bağına değinilmiştir. Komisyon bir
kararında, Birleşik Krallık Parlamentosunda bir hükümet üyesinin bir vatandaşı
ajan olmakla itham edici konuşmalarına karşı, vatandaşın iç hukukta yasama
sorumsuzluğu nedeniyle ulusal mahkemelerin kendi davasına bakmayacaklarını,
bunun da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6. maddesinde düzenlenen
"adil yargılanma" ilkesine aykırılık oluşturduğu iddiasında
bulunmuştur. Komisyon bu iddiayı yerinde bulmamıştır. Komisyon"a göre yasama
sorumsuzluğu kişilere tanınan bir hak olmayıp, Sözleşme'nin önsözünde yer alan
"hakikaten demokratik bir siyasi rejim"i oluşturmanın gereklerinden
biridir (Başvuru 7729/76, Philip Humetî Agee v. ıhe United Kingdom, 17.12.1976,
Komisyon Kararı. D.R. 7, s. 164). Bu nedenle yasama sorumsuzluğu kurumunun
koruduğu "demokratik siyasi rejimdir ve demokratik siyasi rejimin
işlemesini aksatacak her müdahale yasama sorumsuzluğunun amacına aykırıdır
(Jürgen Bröhmer, State Immıınity and thc Violatiou ofHuman Rights, The Hague: Martinus
Nijhoff, 1997, s. 169).
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi de bir kararında ifade hürriyetinin herkes için önemli
olduğunu, ancak milletin seçilmiş temsilcileri bakımından özellikle bir önem
arz ettiğini belirterek, yasama sorumsuzluğunun temelinde resmi görüş ve
tutumlara muhalif olan anlayışların siyaset sahnesinde ifade edilmesinin
yattığını belirlemiştir (15774/89, Piermont. v. France, Mahkeme Kararı,
27.4.1995). Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi başka bir davada da (Başvuru
11798/85, Castelh v. Spain, Mahkeme Kararı, 23.4.1992) herkes için önemli olan
ifade hürriyetinin halkın seçilmiş temsilcileri açısından daha da önemli
olduğunu, bu nedenle muhalefet üyesi parlamenterin ifade hürriyetine yapılan
müdahalenin demokratik toplum düzeninin gerekleri ile uyuşmadığını özellikle
vurgulamıştır.
-Yasama
sorumsuzluğu objektif bir statünün ifadesidir (Özek, a.g.e., s. 95).
Yasama
sorumsuzluğu milletvekilinin sübjektif bir hakkı değil, objektif bir statüdür.
Dolayısıyla eğer anayasa koyucu bu kurumun kötüye kullanımını önlemek istiyorsa
objektif kurallarla bu sınırların belirlenmesi gerekir. Yorum yoluyla bu
objektif statünün sınırları genişletilip daraltılamaz.
-Anayasamız
yasama sorumsuzluğunun kısıtlanması konusunda bir usul tespit etmemiştir (Özek.
a.g.e., s. 96).
Anayasa,
yasama sorumsuzluğunu sınırlamak isteseydi bu sınırları ve sınırlamada uyulması
gereken usulü gösterirdi. Oysa, kurumun çerçevesini belirleyen fiillerin
işlendiği yer ve nitelikleri bakımından getirilen kısıtlamalar dışında herhangi
bir anayasal kısıtlama söz konusu değildir. Bu nedenle yasama sorumsuzluğunun
kapsamına giren bir konu doğrudan ya da dolaylı olarak yargısal denetime tabi
kılınamaz. Bu fiillerden hareketle milletvekilinde korku, endişe ve çekingenlik
oluşturabilecek kararlar alınamaz.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı tarafından sunulan deliller arasında yer alan ve TBMM
çatısı altında yapılan konuşmaların, ileri sürülen görüşler ile düşüncelerin
yasama sorumsuzluğu kapsamında olduklarına şüphe yoktur. Bu fiillere dayanarak
milletvekilinin ait olduğu partiye sorumluluk yüklemek yasama sorumsuzluğunun
"mutlak olma" niteliğini bozar. Yasama sorumsuzluğu kişiye değil,
fakat hukuki yollarla işbaşına gelen organa ve bu organın işlevini yerine
getirmesini olanaklı kılan tüm birimlere tanınmıştır. Milletvekillerinin bu
kurumdan yararlanabilmeleri, içinde bulundukları statü gereğidir. Dolayısıyla,
bu objektif statü sadece anayasa tarafından sınırlandırılabilir. Sorumsuzluğun
objektif statü olması yorumla sınırlamalar getirilmesi yolunu da kapar.
Tüm
bu nedenlerle ve yukarıda değindiğimiz Anayasa Mahkememizin 1986 yılında vermiş
olduğu karar ışığında, ayrıca bir eylem yoksa ve sorumsuzluğun sınırları içinde
kalıyorsa söz konusu delillerin Mahkeme tarafından incelenmesi mümkün değildir.
Aksi bir tutum sorumsuzluk kurumunun amacından sapması ve tamamen etkisini
yitirmesi sonucunu doğuracaktır. Demokratik bir ülkede yasama organında yapılan
konuşmaların mahkeme dosyasına girmesi dahi o demokrasi hakkında şüphe
uyandırmaya yetecektir. Yasama sorumsuzluğunun sınırlanmasına ihtiyaç
duyuluyorsa bunun mutlaka yasama organı tarafından bir anayasa değişikliği ile
gerçekleştirilmesi ve objektif statünün yeniden tanımlanması gerekir.
C-
HUKUKA AYKIRI OLARAK ELDE EDİLEN DELİLLERİN DAVADA KULLANILABİLİRLİĞİ SORUNU
I.
Genel Olarak
Çağdaş
hukuk sistemlerinde, gerek kişilerin özel hayatlarına yasadışı olarak müdahale
edilmesi gerekse bu yoldan elde edilen delillerin davalarda hükme esas alınması
genellikle hukuka aykırı -hatta bazı örneklerde suç sayılmaktadır. Örneğin,
Amerika Birleşik Devletleri'nde Federal Yüksek Mahkeme 1914 yılındaki Weeks v.
United States kararından beri. yasadışı yoldan elde edilen delillerin
yargılamalarda kullanılmasını Anayasa'nın 1791 tarihli Dördüncü Değişikliği'nde
güvence altına alınmış olan özel hayatın korunması kuralına aykırı saymaktadır
(exclusinaryrule). ABD Yüksek Mahkemesi'nin içtihadına göre, bu
"geçersizlik kuralı" (veya Türkçe literatürdeki adıyla "delil
yasağı") içtihadi yolla tesis edilen anayasal bir ilkedir ve böyle bir güvencenin
olmaması halinde, yurttaşlar "konutlarına ve mahremiyetlerine (yapılacak)
keyfi tecavüzler"e karşı tamamen korumasız kalırlar. Oysa bu tür bir
koruma kişi haklarının vazgeçilmez (asli) bir unsurunu oluşturur. Yüksek
Mahkeme 1961 yılında verdiği Mapp v. Ohio davası kararında da bu içtihadını
teyit etmiştir. Gerçi, Yüksek Mahkeme kimi başka kararlarında delil yasağına
"kaçınılmaz bulgu" ve "iyi niyet" istisnaları getirmiş ise
de, yasadışı yoldan elde edilen delillerin hükme esas alınamayacağı hususu genel
bir kural olarak hâlâ varlığını korumaktadır (David M. O'Brien. Constituîional
Law and Politics, C. 2: Civil Righls and Çivi] Liberties, New York. W. W.
Norton ve Company. 2. Baskı, 1995, ss. 902-908).
Kaldı
ki, Ceza Hukuku Profesörü sayın Dr. Feridun Yenisey'in dosyada yer alan
raporunda da işaret edildiği gibi, Amerikan Federal Ceza Kanunu'nda hukuka
aykırı olarak elde edilen delillerin "herhangi bir muhakemede" delil
olarak ileri sürülemeyeceğine ilişkin bir hüküm de yer almaktadır. Yani, söz
konusu delil yasağı artık sadece içtihadi bir ilke veya kural olmayıp yasal bir
hükümdür. Hukuka aykırı delillerin davalarda kullanılmasına yasak
getirilmesinin amacı "sanığın Anayasa teminatı altına alınmış olan
haklarını(ı) ihlal" edilmemesidir. Ayrıca, özel kişiler tarafından hukuka
aykırı yollardan elde edilmiş olan deliller kısmen bu yasağın dışında
kalıyorlarsa da, Federal Almanya'da ağır hukuka aykırılık veya hak ihlalleri
durumunda delil yasağı geçerliliğini korumaktadır.
II-
Hukukumuzda Hukuka Aykırı Olarak Elde Edilen Delillerin Değeri
Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun, ceza davalarına uygulanacak usul kurallarını
gösteren bir düzenleme olmakla birlikte, Anayasa ve ilgili yasaların açık hükmü
ile Anayasa Mahkemesi"nin görevine giren ve fakat kendine özgü bir dava
niteliği taşıyan siyasi parti kapatma davalarına da bu kanun hüküm ve
ilkelerinin işin niteliğine uygun oldukları ölçüde uygulanması gerekmektedir.
Ceza
Usul Hukuku'nun önemli ilkelerinden biri "delil serbestisi"dir. Yani
Ceza Usul hukukunda, Medeni Usul Hukuku'ndan farklı olarak her şey delil olarak
kabul edilebilir. Tarafların sunduğu delillerden ne çıkarım yapılacağı ise
yargıçların takdirine bırakılmış bir konudur. Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanunu'nun 254. maddesinin birinci fıkrasına göre, "Mahkeme irat ve ikame
edilen delilleri, duruşmadan ve tahkikatten edineceği kanaate göre takdir
eder."
Ancak
bu takdir yetkisi sınırsız değildir. Delil serbestisi ve delillerin yargıçların
kanaatine göre takdir edileceği ilkelerinin belli sınırları vardır. Bu
sınırlardan biri de ancak kanunla izin verilen yöntemlerle toplanmış delillerin
mahkemeye sunulabilmesidir. Başka bir deyişle, kanunla yasaklanmış yöntemlerle
toplanan deliller Mahkeme tarafından dikkate alınmazlar.
Hukukumuzda
eskiden beri bazı delil yasakları mevcuttur. Örnek olarak, hukuka aykırı olarak
yapılan vücudun fiziksel veya ruhsal muayenesi sonucunda elde edilen bulguların
delil olarak sunulması (CMUK, md. 66/son, 74), tanıklıktan veya yeminden
çekinme hakkını kullanmış bulunanların hukuka aykırı bir şekilde tanık olarak
dinlenmesi (CMUK, md. 47 vd., 245) verilebilir. Bununla birlikte, delil
yasakları konusunda genel bir hüküm 1992 yılından beri yürürlüktedir.
Bazı
delil toplama yöntemlerinin kanunla, açık olarak yasaklanması ceza yargılaması sistemimize
1992 yılında girmiş olmakla birlikte, bu tarihten daha önce de mahkemeler
kanuna, ahlaka ve adaba aykırı olarak elde edilen delillerin hakim tarafından
dikkate alınmayacağına karar vermişlerdir. Örneğin, Askeri Yargıtay'ın 2. Ceza
Dairesi 26.4.1973 tarihli bir kararında "... kanuna, ahlaka ve genel adaba
aykırı surette toplanan delilleri hakim telakki etmekten kaçınmak
zorundadır" görüşüne yer vermiştir.
1992
yılında 3842 sayılı Kanun ile Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nda değişiklik
yapılmış ve kanuna iki önemli hüküm eklenmiştir. Bunlardan ilki CMUK'nun 135 ve
135/a maddelerinde yer alan sorgulama usulü ve yöntemine ilişkin
sınırlamalardır. Bizi yakından ilgilendiren diğer değişiklik ise, CMUK 234.
maddesinin ikinci fıkrasında yer alan "soruşturma ve kovuşturma
organlarının hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas
alınmaz" şeklindeki kuraldır.
Bu
hükümle birlikte Ceza Muhakemeleri Kanunu'na delil yasakları ile ilgili genel
ve kapsayıcı bir hüküm konulmuştur. Maddenin lafzından açık ve net bir şekilde
anlaşılacağı gibi hükme esas alınması yasaklanan deliller "hukuka aykırı
şekilde elde edilen' delillerdir. Yani, hukuka aykırı olduğu anlaşılan bir
delil Mahkeme tarafından kullanılmayacak, hükme esas alınmayacaktır. Yargıtay 8.
Ceza Dairesi'nin yeni bir kararında (Ek 1) hukuka aykırı elde edilen delillerin
değeri belirlenmiştir. Bu kararda 8. Ceza Dairesi, "polisin duyum üzerine
(sanığın) haberleşme özgürlüğüne aykırı olarak mahkeme kararına dayanmaksızın
özel hayata müdahale biçiminde telefonun dinlenmesi yoluyla elde edilen
bilgilerin hükme esas alınmasını Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 254.
maddesine aykırı bulmuştur (Yargıtay 8. Ceza Dairesi, E. 1999/9021, K.
1999/9538 KT. 9.6.1999).
Türk
hukukunda "hukuka aykırılık"tan ne kastedildiği ise gerek hukuk
uygulamasında gerekse doktrinde üzerinde tartışma olmayan bir konudur. Türk
hukuk sisteminde hukuka aykırılık, gerek yazılı pozitif hukuk metinlerine
gerekse hukukun evrensel uygulamaya kavuşmuş ilkelerine aykırılık anlamına gelir.
Hukuka
aykırılık en başta milli hukuk sistemimiz içinde yürürlükteki tüm hukuk
kurallarına aykırılık anlamına gelir. Bu çerçeve içinde, anayasaya, usulüne
uygun olarak kabul edilmiş uluslararası sözleşmelere, kanunlara, kanun hükmünde
kararnamelere, tüzüklere, yönetmeliklere, içtihadı birleştirme kararlarına ve
teamül hukukuna aykırı uygulamaların tümü hukuka aykırılık kavramı içinde yer
alır.
Bunun
dışında, hukuk sistemimiz, hukukun genel ilkeleri adı verilen ve uygar dünyanın
tüm medeni ülkelerinde uygulanan kuralları da hukuk kuralı olarak kabul
etmektedir. Hukukun genel ilkelerinin neler olduğu konusunda bir belirsizlik
olsa da, hukukun genel ilkelerinin hukuki bağlayıcılığı bulunduğu gerek
uygulamada gerekse doktrinde tartışmasız olarak kabul edilmektedir. Anayasa
Mahkememiz de birçok kararında, hukukun genel ilkelerinin varlığını kabul
etmenin hukuk devletinin gereklerinden biri olduğunu ve bu ilkelerin yasakoyucu
tarafından dahi yok edilemeyeceğini hükme bağlamıştır (örneğin bkz. E. 1985/31.
K. 1986/1, KT. 17.3.1986, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, S. 22. s. 115).
Anayasa Mahkemesi'nin bu görüşleri çerçevesinde hukukun genel ilkeleri,
yasalardan, hatta Anayasa'nın değiştirilebilir hükümlerinden de üstün bir
konuma getirilmiştir. Gerçekten de, bir anayasa hükmünü ve yasayı değiştirme
gücüne sahip yasakoyucu hukukun genel ilkelerini yok etmeye yönelik bir yasama
tasarrufunda bulunamaz.
Özet
olarak, Türk hukuk sisteminde "hukuka aykırı şekilde" elde edilen
deliller hiçbir şekilde kullanılamaz. Hukuka aykırılıktan kasıt ise tüm pozitif
hukuk kuralları ile birlikte hukukun kabul edilmiş evrensel ilkelerine
aykırılıktır. Bu anlamıyla "hukuka aykırı şekilde elde edilen
deliller", "yasal olmayan yöntemlerle elde edilen deliller"
kavramından yani "yasadışılıktan" da geniş bir içeriğe sahiptir.
III-
Özel Kişilerce Hukuka Aykırı Şekilde Elde Edilen Deliller
Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 254. maddesinin ikinci fıkrası dikkatle
okunduğunda, bu fıkrada hukuka aykırı olarak elde edilen deliller bakımından
sadece soruşturma ve kovuşturma organlarının zikredildiği görülmektedir. Acaba
özel kişiler tarafından elde edilen hukuka aykırı deliller soruşturma ve
kovuşturma organları tarafından mahkemeye sunulursa ne olacaktır' Kanunda yasak
delil yöntemleri kovuşturma makamları için öngörülmüştür. Ancak anayasal
haklara ağır bir müdahale söz konusuysa özel kişiler tarafından hukuka aykırı
bir şekilde elde edilen delillerin de delil yasakları kapsamına girmesi
gerekir. Çünkü, delil yasaklarının asıl amacı temel insan hak ve özgürlüklerini
korumaktır. Nitekim, Federal Alman Yargıtay'ı bir özel kişinin sanığın
sözlerini gizlice banda alması halinde bu delilin değerlendirilmeye
alınmayacağına karar vermiştir. Federal Almanya'da ayrıca gizlice banda alınan
ya da bir kişinin hatıra defterinden aktarılan ve hayatın mahrem alanını
ilgilendiren bir malumatın değerlendirmeye alınmayacağı kabul edilmektedir
(Bahri Öztürk, Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku, İzmir; Dokuz Eylül
Üniversitesi Yayını, 3. b., 1994, s. 395).
Prof.
Dr. Feridun Yenisey'in, sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından
hazırlanan "Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun Yorumu" adlı kitabına
konulmak üzere yazdığı ve adı geçen kitabın ikinci cildinde yer alan görüşleri
de farklı değildir ve bu eser bizzat Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından
kendi kitabına konulduğundan ayrı bir anlam taşımaktadır. Yenisey, Alman hukuk
doktrinine atıfta bulunarak, birey haklarına ağır müdahalede bulunulduğunda
özel kişiler tarafından toplanan delillerin kullanılamayacağı görüşüne yer
vermiştir. Aynı görüş, sayın Yenisey tarafından Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı için hazırlanan ve iddianame eklerinde yer alan raporda da
tekrarlanmıştır.
Buna
aksi bir görüşü savunmak, özel kişilere bireylerin temel hak ve özgürlüklerini
ihlal etme imkanı verir ki, bu bir hukuk devletinde kabul edilemez. Daha da
önemlisi, bu tür delillerin hükme esas alınması son zamanlarda toplumumuzda
örnekleri görülen mafya oluşumlarını teşvik eder.
IV.
Yasin Hatipoğlu ile Necmettin ERBAKAN Arasında Gerçekleştiği İleri Sürülen
Görüşmenin Delil Olma Değeri
Yukarıda
anlatılan genel esaslar çerçevesinde Hatipoğlu ile ERBAKAN arasında
gerçekleştiği ileri sürülen telefon konuşmasının kimliği açıklanmayan bir kişi
tarafından hukuka aykırı bir şekilde elde edilerek Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığına sunulması halinde, bu kayıtların delil olarak kullanılması
aşağıdaki nedenlerle olanaklı değildir:
1)
Bir soruşturma ya da kovuşturma organı tarafından elde edilmese de, insan
haklarını çiğneyerek elde edilen delillerin mahkemeler tarafından dikkate
alınması CMUK 254/2 hükmü nedeniyle mümkün değildir.
Bu
olayda, özel konuşmaları kaydedilen kişilerin en temel hakları ihlal
edilmiştir. Çünkü Anayasa'nın 20. maddesinde "Özel hayatın gizliliğine
dokunulamaz", 22. maddesinde ise "Haberleşmenin gizliliği
esastır" kuralları yer almaktadır. Anayasa'nın sözü geçen 22. maddesi
haberleşme gizliliğine müdahale edilmesinin şartlarını da belirlemiştir. Buna
göre, haberleşmenin gizliliği ilkesine ancak şu durumlarda uyulmayabilir:
a)
Kanunun açıkça gösterdiği hallerin varlığı,
b)
Usulüne göre verilmiş bir hakim kararı ya da gecikmesinde sakınca olan
durumlarda kanunla yetkili kılınan merciin emri.
Söz
konusu olayda ise her iki koşula da uyulmamış ve söz konusu kişilerin temel hak
ve özgürlükleri ihlal edilmiştir. Bu çerçevede ele geçirilen bantların delil
olarak kabulü olanaklı değildir. Böyle bir ihlal özel kişiler tarafından
yapılsa dahi sonuç değişmeyecektir. Aksi halde resmi makamların delil toplamak
için yasadışı Mafya benzeri oluşumlara dayanması yolu açılır ki, telefon
dinleme skandallarına yabancı olmayan ülkemizde böyle bir gelişmenin hukuk
devleti açısından doğuracağı sakıncalar ortadadır. Bu yol bir kez açılacak
olursa, hukuk devletinin temel kurallarından biri olan delil yasaklarına ilişkin
varlığını Anayasa'nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesinden alan kanun
maddesi tüm etkisini yitirecektir.
2)
Usul hukukumuzun ilkelerinden olan "dürüst işlem ilkesi" de bu
şekilde elde edilmiş bir delilin kullanılmasına olanak vermez. Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi'nin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkı,
kişilerin hukuk devletinin kuralları çerçevesinde yargılanmalarını öngörür. Bir
hukuk devletinde, devletin tüm organlarının işlemleri, mevcut hukuk kuralları
çerçevesinde gerçekleştirilir. Bu kurala aykırılık, işlemin adil olmasını ve
dolayısıyla da dürüst işlem ilkesini ihlal edecektir.
3)
Böyle bir delilin kabul edilmesi hukukun genel ilkelerine de aykırılık
oluşturur.
Özel
kişilerin başkalarının konuşmalarını kaydetmesi ve devlet organlarının bu
kayıtlara itibar etmeleri kamu güvenliğini de tehdit eden bir yöne sahiptir.
Usul hukukunun kuralları, soruşturmacı ve kovuşturmacı organlara karşı kamuyu
koruyan kurallardır. Bir davada soruşturma ve kovuşturma organlarının olayı
aydınlatmak için yaptıkları araştırmalar ne kadar kamu yararına ise, kamunun
aynı faaliyetlerden zarar görmemesi de eşit derecede kamu yararınadır.
Dolayısıyla her iki ihtiyaç arasında makul bir dengenin kurulması gerekir. Bu
denge hiçbir zaman tam bir matematiksel kesinlikte kurulamaz. Ancak eğer temel
bir hak ihlal edilmişse dengenin kamu aleyhine bozulduğu kesindir.
4)
Nihayet, bu şekilde elde edilen bir delil demokratik toplum düzeninin gerekleri
ile de bağdaşmaz. Demokratik toplum düzeninin gerekleri Anayasa hukukumuzda bir
hak ve özgürlüğün sınırlandırılabilmesinin sınırlarını belirlemek amacıyla
kullanılan bir ölçüdür. Anayasamıza göre, hak ve özgürlükler kanunla ve
Anayasa'da gösterilen nedenlerle sınırlandırılabilir. Ancak bu sınırlandırma
hiçbir zaman demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamaz. Bir temel
hakkın ihlali pahasına delil elde edilmesi, basit bir hukuka aykırılık
değildir. Bu nedenle temel hak ve özgürlüklere aykırı bir şekilde delil
toplanması bir kanunla gerçekleştirilse dahi, bu kanunun "demokratik
toplum düzeninin gerekleri" ölçütü karşısında hukuki koruma elde etmesi
beklenemez. Kaldı ki, söz konusu delilin elde ediliş biçimi bizzat kanun
tarafından delil yasakları kapsamına sokulmuştur.
Yukarıdaki
tüm nedenlerle, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından Anayasa Mahkemesi'ne
delil olduğu iddiasıyla sunulan bu bant kaydının hükme esas alınması hukukun
genel ilkelerine, Anayasa'ya ve kanunlara aykırıdır, bundan dolayı da bu davada
delil olarak kullanılamaz.
İKİNCİ
BÖLÜM
FAZİLET
PARTİSİ'NİN KAPATILMIŞ OLAN REFAH PARTİSİ'NİN DEVAMI OLDUĞU İDDİASI
A-
İDDİALAR
I-
Anayasal ve Yasal Dayanaklar
İddianamede
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, kapatılmış olan Refah Partisi'nin devamı olduğu
gerekçesiyle Fazilet Partisi'nin Anayasa'nın 69. maddesinin yedinci fıkrası
hükmü gereğince kapatılmasını talep etmektedir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
4.6.1999 tarihli ek dilekçesinde de aynı hükme atıfta bulunmuştur. Bilindiği
gibi, söz konusu hüküm, "(t)emelli kapatılan bir partinin başka bir ad
altında kurulamayacağı" amirdir.
II-
İleri Sürülen Kanıtlar
1)
Fazilet Partisi, RP'nin kapatılacağının anlaşılması üzerine "hülle
partisi" olarak kurulmuştur.
2)
RP'li 147 milletvekili ile belediye başkanlarının tamamına yakını Fazilet
Partisi'ne katılmıştır.
3)
İsmen sayılan RP'li milletvekilleri Fazilet Partisi'nin Genel İdare Kurulu ve
Disiplin Kurulu üyesi olmuştur.
4)
"Hoca Gemileri Yaktı" başlıklı gazete haberi.
5)
Yasin Hatipoğlu'nun "Usule Aykırı" başkanlık işlemi.
6)
Necmettin ERBAKAN'la TBMM Başkanvekili Yasin Hatipoğlu'nun telefon konuşması.
7)
"RP Fazilet'e Taşınıyor" başlıklı gazete haberi.
8)
İstanbul Milletvekili Ali Oğuz'un açıklaması.
9)
Gazeteci Neşe Düzel'in Şevket Kazanla yaptığı konuşma.
10)
Merve Kavakçı olayının Fazilet Partisi'nin "gerçekleştirilmek istenen
hedefler bakımından" RP'nin devamı olduğunu gösterdiği.
11)
Muhtelif 'İslamcı" gazete ve yazarların tutum ve yazıları.
12)
TBMM'deki "Amerikan Vatandaşlığı" tartışması.
B.
İDDİA VE KANITLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
I.
Kapatılmış Bir Partinin "Devamı Olma" Kavramı
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısının Fazilet Partisi'nin daha önce temelli kapatılmış olan
Refah Partisi'nin "devamı" mahiyetinde olduğuna ilişkin iddiasını
dayandırdığı hüküm Anayasa'nın 69. maddesinin yedinci fıkrasıdır. Buna göre,
"...kapatılan bir parti başka bir ad altında kurulamaz." Keza, Siyasi
Partiler Kanunu'nun değişik 95. maddesi de aynı kuralı tekrarlamış ve hemen
devamında bir siyasi partinin kapatılmasına söz veya fiilleriyle neden olan
üyelerinin kapatma kararının yayımlanmasını izleyen beş yıl içinde bir başka
partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi veya denetçisi olamayacaklarını ve bu
kişilerin siyasi partiler tarafından aday gösterilemeyeceğini belirtmiştir. Bu
duruma göre, yeni bir partinin, bir partinin kapatılmasına neden olan kişileri,
kurucu, üye, yönetici ve denetçi yapması ve/veya bu kişileri toplu olarak
seçimlerde aday göstermesi halinde, onun kapatılmış partinin devamı olduğuna
dair bir karinenin var olduğu söylenebilir.
Öte
yandan. Anayasanın 69. maddesinin yedinci fıkrası ve SPK'nın 95. maddesi
"kapatılan bir parti(nin)... kurulamayacağı"ndan söz ettiklerine
göre, demek ki "devam" kavramının belirlenmesinde eski parti ile
yenisi arasında sadece benzerliğin bulunması yeterli görülmemektedir. Bu hükümlerde
iki parti arasında benzerlikten değil, aksine açık bir şekilde, kapatılan bir
partinin yeniden kurulmasından, yani yeni parti ile eskisi arasında benzerliği
aşan bir yakınlıktan -hatta aynılıktan- söz edilmektedir. Anayasa ve Siyasi
Partiler Kanunu, kapatılmış bir partinin çeşitli unsurları bakımından devamı
olan bir partinin kurulmasını yasaklamaktadır. Bundan dolayı, yeni bir partinin
bazı bakımlardan kapatılmış bir partiyle benzerlik göstermesi kendi başına
kapatma gerekçesi olamaz.
Yeni
bir partinin kapatılan bir partinin bu anlamda devamı niteliğinde olduğuna
hükmedebilmek için ise, her iki partinin kimliğinin tüzük ve programları, insan
malzemesi (kadroları) ve faaliyetleri bakımından birbiriyle büyük ölçüde
örtüşmesi gerekir. Daha açık bir ifadeyle, yeni bir partinin kapatılmış bir
partinin devamı sayılabilmesi için sadece kadrolarının büyük ölçüde çakışması
yeterli olmayıp, aynı zamanda tüzük ve programlarının büyük ölçüde benzerlik
göstermesi ve aynı türden faaliyetler yapmış olmaları da gerekir. Bu duruma
göre, tüzük ve programı kapatılmış bir partininkinden tamamen farklı olan ve
yürüttüğü her çeşit parti faaliyetleri bakımından eskisinden büyük ölçüde
farklılaşan yeni bir partinin, sadece kadrolarındaki kısmi benzerliğe dayanarak
eskisinin devamı olduğu söylenemez.
Nihayet,
devamlılığın tespitinde, yeni partinin kapatılmış bir partinin devamı olduğunu
gösterme gayreti içinde olup olmadığı da önemlidir. Kapatılmış bir partinin
devamı olduğu yolundaki yakıştırmalara rağmen, yeni bir parti eskisinin devamı
olmadığını ısrarla söylüyorsa, bunun aksine hükmetmek o partinin kendi
kimliğini tanımlama hakkına da saygısızlık olur. Siyasi Partiler Kanunu'nun 96.
maddesinin ikinci fıkrasındaki "Kurulacak siyasi partiler Anayasa
Mahkemesi'nce kapatılan siyasi partilerin devamı olduklarını beyan edemez ve
böyle bir iddiada bulunamazlar" şeklindeki hüküm bu çerçevede daha anlamlı
hale gelmektedir. Başka bir anlatımla, bir partinin kapatılmış bir partinin
devamı olduğunu tespit ederken, onun kendisinin de bu yolda bir iddiada bulunması
gerekir. Bu nedenle, kapatılmış bir partinin devamı olduğu yolunda bir iddiada
bulunmak şöyle dursun, bu tür iddialara ısrarla karşı çıkarak kendisinin
yepyeni bir parti olduğunu ve hiç bir partinin devamı olmadığını söyleyen bir
partiyi yeni bir parti saymak gerekir.
11.
Fazilet Partisi Kapatılmış Olan Refah Partisi'nin Devamı Değildir
1.
Fazilet Partisi Refah Partisi'nin Hukuki Varlığı Devam Ettiği Sırada
Kurulmuştur
Fazilet
Partisi'nin, iddia edildiği gibi. Refah Partisi'nin devamı olması maddeten
imkansızdır. Çünkü, Fazilet Partisi 17 Aralık 1997 tarihinde kurulmuştur ki, bu
tarihin Refah Partisi'nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldığı 16.1.1998
tarihinden önce olduğu açıktır. Oysa, bir devamlılıktan söz edebilmek için, iki
parti arasında zaman bakımından bir ard arda gelişin varit olması mantıki bir
zorunluluktur. Aynı anda hukuken mevcut olan iki partiden birinin diğerinin
"devamı" olması imkansızdır.
Fazilet
Partisi'nin Refah Partisi'nin kapatılacağının anlaşılması üzerine
"tedbiren" kurulmuş olduğu da söylenemez. Çünkü, hakkında kapatma
davası açılmış olan Refah Partisi'ni Anayasa Mahkemesinin kapatıp
kapatmayacağını hiç kimse önceden bilemezdi. Kaldı ki, söz konusu partinin kimi
yöneticilerinin -özellikle de sayın Necmettin ERBAKAN'ın- kamuoyunun bilgisi
dahilinde olan bazı beyan ve açıklamaları, kendilerinin partinin kapatılacağına
ihtimal bile vermediklerini göstermektedir. Böyle bir beklenti içinde olsalar
bile, o kadrodan tamamen farklı, Refah Partisi'nden bağımsız bambaşka bir
ekibin bu beklenti doğrultusunda hareket ederek Fazilet Partisi'ni önceden
kurduğu da düşünülemez. Böyle bir durumun varit olması için Fazilet Partisi'ni
kuranların eski Refah Partisi'nin yönetim kadrosunun talimatları doğrultusunda
hareket etmiş olduklarının kanıtlanması gerekir. Esasen, Anayasa Mahkememizin
kararının kimi kişi veya çevrelerce önceden bilindiğini söylemek, hatta bunu
ima etmek, hem bir anayasal kurum olarak bu yüksek mahkememize hem de onun
sayın üyelerine bühtanda bulunmak olur.
2.
Fazilet Partisi Tüzük ve Programıyla Tamamen Yeni Bir Partidir
Yukarıda
açıklandığı üzere, yeni bir partinin kapatılmış bir partinin devamı
sayılabilmesi için, her şeyden önce onun program ve tüzüğü bakımından
kapatılmış parti ile yakın bir benzerlik göstermesi ve aynı siyaset anlayışını
sürdürmesi gerekir. Oysa, Fazilet Partisi'nin tüzük ve programı incelendiğinde
Fazilet Partisi'nin sadece ismen değil, temel anlayış ve politikaları
bakımından da gerçekten yeni bir parti olduğu ve hiçbir kapatılmış partinin
devamı niteliğinde olmadığı görülecektir.
Programı
incelendiğinde görülecektir ki, Fazilet Partisi demokrasi, laiklik, hukuk
devleti ve insan hakları temeli üstüne kurulmuş, iktisadi anlayış bakımından
piyasa ekonomisini benimsemiş bir partidir. Nitekim, Programının Birinci
Bölüm'ünde, "Atatürk İlke ve Devrimleri... Demokratik, Laik ve Sosyal
Hukuk Dcvleti"nin oluşturduğu genel çerçeve içinde partinin amaçları şu
şekilde belirtilmiştir:
"-
Gerçek demokrasiye, en geniş anlamda insan hak ve özgürlüklerine, millet iradesinin
üstünlüğüne inanmak,
-
Düşünce ve ifade, din ve vicdan ile, hür teşebbüs özgürlüklerinin en geniş ve
kamil manada kullanımına imkan sağlamak,
-
Dil, din, mezhep, meşrep ve ırk ayrımı gözetmeksizin ulusal birlik ve
beraberliği temin ederek barış içinde yaşamak,
(...)
-
Sosyal ve ekonomik kalkınmayı gaye edinerek, ulusumuzun ferit ve toplum olarak
mutluluğunu sağlayıp, çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak.
-
Ülkemizde haksızlığı, adaletsizliği, çifte standardı, yolsuzluğu, insanlara
zulmü ve baskıyı kaldırarak; dürüst, temiz, adaletli, güvenilir ve millete
hizmeti esas alan bir devlet yönetimini tesis etmek."
Bu
amaçları nazarı itibara alındığında, Fazilet Partisi'nin modern esaslara ve
yönelimlere uygun yeni bir siyasi anlayış ve kimliği temsil ettiği ortaya
çıkmaktadır. Nitekim, Partinin ilkeleri ile ilgili açıklamalar da aynı
doğrultudadır. Bu açıklamalar dikkatle gözden geçirildiğinde Fazilet
Partisi'nin başlıca şu ilke ve esasları benimsemiş olduğu anlaşılmaktadır:
-
ulusal iradenin üstünlüğü ve ulusun demokratik temsilcisi olarak TBMM'nin
seçkin yeri,
-
siyasi partilerin demokrasi için vazgeçilmezliği,
-
demokratik düzenin hukuk ve adalete dayanması gereği,
-
ulusal iradenin temel özgürlüklerin güvencesi olduğu,
-
çağdaş ve demokratik dünya ile bütünleşmenin demokrasinin tam olarak
uygulanmasına bağlı olduğu,
-
demokrasinin çeşitli toplum kesimlerinin barış içinde bir arada yaşamasının
zorunlu şartı olduğu
-
evrensel ve bölgesel insan hakları belgelerinde tanınan temel hakların ve
onlarla ilgili hukuki normların bütün yurttaşlar için eksiksiz olarak
uygulanması gereği,
-
insan haklarının dil, din, mezhep ve ırk ayrımı gözetilmeksizin güvence altına
alınmasının devletin asli görevi olduğu,
-
yurttaşların kendi dini inançlarının gereklerini serbestçe yerine
getirebilmeleri ve dine dayalı zorlama yapılmaması anlamında laikliğin önemi,
-
düşünce, söz ve kanaatlerin özgürce açıklanabilmesini ve başkalarına
iletilebilmesinin, tarafsız ve kişilik haklarına saygılı yazılı ve görsel
basının demokrasi için vazgeçilmezliği,
-
teşebbüs hürriyetinin temel insan hakları içindeki önemi.
Parti
programının Üçüncü Bolümü"nde rekabetçi piyasa ekonomisine dayalı iktisadi
modelin hedef olarak benimsendiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, Türk ekonomisinin
küresel rekabet için hazırlanması, refahın artırılması ve gelir dağılımının
düzeltilmesi, devletin mümkün olduğunca ticari ve sınai faaliyetlerin dışına
çıkarılması ve bu çerçevede özelleştirmenin hızlandırılması, ayrıca istihdamın
artırılması ve enflasyonla mücadele iktisadi politikanın temel amaçları
arasında sayılmaktadır.
Fazilet
Partisi'nin devletin mahiyeti, yapısı ve görevleri ile ilgili genel görüşü de
çağdaş eğilimlere ve Türkiye'nin gerçeklerine tamamiyle uygundur. Partinin
anlayışınca, devletin varlık nedeni halka hizmettir. Devletin bu anlayış
çerçevesinde hızlı, verimli, kırtasiyecilikten uzak ve vatandaşa güven esasına
dayanır biçimde çalışması ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi önerilmektedir.
Yönetimde "adalet"in sağlanması, bu çerçevede yurttaş özgürlüklerinin
dokunulmazlığının sağlanması ve mahkemelerin hızlı ve etkin çalışmasının
temini, hukuk devletinin tesisi, her türlü ayrımcı muamelenin kaldırılması
partinin hedefleri arasındadır. Ayrıca, içinde bulunduğu coğrafi konum ve
tarihsel gerçeklerin Türkiye'nin savunma gücünün takviyesini zorunlu kıldığı
hususu da parti programının içerdiği esaslar arasındadır.
Fazilet
Partisi'nin dış politika anlayışı da ülkemizde genel kabul gören yaklaşımdan
özünde farklı değildir. Bu çerçevede, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik
Devletleri'yle ilişkilerimizde karşılıklı güven ve anlayışın tesis edilmesi;
Uzakdoğu ülkeleri, islam dünyası ve Türki Cumhuriyetlerle çok yönlü ilişkiler
kurulması ve geliştirilmesi ve nihayet Türkiye'nin Orta Doğu ve Balkanlarda
daha aktif bir dış politika izlemesi ve önder rol üstlenmesi savunulmaktadır.
Parti'nin hedeflediği dış politika anlayışı kısaca aktif, dengeli ve kişilikli
olarak özetlenebilir.
Fazilet
Partisi ayrıca, kapatılmış olan Refah Partisi'nden farklı olarak, "çok
hukukluluk"u değil, hukukun tekliğini esas alır. Parti keza, programından
da anlaşıldığı gibi, evrensel-demokratik laiklik anlayışını savunur.
Türkiye'nin dış ilişkilerini öncelikle Batı dünyası ekseninde yürütmekten
yanadır. Nitekim, Parti Programı'nda ülkemizde "demokrasinin tam ve kamil
manada uygulanmasının yolunun "çağdaş, demokratik dünya ile
bütünleşmek"ten geçtiği özellikle vurgulanmıştır. Bu haliyle Fazilet
Partisi Batı demokrasilerindeki liberal veya liberal-demokrat partilere
benzemektedir. Fazilet Partisi'nin bu kimliğiyle Türk siyasal sistemi yelpazesi
içinde yerleştirilebileceği en uygun konum ise "merkez"dir.
3.
Fazilet Partisi "Hülle Partisi" Değildir
İddianamede
Fazilet Partisi'nin kapatılmış olan Refah Partisi'nin devamı olduğunun kanıtlan
olarak ileri sürülen iddialardan birincisi Fazilet Partisi'nin bir "hülle
partisi" olarak kurulmuş olduğudur. Bildiğimiz kadarıyla, böyle bir kavram
ne -Anayasa başta olmak üzere- siyasi partiler mevzuatımızda ne de Türk kamu
hukuku doktrininde yer almaktadır. En azından Anayasamız ve siyasi partiler
hukukumuz bakımından "hülle" kavramı teknik bir terim sayılamaz.
Gerek Anayasa gerekse Siyasi Partiler Kanunu "demokratik siyasi hayatın
vazgeçilmez unsurları" olarak görülen siyasi partileri özel bir düzenlemeye
tabi tutmuş ve bu çerçevede siyasi partilerin tabi olacakları esasları ve hangi
nedenlerle kapatılacağını ayrıntılı bir biçimde göstermiştir. Bu nedenle,
Cumhuriyet öncesi hukuk sisteminden günlük dile miras kalmış olan ve siyasi
partilerin yürürlükteki hukuki rejimi açısından uygulanabilirliği olmayan
"hülle" kavramına dayanarak bir partinin kapatılması istenemez.
Esasen, yeni bir partinin, hangi şartlar altında kapatılmış bir partinin devamı
sayılacağı hususu yukarıda açıklanmış olup, "hülle" kavramını bu
şartlar arasına dahil etmenin hiçbir hukuki imkanı bulunmamaktadır.
Esasen,
Anayasa Mahkememiz de bir kararında, bir partinin kapatılmış başka bir partinin
devamı olduğunu belirlemede "imaj" ve "izlenim" gibi hukuki
olmayan ve anlamı belirsiz kavramlara dayanılamayacağım belirtmiştir, (bkz. E.
1984/1 K. 1984/1 ve 28.9.1984 tarihli DYP kararı, Anayasa Mahkemesi Kararlar
Dergisi, Sayı 20, s. 510). Yüksek Mahkeme, söz konusu kararında siyasi
partilerin kapatılma nedenleri açısından kullanılan kavramlarda "belli bir
açıklık, belirginlik" bulunmasının gerekli olduğunu belirterek, "üstü
kapalı, dolaylı, belirgin olmayan durumların da yasak kapsamına alınması
düşünülseydi, bu(nun yasada)... açıkça belirtilecek" olduğuna dikkat
çekmiştir. Aynı şekilde, "objektif ölçüleri olmayan sübjektif
değerlendirmelere açık kavramlar"a dayanarak bir partinin kapatılması
istenemez. Mahkemeye göre, kapatma nedenlerini geniş yorumlamak kanunun amacına
aykırı olduğu gibi, "kanunsuz suç olmaz" ilkesine de aykırıdır.
"Hülle" kavramı da aynı türden bir kavram olup, siyasi partiler
hukuku bakımından uygulanabilirliği bulunmamaktadır.
4.
Refah Partili Milletvekili ve Belediye Başkanlarının Fazilet Partisi'ne Geçmesi
Sorunu
İddianamede
147 Refah Partili milletvekilinin ve belediye başkanlarının tamamına yakınının
Fazilet Partisi'ne geçmiş olması iki parti arasında bir devamlılık ilişkisi
olduğunu gösteren kanıtlar arasında zikredilmiştir. Her şeyden önce belirtmek
gerekir ki, Fazilet Partisi'ne geçen eski Refah Partili milletvekillerinin
sayısı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın iddia ettiği gibi 147 değil 144'tür.
Ne var ki, etkinlikleri bakımından sıradan parti mensuplarından farklı olsalar
da, gerek milletvekilleri gerekse belediye başkanlarının parti üyesi olmak
bakımından milyonlarca benzerlerinden hukuken bir farkı ve ayrıcalığı yoktur.
Refah Partili 144 milletvekili ile çok sayıda belediye başkanının Fazilet
Partisi'ne geçmiş olması olgusu iki parti arasında sadece kadrolar bakımından,
o da kısmen, bir benzerlik olduğunu göstermektedir. Bu ise Fazilet Partisi'nin
kapatılmış olan Refah Partisi'nin hukuken (Anayasal anlamda) devamı olduğunu
göstermeye yetmez. Kaldı ki, Anayasa Mahkemesi kararıyla yasaklanmış olmayan
parti mensuplarının başka bir partide siyasi faaliyet göstermeleri gayet
doğaldır. Aksi halde, bir kısım yurttaşın siyasi haklarına keyfi olarak
kısıtlama getirilmiş olduğunu kabul etmek gerekirdi. Söz konusu milletvekilleri
ve belediye başkanları başka bir partiye de geçmiş olabilirlerdi, sırf buna
bakarak o parti veya partilerin de Refah Partisi'nin devamı olduğuna mı
hükmetmek gerekecekti' Nitekim bazı eski Refah Parti'li milletvekilleri de
Anavatan Partisi'ne ve Doğru Yol Partisi'ne geçmiştir.
5.
Bazı Refah Partili Milletvekillerinin Fazilet Partisinde Yönetim ve Denetim
Mevkilerinde Bulunmaları Sorunu
Anayasanın
69. maddesinin sekizinci fıkrasına göre, herhangi bir partinin yöneticisi ve
deneticisi olamayacak olanlar sadece partilerinin kapatılmasına söz ve
eylemleriyle sebebiyet vermiş olan parti üyeleridir. Bunun dışında, kapatılmış
bir partinin mensupları için genel bir siyaset yasağı bulunmamaktadır. Hakkında
siyaset yasağı bulunmayan yurttaşların herhangi bir partide yönetim ve denetim
mevkilerinde görev almalarının önünde herhangi bir hukuki engel de
bulunmamaktadır. Öte yandan, yukarıda açıklanan esaslar çerçevesinde,
kapatılmış bir partinin bazı mensuplarının yeni bir partinin yetkili
organlarında görev almış olmaları, kendi başına, o partiyi eskisinin devamı
yapmaz. Kaldı ki, Fazilet Partisi içindeki eski Refah Partililer genel olarak
olduğu kadar yönetim ve denetim kurullarında da azınlık durumundadırlar. Bu
durumda. Fazilet Partisi bu nedenle de Refah Partisi'nin anayasal anlamda
devamı sayılamaz.
Kaldı
ki, gerek durumları yukarıda (4 nolu) başlıkta tartışılan, gerekse şimdi söz
konusu edilen eski Refah Partililer, Fazilet Partisi'nin bütün üyeleri içinde
küçük bir azınlık teşkil etmektedirler. Fazilet Partisi üyelerinin çoğunluğu
ise daha önce herhangi bir partinin üyesi olmayan yurttaşlardan oluşmaktadır.
6.
"Hoca Gemileri Yaktı" Başlıklı Gazete Haberi
Kapatılan
Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN'ın Fazilet Partililere TBMM'de
nasıl davranmaları gerektiği konusunda kimi Fazilet Partililere talimat verdiği
yolundaki bu gazete haberi Fazilet Partisi'nin kapatılan Refah Partisi'nin
devamı mahiyetinde olduğunun bir kanıtı olamaz. Bir kere, bu haberin gerçek bir
olayı aksettirdiğinin hiçbir kanıtı olmayıp, bir rivayetten ibaret olduğu
açıktır. İkinci olarak, Necmettin ERBAKAN'ın kime, hangi parti yetkilisine ne
söylediği ve nasıl bir karşılık gördüğünün açık-seçik belli olmadığı bir
rivayetten kesin yargısal sonuçlara ulaşılması mümkün değildir. Üçüncü olarak,
daha önceki siyasi hayatlarında yakınlıkları ve mesai beraberlikleri bulunan
kimi Fazilet Partililerin bireysel olarak ERBAKAN'la görüşmüş olmaları ihtimali
insani ilişkiler açısından olağan karşılanması gereken bir durumdur; bundan
kurumsal olarak partinin kimliğiyle ilgili hukuki sonuçlar çıkarılamaz.
Nihayet, haberde iddia edilen hususlar doğru olsa bile, bu durum Fazilet
Partisi'nin Siyasi Partiler Kanunu'nun 95. maddesindeki anlamda Refah
Partisi'nin devamı olduğu anlamına gelmez. Maddede belirtilen durumların hiç
birisi varit değildir.
7.
Yasin Hatipoğlu'nun Meclis Başkanvekili Olarak Yaptığı ve Usule Aykırı Olduğu
İddia Edilen İşlem
Meclis
Başkanvekili Yasin Hatipoğlu'nun usule aykırı olduğu iddia edilen şekilde bir
önergeyi gündeme alma girişimine bakarak Fazilet Partisi ile kapatılan Refah
Partisi arasında hukuki bir devamlılık ilişkisi kurulamaz. Çünkü, bu işlem
"usulsüz" bile olsa Fazilet Partisi'nin değil, bireysel olarak Yasin
Hatipoğlu'nun bir işlemidir; daha doğrusu Hatiboğlu'nun bir "partili"
olarak değil, Anayasa'nın 94. maddesi çerçevesinde Meclis Başkanvekili olarak
yaptığı bir işlemdir. Kaldı ki, Yasin Hatipoğlu'nun söz konusu girişimi sonuç
vermemiş, işaret edilen önerge gündeme alınmamıştır.
8.
Necmettin ERBAKAN'la TBMM Başkanvekili Yasin Hatipoğlu Arasında Geçtiği İddia
Edilen Telefon Konuşması
Bu
konuşmanın delil olabilirliği sorununu usule ilişkin sorunlar bahsinde
tartışmış ve Türk pozitif hukuku bakımından bunun mümkün olmadığı sonucuna
varmıştık. Mamafih, bundan dolayı, bu konuşmanın Yüce Mahkememiz tarafından hiç
nazarı itibara alınmayacağını umuyoruz.
Kaldı
ki, özel kişiler tarafından elde edilen bu gibi deliller kendisine ulaştığında
her kamu makamının yurttaşların temel haklarına açık bir müdahale teşkil eden
bu olay hakkında hemen gerekli hukuki işlemi yapması gerekir. Aynı
yükümlülüğün, bir kamu görevlisi olan sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
açısından da söz konusu olduğu şüphesizdir. Sayın Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı'nın kendisine söz konusu bandı getirenler hakkında en azından suç
duyurusunda bulunması gerekirken bu ödevini ihmal etmesinin, üstelik bunu Yüce
Mahkeme'de kullanılacak bir delil olarak dava dosyasına koymasının uygun bir
davranış olmadığı açıktır. Ayrıca, bu tür davranışların kimi yasadışı grupların
yurttaşların özel hayatlarına keyfi müdahalelerini teşvik edici bir etki
yaratacağı da kesindir.
Öte
yandan, söz konusu olayın sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın belirttiği
şekilde gerçekleştiği de tam bir kesinlikle söylenemez. Varsayım olarak şöyle
düşünmek mümkündür: Sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı aslında ERBAKAN'la
Hatipoğlu arasındaki konuşmayı kendisi kayda aldırmış, fakat CMUK'nun
"yasadışı yoldan elde edilen delillerin mahkemede ileri sürülemeyeceği'
yolundaki kuralı nedeniyle, kasetin başkalarınca kendisine getirilmiş olduğunu
ileri sürmüştür. Bundan dolayı, sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın. bu iddiasını
kanıtlamadığı sürece, söz konusu kaseti kendisinin veya memurlarının değil de
dışarıdan birtakım özel şahısların elde edip kendisine ulaştırmış olduğu hususu
sadece bir iddia olarak kalmaya devam edecektir. Kaset bu nedenle de bu davada
delil olarak kullanılamaz.
Kaldı
ki, bu kaset geçerli bir delil sayılsa bile, Necmettin ERBAKAN'la Yasin
Hatiboğlu arasındaki konuşmanın içeriğine bakılarak da Fazilet Partisi'nin
kapatılmış olan Refah Partisi'nin hukuken devamı mahiyetinde olduğu söylenemez.
Çünkü, her şeyden önce, konuşmanın yapıldığı tarih itibariyle TBMM Başkanvekili
olan Yasin Hatipoğlu Fazilet Partili olmakla beraber, TBMM Başkanvekili
sıfatıyla hareket ettiği durumlarda Fazilet Partisi'ni temsil edemez. Çünkü,
Anayasa ve TBMM İçtüzüğü Başkanlık Divanı üyelerinin partilerinden bağımsız
olmalarını öngörmüştür. Nitekim Anayasa'nın 94. maddesinin son fıkrasına göre,
'Türkiye Büyük Millet Meclisi (...) Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi
partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine (...)
katılamazlar." Kapatılmış olan Refah Partisi'nin Genel Başkanı Necmettin
ERBAKAN'la Yasin Hatipoğlu arasında geçtiği iddia edilen konuşma da parti
faaliyetlerinden tamamen bağımsız bir konuyla, TBMM'nin yönetimiyle ilgilidir.
İkinci
olarak, konuşmadan anlaşıldığına göre. Necmettin ERBAKAN kendi konumuyla ilgili
olarak sadece Yasin Hatipoğlu'ndan değil, bazı başka parti mensupları ve
milletvekillerinden de taleplerde bulunmuş ve yardım istemiştir. Bunlar
arasında Demokrat Türkiye Partisi Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk ve Yalım
Erez de vardır. Kaldı ki, bu konuşmadan, ortada Necmettin ERBAKAN'la Yasin
Hatipoğlu'nun birlikte planladıkları bir işin varlığı yerine, ERBAKAN'nın tek
taraflı olarak Yasin Hatipoğlu'nu yönlendirme çabası içinde olduğu ve
Hatipoğlu'nun onun isteklerine direnmeye çalıştığı da anlaşılmaktadır.
Nihayet,
daha genel olarak bu konuşmanın ortak geçmişleri, dostluk ve yakınlıkları
bulunan kişiler arasındaki normal insani ilişkiler açısından da
değerlendirilmesi gerekir. Herhalde, hiçbir politikacının, eski partisinin
kapatılması üzerine eski lideri ile bütün insani ilişkilerini ve dostluğunu
kesmesi beklenemez. ERBAKAN ve Hatipoğlu gibi 30 yıl birlikte siyaset yapmış
kişiler arasında özel hayatlarındaki yakınlıklar ve medeni ilişkiler elbette
devam edecektir. Bu türden bir insani ilişki kapatılmış bir parti (Refah
Partisi) ile yeni bir parti (Fazilet Partisi) arasında hukuken devamlılık
ilişkisi bulunduğunun bir kanıtı olarak görülemez.
9.
"RP Fazilet'e Taşınıyor" Başlıklı Gazete Haberi
Bu
haber de, bir gazetenin Fazilet Partisi üzerinde belli bir yönde kamuoyu
baskısı yaratmak amacıyla kurguladığı ve doğruluğuna dair herhangi bir kanıtın
bulunmadığı bir haberdir. Ortada sadece bir iddia bulunmaktadır. Bu nedenle
hukuki delil olma değeri bulunmamaktadır.
10.
İstanbul Milletvekili Ali Oğuz'un Açıklaması
Sayın
Ali Oğuz'un açıklamaları tamamen kendi kişisel değerlendirmeleri olup Fazilet
Partisi'ni bağlamaz. Kaldı ki, sözkonusu beyanat tarihinde Fazilet Partisi'nin
üyesi de olmayan bir kişinin o partiyle ilgili beyanının hiçbir bağlayıcılığı
olamaz. Fazilet Partisi kendi siyasi kimliğini ve pozisyonunu üyesi bile
olmayan kişilerin temennilerine göre belirlemez; parti kimliğini, yukarıda
açıkladığımız gibi, programıyla ayrıntılı olarak ortaya koymuştur.
11.
Gazeteci Neşe Düzel'in Şevket Kazan'la Yaptığı Konuşma
Şevket
Kazan, Anayasa Mahkemesi'nin kararıyla Anayasa gereğince beş yıl süreyle
siyasetten yasaklanmış bir kişidir; tabiatıyla partimizin üyesi de değildir. Bu
konuşmada sayın Şevket Kazan'ın yaptığı açıklamalar tamamen kendi
temennilerinden ibarettir. Partimizle herhangi bir hukuki ilişkisi bulunmayan
bir eski politikacının yaptığı açıklamaların Partimizi hiç bir biçimde
bağlamayacağı hususu ayrıca izahı gerektirmeyecek kadar açıktır. Şevket
Kazan'ın, "Ben siyasetin her zaman içindeyim, kanun teklifleri hazırlayıp
Mecliste bunları kanunlaştırırım" şeklindeki ifadesi de, kişisel bir
övünmeden ibaret olması bir yana, bir takım hususların yasalaşması hususunda
girişimde bulunmak her yurttaşın hakkıdır. Değil eski bir bakan ve
milletvekili, herhangi bir yurttaş da tanıdığı parlamenterlerle temas kurmak
suretiyle belli bir konuda yasal düzenleme yapılması için girişimde
bulunabilir. Şevket Kazan'ın sözleri de bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Yoksa bu sözler onunla Fazilet Partisi arasında organik bir ilişkinin var
olduğu anlamına gelmez.
12.
Merve Kavakçı'nın Konuşmalarının "Gerçekleştirilmek İstenen Hedefler
Bakımından" Fazilet Partisi'nin RP'nin Devamı Olduğunu Gösterdiği İddiası
Her
şeyden önce, Fazilet Partisi Milletvekili Merve Kavakçı'nın kapatılan Refah
Partisi 'nin de bir üyesi olması ne anayasal ne de yasal anlamda bu iki parti
arasında bir devamlılık ilişkisi olduğunu gösterir. Bir partinin hangi hallerde
kapatılmış bir partinin devamı sayılacağını yukarıda açıklamıştık, bu olayı o
çerçevede düşünmeye hiçbir bakımdan imkan yoktur. Merve Kavakçı Partimizin
sözcüsü veya yetkili bir organı yahut mercii, makamı da değildir. Bundan dolayı
onun şu veya bu toplantıda konuştuklarının partimizi bağlaması da düşünülemez.
13.
Akit Gazetesindeki İlan ve Bir Köşe Yazısı
Sayın
Cumhuriyet Başsavcısı 10 Mayıs 1999 tarihli Akit gazetesinde yer alan
"İBDA" adlı bir örgütün ilanı ile bir 'İslamcı" yazarın köşe
yazısı üzerine Prof. Dr. Nur Sertel'in bir değerlendirme yazısını Fazilet
Partisi aleyhine kanıtlar arasında zikretmiş olmakla beraber, bunun hangi hukuk
mantığı içinde yapıldığı anlaşılamamaktadır. Her halükarda, ne herhangi bir
biçimde Partimizle ilişkisi bulunmayan "İslamcı" olarak nitelenen şu
veya bu adlı örgütün veya bir köşe yazarının açıklamaları partimizi bağlar, ne
de herhangi bir yazarın bunlar hakkındaki yorum ve değerlendirmesinin bu dava
bakımından hukuki bir değeri vardır. Fazilet Partisi'nin kapatılmış olan Refah
Partisi'nin devamı mahiyetinde olduğu iddiasının kanıtlanması bakımından
bunların hepsi dışı saadet hususlardır; bu davayla ilgisizdir.
14.
TBMM'deki "Amerikan Vatandaşlığı" Tartışması
Doğru
Yol Partisi Genel Başkanı ve eski başbakanlardan Sayın Tansu Çiller'in
"Amerikan vatandaşlığı"nın tartışıldığı ve sayın Necmettin ERBAKAN'ın
bu konudaki görüşlerini de içeren 1993 tarihli TBMM Tutanak Dergisi'nin de bu
dava bakımından kanıt olma değeri bulunmamaktadır. Eski bir partinin genel
başkanının (Necmettin ERBAKAN'ın) yıllar önce bu konuda ne söylemiş olduğunun
Fazilet Partisi'nin kapatılması davasıyla herhangi bir ilişkisi yoktur. Sayın
Başsavcı'nın burada Fazilet Partisi İstanbul Milletvekili Merve Kavakçı'nın
"Amerikan vatandaşlığı" konusuna telmihte bulunduğu anlaşılmaktadır;
ne var ki, bu mesele tamamen hukuki olup yargıya intikal etmiştir. Kaldı ki,
halen derdest olan dava Merve Kavakçı'nın aleyhine sonuçlansa bile, bunun
Anayasa Mahkememizin önündeki bu kapatma davasına herhangi bir etkisi olamaz.
Çünkü, bu durum ne Fazilet Partisi'nin kapatılmış bir partinin
"devamı" olup olmamasıyla, hatta ne de yasak eylemlerin
"odağı" olup olmamasıyla ilgilidir.
III.
Fazilet Partisi'nin Kapatılan Refah Partisi'nin Devamı Olduğuna İlişkin
İddianın Genel Bir Değerlendirmesi
Yukarıdaki
ayrıntılı açıklamalardan anlaşılacağı gibi, sayın Cumhuriyet Başsavcısının
Fazilet Partisi'nin Anayasa Mahkemesi'nce kapatılmış olan Refah Partisi'nin
devamı mahiyetinde olduğuna ilişkin iddiası tümüyle dayanaksızdır. Her şeyden
önce, gerek Anayasa'nın 69. maddesinin yedinci fıkrası gerekse Siyasi Partiler
Kanunu'nun değişik 95. maddesi, yeni bir partinin kapatılmış olan başka bir
partinin devamı olduğunun iki temel işaretini vermiştir ki bunlardan hiçbirisi
Fazilet Partisi bakımından söz konusu değildir. Nitekim, ne Fazilet Partisi
yasaklı Refah Partili siyasetçileri "kurucu, üye, yönetici ve
denetçi" yapmıştır, ne de seçimlerde bu kişileri topluca aday
göstermiştir. Esasen, Fazilet Partisi'nin kapatılan Refah Partisi'nin devamı
olması zaman bakımından da mümkün değildir. Çünkü, Fazilet Partisi'nin
kurulduğu 17 Aralık 1997 tarihinde Refah Partisi'nin hukuki varlığı devam
ediyordu. Oysa, bir kuruluşun başka bir kuruluşun "devamı"
sayılabilmesi için, onun diğerinin hukuki varlığı sona erdikten sonra kurulmuş
olması gerekir.
Öte
yandan, Fazilet Partisi gerek tüzük ve programı gerekse bugüne kadar ortaya
koyduğu siyaset anlayışı bakımından tamamen yeni bir partidir. Kapatılan Refah
Partisi ile Fazilet Partisi arasında bu unsurlar bakımından devamlılığın
bulunduğuna ilişkin zikre değer hiçbir gösterge yoktur. Fazilet Partisi'nin
programı liberal demokratik esaslara dayanmakta ve Türkiye'nin muhtelif
sorunlarına çağdaş ve gerçekçi çözüm önerileri içermektedir. Fazilet Partisi
hiç bir platformda kapatılan Refah Partisi'nin program ilkelerinin takipçisi
olduğu yolunda açıkça veya imalı olarak herhangi bir beyanda da bulunmamıştır.
Kapatılan
Refah Partisi'nin bazı üyelerinin Fazilet Partisi "ne katılmış olmaları da
iki parti arasında iddia edildiği gibi bir devamlılık ilişkisi bulunduğunu
göstermez. Çünkü, Siyasi Partiler Kanunu'nun değişik 95. maddesi hükmü
karşısında, devamlılık kavramı açısından göz önünde bulundurulması gereken
sadece yasaklı siyasetçilerin yeni partideki konumudur. Kapatılmış bir partinin
Anayasa Mahkemesi kararıyla siyasetten yasaklanmamış üyelerinin
"yurttaş" sıfatıyla bütün anayasal hakları -bu arada siyasi hakları
da- varlığını elbette korumaktadır. Dolayısıyla bu kategoride yer alan
yurttaşların çeşitli partilerde siyasi faaliyet yapmalarına hiçbir engel
yoktur. Bu duruma göre, kimi eski -yasaklı olmayan Refah Partililerin başka
partiler yanında Fazilet Partisi'nde siyasete devam etmelerini, onun Refah
Partisi'nin devamı olduğunun bir kanıtı olarak değerlendirmek Anayasanın hem
lafzına hem de ruhuna aykırıdır. Bu yargı, Fazilet Partisi'ne geçmiş olan kimi
Refah Partili milletvekilleri ve belediye başkanları açısından da geçerlidir.
Anayasa Mahkemesi tarafından kendilerine yasak getirilmiş olmamak kaydıyla,
milletvekilleri ve belediye başkanları ile sıradan parti üyeleri arasında bir
fark yoktur.
Sonuç
olarak, sayın Cumhuriyet Başsavcısı tarafından ileri sürülen
"kanıtlar"ın hiçbiri Fazilet Partisi'nin kapatılan Refah Partisi'nin
devamı mahiyetinde olduğunu göstermez.
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
FAZİLET
PARTİSİ'NİN LAİKLİK KARŞITI EYLEMLERİN ODAĞI HALİNE GELDİĞİ İDDİASI
A.
İDDİALAR
1.
Anayasal ve Yasal Dayanaklar
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı İddianamesinde Fazilet Partisi'nin kapatılması talebine
gerekçe olarak Partinin laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğini ileri
sürmektedir. İddianamede Anayasa'nın "laiklik" ilkesini Cumhuriyetin
vasıfları arasında sayan 2., dini ve dince kutsal sayılan şeyleri istismar
yasağı getiren 24/son, siyasi partilerin tüzük, program ve eylemleri bakımından
"laik Cumhuriyet" ilkesine aykırı olamayacaklarını belirten 68/4., ve
nihayet siyasi partilerin ancak 68/4. maddede belirtilen eylemlerin işlendiği
bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi'nce tespit edilmesi halinde
kapatılacağını öngören 69/6. maddesi hükümleri kapatma talebinin anayasal
dayanakları olarak zikredilmiştir.
Kapatma
talebinin yasal dayanakları olarak ise, Siyasi Partiler Kanunu'nun siyasi
partilerin Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan Cumhuriyetin vasıflarını (özel
olarak laikliği) değiştirme amacı gütmesini yasaklayan 78/a-l., din ve mezhep
ayrımı yaratmak ve bunlara dayanan bir devlet düzeni kurmak amacı gütmeyi
yasaklayan 78/a-2. ve cemaat, din, mezhep veya tarikat esaslarına dayanma
yasağı getiren 78/b. maddeleri ile aynı kanunun Türkiye Cumhuriyeti'nin laiklik
niteliğini değiştirme amacı gütme ve bu amaca yönelik faaliyette bulunma yasağı
getiren 86. ve dini ve dince kutsal sayılan şeyleri istismar yasağına yer veren
87. maddeleri gösterilmiştir.
II.
İleri Sürülen Kanıtlar
Sayın
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının iddianamesinde Fazilet Partisi'nin laiklik
karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği iddiasının kanıtları olarak ileri
sürdüğü hususlar şunlardır:
a)
Anayasa Mahkemesi kararlarına aykırı olarak ısrarla "türban
yasağı"nın eleştirilmesi ve kaldırılacağının vaad edilmesi,
b)
Yurttaşları devlete karşı kışkırtma sadedinde yasadışı toplantılar ve
yürüyüşler tertip edilerek "başörtüsüne uzanan eller kırılsın"
sloganının atıldığı, bu toplantı ve yürüyüşlerde partili yönetici, milletvekili
ve belediye başkanlarının "birçoğu"nun hazır bulunduğu ve pankart ve
sloganları görüp işitmelerine rağmen başörtüsü yasağının mutlaka kalkması
gerektiğine ilişkin konuşmalar yaptıkları,
c)
Başörtülü bir yurttaşın milletvekilliği için aday gösterildiği ve bu şekilde
görev yapabileceğinin "propaganda"sının yapıldığı; İstanbul
milletvekili Nazlı Ilıcak'ın çeşitli televizyon konuşmalarında bu yönde
tahrikler yaptığı; TBMM'deki and içme günü FP'li milletvekillerinin Merve
Kavakçı'ya tezahüratta bulundukları, aynı milletvekilinin basın toplantısına
Abdullatif ŞENER dahil FP'li pek çok milletvekilinin katıldığı (bütün bunların
Kavakçı'nın "eylemi"nin parti tarafından planlandığını ve teşvik
edildiğini gösterdiği),
d)
FP Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül'ün Kanal 7'de yayımlanan açıklamasında
laikliği (din-devlet işleri ayrılığını) kabul etmediğinin anlaşıldığı ve
böylece Anayasa m. 24/son fıkra hükmünün ve SPK m. 87'nin ihlal edildiği; bu
beyanın SPK 101/b'ye göre partiyi de bağladığı ve tek başına kapatma nedeni
oluşturduğu.
e)
FP Denizli milletvekili Ramazan Yenidedc'nin 15.5.1998 tarihli basın
açıklaması,
f)
Ankara DGM Başsavcılığı'nın "Milli Görüş Hakkındaki iddianamesi" ve
dayandığı deliller,
g)
FP milletvekili Mehmet Sılay'ın 1998 tarihli "Parlamentodan Haber"
kitapçığı,
h) Diğer
kanıtlar.
B-
İDDİA VE KANITLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
I.
"Odak'" Kavramının Anlamı ve Unsurları
1.
Anayasal ve Yasal Durum
Anayasa'nın
69. maddesinin altıncı fıkrası "bir siyasi partinin 68. maddenin dördüncü
fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak
onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa
Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar" verileceğini belirtmiş olmakla
beraber, bu hükümde bir partinin hangi hallerde yasak eylemlerin odağı haline
gelmiş sayılacağı açıklanmış değildir. Mamafih, Siyasi Partiler Kanunu'nun
değişik 103. maddesinde odak kavramının tanımına yer verilmiştir. Bu maddenin
ilgili ikinci fıkrası aynen şöyledir: "Bir siyasi parti; birinci fıkrada
yazılı fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o
partinin büyük kongre, merkez karar ve yönetim kurulu veya Türkiye Büyük Millet
Meclisi'ndeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça
benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca
kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş
sayılır."
Görüldüğü
gibi, Siyasi Partiler Kanunu'nun yeni 103. maddesi odak olmanın unsurlarını
parti üyelerine ve parti organlarına göre ayrı ayrı düzenlemiştir.
a)
Yasak eylemlerin parti üyelerince işlenmesi durumu
Bu
halde bir siyasi partinin yasak eylemlerin odağı haline gelmiş sayılması için
iki şartın birlikte gerçekleşmesi gerekir:
(1)
Söz konusu eylemlerin parti üyelerince "yoğun bir şekilde işlenmiş"
olması,
(2)
Bu durumun partinin 103. maddenin ikinci fıkrasında belirtilen organlarınca
zımnen veya açıkça benimsenmiş olması.
b)
Yasak eylemlerin parti organlarınca işlenmesi durumu
Bu
halde bir siyasi partinin yasak eylemlerin odağı haline gelmiş sayılması için,
bu eylemlerin belli parti organlarınca "kararlılık içinde" işlenmiş
olması yeterlidir.
2.
Odaklaşma Halinin Alt Kavramları
Yasak
fiillerin partide odaklaştığının tespiti sorunu, odaklaşma kavramının analitik
bir incelemesi yapılmadan belirlenemez. Başka bir ifadeyle, gerek hukuki
belirlilik ilkesinin gözetilmesi çerçevesinde siyasi hak ve özgürlükleri
güvence altına alan, belirsizlikten uzak bir hukuki kavrama ulaşılması gerekse
de kelimenin anlamının netleştirilmesi açısından odaklaşma kavramının unsurları
ortaya konulmalıdır.
a.
"Yoğunluk"
Parti
üyelerinin yasak fiilleri yoğun bir şekilde işlemiş olduklarına hükmedebilmek
için bu fiillerin hem nicelik hem nitelik hem de sıklık açısından
değerlendirilmesi gerekmektedir. Daha açık bir deyişle,
"yoğunlaşma"dan söz edilebilmesi için, her şeyden önce partinin
farklı üyeleri tarafından değişik zamanlarda çok sayıda aykırı fiilin işlenmiş
olması gereklidir. İkinci olarak, bu fiilerin aynı zamanda anayasal bakımdan
ağır ihlaller niteliğinde olması ve sıkça vuku bulması da gerekir. Bu duruma
göre, kimi parti üyelerinin tek tük eylemine bakarak bir partinin anayasal ve
yasal anlamda yasak eylemlerin odağı haline gelmiş olduğu söylenemez.
Yoğunlaşma kavramı ayrıca, yasak fiillerin muhtelif parti üyeleri tarafından
düzenli ve sürekli olarak işlenmiş olmasını da gerektirir. Hatta, bu ihlaller
parti teşkilatının çoğunluğunca yurt sathında yaygın olarak işlenmelidir. Buna
göre, parti üyelerinin ara sıra, meydana gelen ve düzenlilik göstermeyen,
münferit ve arızi eylemlerine dayanılarak o partinin bu nitelikteki fiillerin
odağı haline geldiğine karar verilemez.
Nitekim.
Refah Partisi'nin kapatılmasına ilişkin 12.1.1998 tarihli kararında (Anayasa
Mahkemesi Kararları Dergisi, Sayı 34, Cilt 2. s. 1019) Anayasa Mahkemesi
"... 'odak olma' durumunun oluşması için gerekli olan yasak eylemlerdeki
nitelik ve nicelik ile bunların tekrarındaki kararlılık gibi öğelerin varlığı
konusunda, milletvekillerinin (...) söz ve eylemlerinin tümü
değerlendirilmedikçe sağlıklı bir sonuca ulaşılama"yacağına dikkat
çekmiştir.
b.
"Zımnen veya Açıkça Benimseme"
Siyasi
Partiler Kanunu'nun ilgili 103. maddesi, parti üyelerinin yasak eylemleri yoğun
bir şekilde işlemiş olmalarını tek başına odaklaşma için yeterli görmemiş;
ayrıca bu durumun partinin büyük kongre, merkez karar ve yönetim kurulu veya
Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki grup genel kurulu veya grup yönetim
kurulunca "zımnen veya açıkça" benimsenmiş olmasını da şart
koşmuştur. Bu demektir ki, birden çok sayıda partilinin yasak eylemleri yoğun
bir şekilde işlemiş olmaları onlar hakkında (SPK 102. maddeye göre partiden
ihraçlarının istenmesi dahil) birtakım müeyyidelerin uygulanmasını
gerektirebilirse de, bu eylemler parti organlarınca benimsenmedikleri sürece
partinin o eylemlerin odağı haline geldiğinden söz edilemez. Ayrıca, dikkat
edilmesi gereken bir nokta da sadece ismen belirtilen parti organlarının bu
eylemleri "benimsemesi" veya onaylamasının partiyi ilzam edecek
olmasıdır. Yani, partinin bu organlar dışındaki merci, makam ve kurulları ile
varsa yan örgütlerinin tutumu odak olma hali açısından nazara alınmayacaktır.
Anılan
parti organları, üyelerinin söz konusu yasak fiillerini onayladığını, tasvip
ettiğini, beğendiğini, takdir ettiğini vs. alenen ve sözlü olarak ifade etmek suretiyle
onları doğrudan doğruya benimseyebilirler. Ayrıca, Kanun bu gibi eylemlerin
"zımnen" de benimsenebileceğini belirtmiştir. Bu durumda, parti
üyelerinin eylemlerine ilaveten partinin anılan organlarının bir tutum veya
davranışı da söz konusu olmak gerekir. Daha açık bir ifadeyle, parti organları
parti üyelerinin yasak eylemlerini onayladığını açıkça belirtmese bile, söz
konusu kişilere işledikleri yasak fiillerde önceden veya sonradan destek
vererek, onları savunarak da onların tutumunu benimseyebilirler. Fakat bunun
için de, her şeyden önce, partinin anılan organlarının parti üyelerinin yasak
eylemlerinden haberdar olmaları şarttır. Tabiidir ki, bir merciin veya kurulun
bilgisi dışında vuku bulan eylemleri ne benimsemesi ne de onaylaması söz konusu
olabilir.
c.
"Kararlılık"
Yukarıda
belirtildiği gibi, odak kavramı bakımından "kararlılık" şartı özel
olarak parti organlarının yasak eylemleri için öngörülmüş yasal bir şarttır.
Yani, Kanun'da belirtilen parti organlarının yasak fiilleri kararlılık içinde
işlemeleri halinde parti bu eylemlerin odağı haline gelmiş sayılacaktır. Burada
da iki husus önemlidir. Birincisi, eylemleri parti tüzel kişiliğini bu hususta
bağlayacak olan parti organlarının, Kanun'da ismen zikredilmiş olanlardan
ibaret olduğudur, ikinci olarak, bu fiillerin söz konusu parti organlarınca
kararlılık içinde işlenmiş olması halinde odak olma halinden söz
edilebilecektir. Öyleyse, yoğunlaşma durumundakine benzer şekilde, parti
organlarının, ara sıra meydana gelen, tek tük ve arızi eylemlerine bakarak o
partinin yasak eylemlerin odağı haline geldiğine karar verilemez. Keza, bu
fiillerin kararlılık içinde işlenmiş sayılabilmesi için, bu ihlallerin nisbeten
kısa bir zaman dilimi içinde değil, kamu oyunda da bu yönde kanaat hasıl edecek
şekilde uzun süre devam etmiş olması da gerekir.
Kararlılık
kelimesi, ayrıca, eylem iradesindeki sarsılmazlığı, tutumundan hiçbir şekilde
caymamayı ve yılmaz bir ruh halini de ifade eder. Dolayısıyla, şu veya bu
şekilde parti organlarından sadır olan bir aykırı eylemin yarattığı tepki ve
eleştirilere rağmen, tutumunda ısrar etmek ve aynı yolda yürümekten caymamak
odaklaşma yönünde bir kanıt sayılabilir. Buna karşılık, eleştiri ve tepkiler
karşısında geri çekilen, tevil yoluna sapan, kendini mazur göstermeye çalışan
bir iradenin "kararlı" olduğundan söz edilemez.
II.
Fazilet Partisi'ne ve Üyelerine Yöneltilen İsnadın "Odak" Kavramı
Açısından Değerlendirilmesi
Sayın
Cumhuriyet Başsavcısı'nın İddianamesinde Fazilet Partisi'nin laiklik karşıtı
eylemlerin odağı haline geldiği iddiasına kanıt olarak ileri sürdüğü bütün
hususlar parti üyelerinin eylemleriyle ilgili olup, parti organlarının doğrudan
doğruya işlediği herhangi bir yasak eylem gösterilmemiştir. Ancak, Başsavcı'nın
başörtülü bir yurttaşımızın parti listelerinden milletvekili seçilmesi ile
ilgili gelişmeleri parti tüzel kişiliğini bağlayan olaylar gibi takdim etmiş
olması nedeniyle, bu hususun da ayrı olarak gözden geçirilmesi uygun olacaktır.
Önce bu ikinci sorundan başlayalım.
1.
Başörtüsü Sorunu Karşısında Fazilet Partisi'nin Tutumu
İddianamede,
parti listelerinden bir başörtülü milletvekilinin seçilmesi ve kimi
partililerin Merve Kavakçı'ya manevi destek vermeleri Fazilet Partisi'nin
laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğinin başlıca kanıtları olarak ileri
sürülmüştür.
Bu
nedenle, önce hem başörtülü yüksek öğrenim öğrencilisinin hem de başörtülü
milletvekilliğinin anayasallığı sorununu ele almalıyız.
a.
Başörtüsü ve Türk Pozitif Hukuku
Bilindiği
üzere, kız öğrencilerin yükseköğretim kurumlarında başörtülü olarak okumaları
yetkililerce bir süredir ya fiilen engellenmekte ya da bu öğrenciler çeşitli
disiplin cezalarına çarptırılmaktadırlar, ilgili makamlar bu tutumlarını, esas
itibariyle, Anayasa Mahkemesi'nin biri iptal diğeri red olmak üzere vermiş olduğu
iki kararında dayandırmaktadırlar. Sayın Cumhuriyet Başsavcısı'nın
İddianamesinde de Anayasa Mahkemesi'nin söz konusu iki kararı Fazilet Partisi
mensuplarının başörtüsüyle ilgili beyanlarının laiklik karşıtı eylem olarak
nitelenmesinin dayanakları arasında gösterilmiştir.
Anayasa
Mahkememiz, bu bağlamda atıfta bulunulan ilk kararını 7.3,1989 tarihinde
vermiştir. Mahkeme bu kararıyla, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun
"Dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması
serbesttir" şeklindeki Ek 16. maddesini laikliğe aykırılık gerekçesiyle
iptal etmiştir. Mahkemenin bu konuya ilişkin ikinci kararı ise 9.4.1991 tarihli
olup. aynı Kanun'un "Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile,
Yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir" biçimindeki Ek 17.
maddesine karşı açılmış olan iptal davasının reddine ilişkindir. Başörtüsü
yasağını buna dayandıranlar Anayasa Mahkemesi kararının gerekçe kısmında yer
alan bir yorumunu esas almaktadırlar. Bu yoruma göre, Mahkemenin daha önceki (1989
tarihli) karan çerçevesinde, Ek 17. maddede yer alan "kılık ve kıyafet
serbestisi" başörtüsü takmayı kapsamamaktadır. Başka bir ifadeyle,
Mahkeme, kararının gerekçesinde yer alan yorumuyla söz konusu Kanun hükmüne bir
istisna getirmiştir.
Ne
var ki, gerek Mahkeme'nin son zikredilen kararında yer alan yorumun hukuki
bağlayıcılığı konusu gerekse genel olarak yükseköğretim kurumlarında başörtülü
olarak öğrenim görülemeyeceği görüşü doktrinde tartışmalıdır. Nitekim, Anayasa
Profesörü Mustafa Erdoğan daha önceki çeşitli yazı ve konuşmalarında olduğu
gibi, savunmamızın ekinde sunduğumuz bilimsel mütalaasında da halihazırda
yürürlükte olan Türk pozitif hukuku bakımından yükseköğretim kurumlarında
başörtüsü yasağının savunulamayacağı görüşünü dile getirmiştir. Bunun gibi,
Ankara Hukuk Fakültesi'nden Dr. Ali D. Ulusoy da "Türban Sorunu ve
Hukuk" başlıklı makalesinde benzer bir sonuca ulaşmıştır. Esasen, Ankara
Hukuk Fakültesi hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle bu yasağı fiilen
uygulamamaktadır.
Profesör
Erdoğan, mezkur mütalaasında, özel olarak Anayasa Mahkemesi kararlarının hüküm
fıkrası dışında kalan bölümlerinin, özellikle de iptali reddedilmiş bir yasa
hükmünün fiilen geçersiz kılınması etkisini doğuracak bir yorumunun hukuki
bağlayıcılığı ve uygulanabilirliği bulunmadığını ileri sürmektedir.
Şu
halde, eğer bu yaklaşım doğruysa, 2547 sayılı Kanun'un Ek 17. maddesindeki
"kılık ve kıyafet serbestisi"nin yürürlükte olduğu sonucuna varmak
gerekecektir. Sonuç olarak, bu konudaki hukuki hakikat ne olursa olsun, yükseköğretim
Öğrencileri bakımından başörtüsü yasağı bilimsel olarak en azından
tartışmalıdır. Bundan dolayı, hukuka uygunluğu tartışmalı olan bir yasağın
eleştirilmesi "laiklik karşıtı" bir eylem olarak değerlendirilemez.
Bu. tamamen, insan hakları çerçevesinde mütalaa edilmesi gereken bir
eleştiridir. Nitekim Kimi Fazilet Partililer konuşmalarında bu noktaya ısrarla
dikkat çekmişlerdir.
Bu
duruma göre, kimi Fazilet Partililerin "başörtüsü yasağı"nı
eleştirmelerinden hareketle Anayasal ve yasal açıdan laiklik karşıtı yasak
eylemlerde bulunduklarını iddia etmek yerinde değildir. Esasen başörtüsü
konusundaki uygulama hukuki olarak tartışmalı olduğuna göre, tartışmalı bir
sorun hakkında "demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları" olan
siyasi partilerin fikir beyan etmeleri Anayasal laiklik ilkesine aykırılık
teşkil etmemek gerekir. Kaldı ki, "demokratik bir toplum" içindeki
rolleri açısından siyasi partilerin toplumsal sorunları ve özgürlük taleplerini
barışçı yoldan dile getirmeleri doğaldır. Nitekim, başörtüsü sorunu hakkında
görüş belirten Fazilet Partisi mensupları bunu genel olarak insan hakları
savunusu çerçevesinde yapmış ve başörtüsünü dini bir gerek olarak değil, bir
özgürlük ve insan hakları talebi olarak ileri sürmüşlerdir. Bir yasağın
kaldırılmasını istemek genelde Anayasaya aykırı bir tutum olmadığı gibi, somut
olayda başörtüsü yasağına karşı çıkmak da olsa olsa politik tartışmaya bir
katkıda bulunmaktır.
Başörtüsüne
ilişkin uygulamayı eleştirmek kendi başına laikliğe aykırılık teşkil etmez.
Laikliğe aykırılık veya "devletin temel düzenini din esaslarına
dayandırmak" amacının varlığı için başka, ilave kanıtların bulunması
lazımdır. Böyle bir kanıt ancak, başörtüsü uygulamasını eleştirenlerin aynı
zamanda başörtüsü takmanın genel olarak kadınlar için bir zorunluluk haline
getirilmesini de talep etmeleri halinde söz konusu olabilirdi. Oysa ne bir
tüzel kişilik olarak Fazilet Partisi'nin ne de mensuplarının bu türden ne bir
talebi ne de vaadi olmuştur. Hatta Fazilet Partisi bütün kadınlara başörtüsü
mecburiyeti getirilmesini savunmak şöyle dursun, başörtüsü takmayı tavsiye bile
etmemiştir. Bu nedenle, Partimiz İstanbul milletvekili Nazlı Ilıcak'ın
üniversitelerdeki başörtüsü uygulamasını eleştirmesi de laiklik karşıtı bir
eylem olarak görülemez.
Kaldı
ki, başörtüsü sorunu sadece Fazilet Partililer tarafından gündeme getirilen ve
tartışılan bir sorun da değildir. Nitekim Doğru Yol Partisi, Anavatan Partisi,
Demokratik Sol Parti ve Milliyetçi Hareket Partisi gibi başka partiler ve
mensupları da gerek seçim kampanyaları sırasında, gerek Meclis çalışmalarında,
gerekse başka aleni platformlarda başörtüsü uygulamasını şu veya bu ölçüde
eleştirmiş ve bu sorunun çözümü için çalışacaklarını vaad etmişlerdir. Hatta
son 57. hükümetin kurulması çalışmalarının odağında yer alan konulardan biri de
başörtüsü sorunu olmuştur. Ayrıca, sayın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve
sayın Başbakan Bülent Ecevit de yakın geçmişteki çeşitli konuşma ve
beyanlarında hem başörtüsü yasağının insan hakları ve demokrasi ilkelerine
aykırı olduğunu hem de bunun büyük bir toplumsal problem hüviyeti kazanmış
olduğunu belirtmişlerdir. Nihayet, Fazilet Partisi'nin savunduğu görüşlerle
hiçbir ilgisi olmayan bazı sivil toplum örgütleri de (Sivil Haklar İnisiyatifi
gibi) bu uygulamayı demokrasi ve insan hakları açısından eleştirmişlerdir. Bu
durum bir yandan başörtüsü konusundaki uygulamanın hukukiliğinin tartışmalı
olduğunu. Öbür yandan da bunun genel olarak kamuya ve bu arada bütün partilere
malolmuş toplumsal bir sorun haline geldiğini göstermektedir.
b.
Fazilet Partisi Listelerinden Bir Başörtülü Milletvekilinin Seçilmesi Parti
Organlarınca İşlenmiş Bir Yasak Fiil Değildir
Başörtülü
bir yurttaşın Fazilet Partisi'nden milletvekili seçilmiş olması da laiklik
karşıtı yasak fiil işlendiğinin bir kanıtı değildir. Merve Kavakçı ilgili
mevzuata uygun olarak ve Anayasal bir organ olan Yüksek Seçim Kurulu'nun
yönetim ve denetimindeki bir seçim süreci sonucunda milletvekili seçilmiştir.
Merve Kavakçı'nın, Anayasa'nın 76. maddesindeki milletvekili seçilme yeterliğine
sahip olan ve adaylıktan başlayarak bütün aşamaları bağımsız yargının ve en
nihayetinde Yüksek Seçim Kurulu'nun denetimi altında gerçekleşen bir seçim
süreci sonunda milletvekili olmasında laiklik karşıtlığıyla ilgili hiçbir yan
bulunmamaktadır. Dolayısıyla, burada partiye atfedilebilir ne bir yasak fiil ne
de bir suç söz konusudur. Usulüne uygun olarak milletvekili seçilmeyi kendi
başına bir yasak fiil olarak nitelemek genel olarak demokrasi ilkelerine olduğu
kadar, özel olarak milletvekillerinin "bütün Millet"i temsil ettiğini
belirten Anayasa hükmüne de (m. 80) aykırıdır.
Kaldı
ki, başörtülü bir adayın Fazilet Partisi'nden milletvekili seçilebilmiş olması,
bu durum faraza hukuka aykırı olsaydı bile, Siyasi Partiler Kanunu'nun 103.
maddesinin ikinci fıkrası anlamında "parti organlarının bir eylemi
sayılamazdı. Çünkü, yukarıda işaret edildiği gibi, Merve Kavakçı"nın
adaylığından başlayarak seçim süreci bağımsız yargının ve Yüksek Seçim
Kurulu'nun denetimi altında geçmiş, bu kurullar adı geçenin adaylığını
onaylamış ve sonunda usulüne uygun olarak sayın Kavakçı mazbatasını almıştır.
Bu duruma göre, başta anayasa olmak üzere yürürlükteki hukuk düzeninin
öngördüğü şartlar çerçevesinde gerçekleşmiş olan bir hak (seçilme hakkı)
kullanımı olayım, listesinden seçildiği partinin yasak (Anayasaya ve yasalara
aykırı) bir işlemi olarak yorumlamaya elbette imkan yoktur.
Nihayet
Merve Kavakçı'nın Fazilet Partisi'nden milletvekili seçilmesi, Türk hukuk
düzenine aykırı olsaydı ve parti organlarının bir işlemi niteliğinde bulunsaydı
bile, münferit bir olaydır. Burada, "kararlılık" içinde tekerrür eden
bir eylemler silsilesi söz konusu değildir. Bu nedenle de, bu olaya dayanarak.
Fazilet Partisi'nin Siyasi Partiler Kanunu"nün 103. maddesinin ikinci
fıkrası anlamında yasak fiillerin odağı haline geldiği sonucuna ulaşılamaz.
c.
Merve Kavakçı'nın Kimi Fazilet Partililerce "Desteklenmesi" Partiyi
Yasak Eylemlerin Odağı Yapmaz
İddianamede
TBMM'deki resmi and içme gününde partili milletvekilerinin İstanbul
Milletvekili Merve Kavakçı'ya tezahüratta bulunduklarından ve adı geçen
milletvekilinin bu konuyla ilgili olarak yaptığı basın toplantısına "Grup
Başkanvekili" Abdullatif ŞENER dahil pek çok Fazilet Partili
milletvekilinin katılarak destek verdiğinden bahisle, Anayasa'nın 68. maddesinin
dördüncü fıkrası anlamında yasak fiil işlendiği ileri sürülmektedir. Ne var ki,
bu olayların hiçbirinde laiklik karşıtlığı saikinin varlığından söz edilemez.
Bir kere, milletvekili Merve Kavakçı'nın and içme günü TBMM'ye gelmesi
Anayasa'nın 81. maddesinin açık bir buyruğudur. Çünkü, bu maddenin birinci
fıkrası milletvekillerinin göreve başlayabilmeleri için and içmelerini zorunlu
kılmıştır. Merve Kavakçı da, diğer milletvekilleri gibi, Anayasanın bu
buyruğuna uyarak and içmek üzere Meclise gitmiştir; milleti temsil görevini
yerine getirebilmek için başka bir seçeneği de yoktu. Bu duruma göre, anayasal
bir görevini yerine getirmek üzere hareket eden bir milletvekilinin bu
girişimini alkışlamakta bir aykırılık olmadığı gibi, bu o kişiyi anayasal görevini
yerine getirmeye teşvik etmek anlamına gelir. Esasen, bu gibi durumlarda çoğu
milletvekili sadece kendi partisinden olanları değil, zaman zaman başka
partiden olanları da alkışlar. Bu, her şeyden önce, Anayasal görevlerine uygun
davranma konusunda milletvekillerine yönelik bir teşviktir. Başka bir
anlatımla, TBMM'de geçen söz konusu alkış olayının gerçek mahiyeti, başörtüsünü
teşvik olmayıp, hukuk dışı bir engelleme olayına gösterilen bir tepki
niteliğindedir. Nitekim, milletvekili Merve Kavakçı'nın anayasa gereği olarak
and içmesi girişimi herkesçe bilindiği gibi bir grup milletvekili tarafından
alkışlarla ve kürsünün etrafında fiili durum yaratarak engellenmek istenince,
Fazilet Partililer de bu protestoya karşı alkışla tepki göstermişlerdir. Bundan
anayasa karşıtı anlamlar çıkarmak ve milletvekillerine laiklik karşıtlığı gibi
saikler izafe etmek ne maddi olgularla ne de hukuk mantığıyla bağdaşır.
Öte
yandan Merve Kavakçı'nın söz konusu olay üstüne basın toplantısı düzenlemesinde
ve Fazilet Partili kimi milletvekillerinin basın toplantısında ona eşlik
etmelerinde de herhangi bir anayasadışılık yoktur. Laikliği ortadan kaldırma
amacıyla hiçbir biçimde ilişkisi olmayan ve sadece seçilmiş bir milletvekili
olarak Anayasal buyruk gereğince and içmek isteyen Merve Kavakçı'nın, bu
görevini yerine getirmesinin Meclis'te zorla engellenmesinin Anayasaya aykırı
olduğunu düşünmesi ve bunu kamuya duyurmak istemesi olağan bir durumdur; bunda
herhangi bir hukuksuzluk veya laiklik karşıtlığı söz konusu değildir. Dolayısıyla,
kimi Fazilet Partili milletvekillerinin söz konusu basın toplantısında onun
yanında yer alması da Anayasaya aykırılık teşkil etmez.
Kaldı
ki burada daha önemli olan nokta, Merve Kavakçı'nın yapacak olduğu andın
niteliğidir. Söz konusu basın toplantısında kendisinin de açıkça belirttiği
gibi, bu olayda Merve Kavakçı'nın "laik Cumhuriyet" üstüne yemin
etmesi engellenmiştir. Bundan dolayı da, alkışlı ve fiili engellemenin Fazilet
Partililerce alkışlarla protesto edilmesi aynı zamanda laikliğe de sahip çıkmak
anlamını taşır.
Nihayet,
ne Merve Kavakçı'nın basın toplantısı Fazilet Partisi'nin SPK'nın 103/2'de
zikredilen parti organlarından birinin işlemidir ne de bu toplantıya parti
olarak katılma yönünde bir karar alınmış ve uygulanmıştır. Bu toplantıya katılan
Abdullatif ŞENER ise o tarihte Fazilet Partisi'nin Grup Başkanvekili değildi.
Kaldı ki, tek başına Partinin grup başkanvekilinin tutumunun SPK'nın 103.
maddesinin ikinci fıkrası anlamında "parti organlarının bir eylemi"
sayılamayacağı da açıktır.
Sonuç
olarak, bütün bu olaylarda ne bir hukuka aykırılık ve Anayasa ve SPK anlamında
yasak eylem söz konusudur, ne de Fazilet Partisi tüzel kişiliği ile bu
olayların içindedir. Dolayısıyla, yukarıda tartışılan başörtüsü ile ilgili
olayların hiç biri Fazilet Partisi'nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline
geldiği yargısına dayanak teşkil edemez.
d.
Başörtüsü Uygulamasına Karşı Yapılmış Olan Toplantılardaki Konuşmalar Fazilet
Partisi'ni Bağlamaz
İddianamede
yasadışı olarak yapıldığı belirtilen başörtüsü uygulamasını eleştiren
toplantıların hiçbirisi Fazilet Partisi'nce tertip edilmiş olmadığı gibi, bu
toplantılara parti tüzel kişiliği adına herhangi bir katılım da varit değildir.
Dolayısıyla ne bu tür toplantılarda yapılan konuşmalar ne de oralarda atılan sloganlar
partimizi bağlar. Esasen, iddianamede bu toplantıların Partimiz tarafından
organize ve koordine edildiğini gösteren herhangi bir delil de yer
almamaktadır. Öte yandan, bu toplantılara tek tük parti mensuplarının katılmış
olması, onları Anayasanın 69. maddesi anlamında "partinin...
eylemleri" haline getirmez. Parti mensupları da herhangi bir yurttaş gibi
çeşitli sivil etkinliklere münferit olarak katılabilir; böyle bir katılım
partiyi hukuken bağlamaz. Dolayısıyla, bu türden münferit ve parti tüzel kişiliğine
bağlanamayan eylemler nedeniyle parti Anayasaya aykırı eylemlerin odağı haline
gelmiş sayılamaz. Nitekim, Anayasa Mahkemesi de Doğru Yol Partisi'ne karşı
açılmış olan kapatma davasında verdiği 22.5.1984 tarihli kararında
"(p)arti mensuplarının eylemleri yasal yollarla partiye mal olmadıkça, bu
eylemlerden dolayı parti tüzel kişiliğinin sorumlu tutulması(nın)
düşünülemeyeceğini tesbit etmiştir.
Kaldı
ki onbinlerce üyesi bulunan bir partinin bütün mensuplarının her türden
faaliyetlerini ve çeşitli platformlarda yaptıkları konuşmaları denetim altına
alması, hatta kimin nerede ne yaptığını tespit etmesi bile çoğu zaman
imkansızdır. Bundan dolayı, parti üyelerinin parti inisiyatifi dışında
gerçekleştirilen ve partiyle hukuki bir bağlantısı olmayan faaliyetlere
katılmaları dolayısıyla parti tüzel kişiliği ilzam edilemez.
2.
Parti Üyelerinin Eylemleri
Fazilet
Partisi üyelerinin iddianame'de işaret edilen ve laiklik karşıtı olarak
nitelenen eylemleri de gerçekte böyle olmadıkları gibi, bunlar Fazilet Partisi'nin
SPK 103. maddesinin ikinci fıkrası anlamında yasak eylemlerin odağı haline
geldiğini de göstermez. Çünkü, yasak eylem niteliğinde olmamaları bir yana, bu
münferit eylemlerde ne "yoğun"luk şartı gerçekleşmiş, ne de parti
organlarınca açıkça veya zımnen benimsendiklerini gösteren bir kanıt
bulunmaktadır.
Bu
arada işaret edilmesi gereken önemli bir nokta, sayın Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısının yeni "kanıtlar" sunduğu 4.6.1999 tarihli ek
dilekçesinde dile getirdiği bir kısım mütalaalarda ifadesini bulan yaklaşımın
ürkütücülüğüdür. Ek dilekçenin birinci paragrafında, sayın Başsavcı bütün
Fazilet Partili milletvekillerinin milletvekilliklerinin düşürülmesi ve bütün
partililere siyasi yasak getirilmesini talep etmekte ve bu talebini haklı
göstermek üzere de "aksi takdirde Fazilet Partisi'nin kapatılması ile
amaçlanan sonucun sağlanamayacağı ve aynı şahısların benzer partileri kurma ve
benzer eylemlerde bulunmasını(n) engellenemeyeceği" yolunda görüş
belirtmektedir. Bu ifade, sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın genel olarak
şu veya bu nedenle siyasi hayatta bir kere müeyyideye maruz kalan yurttaşların
bütün siyasi haklarının sonsuza dek ellerinden alınması düşüncesinde olduğunu
göstermektedir. Bu ise bu davanın açılmasında hukuki saiklerden çok, demokratik
hassasiyetle bağdaşmayan politik kaygıların hakim olduğunun bir kanıtıdır.
Kaldı ki, böyle olduğu düşünülse dahi, evrensel, özgürlükçü ve çoğulcu
demokrasi anlayışı çerçevesinde, yurttaşlar bir kere siyasi hata yapmış olsalar
bile, bu onların siyasi haklarının sonsuza kadar ellerinden alınmasını haklı
göstermez.
İkinci
olarak, ek dilekçede ileri sürülen "kanıtlar"ın büyük bir bölümü
partili milletvekillerinin TBMM çalışmaları sırasında ve "yasama
sorumsuzluğu" çerçevesinde yaptıkları konuşmalardan oluşmaktadır. Bu konu
Usul Sorunları'na ilişkin Birinci Bölüm'de ayrıntılı olarak ele alınmıştır.
Mamafih, bazı noktaları kısaca yeniden vurgulamak uygun olur. Bilindiği gibi,
Anayasa'nın 83. maddesinin birinci fıkrası, milletvekillerinin "Mecliste
ileri sürdükleri düşüncelerden, (...) bunları Meclis dışında tekrarlamak ve
açığa vurmaktan sorumlu tutulamayacaklarını" öngörmüştür. Bu hükümde yer
alan "sorumlu"luk terimi her ne kadar öncelikle hukuki (medeni ve
cezai) anlamda anlaşılmak gerekirse de, bunun politik imaları ve delaletleri de
bulunduğu açıktır. Daha açık bir anlatımla, milletvekillerinin parlamento
çalışmalarındaki söz ve tutumlarından dolayı kendilerine karşı hukuki ve cezai
sorumluluk yoluna gidilememesi, onlara sağlanmak istenen himaye açısından yeterli
değildir. Eğer bir milletvekili Anayasanın koruması altında olan
konuşmalarından dolayı, partisinin kapatılması ve kendisinin de siyasi
haklarından yoksun bırakılması tehlikesiyle karşı karşıya ise, bu koruma ile
elde edilmek istenen nihai amaç gerçekleşemez. Çünkü, "yasama
sorumsuzluğunun amacı, gerek milletvekillerinin şahıslarının gerekse
partilerinin hiçbir biçimde zarara uğraması tehdidi söz konusu olmaksızın,
demokratik sürecin tam bir güven içinde işlemesinin sağlanmasıdır. Aksi halde,
milletvekillerinin Anayasanın 80. maddesindeki "milleti temsil"
görevini yapabilmeleri mümkün değildir. Açıktır ki, anayasal görevlerini yerine
getirirken yaptıkları konuşmalardan ve bunları dışarıda tekrarlamaktan dolayı
kendilerine ve partilerine siyasi müeyyideler uygulanabilmesi, TBMM üyelerinin
"milleti temsil" görevini hakkıyla yapabilmelerini imkansız kılar.
Kaldı
ki, milletvekillerinin ve onların tutumları yüzünden partilerinin bir takım
siyasi müeyyidelere maruz kalmaları, normal halde suç teşkil eden sözlerinden
dolayı cezai olarak sorumlu tutulmalarından bile daha büyük bir sakınca teşkil
eder. Tersinden ifade etmek gerekirse, cezai sorumluluktan bile muaf tutulması
öngörülen bir milletvekili ve partisi, siyasi müeyyidelerden evleviyetle muaf
tutulmalıdır. Bu nedenlerle, Fazilet Partili milletvekillerinin suç teşkil
etmeleri halinde bile sorumluluktan muaf sayıldıkları eylemlerinden dolayı
partilerinin kapatılmasını ve kendilerine siyasi yasak getirilmesini istemek
yersiz bir taleptir. Kaldı ki, ek dilekçede yer alan konuşmalar, aşağıda
ayrıntılı olarak izah edileceği üzere, suç bile değildir.
a.
Fazilet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül'ün Konuşmaları
Fazilet
Partisi Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül'ün atıfta bulunulan konuşmasını,
İddianamede gösterilmeye çalışıldığı gibi laiklik karşıtı bir tutum olarak
değerlendirmek de hukuki dayanaktan yoksundur. Abdullah Gül'ün söz konusu
konuşmasının amacının başörtüsü yasağının yaygınlaştırılmasının ortaya
çıkaracağı tutarsızlığa ve uygulamadaki çifte standarda dikkat çekmek olduğu
açıktır. Konuşmanın İddianamede aktarılan bölümünden de açıkça anlaşıldığı
gibi, konuşmacı kamu alanının dini esaslara göre tanzim edilmesini
savunmamakta, sadece bir yasağın ima ettiği sonuçların yurttaş özgürlükleri
açısından kaygı verici olduğunu belirtmektedir. Hukukiliği doktrinde tartışmalı
olan başörtüsü yasağının doğurabileceği sonuçların eleştirilmesi ise, yukarıda
açıklandığı gibi, laiklik karşıtı bir eylem olarak değerlendirilemez. Kaldı ki,
bu tür eleştiriler evrensel anlayış -bu arada Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi'nin içtihatları- çerçevesinde hem genel olarak ifade özgürlüğünün hem
de demokratik-çoğulcu siyasetin kapsamı içinde düşünülmek gerekir.
Ek
İddianame'de yer verilen, Abdullah Gül'ün Ekim 1998 tarihinde düzenlenen
Kayseri mitingindeki konuşmasında özetle bazı idari uygulamaların adalet,
hukuk, demokrasi, insan hakları ve özgürlükler ile inanca saygı dikkate
alınmadan ve laiklik maskesi altında gerçekleştirildiğine ve bazı bürokratların
çetelerle ve mafyayla ilişkilerini laiklik zırhı altında gizlediklerine dikkat
çekilmekte, üniversite öğrencilerinin "başörtüsü" ve
"sakal" yüzünden üniversitelere alınmaması uygulamasını
eleştirmektedir, idari kararların kimi zaman siyasi ya da kişisel fayda
gözetilerek, hatta bazı durumlarda husumet duyularak alındığı bir gerçektir.
İdare hukukunda bu şekilde alınmış idari kararların "yetki
saptırması" nedeniyle iptal edileceği genel bir kuraldır. Öte yandan
birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de yolsuzluk olayları görülmektedir.
Yolsuzluğa karışanların kendilerini gizleyebilmek için toplumdaki bazı
hassasiyetleri kullandığı da bir gerçektir. Örneğin İtalya'da devlet
kademelerine sızan Mafya'ya karşı yıllarca bir şey yapılamamasında, bu
kişilerin "anti-komünist" mücadele örtüsü altına gizlenmeleri önemli
bir rol oynamıştır. Demokratik ülkelerde milletvekillerinin en önemli
rollerinden biri gördükleri aksaklıklar konusunda yasama organının ve
kamuoyunun dikkatini çekmektir. Parlamentonun asıl işlevleri yasa yapmak ve
yürütmeyi denetlemektir. Böyle bir organda görev yapan bir üyenin idarede
gözlemlediği bazı eğilimler konusunda uyarıda bulunması doğaldır. Kaldı ki,
Abdullah Gül söz konusu konuşmasında laiklik aleyhinde tek bir söz bile
söylemiş değildir. Üstelik, Abdullah Gül, üniversite öğrencilerine yönelik
kılık kıyafet uygulamaları bakımından sadece başörtüsüne değil, sakal nedeniyle
zorluk yaşayan öğrencilerin durumuna da değinmiştir ki sakal nedeniyle
öğrencilerin üniversiteye alınmaması sadece dini inançları olan kişiler yönünden
değil, sakal bırakan her kesimden öğrenci için bir sorundur. Öğrenciler için
konulmuş kılık kıyafet kurallarını eleştirmek ise bir milletvekilinin en doğal
hakkıdır.
Kaldı
ki üniversite yönetimleri, bazen bizzat mensupları tarafından çok daha sert bir
şekilde eleştirilmektedir. Örneğin, geçtiğimiz Temmuz ayı içinde İstanbul
Üniversitesinde pek çok öğretim üyesi Rektör'e uygulamalarından dolayı karşı
çıkmış, hatta Hukuk Fakültesi eski dekanı Prof. Dr. Aysel Çelikel
üniversitedeki gelişmeleri "çağdaşlık adına çağdışı gelişmeler"
olarak nitelendiren bir açıklamada bulunmuş, yine aynı üniversitenin öğretim
üyelerinden Burhan Şenatalar da, "Hukuku demokrasiyi çiğneyerek, ne özerk
üniversite kurulur, ne de demokratik bir ülke" diyerek üniversite
yönetimini eleştirmiştir. Sayıları çoğaltılabilecek tüm bu örnekler, sayın
Gül'ün eleştirilerinde yalnız olmadığını, farklı kesimlerin üniversite
yönetiminin uygulamalarını eleştirdiğini ortaya koymaktadır.
Abdullah
Gül'ün delil olarak gösterilen ikinci konuşmasında hukukun siyasallaştırma,
yargıçların yürütme organının emri altındaki idareden "birifing"
aldıklarına, bu durumun yargının bağımsızlığını gölgelediğine,
milletvekillerinin Meclis kürsüsünden konuşmaya çekindiklerine, bu kürsüden
yaptıkları konuşmalar nedeniyle sorumlu tutulduklarına değinilmiş, bir rektörün
üniversite için "gerekirse bilime ara versin" şeklindeki konuşması
eleştirilmiştir. Gül bu konuşmasında yargı organının bağımsızlığı, yasama
organı üyelerinin güvenceleri ile üniversitelerin bilim üreten özerk yapılarına
dikkat çekmiş ve kendisine göre bu özerklik ve bağımsızlığı olumsuz etkileyen
bazı uygulamaları eleştirmiştir. Abdullah Gül'ün üzerinde durduğu tüm bu
noktalar en üst belge olan anayasada da düzenlenmiştir. Anayasamızın 83.
maddesinde milletvekillerine yönelik güvenceler, 138. maddesinde mahkemelerin
bağımsızlığı ilkesi, 130. maddesinde ise üniversitelerin bilimsel faaliyette
bulunan özerk kurumlar olduğu düzenlenmiştir. Sayın Gül'ün bu konuşmasındaki
amacı Anayasamızdaki bu düzenlemelere ters düşen uygulamaları göstermekten
ibarettir, dolayısıyla laiklik karşıtı hiçbir yönü bulunmamaktadır.
Anayasamızda
yer alan bu temel hükümlerin savunulması, bırakalım milletvekillerini, her Türk
vatandaşının sorumluluğudur. Üstelik, Sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
buradaki eleştirilerin maddi gerçekliği aleyhinde bir iddiada da
bulunmamaktadır.
Öte
yandan, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay başkanları çeşitli nedenlerle yaptıkları
konuşmalarda benzer eleştirilere yer vermektedir. Anayasa Mahkememizin sayın başkanı
Ahmet Necdet Sezer Anayasa Mahkemesi'nin 37. Kuruluş Yıldönümü nedeniyle
yaptığı Açış Konuşması'nda şu görüşlere yer vermiştir:
"(Türkiye'de)
(T)emel hak ve özgürlükler ve özellikle düşünceyi açıklama özgürlüğü için
Anayasa ve yasalarda öngörülen sınırlama ve yasakların çoğu, çağdaş
demokrasilerde genellikle kabul gören İlkelerle bağdaşmadığı gibi bu sınırlama
ve yasaklar özgürlüklerin evrensel standartlarda kullanılmasını da
engellemektedir.
Türkiye,
insan hakları alanında evrensel normlara uyum sağlamak için Anayasa ve
yasalarında gerekli değişiklikleri yapmak zorundadır. Düşünceyi açıklama
Özgürlüğü ile bağdaşmayan yasa kuralları değiştirilmelidir. Anayasa ve yasalar,
özgürlüğü engelleyen öğelerden arındırılmalı, özgürlük alanı genişletilmelidir.
Düşünce özgürlüğü alanında, demokratik değerlere yer verilmelidir."
Sayın
Sezer, aslında tümü alıntılanmaya değer bu konuşmasının sonuç kısmında ise,
"Yargının öğesi kimi devlet organlarında, mahkeme kararlarına saygının
sağlanamadığı veya yitirildiği durumlarda başkalarından saygı beklenemez. Bu
nedenle, yargının saygınlığı, tarafsızlığı, güvenilirliği ve etkinliği ile
bağdaşmayan, bunları azaltan veya ortadan kaldıran tutum ve davranışları üzüntü
ile karşıladığımızı belirtmek istiyorum." diyerek, yargı bağımsızlığını
tehdit eden gelişmelerden duyduğu üzüntüyü ifade etmiştir.
Yargıtay
Başkanı Sami Selçuk 6.8.1999 tarihinde yeni adli yılın açılışı nedeniyle
yaptığı konuşmada, 1982 Anayasası'nın meşru olmadığı, Türkiye'nin sadece
"cumhuriyet" değil "demokratik bir cumhuriyet" olması
gerektiği, gerçek anlamda 'laiklik ilkesi"nin uygulamaya geçirilemediği.
devletin yurttaşı ile barışık olmadığı, "anayasal" devlet ile
"anayasalı" devletin aynı anlama gelmediği. Türkiye'nin demokratik
toplumlara layık bir anayasal düzeni kurmak zorunda olduğu, hukukun üstünlüğü
ilkesinin hayata geçirilemediği gibi birçok eleştirel görüş sunmuş; başta sayın
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel olmak üzere salonda bulunan tüm üst düzey devlet
yöneticileri de bu konuşmayı alkışlayarak desteklemiştir. Sayın Başbakan Bülent
Ecevit ise vatandaşları bu konuşmanın üzerinde düşünmeye çağırmıştır. Adli
yılın açılışı nedeniyle yapılan bu konuşma, hukuk çevrelerinde ve kamuoyunda
özellikle üslup açısından bazı eleştiriler almışsa da sayın Selçuk, daha
sonraki açıklamasında amacının, mevcut düzeni aşağılamak olmayıp tam tersine
çağdaş demokratik devletlerdekî standartlar çerçevesinde daha nitelikli bir
demokrasiye ulaşmak için destek vermek olduğunu belirtmiştir.
Sayın
Gül'ün iddianamede kanıt olarak ileri sürülen konuşmasında da yukarıdakilere
benzer eleştiriler yer almıştır.
Nihayet,
sayın Gül'ün bu konuşması TBMM çatısı altında yapıldığından "yasama
sorumsuzluğu" kapsamı içindedir.
Abdullah
Gül ile ilgili son delil ise sayın Gül'ün eşiyle birlikte A.Ü. Dil Tarih ve
Coğrafya Fakültesine gitmeleri ve eşinin başörtülü fotoğrafıyla kayıt
yaptırması mümkün olmayınca sarfettiği sözlerdir. Burada Gül gazetecilere,
"bugün Moskova'da yaşıyor olsaydık, böyle bir engelle karşılaşmazdı
eşim" demiştir. Siyasetçiler sık sık karşılaştırmalı örnekler verirler,
böylece savundukları tezleri daha çarpıcı bir biçimde ortaya koymaya
çalışırlar. Bu tür konuşmalar mizahi, alaycı, abartılı, hatta rahatsız edici
olabilir, gerçeküstü unsurlar taşıyabilir. Sayın Süleyman Demirel "yollar
yürümekle aşınmaz" dediğinde, bundan kendisinin halkın duygu ve
düşüncelerini dikkate almadığı sonucunu çıkaramıyorsak, sayın Tansu Çiller'in
"Türkiye son sosyalist ülkedir" sözlerini, rejimimizin hukuki anlamda
sosyalist olduğu şeklinde yorumlanıyorsak, sayın Gül'ün bu beyanından da
demokrasimizin nitelikleri ile ilgili hukuki bir sonuç çıkaramayız. Böyle
düşünüldüğünde ülkemizde ne bir sanatçı, ne bir düşünür, ne de bir siyasetçi
yeterince üretken olabilir. Üslup çeşitliliği ve renkliliği, anayasal sınırlar
içinde kaldığı sürece demokrasinin zorunlu bir sonucudur. Aksini düşünmek
Anayasa'nın 25. maddesinde düzenlenen düşünce ve kanaat özgürlüğünü aşırı bir
sınırlamaya tabi tutmak olur. Burada belirtilmesi gereken bir başka nokta da
olayın aktarılış biçimidir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının hazırladığı
iddianamede "(Abdullah Gül'ün)... eşi Hayrunnisa Gül'ü ... kayıt için ...
getirdiği" ifadesi yer almaktadır. Oysa sayın Gül eşini
"götürmemiş" sadece kendisine "refakat" etmiştir.
Son
olarak, bütün bu konuşma ve olaylarda Abdullah Gül'ün tutumunun herhangi bir
parti üyesininkinden farkı yoktur. Bu nedenle, Fazilet Partisi'nin genel başkan
yardımcısı olsa da, Abdullah Gül SPK'nın 103/2 anlamında bir parti organı
değildir. Dolayısıyla konuşması ne kendi başına parti organlarının işlediği bir
fiil olarak, ne de partinin yasak eylemlere onay verdiğinin bir kanıtı olarak
görülebilir.
b.
"Milli Görüş Hakkındaki İddianame"
İddianamede
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcılığının "Milli Görüş Hakkındaki İddianamesi"nin
Fazilet Partisi aleyhine bir kanıt olarak sunulmasından, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı'nın söz konusu kuruluşu partinin bir yan kuruluşu gibi düşündüğünü
göstermektedir. Ne var ki, bu düşünce gerçeklere büsbütün aykırıdır. Söz konusu
iddianame partimize karşı açılmış olan bu dava bakımından hiçbir biçimde kanıt
olma değeri taşımamaktadır. Bir kere "Milli Görüş" adlı kuruluşun
Fazilet Partisi'yle herhangi bir bağlantısı kesin olarak yoktur; esasen
partimizin hiçbir yan kuruluşu da bulunmamaktadır. Bu husus söz konusu
İddianame okunduğunda da rahatlıkla görülebilir. Çünkü, "Milli Görüş
iddianamesi" bahis konusu kuruluşun Fazilet Partisi'nin kurulmasından
önceki dönemine aittir ve orada işaret edilen fiillerin hepsi zaman bakımından
partimize bağlanamayacak kadar eski tarihlerde geçmiştir. Dolayısıyla, Milli
Görüş Teşkilatının faaliyetleri Fazilet Partisi'ne karşı delil olarak
kullanılamaz.
Öte
yandan, birkaç mensubumuzun adı geçen kuruluşun bazı toplantılarında konuşma
yapmış olması da organik bir ilişki bulunduğunu göstermez. Eğer böyle bir
bağlantının var olduğu ima veya iddia ediliyorsa, bunu kanıtlamak o iddianın
sahibine düşer. Ayrıca, "Milli Görüş Hakkında İddianame"ye konu olan
toplantı ve konuşmalar Fazilet Partisi kurulmadan önce yapılmış olduklarından,
bu konuşmaları yapan kimselerden birkaçının daha sonra partimize katılmış
olması, onların eski tutumlarının partimize mal edilmesini haklı göstermez.
Kaldı ki, "Milli Görüş" İddianamesindeki isnatların hepsi halihazırda
kanıtlanması gereken birer iddia durumundadır, çünkü adı geçen kişiler hakkında
henüz kesinleşmiş bir hüküm bulunmamaktadır. Anayasamızın (m. 38/4) ve Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (m. 6/2) kişiler lehine birer hak olarak tesis
ettikleri "masumluk karinesi" elbette DGM'deki sanıklar hakkında da
geçerlidir.
c.
Fazilet Partisi Eski Milletvekili Ramazan Yenidede'nin Basın Açıklaması
İddianame'de
Fazilet Partisi eski milletvekili Ramazan Yenidede'nin partiden istifasını geri
alması üzerine 15 Haziran 1998 tarihinde yaptığı basın açıklamasında sarfettiği
sözler de Fazilet Partisi'nin "laiklik karşıtı" eylemlerin odağı
haline geldiği iddiasının kanıtı olarak ileri sürülmüştür. Her şeyden önce,
Ramazan Yenidede bu konuşmayı yaptığı tarih itibariyle Parti üyesi değildi,
istifa etmişti. Öte yandan, adı geçen milletvekilinin bu konuşması başörtüsünü
savunmak meselesinde Fazilet Partisi'ne karşı bir delil olarak kullanılamaz.
Çünkü, kendisi bu konuşmasında Fazilet Partisi'ni başörtüsüne sahip çıkmadığı
gerekçesiyle eleştirmektedir.
Kaldı
ki. Ramazan Yenidede nin iddianame ekinde sunulmuş olan deliller arasında yer
alan konuşması herhangi bir biçimde "laiklik karşıtı" olarak da
yorumlanamaz. Çünkü, üslubu bakımından yadırgatıcı olduğu düşünülürse de, bu
konuşmada özünde Atatürk'ün kimi kötü niyetli kişilerce istismar edildiğinden
yakınılmakta ve ülkede haksızlıkların ortadan kalkması ve huzur ortamının tesis
edilmesi ihtiyacı dile getirilmektedir. Bu görüşlere katılınmasa bile, bu
nihayet bir milletvekilinin ülkenin durumu hakkında belli bir anda yaptığı bir
değerlendirmedir, farklı bir görüştür. Adı geçen kişi hakkında DGM
Savcılığı'nca TCK 312/2 maddesi gereğince soruşturma açılmış olması da bu
durumu değiştirmez. Çünkü, Anayasa'nın da açıkça belirttiği gibi (m. 38/4),
"Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz."
Öte
yandan, Ramazan Yenidede söz konusu basın açıklamasını Fazilet Partisi'nden
istifa etmesi nedeniyle yapmıştır. Sayın milletvekili bu konuşmasını Fazilet
Partisi'nin politikalarını tatmin edici bulmadığı için yapmıştır. Kendisi
herhangi bir milletvekili olarak tamamen kendi kişisel görüşlerini açıklamış
olup, bu konuşma hukuken Fazilet Partisi'ni hiçbir biçimde bağlamaz. Kaldı ki
Fazilet Partisi'nin adı geçen şahsı 18 Nisan 1999 milletvekili seçimlerinde aday
bile göstermediği de göz önüne alındığında, onun sözlerinin partiye bağlanması
şöyle dursun, genel gidişatının Parti tarafından beğenilmediğini ortaya
koymaktadır.
d.
Fazilet Partisi Eski Milletvekili Mehmet Sılay'ın "Parlamentodan
Haber" Kitapçığı
İddianame'de
Fazilet Partisi'nin o tarihteki milletvekillerinden Mehmet Sılay'ın kendisinin
parlamentodaki faaliyetlerini anlattığı "Parlamentodan Haber"
kitapçığı da Fazilet Partisi aleyhine bir delil olarak zikredilmiş olmakla
beraber, bu kitapçığın hangi bakımlardan "laiklik karşıtı" sayıldığı
açıkça belli edilmemiş, herhangi bir altına bulunulmamıştır. Öte yandan, bu
kitapçıkta iddia edildiği şekilde bir durum söz konusu olsaydı bile, bir parti
yayını veya resmi belgesi olmayan, hatta Fazilet Partisi'nin hiçbir biçimde
haberi olmadan yayınlanan bu kitapçığın partimizi ilzam eden bir durumu yoktur.
Nihayet, söz konusu kitapçıktan dolayı sayın Sılay hakkında herhangi bir cezai
koğuşturma da başlatılmış değildir. Halihazırdaki durum itibariyle, ortada
sadece hukuki değeri bulunmayan gazete kupürleri bulunmaktadır. Kaldı ki,
Mehmet Sılay da partimiz tarafından son seçimlerde milletvekili adayı
yapılmamıştır.
e.
Fazilet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan'ın Konuşmaları
Ek
dilekçede yer alan konuşmalardan ilkinde Recai Kutan laiklik karşıtı herhangi
bir beyanda bulunmamıştır. Bu konuşmada sadece "Cumhuriyet" ile
"cumhur"un değerleri arasında uyum olması gerektiği varsayımından
hareketle, aksine olduğunu düşündüğü uygulamaları eleştirmektedir. Böyle bir
uyum temennisinin laiklik karşıtı hangi somut talepleri içerdiği hakkında
herhangi bir veri olmaksızın, soyut olarak sırf böyle bir temennide bulunulmuş
olması laiklik karşıtı bir eylem olarak nitelenemez. Başörtülü bir
"hanımefendi"nin parlamentoya girmesi gereği hakkındaki ikinci ve
beşinci konuşmada ise dikkati çeken nokta, bunun "milletin karar
vermesi" şartına bağlanmış ve "millete hizmet" beklentisi içinde
ifade edilmiş olmasıdır. Böyle bir temenni açıktır ki demokratik bir
duyarlılığı yansıtmakta olup, bunun laiklik karşıtlığıyla herhangi bir ilişkisi
yoktur. Esasen, demokratik duyarlılığı yansıtan bir temenni hiçbir biçimde
antilaik olarak nitelenemez. Böyle bir düşünce, iki anayasal ilke olan laiklik
ile demokrasinin birbirinin zıddı olduğunu peşinen kabul etmeyi gerektirir.
Yükseköğretim
Kurulu'nu eleştirdiği üçüncü konuşmasında ise Recai Kutan YÖK uygulamaları ile
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bir kararı arasındaki çelişkiyi hatırlatarak,
bunun kız öğrenciler arasında yarattığı şaşkınlığa dikkat çekmektedir. Bu beyan
da kendi başına laikliğe aykırı değildir. Bir kere, Diyanet işleri Başkanlığı
genel idare içinde yer alan bir kurum olarak Türk anayasal sisteminin ve
laiklik modelinin bir unsuru olup, bu kurumun statüsünün değiştirilmesine
ilişkin herhangi bir öneride bulunmayı yasal olarak yasaklayacak kadar Türk
laikliğinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Dolayısıyla bu anayasal gerçeğe saygı
içeren bir konuşma anayasa karşıtı olarak yorumlanamaz. Kaldı ki, iki kurum
arasında bir bütünlük arayışı, Anayasa nın öngördüğü "İdare'nin
bütünlüğü" (m. 123/1) ilkesinin de bir gereğidir. FP Genel Başkanı sayın
Recai Kutan'ın zikredilen dördüncü konuşmasında da "zulüm" olarak
nitelediği başörtüsü yasağını kaldıracakları vaadi yer almaktadır ki bu da
yukarıda çeşitli defalar vurguladığımız gibi, yurttaşlar için bir zorunluluk
getirme isteğinden tamamen farklı olarak, bir özgürlük talebidir.
Başka
bir husus da, Recai Kutan'ın Ek iddianamede yer alan son konuşmasında, bir
parlamenter olarak zaten eleştirme hakkına sahip olduğu yürütme ve idarenin bir
unsuru olan üniversite idarelerinin hukuka aykırı olduğunu düşündüğü
uygulamalarını eleştirdiğidir. Bunda da herhangi bir hukuk dışılık yoktur;
yürütmenin üst organı olan ve bütün idari birimlerin hiyerarşik üstü
durumundaki bakanlar kurulunu bile anayasal olarak eleştirme yetkisine sahip
olan bir milletvekili ve parti başkanı herhangi bir üniversite idarecisini
evleviyette eleştirebilir. Anayasal bakımdan bunda herhangi bir aykırılık
bulunmadığı gibi, bu demokrasi ilkesi açısından da normal bir durumdur. Bir
demokraside elbette seçilmiş parlamenterler idari makamların uygulamasını
eleştirme hakkına sahiptirler, hatta bu onların milleti temsil görevinin doğal
bir uzantısıdır.
Nihayet,
sayın Recai Kutan Fazilet Partisi'nin genel başkanı olmakla beraber, SPK'nın
103/2 anlamında bir parti organı olmadığından, konuşması ne kendi başına parti
organlarının işlediği bir fiil olarak, ne de partinin yasak eylemlere onay
verdiğinin bir kanıtı olarak görülebilir.
f.
Abdullatif ŞENER'in Konuşmaları
Abdullatif
ŞENER'in yapmış olduğu ve ek iddianamede zikredilen konuşmalar da herhangi bir
hukuk dışılık içermemektedir. Şener, ek iddianamede sunulan ilk konuşmasında
Türkiye'de tüm problemlerin TBMM'de çözüleceğine, yasama organının ülke
içindeki sorunların giderileceği en üstün organ olduğuna, bu organın üstünde
hiçbir organ, kurum ve kuruluşun bulunmadığına dikkat çekmiştir. Demokratik
ülkelerde siyasi partilerin en önemli işlevi değişik toplum kesimlerini yasama
organında temsil etmeleridir. Farklı toplum kesimleri farklı düşünce, öneri ve
istekleri yasama organına taşırlar. Bu düşüncelere katılmasak, hatta tam
tersini düşünsek dahi Meclis çatısı altında oluşan diyalog ortamına saygı
göstermemiz gerekir. Bir ülkede sorunların çatışmasız, barış içinde, başka bireylerin
hak ve özgürlüklerini ihlal etmeden çözülebilmesinin tek yolu "sorunu
olduğuna" inanan herkesin bu organda kendini ifade edebilmesi ve yine bu
organda toplanan diğer temsilcilerle birlikte ortak bir çözüm arayışı içine
girmesidir. Bu nedenle demokratik bir rejimin en büyük güvencesi çoğulculuktur.
Anayasa'nın 6. maddesi egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu ve
milletin egemenliği yetkili organlar eliyle kullanacağı hükmünü içerir; 7.
madde de ise, yasama yetkisinin TBMM'ye ait olduğu ve bu yetkinin
devredilemeyeceği kuralına yer verilmiştir. Bu iki maddenin anlamı TBMM dışında
hiçbir merci, kurum ve kuruluşun yasama faaliyetinde bulunamayacağı,
vatandaşları bağlayan temel normların ancak yasama organı tarafından
oluşturulabileceğidir. Şener'in söz konusu konuşması da bu çerçeve içindedir.
Şener,
delil olarak sunulan ikinci konuşmasında ise toplumdaki farklı yaşama
biçimlerine sahip tüm bireylerin azami özgürlükten yararlandırılmasına ve
özgürlüklerin kullanılması önündeki engellerin kaldırılmasına değinmiştir.
Şener'in bu konuşması sadece çoğulculuğun bir savunusu niteliğindedir. Kaldı
ki, konuşmada belli bir grubun ya da düşüncenin değil, soyut olarak tüm grup ve
düşüncelerin hak ve özgürlükleri savunulmuştur. Demokratik ülkelerde bu ve benzeri
açıklamalarda bulunan kişiler "özgürlükçü" ya da
"hoşgörülü" olarak nitelendirilmekte ve bu tür konuşmalar genellikle
merkez sağ ve sol partiler ile liberal eğilimli partilerin temsilcileri
tarafından yapılmaktadır. Öte yandan, sayın Şener'in bu konuşması TBMM çatısı
altında yapıldığından "yasama sorumsuzluğu" sınırları içindedir.
Ek
iddianamedeki üçüncü konuşmada ise Şener, kapatılan Refah Partisi Genel Başkanı
Necmettin ERBAKAN'ı insan hakları ödülü almaya layık bir şahsiyet olarak
gördüğünü beyan etmiştir. Şener konuşmasında, ne suç sayılan bir fiili övmüş,
ne de herhangi bir hukukdışılığın savunusunu yapmıştır. Konuşmacı sadece bir
kişi hakkında kendi şahsi görüşlerini belirtmiştir. Aynı konuşmada Şener'in
başörtüsü özgürlüğünü savunan sanatçı Ahmet Kaya'yı kutlaması da demokratik
ülkelerde örneğini sık gördüğümüz sıradan beyanlardandır. Niteliği itibariyle
bu davranışın, geçtiğimiz yıllarda yaptığı bir açıklamadan dolayı tepki çeken
Yaşar Kemal'in Mesut Yılmaz tarafından savunulmasından hiç bir farkı yoktur. O
tarihte kimse kamuoyunun hassas olduğu bir konuda Mesut Yılmaz'ın
açıklamalarını bir parti kapatma nedeni olarak görmemişti. Aslında Şener'in
tutumu, benzer örneklerde olduğu gibi, siyasetçilerin birey hak ve özgürlükler
konusunda daha duyarlı bir kesimi oluşturan sanatçılara destek vermesi gibi
demokratik ve çağdaş bir yaklaşımı içermektedir.
g.
Milletvekili Musa Uzunkaya'nın Konuşması
Sayın
Uzunkaya TBMM'de yaptığı konuşmasında özetle, toplumun bir kesiminin imam-hatip
okullarında başörtüsü ile ilgili uygulamalar nedeniyle kendilerini mağdur
hissettiklerini; milli mücadeleyi gerçekleştirmiş bir kuşağın çocuklarının
birbirlerine bu mağduriyeti yaşatmamaları gerektiği üzerinde durmuştur. Sayın
Uzunkaya konuşmasında bir grup seçmenin duygularını TBMM kürsüsünden ifade
etmek sorumluluğu ve gereği duymuştur. Milletvekilinin konuşmasında
vatandaşların birbirlerini incitecek davranışlara girmemesi gereği üzerinde
durmuş, barışçı ve uzlaşmacı bir anlayışla idari bir uygulamayı eleştirmiştir.
Bu eleştiri sadece imam hatip okullarındaki öğrencilerin başörtüsü sorununa
ilişkin olmayıp başörtüsüne ilişkin uygulamalarda idare adına hareket eden
kişilerin konuya yaklaşım biçimlerine yöneliktir. Uzunkaya. bir yandan yasağı
bir yandan da bu yasağın uygulanma biçimini eleştirmektedir. Bir
milletvekilinin idare adına hareket eden kişilerin yetkilerini nasıl
kullandıklarını ve bu yetkilerini kullanırken vatandaşa nasıl davrandıklarını
ele alan bir konuşma yapması demokratik rejimin sağlıklı işlediğinin önemli bir
göstergesidir. Demokratik ülkelerde vatandaşların idare adına hareket edenleri
"kamu avukatı" ya da yaygın adıyla "ombudsman"a şikayet
edebildikleri bir çağda, bir milletvekilinin idarenin uygulamalarını
eleştirmesi nedeniyle partisinin kapatılması demokrasi adına vahim bir gelişme
olacaktır. Sayın Uzunkaya'nın delil olarak sunulan konuşması bakımından
belirtilmesi gereken bir nokta da, milletvekilinin konuşmasının sadece dini
eğitim yapan imam-hatip okulları ile sınırlı olmasıdır. İdare hukukunda statülerin
özel bir önemi vardır ve örneğin, ortaokul öğrencileri, üniversite öğrencileri,
memurlar gibi farklı gruplar farklı statüler içinde düzenlenmiştir. Hatta,
idare bir statü için öngörülen kuralları başka bir statüye uygularsa bu işlem
konu bakımından hukuka aykırı olur. Benzer şekilde bir statü esas alınarak
yapılan açıklamalar diğer statüleri kapsamaz. Bu nedenle anılan konuşmayı
sadece "dini eğitim yapılan okul öğrencileri" ile sınırlı olarak
düşünmek gerekir.
Kaldı
ki sayın Uzunkaya bu konuşmasını dönemin Milli Eğitim Bakam sayın Hikmet
Uluğbay hakkında Muhsin Yazıcıoğlu ve 20 arkadaşı tarafından verilen gensoru
üzerine kendi siyasi parti grubu adına yapmıştır. O gün yapılan konuşmalarda
gensoru üzerine konuşma yapan parti sözcülerinin birçoğu başörtüsü konusuna
değinmişlerdir. Zaten gensoru da başörtüsü nedeniyle oluşan haksızlıkların
önüne geçilmesi amacıyla verilmiştir. Dolayısıyla sayın Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı'nın mantığıyla hareket edilirse bu gensoru için olumlu oy kullanan
tüm partiler ve onların milletvekilleri sorumludurlar. Bu örnek açıkça
göstermektedir ki, yasama dokunulmazlığı kapsamındaki bir konuşmanın sorumluluk
nedeni sayılması yasama fonksiyonunu zedeleyen ve hatta onu işlevsiz kılan,
demokratik devlet düzenine ters düşen bir uygulamadır.
Yukarıdaki
nedenlerle sayın Uzunkaya'nın TBMM çatısı altında yaptığı bu konuşma, laiklik
karşıtı bir yön içermemekte, yasama organında yapılan olağan bir konuşmanın
sınırlarını aşmamaktadır. Üstelik bu konuşma TBMM Genel Kurulu'nda
yapıldığından "yasama sorumsuzluğu" kapsamındadır.
h.
Fazilet Partisi Eski Milletvekili Musa Okçu'nun Konuşması
Musa
Okçu TBMM Genel Kurul'unda yaptığı konuşmasında özetle başörtüsü uygulamasına
karşı halkın meşru yollardan tepkisini gösterebileceğini, demokrat olan ve insan
haklarına saygı gösterenlerin bu tepkilere yasak koyma yoluna gitmemeleri
gerektiğini, aksi takdirde toplumun demokratik tepkisiyle karşılaşacaklarını,
toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü çerçevesinde toplumun tepkisini gösterme
hakkına sahip olduğunu söylemiştir. Sayın Okçu'nun konuşması özü itibariyle
vatandaşların meşru yollardan tepki gösterme hakkıyla ilgilidir. Bir demokratik
ülkede vatandaşların meşru yollardan tepkilerini gösterebileceklerinin Meclis
kürsüsünden söylenmesi parti kapatma gerekçesi yapılamaz. Aksine bir tutum
Anayasa'nın demokratik devlet ilkesinin düzenlendiği 2. maddesine, düşünceyi
açıklama ve yayma özgürlüğünü düzenleyen 26. maddesine ve toplantı ve gösteri
yürüyüşü hakkını düzenleyen 34. maddesine aykırılık oluşturur. Üstelik Sayın
Okçu bu konuşması ile yürütme organını uyararak, vatandaşların meşru haklarını
kullanmalarının engellenmesinin toplumu ve devleti sıkıntıya sokacağını, toplum
içinde rahatsızlık yaratacağını belirterek, bir milletvekili olarak
"toplumsal barış ve huzurun korunması" adına hareket etmiş,
kaygılarını TBMM'ne ve yürütme organının temsilcilerine aktarmıştır. Böyle bir
konuşmanın yasama organının önemli iki işlevinden biri olan denetleme
işlevinden bağımsız düşünülemeyeceği de ortadadır. Milletvekillerinin ülke
sorunları ile bu sorunlar hakkında yönetimin uygulamalarını ele alan konuşmalar
yapmaları, TBMM kürsüsünden eleştirilerini gündeme getirmeleri parlamenter
demokratik sistemin temel özelliklerinden biridir. Kaldı ki, sayın Okçu'nun bu
konuşması TBMM çatısı altında yapıldığından "yasama sorumsuzluğu"
kapsamındadır.
i.
Milletvekili Mehmet Ali Şahin 'in Konuşması
Mehmet
Ali Şahin TBMM Genel Kurulu'nda gerçekleştirdiği konuşmasında özetle
Sosyaldemokrat Halkçı Parti milletvekili Turan Beyazıt'ın Türk hukuk sisteminde
kadın kıyafetiyle ilgili genel bir sınırın varolmadığına ait sözlerini içeren
TBMM tutanağından alıntılar yapmıştır. Sayın Şahin konuşmasında ayrıca
yönetmelikle kanunların değiştirilemeyeceğini ve Anayasa'nın 153. maddesi
gereğince Anayasa Mahkemesinin de kanun koyucu gibi hareket ederek yeni bir
uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemeyeceğini belirtmiştir. Öncelikle
belirtilmelidir ki, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından sunulan Ek
iddianamede sayın Şahin'in konuşması tam olarak verilmediğinden, sanki Anayasa
Mahkemesi'nin millet iradesinin ürünü olan kanunlara hiçbir şekilde müdahalede
bulunamayacağı gibi bir anlam çıkmaktadır. Oysa sayın milletvekilinin burada
anlatmak istediği Anayasa Mahkemesi'nin kanun koyucu gibi hareketle yeni bir
uygulamaya yol açacak nitelikte karar veremeyeceğine ilişkin Anayasa'nın 153.
maddesindeki hükümdür. Sayın milletvekilinin konuşmasının tam metni 20. Dönem
TBMM Tutanak Dergisi'nin 54. cildinin 98. birleşimindeki kayıtlarda yer
almaktadır. Sayın Şahin bu konuşmasında önceki dönemlerdeki bir konuşmaya atıf
yapmış ve normatif hukuk teorisinin de öngördüğü iki düzenlemeye değinmiştir.
Bu nedenlerle söz konusu konuşmanın içeriği dava konusunun tamamen dışındadır.
Kaldı ki, TBMM çatısı altında yapılan bir konuşma olduğundan sayın Şahin'in
sözleri "yasama sorumsuzluğu" kapsamındadır ve TBMM dışında bir organ
tarafından kontrol edilemez.
j.
Milletvekili Bülent Arınç'ın Konuşması
Sayın
Arınç Manisa'da yaptığı konuşmada Anayasa'da kılık kıyafeti düzenleyen ayrı bir
hüküm olmadığını, çağdaş kıyafetin yasalarda net bir tanımının olmadığını,
konuya TBMM tarafından el konulması gerektiği üzerinde durmuş; hükümetin bu
konuda hassasiyet göstermesini talep ederek bireysel hak ve hürriyetlerin
kullanılmasını savunmanın önemini vurgulamıştır. Arınç ayrıca, çağdaş
devletlerde devletin insanların başlarını örtmesini engelleyemeyeceğini
savunmuştur. Arınç bu konuşmasında mevcut yasal çerçevenin yasama organı
tarafından gözden geçirilmesi gereği üzerinde durmuştur. Bir milletvekilinin en
doğal hakkı bir konunun yasamanın gündemine girmesini savunmak, yine benzer
şekilde hükümetten taleplerde bulunmaktır. Kaldı ki sayın Arınç tüm
eleştirisini bireysel hak ve hürriyetler çerçevesinde inşaa etmiştir. Çağdaş
devletlerde devletin insanların başını örtmesini engelleyemeyeceğine yönelik
görüşler ise bir tespitten ibarettir. Üstelik, bugün Avrupa ülkelerinin çoğu
ile ABD'deki uygulama bu tespiti doğrular niteliktedir. Kaldı ki, tespit
niteliğindeki bir konuşmanın yasak fiil sayılması ancak diktatörlükler ve
totaliter yönetimlerde söz konusu olabilir. Demokrasilerde ifade özgürlüğü
ancak başkalarının haklarına zarar veren ya da suça azmettirme niteliği taşıyan
ifadeler bakımından sınırlandırılabilir. Tespitler yanlış dahi olsalar bu nitelikte
değilseler yasak fiil olarak nitelendirilemezler, siyasi partilerin kapatılması
da dahil olmak üzere yaptırıma konu edilemezler.
Bülent
Arınç'ın "Kavakçı elbetteki siyasal simge olarak türban takıyor, peruklu
demokrasi olmaz" şeklindeki sözleri ise demokrasinin, gizlemeye gerek
kalmaksızın bireylerin kendilerini serbestçe ifade ettikleri bir rejim olduğunu
vurgulamaya yöneliktir. Demokrasilerde bireyler başkalarının haklarını
engellemediği sürece istedikleri simge ve sembolleri kullanabilirler, insanların
bıyık biçimlerinden onların siyasi görüşleri hakkında bir sonuca varılması ne
rejime ne de başka insanlara zarar verir. Ancak insanlar bıyık biçimlerinden
dolayı başkalarının herhangi bir hakkını gaspetmeye başladıklarında bir zarar
ortaya çıkar. İnsanların kendilerini serbestçe ifade edemedikleri rejimlerde
kişiler bireyselleşemez, sahtecilik, farklı görünme yaygınlaşır ve etik
değerler tahrip olmaya başlar. Dolayısıyla sayın Arınç'ın bu ifadesinden
demokrasinin bireylerin kendileri ile ilgili tasarruflarda serbest bırakıldığı
bir rejim olduğunu, aksi durumda rejimin niteliğinden şüphe duyulması
gerektiğinden başka bir anlam çıkarmak mümkün değildir.
k.
Milletvekili Mustafa Kamalak'in Konuşması
Sayın
Kamalak konuşmasında özetle başörtüsünü yasaklayıcı bir kanun hükmü
olmadığından bu konuda yasak getirilemeyeceğini, bu yasağın laiklik ilkesinin
tam anlamıyla bir ihlali olduğunu söylemiştir. Sayın milletvekilinin
konuşmasının özü hukuk devleti ve laik devlet ilkeleri ile ilgilidir ve her iki
ilke de Anayasa'nın 2. maddesinde yer almaktadır. Bir hukuk devletinde hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılması konusunda standart uygulama, sınırlamanın
mutlaka yasa ile getirilmesidir. Sayın milletvekili konuşmasında sadece bu
noktaya dikkat çekmiş, aksi bir uygulamanın hukuka aykırı olacağını
vurgulamıştır. Üstelik sayın Kamalak başörtüsü yasağının laiklik ilkesinin bir
ihlali olduğunu vurgulayarak, değerlendirmesinde ölçü olarak Cumhuriyetin temel
niteliklerinden biri olan laiklik ilkesini kullanmıştır. Konuşmacı başörtüsü
yasağını dine aykırı olduğu için değil, laiklik ilkesine aykırılığı nedeniyle
eleştirmektedir. Öte yandan, sayın Kamalak'ın sözleri "yasama
sorumsuzluğu" kapsamındadır ve TBMM dışında bir organ tarafından kontrol
edilemez.
l.
Milletvekili Fetullah Erbaş'ın Konuşması
Sayın
Erbaş konuşmasında 11 Ekim 1998 tarihinde düzenlenen "inanca saygı,
düşünceye özgürlük için el ele" eylemini yasaklamak isteyen idarenin
tutumunu eleştirmiştir. Demokratik ülkelerde milletvekilleri yasa yapmak,
hükümeti kurmak ve millet adına yürütme organını denetlemek üzere seçilirler.
Sayın milletvekilinin bu eleştirisi, yürütme organının denetimine yönelik asli
bir yasama faaliyetidir, idarenin birey hak ve özgürlüklerini ihlal ettiğini
düşünen bir milletvekilinin bunu meclis kürsüsünden dile getirmesi onun en
doğal hakkıdır. Aksi halde yasama organı önemli bir fonksiyonunu yerine
getiremez duruma düşürülür. Öte yandan Sayın Erbaş'ın bu tutumu, onun ya da
partisinin bu eylemi düzenlediğinin bir kanıtı olarak da ileri sürülemez çünkü
milletvekilleri milletin temsilcisidirler ve toplumun her kesiminin sorunlarına
Meclis kürsüsünden serbestçe değinebilirler.
Son
olarak, sayın Erbaş'ın sözleri "yasama sorumsuzluğu" kapsamındadır ve
TBMM dışında bir organ tarafından kontrol edilemez.
m.
Eski Milletvekili Naci Terzi'nin Konuşması
Sayın
Terzi TBMM Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmasında özetle çağdaş, bilimsel, insan
haklarına, hukuka saygılı ve ülke ekonomisine katkıda bulunan bir üniversite ve
üniversite yönetimi istediklerini belirtmekte, aksi tutum ve davranış içinde
olduklarını ileri sürdüğü YÖK ve üniversite yönetimlerinin tavrını
kınamaktadır. Konuşmasından da açıkça anlaşıldığı gibi sayın milletvekili
anılan kurumlara yönelik eleştirisini temel anayasal ilkeleri esas alarak geliştirmektedir.
Yukarıda da değindiğimiz gibi kurum ve kuruluşların insan haklarına ve hukuk
devleti ilkesine saygılı olmasını istemek ve bazı uygulamaları bu temelde
eleştirmek her Türk vatandaşının bir görevidir. Kaldı ki sayın Terzi'nin bu
konuşması "yasama sorumsuzluğu" kapsamındadır ve TBMM dışında bir
organ tarafından kontrol edilemez.
n.
Milletvekili Remzi Çetin'in Konuşması
Sayın
milletvekili konuşmasında başörtüsünün yasaklanmasının milli değerlere,
kültüre, inanca, medeniyetimize, insan karakterine ve bütün dünyada medeni
insanların ve devletlerin kabul ettiği değerlere aykırı olduğu üzerinde
durmuştur. Sayın milletvekilinin bu konuşmasındaki amacı sözkonusu yasak
uygulamasının gerek milli ve kültürel gerekse evrensel değerlerle uyum içinde
olmadığını göstermektir. Öte yandan Sayın Çetin'in bu konuşması "yasama
sorumsuzluğu" kapsamındadır ve TBMM dışında bir organ tarafından kontrol
edilemez.
o.
Milletvekili Mehmet Altan Karapaşaoğlu'nun Konuşması
Sayın
Karapaşaoğlu konuşmasında özetle Anayasa'nın ruhuna aykırı olduğu halde bazı
yönetmeliklerin yürürlükte kalmaya devam ettiğini vurgulamıştır. Bir
yönetmeliğin kanunlara ve anayasaya aykırılığı nedeniyle idari yargıda iptal
edilmesi yöntemi Türk hukuk sisteminde yıllardır uygulanmaktadır. İdarenin
bireysel işlemleri ve eylemleri yanında, idarenin düzenleyici işlemleri de
anayasaya aykırı olabilir. Anayasamızın 125. maddesi "idarenin her türlü
eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır" hükmüne yer vermiştir.
Burada sadece idarenin bir düzenleyici işleminin anayasaya aykırı olduğunu kamu
önünde ileri sürme hakkı kullanılmıştır. Kaldı ki, sayın Karapaşaoğlu bu
konuşmasını Meclis kürsüsünden yaparak konudan yasama organını da haberdar
etmiştir. Bir yönetmeliğin anayasaya aykırılığı iddiasının kamu yararını ilgilendiren
bir boyutu da vardır, bu nedenle Meclis kürsüsünden dile getirilmesinde
demokratik ülkelerdeki uygulamalar bakımından bir anormallik söz konusu
değildir. Nihayet, sayın Karapaşaoğlu'nun bu konuşması "yasama
dokunulmazlığı" kapsamındadır ve TBMM dışında bir organ tarafından kontrol
edilemez.
p.
Altındağ Belediye Başkanı Mehmet Ziya Kahraman'ın Belediye Meclisi İşlemi
Sayın
Kahraman, Fazilet Partili Belediye Meclisi Üyesi Havva Bektaş'ın Belediye
Meclisi çalışmalarına başörtülü olarak katılmasına izin vermiştir. İdare hukuku
statüler hukukudur. Belediye Meclisi üyeleri memur statüsünde değildir ve
yürürlükteki düzenlemeler çerçevesinde başörtüleri ile çalışmalara
katılmalarını engelleyici bir kural getirilmemiştir. Dolayısıyla, hukuka uygun
hareket eden Belediye Başkanının siyasi parti yasaklarını ihlal eden ve
sorumluluk doğuran bir davranışı söz konusu değildir.
r.
Fazilet Partisi Tanıtma Başkanlığı Tarafından Hazırlanan "Sular Tersine
Akmaz" Başlıklı Kaset
Kasette
yer alan görüntüler kılık kıyafetleri nedeniyle üniversiteye alınmayan
öğrencilerin okulları önündeki gösterileri ile ilgilidir. Bu gösterilerin
görüntüleri objektif olarak aktarıldığı gibi, yapılan gösteriler ne Fazilet
Partisi tarafından düzenlenmiş ne de parti teşkilatı bu gösterilere katılmıştır.
Kasetin amacı kılık kıyafet yönetmeliği nedeniyle eğitim haklarının
engellendiği iddia edilen öğrencilerin sorunlarını kamuya aktarmaktır. Üstelik,
aynı görüntüler basın ve televizyon aracılığı ile tüm medya kuruluşları
tarafından da yayınlanmıştır.
s.
Milletvekili Cemil Çiçek'in Fazilet Partisi'ne Katılırken Yaptığı Konuşma
İddianameye
ek dilekçede, laiklik karşıtı eylemlerin bir "kanıtı" olarak
milletvekili Cemil Çiçek'in partiye katılırken yaptığı konuşmanın bir parçası
yer almaktadır. Konuşmanın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından delil
olarak gösterilen kısmında sayın milletvekili "Şimdi bu talihsiz millet ne
yapacaktır' Devleti için dinini mi, dini için devletini mi karşısına
alacak'" demiştir. Konuşmada, alıntı yapılan bu parçanın hemen ön kısmında
"Bir anayasal kuruluş olan YÖK diyor ki; başınızı açacaksınız, devletin
emri budur. Yine bir başka Anayasal kuruluş olan, Diyanet İşleri
Başkanlığı"nın Din işleri Yüksek Kurulu diyor ki, örtünmek Allahın
emridir" sözleri yer almaktadır. Bu iki kısım birlikte ele alındığında
sayın milletvekilinin farklı anayasal organlardan kaynaklanan farklı
açıklamaların yol açtığı belirsizlikler üzerinde durduğu kolayca anlaşılabilir.
Belirtmek gerekir ki, sayın milletvekilinin işaret ettiği belirsizlik ve
"zor tercih" durumu uydurulmuş, hayali bir durum olmayıp, olgusal bir
gerçeğe dayanmaktadır. Adı geçen Başkanlığa bağlı Din İşleri Yüksek Kurulu'nun
işaret edilen 3.2.1993 tarihli ve (6) nolu mütalaasında gerçekten de Müslüman
kadınlar için örtünmenin dini bir emir olduğu belirtilmektedir. Diyanet İşleri
Başkanlığı da bir anayasal organ olduğuna göre (m. 136), Türk anayasa düzeni
bakımından onun varlığının laiklik karşıtı olarak yorumlanamayacağı
şüphesizdir. Tam aksine, Anayasa'ya göre, Diyanet İşleri Başkanlığı
"laiklik ilkesi doğrultusunda" faaliyet gösterir. Bu nedenle Diyanet
İşleri Başkanlığı Türk laiklik modelinin temel taşlarından biridir.
Dolayısıyla, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kendi yetkisi dahilinde verdiği bir
karara atıfta bulunmayı laiklik karşıtı saymak açıkça anayasa karşıtı bir
tutumdur. Öte yandan, Diyanet İşleri Başkanlığı Anayasaya göre genel idare
içinde yer aldığına göre, Anayasa'nın başka bir ilkesi olan "idarenin
bütünlüğü" (m. 123/1) karşısında, yurttaşların iki İdari kurumun çelişkili
kararları karşısında bahsedilen şekilde bir açmaz içine düşmesi kaçınılmaz
görünmektedir. Bu durumda, sayın Çiçek'in var olmayan bir gerilimi veya laiklik
karşıtı bir temennisini gündeme getirerek laikliği zedelemeye çalıştığı elbette
söylenemez. Tam aksine, sayın Çiçek, bu konuşmasıyla tam da Anayasa'nın
gerektirdiği bir arayış içinde olduğunu göstermiştir; yani, idarenin bütünlüğü
ilkesine uygun bir çözümün bulunmasını temenni etmektedir. Kısaca, sayın Cemil
Çiçek söz konusu konuşmasında Din İşleri Yüksek Kurulu'nun bir kararına atıfta
bulunmakla din temelli bir kurala hukuk düzeninin zoraki normatif geçerlilik
kazandırmasını değil, bundan tamamen farklı olarak anayasal organlar arasında
yine anayasanın buyurduğu türden bir uyumun sağlanması lüzumuna işaret
etmektedir.
Üstelik
sayın Çiçek yine iddianamede yer almayan ve alıntı yapılan cümlelerin sonunda
yer alan bölümde "Bir çıkış yolu bulunamaz mı'" diyerek sorunun
çözümünün akli, cumhuriyetin niteliklerine zarar vermeyen, demokratik yollarla
olanaklı olabileceğini, kendisinin hiçbir şekilde sabit fikirli olmadığını
yeterince göstermiştir. Sayın Çiçek aynı konuşmasında "Türkiye gücünü
potansiyelini ideolojiye feda edemez, etmemelidir de", "siyaset
slogan üretmek değil çözüm üretmektir. Birincisi ne kadar kolay, ucuz, gündelik
ve verimsiz ise ikincisi o kadar zor, o kadar meşakkatli ve fakat ülke hayrına
o kadar verimlidir", "Siyasi partiler (...) demokrasi için, hukuk
devleti için, özgürlükler için olmalıdır" şeklindeki görüşlere de yer
vererek cumhuriyetin temel niteliklerine, hukuk devletine ve demokrasiye
bağlılığını her fırsatta vurgulamıştır. Böyle bir konuşma "muhalif
unsurlar taşıyabilir, ancak asla "laiklik karşıtı" değildir. Dini
değerlerin savunulması ile laikliğin temel ilkeleri arasındaki sınır mutlaka
çizilmelidir. Aksi takdirde "muhafazakarlık" ile
"köktendincilik", "dindar" ile "köktendinci"
ayırdedilemez. Bunun sonucu ise örneğin, DEV-SOL ile CHP ya da DSP'nin bir
tutulması kadar vahim ve zarar vericidir. Oysa herbiri "sol"
etiketini kullanan bu anlayışlar arasında büyük bir uçurum vardır.
Son
olarak, sayın Çiçek bu konuşmasını Fazilet Partisi'nin Grup Toplantısı
sırasında yapmıştır. Dolayısıyla. TBMM çatısı altında yapılan bir konuşma
olduğundan yasama sorumsuzluğunun sınırları içindedir.
ş.
11 Ekim 1998 ve 24 Haziran 1998 Tarihli Yürüyüşlere Bazı Fazilet Partili
Milletvekillerinin Katılması
Her
şeyden önce, söz konusu eyleme katılma amacıyla Fazilet Partisi'nin yetkili
organları tarafından ne bir karar alınmış ne de partililerin topluca katılması
söz konusu olmuştur. Bu hususta herhangi bir fiili bir teşvik de söz konusu
değildir. Esasen, bu eylemler tamamiyle Fazilet Partisi'nin dışında oluşmuş ve
gelişmiştir; partinin bu işte herhangi bir şekilde dahi yoktur. Mamafih, bazı
partili milletvekilleri bu eylemlerin düzenlendiği yerlere gitmiş veya
başörtülü öğrencilerle görüşmüş olmakla beraber, bu tamamen onların kendi
kişisel iradeleriyle gerçekleşmiş olup, partiyi hiç bir şekilde bağlamaz. Kaldı
ki, bu yürüyüşlerden 24 Haziran tarihli olanı başörtülü öğrencilerin TBMM
Başkanıyla ve çeşitli partilerle görüşmek üzere İstanbul'dan Ankara'ya
yürümelerinden ibaret olup, yürüyüşe katılanlar zamanın sayın Meclis Başkanı ve
bazı partilerin yöneticileri tarafından kabul edilip yakınmaları dinlenmiştir.
Bu haliyle söz konusu yürüyüş meşru bir hak arama girişimidir.
t.
Eski Milletvekili Abdullah Gencer'in Konuşması
Sayın
Gencer, belediye başkan adaylarını tanıtım konuşmasında özetle başörtüsü
meselesinde istedikleri sonuca ulaşamadıklarını, ancak bu sorunun hissedildiği
yerlere giderek oradaki halka ve öğrencilere manevi destekte bulunduklarını
beyan etmiştir. Sayın milletvekilinin bu konuşmasındaki tutumu demokratik bir
toplum düzeninde olması gereken barışçıl ve düzene saygılı örnek bir davranılmıştır.
Demokratik toplumlarda farklı siyasi ve sosyal kesimler arasında görüş
farklılıkları olması doğaldır. Örneğin ABD'de kürtaj konusunda toplum ikiye
bölünmüştür. Kürtajın yasaklanması ve serbest bırakılmasını savunan farklı
gruplar ortaya çıkmıştır. Sorun farklı grupların ve argümanların ortaya çıkması
değil, bu tür mücadelelerin barışçı ve demokratik bir şekilde yapılmasıdır.
Sayın milletvekilinin konuşması, sözlerinden açıkça anlaşıldığı gibi, insanları
kavgaya sürükleyen, provakatıf ve anayasal çerçeveyi ihlal eden bir içerikten
uzaktır. Sayın milletvekili demokratik yollarla kazanamadıkları bir mücadele
sonucunda, ilgili halk kesimlerine manevi destek verdiğini beyan etmiştir.
Demokrasilerde siyasetçilerin yapması gereken de budur.
u.
Milletvekili Bekir Sobacı'nın Konuşması
Sayın
Sobacı, bir açık hava toplantısında yaptığı konuşmasında başörtüsü yasağını
protesto eden bir grup üniversite öğrencisinin Meclis parti gruplarını ziyaret
etmelerini sağladıklarını, kendilerini ifade edecek ortam sağlamak üzere bir
basın toplantısı düzenlediklerini söylemiştir. Bu olayda sayın Sobacı meşru
yoldan hak arayan bir kısım yurttaşa yardımcı olmaya çalışmış ve onlara
haklarını ararken meşru çerçeve içinde kalmalarını tavsiye etmiştir. Siyasi
partilerin toplumda oynadıkları önemli bir rol de arabuluculuk yapmak ve
isteklerini yetkili mercilere aktarmak isteyen kişilere yardımcı olmaktır.
Siyasi partiler demokratik ülkelerde şiddetten uzaklaşmanın en önemli
araçlarından biridir. Bekir Sobacı'da yaptığı konuşmasında bu nokta üzerinde
durmuş, eylemcilere kanundışılığı değil, isteklerini meşru yollardan ifade
etmenin yollarını gösterdiklerini ve bu şekilde kendilerine yardımcı
olduklarını, bu konuda başka partilerden destek görmediklerini söylemiştir.
Böyle bir tutumla siyasi parti yasakları arasında olsa olsa ters bir ilişki
kurulabilir.
ü.
Fazilet Partisi Eski Milletvekili Ramazan Yenidede'nin Konuşması
Sayın
Yenidede bir basın toplantısında yaptığı bu konuşmasında Atatürkçülüğün, arazi
mafyasından, yüz kızartıcı eylemlerde bulunanlara kadar birçok kişi tarafından
paravan yapılmak istendiğine değinerek, tek bir Türkiye olduğunu, tüm
vatandaşların geleceğinin de bu ülkeye bağlı olduğunu söylemiştir. Ramazan
Yenidede'nin konuşması Atatürk'ü istismar etmek isteyenler ve bu kişilerin
toplumda yaratabilecekleri olumsuzluklar üzerinde durduğundan siyasi parti
yasakları ile bir ilişkisi yoktur.
III.
Fazilet Partisi'nin Yasak Fiillerin Odağı Haline Geldiğine İlişkin İddia ve
Delillerin Genel Bir Değerlendirmesi
Sayın
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın ileri sürdüğü kapatma gerekçelerinden biri
Fazilet Partisi'nin laiklik karşıtı fiillerin odağı haline geldiği iddiasıdır.
Anayasa Mahkemesinin kararlarında da vurgulandığı gibi, "Laiklik, din
düşmanlığı, dinsizlik ya da dine karşı oluş değil, inanç özgürlüğüne saygıdan
kaynaklanan ve dini, kişi özgürlüğünün enginliğine bırakan bir tutum ve
davranış biçimidir" (E.1995/17, K. 1995/16. KT. 21.6.1995, AMKD. S. 31, C.
2. s.546) Bu çerçeve içinde laiklik karşıtı fiil saptanırken, söz konusu fiilin
"özgürlükçü demokratik düzen ile bağdaşmayan ve siyaset bilimi
literatürüne girmiş haliyle "köktendinci" nitelikte olup olmadığı
belirlenmek zorundadır. Toplumun demokratik düzeni içinde vatandaşların
özgürlük alanını genişletmeye yönelik girişimler ise bırakalım laiklik
karşıtlığını Anayasa Mahkemesi'nin kendi ifadesiyle laik düzenin sağlıklı
işlediğinin bir göstergesidir. Yukarıda ayrıntılı olarak değindiğimiz gibi,
Fazilet Partisi üyeleri ile milletvekillerinin yapmış oldukları konuşmalar
birey hak ve Özgürlükleri ile temellendirilmektedir. Konuşmaların hiçbirinde
başka bireylerin haklarına ne bir saldırı ne de olumsuz yaklaşım olmadığı gibi
demokratik düzen ve çoğulculuk temel değerler olarak benimsenmektedir.
İddianamede yer alan konuşmaları yapan üyelerimiz, vatandaşların din
özgürlükleri ile başta kılık ve kıyafet olmak üzere kendi bedenleri üzerindeki
haklarını savunmaktan başka bir amaç gütmemişlerdir. Nasıl sol değerleri
savunan tüm partiler illegal sol gruplar ile bir tutulmuyorsa, nasıl sağ denildiğinde
akla ilk önce aşırı milliyetçi, ırkçı görüşler gelmiyorsa, dini değerlere
saygılı muhafazakar görüşleri savunanlar da "köktendinci" olarak
nitelendirilemezler. Kaldı ki, üyelerimiz yaptıkları bu konuşmalarda üniversite
öğrencileri için konulan kılık kıyafet düzenlemeleri konusunda toplumun her
kesiminin duyduğu rahatsızlıkları dile getirmişlerdir.
Öte
yandan, gerek laiklikle demokrasi ilişkisine dair Giriş Bölümünde yer
verdiğimiz açıklamalar, gerekse Yargıtay'ımızın sayın Başkanı Doç. Dr. Sami Selçuk'un
6 Eylül 1999 günü yeni Adli Yıl'ın açılışı münasebetiyle yaptığı konuşmanın
içeriği göz önünde tutulduğunda, Türkiye'deki cari laiklik uygulamasına yönelik
her eleştiriyi "laiklik karşıtlığı" olarak nitelemek son derece
yersiz bir tutum olur. Üstelik, Fazilet Partililerin laiklik konusundaki
beyanları sayın Başkan"ınkilere nispetle daha yumuşak ve mütevazidir.
Nitekim, Yargıtay Başkanı Türkiye'nin "laiklik" modelini kökten
eleştirmekle, buna karşılık kimi Fazilet Partililer sadece laiklik uygulamasındaki
bazı aksaklıkları eleştirmektedirler.
2820
Sayılı Yasa'nın 4445 Sayılı Yasa ile değiştirilen 102. maddesinde siyasi parti
kapatma davalarında izlenmesi gereken usul belirlenmiştir. Yine aynı yasa ile
değiştirilen 103. madde de ise bir partinin ne zaman yasak fiillerin odağı
haline geldiği tanımlamıştır. Yeni getirilen bu usul ve tanım çerçevesinde
sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının iddianamesinde yer alan ve partinin
odak haline geldiğini kanıtlamaya yönelik belgelerin yasada belirlenen odak haline
gelme durumunu ispatlamaya yeterli olmadığı açıktır. 2820 sayılı Yasa'ya göre,
bir partinin, üyelerinin fiillerinden dolayı yasak fiillerin odağı haline
gelebilmesi için yukarıda da zikrettiğimiz gibi şu iki şartın birlikte
gerçekleşmesi gerekir. Yasak fiillerin parti üyelerince yoğun bir şekilde
işlenmesi ve yasada gösterilen parti organlarının açık ya da zımni olarak bu
eylemleri benimsemesi. Tek tek hiçbir milletvekilinin ya da parti üyesinin
sözleri ve eylemleri partinin tüzel kişiliğini bağlayıcı ve sorumluluk doğurucu
etki yaratmaya yeterli değildir. Öte yandan, Fazilet Partisi'nin Kanun'un 103.
maddesinde belirtilen herhangi bir organı da yasak fiilleri, "kararlılık
içinde" olmak şöyle dursun, tekil olarak da işlemiş değildir.
İkinci
olarak, savunmamızın başında yer alan usul sorunları ile ilgili kısımda ve bir
önceki başlıkta sık sık belirttiğimiz gibi, milletvekillerinin Meclis çatısı
altında yaptıkları konuşmalar "yasama sorumsuzluğu" kapsamındadır ve
bu konuşmaların yürütme ya da yargı organları tarafından ister milletvekiline
isterse partisine sorumluluk yüklemek amacıyla incelenmeleri olanaksızdır.
Kaldı ki, bu konuşmalar "yasama sorumsuzluğu" kapsamında yer almasa
bile, Anayasamızın 26. ve Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi'nin 10. maddelerindeki
düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti düzenlemesi bakımından da ele alınması
gerekir.
Anayasa
Mahkememize göre, "Düşünce özgürlüğü, düşüncenin açıklanması ve
yayılmasını içerir. Açıklanması ve yayılması olanakları tanınmamış olan bir
düşünce zihinsel faaliyetlerden ibarettir ve gerçek bir özgürlük değildir"
(E. 1979/31, K. 1980/59, KT. 27.11.1980, AMKD, S. 18, s. 362) Mahkemenin bir
başka kararında da "Özgürlükler ancak, istisnai olarak ve demokratik
toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlandırılabilirler.
Demokratik hukuk devletinde, güdülen amaç ne olursa olsun, özgürlük
kısıtlamalarının bu rejime özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir
özgürlüğün kullanılmasını ortadan kaldıracak düzeye vardırılmaması"
gerekir görüşüne yer vermiştir (E. 1987/16, K. 1988/8, KT. 19.4.1988, AMKD. S.
24, s. 108). Mahkeme siyasi özgürlüklerle ilgili bir başka kararında ise
"Demokratik bir devletin önde gelen özelliği, çoğulculuğu ve
katılımcılığı, sürekli ve etkin kılmaktır. Vatandaşların Anayasanın 67.
maddesinde belirtilen seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma haklarının
demokratik bir toplum düzeninin gerekleriyle bağdaşmayacak bir biçimde
sınırlandırılması kabul edilemez" (E. 1992/17, K. 1992/30, KT. 21.4.1992,
AMKD, S. 28, C. 1. s. 380) hükmüne varmıştır.
Anayasa'nın
25. ve 26. maddeleri ile yukarıdaki kararlar ışığında, Türk hukuk sistemi
içinde, düşüncelerin açıklanmasının koruma gördüğü, özgürlüklerin ancak
demokratik düzenin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlanabileceği, siyasi
faaliyetlerin demokratik bir toplum düzeninin gerekleriyle bağdaşmayacak
biçimde sınırlandırılamayacağı açıktır.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'nin yerleşmiş içtihadlarında düşünceyi yayma hürriyeti
"demokratik toplumların gelişmelerini sağlayan dinamiklerinden ve bu
toplumların kurucu temellerinden birisi" olarak nitelendirilmiştir
(Handyside Kararı, 7.12.1976). Bu nedenle de Mahkeme düşünceyi açıklama
özgürlüğü söz konusu olduğunda, çoğulculuk, hoşgörü ve sorunlara çok boyutlu
bakmayı temel alarak bu özgürlüğün mümkün olan en geniş sınırlarda
kullanılmasına ağırlık vermektedir. Mahkeme, düşünceyi yayma özgürlüğünün
sınırlarını belirlerken "dış dünyada gözlemlenebilir gerçeklik" ile
"değer yargıları" arasında bir ayrım yapmaktadır. Bu ayrıma göre, düşünce
açıklayan kişilerin görüşleri değer yargılarına dayanıyorsa, sorumluluktan
kurtulmak için, bireylerden bu değer yargılarının doğruluklarının ya da bu
değer yargılarını ileri sürerken iyi niyetli olduklarının ispatı beklenemez
(Lingens Kararı, 8.7.1986). Başka bir ifadeyle, doğaları gereği değer yargıları
ispat konusu yapılamazlar. Öte yandan değer yargılarının toplumda başkaları
tarafından benimsenmeleri ya da reddedilmelerinin de bir önemi yoktur. Hatta,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yerleşmiş içtihatlarına göre, açıklanan
fikirler toplumdaki başka bireylere rahatsızlık veren, onları sarsan ve hatta
altüst eden bir içeriğe dahi sahip olabilirler (Prager ve Oberschlick Kararı,
26.4.1995 ve yukarıda atıf verdiğimiz diğer kararlar). Sayın Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısının İddianamesinde belgelenen konuşmalar değer yargıları üzerine
kurulmuştur. Konuşmalar laiklik karşıtı açık bir içeriğe sahip olmadıkları
halde, yorum yoluyla bu değer yargılarının aslında laiklik karşıtı oldukları
iddiası yukarıda açıklanan nedenlerle ileri sürülemez. Demokratik bir toplumda,
bireyler kendi değer yargılarının iyiniyetli olup olmadığını ispat zorunda
bırakılamazlar.
Nihayet
Siyasi Partiler Kanunu'nda yapılan son değişiklikten sonra. Anayasanın 68.
maddesinin dördüncü fıkrasında işaret edilen "yasak fiiller"in,
hukuki niteliği bakımından, failin mahkumiyetine müncer olacak suç teşkil eden
fiiller olarak anlaşılması gerekmektedir. Nitekim, Kanun'un 102. maddesine 4445
sayılı Kanun'la eklenen fıkraların ilkinde "(p)arti üyeleri 68 inci
maddenin dördüncü fıkra hükümlerine aykırı fiil ve konuşmalarından dolayı hüküm
giyerler ise Cumhuriyet Başsavcılığı bu üyelerin partiden kesin olarak
çıkarılmasını o partiden ister" hükmü yer almaktadır. Bundan dolayı, bir
parti üyesinin herhangi bir fiilini Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası
anlamında yasak fiil olarak nitelendirebilmek için, o kişi hakkında bir ceza
kovuşturması başlatılmış ve mahkum olmuş olması gerekir. Nitekim, Anayasa'nın
genel sistemi içinde, Cumhuriyetin temel niteliklerine aykırı ve/veya hakların
kötüye kullanılması mahiyetinde olan eylemlerin ceza normlarıyla da
müeyyidelendirilmeleri gerekmektedir. Nitekim, Türk Ceza Kanunu'nun bir kısım
hükümleri bu niteliktedir, yani Anayasal yasakları müeyyidelendiren hükümlerdirler.
Oysa,
sayın Cumhuriyet Başsavcısı'nın, partilerinin kapatılmasını gerektirecek
şekilde yasak fiil işlediklerini iddia ettiği Fazilet Partisi üyelerinin hiç
birisi hakkında mahkumiyet karan bulunmadığı gibi, çoğunun hakkında ceza
koğuşturması bile başlatılmış değildir. Bu duruma göre, bu fiillerin Fazilet
Partisi'nin laiklik karşıtı fiillerin odağı haline geldiği iddiasına dayanak
oluşturmaları da düşünülememek gerekir.
DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
SONUÇ
VE TALEP
Sonuç
olarak, sayın Cumhuriyet Başsavcısı'nın "Anayasa Mahkemesi tarafından
kapatılmış olan Refah Partisi'nin devamı olduğu" ve 'laiklik karşıtı
eylemlerin odağı haline geldiği" iddialarıyla Partimizin kapatılması,
bütün üst düzey yönetici ve milletvekillerine beş yıl süreyle siyasi yasak
getirilmesi ve bütün milletvekillerinin milletvekilliklerinin düşürülmesi
talebiyle açtığı işbu davanın,
a)
Demokratik siyasal rejimlerde siyasi partilerin, Anayasamız, Anayasa Mahkememiz
ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından da teyit olunan, vazgeçilmez rolüne,
Demokratik
bir devlette laiklik ve din özgürlüğü konusundaki evrensel esaslara,
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesine ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yerleşik
içtihadına,
"Kanunsuz
suç ve ceza olmaz" şeklindeki genel hukuk ilkesine,
Yasadışı
yoldan elde edilen bilgilerin yargılamada kanıt olarak kullanılamayacağına
ilişkin yasal kuralına,
İfade
özgürlüğü ve yasama sorumsuzluğu ile ilgili anayasal esaslara ve evrensel
anlayışa aykırı olduğu,
için
genel olarak;
b)
"Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış olan Refah Partisi'nin devamı
olduğu" iddiasına dayanan kısmının,
Anayasa'nın
m. 68/2 ve 69/7., 8. ve Siyasi Partiler Kanunu'nun değişik m. 95 ve 96/2
hükümleri gereğince ve
Yasadışı
yoldan elde edilen bilgilerin yargılamada kanıt olarak kullanılamayacağına
ilişkin yasal kurala aykırı olduğu ve Yargıtay'ımızın yerleşik içtihadını ihlal
ettiği için;
c)
"Laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği" iddiasıyla ilgili
olan kısmının ise,
ifade
özgürlüğü ve yasama sorumsuzluğu ile ilgili anayasal esaslara, Anayasa
mahkememizin içtihatlarına ve evrensel anlayışa ters düştüğü için ve
Anayasa'nın
m. 68/ 2 ve 69/ 6 ve Siyasi Partiler Kanunu'nun değişik 103. maddesi hükümleri
gereğince;
d)
Bütün üst düzey yönetici ve milletvekillerine beş yıl süreyle siyasi yasak
getirilmesi ve bütün milletvekillerinin milletvekilliklerinin düşürülmesi
talebine ilişkin kısmının,
Anayasa'nın
m. 69/8 ve 84/5 hükümleri gereğince ve Anayasa Mahkememizin Refah Partisi
davasındaki içtihadına uygun olarak
e)
Davanın bütün unsurları bakımından Yüksek Mahkeme tarafından takdir olunacak
diğer gerekçelerle reddine;
f)
Sözlü savunma yapmak üzere Genel Başkanlığımızın görevlendireceği bir vekilin
dinlenmesine
karar
verilmesini
Fazilet
Partisi Genel Başkanı sıfatıyla arz ve talep ederim.
IV-
ESAS HAKKINDAKİ GÖRÜŞ
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 6.10.1999 günlü esas hakkındaki görüşü şöyledir:
I-
Öncelikle dile getirmek istediğim husus : 12.8.1999 tarihinde kabul edilen 4445
sayılı Yasanın 18 nci maddesiyle 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanununun 103 ncü
maddesine eklenen ikinci fıkranın Anayasamıza aykırı olduğu ve iptal edilmesi
gerektiği yolundaki görüşlerimizdir.
Siyasi
Partiler Kanununun 28.3.1986 gün ve 3270 sayılı Yasa ile değişik 103 ncü
maddesi metni, ikinci fıkrası Anayasa Mahkememizce iptal edilmeden önce şöyle
idi:
(Bir
siyasi partinin, bu kanunun 78 ile 88 ve 97. maddeleri hükümlerine aykırı
fillerin işlendiği bir mihrak haline geldiğinin sübuta ermesi halinde, o siyasi
parti Anayasa Mahkemesi'nce kapatılır.
Bir
siyasi partinin yukarıdaki fıkrada yazılı fiillerin mihrakı haline geldiği, 101
inci maddenin (d) bendinin uygulanması sonucunda bu fiillerin o partinin
üyelerince kesif bir şekilde işlenmiş olduğunun ve bu fillerin kesif olarak
işlenmesinin o partinin büyük kongre, merkez karar ve yönetim kurulu veya
Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu yahut bu grubun yönetim
kurulunca zımnen veya sarahaten benimsendiğinin sübuta ermesiyle olur).
Söz
konusu maddenin ikinci fıkrasının gönderme yaptığı 101 nci maddenin (d) bendi,
değişiklikten önce şöyle idi:
"d)
1- b bendinde sayılanlar dışında kalan ("b" bendinde sayılanlar
şöyledir : Parti büyük kongresi, merkez karar ve / veya yönetim kurulu, TBMM
gurup yönetim veya genel kurulu) parti organı, mercii veya kurulu tarafından bu
kanunun 4 üncü kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı fiilin işlenmesi
halinde, fiilin işlendiği tarihten başlayarak, iki yılı geçmemiş ise,
Cumhuriyet Başsavcılığı söz konusu organ merci veya kurulun işten el
çektirilmesini yazı ile o partiden ister. Parti üyeleri 4 üncü kısımda yer alan
maddeler hükümlerine aykırı fiil ve konuşmalardan dolayı hüküm giyerler
ise,Cumhuriyet Başsavcılığı bu üyelerin partiden kesin olarak çıkarılmasını o
partiden ister.
Siyasi
parti tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde istem yazısında belirtilen
hususu yerine getirmediği takdirde, Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasa
Mahkemesinde o siyasi partinin kapatılması hakkında dava açar. Cumhuriyet
Başsavcılığınca düzenlenmiş iddianamenin tebliğinden itibaren otuz gün içinde ilgili
siyasi parti tarafından söz konusu parti organı, mercii veya kurulunun işten el
çektirilmesi ve parti üyesi veya üyelerinin partiden kesin olarak çıkarılmaları
halinde, o partinin kapatılması hakkındaki dava düşer. Aksi takdirde Anayasa
Mahkemesi dosya üzerinde inceleme yaparak ve gerekli gördüğü hallerde
Cumhuriyet Başsavcısının ve siyasi parti temsilcilerinin sözlü açıklamalarını
ve konu üzerinde bilgisi olanları da dinlemek suretiyle açılmış bulunan davayı
karara bağlar.
Anayasa
Mahkemesi, Refah Partisi aleyhine açılan kapatma davasının görüşülmesi
sırasında "davaya bakmakta olan mahkeme" sıfatıyla Siyasal Partiler
Kanunu'nun 103/2. maddesinin Anayasa'ya aykırı olduğu kanısına vararak davayı
bu aşamada bekletip, adı geçen maddeyi bu açıdan incelemiş ve 22.2.1998 tarihli
Resmî Gazetede yayınlanan 9.1.1998 gün ve 2/1 sayılı kararıyla iptaline karar
vermiştir. Mahkemenin bu konudaki temel gerekçesi şöyledir: TCK.m.163'ün
kaldırılmış olması, parti üyelerinin parti yasaklarına aykırı eylemlerini büyük
ölçüde suç konusu olmaktan çıkarmıştır. Bu durumda 103/2. maddenin uygulanma
olanağı kalmamıştır. Her ne kadar SPK.m. 117 partilerin temelli kapatılmasına
yol açacak eylemlerle ilgili genel bir yasak öngörmekteyse de Anayasa
Mahkemesi'ne göre bu madde, ancak bir kapatma davasının sonuçlanmasından sonra
uygulanabilir. Başka bir deyişle SPK.m.117, TCK.m. 163'ün kaldırılmasıyla doğan
boşluğu dolduramaz. Bu durumda 103/2. maddenin gönderme yaptığı prosedür,
Anayasa'nın 69. maddesinin 6. fıkrasının uygulanmasını olanaksız hale
getirdiğinden, bu madde Anayasa'ya aykırıdır.
Mahkemenizin
söz konusu kararı, bilim adamlarımızca da yerinde bir karar olarak
nitelendirilmektedir. Şöyle ki:
a-
Prof. Dr. Erdoğan TEZİÇ , 1998 yılında beşinci basısı yapılan "ANAYASA
HUKUKU" adlı eserinde şöyle diyor (s.324):
(Hemen
belirtmek gerekir ki SPK.nun 103. maddesinin 2. fıkrası, siyasi partilerin
kapatılmasını güçleştiren bir usul hükmüydü ama, açıkça da Anayasanın değişik
69. maddesinin 6. fıkrasına aykırıydı. SPK.nun 103. maddesinin 2. fıkrasının
iptalinden sonra, Anayasa Mahkemesi doğrudan Anayasa hükmünü (m.69/6)
uygulayarak partinin kapatılmasına karar vermiştir).
b)-
Doç. Dr. Fazıl SAĞLAM, 1999 yılında yayınlanan "Siyasi Partiler Hukukunun
Güncel Sorunları" adlı eserinde şöyle bir değerlendirme yapmaktadır:
(Kanaatimizce,
Anayasa Mahkememizin kabulünün aksine 117. maddenin siyasal partinin
kapatılmasından önce de uygulanabileceği kabul edilse bile, bu görüş Anayasa
Mahkemesi'nin vardığı sonucu etkilemez. Nitekim Ahmet Necdet SEZER de karşı oy
yazısında aynı görüşü belirtmesine rağmen 103/2. maddenin iptali yönünde oy
kullanmıştır. Gerçekten SPK.m. 103/2'nin öngördüğü prosedür esas itibariyle
TCK.nun 141. 142 ve 163. maddelerine konu olan eylemler esas alınarak
düzenlenmiştir. Burada vurgulanması gereken nokta, bu eylemlerin suç olmaktan
çıkarılmasının aynı eylemlerin parti kapatma nedeni olma niteliğinde bir
değişiklik yaratmamasıdır. Bu açıdan 141, 142 ve 163. maddelerin
kaldırılmasının, bu eylemleri 117. maddenin de kapsamından çıkardığı sonucuna
bile varmak mümkündür. Çünkü aksi takdirde yasa koyucu bunları suç konusu
olmaktan çıkarmak yerine bunların cezalarında indirim yapma yoluna giderdi. Bu
bağlamda 141, 142 ve 163'ün kaldırılmasını SPK.m. 117'deki genel yasak
açısından lex specialis hükmünde kabul etmenin ceza hukuku ilkelerine daha
uygun düşeceği kanısındayız, s.136.
103.
maddenin Anayasa Mahkemesi'nce iptali ile ilgili olarak deyinilmesi gereken bir
başka nokta, adı geçen maddenin iptal kararı ile Refah Partisi'nin kapatılmasına
ilişkin kararın aynı Resmi Gazete'de yayımlanmış olmasıdır. Refah Partisi'nin
kapatılması davasında davaya bakmakta olan mahkeme sıfatıyla 103/2. maddenin
Anayasa'ya aykırılığı kanısına varan Anayasa Mahkemesi'nin, bu konuyu karara
bağladıktan sonra parti kapatma davasına devam edip iptal kararının sonucuna
göre davayı sonuçlandırması itiraz davalarının doğasından kaynaklanan normal
bir süreçtir. İtiraz davalarının özelliği, bir başka mahkeme görülmekte olan
bir dava açısından bekletici sorun teşkil etmesidir. Bu özellik nedeniyle
itiraz davasında verilen kararın Resmi Gazete'de yayımlanmasından önce ilgili
Mahkemeye yönelik olarak açıklanması gerekir. Nitekim 152/3. maddesinde de:
"Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere 5 ay içinde
kararını verir ve açıklar" denilmektedir. Aynı fıkranın 3. cümlesinde de
"...karar esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse .."
cümlesi yer almaktadır. "Kararın açıklanması" ve "kararın
gelmesi" ibarelerinden de anlaşılacağı üzere Anayasa Mahkemesi kararının
Resmi Gazete'de yayımlanmadan önce ilgili Mahkemenin bilgisine ulaştırılması
gerekmektedir. İtiraz davalarındaki bu farklılık, ilgili mahkemenin itiraz
davasının sonucunu beklemesinin ve gördüğü ihtilafı bu sonuca göre çözecek
olmasının doğal bir sonucudur. Parti kapatma davalarında ise, bu mekanizma aynı
mahkemede cereyan etmekte Anayasa'ya aykırılık itirazı ile bu itirazın çözümü
aynı mahkemede gerçekleşmektedir. Bu nedenle Anayasa'nın öngördüğü bilgi akışı
da aynı anda gerçekleşmiş olmaktadır. s.137).
Doç.
Dr. FAZIL SAĞLAM, Yasalaşmasından kısa bir süre önce, Uyum Komisyonunun
hazırladığı metni, adı geçen eserinde şu şekilde eleştirmektedir:
(101.
madde yürürlükteki metniyle bir bütündür. Bu bütünlük içinde oldukça anlamlı
bir sıralamanın yapıldığı göze çarpmaktadır. Bu açıdan bakıldığında 101
.maddenin ilk üç bendinde parti tüzel kişiliğini temsil yoğunluğu ve kamuya
yönelik etkisi yüksek olan organ merci ve kişiler bakımından "bir
odaklaşma karinesi"nin kurulduğu, diğerlerinde ise "ihtar" ve
"benimseme" koşullarının eklendiği söylenebilir.
İşte
Partilerarası Uyum Komisyonu bu bütünlüğü kopararak ihtar mekanizmasını daha
geniş bir kapsamda 102. maddeye aktarırken, odaklaşma karinesini öngören
hükümleri tümüyle kaldırmaktadır.
Böyle
bir düzenleme sisteme ters düşeceği gibi, sadeleştirilmiş bulunan parti kapatma
sürecinde karışıklık yaratması bakımından da sakıncalıdır. Özellikle
103/2.maddenin Refah Partisi ile ilgili davada Anayasa Mahkemesi'nce iptal
edilmiş olması karşısında, işlevini önemli ölçüde yitirmiş bulunan 101 /d
maddesi canlandırılırken, 101 a, b ve c bentlerindeki odaklaşma karinelerinin
kaldırılması, odak olgusunun değerlendirilmesinde önemli belirsizliklere ve
yanlışlıklara yol açabilir. Özellikle bu bentlerin kapsamına giren söz ve
beyanların nasıl değerlendirilmesi gerektiği sorusunun tartışmalı bir duruma
geleceğini göz önünde tutmak gerekir...
Öte
yandan ihtar prosedürünün parti üyeleri bakımından yine mahkûm olma koşuluna
bağlı kılınması, Anayasa Mahkemesi'nin 103/2.maddeyi iptal gerekçesiyle de
açıkça çelişmektedir. s.179).
c-
Anayasa Mahkememizin Siyasî Partiler Kanunun 103 ncü maddesinin ikinci
fıkrasını iptal etmeden kısa bir süre önce yayınladığı (1997) adlı eserinde, 9
Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Zafer GÖREN şöyle bir
değerlendirme yapmaktadır (s.285):
(Anayasanın
değişik 69. maddesinin VI. fıkrası Siyasi Partiler Kanunu md.103'e göre daha
farklı bir kural oluşturduğundan ve "odak" haline gelme özelliğinin
belirlenmesini özellikle Anayasa Mahkemesinin takdirine bırakmak istediğinden,
yasama organı tarafından Siyasi Partiler Yasasının Anayasanın değiştirilen
maddelerine uyumu yapılmasa bile Anayasa Mahkemesi, Siyasi Partiler Yasası md.
103 kuralını ihmal ederek Anayasanın doğrudan uygulanması yoluna gidebilmelidir.
Aksi halde Anayasa Mahkemesi Amerikan Anayasa Yargısının eski bir geleneğine
dayanan ve F. Alman Anayasa Mahkemesinin kullandığı "Anayasaya uygun
yorum" tekniğini uygulamalıdır. F. Alman Anayasa Mahkemesi çoğu zaman
iptal kararına varmamak için sözü bakımından Anayasaya aykırı bir kuralı
Anayasaya uygun yorumla korumuştur. Türk Anayasa Mahkemesi de bazı kararlarında
bu tekniği uygulamıştır).
d-
COŞKUN KIRCA. 12 Ağustos 1999 tarihli SABAH GAZETESİ'nde yazdığı "Pusulayı
Şaşırmak" başlıklı makalesinde şöyle diyor :
(Siyasi
Partiler Kanununun 103 ncü maddesinde yapılan değişikliğe göre, bir partinin
üyeleri, temelli kapatılmayı gerektiren fiilleri yoğun bir şekilde işleseler
bile, bu durum partinin genel kongresi, merkez karar ve yönetim kurulu, Meclis
grubu genel kurulu ve grup yönetim kurulundan biri tarafından benimsenmemişse o
parti bu yaptırıma çarptırılamayacaktır.
Yani
o parti üye tabanında fiilen böyle bir "odak" olsa bile merkez
kurulları iyi takiyye yapmasını becerebiliyorlarsa, parti temelli kapatmadan
kurtulacaktır! Oysa Alman Anayasasının 21 inci maddesinin 2 nci bendine göre
"parti üyelerinin tavrı" o partinin kapatılması için yeterli bir
sebep sayılır. Görülüyor ki bu değişiklik Anayasaya aykırıdır ve evrensel bir
içtihat uyarınca Anayasa Mahkemesi bu değişikliği dikkate almamak durumundadır.
Bu metin uygulanırsa pratikte hiçbir bölücü, kökten dinci ve insan hakları ile
hukuk devleti kavramlarına dayalı demokrasiyi inkar eden hiçbir parti temelli
kapatılamayacaktır).
Esasen,
Anayasa Mahkememizin takdir yetkisini Anayasaya aykırı bir biçimde kısıtlayıp,
"bir siyasi partinin Anayasanın dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin odağı
haline geldiği"nin ancak belli delillerle kanıtlanabileceğini kabul
etmenin, Anayasamızın parti kapatmaya ilişkin 68 ve 69 ncu maddelerini
uygulanamaz hale getireceği bilinen ve Anayasa Mahkememizce de kabul edilen bir
gerçektir.
Delillerin
serbestçe değerlendirilebilmesi; başka bir deyişle, hangi deliller esas
alınarak hüküm kurulabileceğinin davaya bakan mahkemece belirlenmesi gerektiği
ilkesi, bütün çağdaş ülkelerde, parti kapatma davalarının olmazsa olmaz ilkesi
olarak benimsenmiştir.
Bir
örnek vermek gerekirse :
Federal
Almanya Anayasa Mahkemesi Komünist Partisi'nin kapatılmasıyla ilgili 17 Ağustos
1956 tarihli kararında, ilke olarak parti kapatma davalarında hangi delillerin
esas tutulacağını belirlerken :
(Anayasaya
aykırı maksatların isbatı için en önemli delil, Anayasanın 21'inci maddesinin
2. fıkrasına göre, partinin gayeleridir. Mezkûr hüküm, önleyici karakterine
uygun olarak, bu hususta "önemsiz" uzak gayeler arasında bir tefrik
yapmamaktadır.
Önemli
olan sadece, bir partinin gayelerine göre, hür demokratik ananizama zarar
vermek veya onu bertaraf etmek maksadının olup olmadığıdır. Gayelerinden bu
maksat halihazırda ispat edilebiliyorsa, onun düşüncelerine göre, bu maksadın
başarıya erişeceği veya erişmesi lazım gelen zamanın hukuki bir önemi yoktur.
Kanun vazıının maksadı. Anayasanın devamı müddetince hür demokratik ananizamı
zedeleyecek hiçbir partinin inkişafına müsaade etmemektir.
Bir
partinin hedefleri kaideten şunlardan anlaşılır: Programından ve diğer parti
makamlarının açıklamalarından, partinin siyasi ideolojisi hakkında söz
söylemeye yetkili olarak tanınmış muharrirlerin yazılarından, ileri gelen görevlilerinin
sözlerinden, partinin içinde kullanılan eğitim ve propaganda vasıtalarından ve
bunlardan başka parti tarafından çıkarılan veya onun nüfuzu altında bulunan
gazete ve mecmualarından bu çıkarılır. Parti organlarının ve taraftarlarının
tutumları, maksadın tespiti hususunda, netice çıkarmaya imkan verebilir.
Bütün
gayelerin yazılı olması veya herhangi bir surette tespit edilmiş bulunması
anlamında, maksadın yazılı delillere dayanması şeklinde, Anayasanın 21
.maddesinin 2. fıkrasında bir hüküm yoktur... Bir partinin Anayasaya aykırı
maksatlarının, hiçbir zaman açıkça ilan edilmediği bilinen bir keyfiyettir.
Geçen on yılın siyasi tecrübeleri, bir partinin kullandığı siyasi vasıtaların
şeklinden, hareketlerinin tarzından, onun hakîki maksadını anlamak ve sahte
olanları ayırt etmek için kafi derecede bilgi vermiştir.) demektedir.
Hal
böyleyken, TBMM si, 4445 sayılı Yasanın 18 nci maddesiyle, Siyasi Partiler
Kanunun 103 ncü maddesinin ikinci fıkrasını, tıpkı TBMM üyelerinin emekli
olmalarına ilişkin ve halkın "kıyak emeklilik" olarak nitelendirdiği
yasalarda olduğu gibi, Anayasa Mahkemesi kararlarını hiçe sayarak ve Anayasaya
eskisinden de aykırı bir biçimde yeniden düzenlemiştir.
Bir
hukuk devletinde Parlamentonun, ülkemizde olduğu gibi, kendi varlığına da vücut
veren Anayasasını ve Anayasa Mahkemesi kararlarını böylesine hiçe saydığının
başka bir Örneğini göstermek mümkün değildir. Bu çeşit yasalar, olsa olsa
parlamento çoğunluğunun "hukuk devleti" ilkesini içine
sindiremediğinin delili olabilir. Anayasamızın 138 nci maddesine göre
"Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak
zorundadırlar". Parlamentolara meşruiyet kazandıran sadece seçimle
işbaşına gelmiş olmaları değildir.
Anayasa
Mahkemesinin iptal ettiği bir yasanın aynısını veya daha da Anayasaya aykırı
olanlarını kabul eden veya kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kasten Anayasaya
aykırı kanun çıkaran Parlamentoların hukukî durumunu Prof. Dr. Doğan SOYASLAN
"Ceza Hukuku Özel Hükümler (Cilt 2. s.311 -348)" adlı eserinde ayrıntılarıyla
incelemiştir.
Benzer
bir durumla sadece İtalyan Anayasa Mahkemesi karşı karşıya kalmıştır. Adı geçen
mahkemenin takındığı tavrı, 1999/2000 Adli Yılını açış konuşmasında, Yargıtay
Başkanımız Doç. Dr. Sami SELÇUK şu şekilde açıklamıştır:
(Savaş
sonrasında İtalya demokrasiye geçti. Faşizm döneminden kalan ve valilere
doğduğu kentten başka kente gidenleri kent dışına çıkarma yetkisi veren Zorunlu
Sürgün Yasasını Anayasa Mahkemesi iptal etti. Halkın sevgilisi Başbakan De
Gasperi, düzeni sağlamak ve suçluluğu önlemek için bu yasaya gerek olduğunu,
yeniden çıkaracaklarını duyurunca Anayasa Mahkemesi Başkanı Prof. Dr. De Nicola
bir bildiri yayımladı. Başbakanı eleştirdi ve hükümet karara uyuncaya değin
Anayasa Mahkemesinin hiçbir davaya bakmayacağını, Roma'dan ayrılıp Napoli'ye
taşınacağını açıkladı. Dediğini de yaptı.
Böylelikle
belki de yargının tarihinde ilk kez bir sivil itaatsizlik olgusu yaşanıyordu.
Kamuoyunda
kıyamet koptu. Grevler başladı. Bunalım çıktı. En sonunda Başbakan De Gasperi,
iptal kararına uyacaklarını bildirmek ve özür dilemek zorunda kaldı. Mahkeme de
Roma'ya döndü).
Amerika
Yüksek Mahkemesi. 25.6.1997 tarihli kararında. Amerikan Kongresi'nin yasa
çıkartma yetkisini tartışmış ve Yüksek Mahkeme'nin iptaline konu olan bir
yasanın yeniden çıkarılamayacağını, Kongre'nin böyle bir yetkisi olmadığını
karara bağlamıştır.
Devletin,
sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini din kurallarına dayandırmak
için faaliyet gösteren bir partinin varlığını korumasına hiçbir hukuk düzeni
izin veremez. Hal böyleyken, Siyasi Partiler Yasasının 103 ncü maddesinin
ikinci fıkrasındaki "odak" tanımıyla ilgili hususlar belgelenemedi
diye kapatılmayıp, bu partinin kanıtlanmış Anayasaya aykırı eylemlerine izin
verilecek öyle mi'
Böyle
bir hukuk düzeniyle Türkiye Cumhuriyetinin varlığını koruyamayacağını
vatandaşlarımız sağduyusuyla zaten biliyor ve Anayasamızın özellikle "ülke
bütünlüğü" ve "Anayasal düzen"imizin korunmasına ilişkin
hükümlerinin eksiksiz ve tastamam uygulanmasını istiyor.
Açıkladığım
hususları gözönünde tutarak, Anayasa Mahkememizin, Siyasi Partiler Kanunun 103
ncü maddesinin değişik ikinci fıkrasını yeniden iptal edeceğine inanıyorum.
2-
DAVANIN ESASINA İLİŞKİN GÖRÜŞLERİMİZ :
A-
"İnsan haklarına en büyük değerin verildiği bir çağda yaşıyoruz.
Ancak
günümüzde, en vahim insan hakkı ihlalleri, artık devletler ve devlet
görevlileri tarafından değil, terörist örgütler tarafından yapılmaktadır.
Bu
sebepten, Anayasa, yasalar ve çeşitli milletlerarası antlaşmalarla kabul edilen
İnsan Haklarını hayata geçirmek, ülke bütünlüğünü korumak ve demokratik düzeni
ayakta tutmak, ancak terörizmle mücadelede başarı kazanmakla mümkündür.
Büyük
hukuk düşünürü ve pek çok teröristin avukatlığını yapan Jacgues VERGES şöyle
diyor : "Bir gerilla grubu ile bir devlet arasındaki savaşın, ellerde
beyaz eldivenler ve İnsan Hakları Bildirisiyle yapılmasını beklemek, ne
ikiyüzlülük!"
Hannah
ARONT'un dediği gibi "Dehşetin mutlak suretle hüküm sürdüğü yerde, herşey
ve herkes susmaya mahkumdur". Terörizmi tanımlayan masuma karşı hesaplanmış
olan saldırıdır. 05.12.1985 tarihli INTERNATIONAL HERALD TRİBÜNE gazetesinde
yayınlanan bir Rand Corporation raporuna göre : Uluslararası terörist eylemler
bir yılda %12 ile %15 oranında artarak artık müesseseleşmiştir. 20 nci yüzyılda
ADOLF HİTLER de korku ve menfaat ile bütün halkların teslimiyete
yönelebileceğini iddia ediyordu: "Terör, en kuvvetli siyasi silahtır ve
ben bazı aptal burjuvaları şok durumuna sokuyor diye ondan mahrum olamam".
Bunu Herman RAUSCINING 1939 da " Hitler Bana Dedi" adlı kitabında
zikretmektedir. FÜHRER'le konuşan bir diğer yazar olan Hanstöngel de Hitler'in
şu sözlerini ilave ediyor : "Demokrasiler, daima böyle saldırılar
karşısında yapıları bakımından aciz kalacaklardır; zira savunmak için
kendilerinin de otoriter bir rejim kurmaları gerekmektedir". (Prof. Dr.
Yılmaz ALTUĞ, İ.Ü.K.F.M. 1986-1987, s.47.)
4-5
Ekim 1991 tarihleri arasında Antalya'da düzenlenen ve Uluslararası Basın
Enstitüsü Direktörü Peter GALLINER, Avrupa İnsan Hakları Divanı Yargıcı Thor
VILHJAMSON, Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi Üyesi Love KELLBERG, Avrupa
Parlamentosu Siyasi İşler Komisyonu Üyesi Maria Loisa CERRETTl, Birleşmiş
Milletler İnsan Hakları Genel Sekreter Yardımcısı Jan MARTENSON gibi
şahsiyetlerin de katıldığı bir sempozyumda konuşan Bruna STEGAGNINI şöyle
diyor: "Terörizm trajedisini yaşamayanlar için, alınan önlemleri ve
sınırlamaları eleştirmek çok kolaydır. Ancak, ben, birincil ve en önemli insan
hakkı olan yaşamı sürdürme hakkını ve yurttaşların güvenliğini korumayı
amaçlayan bu önlemleri ve sınırlamaları getirmenin Türk Devleti'nin görevi
olduğuna inanıyorum".
Anayasamızın
konu ile ilgili çeşitli hükümleri birlikte değerlendirildiğinde şu husus açık
bir biçimde anlaşılmaktadır: Devlet yani iz "İnsan Hakları" için
değil, başka amaçlar için de vardır. Toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet
anlayışı" için de vardır. Toplumun huzurunu sağlamak, ulusal dayanışmayı
gerçekleştirmek ve adalet anlayışını egemen kılmak çerçevesinde varolan, bu
çerçeve içinde yer alan devlet, yine de başıboş ve keyfi davranmayacak, insan
haklarına "saygılı" olacaktır. İnsana değer verilmesi, insan onurunun
yine kollanması gerekecektir. Ama insan hakları, artık devletin varoluş nedeni
olmaktan çıkmıştır. (Prof. Dr. MÜMTAZ SOYSAL, Anayasa Yargısı No:4,100 Soruda Anayasanın
Anlamı, S.188-190.)
Kanunlar
ideallere değil, ideolojilere hiç değil, sadece ve sadece toplumun şartlarına
dayanmalıdır- Türkiye'de Ceza Mahkemesi Hukukunun ilim haline gelmesinde büyük
katkısı olan Prof. Dr. Nurullah KUNTER'in son dersinde söylediklerinden
İ.Ü.H.F.M., 1982, S.797.
Prof.
Dr. Bahri ÖZTÜRK, "Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku" adlı eserinde
(3.Basım, 1994 S.496) şöyle diyor :
(Suçların
işlenmesinde baş döndürücü bir şekilde hızla gelişen teknolojiden
yararlanılması ve bunun için organizasyonlar oluşturulması sadece suçların
önlenmesini zorlaştırmamakta, aynı zamanda işlenen suçların ortaya çıkarılıp
kovuşturulmasını da önemli ölçüde zorlaştırmakta, bazı durumlarda imkansız
kılmaktadır.
Bir
hukuk devletinin bu gelişmelere seyirci kalması beklenemez. Suçlarla mücadele
etmeyen veya edemeyen, onları önlemeye çalışmayan, önleyemediklerini
kovuşturmayan veya kovuşturamayan devlete hukuk devleti denemez. Zira,
bilindiği gibi, hukuk devleti üç sütun üzerinde kurulur. Bunlardan birincisi
insan haklarının gerçekleştirilmesi, ikincisi adaletin sağlanması ve nihayet
üçüncüsü de hukukî güvenliğin, barışın, düzenin temin edilmesidir. O halde
insan hakları ve adaletin yanında ülkesinde düzeni, hukuk güvenliği ve barışı
sağlamak her hukuk devletinin varlık sebebidir. Ne var ki suçlarla mücadele
etmeyen veya edemeyen; işlenen suçları kovuşturmayan veya kovuşturamayan bir
devlet, adaleti ve kamu düzenini, barışı sağlayamaz ve böyle bir devlet hukuk
devleti olarak nitelenemez).
Bu
gerçekten hareketle Avrupa'nın hemen bütün demokratik ülkeleri, terör ve
anayasalarına aykırı eylemlerinin başlamasıyla birlikte, yasalarında değişiklik
yaparak, bu çeşit suçları işleyen sanıklar için kısıtlayıcı, özel hükümler
getirmişlerdir.
Biraz
sonra vereceğim örnekler dikkatlice incelenirse: maruz kaldığı terörün
boyutları, rejimine ve ülke bütünlüğüne yönelik somut ve süre gelen tehlikeler
gözönünde tutulduğunda ve benzer olaylarla karşılaşan diğer demokratik
ülkelerin yasaları ve uygulamalarıyla kıyaslandığında, Türkiye Cumhuriyetini
yeterince demokratik olmamakla suçlayanların ne derecede büyük bir haksızlık
yaptıkları kesinlikle anlaşılacaktır sanıyorum.
Örneklere
geçmeden hemen belirtileyim ki, yirminci yüzyılda yetişmiş en önemli bilim
adamlarından ve 14.5.1998 günü Atatürk Barış Ödülünü de alan BERNARD LEWİS,
Cumhuriyetimizin demokratik yapısını, bazı aydınlarımızdan daha insaflı bir
şekilde değerlendiriyor (Ödülü aldıktan sonra Milliyet Gazetesinde Şahin
ALPAY'LA yaptığı söyleşide) şöyle diyor :
(Türkiye'nin
demokrasi deneyimi, koşullar ve engeller dikkate alındığında çok başarılı.
Fransız Devrimi'nden bu yana 200 yıldan fazla zaman geçti. Bu süre zarfında
Fransızlar iki monarşi, iki imparatorluk, iki diktatörlük ve beş cumhuriyet
yaşadılar... Bugün Avrupalılar Türkleri yeterince demokrat olmamakla
suçluyorlar. Aynı Avrupalılar 200 yıl önceki değil, dünkü Hitler'in,
Mussolini'nin ve Laval'in mirasçıları. Oysa Türkiye'de bir Hitler ya da
Mussolini hiç olmadı, olacağını da sanmıyorum).
a-
Almanya'da terörizmin artması ve bu suçların sanıkları ile müdafiileri
arasındaki temasların sorunlar yaratması üzerine, müdafiin ve dolayısıyla
sanığın haklarına kısıntılar getirilmiştir. Mesela hakimin okunmasına müsaade
etmediği yazılar kabul edilmemekte, görüşmenin gizlice bir şey verilmesini
önleyecek biçimde yapılması sağlanmakta, hatta bazı hallerde müdafiin müdafilik
görevi yapması yasaklanmaktadır. Bütün bu kısıntıların demokratik Devletin
teröristlere karşı korunması ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin bütün
muhakeme sisteminde uygulanabilmesi için yapıldığı belirtilmektedir. (OTTO
TRIPFTERER, The Criminal Justince System Of The Federal Republic of Germany;
Prof. Dr. Nurullah KUNTER, Ceza Muhakemesi Hukuku, 9.Baskı,s.475.)
b-
Yine Almanya'da, Alman CMUK.nun 148 nci maddesine 1976'da yeni bir fıkra
eklenerek, soruşturmanın konusu terörist eylemler için örgüt kurma olduğunda,
tutuklu sanığa gönderilen veya birlikte getirilen yazılı belge veya diğer
eşyanın hâkime gösterilmeden sanığa iletilmesine izin verilmeyeceği kuralı
getirilmiştir. (NUR BAŞAR CENTEL, Ceza Muhakemesi Hukukunda Müdafi, 1984,
S.147.)
c-
İngiltere'de "Poliçe and Criminal Evidence Act" 1989 yılında
değiştirilmiş ve yakalanan terör suçu sanıklarının polis tarafından yedi güne
kadar gözaltında tutulması kabul edilmiş, poliste alınan ifade sırasında avukat
bulundurma hakkı gibi haklardan terör suçu sanıklarının yararlandırılması yolu
kapatılmıştır. (R.MORGAN, 1992, "Pre - Trial Detantion in England an
Vales"" in Dünkel F.and Vegg eds.)
d-
Alman CMUK.nun 112/11. maddesine göre, bazı ağır suçlarda, teknik anlamda
tutuklama nedeni bulunmaksızın tutuklamaya başvurulabileceği öngörülmektedir.
Bu maddeye göre, mevsuf ve basit adam öldürme, soykırım, terör örgütü kurma,
yaptığı eylemle başkasının yaşamı ya da vücut bütünlüğünü tehlikeye düşürme,
patlayıcı madde kullanma suçlarından birini işlemiş olma kuvvetli şüphesi
altında bulunan kişi, kaçma ve delillere karartma şüphesi mevcut olmasa da,
tutuklanabilir.
Terör
örgütü üyeleri ve yardımcıları, suç sayılan faaliyetlerini gizlemeyi alışkanlık
haline getirdiklerinden, kural olarak, bu örgütlere üyelik ve örgütü koruma,
Alman uygulamasında, delilleri karartma şüphesine dayanak sayılmaktadır.
1965'de
yürürlüğe giren değişiklik yasası ile Almanya'da "tekrarlama
tehlikesi" tutuklama nedenleri arasına alınmıştır. Alman hukukunda, bu
tutuklama nedeninin muhakemeyi güvenceleme aracı değil, toplumu, sanığın
başkaca önemli suçlarından korumak için önleyici tedbir olduğu
belirtilmektedir.
Alman
CMUK.nun 148/11 inci maddesi ile de, terör örgütü kurmakla suçlanan tutuklu
sanıkla müdafiinin yazışmalarının, önce hâkim tarafından kontrolüne olanak
verilmiştir. (NUR CENTEL, Ceza Muhakemesinin Hukukunda Tutuklama ve Yakalama,
1992.S.47, 51,64,65,119.)
e-
Belçika'da bu tür tehlikeli hükümlüler, tek kişilik hücrelerde yatırılırlar.
Bütün eşyaları her gün hücrelerinden dışarıya alınır ve tekrar yerleştirilir,
hücre gece aydınlatılır, hükümlüler gündüz hücrelerinden dışarıya
çıkartılırlar. Avluya çıktıklarında da her gün hücrelerinde arama yapılır.
Bu
hükümlülerin ilk sekiz günlerinde 15 dakika da bir hücreleri gözlenir. Bu
kategoriye giren suçluların çalıştırılmaları kabul edilmemiş, ziyaretçileri ile
görüşmeleri ve mektuplaşmaları engellenmiştir, İngiltere'de bu gruba giren
tutuklu ve hükümlüler bir infaz kurumunda on beş günden fazla
bırakılmamaktadır.
Burada
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ilginç bazı kararlarına değinmek istiyorum :
Almanya'da,
avukatların suça karışmış olması, yargının işlemesini engellemesi, sanıkları
suç işlemeye teşvik ederek tutuklu bulundukları yerlerin güvenliklerinin
bozulmasına neden olması ve nihayet siyasi suçlarda devlet güvenliğinin
tehlikeye atılması gibi hallerde, mahkemeye, avukatı duruşmadan çıkarma yetkisi
tanınmıştır.
Alman
CMUK.nun söz konusu hükümleri çerçevesinde yapılan uygulamalar bir çok davaya
konu olmuştur. Örneğin, cezaevindeki müvekkiliyle görüşmek isteyen bir avukata
üzerini aratmadığı için giriş izni verilmemesi üzerine yapılan şikayeti
inceleyen, Hamm Eyalet Yüksek Mahkemesi, Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun
24.maddesinin, cezaevi yönetimine ziyaretçilerin üst baş arama yetkisi
tanıdığına işaretle, avukatların bu konuda bir ayrıcalığa sahip olmadığına
karar vermiştir.
Aynı
şekilde, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, Alman suç örgütü Baeder-Meinhof (Kızıl
Ordu Cephesi) çetesi mensuplarının bu konudaki tüm başvurularını geri
çevirmiştir. Şikayetler genelde, cezaevi şartlarının kötülüğü, diğer hükümlü ve
tutuklulardan tecrit edilerek hücreye konulma, işkence ve insanlık dışı
muameleye maruz kalma ve yazışma ve haberleşme özgürlüğünün kısıtlanması ve
avukatlarla görüşmelerinin engellenmesi konuları üzerine yoğunlaşmıştır.
Örgüt
mensuplarının Berlinli Avukat Machler'in şikayetini inceleyen Komisyon,
Sözleşmeye herhangi bir aykırılık tesbit etmemiştir. Komisyonun değerlendirmesine
göre. özellikle tutuklunun uzun süre hücrede tecrit edilerek diğer hükümlü ve
tutuklularla temastan men edilmesi arzu edilen bir durum olmamakla beraber, bu
tür bir önlem kendisinin kaçmasını önlemek ve cezaevinin düzenini sağlamak
açısından zorunlu olabilir. Kaldı ki, şikayetçinin ziyaretçileri engellenmemiş
ve hücresinde okuma malzemesi ve radyo bulundurmasına da izin verilmiştir.
Ayrıca, bizzat kendisinin, Kızıl Ordu grubunun, bu olay dolayısıyla mücadeleye
devam edeceğini açıklaması ve diğer mahkumlara kaçmasına yardım için çağrıda
bulunması, tecrit edilerek hücreye konulması için makul ve haklı gerekçelerdir.
Keza
aynı örgütün üyesi olmakla suçlanan bayan avukat Berberich, Ekim 1970'de
tutuklanmış ve Haziran 1974'de 12 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Adı
geçenin aynı gerekçelerle ve özellikle tutukluluk süresinin uzunluğu
dolayısıyla Komisyona yaptığı şikayet reddedilmiştir. Aynı şekilde, anılan
örgüt mensuplarından Baeder Matnz, Meinhof ve Grundman'ın, kendilerinin hücreye
konulmak suretiyle diğerlerinden tecrit edilmeleri, ziyaretçilerinin
kısıtlanması, yazışmalarının ve gazete okumalarının engellenmesi dolayısıyla
Komisyona yaptıkları başvurular da kabul edilmemiştir. Örgüt üyelerinden
G.Ensslin, A.Baeder ve J.Raspe'nin 30 Ağustos 1977 Münip Stammeheim Cezaevinde
esrarengiz bir şekilde intihar etmeleri üzerine Komisyon üyeleri cezaevini
ziyaret ederek cezaevi koşullarını yerinde incelemiş ve adı geçenlere işkence
veya aşağılayıcı muamele yapılmadığı ve ölümlerinde de bir gayrı tabiilik
bulunmadığı sonucuna varmıştır. (Doç. Dr. ŞEREF ÜNAL, Milletlerarası Hukuk
Açısından Güneydoğu Sorunu ve Terörle Mücadele, 1997, S.64 ve devamı.)
f)
Almanya'da 1976 yılında "terör suçu" yaratan Ceza Kanununun 129/a
maddesi kabul edilmiş, usul kanununda değişiklik yapılarak, bu madde ile,
sınırlı sayıdaki belli suçlarda tutuklama yetkisi genişletilmiştir. 1977
yılında SCHLEYER'in kaçırılmasından sonra, terör sanığı ile avukatının
temasları, eylem devam ettiği sürece tamamen yasaklanmıştır. 1978 yılında yapılan
bir başka değişiklikle, terör suçu kuşkusu mevcut bulunan durumlarda "evde
arama yapmak yetkisi" genişletilmiş, terör sanığı ile avukatının görüşmesi
sırasında araya "ayırıcı bir cam" konulması uygulaması getirilmiştir
(m. 148/2). 1986 yılında terör suçunun cezası ağırlaştırılmış, terör suçuna
tahrik suçu yaratılmıştır. (Prof. Dr. Feridun YENİSEY, 13.05.1992 tarihli
Cumhuriyet Gazetesi.)
g-
Yunanistan'da Terörle Mücadele Kanunu basına aşırı kısıtlamalar getirmiştir.
h-
Alman CMUK.nun 1975 değişikliği ile, soruşturmanın hiçbir aşamasında, sanık
tarafından seçilen avukat sayısının üçü geçmeyeceği kuralı konulmuştur.
i-
Fransa'da, 1970 den beri, CMUK.numuzun 110 uncu maddesinde olduğu gibi
tutuklamada üst sınır yoktur.
j-
Tüm demokratik ülkelerde, polise verilen yetkiler genişletilmiş: Telefon
dinleme, bilgisayarın suç araştırmasında kullanılması, adam izleme, gizli ajan
kullanılması, peşine polis takma, belirli durumlarda uzaktan teknik aletlerle
konutların içinin dinlenilmesi yasalaştırılmıştır.
İstanbul
Barosunca düzenlenen ve 3-24 Şubat 1995 tarihleri arasında yapılan "Hukuka
Aykırı Deliller sempozyumu"nda konuşan Prof. Dr. Feridun YENİSEY. bu
konuda şu bilgileri veriyor:
(Devlet
güvenliğini ilgilendiren veyahut da örgütlü suç dediğimiz suçlarda, genel ceza
muhakemesinden farklı bir hüküm gurubu var mı' Evet, var. Dünyanın her
ülkesinde, örgütlü suçluluk nedeniyle, toplumda yaşayan fertlerin hakları ve
özgürlükleri daha çok kısıtlanıyor. Terör işin içine girince daha sıkı bir
kısıtlama olduğunu görüyoruz. Şimdi burada birkaç örnek verelim, Batı
kanunlarında yeni uygulanmaya başlayan, Bunlardan birincisi, Trol-a metodu
dediğimiz metod. Bilgisayar kullanılıyor sanık yakalamak için, Bilgisayar nasıl
kullanılıyor' Belli krimojen özellikler tesbit ediliyor ve bu belli kriminojen
özellikleri taşıyan kişilerin bilgisayardan taraması yapılıyor. İki milyonluk
bir şehirden özellikleri ortaya koyarak yüz bine indiriyorsunuz, tekrar tarama
yapıp elli bine, yirmi bine, on bine, beşyüz, altı yüze iniyor ve o beş yüz, altı
yüz kişinin hayatı izlenmeye başlıyor. Bunlar potansiyel terör eylemcisi yahut
potansiyel örgütlü suçluluk elemanı olarak kabul edilebiliyor. Tabii kriminojen
özellik gösteren davranış taşıyorlarsa. Ve böylece gerçekten birçok suç ortaya
çıkartılmış. Özellikle de mali suçlarda, ekonomik suçlarda bu yapılıyor. Bütün
banka trend aksiyonları bilgisayar vasıtasıyla taranmaya başlıyor, ençok
hareket hangi hesapta var' İsimler birleştiriliyor, birçok formüller filan var.
Onlara göre adamı gözaltına alıyorlar, Fakat bu yakalayarak değil, hareketleri
takip ediliyor, telefonu dinleniyor kapısının önüne sabit bir video kamerası
konuyor ve evinin önü 24 saat kamereya alınıyor, otomobiline bir biker
konuluyor. Nereye giderse adam izleniyor ve daha sonra da eğer bu kişi
gerçekten bir şüphe sebebi bulunarak gözaltına alınırsa, yakalanırsa onunla
temas eden herkes de şüpheli durumuna giriyor, işte Di PİETRO'nun çalışma
sistemi bu:Temiz eller operasyonu bu yöntemlerle yapılıyor).
Yine
Prof. Dr. Feridun YENİSEY, 7.2.1995 tarihli Yeniyüzyıl Gazetesine yazdığı
"Mafyayı Önleme Yasasının Önemi" başlıklı makalesinde, konunun bir
başka yönüne ışık tutuyor:
(İtalya'da
yeni bir Ceza Muhakemesi Kanunu hazırlandı. Bu kanun, halen Amerika'da
uygulanmakta olan taraf muhakemesi sistemini Avrupa'ya taşıdı.
Ancak
yapılan bu değişiklik, bütün iyi niyetlere rağmen başarı sağlamadı. Özellikle
örgütlü suçluluk alanında büyük oranda artış oldu. Bunun üzerine 1991 yılında
çıkarılan bir dizi yasa ile, savcı ve polisin yetkileri genişletildi. Yeni
bilimsel metodların, suç izi araştırılmasında uygulanması kabul edildi.
Bilgisayarın suç izi bulunmasında kullanılması büyük başarı sağladı. Meselâ
vergi kayıtları veya kişisel bilgiler içeren veriler sorgulanarak şüphelilere
ulaşmak mümkün oldu. Gizli ajan kullanılması, telefonların yanı sıra evde
yapılan konuşmaların uzaktan teknik aletlerle dinlenmesi yasallaşınca, örgütler
ardarda su yüzüne çıkarıldı.
Temiz
eller operasyonunun bir tek kişinin başarısı değil. Sistemde yapılan
değişikliğin bir sonucu olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.)
"Gizli
dinleme konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ilginç bir kararına
değinmek istiyorum :
Olayda
ikisi hakim olan 5 hukukçu Komisyona başvurarak, telefonlarının dinlendiği ve
yazışmalarının açıldığından yakınmışlardır. Konuya ilişkin, G-10 tabir edilen
Alman mevzuatı, bazı şartlar altında ilgililere haber vermeden muhaberatın
gizlice izlenmesine imkan sağlamaktadır. Buna karşı yargı yoluna başvuru da
mümkün değildir. Şikayetçiler, söz konusu Alman kanununun, Sözleşmenin, özel
hayatın gizliliğine ilişkin 8. ve hak arama özgürlüğüne ilişkin 6. maddelerine
aykırı olduğunu iddia etmişlerdir. Mahkemeye göre :
"Polis
devletlerinde olduğu gibi, vatandaşların gizlice izlenmesi, ancak demokratik
kurumların korunması açısından zaruri olan hallerde hoş görülebilir. Demokratik
toplumlar günümüzde, çok sofistike bir casusluk ve terörizm tehlikesi
altındadır. Dolayısıyla devlet bu gibi tehlikelere etkin bir şekilde karşı
koyabilmek için gizli izleme ve gözetim yöntemleri uygulayabilmelidir. Bu
nedenle bazı mevzuatın istisnai durumlarda bu imkanı sağlaması demokratik bir
toplumun gereği olarak, milli güvenlik ve suçluluğun önlenmesi bakımından
zaruri sayılabilir." Federal Almanya'da Niedersachen Kriminaloji Araştırma
Enstütüsü Direktörü Prof. Dr. Chiristian PFEİFFER"in anlattıkları çok
ilginç, şöyle diyor sayın PFElFFER (Hukuk Devletinde Terör ve Örgütlü Suçlarla
Mücadele, 1996, s.364 ve devamı):
(Bizde
eksik olan bir hususu bir örnekle açıklamak istiyorum: New York'daki
dostlarımın daveti üzerine uzun bir süre New York Force Against Organized
Crime'de "Organize Suçlara karşı Güç Teşkilatı" bulundum. Buradaki
dostum olan bu teşkilatın lideri, ABD'de organize suça karşı ne şekilde
mücadele ettiklerine dair cömert bir şekilde bilgilendirdi.
Burada
bir şey açıklığa kavuştu: Amerikan polisinin, Alman polisine karşı önemli bir
avantajı vardır; Belirli sınırlar içinde dava ikamesi muhtariyeti sistemini
uygulayabilir. Bunu size bir örnekle açıklamak istiyorum: New York'daki bir
lokanta sahibi koruma parası için şantaja uğramaktadır. Her hafta belirli bir
para meblağını Amerikan mafyasına ödemek zorunda bırakılmıştır. Almanya'da
mahkeme salonunda tanık olarak bulunması ve ailesini tehlikeye atacağı için
polise gitmeye cesaret edemez. Hamburg'daki örneği hatırlayacaksınız. ABD'de
bunu neden yapabiliyor' Çünkü Amerikan polis memuru kendisine şunu
söyleyecektir: Verdiğiniz bilgileri gizlilik içinde kullanacağımı size garanti
edebilirim. Yasa bana bu olanağı tanımaktadır. Ben sadece bu faili takip etmekle
görevliyim. Bunu da bu günden itibaren yapacağım. Sizin bana verdiğiniz
bilgiler temelinde bu kişinin tüm gün boyunca gözetlenmesini sağlayacağım. Bu
kişinin bir örgüt adına para tahsilatında bulunan bir kişi olmasının teyid
olmasından sonra arabasına bir mikrofon yerleştireceğiz.
Belki
de evine de bir mikrofon yerleştireceğiz. Kendisine gizli araştırmacılar
vasıtasıyla yaklaşmayı deneyeceğiz. Aylar boyunca bu kişinin her adımını,
arkasındaki adamları, talimat verenini ortaya çıkarana kadar takip edeceğiz.
Çünkü bu kişi genelde sadece bir cephe askeridir. Bir örgüt adına görevi en ön
cephede yerine getirmek için, parayı tahsil etmek ve şantajları ifade etmek
için faaliyet gösteren bir kişidir. Biz ise arkasındaki adamlarla
ilgilenmekteyiz. Yani bilgiyi aldığımız andan itibaren ceza takibatı
yürütüyoruz., ancak bilgileri aldığımız, bizi harekete geçiren tanığı rahat
bırakıyoruz, bu kişi mahkeme önünde ifade vermeyecektir. İleride bir ceza
davası ikame edilmiş olacak, ancak bu dava bilgileri edindiğimiz günden
itibaren elde edilen polis deneyimlerine dayandırılacaktır.
Diğer
dikkatimi çeken bir husus da, ABD'deki özel polisin organize suçlara karşı
sahip olduğu mükemmel donanım oldu. Sordum : Siyasetçiler tarafından bu husus
bu kadar ciddiye mi alınıyor, yani en son tekniklere, hızlı arabalara ve
muhteşem binalara sahip olmanız. "Hayır" dediler, "biz kendi
kendimizi finanse ediyoruz."
Sordum:
Nasıl' Oldukça Amerikalı sayılabilecek bir yöntemle, ABD'de ispatlama
yükümlülüğünün tersine döndürülmesi esası biliniyor, eğer organize suçlar söz
konusuysa. Yani bir mafya patronunu yakalıyorsanız ve bu kişinin bankada 5
milyon doları, bir gemisi ve çok sayıda evi varsa, bu serveti yasal paralarla
edindiğini onun ispatlaması gerekmektedir. Paranın nereden geldiğini kanıtlayamazsa
veya miras olarak intikal etmemişse, paranın tamamı devlete geçer. Ve para kime
gider' Bu kişiyi yakalayan polis makamına. Bu nedenle bu kadar iyi bir donanıma
sahipler. En azından New York eyaletindeki uygulama bu yöndedir. Polis
ödüllendiriliyor. Araştırmadaki başarıları için (tabii ki aşırı olarak değil,
adam milyarder ise, paranın tamamı onlara gitmiyor) ancak mantıklı bir boyutta,
devletin ispat yükünün tersine çevrilmesiyle elde ettiği gelirlere ortak
oluyorlar.
Bu
da şu anda Almanya'da teklif edilmektedir. Tabii ki çok problemli bir yöntemle.
Muhalefette bulunan Sosyal Demokrat Parti, henüz tutukladığımız bir kişinin tüm
servetine el konulması teklifini getirdi. Ve bu kişinin de bunun üzerine,
soruşturma amaçlı tutuklu iken, paranın kendisine ait olup olmadığını, yasal
yoldan kazanılıp kazanılmadığını kanıtlayacaktır. Bu benim için biraz ileriye
gitmektedir. Tutuklanan bir kişi henüz mahkum edilmemiştir.
İnsan
Hakları Konvansiyonunun 6 ncı maddesindeki suçsuzluk varsayımı (bana göre) her ilgili
kişiyi kesinleşmiş bir mahkumiyet alana kadar korumaktadır. Yapabileceğimiz tek
şey, bu kişinin tutuklu olduğu süre içinde servetine el koymamız ve mahkum
olmasını beklemektir. Ondan sonra olaya el koyabiliriz ve "şimdi bu parayı
nereden temin ettiğini ispatla bakalım" diyebiliriz. Ancak en erken bu
aşamada ve daha önce değil.
Amerikalılarla
Almanların bu önerilerini tartıştım, dediler ki: " Bunu asla Sosyal
demokratlarınızın teklif ettikleri şekilde yapmamanız gerekir, çünkü bu durumda
başınıza tazminat davaları belasını sararsanız." Çünkü bir çok durumda,
söz konusu kişinin fail olmasından emin olmamıza rağmen, istediğimiz kararı
alamamaktayız. Bu arada tüm servetine el koyarsak bize karşı dava açabilir ve
tekrar geri isteyebilir, artı kaybettiği karları da isteyebilir. Bu da devlet
için pahalıya mal olacak bir iştir ve bu nedenle bu kadar hızlı hareket
etmememizi tavsiye ettiler).
k-
1970 de "Quebec FLN" terörist örgütünün saldırısı ile karşı karşıya
kalan Kanada Başbakanı, kamu düzeninin korunmasını insan haklarının önüne
almakta tereddüt etmemiştir. (5 Aralık 1977 tarihli NEWS WEEK Dergisi.)
l-
İngiltere'de 1989 tarihli Terörizmi Önleme Kanunu,daha önceki ayrı başlıklı
1974, 1976 ve 1984 tarihli kanunların yeni bir şeklidir. Kanun, terör
örgütleri, sınır dışı etme, terörizme mali yardımda bulunma ve bu konulara
ilişkin yakalama, tutuklama ve yargılama yetkilerini düzenlemektedir.
Kanunda,
İrlanda Cumhuriyet Ordusu (İRA) ve İrlanda Milli Kurtuluş Ordusu, terör
örgütleri olarak ilan edilmiştir. Ancak İçişleri Bakanı parlamentonun onayı ile
İngiltere ve Kuzey İrlanda'daki terör olayları ile ilgili başka Örgütleri de bu
listeye dahil edebilir. Kanunda terörizm, "siyasi amaçlı şiddet kullanmak
ve toplumun tümü veya bir kısmı üzerinde korku yaratmak" olarak
tanımlanmıştır. Kanunda, terör örgütlerine üyelik, örgütleri desteklemek, örgüt
adına toplantılar düzenlemek, yardım toplamak ve örgüt üyeliğinin sembolü olan
giysileri giymek ceza tehdidi altında yasaklanmıştır.
Kanunun
II. Bölümünde İçişleri Bakanlığına, İngiltere ve Kuzey İrlanda'daki terör
olayları ile ilgisi olduğundan şüphelenilen kişilerin İngiltere'ye girmesini
yasaklamak veya ülkede yaşayanları sınırdışı etmek yetkisi tanınmıştır. Buna
göre, İngiltere'de 3 yıldan az bir süre yaşamış olan bir İngiliz vatandaşının
Kuzey İrlanda'ya girmesi men edilebilir. Aynı şekilde, Kuzey İrlanda'da Ulster
şehrinde yerleşik bir İngiliz vatandaşının İngiltere'nin diğer bölgelerine
girmesi yasaklanabilir. Bu yasak İngiliz vatandaşı olmayan yabancılar hakkında
da geçerlidir. Bunlar genelde, sınırda herhangi bir denetime tabi tutulmayan
İrlanda Cumhuriyeti vatandaşları olup, İngiltere'ye girmeleri engellenebilir
veya girenler sınırdışı edilebilir.
m-
Bu bağlamda en tehlikeli hükümler, 1988 tarihli Kuzey İrlanda Suç Delili
kanununda yer almaktadır, buna göre, bir ceza davasında mahkeme, sanığın tutum
ve davranışlarından sonuç çıkararak kendisini mahkum edebilir. Bu bağlamda,
sanığın, polisteki sorgusu ve mahkemede yargılanması sırasında ifade vermekten
kaçınması, kimliği ve sahip olduğu eşya konusundaki bilgileri gizlemesi,
mahkûmiyetine yeterli bir suç sayılmıştır. (Civil Liberties : Cases and
materials, London 1991, s.261.)
n-
Alman Ceza Kanunu terörle mücadele açısından zaten etkili hükümler ihtiva
etmektedir. Örneğin Kanunun, "Demokratik Hukuk Devletini Tehlikeye
Atma" başlığı altındaki 84 ve onu izleyen maddelerinde, anayasaya aykırı
örgütlerin veya yerlerine kurulan ikame örgütlerin bayrak, flama veya
mensuplarının üniformasını taşımak ya da slogan veya selam tarzlarını taklit
etmek suç sayılmıştır.
o-
İspanya'nın 26 Aralık 1984 tarih ve 9/84 Sayılı Terör Kanunu, "Silahlı
Grupların ve Terörist Unsurların Eylemlerine Karşı Anayasanın 55. maddesinin
Geliştirilmesi" gibi çok uzun bir başlık taşımaktadır.
İspanya
Anayasasında, silahlı gruplar ve teröristerle mücadele amacıyla, kişi özgürlüğü
ve özel hayat ve aile hayatının korunmasına ilişkin hükümlerin askıya
alınabileceği öngörülmüştür. Adından da anlaşılacağı gibi, söz konusu kanun, bu
hükümlerin nasıl uygulanacağını belirlemek amacıyla kabul edilmiştir.
Kanunun
16. maddesinde polise, 1. maddede öngörülen suçlardan birisini işlediği
şüphesiyle herhangi bir kişiyi mahkeme kararı olmaksızın yakalama ve 72 saat
gözaltında bulundurma yetkisi tanınmıştır.
Polis,
yakalanan kişinin gözaltında bulunduğu sürece herhangi bir kimse ile görüşme ve
haberleşmesini de yasaklama yetkisine sahiptir.
Aynı
şekilde, kanunun 16. maddesinde, güvenlik güçlerinin kanun kapsamına giren
suçların kovuşturulması çerçevesinde mahkeme kararı olmadan arama yapabileceği
öngörülmüştür.
Kanunun
11. maddesine göre, terör eylemlerine ilişkin suçların yargılaması, merkezi
olarak Madrit'te, bu amaçla kurulmuş özel yetkili bir mahkemede yapılmaktadır.
İspanya
konuya ilişkin mevzuatının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesiyle çelişebileceği
endişesiyle, Komisyon ve Mahkemenin yetkisini kabul ederken aşağıdaki beyanda
bulunmuştur:
"İspanya,
Hükümeti, Sözleşmenin 15 ve 17. maddeleri hükümlerini, Anayasanın 55 ve 116.
maddelerinde belirtilen önlemlerin alınmasına imkan verdiği şekilde
yorumladığını beyan eder." (Doç. Dr. Şeref ÜNAL, Milletlerarası Hukuk
Açısından Güneydoğu Sorunu ve Terörle Mücadele, S.65.)
p-
Terör olgusuyla karşılaşan İngiltere, daha ileri gitmiş "salahiyetli bir
mahkeme kararı olmadan kimsenin tutuklanamayacağı", "tutuklanan bir
kişiye, tutuklanmasını icap ettiren sebepler ve kendisine vaki isnatların en
kısa zamanda ve anladığı bir dille bildirilir" şeklindeki, imzaladığı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 5 nci maddesi hükümlerini, idari
tutuklamalar yaparak ve tutuklama nedenlerini sanık ve yakınlarına
bildirmeyerek, birçok kez ihlal etmekten çekinmemiştir.
Konu
Brannigan ve Mc Bride davasıyla (28.5.1993) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine
götürülmüştür. Divan kararı şöyledir:
(Divan
Kuzey İrlanda ve İngiltere'de terörist şiddetin sonuçları ve yaygınlığının
ulusun varlığını tehdit eden boyutta olduğunu kabul etmiştir. Alınan Önlemlerin
değerlendirilmesine gelince : Divan 1974 den itibaren İngiliz Hükümetinin
terörizmle mücadele etmek için idari yakalama ve tutuklama yetkisine ihtiyaç
duyduğunu görmüştür. Brogan kararı İngiliz Hükümetini bir tercih karşısında
bırakmıştı. Ya tutuklama kararı aleyhine yargıç önüne çıkarılma usulü
uygulanacaktı, yada bu konuya ilişkin askıya alma bildiriminde bulunacaktı. İngiliz
Hükümeti sonuncuyu seçti.
Denetimin
en duyarlı konusu tutuklamanın yargıç kararı olmadan uzatılması yetkisiydi.
İngiliz Hükümetine göre, tutuklama nedenlerinin şüpheliler ve avukatlarından
gizli tutulması terörle mücadelenin en önemli koşuluydu. Öte yandan tutuklama
kararının yargıca aldırılması onu teröristlerin hedefi haline getirecek yada
halkın eleştirisi ile karşı karşıya bırakacaktı. İngiliz Hükümeti, Kuzey
İrlanda'da sayıları az olan yargıçların halkın güvenini kaybetmesi veya hedef
olmasını yargı bağımsızlığına aykırı saymaktaydı. Divan, kendisini Hükümet
yerine koyamayacağını, olağanüstü hal gerekleri ile, bireysel hakları
bağdaştırmak yada dengede tutmak işinin öncelikte iç hukuk otoritelerine
düştüğünü belirtmekle yetinmiştir. (Karar için bakınız. Prof. Dr. Tekin
AKILLIOĞLU, Terör ve İnsan Hakları, İnsan Hakları Merkezi Dergisi,
1995/Kasım,s.18-28.)
İnsan
Hakları Mahkemesinin ülkemize karşı tarafsız davrandığını iddia eden
hukukçularımıza soruyorum. Daha geniş boyutta terör eylemlerine muhatap olan
Türkiye'de idari makamlarca tutuklamalar yapılıp, tutuklama nedenleri sanık ve
yakınlarına bildirilmeseydi, aleyhimize karar verilmez miydi'
Yine
İngiltere, İnsan Hakları Mahkemesince tazminat ödemeye mahkum edilmesine ve bu
tazminatı ödemesine rağmen "SAS Komandolarının, idari makamlardan emir
aldığında, adam öldürmek dahil her türlü eylemi yapabileceği ve bu
eylemlerinden sorumlu tutulamayacağına" ilişkin iç hukuk düzenindeki yasa
maddelerini kaldırmamıştır. İngiliz hakimleri, iç hukuk düzenindeki İnsan
Hakları Sözleşmeleriyle bağdaşmayan bu yasa maddelerine dayanarak SAS
Komandolarını beraat ettirmeye devam etmektedirler.
Mc
Cann ve diğerleri davasında Komisyon, İRA mensubu oldukları tespit edilerek
takibe alınan 3 Kuzey İrlanda ve aynı zamanda İngiliz vatandaşının, İngiliz SAS
Komandoları (Özel Hava Servisi) tarafından Cebelitarık'ta vurularak
öldürülmeleri ve sanıkların İngiliz Mahkemelerince beraat ettirilmeleri olayını
incelemiştir.
Olay
sonrası ölenlerin yakınları, güvenlik güçlerinin yargısız infaz yaptıklarından
yakınmışlardır. Komisyon, güvenlik güçlerinin görevlerini yaptıklarına,
işaretle, Sözleşmenin yaşama hakkına ilişkin 2. maddesinin ihlal edilmediği
sonucuna varmışsa da davanın daha sonra intikal ettirildiği Mahkeme Sözleşmenin
ihlal edildiğini tespit etmiştir.
Terör
suçu sanıklarına, İngiltere güvenlik kuvvetlerince yapılan uygulamalar, çağdaş
bir hukukçunun içine sindirebileceği nitelikte değildir.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesine, Kuzey İrlanda Hükümeti'nin, İngiltere aleyhine
açtığı ve aşağıda içeriğini açıkladığım davada, bu uygulamalar belgelenmiştir.
İrlanda
- İngiltere Davası (19 Ocak 1978)
Kuzey
İrlanda'daki olaylar nedeniyle Kuzey İrlanda Hükümeti 9 Ağustos 1971 tarihinde
yönetime, yargıç kararı aranması koşulunu kaldırarak tutuklama, gözaltına alma
ve bir yerde zorunlu olarak tutma yetkileri tanıdı. 30 Mart 1972 tarihinde ise
İngiltere otoriteleri yerel yönetimlerin yetkilerini devraldı. Resmi
açıklamalarda bu önlemlerin askeri amaçlı gizli bir örgüt olan İrlanda
Cumhuriyet Ordusu (IRA) mensuplarını hedef aldığı belirtildi. Bu arada taç
yanlısı (loyalistes) şiddet olayına karıştığından kuşkulanılan kişilere karşı
da bu önlemlerin uygulandığı görüldü. 16 Aralık 1971 tarihinde İrlanda Hükümeti
Birleşik Krallığın, Kuzey İrlanda'da AİHS'nin pek çok kuralını, bu arada
işkence ve kötü uygulama yasağını ihlal ettiği yolunda şikayette bulundu.
Komisyon ve Divanın bu konuda verdiği kararlar AİHS açısından kavrama
getirtilen bazı önlemli açıklamalar niteliğindedir.
Komisyon,
örnek olarak seçtiği olayları inceleyerek vardığı sonuçlarda, itiraf ve kanıt
sağlamak amacıyla sistemli bir biçimde ve bir arada yapılan beş kötü
uygulamanın AİHS'nin 3.maddesiyle yasaklanan "işkence ve kötü
uygulamalar" kapsamına girdiğini kabul etti.
"Beş
teknik" deyimiyle adlandırılan bu kötü uygulamalar, sorguya çekilen
kişilerin "çözülme"lerini sağlamak amacına yönelik, yön bulma ve
duyularını yitirmelerine yol açan "ileri" tekniklerden oluşmaktadır.
Bu uygulamalar özetle, ilgilinin başına örtü geçirilmesi, şiddetli ve sürekli
gürültüye maruz bırakılması, uykudan mahrum edilmesi, yiyecek kısıtlaması, ve
dar bir yerde duvara karşı ayakta durmaya zorlamaktır.
Komisyon
kararının bu uygulamaları AİHS'nin 3.maddesi kapsamında görmesi olumlu bir
yaklaşım olmakla birlikte, bunlardan yanlızca birinin tek başına uygulanmasının
işkencenin varlığını kabule yeterli sayılmaması, işkence veya kötü uygulama
sayılması için tümünün bir arada ve sürekli olarak yapılmasını araması
olumsuzdur. Başka bir deyişle işkence kavramının alanını daraltmaktadır.
Divanın
kararı da bir başka açıdan olumsuz niteliktedir.
Divan,
Komisyonun aksine söz konusu uygulamaların "kötü muamele"
sayılmalarına karşın, "işkence" kapsamında olmadığına karar
vermiştir. (Prof. Dr. Tekin AKILLIOĞLU, "İşkencenin, İnsanlık Dışı,
Aşağılayıcı, Zalimce Davranışların ve Cezaların Önlenmesi", Türkiye ve
Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü İnsan Hakları Yıllığı, 1988/1989, S.23.)
Temel
hak ve özgürlüklerin yasalar ile kısıtlanmasının veya zaman zaman ortadan
kaldırılmasının gerekçesini Alman Yasal Sistemi şu şekilde izah etmektedir:
(Terör
ile mücadeleye yönelik yasal düzenlemeler yapılırken, öncelikle bu mücadelenin
gerçek ihtiyaçları doğru tespit edilmeye çalışılmış ve bu ihtiyaçlar ve terörle
mücadelede hedefe ulaşmayı sağlayıcı yasal düzenlemeler getirilmiştir. Bu
yapılırken elbette kişilerin bir takım anayasal hak ve özgürlükleri kısıtlanmış
veya bazı hallerde tamamı ile askıya alınmıştır.
aa.
Terörizmin tehlikelerinden toplumu koruma gerekliliği kişisel özgürlüklerin
kaybından ve terör şüphelisi olan kişinin haklarından daha ağır basar.
bb.
Konu ile ilgili olarak verdiği bir kararda Alman Yüksek Mahkemesi; Alman
Anayasasının Alman Hükümetini, sadece vatandaşları kişisel olarak korumakla
değil, aynı zamanda Alman ulusunu bir bütün olarak korumakta yükümlü tuttuğunu
içtihat etmiştir. (Feyiz ERDOĞAN, Uluslararası Terörizm ve Terörizm ile İlgili
Alman Ceza Hukuku, Askeri Adalet Dergisi, Ocak/1994 S.41-49.)
"Militan
demokrasi" terimiyle nitelendirilebilecek bu yasal düzenlemeler, demokratik
ülkelerin Anayasal ve siyasi partilerle ilgili yasal düzenlemelerine de
yansımıştır. Doktrinde de baskın görüş : "militan demokrasi"
anlayışından asla vazgeçilmemesi gerektiği yolundadır.
Hele
bir ülke : 1- Ekonomik kalkınmasını tamamlayamamışsa, 2- Ekonomik kalkınmasını
tamamlamış olsa bile, o ülkede etnik farklılıklar ve mezhep farklılıktan varsa
ve farklılıklar ülkeyi bölmek isteyen iç ve dış mihraklarca kaşınıyorsa, 3- Bir
ülkede, terör eylemleri yaygınsa ve süreklilik kazanmışsa (bu durumda askeri
darbeler olmasa, iç harp çıkmasa dahi, vatandaşlar sandık başına gittiğinde,
Hitler ve Mussoiini örneğinde olduğu gibi, otoriter ve baskıcı bir rejim vaat
edenlerin partilerine daha çok oy vermektedirler) "militan demokrasi"
anlayışı benimsenmeden, sorunların üstesinden gelinemez.
Ülkelerinin
gerçeklerini ve sorunlarını bilen, sosyoloji ve siyasi tarihin ortaya koyduğu
bilimsel gerçekler üzerinde azda olsa düşünme fırsatı bulmuş iyi niyetli
aydınların aksini iddia edemeyecekleri kanısındayım.
"Militan
demokrasi" anlayışı ile ilgili olarak Başsavcılığımca, Refah Partisi ve
Demokratik Kitle Partisi ile ilgili olarak düzenlenen iddianame, esas hakkında
mütalâa ve sözlü açıklamalarda bazı bilgiler verilmeye çalışılmıştı.
Tekrarlardan kaçınmak için onlara değinmeyeceğim.
Ancak,
Doç. Dr. Fazıl SAĞLAM tarafından hazırlanan ve 1999 yılı Temmuz ayında
yayınlanan "Siyasal Partiler Hukukunun Güncel Sorunları" adlı kitapta
bu konuda yazılanlar, esas hakkında görüşümüzün bundan sonraki bölümüne ışık
tutar nitelikte olduğundan, o kitaptan bazı bölümleri yazmak zorunluluğu
duymaktayım :
(Federal
Almanya, siyasal partilere anayasal bir kurum olarak anayasasında ilk kez yer
veren ülkelerin başında gelmektedir. Siyasal partiler hukukunun İkinci Dünya
Savaşı'ndan sonraki gelişmesinde önemli bir rol oynayacak olan bu Anayasa'nın
21 .maddesi aynen şöyledir :
"Partiler,
halkın siyasal iradesinin oluşumuna katılırlar. Kuruluşları serbesttir. İç
düzenleri demokratik ilkelere uygun olmak zorundadır. Sahip oldukları maddi
araçların kaynağı ve kullanımı hakkında kamusal hesap vermekle yükümlüdürler.
Amaçlan
ve mensuplarının davranışlarıyla özgürlükçü demokratik temel düzeni ihlal
etmeye veya ortadan kaldırmaya veya Federal Alman Cumhuriyetinin varlığını
tehlikeye düşürmeye yönelen partiler Anayasa'ya aykırıdır. Anayasa'ya aykırılık
konusunda Federal Anayasa Mahkemesi karar verir.
Bu
çerçeve içinde diğer hususlar federal yasa ile düzenlenir"
Alman
Hukuku'nun siyasal partiler alanındaki asıl büyük önemi, değişik ölçülerde de
olsa birçok ülkenin yasama sürecini etkilemiş olmasıdır. Bu etki, kendisini
demokrasi anlayışında da göstermiştir.
Bonn
Anayasası'nın 21. maddesinin en önemli özelliği, militan demokrasi anlayışını
yansıtmasıdır. Alman Anayasa Mahkemesi bu anlayışı "streitbare Demokratie"
(mücadeleci, kavgacı demokrasi) terimi ile ifade etmektedir.
Almanya'da
siyasal partilerin demokrasi için taşıdığı vazgeçilmez önemi hukuk alanında
savunan, "partiler devleti" kavramını ortaya atan Gerhard LEIBHOLZ
bir makalesinde Bonn Anayasası'nın "militan demokrasi" anlayışım
benimsemiş olmasını şu görüşlerle desteklemektedir:
"Alman
Anayasası, 21.maddenin 2. fıkrasıyla Veimar Anayasası'nın yanlış bir özgürlük
anlayışıyla kendi zararına yol açacak biçimde gözden kaçırdığı bir düzenlemeyi
getirmiştir. Her anayasa gibi, liberal - demokrat bir anayasanın da
düşmanlarına karşı hukukun silahıyla kendisini koruma hakkına sahip olduğunda
kuşku yoktur. Hiçbir anayasadan, hele liberal bir hukuk devleti demokrasisi
öngören bir anayasadan, kendisini ortadan kaldıracak koşulları onaylaması ve
böylece intiharını yasallaştırması beklenemez. Liberal demokraside de özgürlük,
maddesiz, (substanslos) bir relativizmin ve nihilizmin görmek istediği gibi,
hukuksal bağlardan yoksun değildir. Böylesine yanlış anlaşılmış bir özgürlük,
önce özgürlüğün kendisini ve böylece özgürlükçü demokratik temel düzeni abes
bir noktaya ve sonunda yok olmaya götürür. Özgürlük, siyasal alanda da
keyfilikle özdeş değildir. Liberal bir demokraside de özgürlük, kendisine
siyasal açıdan işlerlik kazandıran varoluş temellerine bağlı olmayı şart kılar.
Bu bağlılığa değişmezlik sağlamak ve buna karşı olanları devlet düşmanı olarak
değerlendirmek liberal demokrasinin hakkıdır."
Büyük
hukukçu MANZİNİ'de :
(Her
halde açıktır ki, ister totaliter, ister liberal, ister demokratik, isterse
sosyalist vs.olsun, her devlet, işlevlerinin ve menfaatlerinin bilincindeyse,
varlığını, düzenini, faaliyetlerini etkili kılmak ve canlandırmak için, zorunlu
olan moral/ahlâki enerji bakımından tehlikeli görünen her şeye karşı kendini
korumak görev ve hakkına sahiptir) demiştir.
Yüzyılımızın
büyük düşünürü Karl POPER'in söylediği gibi, "demokrasi, karşılıklı
anlayış ve hoşgörünün hakim olduğu bir rejimdir. Ne var ki "hoşgörü"
çelişkili bir kavramdır. Sınırsız hoşgörü (tolerance). hoşgörüyü ortadan
kaldırır. Hoşgörü sahibi olmayanlara hoşgörü gösterilmesi, hoşgörülü bir
toplumun dayatmacılara karşı savunmasız bırakılması, hoşgörüsüyle birlikte,
hoşgörülü kişinin kendisini de yok eder.
Gerek
Alman Hukuk Öğretisi ve gerekse Federal Anayasa Mahkemesi içtihatları, militan
demokrasi anlayışı ile özgürlük, özellikle siyasal düşünce özgürlüğü arasındaki
riskli ilişkiyi, oldukça eleştirici bir gözle değerlendirmeye ve hassas bir
denge içinde tutmaya çalışmışlardır. Bu konuda HESSE'yi örnek olarak göstermek
doğru olur. s.10.
Bilindiği
gibi Almanya'da siyasal partilerin yasaklanmasına ilişkin hüküm, Federal
Anayasa Mahkemesi tarafından iki kez uygulanmıştır. 23 Ekim 1952 tarihinde
Sozialistische Reichspartei (SRP) (Sosyalist Devlet Partisi) ve en son 17
Ağustos 1956 tarihinde de Kommunistische Partei Deutschland (KPD) (Alman
Komünist Partisi)'nin kapatılmasına karar verilmiştir.
Bu
tarihten sonra Almanya'da parti yasağı konusunun gündeme gelmemiş olmasını
demokratik düzenin yerleşmesi ve kamu oyu ve geniş yığınlarca benimsenmesiyle
açıklamak mümkündür. Böyle bir ortamda düzen dışı (marjinal) parti ya da
akımların demokratik düzen için somut bir tehlike oluşturmaması parti yasağına
ilişkin Anayasa hükmünün harekete geçirilmesine gerek bırakmamıştır. S.11.
Parti
yasağı sorunu, özellikle ülkemiz bakımından güncelliğini sürekli koruyan bir
konudur. Başka ülkeler bakımından güncel önemi arka planda kalsa da bu sorun
"demokrasilerde parti yasağı yoktur" şeklinde yüzeysel söylemlerle
geçiştirilebilecek bir konu değildir. Bir kere parti yasağı sorununun
"militan demokrasi" anlayışının doğal bir yansıması olduğuna yukarıda
değinmiştik. Ancak parti yasağı, militan demokrasi anlayışının öngördüğü ölçüde
olmasa bile, klasik özgürlük anlayışının egemen olduğu toplumlarda da varlığını
hissettiren bir konudur. Bu ülkelerde, ya da militan demokrasi anlayışının
etkili olduğu bir çok ülkede parti yasağının güncel bir öneminin bulunmaması bu
sorunun, her çeşit hukuk düzeninde şu veya bu biçim ve ölçüde her zaman var
olduğu gerçeğini unutturmamalıdır. S.55.
İsrail'de,
Parlamentoya ilişkin temel Yasanın 7/a maddesinde 1985 yılında yapılan bir
değişiklikle seçime katılamayacak olan partilere ilişkin yeni bir hüküm
getirilmiştir:
"Aşağıdaki
partiler seçimlere katılamazlar: l) İsrail devletinin Yahudi halkının devleti
olduğunu inkar eden partiler ; 2) İsrail devletinin demokratik karakterini
inkar eden partiler ; 3) Irk ayırımını kışkırtan partiler."
İtalya'da
parti yasağı Anayasa'da dolaylı ve sınırlı bir biçimde düzenlenmiştir.
Anayasa'nın geçici XII. maddesi, kapatılmış bulunan Faşist Parti'nin herhangi
bir biçim altında yeniden açılmasını yasaklamaktadır. Bu yasakla ilgili olarak
ayrıca bir de 20.06.1952 tarih ve 645 sayılı bir uygulama yasası çıkarılmıştır.
Bu yasada "siyasal mücadelenin bir aracı olarak güç kullanmayı yüceltmek,
güç kullanma tehdidinde bulunmak veya güç kullanmak, Anayasa'da güvence altına
alman özgürlükleri bastırmak, demokrasiyi ve kurumlarını, mukavemet hareketinin
değerlerini karalamak, ırkçı politikalar geliştirmek veya adı geçen partiye
özgü olan ilke, olay ve yöntemleri yüceltmeye yönelik bir etkinlik yürütmek
veya Faşist görünüşte gösteriler yapmak suretiyle faşist partiye özgü
antidemokratik amaçların izlenmesi" yasaklanmaktadır.
Fransa'da
1901 tarihli Dernekler Yasası'nın 3.maddesinde öngörülen yasaklar partiler için
de geçerlidir. Bu maddeye göre, devletin ülke bütünlüğüne ve cumhuri devlet
biçimine zarar vermeyi amaçlayan dernekler batıldır. Bu durumdaki bir derneğin
feshine, üyelerinden birinin ya da savcının başvurusu üzerine Mahkemece
(Tribünal de grande instance) karar verilir.
Parti
yasağı bakımından bir başka önemli yasa 10 Ocak 1936 tarihli Savaş Grupları ve
Özel Milisler Hakkındaki Yasa'dır. (loi sur les grouppes de combat et les
milices privees). 1934 yılında radikal sağ gruplar tarafından yaratılan
huzursuzluklara karşı çıkarılan bu yasa, oldukça sık uygulanmıştır. Uygulama,
genelde parlamento dışı muhalefete yönelik olmakla birlikte istisnaen partileri
de hedef alabiliyor.
Aşağıda
yazılı örgütler bu yasaya dayanılarak kapatılmıştır, lifue daction franscaise
(1936), Parti national populaire (1936), Parti natianal breton (1936),
Mouvement yor le rriompfe deş libertes demokratiqfes '1954) Parti communiste
algerien (1955), Comite d'entente por l'Algerienc francaise (1961) Organisation
de l'armee secrete (1961) Service d'action civique (1982) Front de liberation
nationalede la Corse (1983) alliance revolutionnaire deş Carabies (1984),
FROMONT 1990, s.243.
Bu
yasanın 1 inci maddesi şöyledir :
Cumhurbaşkanının
Bakanlar Kuruluna danışarak alacağı kararla aşağıdaki dernek ve de facto savaş
grupları yasaklanabilir:
1.
Sokaklarda silahlı gösteri yürüyüşü düzenleyenler;
2.
Veya hükümetten izinli savunma hizmetine hazırlama derneği statüsünde
olmaksızın, askeri biçim ve örgüt düzeni dolayısıyla savaş birlikleri ve özel
milis niteliği taşıyanlar,
3.
veya ülkenin dokunulmazlığına ve cumhuri devlet biçimine saldırı amacı
taşıyanlar;
6.
Veya ayrım amacıyla bir kişiye ya da kişi grubuna karşı (nesli) menşei, bir
halka, ulusa veya dine mensup olması veya olmaması nedeniyle kin gütmeyi veya
güç kullanmayı tahrik eden veya böyle bir ayrımı haklı kılmaya veya teşvik
etmeye yönelik görüş ya da teoriler yayanlar"
11
Haziran 1979 tarihli İdari Usul Yasası'na göre böyle bir kararın gerekçeli
olması gerekiyor. Kapatma kararlarının yargısal denetimi Conceil d'Etafda
yapılıyor.
Kapatılan
siyasi örgütün üyelerinin toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkı ortadan
kalkmıyor. Ancak, bunların aynı örgütü yeniden kurmaları, 6 ay ile iki yıl
arası hapis ve 60 ile 18.000 Frank para cezasını gerektiren bir suç
oluşturmaktadır. S.58.
İspanya
Anayasası militan demokrasi anlayışını benimsemiş olmasına rağmen, parti
yasağına ilişkin bir hüküm içermemektedir. Parti yasağına ilişkin düzenlemeler
Partiler Yasası'nın 6. maddesinde yer alıyor. Bu maddeye göre bir partinin
yasaklanması ya da faaliyetlerinin durdurulması Mahkeme kararı ile ve ancak
aşağıdaki durumlarda mümkündür:
-
İspanya Ceza Yasası tarafından illegal örgüt olarak tanımlanmış bir durumun
ortaya çıkması;
-
Partinin örgütü ya da etkinliği ile antidemokratik bir tutum ve davranış içinde
olması. s.58.
Portekiz'de,
parti kapatmaya neden olan olgular şöyle belirlenmiştir: Parti amaçlarının
samimi olmaması veya kamu ahlakı veya düzenine ters düşmesi (ulusal bağımsızlık
ve Portekiz Devleti'nin birliği alanlarındaki Anayasa'da öngörülen engellerin
aşılması da dahil olmak üzere) parti amaçlarının sistemli olarak ve kamu ahlak
ve düzenine ters düşecek veya silahlı kuvvetlerin disiplinini bozacak biçimde
haksız araçlarla izlenmesi;
faşist
ideolojinin benimsenmesi. S.61.
Avusturya'da,
"Nasyonal Sosyalist Parti'nin Yasaklanmasına İlişkin Yasa" Anayasa
düzeyinde bir kural olup, Siyasal Partiler Yasası'nın 1. paragrafında yine anayasal
düzeyde öngörülmüş bulunan siyasal partilerin kuruluş özgürlüğüne getirilmiş
bir sınırlamadır. Bu yasanın 3/a maddesine göre, kanunen yasaklanmış bulunan
bir nasyonal sosyalist örgütü ayakta tutmaya veya yeniden kurmaya yönelik
girişimler yasaklanmıştır. Ayrıca aynı madde, bunun da ötesinde üyelerinin
nasyonal sosyalist anlamda faaliyeti ile Avusturya Cumhuriyeti'nin
bağımsızlığını yok etme veya kamu düzenini ve Cumhuriyetin yeniden inşasını
bozma amacı güden birliklerin kurulmasını da yasaklamaktadır. S.62.
Ayrıca,
yine Avusturya'da, herhangi bir resmî makam, kurulu bulunan veya kurulacak olan
yasak amaçlı partinin faaliyetleri ile ilgili olarak, o partinin tüzel
kişiliğini tanımamak hakkına sahiptir. Örneğin, tapu dairesi böyle bir partinin
tüzel kişiliğini reddederek parti adına gayrimenkul kaydı yapmayabilmekte,
telefon idaresi partiye telefon bağlantısı kurmayabilmekte, seçim kurulu da
böyle bir partinin seçimlere katılmasını önleyebilmektedir. Böyle bir engelleme
söz konusu olduğunda, tüzel kişiliği tanınmayan siyasi partinin, aleyhindeki
idari kararlara karşı, Anayasa Mahkemesine kadar uzanan bir yasal itiraz hakkı
bulunmaktadır.
Tüm
bu ülkelerde, partilere ilişkin yasağın uygulanması, hukusal nitelik yanında
daha büyük bir ağırlıkla siyasal bir nitelik taşımaktadır. Siyasal partiler,
siyasal yaşamın taşıyıcı unsurları olduğuna göre, bunlardan birinin devreden
çıkarılması, meşru bir hukuksal temele dayalı olsa bile, siyasal etkileri daha
ağır basan siyasal içerikli bir karardır. Bu nedenle karşılaştırma yapılan
ülkelerin çoğunda bu konuda açık bir çekingenlik gözlemlenmektedir. Ancak bu
ülkelerin hiçbirinde parti yasağına ilişkin yürürlükteki kuralların
kaldırılması yönünde bir eğilimin de bulunmadığına dikkati çekmek gerekir.
Bundan şu sonucu çıkarabiliriz. Ülkeler, özgürlükçü demokratik düzenin
yerleşikliği ve mevcut siyasal partilerin rejimle barışıklığı ölçüsünde ve
özellikle uygulama aşamasında parti yasağından uzak kalma eğilimi
gösteriyorlar. Ancak rejime yönelik tehdit ve tehlikelere karşı hukuksal
önlemleri hazır bulundurmaktan da geri durmuyorlar. Bu önlemlerin derecesi,
ülkelerde klasik ya da militan demokrasi anlayışının yaygınlığı ölçüsünde
değişiyor. Ancak, militan demokrasi anlayışının benimsenmediği ileri sürülen
ülkelerde dahi, somut bir tehdit ya da tehlikenin söz konusu olduğu dönemlerde
bu tür yasakların ortaya çıktığı, tehdit ve tehlike ortadan kalkmış gözükse
bile yasağın yürürlükte kaldığı, genel bir gözlem olarak kendini gösteriyor.
Yukarıdaki karşılaştırmada bunun somut örnekleri sergilenmiş bulunmaktadır.
Karşılaştırılan ülkelerde yasağa hiç yer vermeyen Yunanistan ve Japonya'da dahi
somut bir gereksinimin baş göstermesi halinde aynı sürece girileceği
kuşkusuzdur. Zaten Yunanistan'da yasağa dayanak oluşturacak anayasal bir hüküm
varlığı yanında, Japonya'da da dernek özgürlüğü çerçevesinde ölçülülük
ilkesiyle haklı kılınacak bir sınırlamanın tartışma konusu olmaması bu
yargımızı doğrulayan hukuksal verilerdir. s.72.
Birçok
ülkede siyasal partiler, anayasal düzenlemelerle belirli bir siyasal amaca
bağlı kılınmışlardır. Bu amaç, siyasal partilere özgürlükçü demokratik düzene
sadakat yükümlüğü getirmektedir. Ayrıca siyasal partilere dernek özgürlüğü
güvencesi dışında bir varlık tanımadığını ileri süren ülkelerde dahi,
partilerin kazandığı ayrıcalıklı statü, onlara tanınan özgürlüğün böyle bir
amaçsal bağdan soyutlanmasına imkan vermemektedir. İşte parti yasağı sorununun
düğüm noktasını burada aramak gerekir.
Bundan
şu sonuç çıkıyor. Demokrasi anlayışı militan olsun olmasın, her ülke kendi
varlığını ve rejimini tehdit eden siyasal parti ya da hareketleri, bu tehdit ya
da tehlike somutlaştığı ölçüde yasaklama eğilimine girer. Militan olan ve
olmayan demokrasi anlayışları arasında bu açıdan yalnızca bir söylem farkı, bir
derece farkı bulunmaktadır. Burada demokrasinin temel felsefesi açısından her
iki yaklaşım için de önemli olan, "özgürlüğün temel bir değer olarak
korunması ve yasağın bu temel değere hizmet ettiği ölçüde var olması ve
uygulanmasıdır. Bir ülke, bu hassas dengeyi koruyabildiği ölçüde demokrattır.
Bu açıdan bakıldığında bir ülkede salt yasağın varlığı o ülkenin demokratik
niteliğine halel getirmez. Yeter ki yasaklamanın boyutu, özgürlükçü demokratik
düzeni ve ülkenin varlığını koruma amacıyla ölçülü bir denge içinde tutulabilsin.
Bu dengenin korunmasında yalnızca devlete ya da kurulu düzenin partilerine
değil, kurulu düzene karşıt partilere de büyük bir sorumluluk düşmektedir.
İnsan hakları ve ona dayalı demokrasi, evrensel bir değer olduğunu büyük ölçüde
kanıtlamıştır. Öyle ki marjinal partiler bile bundan kendi amaçları yönünde
yararlanma şansına sahiptir. Yeter ki bu yöndeki mücadeleleri, oyunun temel
kuralları içinde kalsın, başka bir deyişle demokratik rejimin kendilerine
sağladığı haklar kötüye kullanılmasın. Bu temel koşullara uymaları kaydıyla
marjinal partilerin bile özgürlükçü demokratik bir düzende yasağa muhatap
olmaksızın demokratik yöntemlerle geniş bir siyasal alan bulmaları mümkündür.
Bu imkanı kullanmak yerine rejimi yıkma amacı güden ve bu amaca ulaşmak üzere demokrasinin
kendilerine sağladığı hakları kötüye kullanan ve gerektiğinde şiddete başvurma
hazırlığına yönelen partilerin, kendilerine yönelik bir yasağın varlığından ve
uygulanmasından yakınmaya hakları yoktur. S.74.
Türkiye'de
siyasal partiler hukukunun önündeki en büyük engel, siyasal partiler
yelpazesinde demokrasiyi içtenlikle benimsememiş partilerin yaygınlığıdır.
Ülkemizde bugün egemen olan siyasal kültürün sağlıklı bir demokrasinin
yerleşmesi için yeterince olgunlaşmış olduğunu söylemek güçtür. "Parti içi
demokrasinin yokluğu", "liderler sultası" gibi söylemlerin
yaygınlığı demokrasi kültüründeki eksikliğin bir göstergesidir. Partilere
egemen olan kadroların büyük bir çoğunluğu demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak
düşünmemekte, onu kendilerini siyasal iktidara götürmekle işlevini tamamlayacak
bir araç olarak görmektedir.
Ama
asıl tehlikelisi, rejimle barışık olmayan, Devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez
bütünlüğünü, üniter yapısını, laik düzenini tartışma konusu yapan kısa ya da
uzun vadede bu niteliklerde şu ya da bu ölçüde değişiklik yapmayı amaçlayan
partilerin siyasal partiler yelpazesinde küçümsenmeyecek bîr yer tutmasıdır. Bu
tür partilerin her somut olayda rejim pazarlığına yönelmesi, Türkiye'de
demokratik bir konsensüsün varlığını şüpheye düşürecek boyutlara varmıştır.
Oysa
böyle bir konsensüs ancak Cumhuriyet Anayasaları'nın ortak mirası olan temel
ilkelerde tam bir birliğin sağlanması ile mümkündür. Bu ilkeler, ulusal
egemenlik ve ulusal bütünlük kavramları ile birlikte insan haklarına dayalı, Atatürk
milliyetçiliği anlamında milli, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olarak
özetlenebilir. Çoğulcu demokrasi, ancak böyle bir temel üzerinde sağlanacak bir
uzlaşma ile yükselip gelişebilir. Demokrasi uzlaşmaya dayalı bir denge
rejimidir, ama temel ilkelerde görüş birliği içinde olmayan siyasal aktörlerin
günlük politikada uzlaşmaya dayalı çoğulcu bir denge kurmaları mümkün değildir.
Yukarıda
parti yasağı konusunda yaptığımız genel değerlendirmede de vurguladığımız gibi
bu dengenin korunmasında yalnızca devlete ya da kurulu düzenin partilerine
değil, kurulu düzene karşıt partilere de büyük bir sorumluluk düşmektedir.
İnsan hakları ve ona dayalı demokrasi, evrensel bir değer olduğunu büyük ölçüde
kanıtlamıştır, öyle ki marjinal partiler bile bundan kendi amaçları yönünde
yararlanma şansına sahiptir. Yeter ki bu yöndeki mücadeleleri, oyunun temel
kuralları içinde kalsın, başka bir deyişle demokratik rejimin kendilerine
sağladığı haklar kötüye kullanılmasın. Bu temel koşullara uymaları kaydıyla
marjinal partilerin bile özgürlükçü demokratik bir düzende yasağa muhatap
olmaksızın demokratik yöntemlerle geniş bir siyasal alan bulmaları mümkündür.
Bu imkanı kullanmak yerine rejimi yıkma amacı güden ve bu amaca ulaşmak üzere
demokrasinin kendilerine sağladığı hakları kötüye kullanan ve gerektiğinde
şiddete başvurma hazırlığına yönelen partilerin, kendilerine yönelik bir
yasağın varlığından ve uygulanmasından yakınmaya hakları yoktur. S.148.
Federal
Almanya Anayasası'nın 21. maddesinde yer alan hükmü, Türk Anayasası ile
karşılaştırmak konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Bilindiği
üzere Alman Anayasası'nın 21. maddesi "Amaçları ve mensuplarının
davranışlarıyla özgürlükçü demokratik temel düzeni ihlal etmeye veya ortadan
kaldırmaya veya Federal Alman Cumhuriyetini ve varlığını tehlikeye düşürmeye
yönelen partileri, anayasaya aykırı" olarak nitelemekte ve bu tür
partileri kapatma yetkisini Anayasa Mahkemesine vermektedir. Burada henüz somut
bir örneği ortaya çıkmadığı için üzerinde fazla durulmayan "Fedaral Alman
Cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürme" hükmüne dikkati çekmek
istiyoruz. Bu hüküm, siyasal partilerin yalnızca özgürlükçü demokratik temel
düzeni ihlal etmeye veya ortadan kaldırmaya yönelen partileri değil, Federal
Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmeye yönelen partileri de yasak kapsamına
almaktadır. Bu bağlamda devletin federal yapısının Alman Anayasasının 79/3.
maddesi uyarınca anayasanın değişmez hükümlerinden olduğunu da eklemek gerekir.
Bu durum, Alman Birliğinin geleneksel federatif yapısını üniter bir devlet
yapısına dönüştüren nasyonal sosyalist düzene bir tepkinin ifadesidir. Bu
nedenle Almanya'da federalizm özgürlükçü demokratik düzenin de bir güvencesi
olarak görülür.
Görülüyor
ki durum Türkiye'dekinin tam tersidir. Türkiye Cumhuriyeti üniter bir devlet
olarak kurulmuş, Cumhuriyet Anayasaları üniter bir yapıyı esas almıştır.
"Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü" ilkesi,
"millet egemenliği", "Atatürk Milliyetçiliğine bağlı
devlet" ilkeleri federatif bir yapıyı olanaksız kılmaktadır.
Ayrıca
1982 Anayasası, 3. maddesinde yer alan : "Türkiye Devleti ülkesi ve
milletiyle bölünmez bir bütündür" kuralına değişmez bir nitelik
kazandırmış, siyasal partilerin aynı ilkeye aykırı tüzük, program ve
eylemlerini temelli kapatma nedeni olarak düzenlemiştir.
Şu
halde nasıl ki Federal Almanya'da bir siyasal partinin devletin federal
yapısını değiştirip üniter bir yapı kurmak amacıyla Federal Cumhuriyetin
varlığını tehlikeye düşürmeye yönelmesi bir parti kapatma nedeniyse, Türkiye'de
bir siyasal partinin, federal bir devlet kurma amacıyla devletin üniter
yapısını tehlikeye düşürecek bir eylem içine girmesi de aynı şekilde bir parti
kapatma nedenidir. Bunun AİHS'nin 11.maddesiyle bağdaşmaz bir yönünün
bulunmaması gerekir. S.161.)
Doç.
Dr. Fazıl SAĞLAM'ın yukarıda ayrıntılarıyla açıkladığım görüşlerine aynen
katılıyoruz. Esasen Anayasa Mahkememizin bugüne kadar verdiği parti kapatma
kararları, bu görüşlere ve "militan demokrasi" anlayışına tamamen
uygundur. Sosyal gerçeklerimize ve Anayasamıza uygun bulunduğunda kuşku
bulunmayan bu kararlar, Anayasa Mahkememize gerçek bir saygınlık
kazandırmıştır.
B-
Anayasa Mahkememizi, istikrarlı, Anayasa ve yasalarımıza uygun çizgisinden
saptırmak için, anayasal düzenimizle hiçbir zaman barışık olmamış, devletimizin
kuruluş felsefesini benimsememiş, bir kısmı Sevr'i hortlatmaya çalışan iç ve
dış mihraklarla hoş karşılanamayacak ilişkiler içinde olduğu bilinen bazı
yazarlar ve sözde bilim adamları, hâkimlerimize ve savcılarımıza Anayasamızı ve
yürürlükteki yasalarımızı uygulatmamak için büyük bir gayret içine
girmişlerdir.
Özellikle,
Anayasamızın 90 ncı maddesinin son fıkrasındaki "usulüne göre yürürlüğe
konmuş milletlerarası anlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasa'ya
aykırılık iddiası İle Anayasa Mahkemesine başvurulamaz" hükmü ile,
"Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi"ni imzalamamız ve "İnsan
Hakları Avrupa Mahkemesi"nin yargı yetkisini kabul etmemiz öne sürülerek,
Anayasa Mahkememiz ve diğer mahkemelerimiz, Anayasamızı ve yasalarımızı uygulayamaz
hale getirilmek istenmektedir. Bu görüşlerin, giderek daha çok hukukçuyu
etkilediği de bilinmektedir.
Bu
nedenle, bu konu üzerinde ne kadar düşünsek ve tartışsak azdır. Çünkü başka
türlü doğruyu bulamayız.
Bu
konudaki görüşlerimizi, çeşitli vesilelerle Anayasa Mahkemesi üyeleri önünde
açıklamak fırsatını bulduk. Bunların hiçbirini tekrarlamadan, son iki yılda
açıklanmış yeni bilimsel görüşleri bilginize sunmakta yarar görüyorum.
a-
Son yılların en iyi araştırmacılarından biri olan Doç. Dr. Metin FEYZİOĞLU,
1998 yılında yayınlanan "Tanıklık ve Dürüst Muhakeme" adlı eserinde
(s.5-9) şöyle diyor:
(AİHS
ve Türkiye tarafından onaylanan ek protokollerinin acaba iç hukuktaki yeri
nedir' Bunlar Anayasa hükmü niteliğinde midir, yoksa sıradan kanun hükümleri midir'
Bilindiği üzere Anayasanın 90/5. maddesine göre"Usulüne göre yürürlüğe
konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında
Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz."
Görüldüğü gibi Anayasa, usulünce yürürlüğe konulmuş antlaşmaların kanun
hükmünde olduklarını kabul etmiştir. Acaba kanun hükmünde olmak ne anlama
gelmektedir' Bir normun kanun hükmünde olması, öncelikle, onun normlar
hiyerarşisinde kanunlarla aynı sırada olması demektir.
Kelsen'ın
normlar hiyerarşisi sistemine göre, her norm geçerliliğini, kendinden önceki
normdan ve sonuç olarak en tepedeki norm olan temel normdan alır.
Milletlerarası antlaşmalar da geçerliliklerini, Anayasadan almaktadır. Peki
geçerliliğini Anayasadan alan ve bu nedenle normlar hiyerarşisinde kanunlarla
aynı sırada bulunan bir milletlerarası antlaşma, gerçekten sıradan bir kanunla
aynı seviyede midir' Örneğin AİHS'nin her ferde yaşama hakkı tanıyan maddesi
ile yine örneğin Bankalar Kanunu'nun banka denetçilerini düzenleyen maddesine
aynı değeri vermek mümkün müdür' Bu soruya, hukuk tekniği açısından ve salt iç
hukuk çerçevesinde kalmak kaydıyla, olumlu cevap vermekten başka çare yoktur.
Bir
milletlerarası antlaşma hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa
Mahkemesi'ne (AYM) başvurulamıyor olması, onu, kanunların üzerinde bir mevkiye
yükseltmez. Bir hukuk normunun diğerinin üzerinde olabilmesi için, alttaki
normun, geçerliliğini, üstekinden alması zorunludur. Oysa yukarıda değindiğimiz
üzere, usulüne göre onaylanmış milletlerarası antlaşmalar, bir iç hukuk kuralı
olarak geçerliliklerini Anayasadan almaktadır. Gerçekten kanun koyucu,
Anayasa'ya aykırı olmamak şartıyla,herhangi bir milletlerarası antlaşmanın
istediği hükmünü, antlaşmayı ihlâl etmek pahasına, tek taraflı olarak kaldırabilir
veya değiştirebilir.
AYM
bir kanunun Anayasaya uygunluğunu denetlerken, AİHS'ni temel ölçü norm olarak
alabilecek midir' Buna, yine normativist-pozitivist pencereden bakıp olumlu
cevap vermek mümkün görünmemektedir. Çünkü, Anayasa Mahkemesinin görevi,
Anayasaya uygunluk denetimi yapmaktır. Monist görüşe göre milletlerarası hukuk,
iç hukukun üzerindedir, ama, AYM, milletlerarası hukuk tarafından kurulmamış ve
görevlendirilmemiştir. AYM'ni ilk elden kuran ve görevlendiren Anayasadır.
AYM'nin ulaşabildiği temel ölçü normlar, bizzat Anayasa tarafından, Anayasa ile
sınırlanmıştır. Devletin milletlerarası hukukun temel ilkesi olan ahde vefaya
aykırı davranması, Anayasa'ya aykırılık değil, onun üzerinde olan bir hukuk
kuralına aykırılıktır. AYM, normlar piramidinin Anayasadan yukarıdaki
basamaklarına çıkamaz. Anayasaya değil de ondan üst basamaklara aykırı iç hukuk
normlarının yaratılmasının müeyyideleri, milletlerarası hukuk tarafından
düzenlenir ve devletler ile milletlerarası kuruluşlarca yerine getirilir).
b-
Prof. Dr. Erdoğan TEZİÇ, 1998 yılında beşinci basısı yapılan "Anayasa
Hukuku" adlı eserinde şöyle demektedir (s.9) :
(Antlaşma
ile Anayasanın açıkça çatıştığı durumlarda, 1982 Anayasasına göre, Anayasa
Mahkemesi antlaşmayı değil, anayasayı uygulamak, sorunun nihai çözümünü
ulaslararası yargı yerlerine bırakmak durumundadır).
c-
Prof. Dr. Rona AYBAY. "Uluslararası Antlaşmalar Anayasa Üstü mü'"
başlıklı makalesinde (6.5.1998 tarihli Cumhuriyet Gazetesi) şöyle diyor :
(Kimi
hukukçular, onaylanmış antlaşmalarla ilgili olarak anayasaya aykırılık iddiası
ileri sürülmesi yolunun anayasayla kapatılmış olduğuna bakarak onaylanmış
uluslararası antlaşmaların kanunlardan daha üst düzeyde, giderek anayasa
düzeyinde olduğunu ileri sürüyorlar. Bu görüş antlaşmaların "anayasa
üstü" bir düzeyde olduğu sonucuna bile varabiliyor. Oysa anayasaya göre
onaylanmış uluslararası antlaşmalar "kanun hükmünde"dir. Anayasanın
bu hükmünün amacı, Türkiye'nin onayladığı antlaşmaların Türk yasalarına girmiş
olduğunu; Türk mahkemelerinde görülmekte olan davalarda Türk yasası imiş gibi
uygulanması gerektiğini belirtmektir.
Anayasanın,
uluslararası antlaşmaların "kanun hükmünde" olduğunu belirten
anlatımının hemen ardından, bu antlaşmalarla ilgili olarak Anayasa Mahkemesi'ne
başvurulması yolunu kapatan düzenlemesi, antlaşmaları "kanun üstü"
konuma getirmiştir, denebilir mi'
Kanımca,
buna olanak yoktur. Türk hukukunda, anayasaya aykırılığı ileri sürülerek
Anayasa Mahkemesi'ne başvurulamayacak başka "yasalar" da vardır.
Örneğin
12 Eylül döneminde "kanun" adı altında yapılmış düzenlemelerin
"anayasaya aykırılığı iddia edilemez" (1982 metni Geç.m.15), Kanımca
, bu anlatıma bakarak, bu tür kanunların öteki kanunlardan daha üst bir düzeyde
olduğu söylenemez. Bu "kanunların, yasama organınca değiştirilmesine ya da
yürürlükten kaldırılmasına bir engel yoktur. Bunun için, nitelikli çoğunluk da
gerekmez. Demek ki soruna bu açıdan bakıldığında, uluslararası antlaşmaların
"kanun-üstü" ya da "anayasa eşiti" bir düzeyde olduğu sonucuna
varılamaz.
Usulüne
göre yürürlüğe konulmuş bir uluslararası antlaşmayı kanun değerinde saymanın
doğal sonucu şudur : Antlaşmanın kapsadığı konulara ilişkin olaylarda, eski
kanunlarda antlaşmayla çelişen hükümler varsa; antlaşma o hükümlerin yerine
geçmiş olacaktır. Ancak bunun gerekçesi, antlaşmanın daha "üstün"
olması değil, daha yeni tarihli ve kanun gücünde olmasıdır. Konunun bir başka
yönü de şu soruyla ilgilidir. "TBMM'nin onaylanmış bir uluslararası
antlaşmayla çelişen bir kanun yapma yetkisi var mıdır'" Konuya Türk hukuku
açısından bakıldığında, bu soruya şöyle yanıt verilebilir. Türk Anayasa
hukukunun geleneklerine göre, yasama organının kanun yapma yetkisi konu
bakımından sınırsızdır. Onaylanmış bir antlaşmayla çelişen hükümler içeren bir
kanun yapmak da TBMM'nin yetkisi içindedir. Onaylanmış bir antlaşmayla çelişen
hükümler içeren kanun yapılması, uluslararası hukuk açısından
"istenilmeyen", "kabul edilemez" ve giderek devletin
uluslararası sorumluluğuna yol açabilecek bir durum olabilir. Ama bütün bunlar,
yasama organının kendi anayasasından almış olduğu kanun yapma iktidarını
(gücünü) ortadan kaldıramaz.
Her
hukuk kuralı gibi, antlaşmaların da, duruma uygun ve gerçekçi sonuçlar verecek
biçimde yorumlayıp uygulanması gerekir.
Buna
olanak bulunmayan durumlarda, yetkili ulusal organlar, uygun düzenlemeler
yapabilmelidirler. Türk Boğazlarına ilişkin olarak 1936 yılında yapılmış Montrö
Sözleşmesi ile ilgili uygulamalar bu konuda canlı bir örnektir. Günün ve
gecenin her saatinde, ticaret gemileri için tanınmış serbest geçiş hakkı, kötü
hava koşullan ya da köprü inşaatı gibi haklı nedenlerle kısıtlanabilmektedir.
Usa uygun ve gerçekçi sınırlar içinde kalan bu uygulamalar, hem İstanbul
kentinde yaşayan milyonların hem de geçiş yapan gemilerdeki insanların can ve
mal güvenliği için zorunludur.
Uluslararası
antlaşmalarla ilgili olarak yapılacak benzeri yasal düzenlemeler, gerçekçi
düzeyde kaldığı sürece, Türk diplomatlarının deneyimi ve becerisiyle uluslarası
forumlarda savunulabilir.
Uluslararası
antlaşmaların Türk hukukundaki yerini incelerken gözden kaçırılmaması gereken
önemli bir nokta vardır. Türkiye Cumhuriyeti, bir ulusal kurtuluş savaşı
sonunda kurulmuştur. Osmanlı Devleti'ne yabancı güçlerce yükletilen çeşitli
yakışıksız, giderek utanç verici antlaşmanın, Kurtuluş Savaşı'nın nedenleri
arasında önemli bir yeri olduğu unutulmamalıdır).
d- Doç. Dr. Fazıl SAĞLAM, yukarıda anılan eserinde, konu ile
ilgili olarak şöyle demektedir (S.152-154):
(Türk
hukuk düzeninde contra constitutionem bir yorumla AİHS'ne. yasalara veya Anayasa'ya
üstün bir yer tanımanın tutarlı bir açıklamasını yapmak mümkün değildir.
Anayasa'ya göre uluslararası antlaşmalar, -insan haklarıyla da ilgili olsalar-
yasa hükmündedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi'nin hem sonraki yasa ve hem de
özel yasa olması ve hem de Anayasa'nın 68/5 ve 69/1. maddelerinin somutlaşmış
bir düzenlemesi olması nedeniyle Siyasal Partiler Kanunu'nun 96/3. maddesini
ihmal etmesi mümkün değildir.
Bu
konuda öğretide gözlemlenen tedirginlik ve çözüm arayışının temelde haklı
yanları olduğu söylenebilir. Ancak öğretinin bir kısmının benimsediği çözümleri
sağlamak için AlHS'nin yasalara ya da Anayasa'ya üstünlüğü tezini savunmak
hukuk dogmatiği bakımından yanlış olduğu gibi, hukuk politikası bakımından da
zorunlu değildir. Çünkü özellikle AİH Komisyonu'na bireysel başvuru hakkını ve
AİH Divanının yargı yetkisini zorunlu olarak tanıyan ülkeler açısından
AİHS'nin, Anayasa dahil olmak üzere iç hukuku dolaylı bir biçimde etkilemesi
kaçınılmaz bir sonuçtur. Ancak bu etkileme, "AİHS'nin iç hukuka olan
üstünlüğü"nün bir sonucu olmayıp, bir yandan yargı organları arasındaki
doğal etkileşimin, öte yandan uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerin bir
ürünüdür.
AİH
Komisyonu'na bireysel başvuru hakkının tanınması ve AİHM'nin yargı yetkisinin
kabul edilmesi ve taraf ülkelerin bu Mahkemenin kararlarına uymayı taahhüt
etmiş olmaları (m.50 ve 53), yukarıda açıklanan etkileşimi AİHM'den ulusal
yargı yerlerine doğru artıran bir etkendir. Ama bunun ülkemizin iç hukuku
açısından "AİHS'nin üstünlüğü" ya da "AİHM kararlarının doğrudan
etkisi" ile bir ilgisi yoktur.
Böyle
bir "üstünlük" ya da "doğrudan etki ilişkisi" kurulamaz mı'
Elbette kurulabilir. Nitekim bazı ülkeler iç hukuklarında buna yönelik adımlar
atmışlardır. Örneğin Hollanda ve Avusturya AİHS'ne anayasal değer tanıyan
ülkelerdir. Bunun gibi Fransa, Yunanistan ve Portekiz gibi ülkeler de AİHS'ne
yasaların üstünde bir değer tanımaktadır. Bazı ülkelerin AİHM kararını bir
yargılamanın yenilenmesi (Lüksenburg, İsviçre Apenzell-Ausserhoden kantonu)
veya temyiz nedeni (İsviçre) olarak benimsemeleri, AİHM kararlarının iç hukuk
üzerinde doğrudan etkisi yönünde atılan adımlara örnek olarak gösterilebilir.
Ancak iç hukukumuzda henüz bu yönde bir gelişme yoktur.
AİHS'nin
11.Protokolün yürürlüğe girmesinden sonra geçerli olan şekliyle 46/1. maddesi,
taraf devletlere "AİHM son kararlarına uyma yükümlülüğü"nü
getirmektedir. Bu madde AİHS'nin eski metnindeki 53. maddesine tekabül
etmektedir. Taraf ülkeler için öngörülen yükümlülük bakımından eski ve yeni
metin arasında bir fark yoktur. Bu bağlamda AİHM kararlarının iç hukuk
düzeninde tesis edilen bir kamu gücü işlemini doğrudan kaldırma sonucunu
doğurmayacağı tartışmasızdır. Bu husus 41. maddenin (eski 50. maddenin)
anlamından çıkarılmaktadır. Zira 41. maddede öngörülen tazminat, ilgili tarafın
iç hukukunun (AİHM tarafından AİHS hükümlerine aykırı bulunan) karar veya
tedbirin sonuçlarını "ancak kısmen gidermeye elverişli olması"
koşuluna bağlı tutulmuştur. Şu halde öncelikle geçerli olan iç hukuk
düzenlemesidir. Bu düzenleme yetersiz olursa tazminata hükmedilecektir. Buradan
da anlaşılıyor ki, AİHM'nin kararlarının kapsamı, sözleşmeye aykırılığın
tesbiti ve 41. madde uyarınca bir tazminata hükmedilmesi ile sınırlıdır).
e-
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarına körü körüne uymanın, başka bir
deyişle, Anayasa Mahkememizin ve diğer mahkemelerin haklı, millî
menfaatlerimize ve Anayasamıza uygun olup olmadığına bakmaksızın sözkonusu
mahkemenin içtihatlarına uygun karar üretmesinin sonuçları ne olur '
Yıllarca
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde savunmalarımızı hazırlamaya çalışan, Marmara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Uluslararası Hukuk Bölümü Öğretim Üyelerinden
Prof. Dr. Aslan GÜNDÜZ, Yeni Türkiye Dergisinde yayınlanan bir makalesinde
(Temmuz/Ağustos, 1998, S.1367) şöyle diyor :
(Önemli
sonuçları olabilecek bir başka karar ise, 25 Mayıs 1998'de, İnsan Hakları
Mahkemesinin bu defa Sosyalist Parti davasında Anayasamız ve devlet
sistemimizle ilgili olarak verdiği karardır. Bu defa ki karar yenilir yutulur
cinsinden olmayan ifadeler taşımaktadır. Türkiye'nin bu kararla ihsas edilen
düzeni kabul edip edemeyeceğini bilmiyoruz. Daha doğrusu bu konuda kimin hangi
kararı alacağını da bilmiyoruz. Ama şurası bir gerçektir ki Mahkeme Atatürk'le
kurulan Cumhuriyet'in temellerini sarsabilecek önerilere yeşil ışık yakmış
görünmektedir. Etkili Türk kamuoyunun bunu bildiğini sanmıyoruz. Sorun,
kamuoyundan sanki saklanmaktadır. Eğer durum böyleyse, bunun kaçınılmaz sonuca
hiçbir olumlu bir etkisi olmayacaktır.
Mahkemenin
kararı, Türkiye'nin tartışılmaz devlet yapısını, üniterliğini, resmi dilini,
bayrağını, tartışma konusu yapan, etnik bir esasa göre değişmesini isteyen
SP.'nin resmi yayınlarını ve yetkililerinin konuşmalarını sözleşmeye uygun
bulmakta ve Anayasamızın ilgili hükümlerini ve Anayasa Mahkemesi'nin bu
konudaki kararını ve devletin yapısını örtülü bir şekilde demokrasiye ve
sonuçta AİHS'ne aykırı bulunmaktadır.
Olayların
cereyan ettiği mekandan soyut bir şekilde davayı ele alan Mahkeme, SP
yöneticisinin sözlerinde samimi olmayabileceğini kabul ediyor ama onları
yalanlayacak somut kanıt olmadığı için onları doğru kabul ediyor. Ancak, aynı
şekilde olaylara Strazburg'daki hakimlerden daha yakın olan milli makamların,
bu arada Anayasa Mahkemesinin milli birlik için gördüğü tehlikeyi neden doğru
olarak kabul etmediği doğrusu kuşkuya yer veriyor. Kanın döküldüğü bir yerde
bir partinin giderek oradakilere "ey ahali sizin hakkınız aslında yeniyor.
Devlet kurma hakkınız var. Ayrılma hakkınız var. Bunlar inkar ediliyor... Bu
devlet de sizin değildir" gibisinden bir program ve söylemle ortaya
çıkarsa bunun barışa katkısı olmayacaktır. Bu gibi bir ifade özgürlüğünü
sözleşme korumamaktadır ve korumamalıdır.
Strazburg'daki
Mahkemenin self-determinasyon konusunda kararlar vermeye yetkisi yoktur. Bu
davada yaptığı değerlendirmede olayları ve sonuçlarını hiç de iyi düşünmediği
açıktır. Bu dava Türkiye'nin devlet yapısını tarihinin en kanlı terör
olaylarının yaşandığı bir sırada sorgulayan ve silahla bir yerlere varmaya
çalışan gruplara cesaret vermeye müsait bir karardır. Bu karar İngiltere'ye
karşı verilemezdi. Almanya'ya karşı verilemezdi. Fransa'ya karşı verilemezdi.
Ama bize karşı verildi.
Şimdi
Türkiye'nin geldiği nokta ilginç bir nokta. Eğer bu Mahkemenin kararlarına
tümüyle uyarsa, sonunda Kemalist devlet yapısı dahil olmak üzere Anayasada
yazılı olan birçok şeyi değiştirmesi gerekecektir. Bu sessiz sedasız bir
şekilde ve Mahkeme vasıtası ile İDEOLOJİSİZ BİR ANAYASA benimsemek anlamına
gelir. Bu haliyle devlet bir arada tutulabilir mi' Onu bilemiyoruz).
f-
Bizim gibi üniter bir devlet olan Fransa yüksek mahkemelerinin benzer
konulardaki tutumu, gerçekten bir vatanseverlik örneğindir. İki örnek vermek
istiyorum:
aa-
1991 yılında Fransa Millet Meclisi, Korsika'yla ilgili bir yasa maddesi kabul
etti. Madde aynen şöyle idi : < Fransız Cumhuriyeti, Fransız halkının bir
birleşim öğesi niteliğiyle tarihi ve kültürel topluluk oluşturan Korsika
halkını, kendi kültürel benliğini muhafaza etmek ve kendisine özgü iktisadi ve
sosyal çıkarlarını savunmak haklarını teminat altına alır. Ada olmak niteliğine
bağlı bu haklar, milli birliğe saygı, Anayasanın, Cumhuriyet Kanunlarının ve
işbu statünün çizdiği çerçeve içinde kullanır). Masum görünen bu maddeyi dahi
FRANSIZ ADALET DİVANI, "Cumhuriyet tekdir ve bölünemez" kuralına
aykırı bularak iptal etmiştir.
bb-
Şu sıralarda Fransa'da ilginç bir tartışma var. Konu "Avrupa Bölgesel ve
Azınlık Dilleri Şartı".
Bu
konuda, Avrupa Konseyi'nin üyelerinin 12'si, 5 Kasım 1992'de şartı imzaladılar.
Aralarından 7'si de bunu parlamentolarından geçirdi.
Ama
Fransa'da işler biraz karıştı. Özetleyerek anlatalım. Jospin hükümetinin
bölgesel ve azınlık dilleri konusunda hazırladığı metni Cumhurbaşkanı Chirac
Anayasa Mahkemesi'ne götürdü 20 Mayıs'ta, Yüksek Mahkeme ya da Fransa'daki
deyimiyle Anayasa Konseyi 16 Haziran'da kararını açıkladı. AK Anlaşması, 1958
tarihli Fransız Anayasası'na aykırıydı. Chirac bunun üzerine Anayasa
Mahkemesi'nin reddettiği bir metne yandaş olamayacağını açıkladı.
Anayasa
değişikliği konusu gündeme gelince de Sosyalist Parti'nin sol kanadından Jean
Pierre Chevenement, "bu anlaşmanın uygulanması halinde Fransa'nın
parçalanacağını ileri sürerek" karşı çıktı. (Ali SİRMEN, Onlar Ki Herkese
Verirler Talkımı, Cumhuriyet Gazetesi, 2.7.1999.)
Sosyalist
Başbakan Lionel Jospin şimdi, ülke anayasasını bu belge ile uyumlu hale
getirmek için çabalıyor. Ancak karşısında Cumhurbaşkanı Jacpues Chirac duruyor.
Chirac'ın sözcüsü konu ile ilgili olarak önceki gün bir açıklama yaparak,
"cumhuriyetimizin temel ilkelerini ihlal edeceğinden Cumhurbaşkanı bu
anayasa değişikliğine karşıdır" diye açıklama yaptı.
Fransa'da
bu değişikliğe karşı çıkanlar, ülkedeki azınlık dillerinin Fransızca ile aynı
statü kazanmasını istemiyorlar. Ülkenin önde gelen Gaulist politikacılarından
Charles Pasqua daha net konuşarak, "bu anayasa değişikliğinin Fransa'nın
ulusal bütünlüğünü tehlikeye düşüreceğini" söylüyor.
Konu
aynı zamanda Jospin hükümetinde de görüş ayrılıklarına yol açmış bulunuyor.
İçişleri Bakanı Pierre Chevenement, "Fransa'yı Balkanlaştıracağı
için" bu değişikliğe karşı olduğunu belirtiyor.
Gözlemciler
bu değişikliğe karşı olanların Bask, Katalan veya Gaskon gibi dilleri konuşan
azınlıklardan çok Alsace'da yaşayan 2 milyon nüfuslu Alman azınlıktan
çekindiklerini belirtiyorlar. Alsace'ın iki dünya savaşında oynadığı rolü
bilenler için bu endişe şaşılacak bir şey değil.
Azınlık
dillerinin sorun yaratığı bir diğer ülke ise Amerika Birleşik Devletleri.
Kaliforniyalıların yüzde 61'i, 2 Haziran 1998 tarihinde yapılan bir
referandumla, 227 sayılı tasarıyı kabul ederek eyalet içinde eğitimin sadece
İngilizce dilinde yapılmasını sağladılar. Üstelik de, federal hükümet adına
konuşan Başkan Bili Clinton'un muhalefetine rağmen. Oysa eğitim, eyalete akın
eden milyonlarca Hispanik göçmenin dil sorunu gözetilerek daha önce İspanyol
dilinde de veriliyordu.
Başta
Vali Pete Wilson olmak üzere, bu tasarının geçmesi için seferber olanlar,
yürüttükleri başarılı kampanyalarını, "İngilizce bilmeyen nesiller
yetişiyor ve bu yüzden dilimiz, kültürümüz elden gidiyor" argümanı üzerinde
kurmuşlardı. (SEMİH İDİZ, Azınlık Diller Sorunu, Star Gazetesi 26.6.1999.)
C-
Burada çok önemli bir hususa değinmek istiyorum.
Sonradan
Dışişleri Bakanlığımızı da yapan bir politikacı yazarımız, terör eylemleri
ülkemizde ilk başlığında "Güzel Huzursuzluk" başlıklı bir makale
yazmıştı. Sonradan çıkardığı kitaba da bu ismi vermişti. Şöyle diyordu bu
makalede sayın yazar : "Bir tek bombayla yüz binlerin öldürülebildiği bir
uygarlık düzeyinde, şiddet eylemleri denen şeyler olsa olsa çatapat eğlencesi
sayılabilir."
İnsanlık
tarihinin muhakkak ki en acımasız terör örgütü olan PKK'nın eylemleri aralıksız
sürerken Türk medyasının köşe başlarını tutmuş yazarlarının, aydınlarımızın
önemli bir kısmının terör olgusuna yaklaşımı pek farklı değil. Sanki görevleri
terörü mazur göstermek.
Aslında
bunların tüm sorunlarımıza yaklaşımları farklı olmamıştır, hep "Batı"
dan, "Bilim"den, "çağdaşlık"tan sözederler. Ancak, bir tek
sorunun dahi bilimsel analizini doğru dürüst yapabildikleri görülmemiştir.
Sorunlara
daima ütopik ve kolay çözüm yolları aramak, popülizm, hiçbir zaman gerçekçi
olmamak; ekonomik, kültürel, sosyal farklılıkları gözönünde tutmaksızın, başka
bir deyişle, adeta sosyoloji bilimini inkâr ederek, her ülkenin sorunlarına, o
günün modasına uygun benzer reçeteler önermek, taklitçiliği bilimsellik sanmak
temel özellikleri.
Kısa
bir süre öncesine kadar "gerçek demokrasi, marksist demokrasidir"
diyerek Anayasal düzenimize karşı silahlı eylem yapmaları için gençlerimizi
kışkırtanlar, dini esaslara dayanan bir devlet düzeni kurabilmek için
"Adil Düzen" safsatasını yaymaya çalışanlar, eli kanlı bölücülerin
paralı veya parasız savunuculuğunu üstlenenler el ele vermişler, hep birlikte,
her sorunumuza aynı reçeteyi öneriyorlar ve giderek daha etkili oluyorlar.
Özellikle
vurguladıkları şunlardır:
Sınırsız
düşünce ve örgütlenme özgürlüğü her derde devadır. Bir sağlansa, ülkemizde
bölücü eylemler de, irticai faaliyetler de taban bulamaz, teröristler
eylemlerinden vazgeçerler. Çoğunluğun her kararına boyun eğmek demokrasinin
gereğidir. Zaten Atatürk bugün yaşasaydı, 1930'larda olduğu gibi bunların
üzerine gitmezdi. Müstemleke idarelerinden daha fazla Avrupa'nın sesine kulak
verelim. Onlar bizim demokratikleşmemizi, çağdaşlaşmamızı bizden çok
istiyorlar. Globalleşen Dünyaya ancak böyle ayak uydurulur...
Halkımızın
çağdaş ve dinamik kesimi ile, sayıları giderek azalmakta da olsa gerçek
aydınlarımız, "bölücü eylemler"in ve "irtica" tehlikesinin
sağlığında olduğundan kat be kat arttığı bugünün Türkiye'sinde yaşasaydı,
Atatürk'ün neler yapacağını çok iyi biliyorlar. Ona ve eserine yeterince sahip
çıkamamanın utancını yaşıyorlar.
Aslında
"Düşünce suç olmaktan çıkarılmalıdır" sloganının ardı ardına ve koro
halinde tekrarlanmasıyla istenen, irtica ve süreklilik kazanan bölücü eylemler "açık
ve somut tehlike" oluşturmaya devam ederken, her gün en az bir erimiz
şehit edilirken, "ülke bütünlüğünü hedef alan yazıları ve sözlü
propaganda"nın, "Halkı ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı
gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik"in serbest bırakılmasıdır.
Acaba,
iddia edildiği gibi, çağdaş demokrasilerde düşünceyi açıklama hürriyeti
sınırsız mı' Dünya tarihinde, teröristlere ve yandaşlarına propaganda ve
örgütlenme özgürlüğü tanıyarak terörü önleyebilmiş ülke var mı' Her iki soruya
da verilebilecek doğru cevap : "Kesinlikle hayır"dır.
Birkaç
örnek üzerinde düşünmek dahi, düşüncelerimizin haklılığını ortaya koyacaktır
sanıyorum.
Eski
tarihlere gidersek, örnek çok. Hitler ve Mussolini, İtalya ve Almanya'da
demokratik ortam, düşünceyi açıklama ve örgütlenme hürriyeti olmadığı için
değil, onların yaptırdıkları propagandalar ve terör eylemleri önlenemediği için
iktidar olup, Avrupa'yı kana bulamışlardır. Akıllı insanlar ve iyi yönetilen
devletler başkalarının hatalarından, akılsız insanlar ve kötü yönetilen
devletler kendi hatalarından ders alırlar. Bizim aydınlarımız ne başkalarının,
nede kendi hatalarından ders almasını biliyorlar. Faturasını da genellikte iyi
niyetli Türk gençlerine ödettiriyorlar.
Pek
çok ülkenin komünizm trajedisini yaşamasının nedenlerini de hepimiz biliyoruz.
Bunların detayına girmeyeceğim. Vereceğim örnekler 90'lı yıllardan ve en
demokratik ülkelere ilişkin olacak.
Bilindiği
gibi, düşünce özgürlüğü ile bağdaşmayan hallerin başında "sansür"
uygulamaları gelir.
Kuzey
İrlanda'da 1971-1994 yılları arasında, terör olayları ile bağlantılı olarak
radyo ve televizyona yayın yasağı konulmuştur. Aynı yasak, 1988-1994 yılları
arasında bütün İngiltere'de uygulanmıştır.
İngiliz
basını ise bu dönemde, örnek bir sorumluluk duygusu sergilemiş ve terörle
bağlantılı olarak toplumda karmaşa, galeyan ve heyecan uyandırıcı yayınlar
yapmaktan özenle kaçınmıştır. Halen bu ülkede, suçu destekleyen ve devlet
otoritesini tahribe yönelik yayınlar yapılması yasaktır.
Örneğin,
İngiltere'de televizyonda Nelson Mandela ile yapılan bir görüşmeye yayın yasağı
konulmuştur. Bu görüşmede, Mandela şu sözleri söylemiştir :"IRA, kendi
mukadderatını belirlemek üzere kurtuluş mücadelesi yapmaktadır. Onlar yabancı
bir devlet olan İngiltere'nin sömürgesinden kurtulmak istemektedirler. Biz
sömürgeciliğin her türüne karşıyız. Buna karşı mücadele edenleri
destekliyoruz."
İngiltere'de,
son yıllara gelinceye kadar uygulanan nın kapsamının anlaşılabilmesi için,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine, İngiltere aleyhine açılan bir davaya
değineceğim :
BETTY
PURCEL VE ARKADAŞLARI DAVASI (NO;89/15404) :
(Bayan
Betty Purcel ve 16 arkadaşı TV veya radyo gazetecisi olup Ulusal Gazeteciler
Birliği ve Sınai Meslek Hizmetleri Teknik Birliği adlı iki sendika üyesidirler.
Şikayetçiler
1960 tarihli Radyo İdaresi Kanunu'nun 31. maddesinde yapılan değişiklikle ifade
özgürlüğü hakkının kısıtlandığını öne sürmektedir.
Buna
göre, Bakan emriyle suç övücü yada Devlet otoritesini zayıflatıcı bulunan
yayınların yasaklanması öngörülmektedir.
Yayın
yasağı 12 ay yürürlükte kalabilmekte ve İrlanda Parlamentosu kararıyla
uzatılabilmektedir.
1989
tarihli Bakan kararı ite yasaklanan yayın konuları şöyle idi:
IRA,
Sinn Fein, Repuhiican Sinn Fein, Ulster Defence Association, Irish National
Liberation Army (INLA) adlı örgütlere ilişkin her türlü yayın yasaktır.
Kuzey
İrlanda'da yürürlükte bulunan 1978 tarihli kanun uyarınca yasaklanan her türlü
örgüt hakkındaki yayınlar da yasaktır.
Bir
siyasi partiye ayrılmış olup da Sinn Fein veya Republican Sinn Fein adlı
örgütler hesabına veya onlarca gerçekleştirilen veya onları destekleyen, teşvik
eden öven yayınlar da yasaktır.
Sinn
Fein ve Republican Sinn Fein'i temsil eden veya o iddiada bulunan kişilerin
bulunduğu her türlü yayın yasaktır.
Komisyona
adı geçenlerin ifade hürriyeti ve bilgilendirme hakkı adına yaptıkları
başvurular, sınırlamaların demokratik bir toplumda terörle mücadele için
zorunlu tedbir niteliği ortaya konulduğu gerekçesiyle Komisyon tarafından
dayanaktan yoksun bulunmuştur. (Prof. Dr. Tekin AKILLIOĞLU, Terör ve İnsan
Hakları, İnsan Hakları Merkezi Dergisi, 1995/Kasım, s.18-28).
Terörle
ilgili yayın yasağının beşinci yılında (1993) süren tartışmalara cevap veren
Kültür Bakanı PETER BROKE, "terör örgütleriyle onların taraftarlarının
hâlâ silahlı mücadeleyi ve adam öldürmeyi meşru siyasî araç olarak gördüğü bir
ortamda, söz konusu yayın yasağını kaldırmayı düşünemeyeceklerini; Muhafazakar
Hükümet olarak, teröristlerin ve yandaşlarının, demokrasiye saygılı insanlarla
aynı yayın haklarından yararlanmaması ilkesinin kamuoyunda hâlâ esaslı destek
gördüğüne inandıklarını" belirtmiştir. (Entellektüel Bakış, Terör/Medya ve
Sansür İngiltere'de Ne Durumda', Sabah Gazetesi, 21.10.1993.)
Bu
yaklaşım demokratik bulunmayarak eleştirilebilir. Jery Robin "Do it"
adlı eserinde "Bir renkli televizyon aleti olmadan ihtilalci olmazsınız, o
bir tabanca kadar elzemdir" diyor. Berlin polis şeflerinden Klaus Türner
"terörizm, kitle medyasının, gazetelerin, radyo ve televizyonun
suikastlere verdiği aleniyet olmadan tasavvur edilemez. Medya ile teröristler
arasında zımni bir ittifak var gibidir. Teröristler kitle medyasına yeni
okuyucu ve dinleyici kitlesi kazandıran ilginç bir malzeme sağlamaktadırlar.
Buna karşı kitle medyası da kamuoyunun teröristleri ciddiye alması için
ihtiyaçları olan aleniyeti sağlamaktadır" diyor. Avrupa Konseyinin kabul
ettiği 852 numaralı tavsiye kararının 10 ncu paragrafında teröristlerin
eylemlerini anlatan medyalar halkın enformasyon hakkı ile eylemlerine
haketmedikleri bir aleniyet sağlayarak teröristlere yardımdan kaçınma gereği
arasında adil bir denge kurmak için bir oto kontrol kurmak mecburiyetini
gözözüne almalıdırlar" diyor. Kanada Ceza Yasası'nın 281 nci maddesi,
Federal Almanya Ceza Yasasının 131 nci maddesi, İspanya'da Tedhişçiliğe Karşı
Kararname'nin 4. ve 19 ncu maddeleri, şiddet hareketlerini yüceltici, tedhiş
gruplarını tahrik edici ve devlet düzenini yıkıcı hareketlerin yayımlanmasını
belirli kurallara bağlamıştır. Ülkemde ise maalesef televizyon kanallarından
çoğu bu kuralların hiç birine uymuyor. Nerede ise PKK lideri Abdullah ÖCALAN'ın
günlük emirlerini yayınlayacaklar, bu gidişe dur diyebilecek maalesef bir
otorite de yok. Avrupa 'da yasalar böyle iken, uygulamalar böyle iken, sık sık
Türkiye'ye imzaladığı milletlerarası sözleşmeler uymuyor diye baskı yapılmaya
çalışılıyor. Bu sözleşmeleri bir tek Türkiye mi imzaladı' Bu tür sözleşmelerin
gereğini en çok yerine getiren ülke biziz, en çok da biz eleştiriliyoruz.
1989
tarihli "İNGİLTERE TERÖRLE MÜCADELE KANUNU"nda düşünceyi açıklama ve
eylem özgürlüğü bakımından, bizim "Terörle Mücadele Kanunu"muza göre
çok daha kısıtlayıcı ve daha ağır cezalar içeren hükümler bulunmaktadır.
Söz
konusu Kanunun bazı maddelerini bilgilerinize arz ediyorum :
1989
TARİHLİ
İNGİLTERE
TERÖRLE MÜCADELE KANUNU
(İLGİLİ
HÜKÜMLER)
TEMEL
SUÇLAR
BÖLÜM
1
KISIM
2:
Her
kim 3 veya daha fazla kişiden müteşekkil ve ...'yi desteklemek için
düzenlediğini bildiği bir toplantıya
a)
Üye olarak katılır veya katıldığını açıklar,
b)
Tahrik eder veya destek sağlar,
c)
Düzenler yardım eder veya ilan ederse 10 YİL HAPİS CEZASI verilir.
KISIM
3:
Her
kim halkın toplu bulunduğu yerlerde kendisinin üyesi/destekleyicisi olduğunu
belli edecek şekilde,
a)
Elbise vb. bir şey giyer ya da,
b)
Müzik çalmak pankart taşımak vb. faaliyetlerde bulunursa ASGARİ 6 AY HAPİS
CEZASI verilir.
BÖLÜM
II
KISIM
8:
1)
Her kim adına tahdit konulduktan hemen sonra ya da adına tahdit konulmasını
icap ettirecek yeterli kanıt hasıl olduğu anda tahdide uymaz ise, yeri
değiştirilir.
2)
Her Kim Büyük Britanya, İngiltere ve Kuzey İrlanda'ya limandan tahditli
olduğunu bildiği veya şüphelendiği bir şahsı sokarsa ya da yardımcı olursa,
5
YIL HAPİS CEZASI verilir.
BÖLÜM
III
KISIM
9:
Her
kim terörizm ilgili faaliyetlerde kullanılmak üzere;
1)
a- Para veya diğer mallardan toplamaya çalışır,
b-
Para veya diğer malları kabul eder,
2)
Para veya diğer malları ile yardımda bulunursa 14 YIL HAPİS CEZASI verilir.
KISIM
10:
Her
kim yasaklanmış bir faaliyet (Kuzey İrlanda'da yasaklanmış faaliyetler dahil)
için;
1)
a- Yardım toplar, toplanmasına çalışır,
b-
Bağışta bulunur, borç verir ve bunların elde edilmesine imkan sağlarsa,
c-
Para ve diğer malların tedarik edilmesi faaliyetlerine katılırsa, 14 YIL HAPİS
CEZASI verilir.
KISIM
11:
Her
kim terörist faaliyetler için toplanan gelirlerin muhafazası ve kontrolü için
yapılan düzenlemelere katılırsa (s.9 ve 10'dan hasıl olan yardımlar ve terörist
bağışların içindeki terörizm faaliyetlerinden elde edilen gelirler) 14 YIL
HAPİS CEZASI verilir.
BÖLÜM
IV
KISIM
18:
Maddi
yardımı olabileceğini bilen veya inanan bilgiye sahip her şahıs:
a)
Terörist faaliyette bulunan bir şahsın yakalanmasını, kovuşturmasını veya
mahkumiyetinin emniyetini, geçerli bir mazereti olmaksızın bu bilgileri polise
vermeyen kişi hakkında 5 YIL HAPİS CEZASI verilir.
Şimdi
ben "bizim Terörle Mücadele Kanunumuzu yürürlükten kaldıralım, yerine
İngiltere Terörle Mücadele Kanununu aynen yasalaştırıp, mevzuatımıza dahil
edelim" desem, yasalarımızı beğenmeyen sözde çağdaş hukukçularımızdan bir
teki dahi "evet, razıyım" diyebilir mi'
ALMAN
CEZA KANUNU'ndan bazı hükümlere burada değinmekte yarar bulunmaktadır :
MADDE
84- (Anayasaya aykırı olduğuna hükmedilmiş bulunan bir partinin devam
ettirilmesi) Her kim bu kanunun yer itibariyle uygulanırlık alanı içinde kalan
1)
Anayasa Mahkemesi tarafından, Anayasaya aykırılığına hükmedilmiş olan bir
partinin veya,
2)
Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklanmış bir partinin yerini alan bir
organizasyon olduğu tesbit edilmiş bulunan bir partinin organizasyona ilişkin
birliğini bu kanunun uygulanırlık alanı içinde devam ettirirse, üç aydan beş
seneye kadar hürriyeti bağlayıcı ceza ile cezalandırılır. Bu suça teşebbüs
cezalandırılmıştır.
MADDE
85/2- Anayasal düzene veya Devletlerin uzlaşmalarına aykırı düşüncelere
yöneldiği için kesin bir kararla yasaklanmış bulunan bir birliğe veya böyle bir
yasak birliğin yerine kaim olan organizasyon olduğu kesin bir kararla tespit
edilmiş olan bir birliği devam ettirirse, beş seneye kadar hürriyeti bağlayıcı
ceza veya para cezasıyla cezalandırılır. Bu suça teşebbüs cezalandırılmıştır.
MADDE
86/4 Eski nasyonal sosyalist örgütün devam ettirilmesi gayretlerine yönelik
muhtevaya sahip propaganda araçlarını bu kanunun uygulanma alanı içinde dağıtır
veya dağıtmak üzere bu alanda imal eder, bulundurur veya bu alana ithal ederse,
üç seneye kadar hürriyeti bağlayıcı ceza veya para cezasıyla cezalandırılır.
MADDE
86 a- (Anayasaya aykırı örgütlerin tanıtım işaretlerinin kullanılması):
Her
kim
1.
86 ncı maddenin 1 nci fıkrasının 1, 2 ve 4 ncü bentlerinde tanımlanmış bulunan
parti ve birliklerin tanıtım işaretlerini dağıtır (verbreiten) veya bir
toplantıda aleni olarak (öffentlich) veya kendisi tarafından dağıtılan
(verbreiten) yazılarda kullanırsa veya,
2)
Bu tür işaretleri tasvir eden veya ihtiva eden eşyaları bir numaralı bentte
tanımlanmış şekilde ve türde imal eder, bulundurur veya bu kanunun yer
itibariyle uygulanma alanı içine ithal ederse üç seneye kadar hürriyeti
bağlayıcı ceza veya para cezası ile cezalandırılır.
MADDE
90 b- (Anayasa kuruluşlarını Anayasaya karşı düşmanlık amacıyla tahkir etme
suçu): Her kim aleni bir şekilde bir toplantıda veya yazı yaymak suretiyle yasa
yapma yetkisine sahip bir organı, veya federal devletin veya bir eyaletin
hükümetini veya anayasa mahkemesini bu sıfatları dolayısıyla üyelerinden
birini, devletin itibarını tehlikeye düşürecek bir şekilde tahkir eder ve bu
şekilde Almanya Federal Cumhuriyetinin varlığına veya anayasal temel ilkelerine
karşı kasten harekete geçerse, üç aydan beş seneye kadar hürriyeti bağlayıcı
ceza ile cezalandırılır.
Fransa
Basın Kanununa göre Fransız siyasi sisteminin temellerini sarsmak ve kamu
düzenini tahrip etmek maksadıyla eleştiride bulunmak yasaktır. Bu yasağın
amacı, halk arasında heyecan ve karışıklık yaratılarak suç işlenmesine
elverişli bir ortam yaratılmasını engellemektir. Bu şekilde, doğrudan teşvik
suretiyle bir suç işlenmesine neden olan kişi, suç ortağı olarak
cezalandırılır. Teşvik sonucunda suç işlenmemiş olsa bile, bu da bazı
durumlarda cezayı muciptir. Örneğin, Vietnam savaşını protesto ederek halkı bu
savaşa son vermek amacıyla eylemde bulunmaya çağırmak veya anarşist veya bölücü
propaganda yapmak bu bağlamda suç sayılarak cezalandırılmıştır.
Almanya'da
hür demokratik temel düzeni yıkmaya yönelik eleştiriler, Ceza Kanununun 90 uncu
Maddesinde 3 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılmıştır. Örneğin, Kızıl Ordu
Çetesi teröristlerinin devlet tarafından sistematik olarak öldürüldüğü iddiası
- 1996 yılında bu iddiada bulunulmuş - bu hüküm çerçevesinde
cezalandırılmıştır.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesinin, KOSlEK PAVASI'nda verdiği karar çok ilginçtir:
Fizik
öğretmeni olan davacı ve şikayetçi KOSİEK, Aşırı sağ kanat Alman Demokratik
Partisi üyesi olarak 4 yıl eyalet parlamentosunda milletvekilliği yapmış ve
Federal Parlamento üyeliği için de adaylığını koymuştur. Adı geçen, yayınladığı
2 kitapta siyasi düşüncelerini açıklamıştır. Kendisinin parlamento üyeliği, 8
yıl sonra düşünce ve eylemlerinin anayasaya sadakatini şüpheye düşürdüğü
gerekçesiyle sona erdirilmiştir. Adı geçenin şikayeti, aynı gerekçelerle,
Komisyon ve Divan kararlarıyla reddedilmiştir.
1999
yılında, Fransa'da sağcı bir partinin Başkanı olan LE PEN'in dokunulmazlığı,
Avrupa Parlamentosunda 20 ye karşı 420 oyla alınan bir kararla "İkinci
Dünya Harbinde gaz odaları bir ayrıntıdır" dediği için kaldırılmıştır.
Alman
Anayasası çok dikkat çekici bir hüküm ihtiva etmektedir. Anayasanın
18.maddesinde, aralarında ifade özgürlüğünün de bulunduğu bazı temel hak ve
özgürlüklerin başka maksatlarla kötüye kullanılması halinde, bunların Anayasa
Mahkemesi kararıyla kaybettirilebileceği öngörülmüştür. Alman Anayasa
Mahkemesine göre, diğerleri meyanında, başkalarının hayat ve kişiliklerini
serbestçe geliştirme hakkına tecavüz, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü,
toplantı ve gösteri hakkının kaybettirilmesi için yeterli bir nedendir.
İspanyol
vatandaşı Miguel Castells, Bask Bölgesinin bağımsızlığını savunan Herri
Batasuna'nm Partisi adlı siyasal grubun listesinden seçilmiş bir senatördür.
Castells'in "İnsafsız Masuniyet" adlı makalesi, haftalık bir derginin
4.11.1979 tarihli sayısında yayınlanır. Castells bu makalesinde, faili meçhul
kalmış bazı siyasî cinayetleri anlattıktan sonra "İktidarda bulunan sağ
kanat, bu çok sayıda suçun faillerini bulmak ve cezalandırmak için, polisiyle,
mahkemeleriyle ve cezaevleriyle hertürlü araca sahip; ama endişelenmeyin, sağ
iktidar kendini arayıp, bulamaz" demiştir. Söyledikleri bundan ibaret.
İspanyol
makamları bu yazısı nedeniyle Castells hakkında "hükümeti tahkir
etmek"ten dava açmış, Senato 27 Mayıs 1981'de oy çokluğuyla Castalls'ın
dokunulmazlığını kaldırmış, Castells önce tutuklanmış, daha sonra kefaletle
salıverilmiş, İspanya Yüksek Mahkemesinin Ceza Dairesi 31 Kasım 1982'de
Castells'i İspanyol Ceza Kanununun 162 maddesine göre, hükümeti tahkir etmekten
suçlu bularak 1 yıl hapis cezasına mahkûm etmiş; Castells'ın iddialarını isbat
talebi de, İspanya Anayasa Mahkemesinin 10.4.1985 tarihli kararıyla
reddedilmiştir.
Gerçi
dava daha sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin önüne gelmiş ve Mahkeme
23.4.1992 tarihli kararında, İspanya Devletinin sözleşmenin ifade özgürlüğünü
düzenleyen 10. maddesini ihlâl ettiği sonucuna varmışsa da; terör eylemlerinin
devamı karşısında, İspanya Yüksek Mahkemesi, düşünce özgürlüğüne daha çok
kısıtlama getirdiği kabul edilebilecek kararlar vermekten çekinmemiştir.
Çarpıcı
bir örnek vermek gerekirse :
1997
yılında, İspanya Başsavcısı Herri Batasuna'nın Partisinin kapatılması için dava
açmıştır. 30.10.1997 tarihli oturumda, savcı JOSE MARİA LUZON konuyla ilgili
raporunu mahkemeye sunmuştur. Raporunda, adı geçen Parti yöneticilerini
"ikiyüzlü" olarak nitelendiren savcı, Parti sözcülerinin kendilerine
tahsis edilen seçim propagandası kuşağında, ayrılıkçı terör örgütü ETA'yı
"Demokratik bir örgüt" olarak nitelendirmesini ve bu örgütün barış
önerisini duyurmasını delil olarak göstermiş, bu delillerin Herri Batasuna'nm
Partisi Başkanlık Divanı üyelerinin silahlı çete ile işbirliği suçunu
işlediklerinin yeterli kanıtı olduğunu ileri sürmüştür.
Sonuçta,
sadece bu delille Herri Batasuna'nın Partisi kapatılmamıştır ama. Başkanlık
Divanı üyesi olan 23 kişi yedişer buçuk yıl hapse mahkûm olmuşlardır.
Amerika'da,
"Kör İmam" lakabıyla anılan kişi, vaazlarının New York Ticaret
Merkezine bomba atan teröristleri etkilendiğinin anlaşıldığı gerekçesiyle
müebbet hapse mahkûm olmuştur. Halen bu cezasını çekmektedir.
Esasen
Amerika, pek çok konuda ilkleri gündeme getiren ülke, Mesela teröristleri
destekleyen bir devleti cezalandırmak için ilk sınır ötesi harekatı Amerika
yaptı. Berlin'de Subay Kulübü bombalanmıştı. Ona misilleme olarak uçakları
gitti. Libya'da Başkanlık Sarayını bombaladı. Eleştirmek için söylemiyorum.
Terörizme karşı ilk ciddi sınır ötesi hareketi yaptığı için söylüyorum.
Bölücülüğün acılarını ilk yaşayan ülkelerden biri Amerika. Bu yüzden bir iç
savaş geçirdi. Yüz binlerce evladını kaybetti, ama sonuçta ülke bütünlüğü
sağlandı. Bununla ilgili çok ilginç bir olayı nakletmek istiyorum. Litvanya'nın
bağımsızlık hakkını savunan New York Times yazarı William Safiha bir Sovyet
diplomatı şöyle demiş, "Siz Litvanya'nın ayrılma hakkını destekliyorsunuz
ama, aynı zamanda 1861'de Amerika iç savaşlarında ayrılıkçı Güney eyaletlerini
dize getiren ve birliği koruyan Abraham Lincoln'ü de savunuyorsunuz. Bu çelişki
değil mi'" Safir, 15.03.1990 tarihli The New York Times Gazetesindeki
yazısında bu suçlamaya şu karşılığı verdiğini anlatıyor : "1861'de
ayrılmak isteyen Güney eyaletleri arasında sadece Teksas. tarihinde bağımsız
bir Cumhuriyet olmuştu. Ayrıca tüm Güney eyaletleri birliğe kendi rızalarıyla
katılmışlardı. Oysa üç Baltık Cumhuriyeti Estonya, Letonya, Lİtvanya kendi
iradeleri dışında Monotof-Ribentrof paktı sonucu Sovyetler Birliği tarafından
zorla birliğe dahil olunmuşlardır". Hemen şunu söyleyeyim. Belki Teksas,
tarihinde bağımsız devlet olmuş, ama Kürtler hiç bir zaman bağımsız devlet olmamışlardır.
1000 yıldır Türklerle iç içe yaşıyorlar, hatta dış düşmana karşı birlikte
bağımsızlık savaşı vermişlerdir. Söz Amerika'dan açılmışken bir Amerikan
hakiminden bahsetmeden geçemeyeceğim. Demin, sözünü ettiğim 1993 yılında New
York Ticaret Merkezinin bombalanması olayının sanıkları cezalandırıldılar. Bu
eylemi yapan 4 terörist, 240'ar yıl hapse mahkum oldu. Cezaları açıklayan hakim
Kevin Dufy cezaların 60'ar yılının eyleme verilen ceza, geri kalan 180 yılının
bombalama sırasında ölenlerin beklenen yaşam süresini yansıttığını belirterek
" sizi böylece ömür boyu hapse mahkum etmiş oluyorum" demiştir.
İtalya'da
olup bitenleri Prof. Dr. Altay GÜNDÜZ şöyle anlatıyor (3.1.1998 tarihli
Cumhuriyet Gazetesi) :
(İtalya'daki
akıl almaz yolsuzluklar 1992 yılında Milanolu yargıçların Temiz Eller
operasyonunu başlatmalarına neden oldu, yaklaşık 1500 işadamı, bürokrat ve
politikacı tutuklandı. Aralarında 250 milletvekilinin bulunduğu üç bin İtalyan
hakkında soruşturma açıldı, on sanık intihar etti. Hıristiyan Demokrat Parti'nin
Sicilya Mafyası'yla ilişkisi olduğunu kanıtlayan belgeler bulundu. Yedi kez
başbakanlık yapmış Hıristiyan Demokrat Giulio Adreotti, mafya türü yapılanmayı
örgütlemek ve cinayete teşvik suçundan yargılandı. Yargıçlar, bu dev
yolsuzluğun kökünü kurutmak için 60 bin kişinin yargılanması gerektiğini
bildirdiler... İtalya'da işlerin yolunda gitmediğini gören Mafya, önce Doğu
Avrupa'da ve sonra kapitalist Rusya'da yatırım yapmaya başladı. 1989 yılında
Mafya'nın Doğu Avrupa'ya akıttığı kara paranın 100 ile 200 milyar ABD Doları
olduğu tahmin edilmektedir.
Gölgede
kal: 1950'li yıllarda hemen hemen tüm NATO ülkelerinde, paramiliter karakterde,
genelde Stay Behind "Geride dur/Gölgede kal" terimiyle adlandırılan
birimler oluşturuldu. Bunların resmi görevi, Doğu Bloku'nun Batı'yı işgal
etmesi halinde düşman cephesinin arkasına sızmak ve kimi özel görevleri yerine
getirmekti: Düşman topraklarındaki stratejik öneme sahip hedeflerin yok
edilmesi, önemli iletişim ve lojistik hatlarının sabote edilmesi, düşmanın hükümet
dairelerine ve karar organlarına sızılması... Örgüt ulusal gizli servislere ya
da ilgili NATO karargahlarına bağlı çalışıyordu. Parlamentonun ve kısmen
hükümet denetiminin dışındaydı. Kimi hükümet başkanlarına örgütün varlığı
bildirilmemişti. Örgüt, ülkelere göre değişik adlar alıyordu : İtalya'da
Gladyo, Yunanistan'da Kızıl Koç Postu ve Türkiye'de Özel Harp Dairesi gibi. Ne
var ki kimi örgütler zaman içerisinde resmi görevlerinin sınırlarını aştılar.
Örnekse, gazetecilerin 1990/91 yıllarında yaptıkları araştırmalar, Gladyo
mensuplarının yurt içinde de faaliyette bulunduğunu, muhalefet politikacılarını
izlediğini, kara listeler hazırladığını, solcuların üst düzeylerde görev
almaması için çeşitli manipülasyonlara başvurduğunu gösterdi. Stay Behind
örgütlerinin kimi ülkelerde büyük skandallara yol açmış olmasının nedeni bu tür
yurtiçi faaliyetleridir.
Nitekim,
Venedikli sorgu yargıcı Felice Casson, ilgili dosyalar üzerindeki "devlet
sırrı" örtüsünün aralanmasından sonra bulgularını şöyle değerlendirmişti.
"Gladyo adlı bu gizli yapılanma, yasanın kriminal silahlı örgütlenmeyle
ilgili koyduğu cezai hükümlerin tüm şartlarını haizdir."
Gladyo
mensupları yalnızca askeri haber alma servislerinden seçilenlerle sınırlı
değildi. İtalya'da açıklanan mensup listesine göre Gladyo, bir bölümü Mafya
klanlarına bağlı işadamlarını, yöneticileri, mimarları ve borsa uzmanlarını da
yapısına almıştı. Devamlı çalışan memur sayısının az olmasına karşılık 5000
kişilik bir Gladyatör kitlesi olduğu tahmin ediliyordu.
Doğu'nun
Batı'yı işgal edemeyeceği anlaşıldıktan sonra da Gladyo faaliyetlerine devam
etmişti. Başbakan Andreotti, 1990 yılında yaptığı bir konuşmada örgütü
lağvetmeyi unuttuklarını (!') söyledi. Ve bir genelgeyle bu yapılanmanın
ortadan kaldırıldığını bildirdi. Ancak bu bildirime karşın 1992 ve 1993
yıllarında, ipuçları Gladyo mensuplarını işaret eden çok sayıda kanlı suikast
oldu).
Tüm
bu hususlardan bahseden yok. Vatandaşlarımızın doğru bilgilendirilmemesi için
herkes elinden geleni yapıyor. Çağdaş (') hukukçularımız sadece, Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesinin çeşitli kararlarına yansıyan şu "genel ilke" yi
tekrarlamakla yetinmektedirler:
(İfade
özgürlüğü, demokratik bir toplumun vazgeçilmez esasını ve toplumun gelişimi ve
her bireyin kendini gerçekleştirmesinin temel koşulunu oluşturmaktadır. Bu
2.fıkraya uygun olarak, yalnızca onaylanan,zararsız olduğu kabul edilen ya da
nasıl olursa olsun farketmeyen "bilgi" ya da "düşünceler"
için değil, hoşa gitmeyen, sarsıcı ya da rahatsız edici olanlar için de geçerlidir.
Bunlar "demokratik toplum'un onlarsız olamayacağı çoğulculuğun, hoşgörünün
ve açık fikirliliğin gereğidir. 10. maddede açıklandığı gibi bu özgürlük, her
halde dar yorumlanmaması ve herhangi bir sınırlama gereksiniminin ikna edici
bir biçimde ortaya koyulması gereken istisnalara tabidir).
Bu
genel ilkeyi elindeki davaya uygularken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bizim
çağdaş (') hukukçularımızdan farklı sonuçlara varabilmektedir.
Mesela
Mehdi ZANA'nın açtığı davada da (25.11.1977 de sonuçlanmıştır), biraz önce
açıkladığım "genel ilke" aynen tekrarlanmış, ancak TCK.nun 312 nci
maddesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin "ifade özgürlüğü"ne
ilişkin 10 ncu maddesini ihlal etmediği sonucuna vardığı gibi; söz konusu
"genel ilke"yi eldeki davaya şu şekilde uygulamıştır:
(.....
52. Bay Zana mahkumiyetinin ve cezasının tamamen haksız olduğunu ileri
sürmüştür. 1960'lardan beri Kürt davasının aktif bir savunucusu olarak her
zaman için şiddete karşı olduğunu söylemiştir. Bay Zana Hükümetin, PKK'nın
silahlı mücadelesini desteklediğini ileri sürmekle sözlerini yanlış yorumlamış
olduğunu savunmuştur. Aslında gazetecilere ulusal kurtuluş hareketini
desteklediğini, ancak şiddete karşı olduğunu söylemiş ve kadın ve çocukların
katledilmesini kınamıştır. Her halde, PKK üyesi değildir ve şiddete başvurmayan
eylemi savunan "Özgürlük Yolu" örgütüne üye olmaktan hapis cezası
almıştır.
53.
Öte yandan Hükümet, başvurucunun mahkumiyetinin ve cezasının 10. maddenin
2.fıkrasına göre tamamen haklı olduğunu ileri sürmüştür. Hükümet, PKK'nın
Güneydoğuda kanlı saldırılarını sürdürdüğü bir sırada başvurucunun
söylediklerinin ciddiyetini vurgulamıştır. Sunuşlarında, toprak bütünlüğünü
tehdit eden bir terör ortamıyla karşı karşıya kalan bir Devletin, böyle bir
durumun yalnızca bireylere yönelik olmasına göre daha geniş bir takdir
yetkisine sahip olması gerektiğini belirtmişlerdir.
54.
Komisyon, Hükümetin görüşlerinin büyük çoğunluğunu benimsemiş ve 10. maddenin
ihlal edilmediği düşüncesini beyan etmiştir.
55.
Divan, yukarıda 51.paragrafta ortaya koyulan ilkelerin terörizme karşı
mücadelede ulusal güvenlik ve kamu güvenliğinin sürdürülmesi için alınan
önlemler açısından da geçerli olduğunu düşünmektedir. Bu bağlamda Divan, her
olayın Özel koşullarını ve Devletin takdir yetkisini özenle göz önünde tutarak,
bireylerin ifade özgürlüğüne ilişkin temel haklarıyla demokratik bir toplumun
meşru hakkı olan kendini terörist örgütlerin eylemlerine karşı korumak arasında
adil bir dengenin kurulup kurulmadığını araştırmalıdır.
56.
Sonuç olarak Divan eldeki davada, Bay Zana'nın mahkumiyetinin ve cezasının
"zorlayıcı bir toplumsal gereksinim'"e yanıt verip vermediğini ve
bunların "izlenen meşru amaçlarla orantılı" olup olmadığını
değerlendirmelidir. Bu amaçta Divan, başvurucunun sözlerinin içeriğini o dönemde
Türkiye'nin Güneydoğu bölgesinde hüküm süren durumun ışığında çözümlemenin
önemli olduğu görüşündedir.
57.
Divan başvurucunun açıklamasını, kendisinin de esas olarak reddetmediği, 30
Ağustos 1987'de günlük ulusal gazete Cumhuriyet"te yayınlandığı biçimiyle
temel alacaktır. Açıklama iki cümleden oluşmaktadır. Birinci cümlede başvurucu,
"katliamlardan yana" olmadığını söylerken "PKK ulusal kurtuluş
hareketi"ni desteklediğini belirtmektedir. İkinci cümlede şunu
söylemektedir: "herkes hata yapar, PKK, kadın ve çocukları yanlışlıkla
öldürüyor."
58.
Bu sözcükler çeşitli biçimlerde yorumlanabilir ancak, her halde, bunlar
çelişkili ve anlamı belirsizdir. Bunlar çelişkilidir çünkü aynı zamanda hem
amaçlarına ulaşmak için şiddet kullanan bir terörist örgüt olan PKK'yı
desteklemek, hem de kendisinin katliamlara karşı olduğunu açıklamak zor
görünmektedir. Bunların anlamı belirsizdir çünkü Bay Zana kadın ve çocukların
katledilmesini uygun bulmazken aynı zamanda bunu herkesin yapabileceği bir
"hata"olarak tanımlamaktadır.
59.
Bununla birlikte, bu açıklamaya tek başına bakılmamalıdır. Bu açıklamanın
başvurucunun da farkında olması gereken, olayın somut koşulları içinde özel bir
anlamı vardır. Divanın daha önce belirttiği gibi bu röportaj, o tarihte
gerginliğin dorukta olduğu Türkiye'nin Güneydoğu bölgesinde PKK'nın sivillere
yönelik kanlı saldırılarıyla aynı zamana denk düşmüştür.
60.
Bu koşullar altında büyük bir ulusal günlük gazetede yayınlanan röportajda,
Güneydoğunun en önemli kenti olan Diyarbakır'ın eski belediye başkanının
-"ulusal kurtuluş hareketi" olarak tanımladığı- PKK'ya verdiği
desteğin, bu bölgedeki patlamaya hazır havayı daha da ağırlaştıracağı
düşünülebilir.
61.
Bu nedenle Divan, başvurucuya verilen cezanın "zorlayıcı bir toplumsal
gereksinime" yanıt verdiğinin kabul edilmesinin uygun olduğunu ve ulusal
makamların ileri sürdüğü nedenlerin "uygun ve yeterli" olduğunu
düşünmektedir.
62.
Bütün bu etkenleri ve böyle bir havada ulusal makamların sahip olduğu takdir
yetkisinin sınırlarını göz önünde tutarak Divan, incelenen müdahalenin izlenen
meşru amaçlarla orantılı olduğunu düşünmektedir.
Sonuç
olarak. Sözleşmenin 10.maddesi ihlâl edilmemiştir).
Bu
çeşit kararlar verilmese, başka bir deyişle "düşünceyi suç olmaktan
çıkarıyoruz" bahanesiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi "militan
demokrasi" anlayışından tamamen vazgeçse ne olur' Hukukçulardan çok
sözettik. İsterseniz büyük bir edebiyat ustasının, SOLJENİTSİN' in dediklerine
kulak verelim:
(Demokrasiler
tarihin uçsuz bucaksız nehirlerinde kaybolmuş adalardır. Su daima yükselir, tarihin
en basit kanunları demokratik toplumlara karşıdır. Dünyanın kaderi hiç bir
zaman böylesine insana bağlı kalmamıştır. Ben öyle sanıyorum ki insanoğlu için
ilk kaide yalanı kabul etmemesidir. Gerçeği söylemek demek, özgürlüğe yeniden
hayat kazandırmak demektir. Modaya, menfaatlere ve baskılara aldırmadan gerçeği
söylemek, bildiğini söylemek, doğru olmak ve onu durmadan tekrarlamak. Batının
geleceğini düşünüyor ve korkuyoruz. Çünkü 70 yıl önce yaşadıklarımızı burada da
görüyorum. Çocuklarının düşüncelerine boyun eğen büyükler, değişik fakat
değersiz düşünceler içinde eriyip giden genç kuşaklar. Moda dışında kalmaktan
korkan profesörler, devrimci aşırı uçlara duyulan sempati, mahkumiyet hükmü
giymişçesine susan çoğunluk, zayıf hükümetler, kendilerini koruyacak
mekanizmaları felç olmuş toplumlar. Bütün bunların sonucunun ne olduğu bizler
tarafından biliniyor).
Alman
şairi Heine demişti. Bu çeşit aydınlar düşüncelerini tutarlı göstermek için,
bulundukları ülkede rejime ve ülke bütünlüğüne yönelik tehlikeler olduğunu,
boyutları ne olursa olsun asla kabul etmezler veya bu tehlikelerin ancak ve
ancak düşünce hürriyetine (tahrik ve propaganda dahili sinir getirilmemesiyle
aşılabileceğini iddia ederler. Ülkemizde de "irtica ve bölücülük tehlikesi
olduğunu" söyleyen, hatta bunca kan dökücü eylemine rağmen P.P.K.yı açıkça
kınayan bir liberal aydın bugüne kadar görülmedi. düşünce hayatımıza renk
kattıkları doğrudur. ancak cehenneme giden yola en güzel taşları da onlar
döşüyorlar. Aslında hiçbir zaman demokrat olmamış ve olamıyacak olan
"siyasal islamcılar" ve "bölücüler"ce baş tacı edilmeleri
bu nedenledir.
D-
Davalı Parti Genel Başkanı, 10.9.1999 tarihli "ön savunma"sında,
Yasin Hatipoğlu ile Necmettin ERBAKAN arasındaki telefon konuşmasının, hukuka
aykırı şekilde ve gizli dinleme ile kasete alındığını, bu şekilde elde edilen
delilin CMUK.nun 254/1 nci maddesi gereğince hükme esas alınamayacağını iddia
etmektedir.
Her
şeyden önce şu hususu vurgulayayım, hukuka aykırı şekilde elde edilen tüm
delillerin hükme esas alınmasını yasaklayan hiçbir hukuk düzeni mevcut
değildir.
Bir
İçtihadı Birleştirme Kararına ilişkin olarak Yargıtayımıza gönderdiği,
21.9.1988 tarihli görüş bildirme yazısında Prof. Dr. Eralp ÖZGEN şöyle diyor :
(CMUK.NUN
GEREKÇESİNDE DE AÇIKLANAN TEMEL PRENSİPLERİ :
-
Herşeyin delil olabileceği,
-
Herkesin delil ileri sürülebileceği,
-
Yargıcın re'sen delil araştırabileceği. hatta zorunlu olarak araştırması
gerektiği,
-
İspat külfetinin mevcut olmadığı,
-
Delilleri değerlendirmede yargıcı bağlayıcı delil sözkonusu olmayıp, yargıcın
tüm delilleri serbestçe değerlendireceği-vicdani kanaat sistemi-dir.
Herhangi
bir ceza mahkemesinde bu ilkelerin birinden dahi vazgeçme, o mahkemede
"ceza muhakemesinin temel felsefe ve yapısına" aykırı davranmak
anlamını taşır).
Prof.
Dr. Öztekin TOSUN (Türk Suç Muhakemesi Hukuku, 2.Bası. Cilt 1) Dünyadaki ve
bizdeki uygulamaları şu şeklide özetlemişti:
(Muhakeme
kurallarına aykırı olarak ele geçirilmiş delillerin kullanılabileceği görüşü,
oldukça eskidir. Bu görüşe göre, görevini verine getirmeyen memur bu yüzden
cezalandırılır veya disiplin cezasına çarptırılır; fakat ele geçirdiği delil
muhakemede görmemezliğe gelinemez. Latince, "Male captum, bene
retentum" yani delil "kötü alınmışsada iyi kullanılır"
denmiştir(CORDERO). Böylece, kolluk memuru arama kurallarını ihlal ederek bir
eve girip suç aletini alsa, kolluk memuru bu yüzden görevini kötüye
kullanmaktan cezalandırabilecek, fakat suç aleti hakim tarafından gözönünde
tutulacaktır. Bunun gibi, bir kimse eve girip bir suç delilini çalsa bu
çalınmış eşya mahkemede bu yüzden delil olmaktan çıkmayacaktır. Hukuka aykırı
sorgu sonucu elde edilen açıklamalar delil olarak kullanılamazken, onlar
dışında kalan delillerin hukuka aykırı olarak elde edilmelerinde
kullanılabilmesini bu görüş yanlıları şöyle açıklamaktadırlar : Sorguda
kurallara uyulmaması çoğunlukla gerçeğe aykırı açıklamalara götürmektedir,
korkulan budur. Halbuki, bir kolluk memurunun hakim kararı olmadan evde arama
yapmasında çoğunlukla hakim kararı olduğu zaman yaptığı aramada bulabileceği
delillerden başkası bulunmuştur denilemez(SCAPA).
Eğer
hakim tarafından verilebilecek bir kararla veya başka koşullara uyularak hukuka
uygun bir biçimde elde edilebildiğinden muhakemede kullanılabilecekse o delilin
hukuka aykırı biçimde elde edilmesi, muhakemede kullanılmasını engellemez.
S.566.
Delilin
elde edilmesinin suç olduğu bir gerçek olabilir; fakat mantık bundan delilin
kullanılmasının yasak olduğu gerçeğini çıkarmaz. Bu iki veri birbirinden
tamamen ayrıdır.
İngiliz
hukukunda bu görüş yerleşmiştir: fakat istisna durumlarda İngiliz hukukunda da
hakim delilin hukuka aykırı elde edilmiş olması nedeni ile onu
reddedebilmektedir. Bu tek istisna, "kabulü sanığa karşı büyük bir adilik
(Slealta) teşkil edeceği düşünülmesi" durumudur. Ancak böyle önemli bir
durumdadır ki, İngiliz hukuku hukuka aykırı olarak ele geçirilmiş delillerin
muhakemede kullanılmamasına razı olmuştur. (CORDERO, SCAPORONE .)
Bizce
hukuka aykırı olarak elde edilmiş delillerin suç muhakemesinde hakim tarafından
görmemezliğe gelinmesi kabul edilemez. Ceza hakiminin maddi gerçeği araması
gereği bunu gerektirir. Doğal olarak, eğer hakime açıkça bu delilleri
kullanması yasaklanmış ise, o zaman bu konu düşünülmüş taşınılmış ve
kanunlaştırılmış olduğu için yapacak pek bir şey kalmaz. Bunun dışında kural
hakimin önüne getirilmiş delilleri incelemeye yetkili olduğudur; delillerin
hukuka aykırı elde etmek suç ise, her suç gibi bununda faili onun yaptırımına
katlanmalıdır.
Amerikan
mahkemelerinin tutumu abartılmamalıdır; Çünkü bu muhakemelerin verdiği kararlar
sadece konut dokunulmazlığını ihlal suçunu ve özel hayatın gizliliğini ihlal
suçunu işleyerek kolluğun delil elde ettiği durumlarda bu delillerin mahkemede
kullanılmayacağı biçimindedir. Demek ki sadece iki suç sözkonusu ise böyle bir
istisna kabul edilmektedir. Ayrıca, önemli bir kararda federal suçlarda böyle
olduğu, federe devletlerin kanunlarına aykırılıklarda ise mahalli mahkemelerin
bu delilleri reddetmelerinin şart olmadığı belirtilmiştir. Almanya'da ise,
böyle bir hükmün sadece sanığın ikrarı bakımından kabul edildiği, bunun ise
böyle bir hükmü kabul etmemiş ülkelerde de böyle olduğu görülmektedir. Öğreti
alanında ise, hukuka aykırı biçimde elde edilmiş delillerin mahkemelerde
kullanılabileceği sadece elde edenlerin sorumluluğu yönüne gidileceğini kabul
edenler olduğu gibi, daha az yazarın bu delillerin kullanılamayacağı fikrinde
olduğu görülmektedir(CORDERO).
Kanımızca,
kanun koyucu hukuka aykırı biçimde elde edilmiş hangi delillerin mahkemede
kullanılamayacağını istisna olarak göstermeli, tehlikeli bir yolu açmamalıdır.
Özetlemek
gerekirse hakimin muhakemede kullanamayacağı delilleri iki büyük gurupta
toplamak mümkün olur: mutlak yasaklı deliller ve nisbi, göreli yasaklı
deliller.
Mutlak
yasaklı delilleri hakim hiç kullanamaz; bunlar tanıklık yapmaktan çekinme hakkı
olanların açıklamaları veya tanıklık yasağı kabul edilmişlerin (devlet sırrı
gibi) açıklamalarıdır. Bunlardan hakimin hiçbir zaman faydalanamayacağı kabul
edilmelidir.
Nisbi,
göreli yasaklı deliller ise, hukuka aykırılığın sadece elde edilmesi işlemine
veya biçimine bağlı olduğu durumlarda sözkonusudur. Bunları hakim kullanır;
fakat elde eden hakkında sorumluluk söz konusu olur. Eğer bunların hakim
tarafından kullanılmaması uygun bulunuyorsa, kanunkoyucu bunu açıkça belirtmelidir;
açıkça yasaklamadığı durumlarda bu deliller kullanılmalıdır. (s.272).
Prof.
Dr. Öztekin TOSUN'un yukarıda yazılı açıklamalarına, 3842 sayılı yasa ile Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunumuzda değişiklik yapılmadan önce tüm Mahkemelerimizin
uygulamaları bu doğrultuda olduğu için değindik. Mesela Anayasa Mahkememiz
İsmail ÖZDAĞLAR hakkında açılan davada, gizli dinleme ile elde edilen bir bandı
hükme esas almıştır, bant çözümünü de kararına aynen yazmıştı.
3842
Sayılı Yasa ile Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunumuzda değişiklik yapılınca,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural SAVAŞ, Yargıtay Üyesi Sadık
MOLLAMAHMUTOĞLU ile birlikte, 1995 yılında yazdıkları "Ceza Muhakemeleri
Usulü Kanununun Yorumu" adlı eserin "ÖNSÖZ"ünde, şöyle bir değerlendirme
yapmışlardı:
(Devletin
en temel görevlerinden biri, insanların bir arada yaşamaları için gerekli olan
ortamı hazırlamaktır.
Hüküm
verilirken, yaşanmış olan gerçek olayın öğrenilmesi önem kazanır. Buna
"maddi gerçek" denir. Maddi gerçeğin öğrenilmesi toplumun menfaatinedir.
Bununla birlikte, maddi gerçeğin öğrenilmesi için yapılacak araştırmalar,
toplumda yaşayan fertlerin hak ve özgürlüklerini çeşitli açılardan kısıtlayan
birer müdahale niteliğindedir. İşte burada iki önemli değer arasında denge
kurulması gerekmektedir: Maddi gerçek ortaya çıkarılırken, haklar orantılı bir
şekilde kısıtlanmalıdır.
Ceza
muhakemesi yaşayan bir varlık gibidir ve ait olduğu toplumdaki değer
yargılarını yansıtır. Ceza muhakemesinin gayesi, insanlık tarihi içinde üç
aşamadan geçmiştir. 1-Suçlunun cezalandırılması, 2-Sanığın korunması, 3-Maddi
gerçeğin araştırılması. Bugünkü gaye "insan haklarına saygılı bir şekilde
maddi gerçeğin araştırılmasıdır. (Prof. Dr. Feridun YENİSEY, Hazırlık
Soruşturması ve Polis, 3. Bası, 1993 s.29, 30.)
Bir
hukuk devletinde, ceza takibine yetkili makamların, bir ceza muhakemesi işlemi
yaparken devleti veya ferdi "kayırması" kabul edilemez. Çünkü
"ferdin kayrılması anarşiye, devletin kayrılması da baskıcı bir yönetime
yol açar" (Prof. Dr. Bahri ÖZTÜRK, Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku, 3.
Bası, 1994.S.78.)
1.12.1992
tarihli Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren 3842 sayılı yasa ile
CMUK.muzda önemli değişiklikler yapılmıştır.
Bazılarına
göre "Bu değişiklikleri hazırlatan ve ısrarlı bir takiple T.B.M.M.de
yasalaşmasını sağlayanların heykeli dikilmelidir... T.B.M.M. Avrupa'dan ileri
bir yasa yapmıştır", Prof. Dr. Zeki HAFIZOĞULLARI'na göre, "genel bir
değerlendirme yapılırsa, değişikliklerin kanun koyucunun bilgisizliğinin
şaheseri olduğu söylenebilir", Prof. Dr. Bahri ÖZTÜRK'e göre "Bu
haliyle CMUK., değil organize suçlulukla mücadele, adi suçlulukla mücadeleye
dahi elverişli değildir", Prof. Dr. Kayıhan İÇEL ve Prof Dr. Feridun
YENİSEY'e göre ise "Trafiğin sağdan aktığı bir ülkede bir kişinin soldan
akan trafiğe göre araç kullanması nasıl olumlu sonuç doğurmazsa, kıta Avrupası
hukuk sisteminin içerisine Anglo-Amerikan sistemine ait bazı öğelerin
yerleştirilmesi, yasa değişikliğinden beklenen olumlu sonuçları belli ölçüde
engelleme tehlikesini taşımaktadır".
Kitabımızda
143, 144 ve özellikle 254 üncü madde altındaki açıklamaları okumak bu
görüşlerden hangisinin haklı olduğunu anlamanıza yeterli fikir verecektir
sanıyoruz.
Belki
de, yapılması gereken tek şey, büyük yasaların bir sistem oluşturduğu
gerçeğinden hareketle, gerçekten demokratik bir Avrupa ülkesi CMUK.nun, ilgili
polis mevzuatıyla birlikte aynen iktibas edilmesidir.
Böylece
bir taşla iki kuş vurabiliriz; hem daha gerçekçi bir yasa yapmış ve hem de
içende ve dışında yasalarımızın demokratik olmadığını iddia ederek ülkemizi
kötülemeyi alışkanlık haline getiren sözde insan hakları savunucularına karşı
" bizim CMUK.muz, mesela, modern İtalya veya Almanya CMUK.nun
aynısıdır" diyebilme olanağına kavuşmuş olacağız).
Hemen
şunu ifade edeyim: "gerçekten demokratik bir Avrupa ülkesinin CMUK.nun,
ilgili polis mevzuatıyla birlikte aynen iktibas edilmesine razıyım" diyen
bir çağdaş (') hukukçuya bugüne kadar rastlamadık.
3842
sayılı Yasa ile, CMUK.muzun 254 ncü maddesine "soruşturma ve kovuşturma
organlarının hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas
alınamaz" şeklinde bir ikinci fıkra eklendi.
Dikkat
edilecek olursa, yasa koyucunun "hükme esas alınamaz" dediği
deliller, "soruşturma ve kovuşturma organlarının hukuka aykırı şekilde
elde ettikleri deliller" dir. Yasa koyucu çağdaş bütün ülkelerin aksine,
hukuka aykırı şekilde elde edilen bütün delillerin hükme esas alınmaması
amacını gütseydi, "hukuka aykırı şekilde elde edilen deliller hükme esas
alınamaz" demekle yetinirdi.
3842
sayın Yasa ile yapılan değişiklikten sonra, "yasak deliller" konusunu
derinliğine inceleme fırsatı bulmuş bilim adamlarımızın görüşleri aşağıda
ayrıntılarıyla açıklanmıştır.
Prof.
Dr. Feridun YENİSEY şöyle diyor :
Amerikan
yüksek mahkemesinin verdiği karara göre, sadece anayasayı ihlal eden bir hukuka
aykırılık, delilin kullanılmamasına yol açar. Anayasadaki kuralları ihlal
etmeyen, başka kuralları, başka hukuk normlarını ihlal eden aykırılıklar,
delilin dosyadan çıkarılmasına sebep olmaz. o halde 254. maddedeki bu
düzenlemeyi bizim de şöyle anlamamız gerekiyor: Anayasal hakları ihlal eden bir
şekilde elde edilen deliller kullanılmaz. yoksa, her türlü hukuka aykırılık
değil,
Alman
anayasa mahkemesinin kabul ettiği sistem, sanık hakları teorisi-recht streit
teori-diye isimlendiriliyor. Bu teoriye göre, her somut olayda sanığın ihlal
edilen menfaatleriyle, toplumun suçla ihlal edilen menfaatleri
karşılaştırılmalı, delilin dosyadan çıkarılıp çıkarılmamasına ondan sonra karar
verilmelidir. Eğer araştırma metodu bizatihi suç ise, bu delil kesinlikle
kullanılmamalıdır.
Mesela
Türkiye'nin Hamburg Konsolosluğu telefonlarını dinleyen Alman Anayasayı Koruma
Teşkilatı, Hapishanede hükümlülerle görüşen bir kişinin konsolosluğa düzenli
olarak siyasi hükümlülerle ilgili bilgi verdiğini tespit ederek, bu kişi
hakkında casusluktan dava açılmıştır. Dava sırasında diplomatik dokunulmazlığı
bulunan konsolosluğun telefonlarının dinlenmesinin hukuka aykırı olduğu ve
bunlardan elde edilen bilgilerin delil olarak kullanılamayacağı ileri
sürülmüşse de mahkeme diplomasi dokunulmazlığı ayrıcalığının konsolosluk
görevlilerini koruduğunu, konsolosluğa bilgi veren kişi bakımından ise bir
koruma getirmediğini kabul ederek delilin kullanılabileceğine karar vermiştir.
Çağdaş
ceza muhakemesinin gayesi, maddi gerçeğin hukuk kuralları çerçevesinde yapılan
araştırmalarla ortaya çıkarılmasıdır. Başka bir ifade ile maddi gerçeği
araştırma ve ortaya çıkartma konusunda Devletin sahip bulunduğu yetkiler
sınırsız değildir. 'Hakikat her ne pahasına olursa olsun, araştırılır' diye bir
kural yoktur. Ceza Muhakemesinde delil elde etme belli kurallara bağlıdır.
Bu
nedenle, kanun koyucu bazı olayların ispat edilmesini hiç kabul etmemiş,
bunları önceden yasaklamıştır. Buna delil elde etme yasağı adı verilir. Bazı
delillerin ise, elde edilmesi konusundaki kurallar ihlal edildiğinde, bu
deliller hukuka aykırı delil niteliğini alırlar. Hukuka aykırı delillerin
duruşmada hüküm verirken kullanılması ise ayrı bir sorundur.
Kanunumuzun
254 üncü maddesinin 2 nci fıkrasındaki delil yasağında ise, mutlak bir yasak
söz konusu olmayıp hakimin takdir yetkisini kullanalabileceği bir düzenleme yer
almaktadır. Kanaatimizce burada hakim takdir yetkisini kullanırken sanığın
anayasal haklarının yapılan işlem ile ihlal edilip edilmediğine bakılmalı ve
anayasal hak ihlal edilmiş olduğunu saptadığında da sanığın işlediği suçun
topluma vermiş olduğu zarar ile, delil toplanırken devlet güçlerininin sanığa
ait anayasal hakkı ihlal etmiş olmalarından doğan toplumsal zararı
karşılaştırmalıdır. Sanığın topluma verdiği zarar daha büyük ise ve 135a
maddede olduğu gibi açıkça yasaklamış bir delil de sözkonusu değil ise, hukuka
aykırı nitelik taşıyan delili, hakim hüküm verirken kullanabilmelidir. (Hukuka
Aykırı Deliller, İstanbul Barosu Yayını, 1995, s.138).
Prof.
Dr. Bahri ÖZTÜRK, şöyle diyor :
(Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanununun 254. maddesine eklenen 2. fıkra hükmüne göre
hukuka aykırı bir delile bağlı olarak ele geçirilen ve hukuki olarak geçerli
olabilecek diğer tüm delillerin de geçersiz sayılmak suretiyle sanığın beraatine
karar verilmesi gerektiği şeklinde düşünceler bulunmaktadır. Bence mahkemelerin
hukuka aykırı olduğu ileri sürülen delillerin hukuka uygun olup olmadığını
somut olarak ayrı ayrı değerlendirmeleri, sanık hakları kadar mağdur haklarının
ve toplum hukukunu da gözönünde tutularak maddi adaletin gerçekleşmesine karar
vermeleri gerekir (adı geçen eser, s.350).
Özel
kişilerin hukuka aykırı yollardan delil elde etmeleri, örneğin bir belgeyi
çalmaları ve bunu yetkili makamlara vermeleri durumunda bu deliller, kural
olarak değerlendirilebilecektir. Çünkü, kanunlarımızda yer alan, özellikle
yasak delil metodları özel kişiler değil, kovuşturma makamları için
öngörülmüştür. "Kovuşturma makamlarına yasak olanın özel kişilere
evleviyetle yasak olacağı" gerekçesi ile bunun aksini ileri sürmek, Kamu
Hukukunun en temel prensiplerine aykırı olur. Zira, Kamu Hukukunda idare
bakımından yetki istisna, yetkisizlik kuraldır. Oysa vatandaşlar için, eğer
ölçümüz hürriyetçi demokratik bir sistem ise, yasak edilmeyen serbesttir. Yasak
koymak, Ceza Hukuku bakımından suç ihdas etmek demek olduğundan, Ceza Hukukunun
cihanşümul ilkelerinden birisi olan; köklerini siyasi liberalizm, demokrasi,
kuvvetler ayrılığı, genel önleme, kusursuz suç ve ceza olmaz prensibinde bulan
ve suçların ve cezaların ancak kanunla konulabileceğini öngören kanunilik
ilkesi debunu gerektirir. Demek oluyor ki, hürriyetçi demokrasilerde vatandaş
hürdür, kanunla yasaklanmayan her türlü davranış onun için serbesttir. Ancak,
insan haklarına yapılan ağır müdahaleler bunun istisnasını teşkil eder. Özel
kişinin sanığa işkence ederek ikrar elde etmesinde durum budur. Böyle hallerde
işkencenin kim tarafından yapıldığının önemi yoktur.
Özel
kişi (Ö), büyük bir kamu bankasının en üst yetkilisi olan (B) den çaldığı ve
içinde (B) nin, kamu bankası ile iş yapan veya bundan kredi alanlardan haksız
olarak aldığı ileri sürülen paraların hesabıyla bazı üst düzey kamu
görevlilerine yine haksız olarak aktardığı paraların hesabına ilişkin notların
yer aldığı not defterini gazeteci (G) ye verse; (G) de bunu programında
kullandıktan sonra C. Savcılığına teslim etse, acaba bu suretle kovuşturma
makamlarına intikal eden ve içinde bazı rakamlarla sembollerin yer aldığı not
defteri ceza muhakemesinde kullanılabilir mi'
Hemen
kaydedelim ki, kovuşturma makamları bakımından burada delil elde etmek söz
konusu değildir. CMUK. m. 254/2 de geçen soruşturma ve kovuşturma organlarının
hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas alınamaz denilirken
geçen elde etmek ibaresinden maksat, soruşturma ve kovuşturma organlarının
aktif olarak delil toplamalarıdır; oysa yukarıdaki olayda söz konusu organlar
pasiftir. Kendilerinin dışında hukuka aykırı surette elde edilmiş bulunan bir
delilin kendilerine sadece teslimi söz konusudur. Kaldı ki, özel kişi not
defterini bu şekilde elde etmemiş olsa idi, belki de kovuşturma makamları
hukuka uygun yollardan aynı delile ulaşabileceklerdi. Hukuka uygun yollardan
yetkili makamlarca elde edilmesi imkan dahilinde bulunan bir delilin, özel
kişilerin hataları yüzünden yetkili makamlarca kullanılmasının yasaklanması
kabul edilemez. Bütün bu gerekçelerle, bu suretle yetkili makamlara teslim
edilen delillerin sırf bu açıdan CMUK. m.254/2 sebebiyle ceza muhakemesinde
kullanılamayacağını ileri sürebilmek mümkün değildir (Prof. Dr. Bahri ÖZTÜRK,
Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku, 1999, s. 558 ve devamı).
Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanununda yer alan ve konusu bakımından yasaklanan deliller,
Devletin kovuşturma organlarını sınırlayan hükümlerdir. Bu nedenle, özel
kişiler tarafından elde edilen delillerin hükümde kullanılması, genellikle
kabul edilmektedir (Prof. Dr. Feridun YENİSEY, Hukuka Aykırı Deliller, S.159).
Özel
hayat, hayatın gizli alanından farklı olarak nisbi bir korumaya mazhardır.
Bunun konumuz açısından anlamı şudur; Şayet özel hayat ihlal edilerek bir delil
elde edilmişse, bakarım. Bu delilin ceza muhakemesinde kullanılması GEREKLİ
ise, başka bir ifade ile, hüküm kurulabilmesi için mutlaka kullanılması
gerekiyorsa KAMU YARARI açısından bir değerlendirme yaparım. Kamu yararı varsa
kullanır, yoksa kullanmam. Bilindiği gibi, kamu yararının bulunup bulunmadığını
tespit ederken keyfi bir değerlendirme yapılmamakta; iki kriterden
yararlanılmaktadır. Bunlar da HAKKIN NİTELİKSEL ÜSTÜNLÜĞÜ ile SAYISAL ÜSTÜNLÜK
kriterleridir. Gerçekten, örneğin kavşaktaki trafik lambası sizin gideceğiniz
istikamet için yeşil yansa dahi, sizin yolu kesen yoldan gelen bir ambulansa
yol vermenizin sebebi, ambulansın içindeki hasta veya yaralının hakkının yani
YAŞAMA HAKKININ sizin idrak edeceğiniz haktan (yolu kullanmaktan) niteliksel
olarak üstün olmasıdır. Öte yandan bir şahsa ait bir tarlanın yol veya okul
yapmak amacıyla kamulaştırılmasında da, okulu veya yolu kullanacak olanlar
tarlayı kullanan bir kişiye nazaran sayısal üstünlüğe sahiptir; bu nedenle,
hukuk devleti ilkesi esaslarına uygun olarak yapılan böyle bir kamulaştırmada
kamu yararı vardır denir (Prof. Dr. Bahri ÖZTÜRK, adı geçen eser, s.560).
Seydi
KAYMAZ "Uygulamada ve Teoride Ceza Muhakemesinde Hukuka Aykırı Deliller
(1997)" adlı eserinde, şu hususları vurguluyor:
(Delil
yasaklarının amacı zabıtayı disiplin altına almak olarak kabul edilirse,
zabıtanın tekrar hukuka aykırı yöntemlere başvurmasının önüne geçmek amacıyla
hukuka aykırı şekilde elde ettiği tüm deliller yargılamada değerlendirilemeyecektir.
Ancak, delil yasaklarının amacı, insan haklarını korumak olarak kabul edilirse,
hukuka aykırı şekilde elde edilen deliller sırf bu nedenle peşinen
değerlendirme dışı tutulamayacaktır. Bu açıdan delil yasaklarının amacının
tespiti büyük önem taşımaktadır.
Kıta
Avrupası hukuk sistemine göre delil yasaklarının görevi insan hakları ile temel
hak ve hürriyetleri korumaktır. Bu bakımdan zabıta tarafından hukuka aykırı
şekilde elde edilen deliller bu nitelikleri dolayısıyla peşinen değerlendirme
dışı tutulamayacaktır.
3842
sayılı yasa ile CMUK 254. maddeye eklenen 2. fıkrada yer alan "Soruşturma
ve kovuşturma organlarının hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme
esasa alınamaz" şeklindeki hüküm de bu amaca hizmet edecek şekilde yorumlanmalıdır.
Buna göre, işkence ve benzeri yasak sorgu yöntemleri uygulanarak elde edilen
deliller veyahut temel hak ve hürriyetlerin ihlal edilmesi suretiyle elde
edilen deliller yargılamada kullanılamayacaktır. Bununla birlikte, önemli bir
hak ihlaline neden olmayan basit hukuka aykırılık hallerinde zabıtanın elde
ettiği deliller yargılamada kullanılabilecek, değerlendirme dışı
tutulmayacaktır.
Gerçekten,
önemli bir hak ihlaline neden olmayan hukuka aykırılıklar nedeniyle elde edilen
delillerin değerlendirme dışı tutulması, haksız beraat kararlarının verilmesine
ve yargılamanın kilitlenmesine neden olacaktır. Delil yasaklarına böyle bir
fonksiyonun yüklenmesi hukuk devleti ilkesi ile de bağdaşmamaktadır. Çünkü
hukuk devleti, kısaca, insan haklarını gerçekleştiren, güvenliği sağlayan, adil
devlet olarak tanımlanmaktadır. Hak ihlaline neden olamayan kurallara
aykırılıklar nedeniyle, elde edilen delillerin değerlendirilmemesi halinde,
hukuk devletinin "hukuki güvenlik" ve "adalet" ilkeleri çiğnenmiş
olacaktır. Sonuç olarak, hukuk devleti ilkesinin gerçekleşmesi ve hukuki barış,
ancak delil yasaklarına, insan hak ve hürriyetlerini koruma görevinin verilmesi
halinde mümkün olabilecektir.
Hayatın
gizli alanı ile ilgili elde edilen delillerin de ceza yargılamasında değerlendirilmemesi
lazımdır. Hayatın gizli alanı; hayatın sadece bireyi ilgilendiren ve ondan
başkasının bilemeyeceği kısmı olarak tanımlanmış ve hayatın gizli alanının
mutlak olarak korunduğu, bu nedenle, hayatın gizli alanı ile ilgili delillerin
yargılamada delil olarak değerlendirilemeyeceği ileri sürülmüştür. Buna göre,
örneğin, suç teşkil etmemek şartıyla kişinin cinsel yaşamı yalnızca kendisini
ilgilendirdiğinden, yargılamada bu hususlarla ilgili olarak kişiye herhangi bir
soru sorulamayacak, keza bu hususta herhangi bir araştırma yapılamayacaktır.
Aynı şekilde kişinin dini düşüncesi ile, belli bir konuda ne gibi bir düşünceye
sahip olduğu da bireyin yaşamının gizli alanına ait olduğundan bu hususlar
yargılama konusu olamayacak, delil olarak değerlendirilemeyecektir.
Özel
hayat ise, herkesin değil, yalnızca insanın yakınları tarafından bilinen yahut
bilinebilen hayat olarak tanımlanmıştır. Hayatın gizli alanından farklı olarak
özel hayatın nisbi bir korumaya mazhar olduğu, özel hayat ile ilgili olarak elde
edilen delillerin değerlendirilip, değerlendirilmemesinin Anayasa ve yasalar
çerçevesinde kamu yararı ve oranlılık ilkesi nazara alınarak belirlenmesi
gerektiği belirtilmektedir.
Doktrinde
genel eğilim, CMUK.nda yer alan delillerin toplanması ile ilgili kuralların
devletin soruşturma ve kovuşturma organlarını sınırlayan kurallar olduğu, bu
nedenle özel şahıslar tarafından hukuka aykırı şekilde elde edilen delillerin
kural olarak değerlendirilebileceği şeklindedir.
Gerçekten
CMUK..254/2. maddesinde yer alan "soruşturma ve kovuşturma organlarının
hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas alınamaz."
şeklindeki hüküm yalnızca kamu görevlilerine, soruşturma ve kovuşturma
organlarına hitap eder şekilde kaleme alınmıştır. Burada şu soru akla gelmektedir:
Acaba yasa koyucu özel şahısların hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller
için bilinçli olarak mı bir değerlendirme yasağı koymamıştır, yoksa bu ihtimal
düşünülmediği için mi bu yönde bir hüküm yasaya konmamıştır' Hemen belirtelim
ki bu sorunun cevabı, yani özel şahısların hukuka aykırı şekilde delil elde
etmesi konusunun yasada açık şekilde düzenlenmemesinin nedeni yasadan ve
yasanın gerekçesinden anlaşılmamaktadır. Devlet görevlileri dışındaki kişilerin
delil elde etmeleri ve bu arada hukuka aykırı şekilde delil elde etmeleri
ihtimali düşünülmediğinden yasaya bu hususta bir hüküm konulmamış olabileceği
gibi, özel şahısların hukuka aykırı şekilde elde ettikleri delillerin bilinçli
olarak değerlendirme yasağı dışında tutulmak istenmiş olması da mümkündür.
Ancak bu son ihtimalin kabulü halinde bile eğer özel şahıslar tarafından delil
elde etmek için uygulanan yöntemler, kişinin temel hak ve hürriyetlerini ihlal
edici nitelikte ise, örneğin kişilere işkence yapılmak suretiyle delil elde
edilmiş ise, elde edilen deliller yine yargılamada kullanılamaz. Doktrindeki
görüşler de bu merkezdedir.
CMUK.ndaki
mevcut hükümlere göre hukuka aykırı delillerin hazırlık aşamasında hukuka
aykırı olduğuna karar vermek mümkün değildir. Son soruşturma aşamasında mahkemeye
bu konuda tali bir dava açılması da olanaksızdır, çünkü hukukumuzda tali dava
açılabilecek haller kanunda belirtilmiştir, -Hakimin reddi ve yer itibariyle
yetkisizlik davası gibi- bunlar arasında delil yasakları davası gibi bir dava
öngörülmemiştir. Tarafların talebi üzerine veya resen mahkemenin bîr ara kararı
ile delilin hukuka aykırı olduğuna karar verme olanağı da yoktur. Delilleri
serbestçe değerlendirme yetkisine sahip olan ve vicdani kanaatine göre hüküm
vermek durumunda olan mahkeme, elbette ki bazı delilleri hükmüne esas
almayabilir. Ancak mevcut hukuk sistemimiz içerisinde, henüz daha yargılama
devam ederken, mahkemenin ara kararı ile de olsa bir delilin hukuka aykırı
olduğuna karar vermesinin mümkün olmadığı görüşündeyiz (Seydi KAYMAZ, Adı Geçen
Eser, s.249 ve devamı).
Prof.
Dr. Timur DEMİRBAŞ, "Sanığın Hazırlık Soruşturmasında İfadesinin Alınması
(1996)" adlı eserinde, konuyu şu şekilde değerlendirmektedir:
(Bizim
de katıldığımız hakim görüş ise, özel şahıslar tarafından elde edilen hukuka aykırı
delillerin değerlendirilmesini esaslı olarak kabul eder. Somut olaydaki
değerlendirmeye göre, işkence gibi özel göze batan insanlık onuruna karşı
ihlaller altında kazanılmış deliller bir istisnadır. Yani, üçüncü kişilerin
aşırı insan hakkı ihlali ile hukuka aykırı bir şekilde elde ettikleri deliller
değerlendirme yasağını sonuçlar. (KLEİNKNECEHT, NJW 1996.)
Özel
kişilerin hukuka aykırı şekilde delil elde etmeleri ve bunu yetkili makama
vermeleri durumunda, bu deliller kural olarak kullanabilecektir. Bu bakımdan
üçüncü kişi tarafından gizlice kaydedilen bandın kovuşturma organlarına
verilmesi durumunda veya sanığın anılarının üçüncü kişi tarafından ceza
kovuşturma organına verilmesinde, bunlar değerlendirilebilirler (KARLSRUHER
KOMMENTAR, HAHN). Çünkü, kanunlarımızda, yasak delil metodları, özel kişilere
karşı değil, kovuşturma makamlarına karşı öngörülmüştür. Buna rağmen,
"kovuşturma makamlarına yasak olanın özel kişilere karşı da öncelikle
yasak olacağı" gerekçesiyle bunun aksini ileri sürmek, " kamu hukukunda
idare bakımından yetkinin istisna, yetkisizliğin kural olması" ilkesine
aykırıdır. Demokratik rejimlerde vatandaş özgür olduğundan, kanunla
yasaklanmayan her türlü davranış bunun için serbesttir. Burada, kovuşturma
makamları tarafından delil elde etmek söz konusu olmadığından, CMUK.m.154/2 nin
uygulanması mümkün değildir. CMUK.m.254/2 de ki "soruşturma ve kovuşturma
organlarının hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas
alınamaz" hükmünde yer alan "elde etmek" ibaresinden maksat, soruşturma
ve kovuşturma organlarının aktif olarak delil toplamalarıdır. Buna karşılık
özel kişilerin delil toplamalarında, yukarıda sayılan organların konumu
pasiftir, yani özel kişiler tarafından hukuka aykırı şekilde elde edilmiş bir
delilin, sadece kendilerine teslimi söz konusudur. Kaldı ki, örneğin özel kişi
önemli bilgilerin bulunduğu ve çalmak suretiyle ele geçirdiği not defterini bu
şekilde elde etmemiş olsa idi bile, belki de kovuşturma makamları hukuka uygun
yollarla aynı delile ulaşabileceklerdi. Bu bakımdan, yetkili makamlara teslim
edilen delilerin CMUK.m. 254/2.nedeniyle ceza muhakemesinde kullanılamayacağını
ileri sürmek mümkün değildir).
Ön
savunmada sözü edilen Yargıtay 8. C. D.nin 9.6.1999 gün ve 9021/9538 sayılı
kararı soruşturma organlarının gizli dinleme ile elde ettiği bir delile
ilişkindir ve konumuzla bir ilgisi bulunmamaktadır.
Sabahattin
ÖNKİBAR, "Telekulak'ın Perde Arkası" başlıklı yazısında (Türkiye
Gazetesi, 9.6.1999) şu bilgileri veriyor :
(Bakın
size, bize dün intikal eden dinleme olayları sonucunda devletin önüne geçtiği
eylem ya da suikastlardan bir demet sunacağız.
1)
1995 Mart ayında Çiller, Menzir ve Kozakçıoğlu'na suikast.
2)
7-11, 96'da Kenan Evren ve Doğan Güreş'e suikast.
3)
Yıldırım Aktuna, Jeti Kamhi, Abdulkadir Aksu, Şevket Can Özbay, Turgut Altınok,
Şerafettin Elçi ve Ayvaz Gökdemir'e suikast.
4)
Söylemez Çetesine ulaşılması ve çökertilmesi.
5)
Adana Orduevine bomba atılması eylemi.
6)
Nusret Demiral ve Cem Boyner"e yönelik suikast hedefleri.
7)
Alanya plajına halkın bulunduğu saatlerde bomba atılması hedefi.
8)
İstanbul Aksaray Metro İstasyonu ve çarşılara sabotaj hedefleri.
9)
15-7, 96'da İstanbul Valiliği'ne bomba atma hedefi.
10-
Antalya'daki turistik tesislerin bombalanması ve Elmalı'daki Ziraat Bankası
soygununun faillerinin yakalanması.
11)
Ankara Polis Akademisi ve askeri tesislere yönelik olarak maket uçakla bomba
atma hedefi.
12)
Hizbullah'ın 30 olayının aydınlatılması.
13)
1996 Martında Uzan ve Karamehmet ailelerine ait villalara suikast hedefi.
14)
Petlas Fabrikası'na sabotaj eylemi.
15)
Yahudi vatandaşlara ait işyerlerine sabotaj hedefi.
16)
İstanbul'da CHP, DYP ve MHP binalarının önündeki araçlarda bulunan zaman ayarlı
bombaların patlatılması.
17)
Batman'da Mehmet Sincar'ın öldürülme olayı.
18)
Tunceli'deki muhtelif eylemler.
Liste
daha bunun gibi onlarca olayla uzayıp gidiyor.
Bütün
bunlar Devletin telefon izlemesi ile önlenmiştir. Şimdi hal bu iken devlet
telefon dinlememeli diyebilir misiniz ').
Başsavcılığımca
talep edilmesi üzerine, telefonla yapılan görüşmelerin gizlice dinlenmesinin
hukuki sonuçları hakkında, Prof. Dr. Feridun YENİSEY. 11.6.1999 tarihli
Bilirkişi Raporunu düzenlemiştir. Tamamını daha önce mahkemenize gönderdiğim bu
Bilirkişi Raporunda şöyle denilmektedir:
(Önleme
Dinlemesi: Haberleşmenin dinlenmesi, suç öncesi önleme dinlemesi ve suç
sonrasında yapılan adli dinleme olmak üzere ikiye ayrılır.
Önleme
dinlemesi gerek Amerikan hukukunda ve gerekse Alman hukukunda hakim kararı
olmadan yapılabilen ve bütün telefonları kapsayabilen genel bir dinlemedir.
Amerika
Birleşik Devletlerinde haberleşmenin dinlenmesi ile ilgili düzenlemeler
yapılırken (Title III: section 2511/3), Başkana, Devletin birlik ve
bütünlüğünü, cebir ve diğer hukuka aykırı yöntemlerle bozmaya yönelik yakın ve
filhal mevcut bir tehlike mevcut bulunan hallerde, hakim kararı olmadan
telefonları dinletmek yetkisi verilmiştir.
Bu
doğrultuda olmak üzere, Kongre 1978 yılında "Foreign Intelligence
Survellience Act" (FISA) adlı yasayı yürürlüğe koymuştur. Bu yasa
hükümlerine göre Başkan, Başsavcı aracılığı ile, yabancı devletlerden
gelebilecek tehlikeleri sezebilmek amacıyla, bir seneye kadar süre ile
telefonları dinletebilir. (KAMİSAR, LAFAVE.)
Önleme
dinlemesi Alman Hukukunda da kabul edilmiştir. Alman Anayasasının 10. maddesine
ilişkin olarak çıkartılan (G 10) Kanunu 1968 yılında yürürlüğe girmiştir.
1.12.1994 tarihinde yürürlüğe giren Suçlulukla Mücadele Kanunu
(Verbrechensbekampfungsgezetz) "G 10" Kanununun 12. maddesini
değiştirmiştir. Yapılan değişiklik, hakim kararı olmadan gerçekleştirilen
telefon dinlemelerinin alanını genişletmek ve bu şekilde elde edilen bilgilerin
istisnai hallerde delil olarak kullanılmasına yasal zemin hazırlamak amacına
hizmet etmiştir. Demokratik hukuk devletini tehdit eden bir tehlike mevcut
bulunduğu hallerde, bazı devlet organlarına (Verfassungsschııtzbehörden des
Bundes und der Lander, das Amt für den Militarischen Abschirmdienst und der
Bundesnachrichtendienst) telefonları dinleme ve bunları kaydetme yetkisi ile,
mektup ve posta gizliliği ile korunan gönderileri inceleme yetkisi verilmiştir.
Almanya
Federal Cumhuriyetine karşı silahlı bir saldırı veya terör eylemleri yapılması
tehlikesi, çok miktarda uyuşturucu maddenin Almanya'ya ithal edilmesi tehlikesi
ve yurt dışında işlenen paralarda sahtecilik suçları ile, kara paranın
aklanması suçlarından doğan tehlikeleri, "geç kalmadan" tesbit etmek
ve bu tür tehlikelere karşı Devletin tedbir alabilmesini sağlamak amacı ile,
hakim kararı olmadan ve geniş kapsamlı bir şekilde telefon dinleme yetkisi tanınmıştır
(CLAUS ARNDT),
...Hukuka
aykırı deliller teorisi çerçevesinde yabancı sistemlerin "hukuka
aykırılıktan" anladıkları, sanığın Anayasa ile teminat altına alınmış olan
haklarından birinin bir "devlet organı" tarafından yapılmış olan bir
işlemle ihlal edilmesidir.
Hukuka
aykırı deliller teorisi, "devletin ajanları tarafından" yapılan
hukuka aykırılıklardan doğan devlet sorumluluğuna dayanan bir teoridir. Gerek
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve gerekse Amerikan Anayasası, hukuka aykırı
delilleri sadece devlet memuru olan kişilerin yaptıkları ve Anayasadaki sanık
haklarını ihlal eden aykırılıklarda gündeme getirmektedirler. Diğer bir ifade
ile hukuka aykırılık yaparak bilgi toplayan ve daha sonra bunu devlete sunan
özel şahıslar bakımından hukuka aykırı delil teorisi tesirini göstermemektedir.
Radyo
dalgaları ile bağlantı kuran araç telefonlarında da aynı frekansa giren
herkesin konuşmayı manyetik ortamda kolayca zaptetmesi mümkün olduğu için,
genel kullanıma açık radyo dalgaları yayarak yapılan haberleşme, Amerika'da,
hukuka uygunluk halleri arasında zikredilmiştir. Bu anlamda olmak üzere Federal
Ceza Kanununun 2510 ncu maddesinde tanımlar verilirken, herkesin kolayca
alabileceği tarzdaki iletişim, hukuka uygunluk halleri arasında gösterilmiştir
("readily accessible to the general public"means, with respect to a
radio communication..."). Hukuka uygunluk hallerini gösteren 18 USC 2511/2
(g) de, bu hali düzenlemektedir.
Cep
telefonları ayrı bir sistem ile çalıştığı için, bu kurala tabi değildir.
Ancak
FM radyo alıcıları tarafından dahi alınabilen araç telefonları bakımından, elde
edilen konuşma kayıtları hakkında istisna söz konusudur (Prof. Dr. Feridun
YENİSEY'in, 11.6.1999 tarihli Bilirkişi Raporu).
Açıklanan
hususlar birlikte değerlendirildiğinde, Necmettin ERBAKAN ile Yasin Hatiboğlu
arasında bir araç telefonuyla yapılan ve bir özel şahıs tarafından banda
kaydedilen konuşmanın hükme esas alınması değil, alınmamasının yasaya aykırı
olacağı kanaatindeyiz.
Anayasa
Mahkememiz "Hukuka aykırı şekilde elde edilen deliller hiçbir şekilde
hükme esas alınamaz" şeklinde bir karar verirse, bunun doğuracağı korkunç
sonuçları bir örnek olayla açıklığa kavuşturmak istiyorum :
Önce
Leyla ZANA ve arkadaşlarına İlişkin, Ankara 1 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi
tarafından 8.12.1994 tarihinde verilen ve kamuoyunda "DEP Kararı"
diye anılan kararın gerekçesinden 112,113 ve 114 ncü sahifeleri aşağıya aynen
alıyorum :
(Sanık
Leyla ZANA'nın 20 Ekim 1991 seçim kampanyasındaki konuşmaları, TBMM'nde
yeminini eda ettikten sonra Kürtçe slogan atması, Alman Bavyera ve SAT.
Televizyonlarında yaptığı röportajlar, Suruç ilçesinde Belediye Başkanı seçimi
münasebetiyle kadınlardan oluşan topluluğa yaptığı konuşma, Kopenhag'da
düzenlediği basın toplantısındaki açıklamaları, Sanık Leyla ZANA'nın Milletvekili
dokunulmazlığı korumasında yaptığı siyasi çalışmalarıdır. Siyasi
çalışmalarından Leyla ZANA'nın PKK ile aynı paralelde faaliyet gösterdiği
anlaşılır. PKK.nın amacı Devletin bir kısım toprakları üzerinde
Marksist-Leninist esaslara dayalı müstakil bir Kürt Devleti kurmaktır. Leyla
ZANA'nın 1991 seçim kampanyasından itibaren yaptığı konuşmalar, basına verdiği
demeçler incelendiğinde Leyla ZANA'nın da aynı kasıtla siyasi çalışma yaptığı
görülür. Bunlar Leyla ZANA'nın açıktan yaptığı çalışmalardır. Dosyada Leyla
ZANA'nın PKK örgütü içinde illegal faaliyet gösterdiğini açıklayan deliller de
mevcuttur.
Bucak
ailesi Siverek ve Hilvan'a yayılmış, kalabalık ve köklü ailedir. Başlangıçtan
itibaren Bucak ailesi PKK.ya karşı çıkmış, PKK.yla silahlı çatışmaya girmiştir.
PKK örgütünün Bucak ailesinin hakim olduğu Siverek ve Hilvan'a giremediği,
Bucak ailesinin PKK'ya karşı çıkması sebebiyle aileden 140 kişinin PKK
militanları tarafından öldürüldüğü, Bucak ailesi büyüğü Serhat Edip BUCAK'ın 20
Ekim 1991 seçimlerinde Milletvekili seçilmesinden sonra SHP'den Milletvekili
seçilen Zübeyir AYDAR, Leyla ZANA, Sedat YURTTAŞ ile tanıştığı, bu tanışmadan
sonra 1992 yılı Bahar aylarından bir akşam Zübeyir AYDAR'ın önceden haber
vererek Sedat Edip BUCAK'ı evinde ziyaret ettiği, ziyaret sırasında Zübeyir
AYDAR :
-
PKK'nın Bucak ailesine 12 Eylül 1980 öncesi yanlışlar yaptığını söyledikten
sonra "Ben PKK adına Bucak ailesinden özür diliyorum. Siverek ve Hilvan'da
PKK'nın faaliyet göstermesine karşı gelmeyin. Biz Bucak Ailesine ve mensuplarına
hiç bir zarar vermeyeceğiz. Siverek ve Hilvan'da kamu kurum ve kuruluşları,
askeri ve polis tesisleri ve insanları bizim hedefimiz olacak. Size zarar
vermeyeceğiz. PKK'ya müsade edin" dediği, Sedat Edip BUCAK'ın:
-
Biz PKK'ya müsade edemeyiz. PKK, Siverek ve Hilvan'a girmesin" demesi
üzerine, Zübeyir AYDAR'ın:
-
"PKK, Kürdistan'da her karış toprağa girmek zorundadır. Hilvan ve Siverek
de Kürdistan'dır. Buralara da girmek zorundadır" dedikten sonra evden
ayrıldığı, 1992 yılı sonbaharında Leyla ZANA, Zübeyir AYDAR ve Ali YİĞİT'in,
Sedat Edip BUCAK'ı Oran'daki Milletvekili Lojmanlarının içerisinde bulunan
Meclis Lokantasına akşam yemeğine davet ettikleri, akşam yemeğinde Zübeyir
AYDAR, Ali YİĞİT ve Sanık Leyla ZANA'da başka o tarihlerde HEP Genel Sekreteri
olan Ahmet KARATAŞ'ında bulunduğu, Ahmet KARATAŞ'ın Sedat Edip BUCAK'a :
-
PKK'nın Hilvan ve Siverek'de Devlet aleyhtarı faaliyet yürütmesine ses
çıkarmamasını, karşı çıkmamasını, örgütün Bucak ailesine zarar vermeyeceğini
söylediği, Sedat Edip BUCAK'ın Hilvan ve Siverek Bölgesinde Bucak ailesinin
bulunduğunu, örgütün fikir ve görüşlerini benimsemediklerini, örgüte karşı
çıkacaklarını söylemesi üzerine sanık Leyla ZANA'nın:
-
"Bir hemşehrinle görüş, daha iyi olur", diyerek söze karıştığı, Leyla
ZANA'nın ısrarla bir hemşerinle görüş demesi üzerine Sedat Edip BUCAK'in:
-
"Benim hemşerim kim ' " diye sorduğu, sanık Leyla ZANA'nında ;
-
" Benim Genel Sekreterim sayın Abdullah ÖCALAN, senin hemşehrin. Telefon
numarasını verelim. Abdullah ÖCALAN'la görüş. PKK'nın Hilvan ve Siverek'e girip
girmemesi konusunda daha rahat anlaşırsınız" cevabını verdiği, Sedat Edip
BUCAK'ın Abdullah ÖCALAN'la görüşmeyi kabul etmediği;
8
Nisan 1993 günü sanık Leyla ZANA'nın yanında Abdülcebbar GEZİCİ olduğu halde
Sedat Edip BUCAK'ı evinde ziyaret ettiği, Abdülcebbar GEZİCİ'yi, Sedat Edip
BUCAK'a Abdülcebbar YILDIZ adıyla tanıttığı, Abdülcebbar GEZİCİ'nin Kürtlerle
Kürdistan üzerine bir giriş konuşması yaptıktan sonra Sedat Edip BUCAK'a:
-
"PKK'nın Siverek'e gireceğini, Bucak ailesine zarar vermeyeceğini, buna
karşılık Bucak ailesinin devlete yardım etmesi halinde cezalandırılacağını,
Bucak ailesinin PKK'ya karşı tavır almaması gerektiğini, Bucak ailesinin
gerillaya örgüte yani PKK'ya zarar vermesi halinde Bucak ailesi mensuplarının
da cezalandırılacağını" söylediği, Sedat Edip BUCAK'ın:
-"
Seni buraya gönderen kim'" sorusunu Abdülcebbar GEZİCİ'nin:
-
"Ben Kürdistan Halkının isteği doğrultusunda geldim" dediği, Sedat
Edip BUCAK'ın;
-
"Bu cevap yeterli değil" demesi üzerine, Abdülcebbar GEZİCİ'nin;
-
"Sayın Genel Sekreter Abdullah ÖCALAN benî buraya gönderdi. Leyla hanımla
da yanına geldik." cevabını verdiği, Sedat Edip BUCAK'ın ;
-
"Siverek ve Hilvan'a girmeyin " demesine karşılık Abdülcebbar
GEZİCİ'nin:
-
"Biz Siverek ve Hilvan'da size zarar vermeyeceğiz. Askere, Polise, Kamu
Kurumlarına yönelik Devletle mücadelemiz var. Devlete eylem yapacağız"
dediği. Sedat Edip BUCAK'ın ;
-
"Hilvan ve Siverek'de havaya sıkılacak bir kurşunu dahi bize Bucak
ailesine sıkılmış addederiz. Halka sıkılmış addederiz. Müsaade edemeyiz."
diye karşı çıkması üzerine Abdülcebbar GEZİCİ'nin Sedat Edip BUCAK'a;
-
"Senin bu teklifin çok anlamsız. Biz Kürdistan'da her karış toprağa girmek
zorundayız. Gireceğiz." dediği, bu sözler üzerine Sedat Edip BUCAK'ın
sinirlendiği, ayağa kalktığı ve Abdülcebbar GEZİCİ'ye hitaben;
-"
Siverek'de, Hilvan'da, oraya gidin, girin, " diye bağırdığı, bunun üzerine
sanık Leyla ZANA'nın araya girerek;
-
"Sedat çok çabuk sinirleniyorsun, bunu konuşarak çözeriz, anlaşalım. Eğer
sen Abdullah ÖCALAN'la görüşürsen daha iyi olur. Ama sen ben aramam dersen,
senin vereceğin telefona ve saate göre Abdullah ÖCALAN seni arar." dediği,
Sedat Edip Bucak'ın; Abdullah ÖCALAN'ın da kendisini aramasını kabul etmediği
anlaşılmaktadır).
Yukarıda
içeriği yazılı suç konusu konuşmalar, "gizli dinleme" ile, başka bir
ifade ile "hukuka aykırı şekilde" elde edilmiştir.
Şimdi
Anayasa Mahkememiz "Hukuka aykırı şekilde elde edilen hiçbir şekilde hükme
esas alınamaz" şeklinde bir karar verirse:
1-
Yargıtayımız, bu şekilde elde edilen delillere dayanarak verilen kararları
onadığından, iki yüksek mahkememiz arasında, çok önemli bir konuda uygulama
farklılığı ortaya çıkacaktır.
2-
Devlet güvenliğimizle ilgili böylesine vahim suçlar işleyen pek çok sanık,
delil yetersizliğinden cezalandırılmayacaktır.
3-
Böyle bir delili hükme esas almayacak yeryüzünde hiçbir hukuk düzeni mevcut
olmadığından ve hiçbir zaman da olmayacağından; Anayasa Mahkememiz daima
"sanığın haklarını", "kamu güvenliği"ne üstün tutan
"ilk" ve "tek" mahkeme olarak anılacaktır.
Takdir
yüce heyetinizindir.
F-
Son günlerde "yeni bir Anayasa" ve "yeni bir laiklik
anlayışı" tartışmaları yoğunluk kazanmıştır.
Başsavcılığım,
Anayasamızı eleştirmek değil, uygulamakla görevli olduğundan resmi bir belge
olan "esas hakkında görüş"ümüzü bildirirken, bu tartışmalara ilişkin
şahsi görüşümü yazmayı uygun görmüyorum.
Anayasamızın
24/son maddesinde "Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki
temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma veya siyasi veya
kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne surette olursa olsun, dini
veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez veya
kötüye kullanamaz."
Anayasamızın
açıkça yasakladığı eylemlere kayıtsız kalırsak, başka bir deyişle hukukçular
olarak görevimizi yapmaz, Anayasamızı uygulamaktan vazgeçersek ne olur ' Hemen
söyleyelim ki kamu düzenimiz bozulur. En azından bir karmaşa ortamına
sürükleniriz.
Türkiye
Cumhuriyeti, bunca düşmanına karşın bugüne kadar ayakta kalabilmişse ve
ulusumuzun çeşitli din ve mezheplerden oluşan fertleri uyum içinde bir arada
yaşayabilmişse, bunu; Cumhuriyetimizi kuran, gerçekçi vatansever
insanlarımızın, sonraki yönetici ve hukukçularımızın, tarihimizi, sosyal ve
kültürel durumumuzu, dinimizin özelliklerini de gözönünde tutarak hayata
geçirdikleri laiklik anlayışına borçluyuz.
Bugüne
kadar ki tüm Anayasa Mahkemesi kararlarına da yansıyan bu laiklik anlayışını,
Refah Partisinin kapatılması davasına ilişkin olarak düzenlediğimiz iddianame,
esas hakkında görüş ve sözlü açıklamamızda ayrıntılarıyla dile getirmiştik. Bu
belgeler elinizde mevcut olduğundan, "aynen tekrarladığımızı"
söylemekle yetiniyoruz.
Burada
sadece, o belgelerde değinme olanağını bulamadığımız, bizi daha gerçekçi
yapacağına ve görüş ufkumuzu daha da genişleteceğine inandığım bir söyleşiye,
bir makaleye, bir "fıkıh yazarı"nın vurguladığı hususlara, son
yıllarda Avrupa ve Amerika'da laiklikle ilgili olarak verilen bazı kararlara ve
uygulamalara değinmekle yetineceğim:
a-
Gazeteci Sedat ERGİN, ilahiyat Profesörü Ethem RUHİ FIĞLALI ile yaptığı
söyleşiyi, 12.9.1999 tarihli HÜRRİYET Gazetesinde söyle anlatıyor :
(Muğla
Üniversitesi Rektörü Prof. FIĞLALI Türkiye ve İslamiyet'e ilişkin farklılıkları
dikkate almayanları eleştiriyor:
"İslamiyet'te
üç temel unsur vardır. Bunlar Kuran-ı Kerim'de üç ayrı grupta
toplayabileceğimiz inanç, ibadet ve muamelat dediğimiz hüküm ayetleridir.
Bunlardan inanç ve ibadet evrensel olarak bir değişmezlik vasfı taşırlar. Bu
ilkeler İslamiyet'in ilk gününden itibaren geçerlidir, yarın da geçerli
olacaktır."
Prof.
Fığlalı, üçüncü gurupta bulunan ve sayısını 228 olarak verdiği hüküm
ayetlerindeki farklılığa şöyle dikkat çekiyor:
"Bu
ayetlerin çoğu bugün pozitif hukukun alanına girmektedir. Bunlar içinde ceza
hukuku, miras hukuku, borçlar hukuku, devletler hukukunu alakadar eden ayetler
vardır. Bunların her biri İslam tarihi içinde içtihadi ve yoruma dayalı ayetler
olmuştur. İçinde yaşanılan şartlara göre ve kamu yararı düşünülerek yeniden
biçimlendirilebilirler."
Prof.
Fığlalı'ya göre, buradaki en önemli sorun, İslamiyet'in ilk dönemlerinden
itibaren bu ayetlerin de değiştirilemezliğine ilişkin yaygın bir karşı görüşün
varlığından kaynaklanıyor. Prof. Fığlalı, "Oysa değiştirilemezliğin ileri
sürülmesi Kuran'ın mantığına ve mesajına da aykırıdır" diye ekliyor ve
şöyle devam ediyor:
"Türkiye'deki
grupların her biri çoğunlukla ahkam ayetlerinin de aynen uygulanmasını
istemektedirler. Bu isteklerini Kuran'ın 'Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler
kafirdirler' ayetine dayandırıyorlar. Bu ayeti esas almak suretiyle Kuran-ı
Kerim'deki her ayetin, her cümlenin, her hükmün mutlaka, bir değişikliğe
uğratılmaksızın uygulanmasını istemektedirler. Oysa laikliğin temel kuralı
hukukun din kurallarına göre değil, insan aklına göre düzenlenmesidir. Çelişki
buradadır."
Prof.
Fığlalı, bir adım daha ileri gidiyor:
"Bu
grupların çoğunluğu, kendi doğrularını ortaya koymayı bir cihat gibi
değerlendirip, kendi doğruları dışındaki görüşlere hayat hakkı tanımama
eğilimindedir. Bu anlayıştan hareketle başkalarının haklarını kısıtlamayı,
cihadın yani dinin bir gereği olarak görmektedirler"diyor).
b-
Değerli yazar Gündüz AKTAN, 17.7.1999 tarihli RADİKAL Gazetesindeki
makalesinde:
(Sorun
sanılandan büyük. Tarihte dine ilişkin sorunlar hep büyük olmuş ve bazen
şiddetli çatışmaların da yer aldığı uzun tarih süreçlerinde, o da kısmen,
çözümlenebilmiş.
Türkiye
çözmediği sorunlarıyla birlikte yaşayan bir ülke. Sorun çözmeyi sistem
değişikliklerinin otomatik sonuçlarına bırakıyor. Demokrasi tüm şartlarıyla
gelirse, insan haklarına saygı gösterilirse ve 'çağdaş' çok kültürlülük
benimsenirse, sorunların kendiliğinden çözümleneceği sanılıyor. Bu yaklaşım bir
tür sorumluluktan kaçmak demek. Tersine, din sorununun halli, demokrasi ve
insan haklarının yerleşmesi açısından çok daha etkili olabilir.
Dev
bir göçmen ülkesi olan Amerika bir yana bırakılırsa, derin toplumsal bölünme
yaratan bir farklılaşmayı, çok kültürlülük çerçevesine sığdırabilen herhangi
bir Batı ülkesi yok. Batı Avrupa tehlikeli bir ırkçılığa yol açmadan sayıca
küçük yabancı grupları dahi bünyesinde barındırmaktan aciz.
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesinin 9. maddesi, din ve inanç özgürlüğünün 'ortaya
konması' (manifest) ile ilgili. Bir ülkede iki farklı toplum kesimi oluşturacak
şekilde din ve inançların 'yaşanması'na imkan vermiyor. Kaldı ki din ve inanç
özgürlüğü adına, örneğin, kadın haklarının daraltılmasını demokrasi gereği
olarak sunmak mümkün değil) demektedir.
c-
AKİT GAZETESİ, Fıkıh (İslam hukuku) yazarı olduğu iddiasıyla yazılar yazan
Yusuf KERİMOĞLU. 1.4.1998 günü şöyle yazıyor:
(Isparta'dan
Songül Akman/Mektubunuzda: "Ben Isparta Meslek Yüksek Okulu öğrencisiyim.
Lise olarak İmam-Hatip çıkışlıyım. Biz İmam-Hatip okulunda iken hocalarımıza;
Darü'l İslam ve Darü'l Harp konusunu sorar, hepsinden farklı cevaplar alırdık!
Hocalarımızın suallerden memnun olmadıklarını hisseder ve muğlak cevaplar
kalbimizi mutmain etmezdi. Şimdi Isparta'da "Türkiye'nin Darü'l İslam
değil, Darü'i Harp olduğunu söyleyen bir grup Müslüman vardır. Bu konuya bir
açıklık getirir misiniz' İkinci sualim masonluk ile ilgilidir. Masonluk nasıl
bir itikadı sistemdir'" diyorsunuz.
CEVAP:
İçinde yaşadığımız toplumda "Vatan" ve "Vatandaşlık"
tabirlerini herkes bilir. Namaz kılan kimseler "Vatan-i Asli, Vatan-ı
İkamet ve Vatan-ı Sefer mefhumlarına yabancı değildirler. Ancak "Dar"
mefhumunu unutmuşlardır. Halbuki bu mefhum, İslami siyaset ve mücadele fıkhı
açısından oldukça önemli bir kavramdır. Şemsu'leimme (İmamların güneşi)
Serahsi, meseleyi açık olarak ortaya koymuş ve "Dar mefhumu; idare ve
hakimiyete göre mahiyet kazanır. Müslümanların hakimiyeti altında olan ve İslam
ahkamının tatbik edildiği beldelere Darü'l İslam denilir" tarifini
yapmıştır. Yine fakih İmam-ı Kuhistani: "Darü'l İslam; mü'minlerin
emirinin sultası (iktidarı) altında olan ve İslam ahkamının tatbik edildiği
beldedir. Darü'l Harp ise; kafirlerin reisinin idaresi altında olan ve küfür
ahkamının icra (tatbik) edildiği yerdir" diyerek, iktidarın önemi üzerinde
durmuştur. İmam-ı Kasani, "Bir dar'ın (ülkenin) İslam'a veya küfre nisbet
edilmesinden maksad; bizzat İslam ve küfrün kendisi değildir. Maksat emniyet ve
korkudur. Eğer bir beldede emniyet ve hakimiyet Müslümanlara, korku da aynı
şekilde kafirlere ait ise orası, "Darü'l İslam'dır. Ancak emniyet ve
hakimiyet kafirlere, korku da Müslümanlara ait ise orası Darü'l Harptir. Zira
ahkamın tatbiki, emniyet ve korku ile ilgilidir" şeklinde izah etmiştir.
Hanefi fükahası, bu tarifler üzerinde kesinlikle ittifak etmiştir. Tek bir
ihtilaf dahi gösterilemez. "Dar" mefhumunun nüfus oranları ile bir
ilgisi yoktur. Nitekim Molla Husrev: "İçerisinde küfür ahkamının tatbik
edildiği Darü'l Harb olan bir belde, İslam ahkamının tatbik edilmesi ile
birlikte Darü'l İslam'a dönüşür. Her ne kadar o beldede mukim olan kafirler,
orada ikamete devam etseler de, o belde Darü'l İslam'a bitişik olmasa da durum
aynıdır" hükmünü beyan etmiştir. Fukaha arasında "Darü'l İslam olan
bir belde, hangi şartlarda Darü'l Harb'e dönüşür" sualine cevap verirken,
farklı içtihadlar gündeme girmiştir. İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra)'ya göre üç
şartın tahakkuk etmesi gerekir. İmameyn kavline göre ise: "Darü'l İslam
olan bir belde, küfür ahkamının icra edilmesi ile birlikte, Darü'l Harb haline
gelir. Kıyas budur". Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi rejimi; laikliği esas
almış ve İslam şeriatını reddetmiştir. Müslümanların, cemaat haline gelmelerine
dahi müsaade edilmemiştir. Ukubat, muamelat ve sair hükümlerin tatbiki de
yasaklanmıştır. Meselenin özü budur).
Laik
eğitim veren okullarda tek tip insan yetiştiği görülmemiştir ama, dini eğitim veren
okullar için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Türkiye Cumhuriyeti Eğitim
Birliği (Tevhidi Tedrisat) Kanununu uygulamaktan hiçbir zaman vazgeçmemelidir.
d-
7.1.1999 tarihli Milliyet Gazetesi şöyle bir havadise yer verdi:
(FRANSA'nın
batısında yer alan Normandiya bölgesindeki Flers kentindeki bir lisenin
öğretmenleri, Esmanur adındaki bir Türk öğrencinin sınıfa türbanla gelmesini
protesto etmek için yarın greve gidiyor.
800
öğrencinin okuduğu Jean Monnet kolejinde görev yapan 70 öğretmenin büyük
bölümü, önceki gün bir oylama yaptılar. Oylama sonucu, Fransız eğitim
yasalarına ve laikliğe karşı olduğu gerekçesiyle Türk öğrencinin türbanla okula
gelmesini protesto için grev kararı alındı. Kısa süre önce bu okula kayıt
yaptıran 12 yaşındaki Türk öğrenci Esmanur'un, Eylül ayında, kentteki diğer 2
liseden de öğretmenlerin protestoları üzerine uzaklaştırıldığı belirtildi).
e-
Türkiye Barolar Birliği Dergisi (1997/3-4) ve Manisa Barosu Dergisinde
yayınlanan İsviçre Yüksek Mahkemesinin 12.11.1997 sayılı kararının içeriği
aşağıda yazılı olduğu şekildedir:
(İsviçre
Yüksek Mahkemesi (Federal Mahkeme), "Devletin dinsel tarafsızlığına
(laikliğine) ve dinsel barışı koruma işlevine "öncelik" tanıyarak,
bir Müslüman bayan öğretmenin, sınıfta, başına "Türban" takarak
girmesini yasaklayan, idari makam kararını onayladı. Federal Mahkeme, bu kararı
alırken, tarafların yararlarını tüm yönleri ile karşılaştırarak, dava konusu
olayda, inanç özgürlüğünün ihlal olunduğu savını reddetti.
Cenevre
Kanton Hükümeti, 16 Ekim 1996 tarihli kararı ile, Kantonal Eğitim Müdürlüğünün,
Müslüman bir bayan öğretmenin, derslere, İslam dini geleneğine uyarak, başına
türban takıp girmesini yasaklamıştı, Bu karar üzerine, bayan öğretmen,
Lozan'daki Yüksek Mahkeme'ye (Federal Mahkeme) başvurarak, karara itiraz
etmişti. Bayan öğretmen, verdiği temyiz dilekçesinde "bol elbise"
(ferace) giymesinin ve başına "türban" takmasının, dinsel simge
olmadığını, tersine, Batı Ülkelerindeki çağdaş giysilere uygun düştüğünü
savlamıştı. Buna karşılık, Yüksek Mahkeme ise, bayan öğretmenin estetik bir
nedenle değil, aksine, dinsel zorunluluk olduğuna inandığı için böyle
giyinerek, bu tür giysinin "kuvvetli bir dinsel simge" (un symbole
religieux fort) oluşturduğuna karar verdi.
Oy
Birliği ile Alınan Karar
İsviçre
Yüksek Mahkemesi II. Kamu Hukuku Dairesi'nin kararında kişilerin "din ve
vicdan özgürlüğü"nün, İsviçre Federal Anayasası'nın 49. maddesi ve
"Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 9 uncu maddesi ile güvence altına
alınmış olduğunu açıklamıştır. Her ne kadar, ilgili yönünden, kendi giysileri
ile açığa vurulan dinsel kimliği büyük bir önem taşımakta ise de, belli
koşullarda bu tür giysilerin yasaklanması, "inanç özgürlüğü"nün özüne
tecavüz sayılamaz. Çünkü, idari merci tarafından yapılan bu yasaklamada,
"önemli derecede kamu yararı"nın varlığı söz konusudur. Yüksek
Mahkeme, dava konusu olayda, bütün bu olasılıkların gerçekleştiği kanısına
varmış ve bayan öğretmenin itirazını oybirliği ile reddetmiştir.
Yüksek
Mahkeme kararına göre, "Kanton Eğitim Müdürlüğü"nün, kişilerin inanç
özgürlüklerine müdahalesi, dinsel yönden yansız (nötr) bir öğrenim yapılmasını
güvence altına alma amacına yönelik olduğundan, onaylanır bir davranıştır. Bu
davranış, aynı zamanda, "Devlet ve Kilise Ayrılığı"nı (Laiklik)
açıkça hükme bağlayan Kanton Anayasası'na uygunluğun da gereğidir. Bütün bu
açıklamalar, öğretim personeline getirilen "dinsel simgeli giysilerle
derslere girme yasağı"nın, İsviçre Federal Anayasası ile doğrudan bir
ilişkisi bulunmadığı savını havada bırakmaktadır. Kaldı ki, Federal Anayasa
dahi, resmi okullarda dinsel yönden yansız (nötr) bir öğrenim yapılmasını
emretmektedir. (Anay. Mad. 27-3). Son olarak. Yüksek Mahkeme, idari merciin,
Müslüman bayan öğretmenin, derslere İslami giysilerle (bol elbise/ferace ve
türban) girmesinin yasaklanmasında, "önemli derecede kamu yararı
bulunduğu" yolundaki görüşünü de onaylamıştır. Zira bu konuda, sadece
çocukların ve ana-babalarının dinsel etkilemelere karşı korunması değil, fakat
aynı zamanda giderek daha da frajil (kırılgan) hale gelme eğilimi gösteren
"dinsel barış"ın korunması da söz konusudur.
Tarafların
yararları inceden inceye karşılaştırıldı.
Yüksek
Mahkeme, karar aşamasında, tarafların karşılıklı yararlarını inceden inceye
karşılaştırmıştır. Bu karşılaştırmayı yaparken, bayan öğretmenin, dinsel
inançlarının gereğini yerine getirememe veyahutta işinden olma gibi ağır bir
seçenekle karşı karşıya geldiğini de göz önünde tutmuştur. Ancak, öğretmenin,
okul otoritesini temsil etmekle yükümlü bir görevli olarak, dinsel açıdan
yansız (nötr) öğrenim sağlanmasına aktif katkıda bulunma zorunluluğu ağır
basmıştır, öğretmen, çeşitli dinsel inançlı çocukların inançlarına saygılı
olmak ve de kendi dinsel görüşünü sergilemekten kaçınmak zorundadır.
Bu
arada Yüksek Mahkeme daha önce aldığı bir başka karara da atıfta bulunmuştur.
Buna göre, sınıflarda, Hz. İsa'nın çarmıha gerilisini simgeleyen heykelciliğin
(Kruzifix) bulundurulmasının dinsel yansızlıkla (nötralite) bağdaşmadığını
kararlaştırmıştır (Kar. No. 116/a 252). Buradan, örnekleme ile, öğretmenin, sınıfa,
dinsel giysilerle girmesinin, onaylanmayacağı vurgulanmıştır. Öte yandan,
öğretmenin bu davranışının Federal Anayasada güvence altına alınan
"kadın-erkek eşitliği"ne aykırı olduğuna deyinilmiştir).
e-
Amerika'dan bir örnek:
Daha
çok Minesota eyaletinde yasayan bir özel tarikatın mensuplarının dini inancı
parlak renkleri yasaklamaktadır. O yüzden çoğu çiftçilikle uğraşan tarikat
mensupları mat renkli giysileri, gri, siyah gibi elbiseleri tercih etmektedir.
Eyalet Motorlu Araçlar Kanunu, traktör gibi, biçerdöver gibi özel amaçlı
araçların trafikte dolaşırken parlak kavuniçi renkli bir özel işaret taşımaları
gerektiğini emretmektedir. Tarikat mensupları bu işareti traktörlerine takmayı
reddederler. Konu Yüksek Mahkeme'ye kadar gelir. Mahkeme 'kamusal alanda dinsel
özgürlüklerin sınırsız olmadığına, aksine sınırlanabileceğine' karar verir
(İsmet BERKAN, Kamusal Alanda Dinsel Özgürlükler, Radikal Gazetesi, 2.5.1998).
f-
Şu sıralar Amerika'da ilgiyle izlenen laiklik davalarından birkaç örnek vermek
istiyorum. İlk örnek, Republic adlı bir Missouri kasabasından. Bu kasabanın
kent armasının üzerinde bulunan balık resminin kaldırılması için dava açılmış.
Çünkü bu balığın Roma İmparatorluğu zamanında yaşamış ilk Hıristiyanlarca
kullanıldığı öne sürülmüş. Böyle bir simgenin kullanılması, anayasanın din ile
devlet işlerinin kesin olarak ayrılmasını emreden maddesini ihlal ediyormuş.
Kısacası, Amerika'da kent armalarına kilise, havra, cami, haç, ay ya da başka
bir dinsel sembolün konması laikliğe aykırı sayılıyor.
Daha
ötesi de var. İndiana'nın Elkhart kentinde de, kamuya ait bir parkın
ortasındaki Hazreti Musa'nın 10 Emri anıtının kaldırılması istenmiş.
Wisconsin'de ise bir parka konmuş olan Hazreti İsa heykeli dava konusu olmuş.
Kent yönetimi parkın girişine 'Burada Hazreti İsa'nın heykelinin olması
Hıristiyanlığı savunduğumuz anlamına gelmiyor1 diye bir levha koymuş
ama, dava devam ediyor. Dikkat edilsin: Buralarda karşı çıkılan Hazreti
Musa'nın emirleri ya da Hazreti İsa'nın kendisi değil, bu dinsel sembollerin
kamuya ait yerlerde bulunması (HALUK ŞAHİN, Amerika Laikliğin neresinde',
Radikal Gazetesi, 4.7.1998).
g-
Oregon kararı, Amerikan yerlilerinin dinsel törenlerinde, "peyote"
kaktüsünün uyuşturucu özünün kullanılışına ilişkindi. Yerli ibadetindeki bu
uygulama, eyaletin "narkotik" yasalarına aykırı bulununca Yüksek
Mahkeme'ye başvuran davacılar, dinsel kısıtlamaları yeni ve daha esnek bir
koşula bağlayan, şu karar ile karşılaştılar:
"Bir
eyaletin yasaları, özgürlükleri sınırlasa bile, dinsel inancı değil, dinsel uygulamaları
ilgilendirdiği sürece Anayasa'nın birinci maddesi'nin ihlaline yol açmaz."
Böylece "dinsel uygulama - dinsel inanç"ayrımı kıstas oldu.
Oregon
kararını emsal alan ilk adımı, Mesleki Güvenlik ve Sağlık İdaresi (OSHA) attı.
Dinleri gereği türban takan Sihler, 1975'ten itibaren inşaat vb. yerlerde baret
giyme mecburiyetinden muaftılar; OSHA Kasım 1990'da bu muafiyeti kaldırdı.
Aynı
gerekçe ile, izleyen yıllarda Yahudilere otopsi uygulanmaması, cezaevlerindeki
Müslümanlar'a domuz eti yedirilmemesi, Amiş dinindekilerin üniforma giymemesi
gibi talepler de reddedildi.
"Uygulama
- İnanç" ayrımına karşı yasal mücadele kongre de iki yıl sürdü. 1993'te
geçen Dinsel Özgürlüklerin Restorasyonu Yasası (RFRA). Anayasa'nın Birinci
Maddesi'ne dayanarak, eyaletlerin dinsel hakları kısıtlama yetkisini ortadan
kaldırdı.
-Haziran
1997'deki Yüksek Mahkeme kararı ise bu kez. RFRA'yı iptal etti. Gerekçe.
Anayasa'daki dinsel özgürlük tanımının yorumunu Kongre'nin değil, ancak
bağımsız yargının yapabileceğiydi.
Karara
Texas'taki bir olay yol açtı. Boerne kentinde kilise yaptırmak isteyen San
Antonio Katolik Başpiskoposu, eyalet yetkililerinin söz konusu araziyi
"tarihi koruma alanı" göstererek, inşaat izni vermemesine karşı
çıktı. Ancak Mahkeme, "dinsel uygulamayı yasanın üstünde tutan"
RFRA'nın, "anayasa dışı" olduğuna karar verdi; Yüksek Mahkeme de bunu
teyid etti (Yasemin ÇONGAR, Dinsel Haklar ve Devlet, Milliyet Gazetesi,
20.4.1998).
SONUÇ:
İddianamemiz, 4.6.1999 tarihli yazımızla Mahkemenize sunduğumuz ek deliller,
esas hakkında görüşümüz birlikte değerlendirilerek:
1-
12.8.1999 tarihinde kabul edilen 4445 sayılı Yasanın 18 nci maddesiyle 2820
sayılı Siyasî Partiler Kanununun 103 ncü maddesine eklenen ikinci fıkranın
Anayasamıza aykırı olduğundan İPTALİNE,
2-
FAZİLET PARTİSİNİN TEMELLİ KAPATILMASINA,
Karar
verilmesi gerektiği görüşünde olduğumuzu bilgilerinize arz ederim.
V-
SON SAVUNMA
Davalı
Parti'nin yazılı olarak verdiği 12.11.1999 günlü son savunması şöyledir:
A-
GENEL OLARAK
Son
Savunmamıza başlarken, sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın "Esas
Hakkında Görüş"ü ile ilgili bazı gözlemlerimizi ifade etmek isteriz.
"Esas Hakkında Görüş" birkaç özelliğiyle dikkat çekmektedir.
Bunlardan birincisi, sayın Başsavcı'nın genel olarak hukuk meselelerine ve özel
olarak da bu davaya bakışına hakim olan yaklaşımının niteliğiyle ilgilidir.
Maalesef belirtmeliyiz ki, bu yaklaşım insan haklarına dayanan demokratik hukuk
devleti anlayışıyla pek bağdaşır görünmemektedir. O kadar ki, bu
"Görüş", hakkaniyet ve adalet güdülerinin yönlendirdiği bir hukuk
adamının değil de, neredeyse, ana ilgisi "düzen ve disiplin" olan
herhangi bir kamu görevlisinin kaleminden çıkmış olduğu izlenimi doğurmaktadır.
Bu durum, kanaatimizce, "Esas Hakkında Görüş"ün bu davayla ilgisi
bakımından hukuki değerini azaltmaktadır. Esasen, aşağıda açıklayacağımız
üzere, "Esas Hakkında Görüş"te bu davanın konusuyla doğrudan doğruya
ilgili olan hukuki sorun hakkında hemen hemen hiç bir argüman yer almamaktadır.
"Esas
Hakkında Görüş"ün ikinci özelliği, sayın Başsavcı'nın bu davayı görevi
gereği yürüttüğü kamusal bir mesele olmaktan çıkarıp kişiselleştirmiş ve adeta
kendisinin şahsi bir meselesi haline dönüştürmüş olmasıdır. Bu nedenle, sayın
Başsavcı Fazilet Partisi hakkında kimi zaman açık kimi zaman imalı olarak insaf
ölçülerine sığmayan iddialarda bulunmaktadır. Bu durumun, işbu kapatma
davasının medya önünde gösterişli bir biçimde açıklanmasından, "Esas
Hakkında Görüş"ün kitap haline getirilip dağıtılmasına ve bu
"Görüş"te hakim olan üsluba kadar birçok emaresi var. Bu da, sayın
Başsavcı'nın partimize karşı yönelttiği iddiaların hukuki güvenilirliğini
azaltan başka bir noktadır.
Bu
nedenlerle olmalı ki, "Esas Hakkında Görüş"te, sayın Başsavcı'
iddianamede daha önce ileri sürmüş olduğu ve Ön Savunmamızda hepsini ayrıntılı
olarak karşıladığımız iddialarını ispatlamaya veya desteklemeye yönelik kanıt
ve argümanlara hemen hemen hiç yer vermemiştir. Buna karşılık, sayın Başsavcı
bu davanın konusuyla doğrudan doğruya ilgili olmayan kimi görüşleri uzun
uzadıya aktarmakla yetinmiş ve kendi görüşlerine katılmayanlar hakkında hoş
olmayan sıfatları sert bir üslupla kullanmayı tercih etmiş, bu arada partimizi
haksız yere zan altında bırakacak mahiyette imalı açıklamalarda bulunmaktan da
çekinmemiştir. Ayrıca, "Esas Hakkında Görüş"te yer verilen kimi
teorik bilgiler eksik ve yanıltıcıdır.
İşbu
Son Savunmamızda, sayın Başsavcının dile getirdiği hususlar tek tek ele alıp
incelediğimizde partimiz hakkındaki gerçek durum daha iyi anlaşılacak ve
meselenin hukuki yönü aydınlığa kavuşacaktır.
B-
ANAYASA'YA AYKIRILIK İTİRAZI
Sayın
Cumhuriyet Başsavcısı, "Esas Hakkında Görüş"ünde, Siyasi Partiler
Kanunu'nun 103. maddesinin ikinci fıkrasını yeniden düzenleyen 12.8.1999 tarih
ve 4445 sayılı Kanun'un 18. maddesinin Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle
Anayasa Mahkememiz tarafından iptal edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Sayın
Başsavcı'ya göre, TBMM yaptığı bu yeni düzenlemeyle Anayasa Mahkemesi'nin
9.1.1998 gün ve 2/1 sayılı iptal kararını etkisizleştirmeye yönelmiştir. Bu
görüşün dayandığı muhakeme tarzı şöyle özetlenebilir: Anayasa Mahkememiz söz
konusu kararıyla, Siyasi Partiler Kanunu'nun, üyelerinin işledikleri yasak
fiillerin "mihrak"ı haline gelmeleri nedeniyle kapatılmaları için,
siyasi partilerin bu tür eylemlerin mihrakı olduklarının 101. maddenin (d)
bendinde gösterilen usule göre belirleneceğini öngören 103. maddesinin ikinci
fıkrasını iptal etmiştir, iptal gerekçesi, Türk Ceza Kanunu'nun 163. maddesinin
kaldırılması parti üyelerinin parti yasaklarına aykırı fiillerini suç olmaktan
çıkardığı için, 103. maddenin ikinci fıkrasında gönderme yapılan ve artık
uygulanma olanağı kalmayan usulün Anayasa'nın 69. maddesinin 6. fıkrasının da
uygulanmasını olanaksız hale getirdiği, bu nedenle de Anayasaya aykırı olduğu
düşüncesidir. Oysa, Siyasi Partiler Kanunu'nun 103. maddesine 4445 sayılı
Kanunla eklenen ikinci fıkra, Anayasaya aykırı olan eski durumu iade
etmektedir.
Kanaatimizce,
sayın Başsavcı'nın Siyasi Partiler Kanunu'nun 103. maddesinin yeni ikinci
fıkrasının Anayasaya aykırı olduğu iddiası bütünüyle dayanaksızdır. Çünkü, bu
hükmün iptal edilen hükümle herhangi bir benzerliği bulunmamaktadır. Tam
tersine bu yeni düzenleme hem Anayasanın 69. maddesinin altıncı fıkrasını
uygulanabilir hale getiren bir nitelik taşımaktadır, hem de Anayasa Mahkememizin
Refah Partisi davasındaki "odak" kavramıyla ilgili içtihadına
uygundur. Yeni düzenleme eskisinden tamamen farklı olup, Anayasa'nın 69.
maddesinin altıncı fıkrasının Öngördüğü "odak" kavramını diğer
düzenlemelerden bağımsız olarak uygulanabilir bir tanıma kavuşturmaktadır. Yeni
103/2 bu haliyle Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrasının öngördüğü
düzenlemeyi yapmakta, böylelikle Anayasal bir buyruğu yerine getirmektedir. Bu
düzenlemenin Anayasa Mahkememizin işaret edilen iptal kararının gerekçesiyle
çelişkili olduğu da söylenemez.
Nitekim,
Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrası yasa koyucuyu ilgilendiren başlıca
iki uyruk içermektedir. (1) Partiler Anayasada (ve Siyasi Partiler Kanunu'nda)
belirtilen yasak fiillerin "odağı" haline gelince kapatılırlar. (2)
Bir partinin bu türden eylemlerin odağı haline geldiği Anayasa Mahkemesi'nce
tespit edilir. Bu duruma göre, yasa koyucunun söz konusu Anayasa hükmüne
ilişkin olarak yapacağı bir düzenlemenin bu hükme aykırı olması için ( l )
"Odak" olmayı kapatma nedeni olmaktan çıkaran bir düzenleme yapması
ve/veya (2) Anayasa Mahkemesi'nin, bir siyasi partinin yasak eylemlerin odağı
haline geldiğini "tespit" yetkisini kaldırması gerekir. Bu iki nokta
dışında kalan hususlarda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin düzenleme
serbestisine sahip olduğunda demokratik teori ve hukuk tekniği bakımından şüphe
yoktur. Dahası, odak kavramının yargısal olarak uygulanabilirliğini sağlamak
üzere düzenleme yapması TBMM'nin anayasal bir ödevidir.
Bu
çerçevede Anayasa'nın zikretmekle yetindiği "odak" kavramının ne
anlama geldiğini ve hangi unsurlardan oluştuğunu yasayla düzenlemeye TBMM hem
yetkili hem de ödevlidir. Bu nedenle, TBMM 4445 sayılı Kanun'un 18.
maddesini koymakla açık bir anayasal buyruğu yerine getirmiş olmaktadır. Mamafih,
TBMM'nin bu konudaki düzenleme yetkisinin elbette bir sınırı vardır.
Kanaatimizce, bu sınır, "odak" kavramını kelimenin semantik anlamına
uygun olarak tanımlamak olarak özetlenebilir. Daha açık bir anlatımla, yasa
koyucu "odak" kavramını sadece isim olarak muhafaza edip, içeriğini
tümüyle boşaltmaya ve kavramla mantıken ilgisi bulunmayan unsurlara dayalı bir
tanım yapmaya yetkili değildir. Oysa, anayasaya aykırı olduğu iddia edilen
Siyasi Partiler Kanunu'nun 103. maddesinin yeni 2. fıkrası hükmüne baktığımızda,
bunun belirtilen açıdan son derece makul bir düzenleme getirmiş olduğu ve
"odak" kavramının tanımı ve unsurları bakımından işaret edilen
sınırların kesinlikle aşılmadığı görülmektedir.
Öte
yandan, bu düzenleme Anayasa Mahkememizin içtihadına da uygundur. Nitekim,
yüksek Mahkeme, 16.1.1998 gün ve E.1997/1 ve K. 1998/1 sayılı kararında,
'"odak olma' durumunun oluşması için gerekli olan yasak eylemlerdeki
nitelik ve nicelik ile bunların tekrarındaki kararlılık gibi öğelerin varlığı
"nı gerekli görmüştür (AMKD, Sayı 34, C. 2, s. 1019. vurgu bizim). Bu
tanım, özünde, 4445 sayılı Kanun'un 18. maddesiyle getirilen düzenlemeyle
uyumludur. Bu hususta TBMM'nin Anayasa Mahkemesi'nin belirttiğinden farklı
olarak yaptığı, özüne sadık kalarak bu tanımı ayrıntılandırmaktan ibarettir.
Konuya bu açıdan bakıldığında, TBMM yaptığı yeni düzenlemeyle, sayın
Başsavcı'nın iddia ettiğinin tersine, Anayasa Mahkememizin kararını
etkisizleştirmeye çalışmamış, aksine onun gereğini yerine getirmiş olduğu
kolaylıkla görülebilir.
İkinci
olarak, Siyasi Partiler Kanunu'nda yapılan bu değişikliğin, Anayasa
Mahkememizin Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrasında belirtilen
"tespit" yetkisine bir müdahale teşkil ettiği de söylenemez. Çünkü,
Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrasındaki "tespit etme" ibaresi
kural koyma anlamında değildir; bununla kastedilen, yürürlükteki normlar
çerçevesinde kanıtları değerlendirme ve iddia edilen durumun maddi olarak
gerçekleşmiş olup olmadığını belirlemedir. Anayasa Mahkemesi'nin bu konudaki
takdir yetkisinin, yasal bir normun bulunmaması veya iptal edilmesi halinde
(Refah Partisi davasında olduğu gibi) doğrudan doğruya Anayasayı uygulaması
ile, yasal düzenlemenin varlığı halinde farklı olacağı tabiidir. Bu konuda
yasal düzenleme yapılmış olması Anayasa Mahkememizin takdir yetkisine müdahale
ile ilgili olmayıp, kuvvetler ayrılığının doğal bir sonucudur. Esasen, TBMM bu
konuyu ilk defa düzenliyor da değildir; bu konuda yeni bir düzenleme
yapılmasının nedeni, daha önceki hükmün Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilmiş
olmasıdır. Bu iptal kararı TBMM'ne konuyu yeniden düzenleme sorumluluğunu
yüklemiştir.
Hukuki
durum bu merkezde iken, sayın Başsavcı'nın Anayasaya aykırılık itirazında
bulunmasının, hukuki görüş ve içtihat farklılığından başka bir nedeni olmalıdır.
Kanatimizce, bu neden, sayın Başsavcı'nın kişiliğiyle ilgilidir. Bu konuda
sayın Başsavcıyı -ve onun kimi referanslarını- rahatsız eden nokta, satır
aralardan kolaylıkla anlaşılacağı gibi, "odak" kavramına açık bir
tanım getirilmiş olması dolayısıyla, bu nedene dayalı parti kapatmanın
zorlaşmış olduğuna ilişkin düşüncesidir. Sayın Başsavcı'nın gönlünün, kendi
görüşünce "uygunsuz", "zararlı", "tehlikeli" olan
partilerin kolayca kapatılmasından yana olduğu gerek dava açan iddianamesinden
gerekse "Esas Hakkında Görüş'ünden zaten anlaşılmaktadır. Ne var ki, bu
anlayışın siyasi partileri demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları
olarak gören düşünceyle uyuşmadığı aşikardır.
Sayın
Başsavcının bu konudaki yaklaşımı Anayasa'nın ruhuyla da bağdaşmazlık içindedir.
Çünkü, bir siyasi partinin parti yasaklarına aykırı fiillerden dolayı
kapatılmasını zorlaştıran, Siyasi Partiler Kanunu'ndan önce, Anayasa'nın
kendisidir. Anayasa'nın kapatılmayı "odak olma" şartına bağlamış
olması bunun en belirgin kanıtıdır. Çünkü, "odaklaşma" zaten
gerçekleşmesi zor olan bir durumdur. Bu terimin anayasa koyucununun bilinçli
bir seçimi olduğu anlaşılmaktadır. Aksi halde Anayasa "ilgili olma",
"bulaşma", "karışma", "sempati besleme",
"yakınlık duyma", "destek verme" gibi ibareler kullanırdı.
Bu demektir ki, Anayasanın kendisi bir siyasi partinin kapatılması için onun
yasak fiillerle herhangi bir bağlantısını veya böyle bir izlenimi yeterli
görmemekte, onun bu fiillerin "odağı haline gelmesi"ni şart
koşmaktadır. "Odak" kelimesinin "haline gelme" ibaresiyle
bir arada bulunması da anlamlıdır. Bu anlatım biçimi, yasak fiillerle arızi bir
ilişki veya bağlantı durumundan farklı olarak, kararlılık gösteren bir sürecin
göz önünde bulundurulduğunu göstermektedir. Yani, olaylar o şekilde akıp
gidecektir ki, bu akış bir bütün olarak nazara alındığında bir yoğunlaşmayı,
merkez oluşturmayı, odaklaşmayı teşhis edebilelim. Kanun'un yeni 103/2 hükmü,
bu bakımdan da isabetli bir düzenleme getirmiştir.
Öte
yandan, 2820 Sayılı siyasi Partiler Kanunu'nda yapılan değişiklikler TBMM'de
oluşan güçlü bir uzlaşma ile gerçekleştirilmiştir. Mecliste temsil edilen tüm
siyasi partiler bu değişiklikleri benimsemiştir. Aslında 103. maddede yapılan
değişiklik iki yıllık bir geçmişe sahiptir. TBMM 1995 Anayasa Değişikliği'nden
sonra Siyasi Partiler Kanunu'nunun yeni anayasal çerçeveye uyum sağlaması
amacıyla, 1997 yılında bu kanun üzerinde çalışmıştı. 31.7.1997 tarihli Partiler
Arası Uyum Komisyonu'nda, DSP Zonguldak milletvekili sayın Prof. Dr. Mümtaz
Soysal, 1995 Anayasa Değişikliği'nden sonra odak kavramının yasada tanımlanması
gerektiği üzerinde durarak şu konuşmayı yapmıştı:
"...
(B)en şöyle bir şey öneriyorum. 69 uncu maddenin bu odaktan söz eden altıncı
fıkrayı başlangıç olarak alıp, yani onu tekrar ederek "bir siyasi partinin
68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü
kapatılmasına; ancak, bu nitelikteki fiillerin o partinin üyelerince"
ondan sonra tanıma geçelim, "yoğun bir şekilde işlenmiş olduğunun ve bu
fiillerin yoğun olarak işlenmesinin o partinin merkez karar ve yönetim kurulu
veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu yahut bu grubun
yönetim kurulunca zımnen veya sarahaten benimsendiğinin sübuta ermesiyle bu
partinin söz konusu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin
Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verilir."
Uyum
Komisyonu'nda ittifak sağlanamaması üzerine, TBMM, 20. Dönemde 2/932 sıra
sayısıyla işlem gören "Siyasi Partiler Kanununda Değişiklik Yapılmasına
ilişkin Kanun Teklifi'nin 18. maddesine, sayın Soysal'ın bu önerisi
eklenmemiştir. Daha sonra bu teklif sonuçlandırılamamış ve hükümsüz kalmıştır.
Aynı
teklif, 30.7.1999 tarihinde Doğru Yol Partisi Amasya Milletvekili Ahmet İyimaya
tarafından İçtüzük'ün 77/1. hükmü çerçevesinde yemden TBMM'ye sunulmuştur,
(böylece teklif bir kez daha Meclis gündemine girmiştir. Bu kez 18. madde
üzerinde, iki yıl önce sayın Soysal'ın geliştirdiği öneri doğrultusunda
Mecliste bulunan tüm partiler uzlaşmışlardır (EK-2). Üzerinde uzlaşılan bu metin
sayın Soysal'ın hazırladığı öneriyle esas itibariyle aynıdır. Anayasa Komisyonu
Başkanlığına sunulan bu uzlaşı metni aynen şöyledir:
"Bir
siyasi parti, birinci fıkrada yazılı fiiller o partinin üyelerince yoğun bir
şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre, merkez karar ve yönetim
kurulu veya Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki grup genel kurulu veya grup
yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan
doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde söz
konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır."
Bu
metin, Anayasa Komisyonunda aynen benimsenmiş ve Meclis Genel Kurulu'na
sunulmuştur. Anayasa Komisyonu E. 2/258, K. 9 nolu raporunda, önerge ile,
belirsiz bir hukuk kavramı olan odağın semantik yapısına uygun olarak
"kararlılık" ve "yoğunluk" kriterlerinin getirildiğini
vurgulamıştır. Teklif, Meclis Genel Kurulu tarafından aynen kabul edilerek
yasalaşmıştır.
Görüldüğü
gibi, Siyasi Partiler Kanunu'nun 103. maddesinde değişiklik yapan 4445 Sayılı Yasa'nın
18. maddesi hükmü, Anayasa Mahkemesinin 9.1.1998 gün ve E. 1998/2, K. 1998/1
sayılı kararından çok daha önce sayın Mümtaz Soysal tarafından öneri haline
getirilmiş, 20. Dönem boyunca yasalaşamayan bu teklif, 1999 yılında sayın Ahmet
İyimaya tarafından yeniden canlandırılmış ve bu kez yasa olarak kabul
edilmiştir.
C-
İDDİALARIN KARŞILANMASI
1.
Terörizmin Önlenmesi ve İnsan Hakları
Sayın
Cumhuriyet Başsavcısının "Esas Hakkında Görüş"ü, yukarıda işaret
ettiğimiz gibi, büyük kısmı itibariyle bu davanın "esası"yla ilgili
değildir. Bu ilgisiz kısımlardan birini de terörün önlenmesiyle ilgili olarak
çeşitli demokratik ülkelerdeki durumu açıklayan bölümler oluşturmaktadır. Bu
kesimde sayın Başsavcının ileri sürdüğü temel argümanlardan biri, günümüzde
insan hakları ihlallerinin "devletler ve devlet görevlileri tarafından
değil, terörist örgütler tarafından yapılmakta" olduğu, bundan dolayı da
terörizmi önlemek için insan haklarının daha fazla kısıtlanmasının kaçınılmaz
olduğu görüşüdür. Sayın Başsavcı aynı akıl yürütme biçimini "mafya"
ile mücadele bakımından da ileri sürmüştür. "Esas Hakkında Görüş"ün
14-32. sayfaları tamamen bu temel iddiayı kanıtlamak üzere serdedilmiş akıl
yürütmeler ve çeşitli ülkelerden devşirilmiş örneklerle doludur. Bu kesimde
dile getirilen düşünceler ve işaret edilen yabancı ülkelere ilişkin yasal
düzenlemeler hakkında fikir yürütmek mümkün olmakla beraber, bu dava bakımından
Fazilet Partisi olarak bizim bunlara cevap vermemizi gerektiren bir durum
yoktur.
Çünkü,
açıkça bellidir ki, bu davanın terörizmle veya mafyayla mücadele meselesiyle
uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Yüksek Mahkemenin önündeki dava, Türkiye'de
"demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarından biri olan Fazilet
Partisi'nin, kapatılmasını gerektirecek şekilde, ilgili Anayasal ve yasal
normları ihlal edip etmediği hakkındadır. Keza, terörizmle ve mafyayla
mücadeleye ilişkin kısıtlayıcı tedbirlerin analoji yoluyla partimize -ve tabii
hiç bir meşru partiye- uygulanması da düşünülemez. Esasen, meşru olarak
kurulmuş ve barışçı bir biçimde faaliyet gösteren bir siyasi partinin hukuki
akıbeti konusunun "terörizmle mücadele" meselesiyle birlikte
düşünülmesi bir demokraside akıl alacak iş değildir. Sayın Başsavcı'nın bu
yaklaşımı, Ön Savunmamızda da işaret ettiğimiz üzere, kendisinin
"demokratik siyaset"ten pek hazzetmediğinin tipik bir göstergesidir.
Ama her halükarda, Fazilet Partisi'nin kapatılması veya kapatılmaması
meselesinin bu tartışmanın tamamen dışında olduğu şüphesizdir.
2.
Militan Demokrasi ve Siyasi Partiler
Sayın
Başsavcı'nın bu davanın konusuyla doğrudan doğruya ilgili olmayan başka bir
argümanı, demokrasilerin "militan" karakterde olmalarının zorunluluğu
düşüncesidir. Bu görüşün doğal bir sonucu, siyasi parti kapatma müessesesinin
varlığının meşru görülmesidir. Bu çerçevede, "Esas Hakkında Görüş"te,
çeşitli Batılı ülkelerden örnekler getirilerek, "düzen dışı",
"marjinal", "rejimi yıkma amacı güden", "Cumhuriyetin
varlığını tehlikeye düşürmeye yönelen" siyasi partilerin kapatılmasının
zorunlu olduğu uzun uzadıya açıklanmıştır.
Bu
iddialarla ilgili olarak başlıca iki noktaya dikkat çekmek isteriz. Birinci
olarak, partimize karşı açılmış olan bu davanın konusu, yukarıda işaret
ettiğimiz üzere, partimizin kapatılmasını gerektirecek bir durumun var olup
olmadığının ilgili Anayasal ve yasal kurallar muvacehesinde
değerlendirilmesidir. Başka bir ifadeyle, bu davanın konusu demokratik
sistemlerde parti kapatma müessesesinin uygun ve gerekli olup olmadığı sorunu
değildir. Esasen, Türk pozitif hukuku, şu veya bu nedenle, parti kapatma
müessesesine zaten yer vermiştir. Bundan dolayı, bizim veya sayın Başsavcı'nın
bu konudaki görüşünün şu veya bu yönde olmasının bu dava bakımından önemi
yoktur. Anayasa Mahkememiz dava konusu uyuşmazlığı, bu hukuki durumu veri
alarak ve fakat ilgili pozitif normları hukukun genel ilkelerini ve
demokrasinin evrensel gereklerini gözeten bir anlayışla yorumlayarak
çözecektir. Bundan dolayı, parti kapatma müessesesine zaten yer veren Türk
anayasal sistemi bakımından demokrasimizin "militan" olup olmaması
meselesinin tartışılmasının bu davaya doğrudan bir katkısı olmayacaktır.
Söz
konusu tartışma bu davayı ancak dolaylı olarak ilgilendirebilir. Bu ilgi şu
şekilde kurulabilir: Bir yandan "demokratik toplum düzeni"ne atıfta
bulunan ve siyasi partileri demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları
(aktörleri) olarak niteleyen, ama öte yandan da "siyasi parti
kapatma" kurumuna yer veren bir anayasal sistemde, kapatmaya yetkili
mahkemenin, ilgili uluslararası, anayasal ve yasal normları nasıl yorumlayacağı
hususu önem arzetmektedir. Biz, Ön Savunmamızın Giriş kısmında açıkladığımız
gerekçelerle:, yetkili yargı organının (Türkiye'de Anayasa Mahkemesi'nin)
siyasi partilerin kapatılmasıyla ilgili normları mümkün olduğunca dar
yorumlanmasının ve "mübrem", zorlayıcı ciddi nedenler olmadıkça Parti
kapatmaya karar vermekten kaçınmasının doğru olacağı kanaatindeyiz.
Fakat,
yeri gelmişken işaret etmeliyiz ki, uygar ve çağdaş ülkelerin "anayasal
demokrasi" (bu konuda bkz. Mustafa Erdoğan, Anayasal Demokrasi (Ankara:
Siyasal Kitabevi, 3. b.) yolunda kararlı bir şekilde ilerlediği bir sırada
"militan demokrasi" gibi Soğuk Savaş sonrası dünyada artık anlam ve
değerini büyük ölçüde yitirmiş olan bir anlayışı, demokrasi kavrayışının odak
noktasına yerleştirmekteki anakronizma gözlerden kaçacak gibi değildir. Sayın
Başsavcı'nın bütün "Görüş" boyunca "anayasal demokrasi" ile
ilgili literatüre hiç atıfta bulunmamış olması ve gündeme getirdiği istisnasız
bütün konularda kısıtlayıcı ve zecri tedbirleri savunması da ayrıca dikkat
çekilmesi gereken bir noktadır. Bu konu son zamanlarda kamuoyunda ve medyada da
dile getirilmektedir.
İkinci
olarak, sayın Başsavcı'nın "militan demokrasiyi savunduğu bölümde (ss.
32-44), görüşünü haklılaştırmak Jizere işaret .ettiği kimi durumlar veya
kullandığı kimi kavramlar, Fazilet Partisi hakkında menfi ve karanlık bir imaj
oluşturmaya yöneliktir. Bu akıl yürütme çerçevesinde 'düzen dışı",
"marjinal", "rejimi yıkma amacı güden", ve
"Cumhuriyetin varlığının tehlikeye düşürmeye yönelen" gibi ibareler
kullanılmak suretiyle, Fazilet Partisi'nin de bu mahiyette bir parti olduğu
için kapatılmasının istendiği ima edilmektedir. Sayın Başsavcı bu kesimde
Fazilet Partisi'nin adını açıkça zikretmemekle beraber, bu görüşleri partimizin
kapatılması gerektiğini ispatlama sadedinde dile getirdiği açıktır. Sayın
Başsavcı'nın bu suretle muhataplarının adeta bilinç altını etkileme
düşüncesinden hareket ettiği ve böylece Fazilet Partisi hakkında olumsuz bir
izlenim oluşturmayı hedeflediği anlaşılmaktadır. Ne yar ki, bu tutumun insafla
bağdaştığı çok şüphelidir.
Bir
kere, Ön Savunma'mızda Fazilet Partisi'nin programı hakkında verilen bilgiler
ve Parti'nin siyasi meselelerde aldığı somut tutumlar göz önüne alındığında,
onu "düzen dışı" veya "marjinal" bir parti olarak tanımlamak
kesinlikle yanlıştır. Eğer "düzen"den kastedilen "anayasal
düzen" ise -ki öyle olduğunu varsaymak durumundayız- bunun genel
çerçevesini "insan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal hukuk
devleti" ilkelerinin oluşturduğunda kuşku yoktur. Oysa, Fazilet Partisi
programı ve politik tutumu itibariyle bu çerçevenin tam da içindedir. Parti
olarak Anayasamızın temel ilkelerine aykırı bir tutumumuz olmadığı gibi, tam
tersine bugüne kadar bu ilkelerin ısrarlı savunucusu olageldik. Bu nedenle,
Fazilet Partisi, "düzen dışı" veya "marjinal" bir parti
olmak şöyle dursun, anayasal düzenin dayandığı esasları benimsemiş olan ve
siyasi eksenin merkezinde yer alan meşru bir siyasal partidir. Kaldı ki,
partimizin Tüzük ve Programı, görevi gereği sayın Başsavcı'nın incelemesinden
geçmiş olduğuna göre, partimiz Anayasal düzenin esaslarına aykırı amaçlar güden
bir parti olsaydı, kendisi bunu daha önceden de bilebilecek ve dolayısıyla
gerekli yasal işlemleri başlatabilecek durumdaydı.
Fazilet
Partisi'nin "rejimi yıkma amacı güden" veya "Cumhuriyetin
varlığını tehlikeye düşürmeye yönelen" bir parti olduğunu ima etmek de
insafa sığmaz. Bu, partimize yöneltilmiş apaçık bir bühtandır. Fazilet
Partisi'nin değil böyle bir parti olması, bu nitelikteki teşekküllerle hiç bir şekilde
duygusal bir yakınlığı bile yoktur. Fazilet Partisi çoğulcu-demokratik rejimin
ve Anayasayla tanımlanmış Türkiye Cumhuriyetinin inançlı bir savunucusudur. Öte
yandan, "marjinal" sıfatı toplumda genel olarak hakim olan
değerlerden uzak olma ve toplumun desteğine mazhar olamamışlık durumunu da ima
etmektedir ki Fazilet Partisi'nin bu anlamda da "marjinal" bir parti
olmadığı açıktır. Aksine, Fazilet Partisi girdiği ilk genel seçimden üçüncü
büyük parti olarak çıkmak suretiyle ciddi boyutlarda bir toplumsal desteğe
sahip olduğunu göstermiştir.
3.
Uluslararası Antlaşmaların İç Hukuktaki Etkisi ve İnsan Hakları
Sayın
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı "Esas Hakkındaki Görüş"ünde, Anayasa
Mahkemesi'nin normlar piramidinde Anayasadan yukarıdaki basamaklara, çıkamayacağını
ve bu çerçevede Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni ölçü norm... olarak
alamayacağını, aksi bir tutumun normatif anlayışla bağdaşmayacağını iddia
etmektedir. Sayın Başsavcı, ayrıca, ülkemizin özellikle Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'nin kurduğu koruma mekanizmasına dahil olmak suretiyle üstlenmiş
olduğu yükümlülüklerden ulusal makamlarımızın tek taraflı olarak sarfı nazar
edebileceklerini kanıtlamak üzere, Anayasamıza göre uluslararası antlaşmaların
alelade kanunlarla aynı hukuki değere sahip oldukları tezini gündeme
getirmektedir.
Uluslararası
antlaşmaların iç hukuka etkisi konusundaki hukuki yaklaşımların farklı
olmasında bir sakınca bulunmamakla beraber, sayın Başsavcının bu meseleyi
ortaya koyuş tarzında da garip olan bir nokta vardır. Kendisi bunu bir teknik
hukuk sorunu olarak değil de, bir ulusal onur, hatta bağımsızlık meselesi
olarak göstermeye çalışmakta ve bu hususta kendisiyle aynı hukuki görüşü
paylaşmayanları "Anayasamızı ve yürürlükteki yasalarımızı uygulatmamak
için" gayret sarfeden aymazlar olarak, hatta neredeyse "hainler"
olarak takdim etmektedir. Nitekim, Fransız yüksek mahkemelerinin tutumu
hakkında kullandığı "vatanseverlik örneği" ifadesi (s. 52) bu ruh
halinin açık bir göstergesidir. Demek ki, sayın Başsavcıya göre, bir hukuk
devletinde_mahkemelerin görevi teknik bir iş (hukuku uygulamak) olmayıp,
"vatanseverlik" ölçümü yapmaktır. "Adalet dağıtma'',
"haklıya, hakkını verme", "haklı ile haksızı ayırma" işinin
bir hukuk adamı tarafından "vatanseverlik-vatansevmezlik" ikiliği çerçevesinde
mütalaa edilmesi son derece yadırgatıcıdır. Kaldı ki, bu gibi meselelerde sözde
"vatanseverlik" kaygısıyla hareket edenlerin tuttukları yolun fiili
sonucunun vatanlarına zarar vermek olması ihtimal dışı da değildir.
Önemli
bir nokta da, teknik hukuk sorunlarına "vatanseverlik-vatansevmezlik"
ikiliği açısından bakan bir kişinin "tarafsız" adalete hizmet eden
bir hukuk adamı nasıl olabileceği sorusudur.
Meselenin
teknik yönüne gelince: Kanımızca sayın Başsavcı'nın uluslararası antlaşmaların
iç hukuktaki etkisine ilişkin olarak ileri sürdüğü iddialar hem normatif hukuk
teorisine, hem Türk mahkemelerinin içtihatlarına, hem de Avrupa Konseyi'ne üye
olan devletlerin anlayış ve uygulamalarına ters düşmektedir. Bir kere, normatif
hukuk teorisi, ulusal hukukun üstünde yer alan hukuk kural ve ilkelerinin
yargıç tarafından dikkate alınıp uygulanmasına kapalı değildir. Bu çerçevede,
devletleri bağlayan ve sorumluluk doğuran yazılı uluslararası sözleşmelerin
ötesinde, yazılı olmayan ama uygar toplumlarda kabul edilen hukukun genel
ilkeleri de yargıca yol gösterici niteliktedir. Anayasa Mahkememize göre de,
"Kanunlarımızın, Anayasa'nın açık hükümlerinden önce hukukun, bilinen ve
bütün uygar memleketlerde kabul edilen, prensiplerine uygun olması şarttır."
(E. 1963/166, K. 1964/76, KT. 22.12.1964, AMKD S. 2, s. 291).
Anayasa
Mahkememiz başka bir kararında,
"Hukuk
devletinin temel unsuru, bütün devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun
olmasıdır. Hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu,
adil bir düzen kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün
faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan bir devlet olmak gerekir. Hukuk
Devletinde kanun koyucu organ da dahil olmak üzere, Devletin bütün organları
üstünde hukukun mutlak bir hakimiyeti haiz olması, kanun koyucunun yasama
faaliyetlerinde kendisini her zaman Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile
bağlı tutması lazımdır. Zira kanunun da üstünde kanun koyucunun bozamayacağı
temel hukuk prensipleri ve Anayasa vardır ve kanun koyucu bunlardan uzaklaştığı
takdirde meşru olmayan bir tasarrufta bulunmuş olur. (Anayasa Mahkemesi'nin E.
1963/124. K. 1963/243 sayılı kararı, AMKD, S. l, s. 422).
Görüşüne
yer vererek, devletin bütün organlarının Anayasa'nın yanında tüm uygar
ülkelerce kabul edilmiş ve yasakoyucunun dahi bozamayacağı hukukun üstün
kurallarına uygun faaliyette bulunması gereğini vurgulamıştır. Mahkeme ayrıca
hukukun genel ilkelerine uygun davranmanın hukuk devletinin bir özelliği
olduğuna da işaret etmiştir.
Bir
başka Anayasa Mahkemesi kararında ise bu görüş şöyle ifade edilmiştir:
"Anayasa
ilkeleri etki ve değer bakımından eşit olup, hangi nedenle olursa olsun birinin
ötekisine üstün tutulması mümkün olmadığından, bunların birarada birbirine
getirdiği sınırlamalar içerisinde ve hukukun genel kuralları da gözonünde
bulundurulmak suretiyle uygulanmaları zorunludur."
Anayasa
Mahkememiz hukukun genel ilkelerine uyulmamasını hukuk devleti niteliğine ters
düşen bir uygulama olarak görmektedir. Mahkeme bir kararında bunu açıkça ifade
etmiştir:
(...)
yasaların, Anayasa'ya kaynaklık eden, hukukun bilinen ve bütün uygar ülkelerde
uygulanan ilkelerine de uygun olması gerektiği, yasa koyucunun, yasama
çalışmalarında, kendisini her an Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile bağlı
tutması zorunlu bulunduğu halde bu ilkelere uyulmaması da, hukuk devleti
niteliğine ters düşmektedir. ( E. 1979/38, K. 1980/11, KT. 29.1.1980, AMKD, S.
18, s. 98).
Özet
olarak, Türk Anayasa Mahkemesi hukukun genel ilkelerinin, Anayasal normların
yorumlanmasında esas alınması gereken, hukuk devleti anlayışının vazgeçilmez
bir parçasını oluşturan temel ilkeler olduğu görüşündedir. Bu ilkelere
uyulmaması hukuk devleti niteliğiyle bağdaşmaz.
Hukukun
genel ilkelerinin yanında uluslararası antlaşmalar da hukukun bağlayıcı kaynakları
arasındadır. Nitekim Anayasa Mahkememiz de İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi ve
İnsan Haklan Avrupa Sözleşmesi gibi bildiri ve sözleşmelerin normatif
içeriğinin buyurucu ve imzalayan devletleri bağlayıcı olduğunu belirtmiştir.
(E. 1979/38, K. 1980/11, KT. 29.1.1980, AMKD, S. 18, s. 98).
Bu
çerçevede, uluslararası antlaşmaların Anayasamız açısından hukuki değeri ve
etkisi sorununa bakarsak: Her şeyden önce, Anayasamıza göre (m. 90/son) usulüne
uygun olarak yürürlüğe konmuş uluslararası antlaşmalar "kanun
hükmünde" olup bunlara karşı anayasaya aykırılık iddiasında bulunulamaz.
Bu antlaşmaların "kanun hükmünde" olmaları, anayasaya
aykırılıklarının iddia edilemeyeceğinden ayrı olarak düşünüldüğünde, iki anlama
gelebilir. Birincisi, bu antlaşmaların Türk yasalarıyla aynı hukuki etkiye
sahip olmaları, yani Türk yasaları imiş gibi mahkemelerimiz tarafından doğrudan
doğruya uygulanabilmeleridir. Başka bir anlatımla, uluslararası antlaşmalar
Türk hukuk düzeninde doğrudan etkili işlemlerdir. Bunların mahkemeler
tarafından uygulanabilmeleri için ayrıca iç hukuk düzenlemeleri yapmaya,
uygulama yasaları çıkarmaya ihtiyaç yoktur, ikinci olarak, "kanun
hükmünde" ibaresi, antlaşmaların hiyerarşik olarak kanunlarla eşit konumda
bulunmaları, bağlayıcılık derecesi bakımından onlarla eşit olmaları anlamına
gelebilir.
Bununla
beraber, uluslararası antlaşmalara karşı Anayasa'ya aykırı olduklarının iddia
edilemeyeceğinin de öngörülmüş olması karşısında, kanunla uluslararası
antlaşmanın eşit hukuki değere sahip olduğuna ilişkin bu ilk yargının gözden
geçirilmesi gerekmektedir. Daha açık bir ifadeyle, uluslararası antlaşmaların
iç hukuktaki etkisi bakımından, bunların "kanun hükmünde" olmaları
ile "Anayasaya aykırı" olduklarının iddia edilememesini birlikte
değerlendirerek bir sonuca varmak gerekir. Kanaatimizce, böyle bir
değerlendirmenin sonucunda ulaşılması gereken genel yargı, kanunlarla
çatışmaları durumunda uluslararası antlaşmaların öncelikli olarak uygulanacak
olmalarıdır. Yani, uluslararası antlaşmalarla kanunlar arasında çatışma olması
durumunda, Anayasa sorunun "özel kanun-genel kanun", "önceki
kanun-sonraki kanun" ilişkisi çerçevesinde çözülemeyeceğini buyurmaktadır.
Aksine bir yorum yapılması halinde, Anayasa'nın uluslararası antlaşmaların
"Anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceği" yolunda bir kayıt
getirmiş olmasının hiç bir hukuki değeri kalmaz.
Ama
öte yandan, Anayasamızda uluslararası antlaşmalara göndermede bulunan başka
kurallar da vardır. Bu kurallara geçmeden önce kısaca Anayasa'nın temel hak ve
hürriyetleri düzenleyen kısmının genel gerekçesine bakmamız faydalı olacaktır.
1982 Anayasası'nın Temel Hak ve Özgürlükler başlıklı ikinci kısmının genel
gerekçesinde İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ve Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'ne yer verilmiştir. Bu genel gerekçenin ilk paragrafı aynen
şöyledir:
"1.
'İnsan hakları ve temel hürriyetler'in düzenlendiği bu bölüm hükümlerinde,
insan hakları doktrininin günümüzdeki gelişmesi ve durumu, geçirmiş
bulunduğumuz kötü deneyimlerden çıkarılan sonuçlar; insan hakları konusunda
Türkiye'nin imzalayıp onaylamış bulunduğu ve bu sıfatla milli hukukumuza dahil
sayılan uluslararası andlaşma ve sözleşmeler, özellikle 1948 Birleşmiş
Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve 1950 İnsan Haklarının ve Temel
Hürriyetlerin Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi gözönünde tutulmuştur."
Anayasa
koyucu Anayasa'nın temel hak ve hürriyetler kısmının genel gerekçesinde bu
kısmın, söz konusu iki uluslararası sözleşme gözönünde bulundurularak
düzenlendiğim belirtmek suretiyle, ilgili sözleşmelere anayasal değer
yüklemiştir. Bir başka deyişle, ilgili sözleşmeler, bizzat anayasa tarafından
referans norm olarak kullanılmışlardır. Bu durumda, 1982 Anayasası'nın
referansı haline getirilen hukuk metinlerinin, diğer yasalarla birlikte ele
alınarak aynı anayasanın altında bir normatif hiyerarşide ele alınması hukuk
mantığına aykırıdır. Çünkü, bir hukuk kuralı aynı anda hem referans ya da ölçü
norm niteliğine hem de alt norm niteliğine sahip olamaz.
Bu
gerekçe dışında Anayasamızın uluslararası hukuka yollama yapan başka hükümleri
de vardır. Nitekim, 1982 Anayasası'nın 15., 16., 42. ve 92. maddeleri de
uluslararası hukuka atıfta bulunmaktadır. Bu maddeler çerçevesinde uluslararası
antlaşmaların anayasal değerde oldukları doktrinde kabul edilmektedir. (Tekin
Akıllıoğlu, "Uluslararası İnsan Hakları Kurallarının İç Hukuktaki Yeri ve
Değeri", İnsan Hakları Merkezi Dergisi, Cilt l, Sayı 2-3, s. 41)
Anayasamızın
15. maddesine göre,
"Savaş,
seferberlik, sıkıyönetim, veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan
doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel
hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya
bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir."
1982
Anayasası savaş, seferberlik, sıkıyönetim ve olağanüstü hallerde dahi
milletlerarası hukuktan doğan yükümlülüklerin ihlalini engellemektedir. Bu
olağanüstü durumlar dışında kalan normal dönemlerde ve hakların kullanımının)
durdurulmasından daha hafif bir etkiye sahip hakların sınırlandırılması söz
konusu olduğunda, milletlerarası yükümlülüklerin ihlal edilmesinin evleviyetle
mümkün olmadığı açıktır. Uluslararası yükümlükler içine nelerin girdiği Anayasa
Mahkemesi tarafından belirlenmiştir. Mahkeme'ye göre, "milletlerarası
hukuktan doğan yükümlülükler içine öncelikle milletlerarası hukukun genel
ilkeleri, sonra da Devletin taraf olduğu sözleşmelerden doğan yükümlülükler
girer." (E. 1991/1, AMKD, S. 27, C. l, s. 65, 96-98) Kısaca, Türk hukuk
sisteminde temel hak ve özgürlükler bakımından milletlerarası yükümlülüklerin
ihlal edilemeyeceği bizzat Anayasa tarafından öngörülmüştür. Dolayısıyla 1982
Anayasası'nın 90. maddesini 15. madde ile birlikte ele almak gerekir.
Anayasanın 15. maddesi 90. madde karşısında özel bir hüküm içermektedir.
Anayasa
hukukçusu Fazıl Sağlam'ın Temel Hak ve Özgürlüklerin Sınırlanması ve Özü
(Ankara: AÜSBF yayını, 1981) adlı eserinde normlar arasında özel-genel
ilişkisinin ne zaman doğacağı Larenz'in genel hukuk öğretisi temelinde ele
alınmıştır: "iki hukuk normu arasında özel-genel ilişkisinin doğabilmesi
için, özel normun uygulama alanının genel norm tarafından kapsanması, başka bir
deyişle özel normun düzenlediği bütün hallerin, aynı zamanda genel normun
düzenlediği haller arasında yer alması gerekir. Özel normun vakıalar bütünü
genel normun tüm özelliklerini kendinde topladıktan başka, en az bir ek
özelliğe daha sahip ise, bu iki norm arasında özel-genel ilişkisi
kurulmuştur."
Bu
iki koşul bakımından Anayasa'nın 15. ve 90. maddeleri özel-genel ilişkisi
içindedir. Nitekim, 15. maddenin., birinci fıkrasındaki "milletlerarası
yükümlülüklerin ihlalini" yasaklayan kural milletlerarası antlaşmalar ile
ilgili genel kuralı koyan 90. maddenin sınırları içinde kalan bir alanla ilgili
düzenlemede bulunmaktadır. Bu nedenle 15. madenin düzenlediği bütün haller 90.
maddenin kapsamındadır. Öte yandan, 15. madde bir ek özelliğe daha sahiptir:
temel hak ve hürriyetlerle ilgili uluslararası antlaşmalardan doğan
yükümlülüklerin ihlalini önleyen ve bunu bir iç hukuk normu olarak düzenleyen
Anayasa kuralı.
Bu
ek özelliğin iki anlamı vardır. Bir kere, 15. madde kapsamına giren
uluslararası antlaşma hükümleri, normlar hiyerarşisi bakımından kanunların
üzerindedirler, ikinci olarak, bu kapsamda düşünebilecek uluslararası antlaşma
normlarının ihlali salt bir uluslararası hukuk sorunu olarak ele alınamaz.
Yani, milletlerarası yükümlüklerin ihlal edilmesini önlemek için gerek yasa
koyucu organ gerekse yargı organları söz konusu antlaşmaları doğrudan gözönünde
bulundurmak. Yasaları ilgili antlaşma hükümlerine göre değerlendirmek ve
yorumlamak zorundadırlar. Anayasa'nın 15. maddesiyle 90. maddesi arasındaki bu
ilişki, Türk Anayasa sisteminde uluslararası normlarla iç hukuk düzenlemeleri
arasında iki farklı çatışma kuralına yer verildiğine işaret eder. Bunlardan
ilki, 90. maddede düzenlenen "yazılı çatışma kuralı"dır. Anayasa'nın
15. maddesi söz konusu olduğunda ise bir "yazısız çatışma kuralından
bahsetmek mümkündür. Anayasa'nın 15. maddesinin lafzı, madde kapsamına, giren
uluslararası antlaşmaların statüsüne ilişkin açık bir ifade içermemekle
birlikte, maddenin içeriğinden bu kapsamda düşünülebilecek uluslararası
düzenleme hükümlerinin kanunlardan üstün bir konuma sahip oldukları anlamı
çıkmaktadır. Normatif teoride kanunlardan üstün hukuk metinleri anayasalar ve
anayasa üstü metinlerdir. Anayasa'nın 15. maddesindeki düzenlemeden sadece
insan haklarına ilişkin antlaşmaların kanun üstü konumda oldukları sonucu
çıkılabileceğinden bu metinlerin anayasal üstü konumda olmaları bizim hukuk
sistemimiz açısından olanaksızdır. Bu durumda tek alternatif söz konusu
düzenlemelerin anayasal normlara eşit bir statüleri olduğudur.
Anayasa
hukuku profesörü Bakır Çağlar'a göre de Anayasa'nın 15. madde kuralından
"milletlerararası hukuka açıklık prensibi"ni çıkartmamız mümkündür.
Bu görüş açısından, Anayasa'nın 15. maddesi yazısız bir çatışma normu
içermektedir: Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması uluslararası
antlaşmalara aykırı olamaz. (Bakır Çağlar, "Anayasa Yargısının Güncelliği:
'Yargıçlar Zamanı'", Anayasa Yargısı, S. 15, 1998, s. 51).
Özet
olarak, Anayasanın 15. maddesi ile 90. maddesi arasında lex specialis derogat
legi generali, yani özel normun yerini alması ve tek başına uygulanması genel
ilkesi geçerlidir. Bu açıdan bakıldığında, Türk hukuk sisteminde antlaşmaların
genel statüsü, bu kesimin başında belirttiğiniz anlamda olmak kaydıyla,
kanunlar ile eşit olmakla birlikte, 15. maddenin kapsamına giren uluslararası
antlaşmalar açıkça kanun üstü bir statüye sahiptir. Hukuk sistemimizde kanun
üstü düzenleme ise anayasadır. Bu hiyerarşik yapı karşısında 15. maddede
zikredilen milletlerarası yükümlülükleri getiren uluslararası antlaşmaların da
anayasal norm niteliğinde olduğu sonucuna varmak zorunludur.
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesinin anayasal norm niteliğinde olmasının bir başka
normatif nedeni ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile ulusal mahkemeler
özellikle de Anayasa mahkemeleri arasındaki ilişkinin doğasından
kaynaklanmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'ni yorumlayan, iç hukukta verilen nihai kararların Sözleşmeye uygun
olup olmadıklarına hükmeden, kararlarının hukuka aykırılıklarını tespit eden ve
gerekli gördüğünde tazminata hükmeden bir yargı organıdır. Bireyler bu organa
iç hukuk sistemindeki başvuru yollarını tükettikten sonra başvurabilirler.
Başvuru yollarının tüketilmesi demek, iç hukuk sisteminde bir kesin hüküm
verilmesi anlamına gelir ki, bu çoğunlukla mahkeme kararı ile mümkün olur. Bu
durumda, diğer mahkemeler gibi Anayasa Mahkemesi'nin vermiş olduğu kararlar
nedeniyle de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gidilmesi mümkündür.
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'nin kanun hükmünde olmadığının bir diğer gerekçesi de
bu noktada ortaya çıkmaktadır. Aksini kabul edecek olursak, Sözleşme, klasik
işlevi bakımından Anayasa Mahkemesi'nin kararlarında esas alınması gereken bir
hukuki işlem olmayacaktır. Anayasa Mahkemesi'nin klasik işlevi yasaların
Anayasaya aykırılığının denetimi olduğuna göre, Mahkeme bu denetimde sadece
anayasal normlara başvurabilir. Hiçbir mahkeme kararı, veren mahkemenin
uygulamak durumunda bulunmadığı normlar esas alınarak hukuka aykırı bulunamaz.
Başka bir deyişle, niteliği ne olursa olsun, mahkemenin uluslararası bir
sözleşme çerçevesinde isabetli karar verip vermediğim belirleyen hukuki inceleme,
ancak söz konusu sözleşme o mahkemenin kendisi tarafından uygulanan bir hukuk
metni ise mümkündür. Aksini düşünmek şu iki sonuçtan birini kabul etmek
demektir. İnceleme yapan mahkeme meşru değildir ya da hukuki olmayan salt
siyasî bir güçle karar vermekte, meşruiyetin kolonyal bağ gibi siyasî bir
nedene dayandırmamaktadır. Gerçekten kolonyal sistemlerde sömürgeci devlet tüm
sömürgelerine kendi hukukunu siyasi yoldan zorla kabul ettirir. Sömürgelerin
yarı bağımsız bir yargı sistemleri olabilir, ama sömürgeci devlet sisteme her
zaman müdahale edebilir.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi ile; Türk yargı, anlarımın ilişkisi bakımından yukarıda
zikredilen her iki sonuç da kabul edilemez olduğundan, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'nin kanunun ökesinde bir hiyerarşik güce sahip olduğunu ve Anayasa
Mahkemesi'nin verdiği kararlarda Anayasa'nın yanında bu sözleşme hükümlerine de
dayanması gerektiği sonucuna varmamız gerekir. Ancak bu şartla, Anayasa
Mahkemesi'nin karalarının sözleşmeye aykırı olduğuna karar verilebilmesi meşru
bir temel kazanabilir.
Ancak,
nihai bir görüşe ulaşabilmek için tüm bu teorik mülahazaların ötesine geçmek ve
Türk Anayasası'nın bağlayıcı yorumunu yapma yetkisine sahip tek organ olan
Anayasa Mahkemesi'nin konuyu nasıl ele aldığına bakmak gerekir. Kesin olan bir
şey vardır: Anayasa Mahkememiz kararlarında uluslararası sözleşmeleri
"ölçü norm" olarak ele almaktadır. Nitekim Mahkeme, örneğin
kadınlarla erkekler arasında eşitliği bozduğu gerekçesiyle kocanın zinasını
düzenleyen Türk Ceza Kanunu'nun 441. maddesini iptal ederken Anayasa'nın 10.
maddesini "Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi
Sözleşmesi" ile birlikte ele almıştır. Anayasa Mahkemesi bu kararında
çağdaş hukuk anlayışındaki gelişmelerin hukuk düzenlerinin yeniden gözden geçirilmesini
gerektirdiği düşüncesinden hareketle uluslararası antlaşma hükümlerinin 'ölçü
norm' niteliğine sahip olduğuna işaret etmiştir. Mahkeme'ye göre,
"Anayasa'ya uygunluk denetiminde dayanılmamakla birlikte değerlendirmede
gözetilen uluslararası belgelerin, cinsiyete dayalı ayırım ya da eşitsizliği
reddeden bu hükümleri ile Anayasa'nın 'Kanun önünde eşitlik' başlıklı 10.
maddesi arasında özde bir farklılık bulunmamaktadır. (...) Uluslararası
metinlerde temel bir ilke olarak yerini koruyan 'eşitliğin zaman içinde insana
verilen değerin artmasına bağlı olarak hak ve özgürlükler listesinin
genişlemesiyle soyuttan somuta indirgenerek birçok alanda düzenlemelerin
kaynağını oluşturduğu görülmektedir. Çağdaş hukuk anlayışında görülen bu
gelişmeler ulusların hukuk düzenlerinin yeniden gözden geçirilmesini, saptanan
aykırılıkların giderilmesini gerektirmektedir." (E. 1996/15, K. 1996/34,
KG. 23.9.1996, AMKD, S. 32, C. 2, s. 807).
Anayasa
Mahkemesi, zina nedeniyle çocuğun babalığına hükmedilemeyeceğini öngören yasa
kuralını iptal ettiği kararında ise anayasaya aykırılık değerlendirmesini
doğrudan uluslararası sözleşmeyi esas alarak yapmıştır:
"İtiraz
konusu kural, çocuğun kişiliğine bağlı temel haklarına engel oluşturarak
Anayasa'ya ve bu konudaki uluslararası güvencelere aykırı düşmüştür." (E.
1990/15, K. 1991/5, KG. 28.2.1991, AMKD, S. 27, C.l, s.178).
Öte
yandan, uluslararası antlaşmalar, onları imzalayan devleti bir tüzel kişilik
olarak bağlar; devletin bütün anayasal organlarına bu antlaşmalarla üstlenilen
taahhütlerine uygun davranma yükümlülüğü getirir. Bu nedenle, yasama organının
bu taahhütlere aykırı yasal düzenleme yapmaması en azından politik bir
gerekliliktir. Uluslararası antlaşmaların anayasaya aykırı olduğunun ileri
sürülememesinin asıl anlamı burada kendisini gösterir. Daha açık bir ifadeyle,
devletin bir tüzel kişilik olarak, uluslararası hukukun bir öznesi olarak
yaptığı bir işlemi, onun bir organının (burada, Anayasa Mahkemesi'nin) geçersiz
kılması tutarsızlık olurdu. Bu devletin uluslararası önünde verdiği sözlerin ve
üstlendiği taahhütlerin güvenilmez olması anlamına gelir. Eğer devlet bu
taahhütlerden kesin olarak caymak dolambaçlı yolara başvurması gerekmez;
antlaşmadan çekildiğini açıkça beyan eder ve bu işleminin siyasi sonuçlarına
katlanır.
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi sui generis yapısı nedeniyle hem iç hukukta hem de
uluslararası hukukta etki yaratır. Sözleşmeden doğan yükümlülüklerin ihlal
edilmemesi anayasal bir emir olduğu gibi, aynı ihlal uluslararası hukuk
bakımından da sonuçlar doğurur. Bu sonuçların en ciddisi ise ihlalde bulunan
devletin Avrupa Konsey 'inden çıkarılmasıdır. Avrupa Konseyi'nin bu müeyyide
konusunda müsamahakar olmadığını söylemek mümkündür. Örneğin taahhütlerini
yerine getirmeyen Ukrayna böyle bir müeyyide ile yüz yüzedir. Kaldı ki, 1969
Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesi'nin 27. maddesine göre, uluslararası
sözleşmelerin tarafları, kendi iç hukuklarını ileri sürerek bir sözleşmeyi
yerine getirmekten kaçınamazlar. Diğer bir deyişle, bir uluslararası sözleşmeyi
iç hukuk nedeniyle uygulamak ilgili ülkeyi uluslar arası hukuk sorumluluğundan
kurtarmaz
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'nin niteliği konusunda diğer yüksek mahkemelerimizin
kararları da bu görüşü teyit etmektedir. Örneğin Danıştay 5. Dairesi 22.5.1991
tarih ve E. 86/1723 K. 91/933 sayılı kararında şöyle demektedir:
"Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'ni onaylamakla Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, bu
sözleşmede yazılı hak ve özgürlükleri kendi vatandaşlarına da tanımak ve iç
hukukunda sözleşme hükümleri doğrultusunda gerekli düzenlemeleri yapmak
konusunda sözleşmeye taraf diğer devletlere karşı uluslararası bir yükümlülük
altına girdiğine kuşku yoktur. Nitekim Sözleşmenin 1. maddesinde 'Yüksek Akid
taraflar kendi kaza haklarına tabi her ferde işbu sözleşmenin birinci bölümünde
tarif edilen hak ve hürriyetleri tanırlar.' şeklinde kesin ve bağlayıcı bir
kurala yer verilmekte; 57. maddesinde de 'Her Yüksek Akid Taraf kendi dahili
mevzuatının, işbu sözleşmenin bütün hükümlerinin fiilen tatbikini ne surette
temin ettiği hususunda Avrupa Konseyi Genel Sekreterinin talebi üzerine izahat
verecektir.' denilmek suretiyle taraf devletlerin iç hukuklarında gerekli
düzenlemeleri yapmak yükümlülüğü altında bulunduklarına işaret edilmektedir. 15
Ocak 1989 tarihli Viyana Belgesiyle de, Viyana toplantısına katılan Devletler,
iç hukuklarının, eylemlerini ve politikalarını taraf oldukları uluslararası
anlaşmalar ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı belgelerindeki kararlarla
uyumlu hale sokma taahhüdünde bulunmuşlardır. Doktrinde de belirtildiği üzere
bunun anlamı, bundan böyle, insan hakları ve temel hürriyetleri ile ilgili
hiçbir şeyin sadece bir iç hukuk sorunu olarak görülemeyeceğidir".
(Danıştay Dergisi, C. 22, Sayı 84-85, 1992, ss. 321-28)
4.
İfade Özgürlüğü ve Terörist Örgütlenme
"Esas
Hakkında Görüş"ün terörizmin önlenebilmesi için ifade özgürlüğünün niçin
kısıtlanması "gerektiği"nin açıklanmasına ayrılan bölümü de (ss.
54-73) bu davanın konusuyla hiç bir biçimde ilgili değildir. Bundan dolayı, bu
bölümde ileri sürülen görüş ve tezlere cevap vermemizi gerektirecek bir durum
yoktur. Açıktır ki, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olan siyasi
partileri "terörist örgütler"le bir arada düşünmek hiç de makul ve
kabul edilebilir bir düşünce değildir. Bu bakımdan, bu dava çerçevesinde bir
siyasi partinin, kapatılmasını gerektirecek şekilde Anayasal ve yasal esaslara
aykırı hareket edip etmediğinin hukuki olarak tespiti meselesi, terörizme karşı
alınması gereken tedbirler çerçevesinde mütalaa edilemez. Dolayısıyla, bu bölümde
geliştirilen muhakeme tarzının ve ileri sürülen "kanıtlar"ın Anayasa
Mahkememiz tarafından bu davada nazarı itibara alınmasını beklemiyoruz.
Bununla
beraber, "Esas Hakkında Görüş"ün bu bölümüne hakim olan bakış açısı,
sayın Başsavcı'nın daha önce işaret ettiğimiz bilinen üslubunun başka bir
göstergesi olmak bakımından kısaca üzerinde durulmaya değer. Belirtmek
zorundayız ki, sayın Başsavcı'nın sözkonusu üslup ve muhakeme tarzı ne
tartıştığı konunun ciddiyetiyle ne de bu davanın hukuki manasıyla bağdaşır
görünmektedir. Sayın Başsavcı burada da meselenin hukuki-teknik yönünü
tartışmaktan çok, bu davanın konusuyla tamamen ilgisiz biçimde, tutumlarını
beğenmediği liberal-demokrat aydınları kınama ve onları neredeyse vatan haini
ilan etme çabası içinde görünmektedir. Nedense, sayın Başsavcı mütemadiyen hep
de özgürlükçü aydınları ve perspektifleri beğenmiyor, hatta lanetliyor!...
Keşke bir hukuk devletinde terörizmi, insan haklarına saygıyı muhafaza ederek
çözme meselesi "yanlış" görüş sahiplerini lanetlenebilecek kadar
basit olsaydı!...
Bundan
belki de daha önemli olan başka bir nokta, sayın Başsavcı'nın, insan haklarına
saygının geliştirilmesi ve demokratikleşmenin artırılması yönündeki görüş ve
talepleri ülkemizde anayasal demokrasinin tesisi ihtiyacını karşılamaya dönük
ciddi bir arayışın ifadesi olmak yerine, aydınlar arasında bir
"moda"nın yaygınlaşması (s. 55) olarak görmesidir. Doğrusu, bu hayret
verici bir durumdur. Bir hukuk adamının insan hakları, hukuk devleti ve
demokrasi gibi Anayasamızın da temel değerlerini oluşturan toplumsal idealleri
ve evrensel ilkeleri toplum hayatındaki gelip-geçici "moda"lar
çerçevesinde değerlendirmesinden daha yadırgatıcı bir şeyi tasavvur etmek bile
neredeyse imkansızdır. Bir kısım hukuk adamlarına böyle bir yaklaşımın hakim
olduğu bir yerde "hukuk" nasıl yurttaşların güvencesi olarak
işleyebilirki'...
5.
Hukuka Aykırı Şekilde Elde Edilen Delillerin Değeri
"Esas
Hakkında Görüş"te, Fazilet Partisi'nin kapatılmış olan Refah Partisi'nin
devamı olduğu iddiası çerçevesinde daha önce dile getirilmiş olan bir iddia
tekrarlanarak, hukuka aykırı olarak elde edilmiş olan ve Necmettin ERBAKAN'la
Yasin Hatipoğlu arasında geçtiği belirtilen bir telefon konuşmasına ait bant
kaydının yargılamada delil olarak kullanılması gerektiği görüşü yeniden gündeme
getirilmektedir. Ne var ki, insan hakları, hukukun genel ilkeleri ve ilgili
pozitif hukuk normları açısından bu görüşün yanlış olduğunu ve kabulü halinde
hukuk politikası bakımından da vahim sakıncalar yaratma ihtimali bulunduğunu Ön
Savunmamızda açıklamıştık. Oradaki görüşlerimizi aynen tekrar ediyoruz.
Bununla
beraber, Sayın Başsavcı'nın bu konudaki iddiasıyla ilgili olarak bir iki
noktaya daha işaret etmekte yarar görüyoruz, ilki yine üslupla ilgilidir. Sayın
Başsavcı kendisinin bu konudaki yaklaşımının doğruluğundan o kadar emindir ki,
Anayasa Mahkememizin bile bu konuda başka türlü bir yorumu benimseyemeyeceğini
ve kendisi gibi düşünmeye mahkum olduğunu çok garip bir tarzda dile
getirmektedir. Ona göre, "Böyle bir delili hükme esas almayacak yeryüzünde
hiçbir hukuk düzeni mevcut olmadığından ve hiçbir zaman da olamayacağından;
(aksine karar vermesi halinde) Anayasa Mahkememiz daima 'sanığın hakları'nı
'kamu güvenliği'ne üstün tutan 'ilk' ve 'tek' mahkeme olarak anılacaktır."
Her ne kadar izleyen cümlede "Takdir yüce heyetinizindir" denmekteyse
de, bu ifadenin yüksek mahkemenin takdir yetkisini inkar eden bir düşünceyi
yansıttığı, hatta yüce mahkemeye adeta gözdağı verdiği bile söylenebilir. Sayın
Başsavcı Anayasa Mahkememize, "böyle bir yorumda bulunmaya cesaret
edemezsiniz" der gibidir.
Sayın
Başsavcı'nın ifade tarzına ilişkin bu notu düştükten sonra, bu cümlede üzerinde
durulması gereken başka noktalara da işaret etmeliyiz. Bir kere, sayın
Başsavcı'nın ileri sürdüğü türden bir hukuk düzeni yeryüzünde fiilen var olmasa
bile, bunun ebediyyen böyle kalacağını iddia etmek hukuken savunulabilir bir
görüş değildir. Bunu söylemek, kanaatimizce, daha ziyade psikolojik bir taktik
olup Yüksek Mahkemeyi etki altına almak amacına yöneliktir. Öyle ya, ebediyyen
insanoğlunun gündemine girmeyecek kadar "tuhaf, "akıl dışı" ve
dolayısıyla "olağandışı" bir yaklaşımı benimsemeye kim cesaret
edebilir'...
İkinci
olarak, iktibas ettiğimiz cümlede yer alan, sanığın haklarıyla kamu güvenliğini
her durumda birbirinin karşıtı olarak gören yaklaşım da son derece sakıncalı
olup bir hukuk devletinde kabul edilebilir değildir. Çünkü, bu, hukuk
devletinden ziyade polis devleti anlayışına yakın düşen bir görüştür. Oysa,
polis devletinden tamamen farklı olarak, bir hukuk devletinde kamu makamlarının
kişilere yönelik işlemlerinde hareket noktası "düzen" ve
"güvenlik" olmayıp, insan haklarıdır. Bu, hukuk devletinde "kamu
düzeni" ve "kamu güvenliği" gibi toplumsal değerlerin hiç nazara
alınmayacağı anlamına gelmez. Bunun anlamı, daha ziyade, demokratik bir hukuk
devletinde bu toplumsal değerlerin kişilerin insan ve yurttaş olarak
haklarından bağımsız olarak tanımlanamayacağıdır. Esasen, kamu güvenliği ile
kişi hakları arasında prensip olarak genel bir bağdaşmazlık söz konusu değildir;
bir demokratik hukuk devletinde kamu güvenliğinin özünü insan haklarına saygı
temeli üstüne kurulu toplumsal barışın korunması oluşturur. Bu çerçevede kamu
düzeni de bu hakları birbirleriyle uyumlu bir biçimde bir arada tutabilme
durumundan başka bir şey değildir. Böyle bir anlayış, kamu düzeni ve kamu
güvenliği ile insan haklarının kategorik olarak birbirinin zıddı olduğunu
değil, fakat bunlar arasında zaman zaman çatışma çıkmasının sadece muhtemel
olduğunu söyler.
Bu
çerçevede, insan haklarının bir parçasını oluşturduğunda şüphe bulunmayan
"sanığın hakları"nı kamu güvenliği karşısında ikinci plana atmayı
genel bir kural olarak önermek bir hukuk devletinde kesinlikle kabul edilebilir
bir yaklaşım değildir. Çünkü, sanığın sözgelişi "savunma hakkı" veya
"masumluk karinesi" hiç bir durumda kamu güvenliğine zarar
vermeyeceği gibi; tam tersine, ancak bu gibi temel haklar güvence altında
olduğu zaman "kamu" güven içinde olabilir ve toplumda "düzenli
bir barış" tesis edilebilir. Ayrıca, kamu yararı masum bir kişinin hiç bir
biçimde mahkum edilmemesini gerektirir. Bir hukuk devletinde bu evrensel ilkeye
"kamu düzeni" gerekçesiyle bile olsa istisna getirilemez.
Kaldı
ki, yasadışı yoldan elde edilen bir "delil"in somut içeriği -yani,
maddi hakikati doğru olarak yansıtması durumu- da her zaman şüphelidir. Çünkü,
hukuka aykırı yoldan elde edilen bir delilin "imal edilmiş" ve
içeriği bakımından çarpıtılmış veya belli bir surette tertip edilmiş olması
ihtimali vardır. Esasen, bu tür yollara başvurulmasının nedeni, çok kere, şu
veya bu düşünceyle siyasi, medeni veya cezai müeyyideye uğratılmasına zaten
karar verilmiş olan kişi veya kişilere hukuk devleti kuralları çerçevesinde
kalınarak kusur veya suç yüklenememesidir. Bu nedenle hukuk dışı yoldan delil
elde etme çabası hemen hemen her zaman ağır insan hakları ihlalleri biçiminde
gerçekleşir.
Ayrıca,
hukuka aykırı yoldan elde edilen delillerin yargısal karara esas
alınabileceğinin kabulü, kamu makamlarının kendilerini hukukla bağlı saymama ve
yurttaşların temel haklarına istedikleri zaman keyfi olarak müdahale
edebilmeleri için genel bir ruhsat vermek anlamına gelir. Bunun ciddi bir
sakıncası da, toplumun, kamu görevlilerinin tanınmış meşru sınırlar içinde
faaliyet yaptığına olan güveninin sarsılmasına yol açacak olmasıdır. Hukuka
aykırılığın özel kişilerce yapılmış olması da ortaya çıkacak sakınca bakımından
bundan farklı değildir. Çünkü, böyle bir durumun yaygınlaşması, toplum
hayatını, kişilerin karşılıklı olarak birbirlerinin haklarına saygı gösterdiği
düzenli bir barış rejimi olmaktan çıkarır ve kaba güç ilişkilerini belirleyici
hale getirir. Daha açık bir deyişle, özel kişi ve grupların yasadışı yollardan
kişiler hakkında bilgi toplamaları, bu yoldan elde edilen bilgileri hukuki
delil olarak kullanmak suretiyle meşrulaştırılması, mafya benzeri
örgütlenmelere davetiye çıkarılması anlamına gelir. Bu aynı zamanda, devletin
kolluk ve adalet sisteminin etkinlik ve güvenilirliği bakımından da onarılması
son derece zor tahribatlara yol açabilir.
Esasen,
Sayın Başsavcı'nın "Esas Hakkında Görüş"te dikkat çektiği iki nokta
var ki, bunlar özel kişilerce bile olsa yasadışı yoldan elde edilen delilin
yargılamada kullanılamayacağının dolaylı birer itirafıdır. "Esas Hakkında
Görüş"ün 86. sayfasında şöyle denmektedir: "Devlet görevlileri
dışındaki kişilerin delil elde etmeleri ve bu arada hukuka aykırı şekilde delil
elde etmeleri ihtimali düşünülmediğinden yasaya bu hususta bir hüküm konulmamış
olabileceği..." (vurgu bizim). Bu demektir ki, yasakoyucunun öngörmediği
bir ihtimali -ki öngörülmemiş olan ihtimal de hukuk dışı bir durumla ilgilidir-
sayın Başsavcı kendi iddiasının hukuki bir dayanağı olarak kullanmaktadır.
Oysa, yasakoyucunun böyle bir ihtimali öngörmemiş olmasından yasadışı bir
davranış için bir "ruhsat" çıkarılamaz. Bu olsa olsa, yasakoyucunun
böyle bir durumun insan haklarına dayanan bir hukuk devletinde caiz
görülemeyeceğini bir ön kabul olarak benimsemesine bağlanabilir. Bu noktada,
"kişiler için yasaklanmamış olan her şey serbesttir" ilkesi de
geçerli değildir. Çünkü, başka bir temel ilke ile -hakların doğal/objektif
sınırının başkalarının temel haklarına zarar vermemek olduğu ilkesiyle-
çatıştığı durumda, bu genel ruhsat ilkesi geçerli değildir.
İkinci
nokta şudur: Sayın Başsavcı'nın kendisi yine aynı sayfada, özel kişilerce
hukuka aykırı şekilde elde edilen delillerin yasakoyucu tarafından bilinçli
olarak delil yasağı dışında tutulmuş olduğunun "kabulü halinde bile eğer
özel şahıslar tarafından delil elde etmek için uygulanan yöntemler, kişinin
temel hak ve hürriyetlerini ihlal edici nitelikte ise, ... elde edilen deliller
yine yargılamada kullanılamaz." olduğunu belirtmektedir. Bu davayla ilgili
olarak da, sayın ERBAKAN ile sayın Hatipoğlu arasındaki konuşmanın özel
kişilerce dinlenmesi açıkça temel haklara bir tecavüz teşkil etmektedir. Bundan
dolayı da, hükme esas alınamaz.
Son
olarak, sayın Başsavcı'nın Ön Savunma'mızda ileri sürdüğümüz çok önemli bir
iddiayı cevapsız bırakmış olması nedeniyle, orada işaret ettiğimiz bir hususun
üzerinde yeniden durmayı gerekli görüyoruz. Hatırlanacağı gibi, sayın Başsavcı
söz konusu konuşmaya ilişkin bant kaydını kendisine özel şahısların getirdiğini
iddia etmişti. Buna karşılık, durumun gerçekten de böyle mi olduğu, yoksa sayın
Başsavcı'nın bir iddiasından mı ibaret kaldığı bir soru işareti olarak
kalmıştı. Çünkü dava dosyasında söz konusu ses kayıtlarının kimden, nasıl,
nerede ve ne zaman elde edildiğine ilişkin hiçbir belge mevcut değildi. Buradan
hareketle sayın Başsavcı'nın iddiasını ispatlayacak inandırıcı kanıtlar
göstermediği sürece bu iddianın doğruluğunun şüpheli olduğunu belirtmiştik.
Başka
bir anlatımla, söz konusu bant kaydının Başsavcılık tarafından doğrudan doğruya
yasadışı dinleme yoluyla elde edilmiş olmadığına ilişkin hiç bir objektif bilgi
bulunmamaktadır. Yani, durum sadece Başsavcı açısından, kendisinin iddia ettiği
gibidir; gerçekte öyle olduğunu kendisi dışında hiç kimse bilebilecek durumda
değildir. Başsavcı dışındaki herkes ve her makam açısından (tabiatıyla buna
Anayasa Mahkememiz de dahildir) bu olayla ilgili olan yalın gerçek şudur: Sayın
Başsavcı yasadışı yoldan elde edildiğini itiraf ettiği bir delili yüksek
mahkememize geçerli bir delilmiş gibi sunmuştur. Yasadışı yoldan elde edildiği
hususunda tartışma bulunmayan bu "delil"in özel şahıslar tarafından
elde edilmiş olduğunu hiç birimiz bilmiyoruz, bu sadece Başsavcı'nın bir
iddiasıdır. Sonuç olarak, sayın başsavcı söz konusu bant kaydını kendisine özel
kişilerin ulaştırdığını kanıtlamadığına göre, bu bandın doğrudan doğruya
kendisi tarafından yasadışı yolla elde edilmiş olduğunu kabul etmekten başka
çıkar yol yoktur. Söz konusu bant kaydı, bu nedenle de işbu kapatma davasında
delil olarak kullanılamaz.
6.
Laiklik ve Kılık Kıyafet Özgürlüğü
"Esas
Hakkında Görüş"ün son bölümü (ss. 96-105) Anayasal bir ilke olarak
"laiklik" hakkındaki açıklamalara ayrılmıştır. Bu bölümdeki iddiaları
tek tek gözden geçirelim.
a)
Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı'nın Görüşleri
Sayın
Başsavcı Prof. Dr. Fığlalı'nın İslam laiklik ilişkisi hakkındaki görüşünü
gazeteci Sedat Ergin'den naklen kaydetmiştir. Adı geçen gazetecinin aktardığı
kadarıyla, Prof. Dr. Fığlalı'ya göre, Kur'an'ın "hüküm ayetleri"nin
mahiyetleri icabı içtihadi ve yoruma dayalı olmalarına rağmen, Türkiye'de kimi
gruplar bu ayetlerin değiştirilemezliğini iddia etmekte ve aynen
uygulanmalarını istemektedirler. Bu ise "hukukun din kurallarına göre
değil, insan aklına göre düzenlenmesini öngören laiklik ilkesine aykırıdır.
Her
şeyden önce, belirtmek gerekir ki, eğer burada dile getirilen görüşten
hareketle Fazilet Partisi'nin laiklik-karşıtı bir parti olduğu sonucuna
varılmak isteniyorsa, bu tamamiyle dayanaksız bir akıl yürütme biçimidir.
Çünkü, ön savunmamızda da açıkladığımız üzere, Fazilet Partisi'nin Tüzük ve
Programında ifadesini bulan siyasî kimliği herhangi bir şüphe ve tereddüde yer
bırakmayacak şekilde onun laiklikten yana bir parti olduğunu açıkça
göstermektedir. Fazilet Partisi "hukukun din kurallarına göre...
düzenlenmesini savunan bir parti değildir.
Öte
yandan, laiklik herhangi bir dinin mahiyetinden hareketle tanımlanacak bir ilke
olmayıp, devletin tutumunu belirleyen bir prensiptir. Laiklik bireylerin
tutumunun değil, sosyo-politik sistemin bir niteliğidir. Bu nedenle laiklik,
devletin temel haklara bu konudaki Anayasal ilkelere ve Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'nin ve Avrupa İnsan Hakları Divanı'nın öngördükleri esaslara aykırı
olarak müdahale etmesini haklı gösteren bir ilke olarak anlaşılamaz. Laiklik,
esas itibariyle, devleti sınırlayan, dolayısıyla da devletin nasıl hareket
etmeyeceğini gösteren bir ilkedir. Daha açık bir ifadeyle, laik devlet belli
bir dini veya seküler görüşü yurttaşlarına empoze edemeyeceği gibi, din ve
vicdan özgürlüğünün kullanımını da güvence altına almak zorundadır. Laikliğin
bu iki yönü de devletin kişilerin sivil ve siyasal haklarına müdahale etmesini
değil, etmemesini gerektirir. Bu açıdan, laik bir devletin yurttaşları dinin
mahiyeti hakkında şu veya bu görüşte olabilir ve sırf birer görüş ve kanaat
şeklinde olmaları durumunda bunlar anayasal koruma altındadırlar. Laikliğe
aykırı olan, toplumda din konusunda farklı görüşlerin bulunması değil, devlet
yetkisi kullananların belli bir dini görüşü yasal ve idari kural veya
uygulamalar şeklinde cebir yoluyla yurttaşlara dayatmalarıdır. Özetle, herhangi
bir dinin hükümlerinin devlet kuralı haline getirilmemesi gerekir.
Nihayet,
bir dinin mü'minlerinin kendi dinlerini şöyle veya böyle anlamaları da laik
devletin sorunu değildir. Esasen, bir dinin "doğru" yorumunun ne
olduğu siyaseten belirlenebilecek bir husus değildir. Yurttaşlar kendi dinlerini"
yanlış" da yorumlamış olsalar, kanunların açıkça tanımladığı suç teşkil
eden fiilleri işlemedikleri sürece bu husus devleti ilgilendirmez. Bundan
dolayı, bireysel din yorumları veya anlayışları nedeniyle laiklik ilkesinden
hareketle yurttaşların temel hakları kısıtlanamaz.
b)
Gündüz Âktan'ın Yazısı
Gündüz
Aktan'ın "Esas Hakkında Görüş"te aktarılan gazete yazısı da bu dava
bakımından bilimsel veya hukuki bir kanıt teşkil etmemekle beraber, bu yazının
içeriği bakımından da sayın Başsavcı'nın iddialarını destekleyici bir yönü
bulunmamaktadır. Bir kere, çok kültürlü bir toplumsal yapıyı başarılı bir
biçimde sürdüren sistemlerin dünya üzerinde istisnai olduğuna ilişkindir. Bu
görüşün Anayasa Mahkememizin önündeki davayla doğrudan doğruya bir ilişkisi
bulunmamaktadır, ikinci olarak, dini inançlara dayalı hayat tarzı tercihinin
toplumu ikiye bölmesi durumunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 9.
maddesinin öngördüğü koruma çerçevesinde mütalaa edilemeyeceği dile
getirilmektedir. Kanaatimizce burada ortaya konduğu şekliyle "toplumsal
bölünmüşlük"ün laiklikle ilişkisi yoktur. Açıktır ki, burada söz konusu
olan, siyasal iktidarın veya egemenliğin bölünmesi olmayıp, toplumsal
farklılaşma veya çeşitlilik şeklinde kendini gösteren sosyolojik bir durumdur.
Dolayısıyla böyle bir toplumsal gerçeğin hukuku ve laiklik ilkesini
ilgilendirmesi beklenemez. Esasen, hukuk düzeni toplumun kendiliğinden
çeşitliliğini tanımak ve onun gereklerine saygı göstermek durumundadır. Hayat
tarzı tercihi konusundaki toplumsal farklılaşma, devlet gücü kullanılarak
yaratılmadığı ve inançların barışçı bir biçimde ve serbestçe ifadesinin doğal
bir sonucu olarak ortaya çıktığı sürece, bunun laikliğe aykırı olduğu
söylenemez. Böylesi bir toplumsal farklılaşmanın devleti doğrudan doğruya
ilgilendirmesi, ancak bunun toplumsal barışı bozacak somut eylemlere yol açması
halinde söz konusu olabilir. Bu çerçevede, din ve inanç özgürlüğü adına söz
gelişi kadın haklarının daraltılması yolundaki sivil bir talep de, çağdaş
anlayışa -ve partimizin görüşlerine- ne kadar aykırı görünse de, kendi başına
laikliğe aykırı değildir. Laikliğe ve tabii insan haklarına aykırı olan, bu
talebin bir devlet uygulamasına dönüşmesi ve hukuk yoluyla dayatılmasıdır.
Sayın Başsavcı'nın anlaması gereken, devletin bir niteliği olarak laikliğin,
"yanlış" veya "aykırı" fikirlerin kimi kişi veya gruplarca
açıklanmasına değil, bu gibi görüşlerin zorunlu hukuk kuralları haline
dönüştürülmesine engel olduğudur.
Kaldı
ki, Fazilet Partisi ne toplumu din temelli olarak ikiye bölmekten yanadır ne de
kadın haklarının dini gerekçelerle kısıtlanmasını savunmaktadır. Esasen,
Fazilet Partisi kendisini belirli bir dine referansla tanımlayan veya öyle
tanımlanabilecek bir parti de değildir. Fazilet Partisi toplumsal barışın
idamesini ve insan haklarının genişletilmesini talep eden bir partidir. Fazilet
Partisi'nin bütün diğer temel haklarla birlikte savunduğu "din ve inanç
özgürlüğü"nün güvence altında olması ise hem insan haklarına saygının hem
de laikliğin bir gereği olduğu kadar toplumsal barışın sağlanmasının da ön
şartlarındandır.
c)
Akit Gazetesi Yazarı Yusuf Kerimoğlu'nun Görüşleri
"Esas
Hakkında Görüş"te "Dar-ül islam" ve Dar-ül Harb"
terimlerinin anlamına ilişkin olarak Akit Gazetesinin bir yazarının görüşlerine
yer verilmiştir. Ne var ki, bu görüşler Partimizle hiç bir biçimde ilgili
olmayıp, bunların dini, ahlaki ve hukuki sorumluluğunun sadece yazarına ait
olduğunda şüphe yoktur. Üyemiz bile olmayan bir gazete yazarının görüşlerinin
Partimizi hiç bir şekilde ilzam etmeyeceği izahtan varestedir. Bundan ayrı
olarak, Fazilet Partisi olarak, biz söz konusu yazarın, Dar-ül İslam-Dar'ül
Harb terimleri açısından Türkiye'nin durumu hakkındaki değerlendirmelerine de
katılmıyoruz.
Öte
yandan, Tüzük ve Programında açıklanmış olan görüşleri bakımından Partimizin
"dinci" bir parti olarak nitelenemeyeceği açıktır. Aynca, Fazilet
Partisi'ni hukuken bağlayacak şekilde hareket etmeye yetkili olan hiç bir organ
veya makamdan da bu yönde bir beyan sadır olmamıştır. Esasen, Fazilet Partisi
bu tür dini meseleler konusunda bir yorum ve değerlendirme yapabilecek konumda
da değildir. Çünkü, dini sorunlar hakkında "doğru" görüşün ne
olduğunu belirlemek herhangi bir siyasi partinin, bu arada Fazilet Partisi'nin
görevi olmadığı gibi, bu konular hakkında hüküm vermeğe siyasi partilerin
yetkisi de yoktur. Bu çerçevede Fazilet Partisi dini yorum makamı veya dini bir
kurum olmayıp, bir siyasi partidir. Bu sıfatla Fazilet Partisi kimi
yurttaşlarımızın dini sorularına cevap vermekle meşgul olan bir fetva makamı
değildir; onun ilgilendiği, ülkenin çeşitli sosyal, iktisadi, iç ve dış
politikayla ilgili sorunlarının politik olarak tartışılmasına katkı yapmak ve
bu sorunlar hakkında çözüm önerileri geliştirip bunları kamunun bilgisine
sunmaktır.
d)
Fransa'daki Uygulamayla İlgili Bir Gazete Haberi
Milliyet
gazetesinden aktarılan haberde Fransa'nın bir şehrindeki lise öğretmenlerinin
bir Türk-Müslüman öğrencinin okula türbanlı olarak gelmesini protesto etmek
üzere greve gittikleri bildirilmektedir. Ne var ki, bu tekil olay ne genel olarak
laikliğin anlamının aydınlatılmasını sağlayabilir ne de Fransa'daki genel
uygulama hakkında doğru bir fikir verebilir. Olayın bütün boyutlarını
göstermeyen ve hukuki bir bakış açısını yansıtmayan bir gazete haberine
dayanarak laiklik kavramı hakkında genel-geçer bir hükme ulaşmanın mümkün ve
doğru olmayacağı aşikardır. Şüphe yok ki, Fransa'da laikliğin nasıl anlaşılıp
uygulandığı ancak konuyu genel olarak ele alan ve yargı içtihatlarını da
bütünlüğü içinde göz önünde bulunduran bir yaklaşımla tespit edilebilir. Bu
çerçevede, daha önce Ön Savunma'mızın ekinde sunduğumuz Dr. Ali Ulusoy'un
"Türban Sorunu ve Hukuk" başlıklı ve şimdi sunacağımız "Fransız
ve Türk Laikliğinin Karşılaştırılması" başlıklı makaleleri bu tür bir
genel değerlendirmeyi yansıtmaları bakımından son derece aydınlatıcıdırlar.
Dr.
Ulusoy'un adı geçen makaleleri, Fransa'da laiklik anlayış ve uygulamasının
nasıl geliştiğini açık-seçik bir biçimde göstermektedir. Bunlardan -ve ilgili
diğer literatürden- anlaşıldığına göre, Fransa'da laiklik anlayışı gitgide
yumuşayarak daha özgürlükçü bir nitelik kazanmakta ve uygulama da bu yönde
seyretmektedir. Bu çerçevede laiklik, toplumu kutuplaştırıcı bir dogma olarak
anlaşılır olmaktan çıkmış ve somut toplumsal ihtiyaçları gözeten ve sorunlara
rasyonel çözümler getirmeye elverişli bir biçimde algılanır hale gelmiştir. Dr.
Ulusoy'un işaret ettiği gibi, "(L)aikliğin anayasal bir ilke olarak
benimsendiği Fransa'da bile bu ilkenin din ve vicdan özgürlüğünü sınırlama
işlevi terkedilmiştir." Fransız yargısı da artık bir dini inanca aidiyeti
sembolize eden bir işaretin taşınmasının somut durumda kamu hizmetini
aksatmaması ve kamu düzenini bozmaması kaydıyla, kendi başına laikliğe aykırı
olmadığına hükmetmektedir. Örneğin, Conseil d'Etat 27 Kasım 1989 tarihli kararlarında
okullarında türban takmanın laikliğe aykırı olmadığına hükmetmiş ve inanç
özgürlüğünün öğrencilerin dini sembolleri okul içinde teşhir edebilmelerini de
kapsadığı sonucuna ulaşmıştır. Conseil d'Etat sonraki bütün davalarda bu
içtihadını korumuştur (Ulusoy, A., "Fransız ve Türk Laikliğinin
Karşılaştırılması", Liberal Düşünce, n. 14, Bahar 1999, ss. 98-101; aynı
yönde Ulusoy, A., "Türban Sorunu ve Laiklik", Türkiye Günlüğü, n. 56,
Yaz 1999, ss. 17-20).
e)
İsviçre Federal Mahkemesi'nin Kararı
Sayın
Başsavcı'nın özet olarak aktardığı 12.11.1997 tarihli İsviçre Yüksek
Mahkemesi'nin başörtülü bir öğretmenle ilgili kararına gelince: Her şeyden önce
şu hususu belirtmek gerekir ki, bu kararın Fazilet Partisi'ne karşı açılmış
olan kapatma davasıyla doğrudan doğruya bir ilgisi yoktur. Çünkü, Fazilet
Partisi ve/veya Fazilet partililer öğretmenlerin başörtülü olarak görev
yapmaları gerektiğini savunmuş değildir. Esasen kimi Fazilet Partililerin
başörtüsü meselesiyle ilgili olarak zaman zaman yapmış oldukları yorum ve
değerlendirmelerin tümü kamu görevlileriyle değil, fakat "kamu hizmetinden
yararlanan" konumunda olan yükseköğrenim öğrencileriyle ilgili olduğunu
daha önce Ön Savunmamızda da uzun uzadıya açıklamıştık.
Kaldı
ki, üniversitelerdeki başörtüsü yasağını dile getirenler hiç bir zaman
başörtüsü takılmasının bütün kadın yurttaşlar için zorunlu hale getirilmesini
değil, aksine bu konudaki yasağın kaldırmasını ve isteyen öğrencinin başörtüsü
takmasına izin verilmesini insan haklarına saygılı devlet bir gereği, olduğunu
belirtmişlerdir. Kimi Fazilet Partili milletvekillerinin dosyada bulunan
konuşmalarında savundukları görüş, üniversite öğrencilerinin başörtü
takmalarını teşvik değil, kılık-kıyafet özgürlüğü bağlamında isteyenin başı
açık, isteyenin başörtülü okula gidebilmesini savunmaktan ibarettir.
Dolayısıyla, bu tutum insan haklarıyla ilgili bir yorum ve içtihat farklılığına
ilişkin olduğundan, bu görüşü savunmayı bırakalım temsilcilerini, yurttaşlar
bakımından dahi laiklik karşıtı bir tutum olarak değerlendirmeye imkan yoktur.
Gerek doktrinde gerekse yargı içtihatlarında ihtilaf konusu olan bir mesele
hakkında şu veya bu görüşten yana olmanın kendi başına laikliğe aykırı amaç
güdüldüğünün bir kanıtı olamayacağı açıktır. Esasen, hukuki meselelerde çoğu
zaman içtihat ve yorum farklılıkları var olduğundan, "yanlış" bile
olsa bir hukuki görüşü savunmanın hukuk düzenine karşı çıkmak olarak
değerlendirilmeyeceği hukuk tekniğinin evrensel gereklerinden biridir. Aksi
halde mahkemelerin varlığına bile gerek olmaz ve hukuk uygulamasını mekanik bir
sisteme bağlamak yeterli olurdu. Bunun gibi, suç teşkil etmeyen farklı
görüşleri savunamasalardı, siyasi partiler de gereksiz kuruluşlar olurdu.
Öte
yandan, söz konusu mahkeme kararının Türk hukuku bakımından bağlayıcı bir değeri
de bulunmamaktadır. Çünkü, İsviçre Federal Mahkemesi ne Türk mahkemelerinin bir
üst denetim organıdır ne de Türkiye'nin kararlarına uymayı uluslararası
antlaşmalarla taahhüt ettiği bir uluslarüstü mahkemedir. Ayrıca, İsviçre
Federal Mahkemesi'nin kararlarının, kamu hukuku uygulamamız bakımından değil,
bilinen nedenlerle, olsa olsa Türk medeni hukuku bakımından yol gösterici
değeri olabilir. Malumdur ki, İsviçre kamu hukuku kavram ve kurumları Türk kamu
hukuku geleneğinin arkasında yatan referanslar arasında yer almamaktadır.
Dini
semboller meselesine gelince: Genellikle, bir şeyi "sembol" olarak
nitelendirmek, onu yaygın görünümden ve genel kültürel tercihlerden ayırmak
anlamını da taşır. Bu bakımdan, Müslüman kültürün baskın olduğu bir ülkede
olağan olan bir giyim veya işaret mesela Katolik kültür çevresinde
farklılığıyla dikkat çeker ve bu yüzden de o toplum tarafından
"sembol" olarak yaftalanır. Buna karşılık, söz gelişi Yahudi takkesi
giyen bir kişi de Müslüman kültür ortamında göze batar, herkes bu başlığın onu
giyen kişinin farklılığını sembolize ettiğini düşünür. Başörtüsü meselesi de
böyledir. Kadınlarda başörtüsü Türkiye'de yaygın bir görüntü olduğundan toplum
tarafından olağan karşılanır ve birileri onun bir "sembol" olduğu
fikrini yaygınlaştırmaya çalışmadığı sürece, kimsenin aklına başörtüsünün bir
sembol olduğu gelmez. Ama, sözgelişi İsviçre'de Müslüman kadının başörtüsü
genel kültürden bir farklılığı temsil ettiği için ona bir "sembol"
gözüyle bakılır.
Gerçi,
denebilir ki, İsviçre Federal Mahkemesi başka bir kararında çarmıha gerilmiş
İsa'yı tasvir eden heykelciğini (crucifix) de dini bir sembol saymıştır.
Kanaatimizce, bu durum da sembol meselesine ilişkin olarak burada dile
getirmeye çalıştığımız temel düşünceyi geçersiz kılmaz. Çünkü, başörtüsü ile
böyle bir tasvir arasında son derece önemli bir fark vardır. Başörtüsü, onu
giymeyi seçen kişi bakımından, kıyafetinin olağan bir parçasıdır ve onun
kişiliğinden ayrılamaz. Buna karşılık, harici bir obje olan dini bir
heykelciğin durumu bundan tamamen farklıdır. Belli bir dine ilişkin bir mitosu
temsil eden heykelciğin sınıfta bulundurulması, insanın kişiliğinin doğal bir
uzantısı olarak değil, ancak okul veya eğitim idaresinin bir eylemi sonucunda
gerçekleşebilecek bir durumdur. Bu nedenle, böyle bir heykelciği sınıfa koyan
kamu idaresi elbette dini tarafsızlığı ihlal etmiş olur. Bu açıdan
bakıldığında, başörtüsü böyle bir heykelciğe değil, Hıristiyanların üstlerinde
taşıdıkları haçlara veya dini, ideolojik rozetlere yahut günlük hayatın akışı
içinde insanların sürekli olarak karşılaştıklar diğer sembollere
benzetilebilir. Bildiğimiz kadarıyla, uygar ülkelerin hiç birinde bu türden
takı veya rozetlere müdahale edildiği vaki değildir; esasen böyle bir şeye
tevessül edilirse, bu o ülkelerde ilgililerin kişilik haklarına bir tecavüz
olarak değerlendirilir.
Nitekim,
Federal Alman Anayasa Mahkemesi de çarmıha gerilmiş İsa heykelinin kamu
okullarında teşhir edilmesiyle ilgili bir kararında buna benzer bir muhakeme
tarzı geliştirmiştir. Anayasa Mahkemesi 1995 tarihli bu kararında (Donald P.
Kommers, The Constituîional Jurisprudence ofthe Federal Republic of Germany,
Durham and London: Duke University Press, 1997, ss. 472-82) kamu okullarında
İsa heykeli ve haç bulundurulmasını Anayasa'nın -devletin din ve inançlar
karşısında tarafsız kalmasını öngören- 4. maddesine aykırı bulmakla beraber, bu
gibi semboller ile kişilerin günlük hayatlarında karşılaştıkları dini semboller
arasında bir ayrım yapmış ve şöyle demiştir: "Zorunlu eğitim çerçevesinde
sınıflarda haç bulundurulması, onu görmekten kaçınmak mümkün olmadığı için,
devletin 'haç altında öğrenim'e zorlaması anlamına gelmektedir. Bu, bir sınıfta
haç teşhiri ile insanların günlük hayatlarında sıkça karşılaştıkları semboller
arasındaki canalıcı farkı oluşturmaktadır. Bu ikinciler herhangi bir devlet
faaliyetinin sonucu değil, toplum içinde çeşitli dini inançların ve dini
toplulukların varlığının bir sonucundan ibarettir... Sokaklarda yürüyen, toplu
ulaşım araçlarını kullanan, binalara giren insanlar dini semboller ve
ifadelerle kendi kontrolleri dışında karşılaşmaktadırlar. Aksine bunlar
gelip-geçicidirler, hatta öyle olmasalar bile, devletin müeyyidelerle
desteklenen tercihinin sonucu değildirler..."
f)
Amerika'da Laiklik ve Din Özgürlüğü
Sayın
Başsavcı laikliğe ilişkin özgürlükçü olmayan kendi yorumunun doğruluğuna
Amerika birleşik Devletleri'nden de örnekler getirmek üzere bazı gazete
yazılarına başvurmuştur. Ne var ki, laiklikle din özgürlüğü ilişkisinin
Amerika'daki durumu hakkında, birkaç olayı yarım yamalak anlatan gazete
yazılarına dayanılarak hüküm verilemeyeceği şüphesizdir. Bu nedenle, söz konusu
ülkede laikliğin kamu otoriteleri ve bu arada Federal Yüksek Mahkeme tarafından
nasıl yorumlandığı konusunu daha kapsayıcı bir şekilde ele almak gerekmektedir.
(David M. O'Brien, Consüiuiional Law and Politics, New York: W.W. Norton and
Company, 1995, ss. 644-786; David P. Barnum, The Supreme Court and American
Democracy, New York: St. Martin's Press,1993, Chapters 5, 8; J. A. Barron and
C. T. Dienes, Consîiîutional Law (St. Paul, MN: West Publishing Co: 1995), ss.
432-70).
Bilindiği
gibi, Amerika Birleşik Devletleri Anayasası'nın 1791 tarihli Birinci Tadil'i
laiklikle ilgili olarak şu hükmü ihtiva etmektedir: "Kongre bir dinin
tanınmasına ilişkin veya dinin serbestçe icrasını yasaklayan hiç bir yasa
yapamaz..." Bu hüküm laikliğin iki temel unsurunu özlü bir biçimde
tanımlamaktadır; bir yandan devletin herhangi bir dini benimsemesini veya
resmileştirmesini yasaklarken, öbür yandan dini özgürlüklerin kullanılmasını güvence
altına almaktadır. Birinci husus literatürde "din ile devletin
ayrılması" (separation of church and state) olarak anılmaktadır. Bu
nedenle, Ön Savunma'mızda da açıklamış olduğumuz gibi, Amerikan laikliğinin
"ayrılık"çı modelin tipik örneğini oluşturduğu yaygın olarak kabul
edilmektedir.
(l)
Din ile Devletin Ayrılması
"Din
ile devletin ayrılığı" ilkesinin birinci gereği devletin çeşitli din ve
mezhepler açısında tarafsız olmasıdır. Ne var ki, "tarafsızlık"ın
anlamı konusunda ilgili literatürde tam bir görüş birliği yoktur. Bu konudaki
görüşleri üçe ayırarak inceleyebiliriz.
Kesin
tarafsızlık: Kimilerine göre, tarafsızlık "kayıtsızlık" anlamına
gelmektedir; yani, devlet dini meselelere hiç bir biçimde karışmamalı, dinlere
ve dini gruplara ne müzahir (yardımcı, destek) olmalı ne de onlara engel
çıkarmalıdır. Federal Yüksek Mahkeme'nin 1948 tarihli McCollum v. Board of
Educaîion davasındaki kamu okullarındaki öğrencilerin boş saatlerinde kampus
içinde dini eğitim almasını laikliğe aykırı bulan karan buna bir örnektir.
Mahkemeye göre, dini eğitim veren öğretmenlerin ücreti kamu parasıyla
karşılanmamakla beraber, kamu okullarının sınıflarının dini eğitimde
kullanılması laiklik ilkesine aykırıydı. Yüksek Mahkeme 1961 tarihli Toracso v.
Waîkins kararında da kişilerin kamu görevine başlayabilmek için "Tanrı'nın
varlığına inanç"larını ifade eden bir yemin etmelerini şart koşan Maryland
eyaletinin bir yasasını anayasanın laiklik ilkesine aykırı bulmuştur. Federal
Yüksek Mahkeme'nin önüne 1963 yılında karara bağladığı, kamu okullarında dua
okunmasına ilişkin davada da (School District ofAbingîon Tovvnship v. Schempp)
laikliği kesin tarafsızlık anlamında yorumlamıştır. Davanın konusu, okulların
her günkü açılışında İncil'den en az on ayet okunmasını, aksine davranan öğretmenin
görevine son verilmesini, fakat duaya katılmayan öğrencilere herhangi bir
müeyyide uygulanmamasını öngören Pennsylvania eyaletinin bir yasasının
Anayasaya uygunluğu sorunu idi. Yasaya göre, herhangi bir öğrenci
"ailesinin veya velisinin yazılı talebi üzerine" duaya
katılmayabilirdi. Yüksek Mahkemeye göre, dinin veya İncilin incelenmesi
"laik bir eğitim programının içinde objektif olarak yer alması
durumunda" laikliğe aykırı olmamakla beraber, bu olayda sözkonusu olan
uygulamalar zorunlu olduğu için, bu durum "devletin dine yardım etmesini
de engel çıkarmasını da yasaklayan kesin tarafsızlığa" aykırıdır. Yüksek
Mahkeme bu yöndeki içtihadını zaman zaman yenilemiştir (Örnek olarak, Wallace
v. Jaffree (1985); Lee v. Weisman (1992)).
Kesin
ayrılık: Buna karşılık. Yüksek Mahkeme'nin kimi kararları açısından laiklik,
devletin tarafsız ve yasaları laik amaçlı olmasını öngörmekle beraber, devletin
dine bazı kolaylıklar ve dolaylı yardımlar sağlamasına da engel değildir.
Nitekim, Yüksek Mahkeme 1947 tarihli Everson v. Board ofEducalion ofEwing
Township kararında bu görüşü benimsemişti. Bu davada Mahkeme, dini olanları da
dahil olmak üzere, özel okullara öğrencilerin otobüsle taşınma masraflarının
eyalet tarafından ailelere ödenmesine ilişkin New Jersey programını laikliğe
aykırı bulmamıştır. Mahkemeye göre, Birinci Tadil'in amacı "Kiliseyle
Devlet arasında bir ayırma duvarı" inşa etmek olmakla beraber, "kesin
ayrılık" ilkesi bir eyaletin dine karşı "hayırhah tarafsızlığını
engelemez. Bundan kırk yıl sonra verdiği Corporation ofPresiding Bishops v.
Amos kararında da (1987) Yüksek Mahkeme aynı yorumu benimseyerek, Mormonlara
ait işyerlerinde sadece dindar işçilerin çalıştırılmasına izin vermenin
laikliğe aykırı olmadığına karar vermiştir.
Dine
Sempatik Laiklik: Nihayet dine sempatik olan üçüncü bir görüş, belirli bir dini
onaylamaksızın, devletin din özgürlüğünü çeşitli biçimlerde destekleyici
faaliyetler yapmasına cevaz vermektedir. Söz gelişi devletin dini cemaatlere
-özellikle eğitim faaliyetleri bakımından- yardımcı olması, onlara birtakım
kolaylıklar sağlaması (sübvansiyon, vergi indirimi vb. yollarla) laikliğe
aykırı sayılmamaktadır. Esasen, bugün ABD'nin birçok eyaletinde bu türden
yardım programları uygulanmakta ve dine genel olarak sempatik yaklaşılmaktadır.
Yüksek Mahkeme de özellikle son yıllarda laikliğe ilişkin bu anlayışı
destekleyen bazı kararlar vermiştir.
Nitekim,
Mahkeme 1981 tarihli Widmar v. Vinceni kararında, Missouri eyaletinin
üniversite kampüsünün ve binalarının, "dini ibadet amaçlarıyla" kullanılmasını
yasaklayan bir yasasını Anayasaya aykırı bulmuştur. Yasa dindar öğrencilerin
bir eyalet üniversitesinin imkanlarını kullanmalarını engelleyici şekilde
uygulanıyordu. Mahkeme bu kararında "(ü)niversite öğrencilerinin... daha
genç öğrencilere nispetle daha az etki altında kalabildiklerine ve
üniversitenin politikasının dine karşı tarafsızlık politikası olduğunu takdir
edebilecek durumda olduklarına dikkat çekmişti. Mahkeme'nin bu içtihadı Kongre
üyelerini bu ilkeyi ilk ve orta dereceli okullara teşmil etmek konusunda
cesaretlendirmiş ve Kongre 1984 yılında Eşit Yararlanma Kanunu'nu çıkarmıştır.
Bu Kanun, öğrenci etkinlik gruplarının okul bölgesindeki toplantılarına ilişkin
olarak, "bu gibi toplantılarda dini, siyasi, felsefi veya başka içerikli
konuşmalar" yapılması nedeniyle kamu okullarının ayrım yapmalarını
yasaklıyordu. Bu Kanunun anayasaya aykırılığı iddiasını Yüksek Mahkeme 1990
yılında (Board of Educaiion of the Wesl$ide Community Schools v. Mergens}
reddetmiştir. Bu davada okul yönetimi bir İncil Klübü'nün okul alanı içinde
toplantı yapmasını yasaklamıştı. Mahkemeye göre, okul yönetimi bu davranışıyla,
laikliğe uygun olan Eşit Yararlanma Kanunu'nu ihlal etmişti. Her ne kadar
öğrencilerin dini toplantıları okul arazisi içinde ve okulun himayesi altında
yapılacak idiyse de, ne Kanun'un birincil etkisi dini teşvik etmekti, ne de bu
faaliyetlere izin vermekle devletle din birbiriyle aşırı biçimde içice geçirmiş
oluyordu. Yüksek Mahkeme bu içtihadını daha sonra da korudu ve 1993 yılında
verdiği yeni bir kararda (Lamb's Chapel v. Center Moriches Union Free School
Disîrict) bir bölge (district) eğitim idaresinin, bir dini grubun ders
saatlerinin sona ermesinden sonra yapacağı toplantılar için okulun imkanlarını
kullanmasını reddeden kararının Anayasayı ihlal ettiği sonucuna varmıştır.
(2)
Dinin Gereklerinin Serbestçe Yerine Getirilmesi
Öte
yandan, laikliğin ikinci ayağını oluşturan dini özgürlüklerin hukuk tarafından
güvence altına alınması konusunda Amerika Birleşik Devletleri'nde genel ve
yaygın bir şikayet söz konusu değildir. Bu konuda zaman zaman ortaya çıkan
sorunlardan biri kamu kurumlarında ve/veya kamu hizmetlerinin yerine
getirilmesi sırasında dini sembollere izin verilip verilmeyeceğiyle, diğeri ise
kişilerin dini inançları nedeniyle genel kamusal düzenlemelerden ne derece muaf
tutulacaklarıyla ilgilidir. Bu husustaki Yüksek Mahkeme içtihadına göz atmadan
önce, ABD Başkanının 1997 yılında kamu kurumlarında dini ifadenin
serbestleştirilmesini sağlamaya dönük bir kararname çıkarmış olduğunu (bkz.
Liberal Düşünce, n. 12, Güz 98, ss. 64-74) hatırlatalım.
Amerikan
Yüksek Mahkemesinin bu konularla ilgili ilk önemli karan 1925 tarihli olup,
Pierce v. Society ofSisîers davasında verilmiştir. Yüksek Mahkeme bu kararıyla,
ebeveynlere çocuklarının sekizinci sınıfı tamamlayıncaya kadar kamu okullarına
gönderme mecburiyeti getiren Oregon eyaletinin bir yasasını, ailelerin
çocuklarının eğitim ve öğretimini belirleme özgürlüğüne makul olmayan bir
müdahale teşkil ettiği ve dini okulları mülkiyet ve girişim özgürlüğünden
yoksun bıraktığı gerekçesiyle anayasaya aykırı bulmuştur. Mahkeme bundan çok
sonra (1972'de) verdiği Wisconsin v. Yoder kararında da aynı içtihadını
tekrarlayarak, Amishlerin çocuklarının sekizinci sınıftan sonra zorunlu okul
eğitiminden muaf tutulabileceğine hükmetmiştir. Mahkemeye göre: Öğrencilere
temel becerileri kazandırmak için zorunlu sekiz yıl eğitim yeterli olduğu
halde, Amishlerin inancına göre, lise öğretimi kendi değerlerine aykırı
tutumlar geliştirmeye yöneliktir ve bu arada çocukları Tanrı'dan uzaklaştırıcı
etkiye sahiptir. Eyaletin zorunlu genel eğitimdeki çıkarı ("kamu yararı)
hiç bir zaman bütün diğer çıkarların bir yana bırakılmasını gerektirecek kadar
önemli ve mutlak değildir.
Yüksek
Mahkeme'nin din özgürlüğünün korunmasından yana olan en radikal kararı Yahova
Şahitleri'nin bayrak selamlamayı reddetmesini onaylayan 1943 tarihli kararıdır.
Mahkeme bu kararında insan haklarıyla ilgili bazı genel ilkeleri
hatırlatmaktadır: "Bir Haklar Yasası'nın asıl amacı, belirli konuları siyasi
tartışmaların iniş çıkışlarından kurtararak onları çoğunlukların ve memurların
elinin uzanamayacağı bir yere koymak ve mahkemeler tarafından uygulanacak hukuk
ilkeleri olarak tesis etmektir. Bir kişinin hayat, hürriyet ve mülkiyet hakkı,
ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, ibadet ve toplanma özgürlüğü hakları ve diğer
temel haklar oylamaya konu olamaz; bunlar hiçbir seçimin sonucuna bağlı
değildir." Karar devam ediyor: "Bizim anayasal takım yıldızımızda
eğer herhangi bir sabit yıldız varsa o da hiçbir yüksek veya küçük memurun
politikada, milliyetçilikte, dinde veya başka kanaat meselelerinde neyin
Ortodoks olacağını tesbit edemeyeceği ve yurttaşları bu konulardaki inancını
sözle veya yazıyla açıklamaya zorlayamayacağıdır." Mahkeme 1963 yılında
karara bağladığı Sherbert v. Verner davasında Cumartesi günü çalışmayı reddeden
Adventist tarikatının bir üyesine o gün için ücret ödenmemesini öngören bir
Güney Karolina Yasasını, eyaletlerin amaçlarını, din özgürlüğüne müdahale
etmektense daha başka ve daha yumuşak araçlarla gerçekleştirmeleri gerektiği
gerekçesiyle anayasaya aykırı bulmuştur. Yüksek Mahkeme daha sonra yine Yahova
şahitleriyle ilgili olarak verdiği bir kararda (Wooley v. Maynard, 1977),
"Özgür Yaşa Yahut Öl" şeklindeki eyalet mottosunun yolcu otomobillerinin
plakalarına yazılmasını gerektiren bir New Hampshire Yasasını, Yahova
şahitlerinin bunun kendi ahlaki, dini ve siyasi inançlarını rencide ettiği
yolundaki itirazı münasebetiyle, Anayasaya aykırı buldu. Mahkemeye göre, hiçbir
birey, kendi özel mülkünde teşhir etmek suretiyle, bir ideolojik mesajın
yayılmasına katılmaya zorlanamaz.
Yüksek
Mahkeme, hayvan kurban etmeyle ilgili bir uyuşmazlıkta da, din ve ibadet
özgürlüğünün korunmasını kamu yararına üstün tutmuştur. Mahkeme 1993 tarihli bu
kararında (Church of Lukumi Babalu Aye v. City ofHialeah), genel olarak hayvan
boğazlamayı değil de sadece dini amaçlarla hayvan kurban etmeyi yasaklayan
Hialeah şehri düzenlemesinin görünüşteki "vahşeti önleme ve kamu sağlığını
koruma" amacının tarafsız olmadığını, aksine belli bir dini hedef aldığını
tespit etmiş ve söz konusu düzenlemenin din ve ibadet özgürlüğünü ihlal ettiği
gerekçesiyle söz konusu düzenlemeyi oybirliğiyle anayasaya aykırı bulmuştur.
Buna
karşılık Yüksek Mahkeme zaman zaman da bireylerin dini inançları nedeniyle
genel kamusal düzenlemelerden muaf tutulamayacağına karar vermiştir. Mahkeme bu
istikametteki bir kararını Goldman v. Weinberger (1986) davasında vermiştir. Bu
kararında Yüksek Mahkeme Hava Kuvvetlerinin Ortodoks Yahudi subayların yarmülke
giymelerini yasaklamasını onaylamıştır. (Mamafih, ertesi yıl Kongre,
görevlerine mani olmaması ve sade olması (göze batıcı olmaması) şartıyla,
askerlerin karargahlarda dini elbise giyebilmelerine izin veren bir yasa
çıkarmıştır.) Yüksek Mahkeme'nin 1988 yılında verdiği, Kızılderili kabileleri
tarafından öteden beri dini amaçlarla kullanılan ulusal orman alanlarında kamu
otoritelerince yol inşa edilmesini din özgürlüğüne bir müdahale teşkil
etmediğine ilişkin kararı da (Lyng v, Northwest Indian Cemetery Protecîive
Association) aynı yöndedir. Mahkeme 1990 tarihli başka bir davada (Minnesota v.
Hershberger) Amishleri karayolları güvenlik yasalarından muaf tutan bir eyalet
yüksek mahkemesi kararını bozmuştur. Mahkeme nihayet 1990 tarihli bir kararında
da (EmploymenîDivision, Department ofHuman Resources ofOregon v. Smith)
Anayasanın ibadet özgürlüğüne ilişkin hükmünün, Amerikan Yerlileri Kilisesi
tarafından törensel amaçlarla peyote (peyote kaktüsünden üretilen, sarhoşluk
verici bir uyuşturucu) kullanılmasının uyuşturucu kullanımını yasaklayan ceza
hükümlerinden muaf tutulamayacağına ve bu kilisenin mensuplarının
"peyote" kullandıkları için görevlerinden uzaklaştırılmalarında
anayasaya aykırılık bulunmadığına hükmetmiştir.
(3)
Değerlendirme
Görüldüğü
gibi, Amerikan Yüksek Mahkemesi, genel tutumu itibariyle, bir yandan devletin
dini inançlar karşısında tarafsızlığını korumasını ve dinle devletin içi içe
geçmesini önlemeye, öbür yandan da dini inancın gereklerinin serbestçe yerine
getirilmesini güvence altına almaya çalışmaktadır. Mamafih, Mahkeme'nin
içtihadı, devletin tarafsızlığının, dini inançlar arasında ayrım yapmamak
kaydıyla, kimi dini kurumlara devlet yardımı veya çeşitli şekillerde devlet
desteği sağlanmasına engel olmadığı yönündedir. Özellikle son dönemde (Başyargıç
Burger [1969-1986] ve Rehnquist [l986-] dönemlerinde) Mahkeme din ile devlet
arasında ayrılıktan çok uyumlu bir beraberlik olması gerektiği anlayışına
geçmiştir. Bunun pratik anlamı, kesin tarafsızlığın sempatik veya olumlu
tarafsızlığa kayması demektir. Öte yandan, dine devlet yardımı yapılması
devletin düzenlemelerinde laik amaçlar (eğitimi desteklemek gibi) gütmesine de
engel değildir. Başka bir ifadeyle, Yüksek Mahkeme'nin kimi kararlarında şart
koştuğu gibi, kamusal düzenlemelerin ilk (doğrudan) amacı dini desteklemek
olmadığı halde, bu türden yardımlar yapılabilir. Ayrıca, devlet faaliyetinin
belli bir dini inancın dayatılması mahiyetinde de olmaması gerekir.
Yüksek
Mahkeme'nin bu genel tutumu din özgürlüğünün kamu alanında ifadesini bulması
bakımından da prensip olarak değişmemektedir. Bunun tek istisnası, yukarıda
zikredilen karar örneklerinden de kolaylıkla anlaşılabileceği gibi, somut
durumlarda, din özgürlüğünün kamu alanında serbestçe ifadesine ağır basan bir
kamu yararının varlığında şüphe bulunmaması durumudur. Örneğin, dini inançları
nedeniyle karayolları güvenliğine ilişkin kurallardan muafiyet talep edenlerin
bu özgürlüklerinin korunmasındaki çıkar ile bu talepte bulunanlar da dahil
olmak üzere bütün bir toplumun karayollarında güvenlik içinde seyahat etmek
konusundaki yararı çatıştığında ikincisini tercih etmek gerektiği gayet
açıktır.
D-
DELİLLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Ön
Savunma'mızda sayın Başsavcı'nın hazırladığı iddianame ve ekinde delil olarak
sunulan tüm belgelere karşı cevaplarımızı sunmuştuk. Bu savunmamızda ise
iddianamede yer alan ve almayan tüm belgeler hakkında genel bir değerlendirme
yapacağız.
1.
Fazilet Partisi'nin Laiklik Karşıtı Faaliyetlerde Bulunduğu İddialarına İlişkin
Gazete Haberleri
Sayın
Başsavcı iddianamesinde Fazilet Partililerin, partinin kapatılmasını gerektiren
eylemlerde bulunduklarını ileri sürmektedir. Ancak bu konuya ilişkin olarak ne
ilk iddianamesinde ne de daha sonradan sunduğu ek iddianamede yer vermediği
oldukça hacimli miktarda gazete haberini ayrı bir klasör halinde Anayasa
Mahkemesi'ne sunmuştur, iddianame ve ekinde hiç değinilmeyen hususlara ilişkin
belgelerin yüksek heyetinize sunulmuş olmasının ötesinde, bu haberlerin delil
olma değerleri üzerinde kısaca durulmalıdır.
Burada
belirtilmesi gereken ilk nokta, sayın Başsavcı'nın gazete haberlerine aksi
ispatlanıncaya kadar belge niteliği taşıyan birer noter işlemi gibi değer
vermesidir. Ön Savunmamızda da belirttiğimiz gibi, ceza yargılaması usulünde
herşey delil olabilir ve bu çerçevede gazete haberlerinin de delil olma değeri
vardır. Ancak bu haberlerin kendi başına ne tür bir değere sahip olduklarını
araştırmak, doğruluklarını teyit etmek, hukuki bir boyutları varsa gazete
haberi içinde yer alan iddiaların kovuşturma ve yargı organlarına intikal edip
etmediklerini takip etmek, maddi olaylara ilişkin iseler o maddi olayların
gerçek olup olmadıklarına bakmak dava taraflarının öncelikli görevidir. Bu
bağlamda sayın Başsavcı'nın bu haberleri dosyaya koymakla yetindiğini, haberden
kalkarak bir araştırma yapmaya gerek duymadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu konuyu birkaç örnekle açıklayalım:
31
Mart 1999 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde yer alan FP'li Güngören Belediyesi'nde
çalışan müdürlerin sakallarının bilgisayar hilesi ile gizlendiğine ilişkin
haber partimizin kapatılması davasıyla ilgisi olmadığı gibi, maddi olarak bu
olayın gerçekliği araştırılmadan 'magazin' niteliğindeki bir haberi bu
savunmanın sunulmasıyla yetinilmesi de yadırgatıcıdır.
Bu
savunmanın başka bir yerinde de zikrettiğimiz gibi, bir günlük gazetemizde
yayınlanan Sayın Recai Kutan'a ilişkin bir habere 'Biz Emanetçiyiz' başlığı
konulmuştur. Oysa haberin içeriğinden böyle bir sözün söylenmediği ortaya
çıkmaktadır. Burada Başsavcının yapması gereken gerçekten bu sözlerin söylenip
söylenmediğini tespit etmek ya da bu haberi dosyaya hiç koymamaktır.
Ülkemizde
Özellikle seçim öncesi dönemlerde gazetelerin kendi savundukları görüşlere
sahip partilere destek amacıyla diğer görüşleri temsil eden partiler hakkında
negatif haberler yaptıkları bilinen bir gerçektir. Üstelik söz konusu tarafgir
yaklaşımlar sadece Fazilet Partisi için değil, tüm partiler için bir sorun
olmaktadır. Aslında bir demokratik sistemde bu normaldir, gazetelerin tarafsız
olma zorunluluğu yoktur.
Bu
nedenle iddia makamının, dosyalarda onlarca benzeri olan bu bilgi ve belgeleri
bir süzgeçten geçirmesi, sistematik hale getirmesi ve doğruluklarını
araştırması, habere konu olan olayı hukuki açıdan değerlendirmesi gerekirdi.
Doğruluğu dahi şüpheli magazin nitelikli haberlerin "tek başlarına"
belge olarak sunulmasının ve özellikle de ülkemizdeki en yüksek yargı organının
baktığı bir davada bunun yapılmasının yargılamanın ciddiliği ile ne kadar
bağdaştığını yüksek heyetinizin takdirlerine bırakıyoruz.
2.
Hukuka Aykırı Olarak Elde Edilen Necmettin ERBAKAN ile Yasin Hatipoğlu
Arasındaki Konuşmaya Ait Ses Kayıtlarının Delil Olarak Kullanılması Durumunda
Oluşabilecek Sorumluluk
Bu
konu gerek Ön Savunma'nın gerekse işbu Son Savunma'nın çeşitli kısımlarında ele
alınmıştır. Burada sadece söz konusu delilin kullanılabilmesi sorunu Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde gözden geçirilecektir.
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'nin Özel Yaşam ve Aile Yaşamına Saygı Hakkı başlıklı
8. maddesi aynen şöyledir:
"1.
Herkes özel ve aile yaşamına, konutuna, haberleşmesine müdahaleden korunma
hakkına sahiptir.
2.
Bu hakların kullanılmasına ulusal güvenlik, kamu güvenliği, ülkenin ekonomik
refahı, suçun ya da düzensizliğin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın
korunması, başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla, hukuka uygun
olarak yapılan ve demokratik bir toplumda gerekli bulunan müdahalelerin
dışında, kamu makamları tarafından hiçbir müdahale yapılamaz."
Bu
hüküm karşısında, özel kişilerin hukuka uygun olmayan yöntemlerle elde
ettikleri ses kayıtlarının kullanılması durumunda, devletin Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi'nin 8. maddesinden kaynaklanan pozitif yükümlülüğüne aykırı
davranılmış olur. Sözleşme'nin 8. maddesi ile taraf devletlerin üstlendikleri
pozitif yükümlülükler, bireylerin özel yaşamlarını korumak ve bireylerin özel
yaşamına ancak hukuka uygun yöntemlerle müdahale edilmesini sağlamaktır. Burada
özellikle belirtilmesi gereken bir nokta, bu kayıtların hukuka aykırı elde
edildiklerinin bizzat sayın Başsavcı tarafından kabul edilmesi, bu hususta bir
tereddüdün bulunmamasıdır.
Bu
sorumluluğun doğacağının bilinmesine karşın, partimizin kapatılmasına yetecek
bir kanıt niteliğinde olmayan söz konusu ses kayıtlarının Başsavcılık
tarafından delil olarak kabul ettirilmeye çalışılması sırf hukuki nedenlerle
açıklanabilecek bir durum değildir.
3.
İstihbarat Raporu Niteliğindeki Dökümanların Delil Olarak Sunulması
Sayın
Başsavcının yüksek heyetinize sunduğu dosyalarda, devletin hangi kurum ya da
kuruluşundan alındığı belli olmayan ve istihbari nitelikte bilgileri içeren,
bazılarının üstünde "GİZLİ" kaşesi yer alan bir dizi döküman yer
almaktadır. Bu dokümanların sayın Başsavcı tarafından delil adı altında
sunulması dahi kendi başına bir skandaldır. Çünkü, demokratik bir hukuk devleti
olan Türkiye Cumhuriyeti'nin mahkemelerinden "jurnal" niteliğindeki
bu dokümanlara dayanarak karar vermesi beklenmektedir. Üstelik, bu belgeler
içinde DYP Bursa il Başkanı Mehmet Gazioğlu ve YDP Genel Başkanı Hasan Celal
Güzel hakkındaki "raporlar" da yer almaktadır. Benzerlerini sadece
totaliter ülkelerde görebileceğimiz ve bireylerin ve olayların
"fişlenmesi" olarak nitelendirilebilecek bu belgelerin geçerli delil
niteliğine sahip olmamaları bir yana, bunların hiçbir resmi kuruluşa ait
olmaması da konunun ne kadar vahim olduğunu göstermektedir.
4.
Bazı Milletvekillerinin Gündem Dışı Konuşmalarının Delil Olarak Sunulması
Sayın
Başsavcı tarafından kimi milletvekillerinin Meclis Genel Kurulu'nda yaptıkları
gündem dışı konuşmalar delil olarak sunulmuştur. Bu ve önceki savunmamızda bu
konuşmaların delil olma değerleri ve içeriklerinin iddia edilen hususları
içerip içermediği tartışılmıştı. Burada sadece bu konuşmaların diğer partilerin
milletvekilleri tarafından yapılan konuşmalardan bir farklılık
göstermediklerini ve bireysel hak ve özgürlükleri savunmaya yönelik olduklarını
vurgulamakla yetiniyoruz.
Bir
başka yerde de zikrettiğimiz gibi, Fazilet Partisi milletvekillerinin içinde
kılık-kıyafet nedeniyle eğitim haklarını kullanamayan üniversite öğrencileri ve
bu yüzden toplumda yaşanan sıkıntılar konularına yer verilen konuşmaları,
toplam gündem dışı konuşmaların %10'u oranındadır. Bunun dışında kalan
konuşmalar iktisadi sorunlar başta olmak üzere Türkiye'nin başka gündem
konularıyla ilişkilidir. Fazilet Partisi milletvekillerinin gündem dışı
konuşmalarına ilişkin ayrıntılı bir döküm ektedir.
5.
Partimizin Kurulmasından Önce Yayınlanmış Bazı Gazete Haberlerinin Delil Olarak
Sunulması
Sayın
Başsavcının yüksek heyetinize sunduğu dosyaların içinde partimizin kuruluş
tarihinden önce yayınlanmış bazı gazete haberlerine de yer verilmiştir.
Partimiz bir tüzel kişilik olarak ancak kuruluş tarihinden sonraki eylem ve
faaliyetlerinden dolayı sorumlu tutulabilir. Ekte örneklerini sunduğumuz bu
belgelerin partimizin hiç de haketmediği bir genel izlenim yaratma amacına
yönelik olarak dosyaya konulduğu ortadadır.
6.
Genel Bir Bakış
Her
iki savunmamızda da delillere ilişkin değerlendirmelere kapsamlı bir yer
verdik. Bu değerlendirme sonucunda ulaştığımız sonuç, delil olarak sunulan tüm
belgelerin Fazilet Partisi'nin Anayasa ve 2820 sayılı Yasa'da düzenlenmiş olan
parti yasaklarına uymadığına ilişkin maddi gerçekliği ortaya çıkarmak yerine,
partimiz hakkında genel bir izlenim ya da imaj doğurmaya yönelik olduğudur.
Anayasa
ve yasada yer alan yasakları ihlal etmek ancak bu yasakların çiğnendiğinin
kanıtlanması ile olanaklıdır. Dolayısıyla iddia makamı, bu yöndeki kanıtları
hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde ortaya koymalıdır. O halde, partimizin
kapatılmasına karar verilebilmesi için genel izlenimlerin değil, yasakların
ihlal edildiğine ilişkin tartışma kabul etmez somut delillerin varlığı gerekir.
Aksi halde, yasanın partilerin kapatılması için öngördüğü nedenlerin
genişletilmesi, yasak eylem ve faaliyetlerin tipikliğinin kaybolması tehlikesi
ortaya çıkar ki böyle bir gelişme siyasi hak ve özgürlüklerin Anayasa'nın ve
yasa koyucunun amaçladığından fazla ve temel insan hakları düzenlemelerine
aykırı bir şekilde sınırlanması anlamına gelir.
Hangi
kuruma ait olduğu bilinmeyen istihbarat raporları, hukuka aykırı yollardan elde
edilen ses kayıtları, indi kanaatler, doğrulukları teyit edilmemiş gazete
haberleri, parti üyesi dahi olmayan kişilerin beyanları, partimizin kuruluş
tarihinden önceki dönemlere ait dokümanlar, Fazilet Partisi ile hiçbir bağı
olmayan kurum, kuruluş, yayın organı ve kişilerce yapılan açıklamalar ile dolu
olan delil dosyası hakkında son sözü söyleyecek olan yüksek heyetinizin tüm bu
yönleri dikkate alacağına ve Anayasa Mahkememizin birey hak ve özgürlüklerinin
teminatı olan bir yüksek mahkeme sıfatıyla gereken tüm özeni göstererek bir
inceleme yapacağına dair en küçük bir şüphemiz yoktur.
E-
FAZİLET PARTİSİ HİÇBİR PARTİNİN DEVAMI DEĞİLDİR
1.
Konunun Son Savunma Bakımından Önemi
Sayın
Başsavcı'nın sunduğu Esas Hakkındaki Görüş'te hukuka aykırı yollardan elde
edilen ses kayıtları konusu ağırlıklı bir şekilde yeniden ele alınmıştır.
Aslında hukuka aykırı yollardan ele geçirilen bu ses kayıtları Fazilet Partisi
Davası bakımından bu kadar merkezi bir öneme sahip değildir ve bu kayıtlar
hukuka uygun bir şekilde ele geçirilseydi dahi partimizin bir başka partinin
devamı olduğunu ispatlamaktan çok uzaktır. Ancak sayın Başsavcı'nın varlığı
iddia edilen bu delil üzerinde aşırı bir vurguda bulunması başka bir siyasi
partinin devamı olma gerekçesiyle partilerin kapatılması konusuna daha
ayrıntılı bir bakışı zorunlu kılmaktadır. Çünkü hukuka aykırı bir şekilde ele
geçirilen bir konuşma bandına dayanılarak ileri sürülen iddialar partimizin
kapatılan başka bir siyasi partinin devamı olduğunu kanıtlamaya yöneliktir.
2.
Türk Hukukunda ve Anayasa Mahkemesi Kararlarında "Bir Siyasi Partinin
Devamı Olma" Kavramı 1982 Anayasası'nın 69. maddesinin yedinci fıkrasında
Temelli kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz" hükmü yer
almaktadır. 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 96. maddesinin ikinci
fıkrasında ise kurulacak siyasî partilerin Anayasa Mahkemesince kapatılan
siyasî partilerin devamı olduklarını veya beyan edemeyecekleri ve böyle bir
iddiada bulunamayacakları kuralı bulunmaktadır.
Bu
düzenlemeler bakımından asıl önem taşıyan nokta bir partinin ne zaman Anayasa
Mahkemesi tarafından kapatılan partinin devamı olduğunu "beyan" ve
"iddia ettiğinin" tespiti sorunudur. 2820 sayılı Siyasi Partiler
Kanunu'nun yürürlüğe girdiği 24.4.1983 tarihinden bugüne kadar Anayasa
Mahkememiz tarafından bu hükme dayanılarak bir siyasi parti kapatılmamıştır.
Dolayısıyla bu konuda oluşmuş bir Anayasa Mahkemesi içtihadı da söz konusu
değildir.
Bununla
birlikte Anayasa Mahkememiz çok benzer bir konuda emsal teşkil edebilecek üç
önemli karar vermiştir. Bilindiği gibi Siyasi Partiler Kanunu'nun 96.
maddesinin 19.6.1992 tarihinde değişiklik geçirmeden önceki halinde Anayasa
Mahkemesi kararı dışındaki nedenlerle kapatılan siyasi partilerin devamı olma
beyan ve iddialarını da siyasî parti yasakları arasında olan bir hüküm vardı.
Bu hüküm ile bugün yürürlükte olan ikinci fıkra hükmü arasındaki temel
farklılık düzenlemelerin kapsamına ilişkindi. Gerçekten, ilk düzenlemede sadece
"kapatılan siyasi partiler" ibaresi yer almasına karşın halen
yürürlükte olan düzenlemede "Anayasa Mahkemesince temelli kapatılan"
sözcükleri bulunmaktadır. Bir başka deyişle, ilk düzenleme hem Anayasa
Mahkemesi kararı hem de başka organlarca kapatılmayı kapsama alırken yeni
düzenleme sadece Anayasa Mahkemesi kararları ile kapatılmayı esas alarak
kapatılan parti kavramının anlamını kapsam bakımından daraltmıştır. Buna karşın
"devamı olma" ile "devamı olduğunu beyan etme ve iddiada
bulunma" unsurları bakımından her iki düzenleme arasında bir farklılık
yoktur.
Bu
nedenle, Anayasa Mahkemesi'nin bir yargı kararı olmaksızın kapatılan siyasi
partilerin devamı oldukları iddiasıyla kapatılması istenilen partiler hakkında
verdiği kararlarda yer alan görüşlerinden yararlanılabilir. Bu görüşler
özellikle''devam" ve "devamı olduğunu beyan etme ve iddiada
bulunma" unsurlarının Mahkemece nasıl yorumlandıklarının tespiti
bakımından önemlidir.
Anayasa
Mahkememizin bu çerçevede yararlanacağımız kararları 28.9.1984 tarihli Doğru
Yol Partisi Kararı, 16.7.1991 tarihli Türkiye Birleşik Komünist Partisi Kararı
ve 24.9.1991 tarihli Cumhuriyet Halk Partisi Kararı'dır. Bu üç karar gözönüne
alındığında, "devam" ve "devamı olduğunu beyan ve iddia
etme" unsurları bakımından Anayasa Mahkememizin oluşturduğu görüşler şu
şekilde özetlenebilir:
(i)
Genel ideolojik benzerlikler, ortak duyarlılıklar tarihsel mirası sahiplenme
benzer noktaları bir başka yorum ve bakış aaçısıyla vurgulama, önceki birikim
ve deneyimlerden yararlanma ilgili partinin Anayasa Mahkemesince kapatılan bir
siyasi partinin devamı olduğunun tesbitinde yeterli değildir. Anayasa
Mahkememiz Türkiye Birleşik Komünist Partisi Kararında bu konu hakkında açık ve
doyurucu bir yorum geliştirmiştir. Mahkemeye göre,"Ülkemizdeki bir kısım
Marksist hareketlerin daha önce çoğulcu, çok partili ve seçime dayanan
demokratik devlet düşüncesine sahip olmamaları, hatta Stalinist yorumları
benimseyerek Sovyetler Birliği'nde bir dönemdeki katı diktatörlüğü ve insanlık
dışı uygulamaları eleştirmemeleri ve Sovyetler Birliği'nin komşu ülkelere
askeri müdahalelerini desteklemeleri, bunların düşünce ve eylem boyutunda
birbirleri ile ilişkilerini ve tarihin akışından doğal halefıyetle ilgili
sosyal ve tarihsel gerçeği değiştirmez. Davalı siyasi partinin daha önce
düşünce, siyasal eylem ve hukuksal örgütlenme bağlamında varlık gösteren
çeşitli siyasi hareketlerin kültürel mirasına talip olması ya da böyle bir
savda bulunması son derece doğal ve demokratiktir.
Bundan
davalı partinin kapatılan bir partinin devamı olduğunu beyan ettiği anlamını
çıkarma olanağı yoktur. ...(M)arksist hareketin farklı örgütlenmelerine,
siyasal kültürüne ve partilerine ve bunların kültürel mirasına sahip çıkılması,
kapatılan bir siyasi partinin devamı olmak değil, Marksist örgütlenmenin
birikim ve deneyiminden yararlanıp yeni bir parti oluşturmaktır." (E.
1990/1 (SPK), K. 1991/1, KG. 16.7.1991, AMKD, S. 27, C. 2, s. 968).
(ii)
Tutum, davranış ve jestler beyan ve iddia kavramlarının kapsamının dışında
kalırlar. Anayasa Mahkemesi Doğru Yol Partisi kararında bu konuya şöyle yer
vermiştir.
"...'(B)eyan'
ve 'iddia" kavramları ... sözle ya da yazı ile yapıla(bilirler). Başka bir
deyişle, tutum, davranış ya da jestle kapatılan bir siyasi partinin devamı
olduğunun beyan ya da iddia edilmesine olanak yoktur. Bu bakımdan, kapatılan bir
siyasi parti liderinin ziyaret edilmesi, birlikte resim çektirilmesi, bir
toplantıda hazır bulunulması gibi eylemler 'beyan' ve 'iddia' kavramları içine
girmezler. Bu tür davranışlar belki 'izlenim' kavramı içinde
değerlendirilebilir. Ancak bu gibi davranışlardan hangilerinin yasaklandığı 96.
maddenin ilk fıkrasında sayılmıştır." (E. 1984/1 (SPK), K. 1984/1, KG.
28.9.1984, AMKD, S. 20, s. 511)
(iii)
Aşikarlık beyan ve iddia kavramlarının bir diğer özelliğidir:
"Beyan
ve iddia üçüncü kişilerin bilgilerine ya da yararlanmalarına sunulmadıkça,
yasak eylem oluşmaz." (E. 1984/1 (SPK), K. 1984/1, KG. 28.9.1984, AMKD, S.
20, s. 511)
(iv)
Beyan ve iddiaların içeriği Anayasa Mahkemesi tarafından ciddi, inandırıcı,
etkileyici bulunmalı, beyan ve iddialar arızi kalmamalı belli bir yoğunluğa
ulaşmalıdır: "Anayasa Mahkemesi (bu konudaki incelemesini), beyan ve
iddiaların içeriğine, ciddiyetine,
inandırıcılığına,
etkileyiciliğine, yoğunluğuna göre değerlendirecektir." (E. 1984/1 (SPK),
K. 1984/1, KG. 28.9.1984, AMKD, S. 20, s. 511-512; E. 1990/2 (SPK), K. 1991/2,
KG. 24.9.1991, AMKD, S. 28, C. 2, s. 691).
(v)
Kapatılan bir siyasi partinin devamı olmaya ilişkin beyan ve iddiaların siyasi
partinin yetkili organları veya siyasi partiyi temsil eden kişilere
yüklenebilmesi gerekir.
"...
Maddeye aykırı davranıştan söz edebilmek için yasak eylemin siyasi partinin
yetkili organlarınca veya siyasi partiyi sözleri ya da yazılarıyla ilzam eden
kişilerce işlenmiş olması gerekir. Bunların kimler olduğu 101. maddenin (b)
bendinde belirtilmiştir. Başka bir anlatımla, madde fail olarak siyasi
partileri öngördüğüne göre, temsil yetkisi bulunmayan kişilerin eylemleri
nedeniyle partinin sorumlu tutulması düşünülemez." (E. 1990/2 (SPK), K.
1991/2, KG. 24.9.1991, AMKD, S. 28, C. 2, s. 690).
Bu
kararın verildiği tarihte yürürlükte olan 2820 sayılı Kanun'un 101. maddesinin
(b) bendindeki hüküm, bazı küçük değişikliklerle bugün yürürlükte olan kanunun
102. maddesinde yer almaktadır. Bu hüküm ve Anayasa Mahkemesi'nin yaklaşımı
çerçevesinde, beyan ve iddiada bulunma suretiyle bir siyasi partinin yasak
fiili işlemesine neden olabilecek kişi ve organlar şunlardır:
-
Parti büyük kongresi,
-
merkez karar ve yönetim kurulu (veya bu kurulun iki ayrı kurul olarak
oluşturulduğu haller),
-
TBMM grup yönetim kurulu,
-
TBMM grup genel kurulu,
-
parti genel başkanı dışında kalan parti organı, mercii veya kurulu.
(vi)
Sadece imaj yaratmak kapatılmış bir siyasi partinin devamı sayılmak için
yeterli değildir. Kapatılmış bir siyasi partinin devamı izlenimi doğurmak ise
sadece 2820 Sayılı Kanun'un 96. maddesinin birinci fıkrasında tanımlandığı
şekliyle yasak kapsamındadır. Bu konuya Ön Savunmamızda Doğru Yol Partisi
Kararı'ndan yaptığımız bir alıntıyla yer vermiştik. Anayasa Mahkememiz
Cumhuriyet Halk Partisi Kararı'nda da aynı konuyu ele almıştır:
"...
'izlenim', 'imaj', 'ima' gibi sözcükler nesnel ölçüleri olmayan öznel
değerlendirmelere açık kavramlardır. Bu yola girildiğinde, kapatılan bir
partinin simgesi olmuş bir renk, bir slogan; parti isimleri ya da amblemlerindeki
küçük bir benzerlik, kapatılan bir partinin tüzük ve programındaki bazı
maddelere paralel hükümlerin yeni kurulmuş olan partinin tüzük ve programına
alınması, kapatılan parti yöneticileri ile yakınlık gibi hususlar madde
kapsamına girebilecektir. (E. 1990/2 (SPK), K. 1991/2, KG. 24.9.1991, AMKD, S.
28. C. 2, s. 690).
Anayasa
Mahkemesi, tüm izlenim yaratıcı fiillerin ise sadece 96. maddenin birinci
fıkrasında yer verilenlerle sınırlı olduğuna karar vermiştir:
"...
Bu tür davranışlar belki 'izlenim' kavramı içinde değerlendirilebilir. Ancak bu
gibi davranışlardan hangilerinin yasaklandığı 96. maddenin ilk fıkrasında
sayılmıştır." (E.1984/1 (SPK), K. 1984/1, KG. 28.9,1984, AMKD, S. 20, s.
511).
2820
sayılı Kanun'un birinci fıkrasında düzenlenen ve izlenim yaratma sayıldığı
halde yasak kapsamına giren bu fiiller şunlardır:
-
kapatılmış siyasî partilerin isimlerini kullanmak,
-
amblemlerini kullanmak,
-
rumuzlarını kullanması
-rozetlerini
kullanmak,
-
benzeri işretlerini kullanmak.
Anayasa
Mahkememizin sözkonusu kavramların anlamlarını yukarıdaki kıstaslar çevresinde
sınırlandırmış olması birey hak ve özgürlüklerine saygılı olmanın, hukuk
devleti ve demokratik devlet, ilkelerinin doğal bir sonucudur.
Şüphesiz
Anayasa'mızın 68. ve 69. maddelerinde düzenlenen siyasî hak ve özgürlükler,
örgütlenme ve siyasî parti kurma hakkı bakımından bu daraltıcı yorumlar
gereklidir.
Öte
yandan, Türk hukuk sisteminde siyasi partileri kapatma nedenleri dört ana
başlık altında toplanmıştır: Siyasi partinin tüzük ve programının Anayasanın ve
ilgili yasanın hükümlerine aykırı olması Anayasa ve yasayla yasaklanmış
birtakım faaliyetlerin odağı haline gelmesi, kapatılmış bir siyasi partinin
devamı olduğunu beyan ve iddia etmesi ve nihayet yurt dışından yardım alması.
Bunlardan ikincisi anayasal kurumları korumak amacıyla siyasi özgürlüklere
sınırlar getirilmesi üçüncüsü ise getirilen bu sınırlara uymayan Partilerin
Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasından sonra tekrar aynı partiye varlık
kazandırılmasını ve dolayısıyla mahkeme kararlarının etkisiz hale
getirilmesinin önüne geçilmesi amacıyla düzenlenmiştir. Başka bir deyişle,
"odaklaşma" nedeni doğrudan siyasi hak ve özgürlükleri
sınırlandırmaya yönelik iken "devamı olma" nedeni kendi başına bir
sınırlandırma değil, hukuki sınırlandırmaların etkisini ortadan kaldırmaya
yönelik girişimleri önlemeyi hedefler. Bu nedenle kapatılmış olan bir siyasi
partinin devamı olma nedeniyle bir siyasi partinin kapatılması siyasi hak ve
özgürlükler ile diğer birey hak ve özgürlüklerine, anayasa ve yasalarda
sayılmayan yeni sınırlamalar getirmeyecek biçimde ve mahkeme kararlarına
uyulmasını sağlama münhasır amacına uygun olarak gerçekleştirilmelidir.
Örneğin,
Anayasa Mahkemesi'nin izlenim, imaj gibi kavramları kapatılan bir partinin
devamı sayılması için yeterli görmemesi hem siyasi partiler hem de bireyler
için çok önemlidir. Eğer imaj yeterli görülseydi, bu, siyasi partilerin hareket
alanlarının kendi işlevlerini aksatacak derecede aşırı bir şekilde daralmasına
neden olabilecekti. Daha önce kapatılan bir parti dolayısıyla yasaklı hale
gelenler de, aynen totaliter devletlerde olduğu gibi, kimsenin kendilerine
yaklaşmaya cesaret edemediği, kendilerinden uzak durulması gereken bireyler
olacaklardı. Oysa, kapatılan bir partinin devamı iddiası ve beyanı nedeniyle
parti kapatılması bu tür bir durumu öngörmeyen ve amacı yukarıda açıklandığı
gibi mahkeme kararlarının etkisiz kılınmasını önlemek olan bir yaptırımdır. Bu
nedenle Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda daha önceden geliştirdiği daraltıcı
yorum yerindedir ve bir hukuk devleti için gereklidir.
Konuya
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi açısından baktığımızda Anayasa Mahkemesi'nin
tutumu daha iyi anlaşılabilir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 11.
maddesinde toplanma ve örgütlenme özgürlükleri düzenlenmiştir. Bu düzenlemeye
göre, "Herkes, barışçıl amaçla toplanma özgürlüğü ile, kendi çıkarlarını
korumak için sendika kurma ve sendikalara girme hakkını da kapsayan örgütlenme
özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hakların kullanılmasına, ulusal güvenlik, kamu
güvenliği, suçun ve düzensizliğin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın
korunması, başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amaçlarının dışında,
hukukun öngörmediği ve demokratik bir toplumda gerekli bulunmayan hiç bir
sınırlama koyulamaz. Bu madde, silahlı kuvvetler, polis teşkilatı ve kamu
idaresi mensupları tarafından bu hakların kullanılmasına hukuka uygun
sınırlamalar koyulmasını engellemez."
Bu
maddede yeralan örgütlenme kapsamı içine siyasi partilerin de girdiği Avrupa
İnsan Hakları Komisyonu tarafından şüpheye yer bırakmayacak şekilde kabul
edilmiştir. (Bu konudaki ilk karar için bkz. Başvuru 250/57, Alman Komünist
Partisi Kararı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Yıllığı, C. I, 1955-1957, s.
222). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de aynı görüştedir. (Sigurdur Kararı,
30.6.1993, A. 264, s. 14; Vogt Kararı, 26. Eylül.1995, A. 323, s.31).
Komisyon
örgütlenme özgürlüğünü şöyle tanımlamaktadır: "Örgütlenme özgürlüğü,
vatandaşların çeşitli amaçları gerçekleştirmek amacıyla devlet müdahalesi
olmaksızın örgütlere katılma kapasitesine sahip olmalarıdır" (Başvuru
6094/73, D ve R Kararı, 1978, s. 5).
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 11. maddesi devletlere negatif sorumluluklar kadar
pozitif sorumluluklar da yüklemektedir. Yani Sözleşmeye taraf devletler sadece
vatandaşların örgütlenme haklarına müdahale etmemekle kalmayacak, ama aynı
zamanda vatandaşların çıkarlarını koruyabilmeleri için gerekli ortamı da
yaratacaklardır. Bu pozitif sorumluluk, iç hukuk düzenlerinin kişilerin
amaçlarına erişmesine yardımcı olmalarıyla değil ortak amaçlarını
gerçekleştirmek isteyen bireylerin kurdukları örgütlere varlıklarını
sürdürebilecekleri yeterli bir alanı yaratmalarıyla sağlanabilir. Bu pozitif
sorumluluk örgütlenme özgürlüğünü kağıt üzerinde kalmaktan kurtarır.
Bu
yükümlülük çerçevesinde Türkiye'deki devlet organları da bireylerin örgütlenme
özgürlüğünü kullanabilecekleri yeterli bir alanı yaratacaklardır. Anayasa
Mahkemesi bu organlardan biridir ve Siyasi Parti Kapatma davaları bakımdan
Anayasayı ve yasaları yorumlarken bu pozitif sorumluluğu da gözönünde
bulundurmalıdır. Anayasa Mahkemesi'nin yukarıdaki kararları bu noktanın
gözetildiğini göstermektedir. Benzer şekilde yasama organı da bu konuda
sorumluluk sahibidir. 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 95. maddesinde yer
yeni kurulan partide kapatılmış parti mensuplarının çoğunluğu
oluşturamayacağına ilişkin kural, siyasi madde metninden çıkarılmıştır. Bu
hükmün çıkarılması TBMM'nin Sözleşme'den kaynaklanan pozitif yükümlülükleri
gözettiğini ortaya koymaktadır.
3.
Anayasa Mahkemesi Tarafından Kapatılan Bir Siyasi Partinin Devamı Olmanın
Tespiti Sorunu
Yukarıda
da değinildiği gibi, Anayasa Mahkemesi bugüne kadar kendisi tarafından
kapatılmış bir partinin devamı olduğu gerekçesi ile bir başka parti hakkında
karar vermemiştir. Bununla birlikte, devamdan ne anlaşılması gerektiği ve
"beyan etme", "iddiada bulunma" kavramlarının anlamları,
beyan ve iddiada bulunanların kimler olabileceği konularında Anayasa Mahkemesi
içtihat geliştirmiştir.
Bu
nedenle, yapılması gereken şey bu içtihat temelinde Anayasa Mahkemesi
tarafından kapatılmış olma ek unsurunu da göz önünde bulundurmaktır. O halde
siyasi parti Anayasa Mahkemesi'nin bir çok kararıyIa kapatılmış ise, kapatılan
parti hakkında Mahkeme'nin oluşturduğu somut gerekçelere bakmak ve bu somut
gerekçelerin aynı şekilde kapatılması istenen parti açısından da gerçekleşip
gerçekleşlemediğini kontrol etmek gerekmektedir. Sonuç olarak, bir siyasi
partinin Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılmış başka bir siyasî partinin
devamı olduğunu beyan etmesi ve bu yolda iddiada bulunması nedeniyle
kapatılabilmesi için, 2820 sayılı Kanun'da gösterilen yetkili organ ve makamlar
tarafından; kamuoyunun bilgisine ulaşabilecek kadar aşikar ve bir siyasî
gereğin ya da genel bir ideolojik çerçevenin yahut siyasî mirasın savunusunu
aşan bir şekilde kapatılmış bir siyasî partinin devamı olduğuna ilişkin yazılı
ya da sözlü beyan ve iddialar ileri sürmesi ve bu beyan ve iddiaların Anayasa
Mahkemesi tarafından ciddi, inandırıcı ve etkili bulunması bu fiillerin şüpheye
yer bırakmayacak kadar yoğunlaşmış olması gerekir. Anayasa Mahkemesi yapacağı
bu değerlendirmede yukarıdaki ölçütlere ek olarak kapatılmış siyasi parti
hakkındaki kararın somut gerekçelerinden de yararlanabilir.
4.
Fazilet Partisi Davası Bakımından "Kapatılmış Bir Siyasi Partinin Devamı
Olma" Durumu
a)
Fazilet Partisi'nin Siyasi Söylemi Bakımından
Fazilet
Partisi diğer tüm siyasi partiler gibi Cumhuriyetimizin ilk yıllardan beri
varolan siyasi bir geleneğin günümüz şartlarına göre yeniden yorumlanmış bir
versiyonudur. Bu bakımdan partimiz Serbest Fırka, Terakkiperver Fırka, Demokrat
Parti, Adalet Partisi, Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Anavatan
Partisi, Doğru Yol Partisi ve Refah Partisi tarafından oluşturulmuş siyasi
mirası, bu partilere hizmet eden kişileri, bu partiler tarafından ortaya
konulan genel ideolojik yaklaşımları şu ya da bu ölçüde bünyesinde barındıran
muhafazakar bir merkez sağ partidir.
Partimizin
bu siyasi mirasa sahip olması hukuki değil sosyolojik bir konudur ve ülkemizde
siyasete sahip olmayan bir parti de yoktur. Bu mirasın içinde kapatılmış
partilerin bulunması da ülkemizde yadırgatıcı bir durum değildir. Çünkü
Cumhuriyet tarihinin en köklü partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi'nin ismini
alan bir parti dahi bugün yürürlükte olmayan ve hiç bir zaman yürürlükte
olmasını istemediğimiz bir yasa yüzünden kapatılmıştır. Nitekim bu sosyolojik
durum Anayasa Mahkemesi'nin bir kararıyla da tespit edilmiştir:
"...(Siyasi
partiler toplumun siyasi yaşamında yalnız hukuksal değil, aynı zamanda
sosyolojik bir gerçeğin yapısıdır. İmparatorluk döneminin 1908 yılından sonraki
çalkantılı yaşamında siyasi gruplaşmaların ve toplulukların Cumhuriyet
dönemindeki siyasi yapılaşmaya etkileri açıktır. Cumhuriyet dönemindeki yasal
ve yasal olmayan örgütlerin arkasında bulunan siyasal görüşler ve gruplar
etkinliklerini ve varlıklarını bugüne kadar değişik adlarla sürdürmüşlerdir.
Cumhuriyet dönemine ilişkin bu siyasal gelişimin akışı, Cumhuriyet Halk
Partisi, Serbest Fırka ve Terakkiperver Fırka ile başlamış ve çeşitli siyasal
kesintilere karşın bugüne kadar gelmiştir" (E. 1990/1 (SPK), K. 1991/1,
KG. 16.7.1991, AMKD, S. 27, C. 2, s. 968).
Anayasa
Mahkemesi aynı kararında yukarıda alıntısını verdiğimiz gibi geçmişte faaliyet
gösteren siyasi partilerin kültürel mirasına sahip olmayı son derece demokratik
ve doğal bulmaktadır. Bununla birlikte Fazilet Partisi yukarıda sözü edilen
gelenek içinde yer alan hiçbir partiyle özdeş ve o partinin devamı değildir.
Türkiye Cumhuriyeti tarihi özellikle merkez sağ muhafazakar partilerin çok
çeşitli renklere sahip olduklarını göstermektedir. Bu partiler bazen daha
liberal bazen daha devletçi, bazen sosyal politikalara bazen de iktisadi
politikalara önem veren partiler olmuşlardır. Çağın koşulları, demokrasinin
algılanış tarzı, ulusal ve uluslararası boyuttaki iktisadi ve sosyal, kültürel
sorunlar bu değişimlere neden olmuştur. Partilerin geçmişten çıkardıkları
dersler, edindikleri deneyim, hatta kimi zaman acı sonuçlar doğuran politikalar
da bu değişimde etkili olmuştur.
Fazilet
Partisi de benzer deneyimleri yaşayan kişilerce kurulmuş bir parti olarak tüm
sayılan bu partilerden farklı bir siyasi program kabul etmiştir. Partimizin
iktisadi politika bakımından daha liberal, siyasi konularda daha özgürlükçü ve
birey hak ve özgürlüklerine daha fazla vurgu ...yapan,. muhafazakar değerleri
yenilikçilik ekseninde yorumlayan, uluslararası ilişkilerde bütünleşmeyi ve
Avrupa Birliği'ne dahil olmayı savunan bir genel çizgiye sahiptir.
Kısacası,
üyeleri, duyarlılıkları, siyasi ideolojisi bakımından ortak bir mirastan
beslenen Fazilet Partisi, çağın gereklerine uygun yeni bir parti kurma çabası
içinde, liberal ve muhafazakar değerlerin bir sentezini kurmaya çalışan,
toplumumuzun kültürel kimliğini koruyarak dünya ile bütünleşmenin yollarını araştıran,
bireyin ve insan haklarının çağımızdaki önemini kavramış yenilikçi bir
partidir. Bu nedenle, partimizin genel ve ortak bir siyasi mirasın sınırlarını
aşacak kadar kapatılmış bir başka bir partiyle özdeşleştirilmesi olanaklı
değildir.
b)
Fazilet Partisi'nin Yetkili Organ ve Makamlarının Tutumları Bakımından
Yukarıdaki
genel açıklamalarda değinildiği gibi bir partinin başka bir siyasi partinin
devamı olduğu gerekçesiyle kapatılabilmesi için o partinin yetkili organ ve
makamlarının kamuoyunun bilgisine sunulacak biçimde aşikar beyan ve iddialarda
bulunması gerekmektedir.
Bu
konuda sayın Başsavcı tarafından delil olarak sunulan iddianame ve ek
iddianamedeki belgelerden hiçbiri Fazilet Partisi'nin bir yetkili organının
veya makamının beyan ve iddiada bulunduğunu kanıtlayamamaktadır. Bu iddialara
Ön Savunmamızda değindiğimiz için burada sadece dosyada bulunan ama iddianamede
zikredilmemiş iki gazete haberi üzerinde duracağız
3.4.1999
tarihli Radikal gazetesinde Fazilet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan'ın
"Biz Emanetçiyiz" dediği iddia edilmektedir. "Biz Emanetçiyiz
haberin başlığı yapılmakla birlikte sayın Kutan'ın haber içinde yer alan
konuşmasında bu sözcükleri kullanmadığı görülmektedir. Zaten daha haberin
başında "Kutan 'emanetçi olduğunu ima etti" denilmek suretiyle
yazının başlığı ile çelişkili bir ifade kullanılmıştır. Acaba sayın Kutan'ın bu
konuşmasında "ima" varmıydı sorusuna da olumlu yanıt vermek olanaklı
değildir. Sayın Kutan'ın konuşması aynen şöyledir: " Hoca'nın 30-40 yıllık
siyasi hayatında o kadar çok önemli hadiseler cereyan etti ki, hiçbirinde
sarsılmadı. Öyle bir ruh hali var ki, bu inancından gelen birşeydir. Hoca'yı
yıkmak kesin olarak mümkün değildir." Bu sözlerden "Biz
emanetçiyiz" sonucuna "ima" olarak dahi ulaşmak olanaklı değildir.
Daha Önce değindiğimiz gibi demokratik bir hukuk devletinde bireyler kime saygı
duyacaklarına kendileri karar verir ve bireylerin öznel değerlendirilmeleri
sansür edilemez. Aksi durumda totaliter devletlerde olduğu gibi belli kişilerin
adlarının anılmasını dahi yasaklamak gerekir. Sayın Necmettin ERBAKAN Anayasa
Mahkemesi kararı ile siyasetten yasaklanmış bir eski parti lideridir. Bu durum,
ona saygı duyanların bu duygularını açıklamalarına engel oluşturmaz. Sayın
Kutan'ın "ima" da dahi bulunmadığı bir konuşmasından "Biz
emanetçiyiz" sonucu çıkaran bu gazete haberi konunun hukuki bakımdan
incelenmesi sırasında ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini ortaya koyan güzel
bir örnektir.
İddianamede
yer almamakla birlikte dosyada bulunan bir başka haber ise sayın Lütfı
Esengün'ün "Sadece tabelamız değişecek. Adımız başka bir ad, amblemimiz
başka bir amblem olacak" sözleridir. Ancak bu sözlerin, bir yetkili organ
veya makam tarafından söylenmesini bir yana bırakalım, somut bir parti
tüzelkişisi adına sarfedildiği dahi ileri sürülemez. Haberin içeriğinde Fazilet
Partisi'nin adı dahi geçmemektedir. Refah Partisi'nin kapatıldığı gün yapılan
bu açıklamada sayın Esengün ileriye yönelik konuşmaktadır, "bunu
önümüzdeki günlerde planlayacağız", "kurulacak yeni parti" sözleri
sayın Esengün'ün henüz Fazilet Partisi'ne katılma kararı dahi vermediğini
göstermektedir.
Hukuka
aykırı bir şekilde elde edilen ve sayın Necmettin ERBAKAN ile sayın Yasin
Hatipoğlu arasında gerçekleşen konuşma ise bu ölçütler çerçevesinde, hukuka
aykırı olmasının ötesinde, kapatılan bir partinin devamı olmayı kanıtlayıcı
içerikte de değildir: Bir kere bu konuşma iki kişi arasında cereyan eden özel
bir konuşmadır. Beyan ve iddia üçüncü kişilerin bilgilerine ya da
yararlanmalarına sunulmadıkça, yasak eylem oluşmaz. Zaten bu delilin hukuka
aykırı bir şekilde elde edilmesine neden olan şey özel bir konuşmanın yasal
olmayan bir şekilde kaydedilmiş olmasıdır. Yani aşikarlık unsuru yoktur.
Partiyi temsile yetkili bir organ ya da makamın beyan ve iddialarından bahsetmek
de olanaklı değildir. Yasin Hatipoğlu konuşmanın cereyan ettiği tarihte Meclis
Başkanı sıfatına sahiptir. Konuşmanın iki tarafı da partinin ne yetkili bir
organı ne de makamıdır.
c)
Beyan ve İddiaların Yoğunluk Kazanması Bakımından
Anayasa
Mahkemesi içtihatlarında bir siyasi partinin kapatılmış bir başka partinin
devamı olması nedeniyle kapatılabilmesi için beyan ve iddiaların arızi
nitelikte olmaması, yoğunluk kazanması gerektiği de vurgulanmaktadır. Sayın
Başsavcının "devamı olma" başlığı altında toplanabilecek iddialarının
hiçbirinde partinin yetkili organ ve makamlarının beyan ve iddiada
bulunmadıklarının yanında bu başlık altında ileri sürülen delillerin birkaç
gazete haberi ile sınırlı olduğu ortadadır. Belki de bu nedenle sayın Başsavcı
hukuka aykırı elde edilmiş bir ses bandının delil olarak kabul edilmesinde bu
kadar ısrar etmektedir. Ancak, bu bandın, hukuka aykırı elde edilmiş olması bir
yana bırakılacak olursa, Anayasa Mahkemesi içtihatları çerçevesinde hiçbir
anlamı yoktur.
d)
Refah Partisi'nin Kapatılma Gerekçeleri Bakımından
Fazilet
Partisi genel olarak vatandaşların ve kendi seçmenlerinin hak ve
özgürlüklerinin korunmasına önem veren bir partidir. Bu hak ve özgürlüklerin
içinde din ve vicdan özgürlüğü de yer almaktadır. Bu nedenle partimiz
mensupları, partimizin yetkili organ ve makamları din özgürlüğüne ilişkin
beyanlarda bulunmaktadır ve bu gayet normal, demokratik bir tutumdur. Sayın
Başsavcı tarafından iddianame ve ekinde delil olarak gösterilen partimiz
milletvekillerine ait başörtüsü ile ilgili konuşmalar sadece toplumda yaşanan
sıkıntıların Meclise yansıtılması amacıyla yapılmıştır.
İddianameden
sanki Fazilet Partisi milletvekillerinin başörtüsü dışında hiçbir konuşma
yapmadıkları gibi bir izlenim edinilmektedir ki, gerçek böyle değildir. Fazilet
Partisi kurulduktan sonra TBMM çatısı altında toplam 320 adet gündem dışı
konuşma yapılmıştır. Bu konuşmaların 80 tanesi, yani %25'i Fazilet Partisi
milletvekillerine aittir. Bu 80 konuşmanın 12'si, yani %15'i sayın Başsavcı
tarafından yüksek heyetinize delil olarak sunulmuştur. Sunulan bu konuşmalardan
ise sadece 8 tanesi din özgürlüğü ve başörtüsü ile ilişkilidir. Yani Fazilet
Partisi adına yapılan toplam konuşma miktarının %10'u başörtüsü ile ilgilidir.
Kaldı ki, bu konuşmalardan hiçbiri salt konuya değinmek maksadıyla
yapılmamıştır. Bu sekiz konuşmadan her birinde milletvekilleri kürsüye kendi
illerinde ortaya çıkan bir sorun nedeniyle çıkmışlardır. Bu sekiz konuşmanın
bir başka ortak özelliği ise, dini görüş bildirmek, din adına yargıda bulunmak
vs, nedenle değil, sadece din ve vicdan özgürlüğü sınırları içinde kalarak
toplumun bir kesiminin sorunlarını dile getirmek amacıyla yapılmış olmalarıdır.
Mecliste temsil edilen diğer partilerin temsilcileri de benzer ve hatta üslubu
daha sert konuşmalar yapmaktadırlar. Aslında demokratik bir sistemde toplumda
tartışılan konuların ağırlığı ile siyasetçilerin gündemi paralellik arz eder.
Ülkemizde son zamanlarda kılık-kıyafet özgürlüğü bir çok siyasi parti
tarafından gündeme getirilmektedir. Siyasetin gündeminde olan bu konu hakkında
diğer siyasi parti üyelerinin ne tür konuşmalar yaptıklarını araştıran bir
çalışmamız atıfta bulunduğu gazete haberleri ile birlikte ekte sunulmuştur.
Ayrıca bu savunma yüksek heyetinize sunulmadan Önce yine aynı konuda TBMM'de
yapılan son konuşmayı da ekte sunuyoruz. Bu ekler "onlarda yapıyor bizim
suçumuz ne'" türünden basit bir mantıkla hazırlanmamıştır. Kılık-kıyafet
özgürlüğü bakımından başörtüsü konusunun güncel, birçok siyasi parti ve parti
üyeleri tarafından ele alınan, gündelik bir konu olduğunu ortaya koymada
yardımcı olduğu için bu ekleri savunmamıza dahil ettik.
Vatandaşların
dini hak ve özgürlükleriyle ilgili olanlar hariç olmak üzere Fazilet Partisi
dinle, ilgili hiçbir açıklama ve beyanda bulunmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nde
dini konularla hangi otoritelerin ilgilendiği bellidir. Fazilet Partisi
dinlerin içeriği ile ilgili tüm sorunları siyasî partilerin faaliyet alanı
dışında kaldığı görüşündedir. Bu çerçeve dışında kalan laiklik karşıtı
faaliyetler partimiz tarafından asla gerçekleştirilmemiştir. Fazilet Partisi
laiklik ilkesi bakımından Batı Demokrasilerinde yerleşmiş uygulamalardan
yanadır. Eleştirilerimiz laiklik ilkesine değil, onun uygulanmasında ortaya
çıkan sorunlara yöneliktir. Partimizin en büyük dileği bu sorunların bir an
önce çözülerek, kendimize ait tüm bireylerin tatmin oldukları ve birey hak ve
özgürlüklerini sonuna kadar gözeten bir temelde ülkemizin tüm dünyaya örnek
olmasıdır. Fazilet Partisi bugüne kadar elde oldukları delillerin edilmiş tüm
kazanımlara da sahip çıkmakta, bu hususta kimi yazar ve düşünürlerin kötümser
yaklaşımlarını da paylaşmamaktadır.
F-
GENEL DEĞERLENDİRME
Fazilet
Partisi'ne karşı açılmış olan işbu kapatma davasında kapatma nedeni olarak
ileri sürülmüş olan iki temel iddia vardır. Birincisi, Fazilet Partisi'nin
laikliğe aykırı fiillerin "odağı haline geldiği" iddiasıdır. Bu
hususla ilgili olarak sayın Başsavcı, esas itibariyle, partimizin bazı
mensuplarının veya partimiz üyesi olmayan kimi milletvekili veya eski milletvekillerinin
söz ve beyanlarından oluşan "kanıtlar" göstermiş ve ayrıca
Anayasamızın laiklik ilkesinin anlamı üstüne birtakım yorum ve değerlendirmeler
yapmıştır. Gösterilen "kanıtların büyük kısmı Ön Savunmamızda bir kısmı da
işbu Son Savunma'mızda tek tek ele alınarak bunların neden kapatma iddiasına
temel oluşturamayacakları uzun uzadıya açıklanmıştır.
Özetlemek
gerekirse, "kanıt" olarak gösterilen beyanların Partimizin
halihazırdaki üyelerine ait olanlarının hiç biri laiklik karşıtı olarak
nitelenemeyecekleri gibi, bunların önemli bir kısmı da yasama sorumsuzluğu
çerçevesinde ifade edilmiş görüşlerdir. Ayrıca, Siyasi Partiler Kanunu'nun 103.
maddesinin 4445 sayılı Kanun'un 18. maddesiyle değişik ikinci fıkrası
çerçevesinde, laiklik karşıtı oldukları iddia edilen bütün bu beyanlardan
hareketle Fazilet Partisi'nin bu türden eylemlerin odağı haline gelmiş olduğu
da söylenemez. Çünkü, ne söz konusu eylemlerin parti üyelerince "yoğun bir
şekilde" işlenmeleri söz konusudur ne de kanunda belirtilen parti organlarının
bunları zımnen veya açıkça benimsediğini gösteren kanıtlar vardır. Öte yandan,
söz konusu fiiller "parti organları"nın fiilleri de değildir ki
bunların "kararlılık içinde işlenmiş" olmaları da söz konusu olsun.
Bütün bunlardan dolayı, Fazilet Partisi'nin laikliğe aykırı, fiillerin odağı
haline geldiği gerekçesiyle kapatılması talebi, hukuki dayanaktan yoksundur.
Fazilet
Partisi'nin kapatılması talebinin dayandırıldığı ikinci iddia ise, onun
kapatılmış olan Refah Partisi'nin devamı olduğu şeklindedir. Ön Savunmamızda,
Anayasamızın 69. maddesinin yedinci fıkrası ve Siyasi Partiler Kanunu'nun 4445
sayılı Kanunla değişik 95. maddesi çerçevesinde, kapatılmış bir partinin devamı
olmanın ne anlama geldiğini analiz etmiş ve Fazilet Parti'sinin bu anlamda Refah
Partisi'nin devamı mahiyetinde bir parti olmadığını ayrıntılarıyla
açıklamıştık. Pozitif hukukumuz açısından bakıldığında, Siyasi Partiler
Kanunu'nun 95. ve 96. maddelerinde bir partinin hangi hallerde kapatılmış bir
partinin devamı sayılabileceğine ilişkin olarak derpiş edilen unsurların hiç
birisinin Fazilet Partisi bakımından söz konusu olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu
meyanda, Fazilet Partisi'nin tüzük ve programı ile kuruluşundan bu yana
izlediği politik çizgi bakımından, kapatılmış olan Refah Partisi'nden tamamen
farklı, yepyeni bir parti olduğunu da göstermiştik. Fazilet Partisi keza, Ön
Savunmamızda da açıklamış olduğumuz gibi, Türkiye'nin gelecekteki yerini de
çağdaş Batı dünyası içinde düşünmekte ve politikasını da o yönde
şekillendirmektedir. Nitekim, Fazilet Partisi yönetimi dış dünyaya ilişkin
olarak öncelikle Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri ile temas
kurmaya öncelik vermiştir.
Hukuki
durum bu olmakla beraber, sayın Başsavcı kimi Fazilet Partililerin kapatılmış
olan Refah Partisi ile bir bağlantının var olduğunu düşündürecek bazı
beyanlarına ve/veya ilişkilerine atıfta bulunarak iki parti arasında bir
devamlılık ilişkisi bulunduğunu ileri sürmektedir. Kanaatimizce, bu noktada iki
şeyi birbirinden ayırmalıyız. Bir siyasi partinin pozitif hukuk bakımından
kapatılmış bir partinin devamı olmasıyla, onun sosyolojik bakımdan kapatılmış
olan eski bir partinin tabanına da hitap ediyor olması birbirinden tamamen
farklı durumlardır. Bu çerçevede, Fazilet Partisi'nin bir "kitle partisi
olarak toplumun çeşitli kesimlerinin desteğini almaya çalışması gayet doğaldır.
Bu kesimler arasında, kapatılmış olan Refah Partisi'nin bir kısım tabanının yer
almasından da yanlış olan bir şey yoktur. Çünkü, toplumda temeli bulunan
"Fikir" ve "çıkar"ların kendilerini bir biçimde ifade
etmeleri sosyolojik bakımdan engellenebileceği gibi, demokratik bir toplumda
siyasi partilerin çıkar ve talepleri temsil etmek için birbirleriyle
yarışmaları da doğal bir durumdur.
Nitekim,
ülkemizde sadece Fazilet Partisi için değil kimi başka partiler bakımından da
bu tür sosyolojik sürekliliklerin söz konusu olduğu açıktır. Söz gelişi, Doğru
Yol Partisi'nin, hukuki anlamda değilse de siyaset geleneği bakımından
kapatılmış olan Adalet Partisi'nin bir uzantısı olduğu sosyolojik bir gerçektir.
Kaldı ki, kapatılmış olan Refah Partisi'nin tabanına hitap etmeye çalışan
sadece Fazilet Partisi de değildir. Sosyolojik temeli bulunan siyasi gelenek ve
yönelimlerin meşru siyasi partilerde kendilerine bir yer bulabilmeleri
toplumsal barışın idamesi bakımından da son derece hayatidir. Avrupa İnsan
Hakları Divanı'nın, Avrupa Sözleşmesi çerçevesinde "Avrupa kamu
düzeni"nin özünü oluşturduğunu tespit ettiği "demokratik toplum"
anlayışı bakımından da başka türlü düşünmeye imkan yoktur. Böyle bir anlayış
çerçevesinde, siyasi geleneklerin sosyolojik anlamda devamlılığının parti
kapatma nedeni olarak görülemeyeceği de açıktır.
Bu
sorunla ilgili olarak işaret edilmesi gereken başka bir nokta da kimi Fazilet
Partililerin bazı eski Refah Partililerle insani ve medeni ilişkilerini
sürdürüyor olmalarının bu dava bakımından ifade ettiği anlamdır. Bu hususta
hemen belirtmeliyiz ki, kapatılmış olan Refah Partisinin kimi önde gelen
şahsiyetleriyle yapılmış olsalar bile, bu tür ilişkiler iki parti arasında
hukuki anlamda bir devamlılık ilişkisi olduğunu göstermez. Pek tabiidir ki,
uzun yıllar arkadaşlık ve dostluk etmiş, birlikte siyaset yapmış insanlardan,
on yıllara varan bu türden insani ilişkilerini kesmeleri beklenemez.
Siyasetçilerin güvendikleri başka kişilerin akıl ve tecrübesinden yararlanmak
istemeleri, zaman zaman onlara danışmaları da olağan bir durumdur. Bu kişilerin
arasında siyasi bakımdan yasaklı olan eski politikacılar da olabilir. Böyle bir
ilişkinin varlığı hukuki bir yargıya esas oluşturamaz. Kaldı ki, siyasi
partilerin toplumdan sağlayacağı siyasi desteği azamileştirmek arayışı içinde
olmaları doğaldır.
Nihayet,
Fazilet Partisi hakkında açılmış olan işbu kapatma davasında, sayın
Başsavcı'nın onun kapatılmış olan Refah Partisi'nin devamı olduğu yolundaki
iddiasında da garip olan bir yön vardır. Şöyle ki: Sayın Başsavcı iki parti
arasında bir devamlılık ilişkisi bulunduğu yolundaki iddiasının en önemli maddi
"kanıt'ı olarak, kapatılan Refah Partisi'ne mensup 147 milletvekili ile
belediye başkanlarının tamamına yakınının 24.2.1998 tarihinde ve izleyen
günlerde Fazilet Partisi'ne geçmiş olmalarını ve yine Refah Partisi
milletvekillerinden iddianamede adları belirtilenlerin 17.12.1997 tarihinde
Fazilet Partisi'nin Genel İdare Kurulu ve Disiplin Kurulu üyesi olmalarını
göstermiştir. Öte yandan Fazilet Partisi hakkında açılan işbu kapatma davasının
tarihi ise 7.5.1999'dur. Bu duruma göre, eğer eski Refah Partili
milletvekillerinin büyükçe bir bölümünün Fazilet Partisi'ne katılması ve
bunlardan bazılarının partinin yönetim ve denetim kurullarında görev almaları
sayın Başsavcı tarafından iddia edildiği gibi Siyasi Partiler Kanunu'nun 95.
maddesine aykırı idiyse, Fazilet Partisi hakkında kapatma davası açmak için
neden bir yıldan fazla bir süre beklemiştir' Sayın Başsavcı'nın anayasal ve
yasal konumu bu duruma muttali olduğu andan itibaren görevinin gereğini yerine
getirerek dava açmasını zorunlu kılmaz mı'...
Bize
göre sayın Başsavcı'nın böyle davranmasında iki ihtimal söz konusudur: Birinci
ihtimal, sayın Başsavcı'nın kendisine Anayasa ve yasayla verilmiş olan görevini
"kamu yararı" anlayışına uygun olarak kullanmak gibi bir duyarlılıkla
davranmamış, aksine keyfi bir biçimde hareket etmiş, belki de dava açmak için
"uygun" bir konjonktür beklemiş olmasıdır, ikinci ihtimal, sayın
Başsavcı'nın işbu kapatma davasını açarken kendi vicdani kanaatine ve takdirine
göre olmaktan çok, mahiyetleri bizce meçhul olan kimi harici etkiler altında
hareket etmiş olmasıdır. Bu ihtimallerden hangisi doğru olursa olsun, her
halükarda sayın Başsavcı'nın hukuka uygun davranmadığı açıktır. Ayrıca bu
durum, işbu davanın açılmasının kamu yararına hizmet etmek amacıyla fazlaca bir
ilişkisi bulunmadığını ve hukuki ciddiyetinin kuşkulu olduğunu da
göstermektedir.
Ön
Savunmamızda, iddianamede yer alan, Fazilet Partisi'nin gerek "laiklik
karşıtı fiillerin odağı haline geldiği" gerekse "kapatılmış olan
Refah Partisi'nin devamı olduğu" yolundaki iddialarla ilgili olarak ileri
sürülmüş olan bütün "kanıtlar"ı ayrıntılı olarak cevaplandırmış ve
bunların hiç birisinin partimizin kapatılması için haklı nedenler
oluşturamayacağını göstermiştik. Sayın Başsavcı "Esas Hakkında
Görüş"ünde bunların hiç birisine değinmediği gibi, yeni bir kanıt da
getirmiş değildir. Aksine, "Esas Hakkında Görüş", çok büyük ölçüde,
bu davanın konusuyla doğrudan doğruya ilgili olmayan açıklamalarla doldurulmuş
ve Siyasi Partiler Kanunu'nun değişik 103/2. maddesi hakkında anayasaya
aykırılık itirazına yer verilmiştir, işbu Son Savunma'mızda iddiaların da
hukuki dayanaktan yoksun olduklarını göstermiş bulunuyoruz.
Nihayet,
sayın Başsavcı'mn iddianamesinde Fazilet Partisi'nin Aydın Menderes dışındaki
bütün üst düzey yönetici ve milletvekillerinin beş yıl süreyle siyasetten
yasaklanmaları ve milletvekillerinin bu sıfatlarının düşürülmesi yolundaki
talebi de hiç bir hukuki temele dayanmayan bir istektir. Çünkü, yüksek
heyetinizce malum olduğu üzere Anayasa'nın ilgili 69. maddesinin sekizinci
fıkrasının açık hükmü karşısında Anayasa Mahkemesi'nin bir siyasi partinin
kapatılmasına karar vermesi halinde siyasi yasak getirme müeyyidesini
uygulayacağı kişiler "siyasi partinin temelli kapatılmasına beyan ve
faaliyetleriyle sebep olan kuruculara dahil üyeleri"nden ibarettir. Siyasi
Partiler Kanunu'nun 95. maddesi açısından da hukuki durum aynıdır. Yani,
kapatılan bir partinin üyeleri bakımından genel bir yasak getirilmesi ne
Anayasamız ne de Siyasî Partiler Kanunu öngörmüştür. Oysa sayın Başsavcı'nın
iddianamesinde bile Fazilet Partisi'nin kapatılması için söz ve eylemleri
gerekçe gösterilen parti mensupları sınırlı sayıdadır. Başka bir ifadeyle,
sayın Başsavcının kendi iddiasına göre bile Fazilet Partisi'nin bütün üyeleri
kapatmaya neden olacak mahiyette söz ve eylemlerde bulunmuş değildir. Şu halde,
baştan beri açıkladığımız gerekçelerle, partimizin kapatılmasını gerektirecek
hiç bir neden bulunmadığı açık olmakla beraber, farzı muhal böyle bir durum
vaki olsa bile partimizin bütün üyelerine siyasî yasak getirilmesini talep
etmek anti-Anayasal bir tutumdur.
Aynısı,
sayın Başsavcı'nın partimizin üyesi olan milletvekillerinin
milletvekilliklerinin düşürülmesi talebi bakımından da geçerlidir. Çünkü,
Anayasamızın 84. maddesinin son fıkrasına göre, milletvekillikleri düşürülecek
olanlar, sadece, "partinin temelli kapatılmasına beyan ve eylemleriyle sebep
olduğu Anayasa Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin, kesin, kararıyla
belirtilen" milletvekilleridir. Bu nedenle, sayın Başsavcı'nın bu
husustaki talebi de hukuki dayanaktan tümüyle yoksundur.
G-
SONUÇ VE TALEP
Sonuç
olarak, Fazilet Partisi'nin "Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış olan
Refah Partisi'nin devamı olduğu" ve "laiklik karşıtı eylemlerin odağı
haline geldiği" nedenleriyle kapatılması, bütün üst düzey yönetici ve
milletvekillerine beş yıl süreyle yasak getirilmesi ve bütün milletvekillerinin
milletvekilliklerinin düşürülmesi talebiyle açılan ve Anayasamızın siyasi
partilerle ilgili hükümleri, hukukun evrensel ilkeleri, Avrupa insan Hakları
Sözleşmesi ve bu çerçevede görev yapan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin
içtihatları ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu, Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanunu ve diğer ilgili kanunlar hükümleri karşısında hukuki temelden yoksun
olan işbu davanın, reddine karar verilmesini Fazilet Partisi Genel Başkanı
sıfatıyla arz ve talep ederim."
VI-
SÖZLÜ AÇIKLAMA
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı'nın 18.1.2000 tarihli sözlü açıklaması şöyledir:
"BAŞKAN
- 14.12.1999 gününde verilen karar gereğince, Başkan Ahmet Necdet Sezer,
Başkanvekili Haşim Kılıç; üyeler, Samia Akbulut, Yalçın Acargün, Mustafa Bumin,
Sacit Adalı, Ali Hüner, Mustafa Yakupoğlu, Fulya Kantarcıoğlu, Mahir Can Ilıcak
ve Rüştü Sönmez'den oluşan Anayasa Mahkemesi, 18.1.2000 günü saat 10.00'da
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının sözlü açıklamalarını dinlemek üzere toplandı.
Raportör
Mehmet Turhan ile evvelce yeminleri yaptırılan stenograflar; Alaaddin Ayten ve
Cengiz Tanrıverdi hazır. Sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş'ın
sözlü açıklamalarının dinlenilmesine başlandı.
Sayın
Savaş, buyurun.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş - Anayasa Mahkememizin Değerli Başkan ve
üyeleri; sözlü açıklamama başlarken hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Mahkemeniz,
Refah Partisi aleyhine açılan kapatma davasının görüşülmesi sırasında
"davaya bakmakta olan mahkeme" sıfatıyla Siyasî Partiler Kanununun
103/2 nci maddesinin Anayasaya aykırı olduğu kanısına vararak, davayı bu
aşamada bekletip, söz konusu maddeyi bu açıdan incelemiş ve 22.2.1998 tarihli
Resmî Gazetede yayınlanan 9.1.1998 gün ve 2/1 sayılı kararıyla iptaline karar
vermiştir.
7.5.1999
tarihli iddianamemizle Fazilet Partisinin kapatılması için dava açmamızdan
sonra kabul edilen 4445 sayılı Yasanın 18 inci maddesiyle 2820 sayılı Siyasî
Partiler Kanununun 103 üncü maddesinin ikinci fıkrası yeniden düzenlenmiştir.
6.10.1999
tarihli "Esas Hakkındaki Görüşümüz"de ayrıntılarıyla açıkladığımız
nedenlerle, bu düzenleme de Anayasamıza aykırıdır. Mahkemenizce, söz konusu
maddenin ikinci fıkrasının öncelikle incelenerek, yeniden iptal edileceğine
inanıyoruz.
A-
Anayasamızın 24/son maddesinde; "Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasî
veya hukukî temel düzenini, kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya
siyasî veya kişisel çıkarlar için yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle
olursa olsun dinî ve din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri
istismar edemez ve kötüye kullanamaz" 2820 sayılı Siyasî Partiler
Kanununun 87 nci maddesinde ise; "Siyasî partiler, devletin sosyal veya
ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini, kısmen de olsa dinî esas ve
inançlara uydurmak amacıyla veya siyasî amaçla veya siyasî menfaat temin ve
tesis eylemek maksadıyla dini veya dinî hissiyatı veya dince mukaddes sayılan
şeyleri alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapamaz, istismar
edemez veya kötüye kullanamazlar" hükümlerine yer verilmiştir.
Refah
Partisinin kapatılmasına ilişkin Anayasa Mahkememizin 16.1.1998 gün ve 1/1
sayılı kararında; "Kamusal kuruluşlarda ve öğretim kurumlarında başörtüsü
ve onunla birlikte kullanılan belli biçimdeki giysi, bir ayrıcalıktan öte ayrım
aracı niteliğindedir. Dinsel kaynaklı düzenlemelerle girişimler Anayasa
karşısında geçerli olamaz ve bu tür eylemler Anayasadaki laiklik ilkesine
aykırılık oluşturur."
Anayasanın
153 üncü maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama,
yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri
bağlayacağı, 138 inci maddesinde de, yasama ve yürütme organları ile idarenin
mahkeme kararlarına uymak zorunda oldukları, bu organlarla idarenin mahkeme
kararlarını hiçbir surette değiştiremeyeceği ve bunların yerine getirilmesini
geciktirmeyeceği öngörülmüştür. Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü
fıkrasında siyasî partilerin hukuk devleti ilkesine uymakla yükümlü oldukları
belirtilmiştir. Anayasanın 153 üncü maddesinin son fıkrasına göre, gerçek ve
tüzel kişileri bağlayan Anayasa Mahkemesi kararları siyasî partileri de bağlar.
Anayasa
Mahkemesinin 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununa eklenen ek madde 16'nın
iptaline ilişkin 7.3.1989 günlü ve 1/12 sayılı kararında, laik bir devlette
hukuk kurallarının kaynağının dinde değil akılda bulunduğu, kişilerin iç
dünyasına ilişkin olması gereken dinî inançlara göre yasal düzenleme
yapılmasının Anayasanın 2, 10, 24 ve 174 üncü maddelerine aykırı olduğu
belirtilmiştir.
Öte
yandan, Danıştay Sekizinci Dairesinin 23.2.1984 günlü 207/330; 16.11.1987 günlü
128/486; 27.6.1988 günlü 178/512 sayılı kararlarıyla ve Danıştay İdari Dava
Daireleri Genel Kurulunun 16.6.1994 günlü 61/327 sayılı kararlarında da, Yüksek
Öğretim Kurumlarında başörtüsü ve türban takan öğrencilerin Atatürk
devrimciliğiyle laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı davrandıkları ve dine dayalı
devlet düzenini benimsedikleri kabul edilmiştir. Buna karşın, davalı Parti
Genel Başkanı Necmettin Erbakan ile kimi parti yetkililerinin mahkeme
kararlarını etkisiz hale getirmek için resmî daire ve üniversitelerde türban
kullanmayı teşvik eden laiklik ve hukuk devleti ilkelerine aykırı konuşmalar
yaptıkları anlaşılmıştır.
Anayasa
Mahkemesinin Anayasanın laiklik ve düşünce özgürlüğüne ilişkin kurallarına
verdiği anlam ve içerikle İnsan Hakları Avrupa Komisyonunun konuya ilişkin
değerlendirmelerinde birçok ortak nokta bulunmaktadır. Komisyon 18783/91;
5.3.1993'e, 16278/90; Türkiye K. t. 3.5.1993 sayılı kararlarında yüksek
öğrenimini laik bir üniversitede yapmayı seçen bir öğrencinin bu üniversitenin düzenlemelerini
kabul etmiş sayılacağını, üniversitelerce getirilen düzenlemelerin, farklı
inanışdaki öğrencilerin birlikteliğini sağlamak amacına yönelik olarak,
öğrencilerin dinsel inançlarını açığa vurma özgürlüklerini yer ve biçim
bakımından sınırlayabileceklerini, özellikle nüfusun büyük bir çoğunluğunun
belirli bir dine mensup olduğu ülkelerde, bu dinin tören ve simgelerinin
herhangi bir yer ve biçimde sınırlama olmaksızın sergilenmesinin, sözü geçen
dini uygulamayan veya başka bir dine mensup öğrenciler üzerinde baskı
oluşturabileceğini, laik üniversitelerin, öğrencilerin kılık ve kıyafetlerine
ilişkin kurallar koyarken, kimi kökten dincilerin yüksek öğretimde kamu
düzenini bozmamalarını ve diğerlerinin inançlarına zarar vermemelerini
sağlamaya özen gösterebileceklerini açıklayarak L.B ve Ş.K isimli öğrencilere,
laik üniversite düzeninin gereklerine uygun biçimde fotoğraf vermedikleri
gerekçesiyle okul diploması verilmemesi, din ve vicdan özgürlüğüne müdahale
olarak görülmemiş ve şikâyetin kabul edilemez olduğuna karar verilmiştir.
Parti
genel başkanı Necmettin Erbakan'ın laiklik ilkesine ilişkin Anayasa ve yasa
kuralları ile Anayasa Mahkemesi kararlarını gözardı ederek, resmî daire ve
üniversitelerde türban ve başörtüsü kullanmayı teşvik eden konuşmaları, laik
düzen karşıtları için bir mesaj oluşturmuştur" denilmektedir.
Bu
karar, 22.2.1998 gün ve 23266 sayılı Resmî Gazetede yayınlanarak, tüm siyasî
partilerimiz ve vatandaşlarımızca öğrenilmiştir.
Bilindiği
gibi, siyasal İslamcıların faaliyetlerinin o ülkede açık ve yakın tehlike
oluşturmamasına rağmen Cenevre Kanton Hükümeti, 16.10.1996 tarihli kararı ile,
Kantonal Eğitim Müdürlüğünün, Müslüman bir bayan öğretmenin, derslere, İslam
Dini geleneklerine uyarak, başına türban takıp derslere girmesini yasaklamıştı.
Bu
karara yapılan itirazı değerlendiren İsviçre Yüksek Mahkemesinin 12.11.1997 gün
ve 419/1996 sayılı kararında - bu karar Manisa Barosu Dergisinin Nisan 1998
sayısında yayınlanmıştır- şöyle deniyor: "Her ne kadar, ilgili yönünden,
kendi giysileriyle açığa vurulan dinsel kimliği büyük bir önem taşımakta ise
de, belli koşullarda bu tür giysilerin yasaklanma; inanç özgürlüğünün özüne
tecavüz sayılmaz. Çünkü, idarî merci tarafından yapılan bu yasaklamada, önemli
derecede kamu yararının varlığı söz konusudur" denilmektedir.
Hal
böyle iken ve hiçbir uluslararası sözleşmede dinsel kimliğini açığa vuran
giysilerle öğrenim görme veya kamu kuruluşlarında görev yapmanın inanç
özgürlüğünün bir parçası olduğu veya insan haklarından sayıldığına dair
herhangi bir hüküm bulunmamasına rağmen, Fazilet Partisi Genel Başkanı dahil,
tüm yöneticileri, milletvekilleri ve belediye başkanları, vatandaşlarınızın bir
kısmının dinsel inançlarını en kolay bu yoldan sömürüp, laik devlet düzenimizle
çatışmaya sokabileceklerinin bilincinde olarak ve Anayasa Mahkememizin anılan
kararını hiçe sayarak, meydan meydan, köy köy dolaşıp, tüm televizyonlardaki
açık oturum ve söyleşilere katılarak kamu kurumlarında ve üniversitelerde
başörtüsüyle çalışma ve öğrenim görmenin vazgeçilmez bir insan hakkı olduğunu
yasaklar getiren mevzuat ve bunları uygulayan kamu görevlilerinin laikliğe
aykırı davranışta bulunarak suç işlediklerini iddia ederek, halkımızın bir
bölümünü devletimize karşı kışkırtmayı alışkınlık haline getirmişlerdir.
Bu
kışkırtmaların sonucu, "başörtüsüne uzanan eller kırılsın" sloganının
atıldığı, bu sloganın yazıldığı pankartların taşındığı toplantılar ve
yasalarımıza aykırı yürüyüşler düzenlenmiş, televizyon ekranlarına da yansıyan
bu toplantı ve yürüyüşlerde, Fazilet Partisi yöneticisi, milletvekili veya
belediye başkanlarından birçoğunun hazır bulunduğu, bu sloganve pankartları
işitmeleri ve görmelerine rağmen, başörtüsü yasağının mutlaka kalkması
gerektiğine ilişkin konuşmalar yaptıkları görülmüştür.
18
Nisan 1999 tarihinde yapılan milletvekili seçimlerinden önce, annesi türbanını
çıkartmadığı için bir kamu kuruluşundan uzaklaştırılmak zorunda bırakılmış,
kendisi de türbanlı ve hiçbir zaman ve hiçbir yerde türbanını çıkarmayacağını
her zaman söyleyen Merve Kavakçı adlı hanım, Fazilet Partisi yöneticileri
tarafından seçilebilecek bir yerden önce milletvekili adayı gösterilmiş; başta,
Recai Kutan olmak üzere, Fazilet Partisinin tüm yöneticileri, Merve Kavakçı'nın
özel olarak seçildiği ve Mecliste yapacağı eylemi tüm Fazilet Partisi milletvekilleri
ve parti yöneticilerinin önceden bildiği anlaşılmaktadır.
Yine,
bilginize sunduğum görüntülü kasetlerin incelenmesinden, başörtüsüyle yemin
etme eylemi yapmak için Türkiye Büyük Millet Meclisine Nazlı Ilıcak'ın
refaketinde gelen Merve Kavakçı için yapılan tezahürat ve yemin töreninin
sonuna doğru salonda bulunmadığı halde, Merve Kavakçı'nın ismi okununca,
Fazilet Partisi milletvekillerinin tümünün katıldığı tezahürattan; 3.5.1999
günü Merve Kavakçı'nın Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı ve başörtüsü
eylemini, insafsız ve ancak bir ajan provakatöre yakışacak biçimde, Amerika'da
zencilerin insan hakları için yaptığı mücadeleye benzettiği basın toplantısına,
Fazilet Partisi Grup Başkanvekili Abdullatif Şener'le birlikte, Fazilet
Partisinin pek çok milletvekilinin katılması, eyleminin Fazilet Partisi
yöneticileri tarafından planlandığını ve teşvik edildiğini açık bir biçimde
göstermektedir.
Olay,
tarafsız, içtiği andın anlamını bilen ve pek çok kamu görevlisinin aksine,
içtiği anda bağlı kalan Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel tarafından, olay
gecesi, TRT l'de yayınlanan "Politikanın Nabzı" programda şu şekilde
değerlendirilmiştir:
"Türkiye
Büyük Millet Meclisi bu çeşit hadiselere sahne olmamalıydı. Olayı herkesin
kınadığını hissediyorum. Bu münferit hadise, aslında, bugünün hadisesi
değildir, günlerdir planlanan bir hadisedir; yani, bir hadise çıkarılacaktır.
Bu, aslında provakatörlüktür. Bu tip ajan provakatörler çok görülmüştür. Gemi
azıya alınmıştır. Bu işi bu hale getiren kişi, bunu yapmaya memurdur. Eğer,
bunu İslamın şartı sayıyorsa bu, bölücülüktür. İslamda fitne çıkarmak, katilden
beterdir. Açıkça söylüyorum; bu, bir cereyandır; demokratik Cumhuriyete karşı
bir cereyandır. Bu cereyanın sahiplerine, devlet dairelerinde, Meclis gibi, nizamı
75 yıldır uygulanan bir yerde gösteri yapmalarına imkân verilemez"
demiştir.
Olgun
kişiliğiyle tanınan Başbakanımız Bülent Ecevit dahi çileden çıkmış, Meclis
kürsüsünden ve olay anında "Türkiye'de hiç kimse hanımların özel yaşamında
giyimine, kuşamına, inançları gereği başını örtmesine karışmıyor; ancak,
Türkiye Büyük Millet Meclisi hiç kimsenin özel yaşam mekânı değildir. Burası
devletin en yüce kurumudur. Burada görev yapanlar, devletin kurallarına,
geleneklerine uymak zorundadırlar. Burası devlete meydan okunacak yer
değildir" demek zorunda kalmıştır.
İddianamemizin
düzenlenmesinden sonra, Mahkemeniz soruşturmanın genişletilmesi kararına
varmış, 13.5.1999 gün ve 106/429 sayılı yazınızla Başsavcılığımdan,
iddianamemize dayanak yaptığımız tüm delilleri istemiştir.
4.6.1999
tarihli yazımızla, Başsavcılığımızın arşivine girmiş, Fazilet Partisi üst düzey
yöneticilerinin başörtüsü konusunda yaptığı eylemler ve yaptıkları konuşmalar
13 sahifede özetlenerek görüntülü kasetler, Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanak
Dergileriyle birlikte mahkemenize gönderilmişdi.
Bu
belgelerin incelenmesinden açıkça anlaşılacağı gibi, Fazilet Partisi
yöneticilerinin yaptığı ve yaptırdığı başörtüsü eylemleri Refah Partisi
yöneticilerin yaptığı eylemlerden çok daha fazladır.
Fazilet
Partisi Genel Başkanı Recai Kutan, üniversitelerimizdeki başörtüsü yasağını
bahane ederek Türkiye Cumhuriyetini "muz cumhuriyet" olarak
nitelendirmekten çekinmemiştir.
Türban
konusunu, partilerinin kapatılmasını göze alarak daimî olarak gündemde tutmaya
çalışmalarının gerçek nedeni nedir'
Profesör
Doktor Cahit Tanyol, 1999 yılında yayınlanan "Neden Türban" adlı
kitabında, Başsavcılığımın görüşlerine uygun şekilde konuya açıklık
getirdiğinden, söz konusu kitaptan birkaç bölümü aynen okumak istiyorum:
(İmam
hatip okullarının amacı din adamı yetiştirmektir; fakat, bu okullar
fırsatlardan yararlanarak eski medreselerin hortlatılmasına zemin
hazırlamıştır. Refah Partisinin yer almış olduğu koalisyon döneminde meslek
okullarına üniversiteye girme hakkı tanındı. Refah Partisinin bu kanunu
çıkarmaktaki amacı, imam hatip çıkışlıların devletin köşe başlarını tutmasını
sağlamaktı. Bütün çabalarına rağmen yalnız Harbiyeye giremediler; biraz
mırıldandılar, pabuç pahalı geldi. Öğrenim hakkı dediler. Devletin diğer örgütlerine
sızmak suretiyle subaşlarına kendi adamlarını yerleştirdiler. Bir de görüldü
ki, mülkî idare başta olmak üzere, devlet mekanizmasının bütün köşe başları
imam hatip kökenlilerle doldurulmuş. Millî Eğitim Bakanlığı, Talim Terbiye
Kurulu onların eline geçmiş. Üniversitelerin her dalında molla kılıklı öğretim
üyelerinin sayısı çoğalmış. Liselerde felsefe ve sosyoloji dersleri itelenerek
kapı önünde atılmış, onların yerine bütün sınıflara zorunlu din dersi
konulmuştur. Her üniversitede bir ilahiyat fakültesi, her ilde bir İslam
enstitüsü, sayısı yüz binleri bulan kız ve erkek imam hatip okulları ve
öğrencileri ve bir o kadar Kur'an kursları, bütçesi ve kadroları alabildiğine
şişkin bir Diyanet İşleri Başkanlığı, sayısı milyonların çok üstünde cami ve
mescit yapma seferberliği... Bütün bunlar tabanda bir siyasî sömürü ağının
dayanakları. Şu anda Türkiye, bir irtica ve din sömürüsüne teslim olmuş
durumda. Şu anda Türkiye'de her gün Menemen olaylarına taş çıkartacak irtica
suçları işlenmektedir. Her gün üniversitelerin önü, camilerin çevresi polis
kordonu altında. Yapılan gösterilerin amacı devleti çürütmek, kanunları işlemez
hale getirmek. Türban gibi anlamsız bir olayın, ikide bir insan hakları maskesi
altında Türkiye Büyük Millet Meclisini, Anayasa Mahkemesini, üniversiteleri
işgal etmesi ülkede anarşik bir ortam yaratmaktan öte bir yarar sağlayamaz.
Gazetelere
yansımış şu olay üzerinde ibretle, dikkatle durmak ve düşünmek gerek; devletin
kimler tarafından işlenmez hale getirildiğinin somut örneğidir, aktarıyorum:
"Fazilet
Partisi Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül'ün eşi 18 yıl sonra yeniden
üniversiteye dönmek için üniversite sınavına girdi; Dil Tarih ve Coğrafya
Fakültesi Arap Dili Edebiyatı bölümünün sınavını kazandı. Başı açık fotoğraf
vermediği için kayıt yaptıramadı. Gül, eşinin üniversiteye kaydını yaptırmak
için refakatinde avukatlarını ve bir de Ankara 16 ncı Noter Başkâtibini
fakülteye getiriyor. Abdullah Gül'ün eşi bayan Gül, evraklarını kayıt
görevlisine veriyor; fakat, kayıt görevlisi 'başı açık vesikalık fotoğraf
vermek zorundasınız, yoksa kaydınızı yapamayız' diyor. Araya beraberinde
getirdikleri avukat ve noter başkatibi giriyorsa da, onların tanıklığı da işe
yaramıyor ve Gül hanımın kaydı yapılmıyor. Bu zulüm (!) karşısında Abdullah
Gül:" Türkiye'de 18 yıl önce olağanüstü bir durum vardı; eşim o yıllarda
da üniversitede başörtüsü sıkıntısı olduğu için aynı nedenle üniversiteye
kaydını yaptıramamıştı. Üç çocuk büyüttükten sonra girdiği üniversite sınavını
kazandığı halde fakülteye yine kaydını yaptıramıyor. Görünen o ki, Türkiye'de
18 yıldır değişen bir şey yok. Bugün Moskova'da yaşıyor olsaydık, eşim böyle
bir engelle karşılaşmazdı"diyor.
Üstelik,
bu büyük Müslümancının beyanatının da yalan olduğunu gazeteler yazdı. Bu zat,
ikinci Refah Partisinin Başkanvekili ve birinci Refah Partisi iktidarı
döneminde de bakanlık koltuğunu işgal etmiş. Beyninde en ufak bir devlet
bilinci, en ufak kanunlara saygı bulunmuş olsaydı, üniversitedeki basit bir
kayıt görevlisinin uyarısı karşısında utançtan yerlere geçmesi gerekirdi. '18
yıldır değişen bir şey yok' dernek, o şaibeli sayılan iktidarlarına rağmen
devleti çürütememişlerdir ve 18 yıl içinde bu zatın kafasında da en ufak bir
gelişme olmamış. Eğer, bu olay kendi iktidarları döneminde geçmiş olsaydı, bu
zihniyetteki adamlar görevlinin karşısına, kolluk kuvvetleriyle değil,
magandaları "Öl de ölelim, vur de vuralım!" narasını atan
fedaileriyle çıkardı.
Bu
Abdullah Gül bir istisna değil. Belli zihniyetdeki bir siyasi partinin
prototipidir. Aslında, bunların onayladığı ve savunduğu bu türbanlılar
taifesinin ve yandaşlarının amacı, ne din özgürlüğü ne de insan haklarıdır.
Bunların amacı, laik devleti tutan bütün payandaları yıkmak, inanç maskesi
altında insanların din duygusunu sömürerek devleti ele geçirmektir. Abdullah
Gül ve takımı bugün bizi yaygın-bir irtica tehlikesiyle yüz yüze getiren bir
zihniyeti temsil etmektedirler.
İrticanın
tipik ve somut kanıtı olan bu türban olayı, ülkeyi bir iç ayaklanmaya doğru
itmektedir. Amacına ulaşıncaya kadar bu türban olayı üniversitelerde sürüp
gidecektir. Bunun iki utanç verici yanı vardır; biri, ülkenin sosyal, ekonomik
ve siyasal bir yığın derdi varken, bütün devlet kurumlarının, başta Parlamento
olmak üzere, bu zorlama sorun üzerinde durmalarıdır. İkincisi, önemsizliğine rağmen
önemli hale getirilen bu olay, gerici çevreler tarafından din ve namus
duygularını kışkırtma aracı olarak kolayca kullanılabiliyor. Yönetmeliğe rağmen
üniversitenin direnme gücünü yıpratabiliyorlar.
Nitekim,
Başbakan bunun işaretini verdi bile. Yalnız, Başbakanın bu tutumunun ne kadar
tehlikeli olduğunu, olayın türbanla kapanamayacağını, bunun arkasından çarşaf,
çarşafın arkasından Arap alfabesinin, ardından, irtica şehitleri, onun
arkasından Menemen yobazlarının aklanması, çorap söküğü gibi birbirini
izleyecektir.
Ben,
bir fantazi sergilemiyorum. Görünen köy klavuz istemez.
Başta
eski ve yeni genelkurmay başkanları olmak üzere, benim bu kuşkum, bir çok
yazarlar tarafından tekrarlanmıştır. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı,
emekli olmadan önce giderayak bu irtica tehlikesine şöyle parmak basıyor:
"28
Şubat 1997'de Millî Güvenlik Kurulunun tavsiye kararıyla yeni bir süreç
başlatıldı. Bu çerçevede başlatılan iktidar değişikliği ile, Önce, 8 yıllık
kesintisiz eğitim uygulamaya konuldu. Başbakanlık Takip ve Koordinasyon Kurulu
teşkil edildi. Bu konunun çözümü için yeni mevzuat çıkarılmasında güçlükler
yaşandı. Diğer yandan hâlâ tasfiye edilmemiş irtica kadroları mevzuatın dahi
uygulanmasında yetersiz kaldı. İrtica ile mücadele kapsamında 13 adet yasa tasarısı
14 Ocak 1998 ve onu izleyen tarihlerde hükümet tarafından Türkiye Büyük Millet
Meclisine sevk edildiği halde bugüne kadar hiçbir yasa tasarısı kanunlaşmadı.
Birtakım çevrelerin irtica ile mücadeleyi tartışmaya açması dikkat çekicidir.
İrtica kesimini cesaretlendiren bu beyanlar, irticanın 28 Şubat öncesine göre
daha örgütlenmesine ve örgütsel faaliyette bulunmasına zemin hazırlıyor."
Bu
satırları yazdığım sırada İzmir Üniversitesinde türban tartışması yüzünden bir
genç bıçaklanıyor. Daha geçenlerde, bir okul öğretmeni, kıyafet yönetmeliğine
aykırı bir kılıkla sınıfa girdiği için okulda öğrenci velileri arasında bir
tartışma ve dövüşme çıkıyor. Bu gidişle okulların kapıları da sokağa teslim
edilecek.
Diğer
taraftan da imam hatip okullarının orta kısmı kapatıldı diye siyasî partiler ve
irtica çevreleri tarafından kışkırtılan kalabalıklar, aylardan beri
yumruklarına Allahu Ekber'i siper ederek kanunu protesto ediyorlar.
İrticanın
kaynakları, yuvalandıkları yerler belli; neden din ve vicdan özgürlüğü başörtüsünün
içine yerleştirilerek, üniversitelerin kapısına engizisyon mahkemeleri yaftası
yapıştırılıyor' Bursa'da kız imam hatip okullarına başörtüsüyle girmek isteyen
öğrencilere görevi gereği engel oldu diye vali protesto ediliyor. Halk
kitleleri devlete, kanunlara karşı kışkırtılıyor. Bu eylem, başta, sabık Refah
Partisi olmak üzere, bütün gerici basın ve siyasî partiler tarafından destek
gördüğü halde kimsenin kılı kıpırdamıyor. Cuma namazlarının, Ramazan aylarının
ve bayramlarının türban eylemi için uygun bir ortam olarak seçilmesindeki amaç
belli olduğu halde Diyanet İşleri Başkanlığı bu başörtüsü sömürüsüne karşı
neden olumlu veya olumsuz bir tavır almıyor da Sağlık Bakanlığını ilgilendiren
alanlarda fetva veriyor' Onun bu tutumunu "sukut ikrardan gelir" diye
mi yorumlamak gerek' Görevi ve işlevi halkın inanç ve ibadetleriyle sınırlı
olması gereken bu kuruma, her yıl, milyarları aşan bir bütçe ayrılmaktadır. Her
an yön değiştirmeye ve ülkeyi bir iç savaşın eşiğine getirmeye yatkın olan bu
anlamsız türban olayı karşısında Diyanet İşleri Başkanlığı tavrını belli
etmezse büyük bir vebal ve günah altında kalmış olur. Gazetelerin yazdığına
göre, Diyanet, türbancıların safında imiş. Öyle ise, büyük tehlikedeyiz. Belli
ki, irtica, ucuz ve tehlikeli bir araç olarak kendisine başörtüsünü almış
bulunmaktadır. Başörtüsü yüzünden üniversite rektörü yuhalanıyor. Öğretim ve
eğitim kurumları ürkütülüyor, siyasi partiler için bu, ucuz bir oy deposu
olarak düşünülüyor. Bunlar iktidara geldikleri takdirde üniversitelerden türban
yasağını kaldıracaklarını propaganda etmeleri, gün meselesidir. Biz diyoruz ki,
türbanı savunmak, şeriatı savunmaktan daha ağır bir suçtur; çünkü, biri,
tartışmaya açık, bir kanunun çiğnenmesidir, içeriğinde çağın ihtiyaçlarını
gideremeyen bir hak ve adalet kavramı bulunmaktadır. Diğeri, giyim kuşam gibi
bireysel özgürlüğe yasak koyan bir devlet terörü olarak propaganda edilmekte ve
bu terörün aynı zamanda Kur'an'ın emirlerini mümine yasaklamakta olduğu ileri
sürülmektedir. Din sömürücüleri bu noktada iffet ve namus kavramlarını eklemek
suretiyle toplumu kışkırtmaya çalışmaktadırlar. Olaylar şimdiden okul
sınırlarını aşmış ve toplumsal bir direnişe dönüştürülmüştür. Türk tarihinin
hiçbir döneminde ne irtica böylesine güçlenmiş ve ne de devlete kafa tutacak
bir duruma gelmiştir. Günümüzdeki irtica, Atatürk devrimlerinin sınırlarını
aşarak, Türk milletinin geleneksel inançlarını tahrip etmekte ve devleti bu
zamana kadar hiç olmadığı bir tehlikeli ortama itmektedir.)
Profesör
Doktor Cahit Tanyol'un, ayrıntılarıyla açıklamaya çalıştığım görüşleri,
fikirlerini köşebaşlarını tutmuş bazı gazete ve yazarlarını okuyarak veya
televizyonlardaki güdümlü tartışma programlarını izleyerek yapan aydınlarımıza
abartılı olarak görülebilir; ancak, bir tek belge üzerinde düşünmek dahi
böşörtüsü eylemlerinin Fazilet Partisi yöneticileri tarafından ne amaçla ve
planlı şekilde tezgâhlandığını ve Cahit Tanyol'un ne kadar haklı olduğunu
göstermeye yeterlidir sanıyorum.
Görüntülü
kasetini daha önce Mahkemenize sunduğum, Sivas - Suşehri İlçesi, Karşıyaka
Mahallesinde, bir kahvehanede, 8.3.1999 tarihinde yaptığı bir konuşmada,
Fazilet Partisi Grup Başkanvekili Abdullatif Şener şöyle diyor:
(Peki,
bunlar niye imam-hatip okullalarını kapattılar, Kur'an kurslarına gidişi
zorlaştırdılar, üniversitelerdeki, imam-hatip okullarındaki kız öğrencilere
müdahale ediyorlar; çünkü, bunların, vatandaşların inançları, değerleri,
menfaatleri diye bir telaşları, endişeleri yok. Hiçbir Avrupa ülkesinde,
Amerikasında, Asyasında, nereye giderseniz gidin, rahibe okullarında, rahibe
olmak için okuyan öğrencilerin başlarındaki örtüyü çıkarmaya hiçbir siyasi
partinin gücü yeter mi' Hiçbir siyasî iktidarın gücü yeter mi' Hiçbir devletin
gücü yeter mi' Yetmez; kimsenin aklına da gelmez oralarda. Bırakın Avrupa ülkelerini,
Türkiye'de ruhban okulları var. Türkiye'deki ruhban okulları öğrencilerinin
başlarında örtüyü açmaya, kimsenin cesaret etmesi değil, niyet etmesi bile
mümkün değil. Peki, ne oluyor da, Türkiye'de imam-hatip okuluna giden...
imam-hatip okulu nedir; dinî bir okul. "Oraya giden kız öğrenci başını
açacak" diyor. Kim diyor; vali, genelge çıkarıyor.
Aslına
bakarsanız, Bursa'da yaşanan olay bir deney; orada tutarsa, bütün Türkiye'de
yaygınlaştıracaklar ve de milletin oyu ile iktidara gelen siyasiler, milletin
inançlarına uygun, saygılı davranış içinde bulunması gerektiğini hiç
düşünmüyorlar, aldırış da etmiyor, onu bir problem olarak da görmüyorlar...
Bunun hesabının sorulması lazım. Üniversitelerde de aynı hadiseler yaşanıyor.
Dünyanın hiçbir yerinde görülmez bir hadisedir. Bütün bunların çözümünün tek
adresi var; bu adres. Fazilet Partisidir. Neden öyledir'
Bakın,
Merve Kavakçı ismi, kazanacak bir yerdedir; o bölgeden inşallah, 10 civarında
milletvekili çıkaracağız, dördüncü sıradadır. Bu kardeşimiz Meclise girecektir.
Kim bu arkadaşımız, hanım bacımız; Türkiye'de tıp fakültesinden,
"başörtülüdür" diye atılmış kaydı silinmiş bir insan. Ama, babası
üniversiteden arkadaşımızdır, profesördür. Babası bir ihtisas sebebiyle Amerika
Birleşik Devletlerine gitmiş, 5-6 sene kalmıştır. Kızını da yanına almış,
Amerika'ya götürmüştür. Bu kız, Amerika'da bilgisayar mühendisliği
fakültesinden başörtüsü ile diplomasını almış, gelmiştir. İşte, Türkiye ile
Amerika arasındaki fark! Bir yerden başörötüsü ile diploma alıp geliyor, bir
yerde kayıt yaptıramıyor; kaydını yapmış öğrenciyi okuldan atıyorlar; aradaki
fark bu.
İnanıyoruz
ki, Türkiye'de bütün problemlerin çözüleceği merci Türkiye Büyük Millet
Meclisidir ve Türkiye Büyük Millet Meclisine milletin inançlarını ve menfaatlerini
taşıma niyetinde olan siyasî kadrolar girdiği takdirde, bütün dertler ve
meseleler çözülür. Böyle bir misyondaki bir insanın Meclise milletvekili olarak
girmesi demek, artık, Türkiye'de bu konuda hiçbir mercide, hiçbir makamda,
hiçbir kurumda böyle bir sorunun tartışılmayacağı anlamına gelir). Bunu,
Abdullatif Şener söylüyor.
Mahkemeniz
başörtüsü meselesini bugüne kadar doğru değerlendirmiş, bu konuyu istismar
konusu yapan bir partiyi kapatmıştır. Fazilet Partisi bu konuyu daha geniş
boyutlarda istismar konusu yapmış ve âdeta, Mahkemeniz kararlarına meydan
okurcasına istismar konusu yapmaya devam etmektedir. Bu konuda, propaganda
kervanına daha çok bilim adamı, hukukçu ve köşe yazarını katmayı
başarmışlardır. Öylesine güçlenmişlerdir ki, bu akıma karşı çıkmak cesaret işi
haline gelmiştir. Havlu atmanın gerekçesini bulmak çok kolay "biz, artık,
Atatürkçü ve laiklik anlayışından yana değil, daha çağdaş bir laiklik
anlayışından yanayız. Bu eylemler, düşünce ve inanç özgürlüğünün bir
parçasıdır. Jakoben tutumlarla Avrupa Birliğinin kapısından içeri giremeyiz.
Yeni bin yılda çağdaş görüntü vermenin tek yolu, irtica yanlılarına ve
bölücülere her türlü örgütlenme, propaganda ve eylem özgürlüğünü tanımaktır.
Gerçi,
Anayasamız ve bazı yasalarımız kısıtlamalar getiriyor; ancak, ben, kendimi o
kurallara bağlı kılamam, bağlı olduğum tek şey, kendi anlayışıma göre
yorumladığım evrensel hukuk normlarıdır"der, sorumluluklarımızdan
kolaylıkla sıyrılabiliriz ve epeyce de alkış toplarız.
Ben,
şahsen, yüksek mahkemelerimizin, aslında, çağdaşlaşmamız için tek yol olan
geleneksel çizgisinden sapmasının binbir emekle kurulan Türkiye Cumhuriyetinin
sonunu getireceğine inanıyorum.
B-
Anayasamızın 69 uncu maddesinin yedinci fıkrasına ve Siyasî Partiler Kanununun
95 inci maddesine göre "kapatılan siyasî parti, bir başka ad altında
kurulamaz".
Bir
siyasî partinin, kapatılan bir siyasî partinin başka bir ad altında kurulan
yeni bir şekli olup olmadığı, hangi delillerle belirlenecektir'
Fazilet
Partisinin kapatılması istemini içeren iddianamemizde "malûm olanın ayrıca
isbatı gerekmez "demiş, epeyce de eleştiri almışdık.
Halbuki,
Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 238 inci maddesinin ikinci fıkrasına göre
"maruf ve meşhur olan veya ikrar olunan hususlar münazaalı sayılmaz."
Usul
hakkında kıyas yapılabilir. Şekli hakikatle yetinen hukuk usulünde dahi bu ilke
geçerli olduğuna göre, maddî gerçeğin arandığı ceza usulünde ve parti kapatma
davalarında bu ilke daha çok geçerlidir.
Daha
önce defalarca vurguladığımız gibi, anayasal düzenlerini koruma kararlılığında
olan Alman Anayasa Mahkemesi, malum olanın isbatı konusunda delil serbestliğini
çok geniş ölçülerde kabul etmiş. Komünist Partinin kapatılması davasına ilişkin
kararın gerekçesinde -ki, bu gerekçe İnsan Hakları Mahkemesince de haklı bulunmuştur-
şöyle deniyor:
Batı'nın
liberal demokrasilerinin Alman Anayasasının 21 inci maddesinin ikinci fıkrasına
tekabül eden bir parti yasağını kabul etmemeleri bir tesadüf değildir. Bu, 1919
tarihli Alman Devleti Anayasası ve o zamanki eyalet anayasaları için de yabancı
bir müessese idi. Anayasada olduğu gibi, partileri daha henüz teminat altına
almamış ve onları sarahaten ve hakuken müesseseleştirememiş anayasa
sistemlerinde, vatandaşların tahditsiz olarak siyasî partilere iltihak etmeleri
serbest bırakılmış ve hatta bu, 1947 tarihli İtalyan Anayasasında olduğu gibi,
sarih olarak teminat altına alınmış ve yürürlükte olan devlet nizamına bir
partinin prensip itibariyle aykırı tutumu bile bilinerek göze alınmıştır.
Devlete zarar vermenin en aşırı hallerinde mes'ul şahıslara karşı ceza
hukukunun müeyyideleri hazır bulundurulmaktadır. Hür demokratik bir devlette en
iyi garantinin, vatandaşların zihniyetlerinde bulunduğu iyimser görüşü, bunun
sebebi olabilir. Serbest seçim hakkı bulunduğundan, devletin düşman partilere
karşı korunması, seçmenlerin oylarını vermemeleri şeklinde ifadesini bulabilir
ve bulmalıdır."
Bu,
eski görüşleri anlatıyor burada.
"Böylece
onlar, sisteme uygun bir şekilde devletin siyasî iradesinin teşekkülüne
iştirakten uzaklaştırılacaklardır.
...Liberel
anayasalar 20 nci Asrın başlarına kadar, hür devlet nizamının esaslarıyla
mücadele eden siyasî partileri hemen hemen hiç hesap etmemişlerdir. Bunlara
göre, bütün partilere karşı, mutlak bir müsamaha ve tarafsızlık tutumu uygundu.
Bu nevi partiler için, insanın değerlerini müdafaa eden ve teminat altına
almakla mükellef olan, hür demokrasiye karşı, bitaraf bir tutum takınmak bugün
için artık mümkün değildir ve onlar için yani, şimdi ortaya çıkan
"hürriyetin düşmanlarına kayıtsız şartsız hürriyet" verilmesi ile
ilgili problemi çözmek için, hangi hukukî vasıtanın tesis edileceği bir anayasa
politikası problemi olmaktadır.
Weimar
Anayasası bir hal tarzından sarfınazar etmiş, politik bitaraflığını muhafaza
etmişti ve bu sebepten, bu totaliter partilerin en mütecavizi tarafından yok
edilmişti.
Bu
nevi siyasî istikametlerin ilerde yeniden devlet üzerinde nüfuz kazanabilmesine
karşı tesirli hukukî teminatların tesisi, Anayasayı yapanların düşüncelerine
hakim olmuştur. Şayet, Anayasa bu suretle bir taraftan siyasî partilere karşı
prensip itibariyle müsamahayı hâlâ isteyen ananevi hür demokrasi istikametini
takip etseydi bile, sadece bitaraf kalma yüzünden kendi değer sistemini tesis
ve korumaktan sarfınazar edecek kadar ileriye gidemezdi.
Almanya'da
Anayasaya aykırı maksatların isbatı için en önemli delil, Anayasanın 21 nci
maddesinin ikinci fıkrasına göre, partinin gayeleridir. Söz konusu hüküm
önleyici karakterlerine uygun olarak, bu hususta, önemsiz, uzak gayeler
arasında bir ayırım yapmamaktadır.
Önemli
olan sadece, bir partinin gayelerine göre, hür demokratik ana nizama zarar
vermek veya onu bertaraf etmek maksadının olup olmadığıdır.
Gayelerinden
bu maksat halihazırda isbat edilebiliyorsa, onun düşüncesine göre bu maksadın
başarıya erişeceği veya erişmesi lazım gelen zamanın hukukî bir önemi yoktur.
Kanun vazıının maksadı, Anayasanın devamı müddetince, hür demokratik ana nizamı
zedeleyecek hiçbir partinin inkişafına müsaade etmemektir.
Bir
partinin hedefleri kaideten şunlardan anlaşılır:
Programından
ve diğer parti makamlarının açıklamalarından, partinin siyasî ideolojisi
hakkında söz söylemeye yetkili olarak tanınmış muharrirlerin yazılarından,
ileri gelen görevlilerin sözlerinden, partinin içinde kullanılan eğitim ve
propaganda vasıtalarından ve bunlardan başka parti tarafından çıkarılan veya
onun nüfuzu altında bulunan gazete ve dergilerden bu çıkarılır. Parti
organlarının ve taraftarlarının -yalnız üyelerinin değil- tutumları, maksadın
tesbiti hususunda, netice çıkarmaya imkân verebilir.
Bütün
gayelerin yazılı olması veya herhangi bir suretle tespit edilmiş bulunması
anlamında, maksadın yazılı delillere dayanması şeklinde Anayasanın 21 inci
maddesinin ikinci fıkrasında bir hüküm yoktur. Bir partinin Anayasaya aykırı
maksatlarının, hiçbir zaman açıkça ilan edilmediği bilinen bir keyfiyettir.
Geçen on yılın siyasi tecrübeleri, bir siyasî partinin kullandığı siyasî
vasıtaların şeklinden, hareketlerinin tarzından, onun hukukî maksadını anlamak
ve sahte olanları ayırt etmek için kâfi derecede bilgi vermiştir.)
Yani,
Alman Anayasa Mahkemesi, ancak bu çerçevede değerlendirme yapılırsa sonuç
alınabilir diyor.
Bu
genel açıklamalardan sonra Fazilet Partisinin Refah Partisinin devamı
niteliğinde bir parti olup olmadığının değerlendirilmesini yapabiliriz:
1-
Sokaktaki çocuktan, en olgun ve deneyimli kişilere kadar halkımızın tamamına
yakınında, Fazilet Partisinin, Refah Partisinin devamını sağlamak için
muvazaalı bir şekilde kurdurulmuş bir parti olduğu kanaati vardır. Hâlâ
anlayamayan varsa, sokaktaki ilk rastladığı kişiye sorup öğrenebilir.
2-
Saygınlığı olan ve objektif yayın ilkelerini benimsemiş tüm basın ve yayın
organlarında aynı kanaati vurgulayan manşetler yer almıştır. Birkaç örnek
vermek gerekirse;
"Refah
Partisi Fazilet'e taşınıyor. Erbakan talimatı verdi, milletvekilleri akın akın
Fazilet'e geçti" başlıklı 24.2.1998 tarihli Yeni Yüzyıl Gazetesiyle,
"Fazilet'e akın. Erbakan işareti verdi, eski Refahlılar yeni partiye
koştu" başlıklı 24.2.1998 tarihli Milliyet Gazetesi, "Hoca yapacağını
yaptı. Fazilet Partili Kavakçı, Erbakan'ın talimatıyla Genel Kurul Salonuna
türbanlı girdi. Tahrik tutmadı" başlıklarıyla çıkan 3.5.1999 tarihli
Radikal Gazetesi (söz konusu gazeteler 7 numaralı zarfta bulunmaktadır)
Refah
Partisinin kapatılmasına ilişkin gerekçeli kararın Resmî Gazetede yayınlandığı
gün 22.2.1998 günü, saat 14.00'te Necmettin Erbakan'ın, Balgat'taki konutuna
gelen İstanbul Milletvekili Ali Oğuz "yeni oluşumdaki parti liderliği
görevi kime verilirse verilsin en iyi şekilde yerine getirilecektir. Bu emanet
kime tevdi edilirse bihakkın yapar. Şu anda Recai Bey, Tayyip Bey, Bülent Bey
üzerinde duruluyor. Ama, bunlardan hiçbirine isabet etmez de Hoca, sıradan bir
arkadaşımıza 'sen yap' diyebilir" dedi. Gazetede... Pardon, bu
söylediklerim, Anadolu Ajansı Bülteninden, bütün gazetelere verilmiş.
"Hoca, sıradan bir arkadaşımıza 'sen yap' diyebilir dedi. Ali Oğuz 'yeni
kurulacak parti konusunda bir netlik var mı' ' şeklindeki soruya 'zaten bir
tane kurulmuş partimiz var, onunla yürürüz' dedi" diyor.
3.5.1999
tarihli Radikal Gazetesinde Neşe Düzel ile, temelli kapatılan Refah Partisinin
Genel Başkan Yardımcısı Şevket Kazan arasında "Pazartesi Konuşmaları"
başlığıyla verilen bir söyleşi yayınlandı. Bu söyleşide:
"NEŞE
DÜZEL - Fazilet'te yeni bir hareketin başladığı ve bu hareketin eskileri
tasfiye etmek istediği söyleniyor. Tasfiye edilebileceğinizi düşünüyor musunuz'
Yoksa sizi tasfiye edebilecek bir güç yok mu'
ŞEVKET
KAZAN - Tasfiye diye bir şey söz konusu değil; öyle olması isteniyor. Bazı yeni
gelmiş, bizi tam tanımamış insanlar üzerinde birtakım etkiler oluşturulmak
istenebilir; ama, onlar da gelip bizi tanıyacaklar. Ben, bu camianın abisiyim.
Ne bana ne de Erbakan Hoca'ya dargın, kızgın kimse yok. Hem Tayyip meselesi
yeni değil; on yıldan beri söyleniyor. Bu çocuk benim yanımda büyüdü. Ben,
1977'de İstanbul Belediye Başkanı adayı iken, bu, duvarlara afiş yapıştıran bir
delikanlıydı; yanımızda gelişti.
NEŞE
DÜZEL - Bülent Arınç başkanlığa aday olacağını söyledi.
ŞEVKET
KAZAN - Bülent Arınç güzel konuşmakla parti lideri olamaz. Başkan olmaya layık
olan, Recai Bey gibi konuşur. Genel başkan olacağım demekle kimse genel başkan
olamaz. Bu, yetenektir. Biz, Refah'ta, kendimizden sonra lider kadro
hazırladık. Her şeyin bir zamanı vardır.
NEŞE
DÜZEL- Siz ve Erbakan bugün yasaklı iki politikacısınız. Yeniden siyasete
dönmeyi düşünüyor musunuz'
ŞEVKET
KAZAN - Siyasetten kopmadık ki, dönelim. Ben, siyasetin her bakımdan içindeyim,
kanun teklifleri hazırlayıp 'Mecliste bunları kanunlaştırın' diye arkadaşlarıma
gönderiyorum" şeklinde konuşmalar bulunmaktadır. (Bu gazete de 7 numaralı
zarfın içindedir)
3-
Kapatılan Refah Partisinin eski milletvekilleri, kapatılma tarihinden çok kısa
bir süre sonra ve toplu halde Fazilet Partisine geçmişlerdir.
4-
Anayasamızın 69 uncu maddesinin sekizinci fıkrasına göre "Bir siyasî
partinin temelli kapatılmasına beyan ve faaliyetleriyle sebep olan kurucuları
dahil üyeleri. Anayasa Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararının
Resmî Gazetede gerekçeli olarak yayınlanmasından başlayarak beş yıl süreyle bir
başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve denetçisi olamazlar."
Bir
siyasî partinin kapatılmasına beyan ve faaliyetleriyle sebep olmamış üyelerinin
hepsi bir başka partide görev yapabilirler mi' Buna Fazilet Partisinin
kapatılması istemiyle dava açtığımız tarihte verilecek cevap kesinlikle
"hayır" dır.
Zira,
değişiklikten önce kanun koyucu, temelli kapatılan bir partinin başka bir parti
adı altında devamını önlemek için önemli bir tedbir düşünmüştür. 2820 sayılı
Siyasî Partiler Kanununun değişiklikten önceki ve Anayasamıza aykırı bir yönü
bulunmayan 95 inci maddesine göre "temelli kapatılan siyasî partilerin
kapatılma tarihinde üyeliği devam eden..." dikkat edin " kapatılma
tarihinde üyeliği devam eden kurucuları, genel başkanı, merkez karar ve yönetim
kurulu ile her kademedeki yönetim ve disiplin kurulu üyeleri ve Türkiye Büyük
Millet Meclisi siyasî parti grubu üyeleri..." yani, bütün milletvekilleri
"... başka bir siyasî partinin kurucusu, yöneticisi ve denetçisi
olamazlar." Parti kapatma davası açtığım tarihte bu hüküm yürürlükte.
Yasanın
bu açık hükmüne rağmen ve âdeta Fazilet Partisinin Refah Partisinin devamı
olduğunu kanıtlamak istercesine, bir kısmı kurucu da olan Refah Partisinin
Merkez Karar ve Yönetim Kurulu üyelerinden Recai Kutan, Abdullah Gül, Rıza
Ulucak, Fehim Adak, Musa Demirci, Abdülkadir Aksu, Oğuzhan Asiltürk, İsmail
Kahraman, Cevat Ayhan, Necati Çelik, Bülent Arınç, Azmi Ateş, Temel
Karamollaoğlu, Süleyman Arif Emre, Bahri Zengin, Fuat Fırat, Refah Partisinden
Fazilet Partisine geçen Türkiye Büyük Millet Meclisi Refah Partisi Grubu
üyelerinden İbrahim Ertan Yülek, Mehmet Altınsoy, Ömer Vehbi Hatipoğlu, Mustafa
Kamalak ve Şeref Malkoç yasaya aykırı olarak Fazilet Partisi Merkez Karar
Yönetim Kurulu Üyesi, Ali Güneri ise, Denetim Kurulu Üyesi olmuşlardır. (Bu
husustaki belgeler 9 numaralı zarftadır)
Her
ne kadar Siyasî Partiler Kanununun 95 inci maddesi, dava açmamızdan sonra
"Bir siyasî partinin kapatılmasına söz ve eylemleriyle neden olan
kurucuları dahil, Anayasa Mahkemesinin kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmî
Gazetede gerekçeli olarak yayınlanmasından başlayarak beş yıl süreyle bir başka
partinin kurucusu, üyesi ve denetçisi olamaz" şeklinde değiştirilmişse de;
bu değişiklik de eskiden milletvekili dahil, işte, yönetici, merkez karar...
olamazken, ki, buradaki hükme rağmen oldular, şimdi sadece kapatılmaya neden
olanlarla sınırlandı... Refah Partisinin Merkez Karar ve Yönetim Kurulu
Üyelerinin hemen hepsinin, Fazilet Partisinin Merkez Karar ve Yönetim Kurulu
üyesi olmalarının. Fazilet Partisinin Refah Partisinin devamı niteliğinde bir
parti olduğu izlenimini yaratmak için yapıldığı herkes tarafından
bilinmektedir.
5-
a) " Erbakan son sözünü söyledi -bu, Radikal Gazetesinin 13 Mart 1999
tarihli nüshası, 6 numaralı zarftadır- 'Meclise gidin ve gereğini yapın' Hoca
Gemileri Yaktı. Erbakan, Fazilet Partisini bölme pahasına küskünleri
desteklemekte kararlı; Kutan'a 'seçimlere bensiz girmek içine siniyor mu ''
diye çıkışan Hoca, partililerin 'vazgeçelim' çağlılarını umursamıyor" manşetiyle
çıkan...
Buna
paralel olarak Demokrat Türkiye Partisinin "22 Mart 1999 Pazartesi günü
yapılacak güven oylamasından sonra, yani, 23 Mart 1999 Salı gününden itibaren
Genel Kurulda kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesine devam olunması"
önerisinin, Fazilet Partili Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanvekili Yasin
Hatipoğlu tarafından, tamamen usule aykırı şekilde gündeme alınıp oylanmasının
sağlandığını belgeleyen, 21.3.1999 tarihinde yapılan 60 ncı Birleşime ait
Türkiye Büyük Millet Meclisi tutanak dergisi, dosyada bulunmaktadır
Nitekim,
Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri Ahmet İyimaya, Nejat Arseven ve 151
milletvekilinin başvurusu üzerine Mahkemeniz, 26.3.1999 gün ve 14/6 sayı ile,
söz konusu önergenin doğrudan gündeme alınmasıyla ilgili 21.3.1999 günlü, yani,
Yasin Hatipoğlu'nun usulsüz olarak yönettiği Genel Kurul kararının Anayasaya
aykırı olduğuna ve iptaline karar vermiştir.
Genel
Kurul toplantısından sonra, araç telefonuyla yaptığı konuşmada Yasin Hatipoğlu.
Necmettin Erbakan'a "Şu yaptığımız işlerin hiçbiri, ne usule uygun ne
kitaba uygun; ama, yaptık; bir noktaya götürdük, bundan sonra arkadaşlar gayret
edecekler, indirecekler aşağıya" demiş, güven oylamasının da usule aykırı
bir şekilde yapılmasını isteyen Necmettin Erbakan, Yasin Hatipoğlu'na
"Başladığın işi tamamlarsan madalyayı tam alırsın, yarıda bırakıp gidersen
madalya yarım olur"demiştir.
Tüm
bu delillerden, Fazilet Partisinin, kapatılan Refah Partisinin başka bir adla
kurulmuş devamı niteliğinde bir parti olduğu açıklıkla anlaşılmaktadır.
c)
Başsavcılığımın da, Mahkemenizin de karşılaştığı en büyük güçlük, Anayasa
Hukuku, Ceza Muhakemeleri Usulü Hukuku ve Siyasî Partiler Hukuku sahalarında
uzman kişilerin, özellikle:
1-
Demokrasilerde siyasî parti kapatılamaz,
2-
Çağımız özgürlükler çağıdır; düşünce, ülkemizde suç sayılıyor,
3-
Hukuka aykırı şekilde elde edilen deliller, hiçbir zaman hükme esas alınamaz
şeklinde görüşleri mütemadiyen ileri sürerek ve Anayasamızın 90 ncı maddesine
yanlış anlamlar yükleyerek, biz uygulamacıları yanıltmaya çalışmaları ve
giderek de daha çok taraftar kazanmalarıdır.
Bu
gidişle, anayasal düzenimizi hukuk yoluyla savunmamız, suçlarla yasal yollardan
mücadele edebilmemiz olanaksız hale gelecek.
Uzmanlarımız
niçin bu haldedir'
8.3.1992
tarihli New York Times Gazetesinde de yayınlanan, 1994 yılında Harp Akademileri
Yayınları arasında çıkan "Bugünün ve Geleceğin Güç Merkezleri ve
Genelgeleri ile Türkiye'ye Etkileri" adlı kitapta yer alan 1963 yılında
Başbakanken yaptığı bir konuşmada İsmet İnönü şu gerçekleri dile getiriyor:
"Daha
bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlenmesini istiyorsunuz. Herkes aynı
şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu' Karar vereceğim ve işi
teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar' ve
öneriler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu' Hepsinin çevresinde 'uzman'
denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi
sürüncemede bırakmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir
görev veriyorum, sonucu bana gelmeden Washington'un haberi oluyor. Sonucu
memurdan önce sefirden öğreniyorum. Bağımsızlık savaşından sonra Lozan'da esas
mücadele bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa sınırlar zaten fiilî durum idi.
Tazminat işini iki devlet arasında çözerdik. Bütün mücadele, idaremize yapılmak
istenen müdahale yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük ödünlerde
bulunmaya hazırdılar. Dayattık. Biz, onların neden ısrar ettiklerini
biliyorduk. Onlar bizim neden inatla reddettiğimizi biliyorlardı. Böyledir bu
işler, peygamber edasıyla size dünyaları vaadederler. İmzayı attınız mı ertesi
gün gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, -üsleri gelmiştir.
Ondan sonra sökebilirsen sök, gitmezler. Ancak bu sorunun üzerine vakit
geçirmeden gitmek gerek. Yoksa ne bağımsız dış politika, ne bağımsız içpolitika
güdemezsiniz, havanda su döversiniz. Fakat, sanmayınız ki, bu kolay bir iştir.
Denediğinizde başınıza neler geleceği de bilinmez."
1999
yılında yayınlanan, kısa bir sürede tükendiği için genişletilmiş ikinci baskısı
yapılan. Metin Aydoğan tarafından yazılan "Bitmeyen Oyun" adlı eserde
yer alan belgeye göre. Amerikan yardım teşkilatından Richard Podol,
Washington'a gönderdiği raporda "Türkiye'de önemli mevkilerde Amerikan
eğitimi görmemiş bir Türk'ün bulunduğu bakanlık ya da iktisadî devlet kuruluşu
hemen hemen kalmamıştır. Müsteşarlık ve genel müdürlük mevkilerinden de daha
yüksek görevlere kısa zamanda geçmeleri beklenmektedir. Amerikan Yardım
Teşkilatı, bütün çabalarını bu guruba yönetmelidir." diyor.
Bizleri
yanıltmaya çalışan hukukçu uzmanların bir kısmı sadece dış güdümlü değildir;
içlerinde çıkar amaçlı suç örgütlerinin avukatlığını üstlenmemiş veya irticaî
faaliyette bulunan veya bölücü örgütlerden ve partilerden "bilirkişi
ücreti veya danışmanlık ücreti" adı altında astronomik ücret almamış pek
az kişi kalmıştır. Bu örgütlerin dış destekli parasal güçleri astronomik
boyuttadır ve şimdi Türk basınını tamamen kendi güdümlerine almaya
çalışmaktadırlar. Amaçlarına bilerek ve bilmeyerek hizmet eden kişiler
desteklenecek, başta Türk ordusu ve adliyemiz olmak üzere kamu düzenimizi ve
ülke bütünlüğümüzü korumaya çalışan kişi ve kurumlar yıpratılacaklardır.
Bir
kısmını Fazilet Partisi hakkında hazırladığım "Esas Hakkında Görüşde"
de açıklığa kavuşturmaya çalıştığım gibi;
1.-
Devlet nizamına aykırı bir partinin tutumunun bilinerek göze alınması; devletin
düşman partilere karşı korunmasının, seçmenlerin oylarını vermemesi şeklinde
ifadesini bulması gerektiği görüşü, biraz önce açıkladığım gibi eski bir
görüştür.
Demokratik
ülkelerde, anayasa dışı eğilimi olan veya bölücülük yapan siyasî partilere
ilişkin kısıtlayıcı hükümler ve örgütlü suçlarla mücadele edebilmek için
kişisel özgürlüklerin kısıtlanması, son elli yıl içinde her geçen yıl biraz
daha artarak devam etmektedir.
Hukuk
devletlerinde, yasalar mutlaka uygulanır. Batılı hukukçular için söylenen, işte
o yasalar varda uygulanamıyor, uygulanmıyor sözü, kesinlikle geçerli değildir.
Orada yasa varsa, değiştirilinceye kadar mutlaka uygulanır.
Demokratik
ülkelerde partiler anayasal düzenlerine aykırı eylemler yapmadıkları, mahkeme
kararlarına saygılı davrandıkları için kapatılmıyorlar, yoksa yasalar müsait.
Bunun
aksi bir tek şekilde kanıtlanabilir. Refah Partisi gibi söylemleri olan veya
HADEP gibi eylemleri olan bir parti, gerçek bir demokratik ülkede ortaya çıkar
ve kapatılmaz veya İngiltere ve Fransa'da olduğu gibi kapatılmıştan beter hale
sokulmaz. O zaman biz de, doğruları söylemeyi alışkanlık haline getirmiş bir
kişi olarak "demokrasilerde siyasî parti kapatılmaz veya böyle partilere
karşı yasal tedbirler alınmaz" deriz.
Burada
denebilir ki, Türkiye Birleşik Komünist Partisi ile Sosyalist Partinin
kapatılmasını, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, sözleşmeye aykırı buldu.
Gerçekten, hiçbir eylem olmadığı halde, Anayasamız ve Siyasî Partiler Kanunumuz
böyle emrettiğimiz için Türkiye Birleşik Komünist Partisi kapatılmıştı.
12.8.1999
tarihinde kabul edilen 4445 sayılı Yasa ile Siyasî Partiler Kanununun 104 üncü
maddesinin birinci fıkrası değiştirilmiş, tüzük ve programları nedeniyle
partilerin kapatılması zorlaştırılmıştır. Ancak, sözkonusu fıkranın atıfta
bulunduğu Siyasî Partiler Kanununun değişik 101/a maddesi gereğince -bu
değişiklikten sonraki metin- yine de "Bir siyasî partinin tüzük ve
programının, devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğün,
insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğin,
demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı olması, sınıf ve zümre
diktatörlüğünü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlaması, suç işlenmesini teşvik
etmesi halinde -yani, sadece tüzük ve programda bunların bulunması- Anayasa
Mahkememiz, o parti hakkında kapatma kararı vermek zorundadır. Bu yılın yaz
aylarında yapılan değişiklikte de, bu hüküm korunuyor.
Anayasamızın
90 ıncı maddesinden ne anlaşılması gerektiği ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi
kararlarının bağlayıcılığı konusundaki görüşlerimizi, Fazilet Partisine ilişkin
esas hakkındaki görüşümüzü bildirirken açıklamıştık. Burada tekrarlamayacağım;
ancak, 12.1.2000 günü, Ankara Barosunun düzenlediği Hukuk Kurultayında, Prof.
Dr. Ergun Özbudun'un da -ki, onun görüşlerine değinmemiştim- benzer görüşleri
yinelediğini söylemekle yetineceğim; yani, benim 90 ıncı madde konusunda
söylediklerimi Ergun Özbudun bu toplantıda aşağı yukarı aynen söyledi.
Yeri
gelmişken soruyoruz: İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin ilkelerine uymuyor diye
1999 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisinin kabul ettiği bir yasayı
uygulamayacak mıyız' Elbette uygulayacağız. Bizi bağlayan İnsan Hakları Avrupa
Mahkemesi Kararlarındaki gerekçeler değil, Anayasamız veya yasalarımızdır.
İnsan
Hakları Avrupa Mahkemesinin, Sosyalist Parti hakkında verdiği karar sözleşmeye
uygun değildir. Bu mahkemenin işleyişini en yakından bilen ve yıllarca
mahkemede savunmalarımızı hazırlamış olan Prof. Dr. Aslan Gündüz, Yeni Türkiye
Dergisinin Temmuz-Ağustos sayısında yayınlanan makalesinde, bu konuda, şöyle
diyor:
"Önemli
sonuçları olabilecek bir başka karar ise, 25 Mayıs 1998'de İnsan Hakları
Mahkemesinin bu defa Sosyalist Parti davasında, Anayasamız ve devlet
sistemimizle ilgili olarak verdiği karardır. Bu defaki karar yenilir yutulur
cinsinden olmayan ifadeler taşımaktadır. Türkiye'nin bu kararla ihdas edilen
düzeni kabul edip etmeyeceğini bilmiyoruz. Daha doğrusu, bu konuda kimin hangi
kararı alacağını da bilmiyoruz; ama, şurası bir gerçektir ki, mahkeme, Atatürk
ile kurulan cumhuriyetin temellerini sarsabilecek önerilere yeşil ışık yakmış
görünmektedir. Etkili Türk kamuoyunun bunu bildiğini sanmıyoruz. Sorun,
kamuoyundan sanki gizli tutulmaktadır. Eğer durum böyleyse, bunun kaçınılmaz
sonuca hiçbir olumlu etkisi olmayacaktır.
Mahkemenin
kararı, Türkiye'nin tartışılmaz devlet yapısını, üniterliğini, resmî dilini,
bayrağını tartışma konusu yapan, etnik bir esasa göre değişmesini isteyen
Sosyalist Partinin resrnî yayınlarını ve yetkililerin konuşmalarını sözleşmeye
uygun bulmakta ve Anayasamızın ilgili hükümlerini ve Anayasa Mahkemesinin bu
konudaki kararını ve devletin yapısını örtülü bir şekilde demokrasiye ve
sonuçta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı bulmaktadır.
Olayların
cereyan ettiği mekandan soyut bir şekilde davayı ele alan mahkeme, Sosyalist
Partisi yöneticisinin sözlerinde samimi olmayabileceğini kabul ediyor; ama,
onları yalanlayacak somut kanıt olmadığı için, onları doğru kabul ediyor.
Ancak, aynı şekilde olaylara Strazburg'daki hâkimlerden daha yakın olan millî
makamların, bu arada Anayasa Mahkemesinin millî birlik için öngördüğü tehlikeyi
neden doğru olarak kabul etmediği doğrusu kuşkuya yer veriyor. Kanın döküldüğü
yerde bir partinin, giderek oradakilere 'ey ahali, sizin hakkınız var, aslında
hakkınız yeniliyor, devlet kurma hakkınız var, ayrılma hakkınız var, bunlar
inkâr ediliyor... Bu devlet sizin değildir" gibisinden bir program ve
söylemle ortaya çıkarsa, bunun barışa katkısı olmayacaktır. Bu gibi bir ifade
özgürlüğünü sözleşme korumamaktadır ve korumamalıdır.
Strazburg'daki
mahkemenin self-determinasyon konusunda kararlar vermeye yetkisi yoktur. Bu
davada yaptığı değerlendirmede olayları ve sonuçlarını hiç de iyi düşünmediği
açıktır. Bu dava, Türkiye'nin devlet yapısını, tarihin en kanlı terör
olaylarının yaşandığı bir sırada sorgulayan ve silahla bir bir yere varmaya
çalışan gruplara cesaret vermeye müsait bir karardır. Bu karar. İngiltere'ye
karşı verilemezdi, Almanya'ya karşı da verilemezdi, Fransa'ya karşı da
verilemezdi; ama, bize karşı verildi.
Şimdi
Türkiye'nin geldiği ilginç bir nokta var. Eğer bu mahkemenin kararlarına
tümüyle uyulursa, sonunda Kemalist devlet yapısı dahil olmak üzere Anayasada
yazılı olan birçok şeyin değiştirilmesi gerekecektir. Bu, sessiz sedasız bir
şekilde ve mahkeme vasıtasıyla ideolojisiz bir anayasayı benimsemek anlamına
gelir. Bu haliyle devlet bir arada tutulabilir mi' Onu bilemiyoruz diyor bu
değerli ve bizi yıllarca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde savunmaya çalışmış
profesörümüz.
2.-
Ülkemizde düşünce değil "Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedef alan yazılı ve sözlü propaganda
ile toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak ile "halkı, sınıf, ırk, din,
mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik
etmek" yasaklanmıştır.
Ord.
Prof. Dr. Sulhi Dönmezer'in, 18.4.1998 tarihinde Milliyet Gazetesinde Nilgün
Cerrahoğlu ile yaptığı söyleşide belirttiği gibi "bu çeşit yasaklar hemen
bütün demokratik ülkelerin yasalarında vardır. Zaten böyle yasaklar olmasa
millet birbirinin boğazına saldırır." Bunu söyleyen Dönmezer.
İnsan
Hakları Avrupa Mahkemesi dahi, TCK'nun 312 nci maddesini sözleşmeye aylan
bulmamıştır. Bunu açıkça, büyük heyet olarak, verdiği bir karara yazmıştır.
Bu
çeşit maddeler, açık, somut ve yakın tehlike şartlarının oluştuğu ülkelerde
daha fazla uygulanır. Ülkemizde bu çeşit yasaları ihlâlden daha çok mahkumiyet
kararı veriliyorsa, irtica ve bölücü eylemlerin hiçbir demokratik ülkede
olmadığı kadar artmış olmasından dolayıdır. Tehlike arttı diye yasaların
uygulanmasından vazgeçilemez, aksine o yasalar acımasızca ve aynen
uygulanmalıdır, yoksa tehlikeyi bertaraf edemeyiz.
Ne
çeşit propaganda ve tahriklerin açık, somut ve yakın tehlike oluşturacağını her
ülkenin hâkimi daha iyi takdir eder.
İnsan
Hakları Avrupa Mahkemesini oluşturan hâkimlerin, bizim bazı uygulamalarımızı
doğru değerlendirememeleri doğaldır. Nitekim biz de, onların bazı
uygulamalarını anlayamıyoruz. Mesela düşünce hürriyetine getirilebilecek en
büyük kısıtlama olan ve İngiltere'nin yıllarca yaptığı sansür uygulamalarını,
yine İngiltere'nin sözleşmeyi ihlâl ederek, hâkim kararı olmadan tutuklama
yapması ve tutuklulara tutuklama nedenlerinin bildirilmemesinin İnsan Hakları
Avrupa Mahkemesince toleransla karşılanmasını biz anlayamıyoruz.
Türkiye
Cumhuriyeti, maruz kaldığı tehlikelere oranla, en az yasal kısıtlamalara
başvurmuş, en demokratik davranabilmiş ve insan haklarını ihlal etme bakımından
sicili en temiz ülkedir.
Ülkemizde
en vahim insan hakkı ihlallerine, devlet görevlileri değil. Birleşmiş Milletler
kararlarına aykırı olarak dünyanın gelmiş geçmiş en kanlı terör Örgütü olan
PKK'ya destek veren ve çoğu Avrupa Birliğine üye olan devletler sebep oluyor.
Türkiye
Cumhuriyeti, yasaları çağdışı olduğu için değil, sözde insan hakları
savunucuları sayesinde alınması gereken yasal ve idarî tedbirleri alamadığı,
mevcut yasalarını da uygulayamaz hale getirildiği için hukuk devleti olmaktan
çıkmıştır. Terör örgütleri, binlerce okulda eğitim yaptırmıyor, milyonlarca
çocuğumuzu yıllarca öğrenim hakkından yoksun bırakabiliyor. Benim devlet
görevlilerim cezaevi koğuşlarına bile giremiyor. Terör örgütleriyle organik
bağlantısı olduğu belirlenen siyasî partiler dahi faaliyetten alıkonamıyor.
Devletimizin, devlet güvenliğini ilgilendiren konularda bile, yasal yollardan
bilgi toplaması olanaklı hale getirilemiyor. Ülkenin belli yörelerinde
cangüvenliği, korkusuzca yaşama, seyahat ve yatırım yapma özgürlüğü yok
edilmiş, çıkar amaçlı suç örgütleri her yıl bir önceki yıla göre daha etkin
hale geliyor. Mahkemelerimizde, tüm demokratik ülkelerin mahkemelerinde
sanıkların cezalandırılabilmesi için rahatlıkla kullanılabilen delillerin bir
kısmı kullanılamıyor. Ülkem bir suçlular cenneti haline getirilmiş, masumu korumanın,
sanığı korumak kadar önemli bir insan hakkı olduğunu düşünen yok. Yasalarımıza
en saygılı olması gereken bazı barolarımızdaki yasalarımızı açıkça ihlal
etmekten çekinmiyorlar. Mesela terör örgütüne üye olmak ve yataklık yapmak
suçlarından, TCK'nun 168 ve 169 uncu maddelerinin uygulanması suretiyle devlet
güvenlik mahkemelerince mahkum olan avukatların, yasalarımıza aykırı bir
şekilde avukatlık yapmalarına "biz devlet güvenlik mahkemelerinin
kararlarını tanımıyoruz" diyerek izin veriyorlar. Siyasî partiler, mahkeme
kararlarına uymayacaklarını açıkça ilan edebiliyorlar. Böyle bir devlete hukuk
devleti denebilir mi' Böyle bir ülkede hukukun üstünlüğünden söz edilebilir mi'
Gerçek insan haklarının hayata geçirilmesi için atılan her adımın, insan hakkı
ihlali olarak ilan edildiği başka ülke dünyada yok.
3.-
Hukuka aykırı şekilde elde edilen delillerin mahkemelerimizde kullanılıp
kullanılamayacağına ilişkin olarak bazı hukukçularımızca ileri sürülen
görüşlerin hiçbiri, çağdaş ülkelerin uygulamalarıyla bağdaşmıyor. Şöyle ki;
a-
Bu konuda bilim adamlarının görüşlerini ve çağdaş ülkelerin uygulamalarını
kitap haline getirdiğim "Fazilet Partisi Hakkında Esas Hakkında
Görüş"ün 73-96 ıncı sayfalan arasında ayrıntılarıyla açıkladığım için
burada tekrarlamayacağım.
b-
Ancak, aksi görüşte olanlar, özel şahıslarca, hırsızlık suretiyle bile olsun,
hukuka aykırı şekilde elde edilmiş delillerin hükme esas alınamayacağına
ilişkin, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi dahil, çağdaş ve demokratik ülke
mahkemelerinden verilmiş bir tek örnek karar dahi gösteremezler. Ben de bu
konuda iddialıyım. Desinler ki, herhangi bir hukuka aykırı delili, bir özel
şahıs, hatta hırsızlık suretiyle getirdi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bunu
kabul etmiyor veya dünyanın herhangi bir çağdaş ülkesindeki mahkeme bunu kabul
etmiyor. Veremezler, ben çok iddialı söylüyorum, versinler görelim.
Ben
burada, görüşlerimi doğrulayan pekçok karara, söz konusu kitapçıkta değindiğim
için, orada değinmediğim telefon dinlemeyle ilgili çok önemli karara burada
değineceğim.
İnsan
Hakları Avrupa Mahkemesi Schenk davasında, kendisinden karısını öldürmesini
isteyen kocasının telefon konuşmasını gizlice banda kaydeden katilin verdiği
bandın delil olarak kullanılmasını "mahkemenin bütünüyle dürüst bir
şekilde yargılama yapması şartıyla hukuka aykırı bir şekilde yapılan bant
kaydının sözleşmeye uygun olduğu" gerekçesiyle kabul etmiştir.
c-
Dünyanın hiçbir yerinde savcılar, ama özel şahıslarla, ama devlet
görevlilerince getirilsin, bir delil, hukuka aykırı şekilde elde edildi diye o
delili dosyadan çıkarmak, başka bir deyişle davayı gören mahkemenin bilgisine
sunmamak hakkına sahip değildir. Savcının böyle bir eylemi suç oluşturur. Böyle
bir delilin dosyadan çıkarılması için dava açma hakkı bir tek Amerika'da kabul
edilmiştir. Ona da görevli hâkim karar verir, savcı değil. Bizim hukukumuzda
böyle bir dava hakkı yoktur. Hiçbir mahkeme, herhangi bir delilin dosyadan
çıkarılmasına karar veremez, o delili de incelemek zorundadır. Ancak, bir
halde, o da soruşturma ve kovuşturma organlarınca hukuka aykırı şekilde elde
edildiği kanaatine varırsa, sadece hükme esas alamaz -yasa böyle diyor- yani
mesela mahkumiyet kararında bu delile de dayandığını vurgulayamaz. O kadar;
yani, mahkemenize verilmiş yetki bundan ibarettir.
d-
CMUK'nun 254 üncü maddesindeki "soruşturma ve kovuşturma organlarının
hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas alınamaz" hükmünü
de, doğru ve yasanın amacına uygun bir şekilde yorumlamak gerekir. Yasa koyucu,
bu hükmüyle, Anayasal düzenimize kastedenler, caniler, çıkar amaçlı suç örgütü
mensupları kolaylıkla cezalandırılmaktan kurtulsun diye kabul etmemiştir.
Dikkat edilirse, kanuna aykırılıktan söz edilmiyor, hukuka aykırılık
vurgulanıyor. Kanun ve hukuk kelimeleri her zaman aynı anlama gelmez. Mesela Hitlerden
bahsederken, Hitlerin kurduğu devlet için -kanun devletiydi, ama-hukuk devleti
değildi diye söz edilir. Burada hukuk kelimesi, hak kelimesinin çoğulu olarak
kullanılmıştır. Herhangi bir insan hakkı ihlaline yol açmayan kanuna
aykırılıklar, hükme esas alınmamasında gerekçe olarak gösterilemez.
Değerli
yazar Türker Alkan, 16.1.2000 tarihli Radikal Gazetesine yazdığı
"Amerika'da Din Neden Güçlüdür" makalesinde, Amerika'da kiliseler,
pekçok diğer toplumdaki kiliselerden farklı olarak herhangi bir politik akımla
işbirliğine girmekten kaçınmışlardır. Yıllardır "Amerika'daki kadar
laiklik, Amerikan türü laiklik" deyip duruyor bazıları. Amerikan Anayasası
ve yüksek mahkemesinin çeşitli kararlarıyla oluşan ayırım duvarını görmezden
gelerek, devlet okullarında İncil okunmasının, dua etmesinin hatta dua
niyetinde bir dakikalık sessiz duruşun bile anayasa mahkemesi tarafından
yasaklandığı Amerika'daki laiklik uygulamasını yumuşak, din derslerinin anayasa
ile zorunlu kılındığı, devletin din adamı yetiştirdiği Türkiye'deki uygulamayı
ise, nedense sert buluyorlar ve laikliği dine karşı bir komplo olarak
görüyorlar. Oysa dinî, en etkin biçimde egemen olacağı, bireysel vicdana
yönlendiren laiklik, hiç de başarılı olamadığı, olmadığı devlet yönetiminden
dini ayırmakla, hem dine hem de devlete büyük bir iyilikte bulunmaktadır. Dine
asıl kötülüğü edenler, din kurumunu devlet işlerine sokarak yıpratanlar, dinî
siyasî ihtiraslarına ve çıkarlarına alet edenlerdir. Amerikan örneğinin de
sergilendiği gibi, din ve devlet işlerinin ayrılması, ancak dinin güçlenmesi ve
etkin olması sonucunu doğurabilir. Bir de bizdeki duruma bakın: Erbakan'dan
Adnan Hocaya, İBDA-C'ye kadar uzanan dine dayalı siyaset girişimleri sonucunda
din güçlendi mi' Yoksa zayıfladı mı; ne dersiniz'
Ord.
Prof. Dr. Sulhi Dönmezer'in, 24.1.2000 tarihinde Ankara Barosunca düzenlenen
Hukuk Kurultayı 2000'e sunduğu 27 sayfalık bildiriyi, sözlü açıklamama ek
olarak bilginize sunuyorum. Bu zarfın içerisindedir. Üye adedince ve karşı
tarafa da tebliğ edilecek kadar getirdim, ek olarak sunduğum için, burada
okuyup, vaktinizi almayacağım.
Burada,
çok istismar edilen bir konuyu daha açıklığa kavuşturarak sözlerime son
vereceğim. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek l nolu protokolün 2 nci
maddesinde şu hükme yer verilmiştir: "Kimse, tahsil etmek hakkından mahrum
edilemez. Devlet, eğitim, öğretim sahasında deruhte edeceği vazifelerin
ifasında ebebeynin bu eğitim ve öğretime kendi dini ve felsefi akidelerine göre
temin etmek hakkına riayet edecektir." Bu sözleşmede yer almış.
Bu
maddede yanlış yorumlanarak, sekiz yıllık eğitim ve imam hatip okullarının
sayısına devletimizce yapılan müdahalelerin Avupa İnsan Hakları Sözleşmesinin
ek l nolu protokolünün andığım 2 nci maddesine aykırı olduğu söylenmektedir.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesinde yıllarca hâkimlik yapan Prof. Dr. Feyyaz Gölcüklü ve
Komisyon Üyesi Prof. Dr. A. Şeref Gözübüyük tarafından yazılan ve 1998'de
ikinci baskısı yapılan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması"adlı
eserde bu madde şöyle açıklanmaktadır;
"Ders
programlarının yapımı ve düzeni ilke olarak devletin takdir yetkisi içindedir.
Aksi halde kurumlaşmış bir öğretim düzeni kurmak imkânsız olacaktır. Buna
karşılık 2 nci madde, devletin eğitim, öğretim alanında üstlendiği görevi
yerine getirirken, programlarda yer alan bilgilerin dağıtımının objektif,
eleştirisel ve çoğulcu olmasına özen göstermesini gerektirir. Başka bir
deyişle, bu hüküm, ana, babanın dinî ve felsefî inançlarına aykırı nitelikte
belli bir fikri aşılama ve amacı gütmesini yasaklamaktadır. İşte, aşılmaması
gereken sınır budur. Amaç, okullardaki ders programlarında ana, babanın inanç
özgürlüğünü korumak ona saygılı olmaktır.
Devletin,
mevcut eğitim düzeni içinde bu inançlara saygılı olması yeterlidir. Devletin,
ana, babanın inançları yönünde eğitim sağlama zorunluluğu yoktur. Devletler,
devlet okullarındaki eğitim ve öğretimin içerik ve düzeni konusunda geniş bir
takdir yetkisine sahip bulunmakla beraber, ana-babanın dinî ve felsefî
inançlarını incitecek telkinlerde bulunup, fikirler aşılamaktan kaçınacaklardır.
Bu arada bu konu da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 9.3.1977 ve 7.12.1982
tarihli kararlarına değiniyor.
Açık
ve yakın tehlike şartları oluşmuşsa, tüm Batı demokrasilerinde düşünce
hürriyetine bile sınır getirilebilir. Ülkemizde bölücülük ve irtica, açık ve
yakın tehlike olmaktan çıkmış, yaşanan tehlike halini almıştır. Yaşanan
tehlike, meşru müdafaa hakkı veren; yani, mutlaka bertaraf edilmesi gereken
tehlikedir ve şu anda Türkiye Cumhuriyeti, irtica ve bölücülüğe karşı meşru
müdafaa halindedir. Üzerimize düşeni yapmazsak, Türkiye Cumhuriyetinde sonun
başlangıcı için zemin yaratırız ve bu zemin, maalesef, oluşmaya da başlamıştır.
Sonuç:
Anayasa
Mahkemesi, Anayasamızın bekçisi olmak üzere kurulmuş bir kurumdur. Türkiye
Cumhuriyeti, karşılaştığı ekonomik zorluklara, halkımızın önemli bir kesiminin
kültürel seviyesinin düşüklüğüne, dış destekli bölücü ve irticaî akımların
giderek güçlenmesine, her devirde rastlanan aydın ihanetlerine, iç ve dış
kışkırtmalara rağmen ayakta kalabilmişse; mahkemelerimizin, Türk Ordusunun ve
halkımızın önemli bir kesiminin, Cumhuriyetimizin temel ilkelerine, temel
felsefesinden, Anayasamızın temel ilkelerinden ve özellikle Atatürk
milliyetçiliğine bağlı laiklik anlayışından hiçbir zaman ödün vermemeleri
sayesindedir.
Cumhuriyetimizin
ne kadar iç ve dış düşmanı varsa, el birliği ile cumhuriyetimizi yasal
yollardan savunmasız bırakmaya çalışıyorlar.
İrtica
ve bölücülük tehlikesinin bu boyutlarda olmadığı zamanlarda dahi meslektaşları
arasında çağdaş, bilgili, uzağı gören kişiler olarak bilinen tüm Anayasa
Mahkemesi üyeleri, görevlerini cesaretle yapmış, amaçları ülkemizi bölmek ve
Anayasamıza aykırı bir düzen kurmak isteyen partileri, kopabilecek yaygaraya
aldırmadan kapatmaktan çekinmemişlerdir.
Türk
demokrasinin yaşayabilmesi, Anayasa dışı eğilimleri olan partilerin, Anayasa ve
yasalarımıza aykırı eylemlerinin önlenebilmesine bağlıdır.
Fazilet
Partisi, açıkladığım eylemleriyle, Anayasa Mahkememizin kararlarına ve
Anayasamızın yasaklayıcı hükümlerine adeta meydan okuyor. Ancak, unuttukları
birşey var, Cumhuriyetimizi savunmakla görevli kurumlarımızı yozlaştırmak,
onların zannettiği kadar kolay değil. Tüm bu nedenlerle ve Anayasamızın 2,
24/son, 68, 69, 84, Siyasî Partiler Kanununun 78, 86 ve 87 nci maddeleri
gereğince Fazilet Partisinin temelli kapatılmasına karar verilmesi görüşünde
olduğumuzu bilgilerinize arz ederim.
Beni
dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim.
BAŞKAN
- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş'ın, Fazilet Partisinin
kapatılmasına ilişkin sözlü açıklaması dinlendi, konuşma banda alındı, ayrıca
stenograflarca tutanakla saptandı.
Sözlü
açıklama toplantısı sona erdi.
Teşekkür
ederiz efendim."
VII-
SÖZLÜ SAVUNMA
Davalı
Parti'nin 25.1.2000 tarihli sözlü savunması şöyledir :
"ANAYASA
MAHKEMESİ
SÖZLÜ
SAVUNMA TUTANAĞI
BAŞKAN
- Hoşgeldiniz, buyurun efendim.
14.12.1999
günlü karar gereğince Başkan Ahmet Necdet Sezer, Başkanvekili Haşim Kılıç;
üyeler, Yalçın Acargün, Mustafa Bumin, Sacit Adalı, Ali Hüner, Fulya
Kantarcıoğlu, Mahir Can Ilıcak, Rüştü Sönmez, Ertuğrul Ersoy ve Tülay Tuğcu'dan
oluşan Anayasa Mahkemesi, 25.1.2000 günü, saat 10.00'da, özel salonda toplandı.
Raportör, Mehmet Turhan ile evvelce yeminleri yaptırılan stenograflar, Alaaddin
Ayten, Cengiz Tanrıverdi hazır. Davalı Fazilet Partisi adına sözlü savunmada
bulunacak Ankara Milletvekili Cemil Çiçek ile kendisine yardımcı olarak
İstanbul Milletvekili Mehmet Ali Şahin hazır. Sözlü savunma için davalı parti
temsilcisi Cemil Çiçek'e söz verildi.
Sayın
Çiçek, buyurun efendim.
CEMİL
ÇİÇEK - Anayasa Mahkememizin Sayın Başkanı, sayın üyeleri; Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı Sayın Vural Savaş, Fazilet Partisinin, laiklik karşıtı eylemlerin
odağı olduğu ve kapatılan bir partinin de devamı olduğu gerekçesiyle Yüksek
Mahkemeye dava açmıştır ve talebinde, üst düzey yöneticilerle beraber, parti
genel başkanının, yöneticilerin, milletvekillerinin, milletvekilliklerinin
düşürülmesi, partinin kapatılması talebiyle açılan bu davada, davalı parti
adına sözlü savunma yapmak üzere huzurunuzdayım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Davalı
parti genel başkanının bu sözlü savunmayı bendenizin yapması hususundaki
görevlendirme yazısı dosyaya ibraz edilmiştir.
En
başta, savunma sadedinde daha evvel Yüksek Mahkemeye sunduğumuz 10.9.1999 ve
12.11.1999 tarihli ön savunmamızdaki ve son savunmamızdaki görüşleri aynen
tekrar ediyoruz. Her iki savunmada da teferruatlı bir şekilde Sayın Başsavcının
iddia ettiği hususlarla ilgili olarak ayrıntılı açıklamalarda bulunduk. Bu
iddiaların, neden doğru olmadığını, neden hukukî olmadığını, hatta, bir kısım
iddiaların partimizle ilgisinin bulunmadığını, velhasıl, böyle bir davanın
açılmasına yeterli ve geçerli hukukî nedenlerin bulunmadığını orada ayrıntılı
bir şekilde ifade etmeye çalıştık.
Sözlü
savunmamızda bu kadar teferruata girmeden ve fazlaca da kıymetli vakitlerinizi
işgal etmeden bazı hususlara temas edeceğiz ve sözlerimin başında, bana,
bizlere ve bizim konumumuzda olanlara önemli sorumlulukların düştüğünün idraki
içinde ve böyle bir duyarlılıkla temenni ederim ki, bu dava, Yüksek Mahkemeye
açılmış en son kapatma davası olsun. Anayasamızda ve yasalarımızda kapatmayla
ilgili hükümler bulunmuş olsa bile, yine temennim odur ki, bunların
uygulanmasına ihtiyaç kalmasın. Herhalde arzu edilen de, bize yakışan da bu
olsa gerektir.
Çünkü,
hep ifade edildiği üzere, yeni bir yüzyıla, hatta yeni bir milenyuma girdik.
Sosyologların, siyaset bilimcilerin, futurologların, gelecekle ilgili analiz
yapanların ortak yarışı, bu yeni çağ, demokrasi, insan hakları ve özgürlükler
çağıdır. Bu anlamda, tarih, makas değiştiriyor, dünya ile beraber biz de önemli
bir kavşak noktasında bulunuyoruz.
Ya
yeni çağın gerçeklerini doğru okuyup, doğru anlayıp, doğru yorumlayıp gereğini
yapacağız, demokrasi, insan hakları ve özgürlükler noktasında daha ileri
adımlar atacağız, içinde yer almayı bir tarih perspektifi ve bir modernleşme
ideali olarak benimsediğimiz Batı dünyasıyla, Batı ligiyle beraber olacağız ya
da modern çağın, gelişmenin ve değişimin dışında kalarak, büyük bedeller ödeme
pahasına uygarlık yarışından kopacağız.
Şüphesiz,
yeni çağın gereklerinin ve gerçeklerinin okunup anlaşılmasında demokrasilerde
siyasî partilerin önemli rolü vardır. Onların rol ve fonksiyonlarının iyi
belirlenmesi gerekmektedir.
Siyasî
partilerin bu önemi ta bidayetten beri gerek Yüksek Mahkeme tarafından gerekse
Anayasamızda bir ilke olarak, bir prensip olarak anlaşılmış olmalı ki, siyasî
partiler, demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurları olarak kabul
edilmiştir.
Şüphesiz,
bu sözde, çağdaş anayasa ve siyaset teorisinin temel aksiyonlarından biri
ifadesini bulmaktadır. Bu, aynı zamanda, demokratik teorinin evrensel
normlarından birini dile getirmektir. Çağımızın evrensel, siyasî modeli olan
anayasal demokrasi, ancak, siyasî partiler marifetiyle tatbik kabiliyetine
erişmektedir.
Siyasî
partiler, görevleri gereği, bireylerin siyasete katılmalarım, örgütlenmelerini
ve siyasî eğitim almalarını sağlayan kurumlardır.
Cumhuriyetimizin
de temel niteliklerinden biri olan demokratik devletin iki evrensel şartı
vardır. Bir tanesi, genel seçimler; bir tanesi de çok partili siyasî hayat.
Dolayısıyla,
bir devletin demokratik sayılabilmesi için bu iki unsurun birlikte bulunması
gerekir. Özellikle, temsili demokrasilerde, toplum içindeki farklı görüşlerin,
çıkarların, çıkar gruplarının çözüm yollarının siyasete yansıması, ancak,
siyasî partiler aracılığıyla mümkün olabilir.
Siyasî
partiler, bu anlamda, sivil toplumla devlet arasında yeni bir başka türlü
organizasyonla bir başka türlü kurumlaşmayla doldurulamayacak aracı
kurumlardır, köprü görevi gören kurumlardır.
Birçok
Avrupa ülkesinde ve onların anayasalarında belki bizdeki kadar siyasî
partilerle ilgili açık hüküm bulunmamasına rağmen, siyasî partilerin önemi
orada da açıktır. Bu önemin gereği olarak, siyasî partilerin temel işlevi,
toplumdaki farklı çıkar ve görüşleri bir program etrafında birleştirerek siyasî
kararlar haline dönüştürmeye çalışmaktır. Bunun için halktan destek ister,
halkla bütünleşir, onunla uzlaşarak, anlaşarak toplumsal sorunlara çözüm
üretir. Bu bakımdan, siyasî partiler, demokrasilerde, modern siyasî örgütlenme
modelidir.
Normal
olarak siyasî partilerin hedefi, her partinin hedefi, iktidar olmaktır; ama,
muhalefette kalmaları halinde dahi, siyasî partiler, demokrasinin işleyişi
bakımından vazgeçilmez kurumlardır; çünkü, demokratik çoğulculuk, çoğunluğa hoş
gelmeyen ve aykırı sayılan görüşlerin de siyasî sistem içinde temsil
edilebilmelerini gerektirir. Bunun içindir ki, iktidar, her rejimde var ve
meşru; ama, muhalefet, sadece demokrasilerde vardır ve orada meşrudur ve bundan
dolayıdır ki, çağdaş demokrasilerde siyasî partiler için öngörülen, ister
hukukî ister teamülî teminatlar, iktidar partilerinden çok muhalefet partiler
için önem arz etmektedir. Aksi halde, iktidar sahipleri, muhalefeti, onun
temsil ettiği kesimleri baskı altına alabilir, o zaman da siyasete yansımayan
fikirler, onları benimseyenler, iktidar dışındaki çıkar grupları sistemden
dışlanmış olur. Bu da, toplumsal barışı tehlikeye sokar, sistemin meşruluğunu
zayıflatan bir nokta olur. Sisteme yabancılaşan toplumsal grupların kendi
aralarında sistem karşıtı, rejim karşıtı muhalefeti besleyecek bir dayanışma
içine girmelerine yol açar. Radikalizmden fundamentalizme kadar değişik renk ve
tondaki -Sayın Başsavcının tabiriyle- habis urlar bir toplumda böyle teşekkül
eder. Uygar tartışma, yerini kavgaya; uzlaşma, yerini bölünmeye, çatışmaya
bırakır.
Anayasa
Mahkememiz de bir kararında, siyasî partilerin davranışları karşısına birtakım
fiilî engeller ve müdahaleler çıkarılmaması, bunların anayasayla tanınmış
haklarının kullanılmalarının engellenmemesi gerektiğini vurgulamış ve siyasî
partilerin bu manadaki rolünü belirtmiştir.
Bunun
içindir ki, siyasî partiler, bir taraftan demokratik hayatta bir örgütlenme
modeli olduğu kadar, ifade özgürlüğünün de kollektif kullanımıdır. İfade özgürlüğü
ve bu özgürlüğe sağlanan güvenceler de anayasal demokrasilerin kilit taşıdır.
Şüphesiz,
bir demokraside, meşru parti faaliyeti, yalnızca pozitif hukuk tarafından
tanınan hakların kullanılmasındaki aksaklıkları değil, henüz pozitif hukuk
tarafından tanınmamış ya da tartışmalı hak ve özgürlük taleplerini de gündeme
getirmeyi kapsar.
İfade
Özgürlüğü, bütün fertler için vazgeçilmez değerde bir insan hakkı olmakla
beraber, demokrasilerde bu Özgürlüğe en fazla ihtiyaç duyan da hiç şüphesiz
siyasî partilerdir, siyasî partiler içerisinde de muhalefet partileridir.
Çünkü,
muhalefet partilerinin, yasama görevi yanında, önemli görevlerinden bir tanesi
de, denetimdir; toplumdaki aksaklıkları, uygulama yanlışlıklarını, Özgürlük
taleplerini bir ölçüde meşru platformlara yansıtmak gibi bir önemli görevi
vardır. Çünkü, toplumsal sorunları serbestçe tartışamayan bir partinin
sağlayacağı toplumsal bir fayda da olamaz.
Bu
nedenle, siyasî partileri şeklen demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez
unsurları olarak nitelemiş olsak bile, eğer, yeterince ifade özgürlüğü yoksa, o
sisteme anayasal demokrasi denemez, çağdaş demokrasi denemez.
Siyasî
partilerle ilgili kabul etmemiz gereken bir başka husus daha var, onu ifade
etmek istiyorum. O da, partilerin, aslında, bir ülkenin toplumsal gerçekliğini
yansıtan bir ayna rolünü görmüş olmalarıdır, böyle bir role sahip olmalarıdır.
Kısacası, siyasî partiler, sosyolojik gerçekliktir. Bu gerçekliği gözardı
ederek, başarılı bir demokrasi kurulamaz. Belki de bu, yani, sosyolojik bir gerçeklik
oluşu, siyasî partileri değerlendirirken, onlarla ilgili ister yargı hükmü
verelim istersek kıymet hükmü verelim, yeteri kadar üzerinde durmadığımız, ya
da zaman zaman gözardı ettiğimiz bir noktadır. Eğer, partiler, sosyolojik
toplumsal gerçekliği yansıtan aynalar ise, aynayı kaldırmak, gerçeği kaldırmak
anlamına gelmiyor. O gerçek, bir başka şekilde kendisini orta yere koyuyor.
O
nedenle, bugüne kadar çoğu zaman partilerin hep varlığı problem kabul edilerek
çözüm arayışlarına gidildi, kapatma da bu çarelerden birisi olarak düşünüldü.
Sonra, yeniden açılmalar, yeniden kapanmalar siyasî hayatımızda önemli gündem
maddesi oldu, olmaya da devam ediyor.
Hemen
burada bir parantez açmak istiyorum. Şu anda savunmasını yapmak durumunda
olduğum Fazilet Partisi de, Türkiye'nin sosyolojik bir gerçeğidir. Son seçimler
dikkate alındığında, yerel yönetim seçimlerinde yüzde 23, genel seçimde de
yüzde 15 oya sahip bir gerçekliktir ve toplumda da önemli bir rol üstlenmiştir.
Şimdi,
Fazilet Partisinin olmaması durumundaki analizleri yaparak bu sosyolojik
gerçekliği değerlendirmekte fayda var. Bunu ben zaman zaman sadece bir siyaset
adamı olarak değil, bu ülkenin iyiliğini herkes gibi isteyen bir insan olarak
partilerin toplumdaki bu rolünü ve şüphesiz Fazilet Partisinin de rolünü, zaman
zaman birçok akademik toplantılarda münakaşa, münazara etmişizdir.
Türkiye'de,
esas itibariyle bu analizler, yeteri kadar yapılmıyor. Eğer, siyaseti Türkiye
için yapıyorsak, Önceliğimiz Türkiye ise ve partiler de Türkiye'nin ileriye
gitmesi noktasında demokratik araçlar ise, şüphesiz, partilerin bu maksadın
temininde ne ölçüde araç olduğunu iyi değerlendirmemiz gerekecektir.
Zannediyorum, uzunca bir süreden beri, belki de bu coğrafyada yaşayan bütün
milletlerin, bütün toplumların en öncelikli konusu, ülkenin, millî birliği ve
bütünlüğüdür. Birlik ve bütünlük, bizim bütün siyaset konuşmalarımızda, bütün
devlet büyüklerimizin mesajlarında, bilge kişilerin bütün tavsiyelerinde ve
telkinlerinde en önemli Öncelik ve bir toplumsal ihtiyaç olarak, bir millî
ihtiyaç olarak gözüküyor.
Şu
an öyle zannediyorum ki, Fazilet Partisi, şu son yaşanan çirkin olaylar, vahşet
olaylar da iyi hesaba katıldığında, toplumdaki bu sosyolojik gerçeklik,
siyasete normal kanallardan yansımadığı takdirde birtakım sıkıntılar da
beraberinde geliyor. Bu manada, partilerin oy tabanlarının çok ciddî ölçüde
analiz edilmesi lazımdır. Bu yüzde 15 ve bu yüzde 23 ne anlama geliyor,
nerelerden, hangi kesimlerden rey almıştır; o analizler yapılabilir ve bu
analizlerin sonucu olarak bu kesimlerin siyasete yansımaları noktasında
birtakım sıkıntılar çıkmış olması halinde, belki, en fazla önem verdiğimiz
konularla ilgili problemleri uzunca süre yaşamak gibi bir durumla karşı karşıya
kalıyoruz.
Fazilet
Partisinin oy tabanı bu manada analiz edildiğinde; toplumun en geri kalmış
yörelerinin reyleridir, büyük şehirlerin varoşlarında, gecekondu semtlerinde
yaşayan ve millî gelirden en az payı alan kesimlerin oy verdiği bir partidir;
yani, Türkiye'nin içini karıştırmak isteyenler açısından, Türkiye'de ileriye
dönük hesapları bulunanlar açısından en fazla manipüle edebilecekleri, bir
manada, kesimlerin reyini almış olduğu bir partidir.
O
halde, bir başka yönüyle, Fazilet Partisinin oylarını değerlendirdiğimizde,
özellikle, yoğunlukla oy aldığı bölgelerde, şu an son yaşanan olaylardan;
kastettiğim, bu terör olaylarını kastetmiyorum, ama, siyasetimize de yansıyan
başkaca olaylardan yola çıktığımızda, önümüzdeki dönemde Türkiye için en önemli
meselenin mikro milliyetçilik, etnik kökene dayalı bir milliyetçilik
kapışmasının, çatışmasının Türkiye'nin gündemine gelebileceği gibi bir endişe
var bende.
İşte,
Fazilet Partisi, bu manada, Türkiye'nin birliğine ve bütünlüğüne en fazla katkı
sağlayan, belki bunun farkındadır veya değildir, ama, böyle bir görev ifa ediyor;
görüşlerinde birçok yanlışlık var, birçok eksiklik var... -aşağıda yeri
geldiğinde bahsedeceğim- ama, kendisi bilsin ya da bilmesin, Türkiye'nin birlik
ve bütünlüğü, eğer, bir acil ihtiyaçsa, bir öncelikli ihtiyaçsa, Fazilet
Partisinin bu noktada önemli bir görev ifa ettiğini burada belirtmek isterim.
O
sebeple, her partinin aldığı oy kesimleri iyi incelenmeli, o partinin
yokluğunda, bunun siyasete yansımaları ve bu kesimlerin sisteme nasıl adapte
edileceği üzerinde iyi durulması gerekir.
Eğer,
partiler, sosyolojik toplumsal gerçekliği ifade ediyorsa, bugüne kadar kapatma
yoluyla tedbir almadığımız hemen hemen hiçbir kesim kalmamıştır. Cumhuriyet
Halk Partisinden, Demokrat Partiden, Adalet Partisinden büyük kitle
partilerini, yarı ideolojik yarı kitlesel partilere varıncaya kadar bugüne
kadar ister olağan dönemde ister olağanüstü dönemde ister yargı yoluyla ister
başka türlü yollarla bunların hepsi kapatılmıştır. Bu manada denilebilir ki,
Türkiye, siyasî partiler açısından bir mezarlığa dönmüştür. Her kapanma ya da
kapatma, yine sosyolojik anlamda, toplumsal örselemeye sebebiyet vermiştir.
Siyasî kırılganlık toplumda artmıştır. Zannediyorum ki, siyaset dokusu bu kadar
örselenmiş bir başka demokratik toplum yoktur. Bunun getirdiği bir maliyet
analizinin de yapılması gerekir. Bunu, bir savunma ya da bir itham ya da iddia
anlamında söylemiyorum, kanaatimce siyaset bilimi açısından bir tespit olarak
ifade ediyorum.
Toplumdaki
çeşitlilik unsurlarını, kurumsal ve siyasal hayattan tasfiye etmek, böyle bir
çaba içinde olmak, demokrasi için bir tuzaktır, biz böyle düşünüyoruz; çünkü,
bu yol, demokrasiyi kendi temel öncüllerinden uzaklaştırır ve tam karşıtı olan
istemediğimiz rejimlerin ya da sakat anlayışların kucağına iter. O sebeple,
günümüzün demokrasi anlayışında çoğulculuk ve çeşitlilik esastır. Politik ya da
konjonktürel saiklerle toplumsal gerçekliği reddetmenin pratikte bir faydası
yoktur.
Ayrıca,
toplumun belli bir kesimi tarafından yanlış görülen düşünceler veya politik
teklifler, değişim süreci içerisinde, hem öyle asırlar filan geçmeden, kısa
sürede politik uygulanabilir seçenekler haline de dönüşebilirler. Hem insanlık
tarihinde hem Türkiye siyasetinde bunun çok örnekleri görülmüştür.
Ben,
kendi öğrencilik yıllarımı hatırlıyorum; her şeyin devletleştirilmesini politik
sistem olarak önerenler, bugün, rahatlıkla her şeyin özelleştirilmesini
savunabilmektedir. Yine, her şeyin millileştirilmesini -benimki gibi- siyasî
Amentünün ilk şartı kabul edenler, bugün "aman yabancı sermaye Türkiyemize
gelsin" diye büyük bir çaba içerisine girmiş bulunuyor. Üniversitede
okuduğumuz yıllarda, belki, içinde yetiştiğimiz çevre bizleri şu veya bu
şekilde memleket meselesine ilgi duymamız noktasında fikr-i müdir olarak görev
yapanlar, o zamanlar için belli sloganları Türkiye için birer hayatî çözüm yolu
olarak gösteriyorlardı ve herkes, içinde yaşadığımız toplumun, karşılaştığımız
çok yönlü problemlerin noktasında bir kısım insanlarımız o günkü dünya
konjonktüründen de istifadeyle, devletçiliği savunuyorlardı, Türkiye'de her şey
devletleşsin isteniyordu. Biz de buna karşılık belli bir kesim olarak, her
şeyin millileştirilmesinin Türkiye için bir çıkış yolu olacağını düşünüyorduk.
Ama, şimdi, 2000 Türkiyesine geldiğimizde, devletleştirmeyi isteyenler de bir
"U" dönüşü yapıp -doğrusu budur- gelmişlerdir, Türkiye'de
özelleştirme Türkiye'nin öncelikli bir ekonomik tedbiri olarak, bir devlet
politikası olarak, hem sağ iktidarlar hem sol partiler tarafından da konuşulan
bir konu haline gelmiştir.
Millileştirme
konusu belki bizim hamaset duygularımıza hitap eden bir konuydu. Ben, kendi
hayatımda çok heyecan duyduğum günler, zamanlar yaşadım; ama, en çok heyecan
duyduğum an, ATAŞ Rafinerisine bir partinin, bir iktidarın el koymuş olmasıydı.
Çünkü, benim o zamanki duygularıma uygun düşüyordu; ama, şimdi geldiğimiz
noktada acaba her şeyi millileştirmek politikası ne ölçüde Türkiye gerçeğine
uyuyor, dünya gerçeğine uyuyor'!.
Dolayısıyla,
dünün devletleştirmecileri ve millileştirmecileri, bugün ülke meselesinde bir
noktaya gelebilmişlerdir.
Hepimizin
kendi hayatımızda, dün nelerin yasak olduğunu, bugün ise o yasakların ne kadar
anlamsız olduğunu gördük, yaşadık, geliyoruz.
Yine,
şu kısa hayatımızı içerisinde, bu neviden çok zaman geçmeden, öyle, yarım asır,
bir asır, çeyrek asır geçmeden, fikirlerimizde çok köklü değişikliklerin
olduğunu gördük. Mesela, kendi hayatımızda, bir zamanlar Nazım Hikmet'e kimler
karşı idi, şimdi kimler şiirini okumak durumundadır'!. Belki, doğru olan,
bugünküdür.
Dolayısıyla,
burada söylemek istediğim şey şu: Eğer, bir toplumda dengeler yerli yerine
oturmadıysa, toplumda sağlıklı bir sosyal yapı, bir ekonomik yapı, bir
istikrarlı siyasî hayat söz konusu olmadığı takdirde, bu neviden dönüşler, bu
neviden, o taraftan bu tarafa, bu taraftan o tarafa kıymet hükümlerinde çok
ciddî değişiklikler olmaktadır.
Şimdi,
belki çok daha çarpıcı bir misal; bugün ülkemizin, iki yasaklı siyasî lider
tarafından yönetilir olması, üzerinde durup düşünülmeye değer bir husus olarak
görüyorum. Daha dün denebilecek kısa bir süre evveline kadar bu iki sayın
siyaset adamımızın, değil Cumhurbaşkanı, Başbakan olması, mer'i yasaklar
karşısında muhtar bile olmaları mümkün değildi; ama, şimdi acaba,
Cumhurbaşkanlığını bir dönem daha yapsa nasıl oluru tartışıyoruz, gerekirse
Anayasa değişikliği yapalımı tartışıyoruz.
Dünün
yasaklıları, bugün siyasî alternatif ve çözüm olarak karşımıza çıkıyor. Belki,
siyasetimizde uzunca süre unutamayacağımız bir bilen kavramı, bu yasaklar
döneminin, siyasete müdahaleler döneminin terminolojisidir.
Bir
yasaklı siyaset adamı için "bir daha Başbakan olur mu'" denildiğinde,
"beni güldürmeyin" cevabının nasıl gelişen çok yönlü değişimler ve
dinamikler karşısında ters yüz olduğunu hep beraber görüyoruz. Ama, yasaklı
olanlar şimdi, siyasetin oyun kurucuları ve sorun çözücüleri olarak karşımızda.
Aynı
şey Avrupa Birliği için de geçerlidir. Kimler Avrupa Birliğine karşı idi
toplumumuzda, şimdi "aman Avrupa birliğine girelim" diyen ve bunu
yüksek sesle söyleyenler kimler'!. Öyle ise, yarının muhtemel doğrularını bugün
yasak ya da düşman etmek, değişimin değişmez dinamiğine ters düşmektedir.
Onun
için, Sayın Başkan, sayın üyeler; demokratik toplumlarda siyasetin bir işleyiş
tarzı var. Vatandaş partilerin politikalarını değerlendirir ve seçim
dönemlerinde bu politikalara karşı kendi tepkilerini ortaya koyar. Böylece,
birçok yanlış ve eksik, bu süreç içinde kendiliğinden ortadan kalkar.
Yanlışında ısrar eden siyasî partiler, kendi varlıklarını ve geleceklerini de
tehlikeye sokar. Siyasî karşılığı partilere karşı cebrî tedbirler, ancak, çok
zarurî ve mübrem durumlarda uygulamaya sokulabilecek, sık kullanılmaması
gereken yöntemlerdir.
Partilere
hatalarını en kalıcı, en etkin bir biçimde gösteren seçmenlerdir ve
seçimlerdir. Siyasetin bu doğal akışına, zaman zaman sebebi ne olursa olsun, yapılan
müdahaleler, müdahale edilmesi, her defasında aynı sorunların yeniden
yaşanmasına sebep olmaktadır. Partileri kapatılan seçmenler önceki dönemdeki
parti icraatları, özellikle de, partinin yanlışları üzerinde düşünmek yerine,
dayanışmayı ve kusurlarını görmemeyi tercih etmekte, onlardan ders
çıkarılamamaktadır.
Özellikle,
bizimki gibi, hamasi meselelere, vefa duygusu gibi, sadakat duygusu gibi bir
kısım kavramlara önem veren toplumlarda, böyle dönemlerde hatayı görmek yerine,
vefa duygusuyla birçok gerçeğin anlaşılması zorlaşmaktadır. Böylece, siyasî
partilerin seçmenleri ve teşkilatlarını eğitme gibi bir fayda bu şekilde
önlenmektedir ve inanarak, çok inanarak arz edeceğim bir husustur; yine
siyasetin tabiî seyrine sık sık müdahale yapılması kazib mağdurların türemesine
imkân vermekte ve bunların siyasî ömrünü uzatmaktadır, işin doğrusunu yapmayı
da zorlaştırmaktadır. Siyasette, eğer, bugün gerekli kan değişimi bir türlü
normal yollardan gerçekleşemiyorsa, bir ölçüde bu kazib mağdurlar sebebiyledir.
Bu gerçeğin en acı şekilde yaşandığı ülke de Türkiye'dir.
O
sebeple, siyaset, kendi yanlışlarını temizleyecek bir mecrada seyretmelidir.
Esasen. Türk seçmeni 18 Nisan seçimlerinde bana göre, hepimize önemli dersler
vermiştir. Gerekli dersi çıkarmayanlar bir sonraki seçimde oyundışı kalabilecek
bir kritik eşiğe gelmişlerdir. Bunların başında da Fazilet Partisi gelmektedir.
Diğer partiler konumuz olmadığı için konuyu Fazilet Partisi açısından
değerlendirdiğimizde, iki seçimin bir arada yapılmış olması, Fazilet Partisini
ciddî şekilde düşündürecek, düşündürmek bir tarafa, aklını başına toplaması
gereken bir tabloyu ortaya koymuştur.
Aynı
anda iki seçimin bir arada yapılmış olması, özellikle bu değerlendirmeyi yapmak
bakımından Önemli veriler ortaya koymuştur. Her iki seçimde oy kullanan
vatandaş, yerel seçimlerde Fazilet Partisini diğer partilere nazaran daha
tercihe şayan bulmuş, hizmetlerinden bir ölçüde daha memnun olmuş, ya da
kendisine daha yakın bilmiş ve ortalama yüzde 23 rey vermiştir.
Ama,
aynı vatandaş, genel seçimler için tercih yaparken, aradan iki sene geçmiş
olmasına rağmen, Fazilet Partisini aynı ölçüde inandırıcı bulmamıştır. İster
siyasî ehliyetine, liyakatına, önceliklerine isterse sorun çözme kabiliyetine
ve başkaca özelliklerine ancak yüzde 15 destek verebilmiştir.
Kaldı
ki, bu yüzde 15 desteğin içerisinde, çok inanarak verilen reyler olabileceği
gibi, bir kısmı da, başka partilerin adaylarından ya da başka türlü
politikalardan memnun olmadıkları için bu partiye rey veren protesto oylarının
da miktarını hesaba kattığımızda, Fazilet Partisinin yerel seçime nazaran genel
seçimde arasındaki fark yüzde 8'dir. Hatta, bazı bölgelerde bu yüzde 30'a
varmıştır belediye seçimiyle il genel meclisi seçimiyle genel seçimdeki oy
farkı aynı anda.
Bunun
anlamı açıktır; yani, Fazilet Partisi, seçmenin itirazına kulak tıkar, mesajını
iyi okumazsa, gideceği istasyon bellidir. Fazilet Partisi girdiği ilk seçimde
seçmenden bir sarı kart görmüştür; ikincisi, oyun dışı kalmaktır.
Yalnız,
bir şeyi kabul etmemiz gerekiyor. Sosyal ve siyasal gerçekliği kavramak, bir
matematik gerçeği kavramaya nazaran daha fazla zaman alıcıdır ve fakat,
sonuçları itibariyle, daha kalıcıdır. Demokratik sistemin ve neticede hukukun,
hukuku uygulayanların bu gerçeğin kavranması noktasında bir demokratik sabrı,
toleransı ve kolaylığı göstermesi icap eder. Siyasî istikrar, örselenmemiş bir
siyasî ve sosyal doku, ihtiyaç duyulan kan değişimi ve hücre yenilenmesi, bu
demokratik sabrın gösterilmesine bağlıdır; aksi uygulamalar, beklenen sonuçları
maalesef, vermemektedir.
Demokratik
bir toplum için geçerli olan, çoğulculuk, hoşgörü, açık görüşlülük bunu
gerektirmektedir.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi de verdiği birçok kararında, en son ÖZDEP'le ilgili
kararda, çoğulculuk olmadan demokrasi olamayacağını, sözleşmenin 10 uncu
maddesinde dile getirilen ifade özgülüğünün, yalnız uygun gördüğümüz, bizi
rahatsız etmeyen yahut kayıtsız kaldığımız bilgiler ve fikirler için değil,
fakat, aynı zamanda bizi rahatsız eden, sarsan, altüst eden bilgiler ve fikirler
için de geçerli olması gerektiğini belirtmiştir.
Yine.
bu mahkemeye göre "bir partinin siyasî projesinin, Türk Devletinin carî
ilkeleri ve yapısıyla bağdaşmaz görülmesi, onun demokratik kuralları ihlâl
ettiği anlamına gelmez, Demokrasinin Özü, bizatihi, demokrasiyi tahrip etmemek
kaydıyla, devletin halihazırdaki örgütlenme tarzını sorgulamaya davet edenler
dahil olmak üzere, farklı siyasî projelerin ifade edilmesine ve tartışılmasına
izin vermektir" diyor.
Burada
tabiî, demokrasiye zarar verme kavramı önemlidir ve sosyalist parti kararında
da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi "herhangi bir antidemokratik yönteme
başvurma tavsiye edilmediği, şiddet kullanmaya kalkışma veya demokratik
yöntemlerin herhangi bir biçimde reddine ilişkin bir çağrı olmadığı takdirde demokrasiye
zarar verme olarak kabul edilemez" demektedir.
O
sebeple, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ifade özgürlüğünün kullanımından dolayı
parti kapatılmasını mübrem bir sosyal ihtiyacın sonucu olarak görmemektedir.
Yine,
Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu, siyasî düşünce ve siyasî Örgütlenme de dahil
olmak üzere, örgütlenme özgürlüğünün, Avrupa İnsan Hakları Koruma Sözleşmesinin
teminatı altında olduğundan bahisle, aşağıdaki kararları almıştır:
Bu
kararların l inci maddesinde "Devletler, herkesin siyasî partiler içinde
özgürce örgütlenme hakkını tanımalıdır. Bu hak. siyasî düşünceleri açıklama,
kamu otoritesinin müdahalesi olmadan ve sınırlar göz önünde tutulmaksızın bilgi
alma ve bilgi verme özelliklerini de kapsamaktadır.
2 -
Siyasî parti çalışmaları yoluyla gerçekleşen yukarıda bahsedilen evrensel insan
hakları uygulamalarına getirilen herhangi bir kısıtlama, ister olağan isterse
olağanüstü hallerde olsun, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve diğer
uluslararası anlaşmaların bu konuyla ilgili hükümlerine uygun olmalıdır.
3 -
Siyasî partilerin yasaklanması ya da kapatılması ancak, bu partilerin güç
kullanımını teşvik etmesi ya da anayasa tarafından güvence altına alınan hak ve
özgürlükleri kaldırmak ve demokratik anayasal düzeni yıkmak amacıyla siyasî bir
araç olarak güç kullanılması gibi durumlarda haklı görülebilir. Bir siyasî
partinin, anayasayı barışçı yollarla değiştirmek istemesi, bu partiyi kapatmak
ya da yasaklamak için tek başına yeterli bir neden değildir.
Siyasî,
sosyal ve parti içlerinde yetki verilmemiş üyelerin, kişisel tutum ve
davranışlarından tümüyle bir siyasî parti sorumlu tutulamaz.
Siyasî
partilerin kapatılması özellikle, uzun vadeli bir tedbir olarak en son çözüm
olarak kullanılmalıdır. Bağımsız yargı organlarından siyasî partiyi kapatmasını
istemeden önce, hükümetler ve devletin diğer organları, ülkenin içinde
bulunduğu durumu tartmalı, söz konusu partinin özgür ve demokratik siyasî düzen
ve bireylerin hak ve özgürlükleri için gerçekten bir tehlike oluşturup
oluşturmadığını değerlendirmeli ve eğer, durum gerçekten böyle ise, bu
tehlikeyi daha az radikal çözümlerle engelleme ihtimallerini göz önünde
bulundurmalıdır."
Bir
başka madde; "Siyasî partinin yasaklanması sonucunu getiren hukukî
tedbirler, anayasaya aykırılığın bir yargısal bulgusu olmalı; nadiren,
olağanüstü hallerde uygulandığı kanaatini oluşturmalı ve suça uygun ceza
prensibiyle verilmiş olmalıdır. Böyle bir tedbir ise, bir partinin üyelerinin
değil, kendisinin anayasaya aykırı araçlar kullanarak ya da kullanmaya
hazırlanarak siyasî hedeflerini gerçekleştirmeye çalıştığı noktasında yeterli
delillere dayanmalıdır.
Son
madde; "Siyasî partilerin kapatılması açıklık ve adil yargı gibi
prensipleri garanti altına alan bir hukukî prosedür çerçevesinde Anayasa
Mahkemesi veya uygun bir diğer yargı organı tarafından verilmelidir.
Şüphesiz,
Türkiye, Avrupa Konseyinin üyesidir ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine de
imza koymuş bir ülkedir. Bu kararlar göstermektedir ki, artık, demokrasinin
dünyada bize göresi, bize özgüsü yok, evrensel normları ve değerleri vardır.
Herhalde Türkiye gibi bir ülkeye düşen de bu kararları dikkate almaktır diye
düşünüyoruz.
Sayın
Başkan, sayın üyeler; buraya kadar arz ettiğim noktadan Türkiye'ye bir
baktığımızda, Türkiye'nin bugün bulunduğu noktaya bir baktığımızda, bazı
değerlendirmeleri yapmamız lazım. Şu an Yüksek Mahkeme olarak ve biz de savunma
konumunda insan olarak yaptığımız iş, sıradan bir iş değil, sıradan bir
yargılama da değil, bir özel hukuk ihtilafını burada çözmüyoruz, çözecek
değiliz ya da şahsî sebeplerden kaynaklanan ve sonucu da yalnız tarafları
ilgilendirecek olan bir davayı da burada görmüyoruz. Neticede, hukuk
uygulanarak, ümit ediyoruz adalete ulaşacağız; ama, hukuku, siyasete
uygulayacağız; siyasetle ilgili bir davayı burada konuşuyoruz. Bundan dolayıdır
ki, bu davada verilecek karar, sadece hüküm fıkrasıyla değil, yorumlarıyla yeni
yüzyılda önemli bir mihenk taşı olacaktır. Avrupa Birliğine aday olmuş olan
ülkemizde, en başta, Anayasa düzenlemeleri ve yasal düzenlemeler olmak üzere,
yapılacak bütün düzenlemelerin ana istikametini bu davada verilecek karar
belirleyecektir.
Kopenhag
kriterleri olarak anılan belge, demokrasi, insan hakları, hukuk alanında,
birliğe üye ülkelerin standartlarının yakalanmasını üyelik için birinci şart
olarak görmektedir. Bu maddenin yorumu, öyle anlaşılıyor ki, bu dava
vesilesiyle en evvel Yüksek Mahkeme tarafından yapılacaktır. Yapılacak her
türlü yasal düzenlemelere, idarî tasarruflara kaynak olacak ölçü bir karar
olacaktır. Bazı kararların alınmasında cesaret verici olacak ya da tam tersi,
bazı yapılamayanlarında mazereti olacaktır. Yani, önümüzdeki adaylık sürecinde,
hem Yüksek Mahkemenin ismi hem de bu dava vesilesiyle vereceği karar, çoğu
zaman zikredilmiş olacaktır.
Kısacası,
bu davanın, davalı parti Fazilet Partisini aşan bir boyutu var, o da, temel hak
ve özgürlüklerle ilgili boyutu. O sebeple, konuya yalnız, Türkiye ölçeğinden
değil. Avrupa ölçeğinden bakmak gibi bir durumla karşı karşıyayız.
Doğrusu,
bir siyaset adamı olarak da, beni. davanın bu yönü. partimle olan yönünden daha
fazla ilgilendiriyor. Çünkü, biz, hepimiz, çocuklarımız bu ülkede yaşıyoruz;
istiyoruz ki, yeni yüzyıla yeni gündemlerle girelim. Çeyrek asırdır, yarım
asırdır tartışıp konuşup bir türlü neticelendiremediğimiz ve hiç de faydasını
görmediğimiz gündemlerle zaman kaybetmeyelim. Yani, uzun lafın kısası, bu dava
sonucunda verilecek karar, Türkiye'nin fikir, siyaset, hukuk, hak ve
özgürlükler ve demokrasi açısından yeni bir altyapısını oluşturacaktır.
Neden
yeni bir altyapı oluşturacak; birincisi, bizler bu ülkenin insanları 160 yıllık
bir modernleşme çabasını sürdürüp geliyoruz; yani, Tanzimattan beri 1839. Bu
160 yılın, nerede ise yarısı tebalık dönemidir, 76 yıllık dönemi ise
vatandaşlık dönemidir. Bu iki statü, çok farklıdır ve çok da anlamlıdır.
Tebalık, devletin verdiğiyle yetinen, istemeyen, isteyemeyen, istemenin hak ve
özgürlüklerinin nerede ise hiç mesabesinde olduğu, edilgen, pasif bir hukukî ve
siyasî statüdür.
Vatandaşlık
ise, verilenle yetinmeyen, talep eden, tenkit eden, protesto eden, itiraz eden,
yargılayan aktif bir aidiyeti ifade eden bir statüdür. Onun içindir ki, iyi ki
vatandaşız. Bize bu statüyü kazandıranlara da şükran borçluyuz. Şimdi
insanlarımız da vatandaşlığın sağladığı hak ve özgürlükleri kullanmak istiyor;
kullanıyor da; yetmediği noktalarda da teba gibi değil, vatandaş olarak talepte
bulunuyor, tenkitte bulunuyor. Ölçü olarak da, Ortadoğu ülkelerini değil, hatta
canibi dikkattir, kendi tarihini de değil, içinde yer almayı bir devlet
politikası haline getirdiğimiz Batı uygulamalarını esas alıyor.
Şimdi
"bunları niye istiyorsunuz" diyemeyiz, "Niye Batı'yı örnek
alıyorsunuz" diyemeyiz; çünkü, talep edenler, bugünü yaşıyorlar, dünün hak
ve özgürlükleri yetmiyor.
Bir
değerli hukukçumuzun belirttiği gibi; "Türkiye'de temel hak ve özgürlükler
ve özellikle de düşünceyi açıklama özgürlüğü için anayasa ve yasalarda
öngörülen sınırlama ve yasakların çoğu, çağdaş demokrasilerde genellikle kabul
gören ilkelerle bağdaşmadığı gibi, bu sınırlama ve yasaklar, özgürlüklerin
evrensel standartlarda kullanılmasını da engellemektedir.
Türkiye,
insan hakları alanında evrensel normlara uyum sağlamak için Anayasa ve
yasalarında gerekli değişiklikleri yapmak zorundadır. Düşünceyi açıklama
özgürlüğüyle bağdaşmayan yasa kuralları değiştirilmelidir, özgürlük alanı
genişletilmelidir, demokratik değerlere yer verilmelidir."
Eğer,
bizler, hukuku yapanlar ve hukuku uygulayanlar olarak her özgürlük talebini
rejim yıkma teşebbüsü olarak algılayacaksak, laiklik karşıtı söz ve beyanlar
olarak değerlendireceksek, o zaman şu an sahip olduklarımızın bir kısmını
hakketmemişiz demektir.
Zira,
şu an, sahip olduklarımız, dünün benzeri hak ve özgürlük talepleriydi ya da
dünün yasaklarıydı; bir şekilde gerçekleşti ve biz şimdi bunları kullanıyoruz;
bence, bu davanın temeli zayıf, hareket noktası işte bu sebepten yanlış. Yeter
ki, bu hak ve özgürlük talebi, barışçıl yollardan olsun, cebir ve şiddet
içermesin, hukuk yolundan giderek hukukun içinde kalarak dile getirilen
talepler olsun.
İkinci
arz edeceğim husus; demokrasi bir anlamda toleranstır, çoğulculuktur; hatta,
çok farklı zıt fikirlerin, çıkarların ve bunların taraflarının, taraftarlarının
bir arada yaşamasına imkân veren bir siyasî iklimdir. Hukuk da bunun
çerçevesini ortaya koyar.
Bu
sebeple, demokratik toplumlar, alıngan toplumlar değildir. Hava bulutludan
"vay bana niye planı dedin'" e giden, paslanmış mantık zinciri yoktur;
bir halk deyişiyle, "leblebiden nem kapmak" da yoktur.
Zira,
zanlar, şüpheler ve vehimlere yer olmaz demokratik bir toplumda. Karşılıklı
saygıya, diyaloga, sabıra, birbirini anlamaya ve uygar ilişkilere dayalı bir
toplum vardır.
Olaya
öyle bakmaz isek, her konuşmadan, her talepten, her tenkitten rejime yönelik
bir tehdit algılaması yapabiliriz; ama, bu, ne kadar gerçekçi olur ya da ne
kadar doğru olur' Doğruluğundan ve gerçekliğinden yeterince emin olmadan
yaptığımız işler ve müdahaleler sebebiyle neleri kaybettiğimiz, ne onulmaz
yaralar açtığımız Türkiye tarihinde acı örneklerle ortadadır. Dolayısıyla, bunu
en çok bizim toplumumuz anlayabilir. O halde, birbirimize güvenmemiz ve bir
demokratik sabrı göstermemiz gerekecektir.
Bana
göre ve bize göre, cumhuriyet, doğru bir tercihtir; demokratik laik cumhuriyet,
hepimiz için bir iftihar vesilesidir; laik cumhuriyet, demokratik cumhuriyet,
bu milletin başardığı bir modernleşme projesidir ve millet, bunu tutmuştur,
benimsemiştir. Aradan 76 yıl geçtikten sonra, sanki, dün dikilmiş bir fidan
gibi, mahallenin birkaç yaramaz çocuğunun itelemesiyle söküleceğini,
devrileceğini söylemek, 76 yıllık zamana haksızlık olur, millete haksızlık
olur, rejime de haksızlık olur; çünkü, 76 yılda bir fidanı yetiştiremeyen kabiliyetsiz
bir millet oluruz. Kimsenin bunu, değil demeye, ima etmeye bile, dokuz defa
düşünerek karar vermesi gerekir.
Şüphesiz,
her toplumda her fikrin, düşüncenin, inancın radikalleri var, ipe sapa
gelmezleri de vardır. Bizim toplumumuzda var, bizim partilerimizde de var.
Siyasî partiler, bir anlamda bunların enterne edildiği, çoğunluğun içinde bu
çirkinliğin kaybedildiği demokratik platformlardır. O sebeple, birkaç beyandan,
birkaç kişinin çirkin görüntüsünden yola çıkarak siyasete müdahale doğru
sonuçlar vermemiştir. Devletimize, cumhuriyetimize ve birbirimize güvenmemiz
gerektiğini düşünüyoruz.
Şimdi,
işin açıkçası, açılan bu davadan sonra şahsen bir siyaset adamı olarak
konuşmakta zorlanıyorum, ben şahsen zorlanıyorum. Neden; acaba neyi söylersem
Sayın Başsavcı dava konusu yapacak ya da bu konuşmayı alıp Yüksek Mahkemenin
önüne delil olarak getirecek diye. Değil öyle dikenli sözleri, ekonomik
gerçekleri bile yutkunarak şahsen söylemeye başladım.
Mesela,
desem ki "bu ülkenin ekonomisini faiz perişan etmiştir; devlet bütçesinin
üçte l'i faize gidiyor ya da vergilerin tamamı faize gidiyor" dediğimde,
pekâlâ istenirse buradan, faizsiz bir ekonomik düzen istediğim anlamı
çıkarılabilir. Müslüman kimliğimle de bunu söylüyorsam, buradan rahatlıkla
şeriat düzeni istediğime kadar iş götürülebilir. Hele hele, partiyi temsil eden
bir kişi olarak bunu söylersem, o takdirde, partiyle ilgili bir dava konusu söz
konusu olabilir.
Halbuki,
benim bu söylediğim, dinden ve dini yaklaşımlardan, dinin haramlarından yola
çıkarak yapılan bir değerlendirme değildir; ekonomimizin bir gerçeğidir,
maalesef, devletimizin bir gerçeğidir, başta hükümetimizin olmak üzere,
herkesin kabul ettiği ve çözmek için de çaba sarf ettiğimiz bir gerçektir.
Bunun
gibi pek çok misal vermek mümkün. Mesela "Bugün Türkiye'de devlet yapımız
çağın gerisinde kalmıştır. Her zaman söylüyorum, burada da bir defa daha ifade
ediyorum; devlete kırgın bir milletle, toplumu tehlike gören bir sistemle,
vatandaşı hiçe sayan bir bürokrasiyle, insanı dışlayan bir cumhuriyetle
Türkiye'yi yeni çağa taşıyamayız. Hak ve Özgürlüklerin genişletilmesi, devleti
tehdit eden bir tehlike olarak değil, devleti daha güçlü kılacak bir temel
unsur olarak görmeli ve bu yönde adımlar atmalıyız. Bunun için, bize göre
önümüzdeki sorun, özgürlük sorunudur, demokrasi sorunudur. Türkiye'de 76 yıldır
cumhuriyet vardır; ama. kabul edelim ki, cumhur, kâğıt üzerinde kalmıştır.
Cumhuriyet vardır, cumhur yoktur" desem, bunu Sayın Başsavcı mutlaka delil
olarak önümüze getirirdi ve dosyaya koyardı. Ben de, hem kendimin hem de
partimin başını belaya sokardım. Fazilet Partisi için cumhuriyetin değil
niteliğine, bizatihi kendine karşı bir beyan olarak değerlendirilebilecek bu
sözleri, bir başka parti söylediğinde, çok çağdaş, çok entel ifadeler olarak
algılandı ve bunun üzerine yorumlar yapıldı.
Bu
arz etmeye çalıştığım konuşma, bugünkü hükümet sorumluluğunu taşıyan bir siyasî
parti değerli genel başkanın Diyarbakır konuşmasından bir alıntıdır.
Şimdi,
acaba bu ikilem niye' Konuşan kişiye göre muamele niye' Bu farklı uygulamalar
niye'..
Biraz
evvel de arz ettim; 1839'dan beri bizler devlet eliyle bir modernleşme çabasına
girdik; Helsinki Zirvesiyle bu çabamız çok şükür belli bir noktaya geldi.
Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Meşrutiyet Hareketleri, Cumhuriyet ve bugün.
Devletin
başlattığı ancak bugün milletin benimsediği tepeden başlayıp tabanda makes
bulan ve kendimize mahsus bir adaptasyon kabiliyetiyle başardığımız bize özgü
bir modernleşme.
İşte,
çok partili hayat, bu modernleşmenin siyasî hayata yansımasıdır. 160 yıl
içerisinde bu modernleşmenin siyasî tezahürlerinde zaman zaman sıkıntılar oldu,
başarısızlıklar oldu ve Türkiye bunlardan da yeteri kadar tecrübe kazandı.
Şimdi,
modernleşme, bir toplumun en zor gerçekleştirdiği çok yönlü bir değişim. Onun için,
modernleşme süreçlerini yaşayan bütün toplumlarda, bu süreçler, çok sancılı ve
sıkıntılı geçmiştir. Bu sıkıntının en çok yaşandığı alan da hiç şüphesiz
siyaset alanıdır. Çünkü, modernleşmenin tabiatında sosyolojik anlamda bir
çatışma vardır, bir gerilim vardır; bir nebze gerginlik demektir. Gelenekle
yeni değerlerin çatışması, eskiyle yeninin itişip kakışması. Bu gerginlik tabiî
olarak kaçınılmaz olarak da bazı suçlamaları beraberinde getirmiştir. Ama,
geriye dönüp baktığımızda, bu suçlamalar ne kadar gerçekti, suçlamaların konusu
olan tavsifler atfedildikleri insan ya da o toplum kesimleri bakımından
gerçekten varit miydi' Bunu zaman gösteriyor; ama, tarihî bir vakıa ki,
bunların çok önemli bir kısmı doğru değil, tarih doğrulamadı.
İşte,
siyasî modernleşmemizde, bu manada bir tecrübe dönemi olan îkinci Meşrutiyet
Döneminde partiler kuruldu; geleneği temsil edenler oldu, yeniliği
dillendirenler oldu. Bu ilk denemede, siyasî sancılar yaşandı, gerilimler
yaşandı. Önemli iki parti var; Hürriyet ve İtilaf Partisi, daha gelenekçi;
İttihat ve Terakki Partisi belli kıstaslara göre daha yenilikçi.
Şimdi,
o dönemde Hürriyet ve İtilafçılar, İttihatçıları dinsizlikle, imansızlıkla
suçladılar; İttihatçılar da, İtilafçıları millet gerçeğini inkâr etmekle
suçladı. İçlerinde belki bu iki nitelemeye uygun düşünen insanlar da vardı;
ama. kategorik olarak, ne İttihatçıların hepsi imansızdı, din düşmanıydı ne de
İtilafçıların tamam: millet gerçeğinin münkirleriydi. Bu suçlamalar yapıldı;
ama, bu kavganın çokça yaşandığı Balkanlar, bugün ne İttihatçılara kaldı ne de
İtilafçılara.
O
sebeple, Türkiye'deki bu modernleşme ve siyasî partiler üzerine bir araştırma
yapan değerli bilim adamımız Profesör Şerif Mardin, Türk modernleşmesiyle
ilgili olarak yaptığı inceleme ve değerlendirmesinde -İngilizce makale,
Opposition and Control in Turkey- "Modern Türk siyasetinin tarihi,
incelenen muhalefet hareketlerinin tamamının, aynı ithamla suçlandıklarını
gösterir. Bu makalenin kaleme alındığı günlerde, dünyada eşine az rastlanır bir
şekilde Türk gazetelerinin manşetleri, siyasetçilerin şeytanî tertiplerle Türk
Milletini bölmeye çalıştıklarını duyurarak bu davranış kalıbına, yani, suçlama
kalıbına katkıda bulunuyorlardı.
Diğer
yandan, 50 yıl kadar önce İttihat- Terakki, aynı suçlamaları rakiplerine karşı
yöneltmişti. Cumhuriyet devrinde Terakkiperver Fırka, vatana ihanete giden
eylemlerin hamisi olmakla suçlandığında, iddianame benzer şekilde tanzim
edilmişti. Atatürk'ün isteğiyle kurulan Serbest Fırka benzeri saldırıların
hedefi kılınınca, siyasî hayattan silinmişti" diyor ve ekliyor "Türk
siyasî kültüründe, muhalefet kavramında son derece düşman bir öğenin var olduğu
sonucunu çıkarabiliriz. Sonuçta, Türkiye'de muhalefetin sürekli boğazının
sıkılmasının yol açtığı en önemli kayıp, sosyal ve iktisadî yaratıcılığın
engellenmesi olmuştur" diyor bu makalesinde.
Yine,
bugün, hükümet ortağı bir partimizin değerli başkanı, bir eski Başbakan
"Sait Halim Paşa'dan İdris Küçük Ömer'e kadar kimi aydınlarımızın işaret
ettiği gibi, Türkiye'nin bin yıllık geleneğinde muhalefete yer yoktur.
Demokrasilerde devletin bir parçası olarak kabul edilen muhalefete, Türkiye'de
tarihsel olarak yeterli hayat hakkı tanınmamıştır.
Türkiye'de
otoriter devletçi zihniyet, oy mekanizmasından, siyasî rekabetten ve
muhalefetten daima korkmuştur; siyasete yönelik bu korkunun temelinde de,
aslında, vatandaş korkusu, millet korkusu yatmaktadır" demektedir.
1950'den
bu tarafa da ilk tecrübeden intikal eden suçlama ve itham geleneği, halen
sürüyor. Her 15 yılda bir, 20 yılda bir nerede ise, özü değişmeyen, ama,
ambalajı günün şartlarına göre değişen bir suçlama ve ayırma, bölme devam
ediyor. Her dönem yeni düşman öğeler buluyoruz.
1950
öncesi cumhuriyet hükümetlerinde İçişleri Bakanlığı yapan Mehmet Emin
Erişirgil, Mehmet Akif'le ilgili kitabını yazmaya karar verdiğinde -bu arz
edeceğim husus, Sayın Yılmaz Karakoyunlu'nun son çıkardığı kitaptan
alıntıdır-başından geçen bir olayı anlatıyor. Bu olay, Türk toplumundaki kolay
suçlama alışkanlığının örneğidir. Vapurda karşılaştığı bir kişi Erişirgil'in,
Safahatı okuduğunu görünce, sorar "Beyefendi, nereden hatırınıza geldi bu
softa '" Erişirgil bu soru üzerine, neler düşündüğünü anlatır ve kendi
döneminde yaşlılar için her mekteplinin adı züppe -affedersiniz- gençlere göre
de, her yaşlının adı softa olarak anılır.
Dinsizlik,
milliyetsizlikten, ilerici-gerici kavramlarıyla yaptığımız münakaşalara
mücadelelere kadar, Türkiye, bu noktada epey tecrübe kazanmıştır. Arkasından
sağcı- solcu suçlamaları, Türkiye'yi, Rusya'ya satacaklarla, Amerika'ya peşkeş
çekecekler ithamları, propagandaları. Belki bunlar, soğuk savaş döneminin
konjonktürüne uygun düşüyordu. Sovyetlerin dağılmasıyla bu çatışma ortadan
kalktı, Şimdi, laik olan-olmayan çatışması...
Bu
kadar laf etmemin sebebi, bu davanın, bu suçlama geleneğinin bir ürünü
olmasıdır; onu arz etmek için söyledim.
Karşılıklı
suçlayan ve suçlanan kesimlerin de, aslında istisnaları hariç, Türkiye için
düşündüğünü kabul ederek suçlamak, birbirimize sırt dönmek yerine, birbirimizi
anlayabilseydik, Türkiye biraz daha farklı olurdu. Türkiye'yi kavram terörüne,
maalesef, kurban ediyoruz. Amerika, Türk halkına güveniyor. Avrupa güveniyor;
ama, bu ülkenin aydınları ve siyasetçileri Türk halkına güvenmiyor.
Halbuki,
bugün aydınlar ve siyasî elitler arasındaki kavga, birbirine sırt çevirmişlik,
birbirini anlamamazlık, bazı mürettep mahallî olaylara rağmen halkımız arasında
yok. Bir modernleşme çizgisi başarıyla devam ediyor.
Bakınız,
bir süreden beri başörtüsünün hukuktaki yerini laiklikle, özgürlükle ilişkisini
tartışıyoruz, tartışa duralım, bugün dışarıda başı açık olanla kapalı olan
okulda, parkta yan yana; anne kapalı, kızın başı açık, sokakta kol kola;
televizyonların eğlence programlarımıza baktığımızda yaşlısıyla genciyle,
sakallısıyla sakalsızıyla, başı açık olanıyla kapalısıyla birlikte aynı
sanatçıyı dinliyorlar ve tempo tutuyorlar.
Şimdi,
belki dikkatlerden kaçan bir başka husus daha var, o da şurasıdır: Bugün
popüler müziğin en son örneklerini, en evvel, cemaat radyolarında
dinleyebilirsiniz. Kadın elini sıkmaktan imtina edenler, ya da haremlik
selamlık oturmayı lüzumlu görenler, bunu telkin edenler, tavsiye edenler, bugün
beş yıldızlı otellerde sazlı sözlü düğün yapabiliyorlar; birçok film
stüdyolarının sahipleri bunlar; en çok yerli film üretenler de bunlar.
Daha
bir süre evveline gelinceye kadar, hoparlörle ezan okunmasının dinen caiz
olmadığını söyleyenler ve bugün en popüler televizyon kanalının sahibi ve
yayıncıları.
Faiz
haramdan, faizle çalışan banka kurmaya ve banka reklamlarına kadar her dinî
grup Türkiye'deki, kendi içinde ciddî bir değişim geçiriyor.
Çok
yakından takip ettiğim için bir şey arz etmek isterim. Daha 7 sene evveline
kadar acaba dinî televizyonlar da ya da bu mahreçli yayın yapan televizyonlarda
kadın spiker olur mu olmaz mının uzun süre münakaşası yapılmıştır. Bunun caiz
olmadığını uzunca süre savunmuşlardır. Ama, sonradan Türkiye'deki değişim,
dünyadaki değişim "olur; ama, önce görüntüsüz haber okusun, perde
gerisinden okusun" denilmiştir. Bu televizyonlar bir süre sonra, perde gerisinden,
bayan sesinden haber vermeye başlamışlardır. Sonra "görüntülü olur
ama..." bakılmıştır, bu istenen maksat hasıl olmamış, gerekli ilgiyi
görmemiş, bunlar demiştir ki, "görüntülü olur ama, başörtülü olması
lazım."
Başörtülü
okunduğu dönemler de olmuştur; ama, 2000 yılına geldiğimizde, bakınız, o
kanallar devam ediyor, o radyolar devam ediyor, hem hanımlardan spiker olur,
başörtülü de olur başörtüsüz de olur noktasına gelmişlerdir; ama, bütün bu
değişimler olurken Türkiye'de kavga dövüş olmamıştır.
Dolayısıyla,
ama, aynı televizyonlar, aynı radyolarda zaman zaman bir özgürlük talebi
olarak, başörtülü insana karşı da zaman zaman yayınlar yapılmıştır.
Bütün
bunları arz etmemin sebebi, dünyadaki değişime paralel kendi içinde de bir
ciddî değişim yaşıyor, kabuk değiştiriyor. Bütün bu değişimlerin hepsi de
siyasî partilere yansıyor. Bizim toplumumuz kendi kültürünün inancının,
geleneğinin değişmezleriyle evrensel değerleri hayatın değişkenleriyle
inanılmaz bir sentezle, bir başarıyla gerçekleştirmiş oluyor.
Şüphesiz,
bütün bunları söyleyen ben, biz, Türkiye'nin sorunsuz olduğunu söylemek
anlamına gelmiyor. Her ailede sorunlar olabilir ve de vardır; ama, her
anlaşmazlığı mahkemede çözmeye kalkarsanız, aile birliği kalmaz, aileyi devam
ettirmek de mümkün olmaz.
Demokratik
toplum da aslında bir geniş ailedir, bir demokratik ailedir. Her sorunu
mahkemede çözmek yerine, sabırla, hoşgörü, saygı ve açık gönüllülükle çözmek,
sorunu daha kalıcı çözmektir. Toplumun sorun çözme yeteneğini geliştirmek,
olaylar karşısında hisle, heyecanla, hamasetle değil, akılla, sağduyuyla,
soğukkanlılıkla olayları ve sorunları algılama imkânı getirecektir, birlikte
yaşamayı da kolaylaştıracaktır.
Esasen,
bir ülkenin her sorununu hukukla çözmek de mümkün değildir. Çünkü, her sorunun
kendi içinde dinamikleri, tayin edici faktörleri vardır. Eğitimle çözülebilecek
bir konuyu, ancak, eğitime önem vererek ve öncelik vererek eğitim
yetersizliğini ortadan kaldırarak çözebiliriz. Ekonominin sorunları, ekonominin
kurallarından ve önceliklerinden yola çıkılarak çözülebilir. İçi içe geçmiş
sosyal olayları, sosyolojik verilerden hareketle anlamamız kolay olabilir.
Şüphesiz, siyasî sorunları da, siyasetin kendi iç dinamikleri daha kalıcı
çözer. Aksine yapılan değerlendirme ve uygulamalar, idarenin ve siyasetin yükünün
yargıya devredilmesine yol açar, siyasetin esnek oyun kuralları yerine,
yargının sert kaideleriyle sorunlara müdahale edilmiş olur.
Bu
arz ettiğim husus, Anayasa Mahkememizin görüşünün bir parçası dava vesilesiyle.
Bu
türlü sorunun, her türlü sorunun çözümünü hukuka ve hukukçuya ve hukuk
kurumlarına havale etmek, onlara aşırı bir yük yüklemektir; bu, hukuku ve hukuk
kurumlarını aşındırır. Her iş, kendi ortamı içinde ve kendi kurallarına göre
çözülmeli, gerekli demokratik sabır gösterilmeli, yargı son aşamada müdahale
etmelidir. Esasen, kuvvetler ayrılığı da bunu gerektirir.
O
nedenle, parti kapatma konusunu, bu çerçevede istisnaî olarak düşünmek
gerekecektir. Parti kapatmak için acil bir toplumsal ihtiyaç söz konusu
olmalıdır.
Şüphesiz,
bir siyaset adamı olarak ben de biliyorum ki, bizim siyasetimizde ve siyaset
kurumlarımızda, en başta da siyasî partilerimizde, çok ciddî yanlışlıklar var,
çarpıklıklar var, olmaması gereken şeyler var; ama, siyaseti de, içinde yaşanan
toplumun kültüründen, şartlarından soyutlayarak yapamayız. Dolaylısıyla,
karşılaştığımız birçok siyasî sorunun ya da toplumsal sorunun, siyasetçiler,
bazen failidir bazen de mefulüdür.
O
sebeple, siyasetin sorunlarının çözümünde, öncelik siyasetin kurallarına
verilmelidir.
Nitekim,
Türk seçmeni, büyük bir basiretle bu işin ince ayarını yapıyor. 1987'den beri
her seçimde birinci olan partiyi değiştiriyor, siyasette taşların yerli yerine
oturması için üzerine düşeni yapıyor. Herhalde, hukuku yapanlara ve
uygulayanlara da en evvel bu sürecin işlemesini kolaylaştırmak düşer diye
düşünüyoruz.
Sayın
Başkanım, sayın üyeler; şimdi davayla ilgili iddialara geçmeden evvel, üzerinde
durmak istediğim bir konu var. O da, Sayın Başsavcının hem iddianamesinde hem
esas hakkındaki görüşünde hem de sözlü açıklamalarında kullandığı üslupla
alakalıdır. Dolayısıyla, bu üslup üzerinde birkaç şey arz etmek istiyorum.
Şüphesiz,
gerek iddianame gerekse esas hakkındaki görüş, her ikisi de birer hukukî
metindir. Yaptığımız iş de bir hukukî işdir. Kullanılan üslubun da normalde
hukukî olması gerekir; tariflerin, tavsiflerin, teşbihlerin, mukayeselerin,
takbihlerin bile hukukun kavramları arasından bulunup kullanılması, seçilip
kullanılması icap eder.
Çok
şükür, Türkçemiz, hukuk lisanı olarak fevkalade zengin bir kelime hazinesine ve
stokuna sahiptir. İnsanların meramını ifadede, özellikle de, hukukî anlamda
ifadede, herhangi bir kelime ve dil yetmezliği söz konusu değil.
Ancak,
üzülerek belirteyim ki, Sayın Başsavcı -kendisi değerli bir hukuk adamıdır, bir
hukukçudur, şahsen de saygı duyarım- bu davada tanzim ettiği iki hukukî
metindeki hukukî bir üslup yerine, böyle bir üslup kullanmamış, bir bildiri
üslubunu tercih etmiştir.
Öğrencilik
yıllarımda ve daha sonra da çok örgüt bildirisi okudum, Türkiye öyle dönemleri
de yaşadı; habis urla başlayan, aymazlar, şeytanın dostları ve vatan
hainleriyle sona eren fevkalade istiskal edici bir üsluptur. Nitekim, Sayın
Başsavcının görüşlerini iktibas ettiği köşe yazarlarının bile bu üslubu
yadırgadıklarını ifade etmeliyim.
Şüphesiz,
hukuk ilmi. hem usuldür, hem üsluptur; çünkü, hukuk, bir zerafettir ve insanın
ilmidir ve insan da saygıdeğerdir. Suçüstü yakalanan bir kişiye dahi hüküm
kesinleşinceye kadar "sanık" diyoruz. Herhalde, bunun bir anlamı
olması lazım gelir.
Sayın
Başsavcının bunları bilmediğini ben şahsen düşünemem; ama, öyle anlaşılıyor ki,
Sayın Başsavcı, bu davaya hukukî açıdan bakmıyor. Bu davayı görevi gereği
yürüttüğü kamusal bir mesele olmaktan çıkarıyor, bir şahsî meselesi, bir
prestij meselesi haline getiriyor. Bu dava üzerinden kendisi gibi
düşünmeyenlere ağır ithamlarda bulunuyor. Dolayısıyla, hem davalıyı hem de
toplumun belli bir kesimini hasım gören bir yaklaşım sergiliyor.
Bu
davanın dışında cereyan eden bazı tartışmalara -ki, kendileri taraf değildir,
bu davada o tartışmaların bir tarafı değildir- bu davadan istifadeyle cevap
veriyor, nerede ise onları ve bizi, terörle işbirliği yapan insanlar olarak
görüyor. Liberal aydınlar Sayın Başsavcının boy hedefi. Halbuki, bu dava,
liberal aydınların davası değil, böyle bir dava yok, terörle mücadeleyle de
alâkası yok.
Maalesef,
Sayın Başsavcı bu agrasif üslubunu sözlü açıklamalarında da sürdürüyor, kendisi
gibi düşünmeyenlere "sözde bilim adamı, sözde hukukçu, sözde köşe
yazarı"gibi nitelemelerde bulunuyor.
Sayın
Başsavcı bir şey daha yapıyor -yeri geldiğinde arz edeceğim- şayet, kendi
talebi doğrultusunda Yüksek Mahkeme karar vermezse, olumsuz anlamda diğer
yeryüzünde ilk olmakla suçluyor.
Sayın
Başsavcı yine sözlü açıklamalarında, öncekilerinden bir adım daha ileri giderek
işi ileriye götürüyor; anayasal kurumları da suçluyor, töhmet altında
bırakıyor.
Mesela,
diyor ki: "Diyanet İşleri Başkanlığı başörtüsü sömürüsüne karşı neden
olumlu veya olumsuz bir tavır almıyor da, Sağlık Bakanlığını ilgilendiren
alanlarda fetva veriyor' Onun bu tutumunu, sükut ikrardan gelir diye mi
yorumlamak gerekir' Gazetelerin yazdığına göre, Diyanet, türbancıların
safındaymış."
Şimdi,
evvela Sayın Başsavcı Diyanet İşleri Başkanlığını Sağlık Bakanlığının işine
müdahale etmekle suçluyor ama, kendisi de farkında olmadan Diyanetin işine
karışmış oluyor. Ben böyle bir yetkisinin olduğunu zannetmiyorum.
İkincisi,
Diyanet İşleri Başkanlığı Anayasanın 136 ncı maddesine göre bir anayasal
kuruluştur, görevleri bellidir. Ona bağlı olarak, 633 sayılı Diyanet İşleri
Başkanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanun bellidir. Bu mevzuata göre,
Diyanet İşleri Başkanlığının görevi, İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak
esasları ve bunlarla ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak
ve ibadet yerlerini yönetmek olarak belirlemiştir.
Tabiî,
Diyanet, bu görevini yaparken, İslam ne diyorsa, İslamın orjinal kaynakları ne
diyorsa onu söylemek, onun dediklerini esas almak mecburiyetindedir; çünkü, hem
Anayasa hem yasa böyle bir görev veriyor.
Nitekim,
öyle de yapmış. Dosyada ibraz ettiğimiz Din İşleri Yüksek Kurulunun kararıyla
İslam Dini ne söylüyorsa onun kararını Din İşleri Yüksek Kurulu olarak vermiş
ve kamuoyuna da açıklamış. Tabiî, uyup uymamak kişinin kendi tercihidir: ama,
"dinin emri budur" demiştir.
Şimdi,
dinin emri buysa; yasa, Anayasa böyle diyorsa, Sayın Başsavcının hatırına,
dinde olmayan bir şeyi mi söylemesi gerekecekti Diyanet işleri Başkanlığı'
Doğrusu,
bendeniz de bir hukuk adamı olarak, sıkıyönetim bildirilerinde bile böyle
değerlendirmelere ben rastlamadım.
Mesele
hukukî olmaktan çıkıp bir prestij ve şahsî mesele haline gelince, bunun bu
davaya etkileri var. Ne var; en azından delillerin toplanmasına tesir ediyor.
Delilleri ya eksik topluyor, delil olarak sunduğu konuşmaların içinden cımbızla
çeker gibi bir tek cümleyi çekiyor, bütünlüğünü nazara alıp ona göre bir delil
ortaya koyması gerekirken, yarım saatlik, 15 dakikalık, 20 dakikalık bir
konuşmanın içerisinden evvelini ve sonrasını çıkarıp içinden bir cümleyi
çektiğinizde, diyor ki, "işte, bunlar budur" demeye getiriyor.
Şimdi,
bu noktada müsaadeniz olursa bir-iki şey arz etmek isteyeceğim. Bir tanesi
değerli arkadaşımız Mehmet Ali Şahin Beyin bir konuşmasıdır, dosyada delil
olarak koyuyor. Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmada, başka konular meyanında,
başörtüsü konusuna da bilvesile temas ederken, daha evvel bu konu üzerinde
Meclis kürsüsünden konuşma yapmış olan SHP İzmir Milletvekili Turan Bayazıt'ın
bir konuşmasından alıntı yapıyor. O da tutanaklardan, bu konuşma da tutanaktan.
Diyor
ki, Sayın Bayazıt "Yapılacak bazı değişiklikler kulağıma geldi..."
Bu, başörtüsü veya benzeri bir düzenleme o tarihlerde olacak herhalde
"Genel ahlâk, âdap sözcükleri çıkarılacakmış, yürürlükteki kanunlar
sözlüğe konacakmış..." Yüksek Mahkemenin en son kararına mesnet teşkil
eden yasama faaliyeti, onunla ilgili "Bu, doğru değildir; çünkü, bugün
Türkiye'de, kadın kıyafetini düzenleyen bir yasa yoktur. Atatürk de, kadın
kıyafetinden bir yasa çıkarmamıştır; isteseydi onu da çıkarırdı." Bu,
Sayın Bayazıt'ın sözü.
Şimdi,
Sayın Mehmet Ali Şahin bu konuşmayı alıyor, diyor ki, bizim bu manada
yasaklayıcı bir hüküm söz konusu değil ve iptal kararından sonra yapılan yahut
ret kararından sonra yapılan bir konuşma da olduğu için, diyor ki, Anayasanın
153 üncü maddesini hatırlatarak "Anayasa Mahkemesinin kanun koyucu gibi
hareket ederek yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemeyeceğine
amirdir 153 üncü madde; Anayasa Mahkemesi de bu kurala uymak zorundadır."
Söylediği, Anayasanın 153 üncü maddesini okumaktan ibaret.
Şimdi,
bu konuşma alınıyor, sanki, Mehmet Ali Şahin Anayasa Mahkemesi kararlarını
tanımıyor, böyle bir karara itibar etmiyor, buna saygı duymak istemiyor gibi
bir üslup içerisinde, bu konuşma, delil olarak Yüksek Mahkemeye sunuluyor.
Şimdi,
ikinci konuşma; ben burada olduğum için eğer, soru varit olursa,
cevaplayabilmek bakımından, müsaadeniz olursa kendimle ilgili kısmından cevap
vermek isteyeceğim.
Partiye
katılış töreninde Mecliste yapılan bir konuşma, oradan bir olgunun tespiti var,
bir kıymet hükmü yok. Ben "doğrudur, yanlıştır" demiyorum, sadece
toplumda olan bir olguyu Meclis grup genel kurulundaki kürsüden dile getirmeye
çalışıyorum. Ama, bu konuşmanın bir evveli var bir de sonrası var, onunla
beraber mütalaa edildiğinde, eğer, laikliğe aykırı bir tek cümle bulunabilirse,
ben her şeyi kabullenmeye hazırım; ama, bu, böyle değil de, bizimki gibi
insanların çoluğunu çocuğunu bir gün "bunun babası laikliğe karşı
adamdı" dedirtmeye de kimsenin hakkı olmaması lazım gelir; bu da, çok
önemli bir hadisedir.
Bakınız,
benim o konuşmada söylediğim şey gayet açık. "Birkaç aydan beri Türkiye'de
çok yönlü siyasî ve sosyal bir deprem yaşanmaktadır. Art arda gelen sarsıntılar
toplumu temelinden sarsmakta, insanlarımız dalganın birinin olumsuz tesirlerini
bertaraf etmeden öncekinden daha şiddetlisiyle karşı karşıya kalmaktadır.
Sosyolojik bir tespitle, Türk toplumu, giderek sosyal çözülme tehlikesiyle
karşı karşıyadır. 65 milyonluk büyük bir ülkede ekonomik, sosyal ve kültürel
farklılığın boyutları zorlanarak Türkiye bir maceraya sürüklenmektedir. Bu
ülkede 1980 öncesi bir sağ-sol kavgası yaşandı, 5 binden fazla insanımız
hayatını kaybetti, gencecik yaşlarda 70 bine yakın insanın ömrünü cezaevlerinde
çürüttük. Onların acısı hâlâ yüreğimizi yakarken, o yaralar henüz
sarılmamışken, şimdi bir etnik kavga başlatıldı."
Bu,
dışa dönük bir konuşma değil, parti grubunda yapılan bir konuşmadır.
"Dolayısıyla,
o yangın pek çok insanın kanı ve canı pahasına sürdürülürken mezhep
farklılıklarına dayalı bir başka senaryo Türkiye'nin gündemine getirilmekte
gecikmedi." Gazi olayları var, benzeri olaylar var.
"Şimdi,
en tehlikelisi, toplumun ufkunu karartıyor, bir kâbus gibi üzerimize çöküyor;
laik-dindar çatışması. Sanki, başı örtülü, laik, başı açık da Müslüman
olamazmış gibi bir mantık sergilenmeye çalışılıyor.
Evet,
ülkemiz bir maceraya sürüklenmektedir. Aklıselim, sağduyu, basiret gibi insanî
ve islamî hasletlerden her geçen gün biraz daha uzaklaşıyoruz. Marjinal
grupların çıkardığı kavgalar, çıkar çevrelerin ortaya attığı iddialar,
siyasetin ve siyasetçinin gündemini oluşturuyor. Doğru yönde, doğru yerde saf
oluşturmak yerine, iki yanlıştan birisinin arkasına yığınak yapılıyor. Millet
ise, sıkışmış bir vaziyette, bir çıkış yolu arıyor, bir ümit ışığının yanmasını
bekliyor; ülkeyi yönetenlerden ya da bu işe talip olanlardan dürüstlük, açıklık
ve mertlik bekliyor. Bunun en açık örneği, üniversitelerde yaşanan kılık-
kıyafet rahatsızlığıdır. Millet, dinin emirleriyle devletin emirleri ve
yasakları arasında sıkışıp kalmıştır. Bir anayasal kuruluş olan YÖK diyor ki.
131 inci maddeye göre anayasal kuruluş 'başınızı açacaksınız, devletin emri
budur' tamam, yine bir başka anayasal kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı da
diyor ki, 'dinin emri budur, örtünmeniz gerekir.'
Şimdi,
bu talihsiz millet ne yapacak; devleti için dinini mi, dini için devletini mi
karşısına alacak' Bu ülkede bir konuyu, sorun hale getirmeden çözemeyecek
miyiz' Bu işin bir çıkış yolu bulunamaz mı' Demokratik bir ülkede bizi endişeye
sevk eden bunca sıkıntı neden yaşanıyor' Ülke, neden 10-15 yıllık aralarla bir
kaosa sürükleniyor'
Okuyarak,
dinleyerek kabul ederseniz, düşünerek vardığım kanaat odur ki, Türkiye belli
şartların yerine getirilmesi kaydıyla doğru bir tercih yapmış, Batıya
yönelmiştir. Uzunca bir zamandan beri Batıyla çok yönlü bir işbirliğine
girmiştir, pek çok kavramı ve kurumu Batı'dan getirmiş, onu örnek almıştır;
ama, ne yazık ki, dikkatlerden kaçan ve özellikle kaçırılan bir konu vardır.
Türkiye'nin Batı'dan en evvel örnek alacağı alan, siyaset alanıydı. Siyaseten
Batı'yı örnek alabilseydik, emin olun bugünkü olumsuzluklara sürüklenmezdik.
İşin içine en başta kendimi koyarak ve samimiyetle ifade etmek isterim ki, dün
yaşananlar ve bugün yaşanacak olanlar da dikkate alınarak, genel hatlarıyla,
Batı'da siyaset, ahlaktır, fazilettir; bizde ise, rezalettir. Batı'da siyaset,
vatanseverliktir; maalesef, bizde çıkarcılıktır, bencilliktir. Kamuoyu en
azından öyle algılıyor Batı'da siyasî kadrolar müelliftir, üreticidir,
telifcidir; bizde ise, bu kadrolar tevilcidir, tefsircidir, yolsuzluğa ve
hırsızlığa varan çirkinliği örtmek için vardır siyasî kadrolar.
Birinci
görevi Türk istiklâl ve cumhuriyetini korumak olan milletvekilleri, sanki,
görevi bu değil, liderlerinin ayaküstü kırdığı potları, verdiği saçma sapan
demeçleri tevil etmek, tefsir etmek, kırıp döktüklerini toplamaktır. Dün
Mecliste yaşandığı üzere pisliklerini temizlemektir. Aile efradının haksız
servet edinmesine 'aman partimize zarar gelmesin' diye kurşun askerlik
yapmaktır, göğüslerimizi siper etmektir.
Batı'da
siyaset yapanlar, siyasî liderleri fikirleriyle gündemdedir; bizde ise,
figürleriyle, gömleğiyle, kravatıyla, eşarbıyla, fotoroman artistleri gibi rol
kesmeleriyle... Orada toplum, bir fikir ve düşünce toplumudur; bizde ise bu
sebepten bizim toplumumuz bir magazin toplumudur. Orada siyaset yapanlar proje
adamıdır; Refah iktidarından sonra şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, bizde ise,
slogan adamı.
Batı'da
demokratik siyasî sistem başarıya, kazanmaya dayanır, onu teşvik eder, ona prim
verir, başaran kalır, kazanan kalır, kaybeden başkaca hiçbir şartın tahakkukunu
beklemeden gider, kalırken ülkesine hizmet eder, partisine ve demokrasiye katkı
sağlar, giderken de Öyle; bizde, başaran da kalır, başaramayan da kalır,
kaybeden daha çok kalır. Onun için, ne ülke kazanır ne demokrasi ne de parti.
Demokrasi
adına çok güzel sözleri, Batılılardan evvel ve Batılılardan çok biz söyledik,
güzel söz söyledik, güzel örnekleri oluşturamadık. Saygıyla ifade etmeliyim ki,
istisnası Sayın Erdal İnönü'dür. Uzaklara gitmeye gerek yok, yeri geldiğinde
küçümsediğimiz Yunanlı politikacılar kadar bile olamadık.
Bakınız.
Honeker gitti. Güstav Husak gitti. Jivkov gitti. Çavuşesku gitti. Teatcher
gitti; kalan, Suriye'de Hafız Esad, Irak'ta Saddam Hüseyin ve bir de
bizimkiler. Onlar Suriye'de, Irak'ta diktatör, bizimkiler de partilerinde;
tomurcukları açtırmıyorlar, ne çile çekenini ne de çile çekmeyenini.
Kendilerini kendilerinden izinsiz sevme hakkınız bile yok; mümkün olsa, izinsiz
rüya görmeniz bile mümkün değil.
Batıda
siyaset yapanlar, hem hukuken vatandaş hem siyaseten vatandaştır: bizde
genellikle bu mesleği icra edenler hukuken vatandaştır, ama, siyaseten unvanlı
ve imkânlı kölelerdir. Milletvekilliği de, dokunulmazlığı olan bir
köleliktir."
Yapılan
konuşma burası. Şimdi bunun neresinde laikliğe aykırı bir tek cümle var'
Neresinde bir kıymet hükmü var siyasetin dışında'
Ben,
inanıyorum ki, bu konuşmalar, grupta daha sıkça yapılabilseydi, belki, bu ve
benzeri davalar mahkeme önüne gelmezdi.
Şimdi,
Sayın Başsavcının yaptığı bir başka şey daha var; delil olarak koyuyor. Şimdi,
bir parti, bundan evvelki hükümette Millî Eğitim Bakanlığı yapan Sayın
Uluğbay'la ilgili bir gensoru önergesi vermiş. Gensoru önergesinin özü, daha
çok üniversitelerdeki başörtünün uygulaması; konu bu, büyük ölçüde.
E,
tabiatıyla her parti bu konuya temas ediyor. Evvela önergenin mahiyeti bu,
önergenin üzerinde konuşanlar bu meseleleri konuşuyorlar, tabiatıyla, Fazilet
Partisi adına çıkan da, konu bu olduğu için bu konuyla ilgili konuşma yapıyor.
Şimdi,
Sayın Başsavcı, önergeyi veren partiyi atlıyor, onun beyanlarını görmemezlikten
geliyor, ondan sonra konuşan diğer partilerin konuşmalarını görmemezlikten
geliyor. Bizim arkadaşımızın, Musa Uzukaya'nın, dosyada delil olarak
gösterilen, bir eleştirel yaklaşımı ifade eden konuşmasını alıyor, getiriyor,
laiklik karşıtı bir beyan olarak Meclis kürsüsünden yapılan bir konuşmayı,
burada huzurunuza getirmeye çalışıyor.
Arzu
edilirse bu metinleri okurum; ama, vaktinizi almak istemiyorum.
Onun
için, Sayın Başsavcı, daha başta davayı açarken iddia ettiği hususlarla ilgili
olsun olmasın, tüm üst düzey yöneticilerin; dava 7 Mayısta açıldı. Meclis 2
Mayısta, demek ki. beş gün var arada; Meclise ilk defa gelmiş yemin metninin
dışında hiçbir beyanı yok. O metin anayasal metin, hiçbir konuşması yok, hiçbir
yazısı yok, hiçbir fikri yok, ama, tüm partili milletvekillerinin siyasetten
yasaklanmasını ve milletvekilliklerinin düşürülmesini istiyor. Kategorik olarak
toptancı bir yaklaşımla bir manada cezalandırılmasını.
Onun
için, Sayın Başkan, sayın üyeler; Sayın Başsavcı davayı çarpıtıyor. Uzun uzun
terörle mücadeleden bahsediyor. Bunun önemini vurguluyor. Terörle mücadele ile
parti kapatmayı yan yana getirerek buradan bir netice elde etmeye çalışıyor;
sanki, Fazilet Partisi terör eylemlerinin odağı haline gelmiş de ondan dolayı
dava açılmış gibi.
Yine,
Sayın Başsavcı, bu davayı kendi kamusal görev alanından çıkardığı ve bir
prestij meselesi olarak gördüğü için teknik bir hukukî sorunu uluslararası
sözleşmelerin ve mahkeme kararlarının iç hukukla ilgisini, münasebetini bir
teknik hukukî sorun olmaktan çıkarıyor, bir millî haysiyet ve bağımsızlık
meselesi olarak ortaya koyuyor ve bunu böyle anlamaya çalışıyor. Bu iki
kavramla bu meseleyi izah etmeye çalışıyor.
Yine,
Türkiye'de insan haklarının geliştirilmesini, demokrasimizin standardının
yükseltilmesi yönündeki talepleri, aydınlar arasındaki gelip geçici bir modanın
yaygınlaşması olarak takdim ediyor.
Sayın
Başsavcı, görevi gereği maddî gerçekliği ispat etmek yerine genel bir izlenim
doğurmaya çalışıyor.
Delil
olarak sunduklarının delil olma niteliğini araştırmıyor, ne bulursa getiriyor;
gazete haberlerini, noter tasdikli resmî belge gibi mütalâa ederek önünüze
koymaya çalışıyor.
Bu
getirdikleri gazete haberlerinin önemli bir kısmı, son dönemlerle alâkalıdır;
ama, son dönemlerde bu haberlerin nasıl yazıldığıyla ilgili gözetelerde de
itiraflar başlamıştır. "Bunların yüzde 90'ı yalandır" diye bu
haberleri yazan, yazım kadrosunda bulunanların bugün gazetelerde mülakatları
var ve yine, iddia edip yargıya intikal eden hususların akıbetini sormuyor.
"Bu davayla ilgili olarak şunlar olmuştur bunlar olmuştur" diyor:
ama, acaba o davanın sonucunda mahkeme ne karar vermiş, savcılık ne karar
vermiş; bunları araştırmadan bütün yükü mahkemenin üzerine yıkmaya çalışıyor.
Sonra,
bir başka şey daha; bu dava, hem kurumsal olarak partiyle ilgili hem de parti
üyeleriyle ilgili olduğu için ve parti üyelerinin beyanlarının partiyle
irtibatını temin etmek, tesis etmek bakımından delil olarak sunduğu kişilerin
partiyle ilgisini, görevini ve temsil durumunu sormuyor, bunları araştırıp
önünüze getirip koymuyor.
Sonra,
bir başka şey daha; birçok sözle belgeyi ekte sunuyor; ama, bunların çok büyük
bir ekseriyetini ne iddianamesinde kullanıyor ne esas hakkındaki görüşünde
kullanıyor ne de sözlü savunmasında kullanıyor.
E,
şimdi, bu dava için kullanmayacaksanız, bu kadar evrakı niye getiriyorsunuz'
Bunların okunması, incelenmesi tabiatıyla bir zaman kaybına sebep olacağına
göre, mahkemelerin bu kadar vakti de olmayacağına göre, mademki delil değil,
mademki istifade etmiyorsunuz, mademki kullanmayacaksınız, o takdirde bunları
neden getirip dosyanın içine koymaya çalışıyorsunuz'
Şimdi,
tabiî, sıkıntı şuradan kaynaklanıyor; Sayın Başsavcı önce davayı açtı, sonra
delil toplamaya kalkıştı. İşte, sıkıntı burada. Halbuki, normal olanı, önce
delilleri toplayıp, sonra, dava açılacak mı açılmayacak mı, açılacaksa ne tür
dava açılacak ona karar vermesi gerekirdi.
Nitekim,
Yüksek Mahkemenin de bu noktada aldığı karar, bizim bu yorumumuzu doğruluyor.
Kategorik olarak "bunlar, şunlar istemiştir" diyor; bir alay insanın
siyasetten yasaklanmasını, milletvekilliklerinin düşürülmesini istiyor; ama,
sizin ara kararınızdan sonra delil toplamaya kalkışınca, bula bula 500 kişi, l
000 kişi suçlanıyor, gele gele 17 tane konuşma çıkıveriyor.
Eğer,
bu 17 kişi suçlu ise geri kalanını niye dahil ediyorsunuz'' Bu, 17 kişiden
ibaretse, diğer insanları, demin de arz ettim, kendim dahil, niye bu kadar
insanın geçmişini, geleceğini, çoluğunu çocuğunu laiklik karşıtı eylemlere
bulaşmış insanlar olarak bunların aile siciline böyle bir not düşülmesine imkân
veriyorsunuz'
Sözlü
açıklamasında açıkça gördük ki, Sayın Başsavcı hep iddia ediyor, itham ediyor;
delil getirmiyor. Gelecekle ilgili tahminlerini herkesin paylaşıp, ona göre
hüküm tesis edilmesini istiyor; tahminler üzerine hüküm tesisi...
Sonra,
netice alabilmesi için hangi usul hükümler uygulanması gerekirse ona atıf
yapıyor. Bu, bir parti kapatma davası; bu parti kapatma davasında ceza usul
hukuku hükümlerinin son tahkikatla ilgili bölümü uygulanacak' Ama. Sayın
Başsavcı, sözlü açıklamasında Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun hükümlerinin
uygulanmasını istiyor ve bunun uygulanmasında bir beis görmüyor.
Şimdi,
bunların hepsi olabilir; neticede Yüksek Mahkeme bunları takdir edecektir, bir
karar verecektir; ama, bakın, bu dava vesilesiyle hukuka, Türkiye'de
demokrasinin gelişmesine ve hukuk düzenine vaki bir durum var, hukuk düzenine
karşı dikkatle üzerinde durmamız gereken bir husus var. Sayın Başsavcı, hukuku
siyasallaştırılıyor; belki en tehlikelisi budur. Çünkü, neticede, eninde
sonunda insanların sıfatı ne olursa olsun, görevi ne olursa olsun, eninde
sonunda, ister birbirimizle ister devletle, devletin kurumlarıyla bir
ihtilafımız olduğunda başvuracağımız, sığınacağımız merci hukuktur.
E,
hukuku siyasallaştırırsanız. hatta, bir adım daha ileri götürür de
medyatikleştirirseniz, o zaman bu ülkede hukuk çok ciddî yara alır. O zaman
mahkemeler -bir değerli hukukçumuzun ifadesiyle- mahkemeleri, kanıtlanamayan,
yasal dayanağı olmayan istemlerin aracı haline getirmiş oluruz.
O
halde, Sayın Başsavcı bu davada, maalesef, bunların hepsini safha safha ortaya
koymuştur.
Basın
toplantıları... Bir hukuk adamının, bir parti başkanı gibi doğrusu basın
toplantısı yapmalarını fevkalade yadırgıyorum. Esas hakkındaki görüşü var,
lütfen, tetkik buyurdunuz, buyuracaksınız; bu dava, Fazilet Partisiyle ilgili
bir dava, bizzarur binnetice sadece bir tek yerde, sonuçta talep kısmında
Fazilet Partisi geçiyor. 105 sayfanın içerisinde başka bir yerinde Fazilet
Partisi ismi geçmiyor.
Onun
için, Sayın Başsavcı ispat külfetini ihtiyar etmiyor, itham etmenin
kolaycılığını tercih ediyor. İşte, böyle bir davayla karşı karşıyayız.
Sayın
Başkan, sayın üyeler; bu hususta arz etmek istediğim bir bölüm daha var. Bu
dava, ön şartlarının yerine getirilmeden açıldığıyla ilgili bir iddiamızdır.
Aslında, şuraya kadar yaptığımız izahatlardan, Venedik Komisyonu raporları,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Anayasamız açısından parti kapatma istisnaî bir
hal olarak düşünülmüştür. Mecbur kalınmadıkça, mübrem bir ihtiyaç olmadıkça,
sosyal bir ihtiyaç olmadıkça parti kapatılmasını doğrusu bizim Anayasamız da
bizim hukuk sistemimiz de istisnaî bir hal olarak görmüştür. Onun içindir ki,
yasak eylemlerden dolayı parti kapatılmasını ancak üç sebebe indirgemiştir.
Bunu çoğaltmak, yorum yoluyla başka türlü çoğaltmak mükün değil. O halde, demek
ki, bizim siyasî sistemimizde de partiler önemlidir, önemi var.
Şimdi,
partilerin de yeri geliyor milyonlara varan üyeleri oluyor. Bu parti üyelikleri
de bir askerî disiplin içerisinde kontrol edilemediğinden, kimin, nerede, ne
beyanda bulunacağı bilinemediğinden; geçtiğimiz süreçler, yaşadığımız olaylara
baktığımızda, pekâla partilerin de provoke edilebileceği ihtimali göz önünde
bulundurulduğunda, hukuk sistemimizde herhalde parti kapatma en son nokta
olduğuna göre ve siyasî sistemimiz de partiler sütunları üzerine inşa
edildiğine göre, sütunu yıkmadan evvel, belki bu neviden siyasete yabancı,
siyaseti yozlaştıran, hukukla kavgası olan bir kısım insanların partilere zarar
vermemesini teminen, bunların partilerden ayıklanmasını, partilerden
temizlenmesini belki bir ara kademe olarak düşünmek gerekiyor idi. Bu
mülahazayla, 102 nci madde düşünülmüştür; biz, öyle yorumluyoruz.
Bu
102 nci madde, şüphesiz, Sayın Başsavcı bu iddia ettiği kişileri kategorik
olarak "bunların hepsi bu familyadandır, bu düşüncenin ürünleridir"
diye toptan şey yapmak yerine, kimlerin beyanlarını, kimlerin düşüncelerini,
sözlerini, eylemlerini zararlı buluyorsa siyasî sistem açısından yasalarımız,
Anayasamız, anayasal düzenimiz açısından, pekâla bunların, partiden
uzaklaştırılmasını, partiden ayıklanmasını isteyebilirdi. Bu şartlar yerine
getirilmedi. Dolayısıyla, bu şartlar yerine getirilmiş olsaydı belki bu davaya
ihtiyaç kalmayacaktı diye düşünüyoruz. En evvel bu noktada bir karar verilmesi
gerekebilir.
İkinci
olarak, bu davayla ilgili fazlaca vaktinizi almayacağım; çünkü, bu konuyla
ilgili ayrıntılı olarak düşüncelerimizi, kanaatlerimizi ön savunmamızda ifade
ettik. Bu, davaların hukukî niteliğidir. Biliyorum, Yüksek Mahkeme, nevi
şahsına münhasır bir dava olarak görüyor; ama, biz, ceza davası olduğu
noktasındaki kanaatimizi burada bir defa daha ifade ediyoruz.
Ancak,
velevki ceza davası olmasa bile, şüphesiz, ceza usul hukuku hükümlerinin
uygulanacağı, yasa emridir. Biz de bu davada deliller tartışılırken, karar
verilirken "şüpheden sanık yararlanır" ilkesinin maddî gerçeğinin
araştırılması, yeterli delil ilkesi, üçüncü kişilerin eylemlerinden sorumlu
olamama, "kanunsuz suç ve ceza olmaz" kuralının genişletici ve kıyas
yasağı doğuran boyutu, dürüst işlem ilkesi, ölçülülük ve Ceza Muhakemeleri
Usulü Kanununun 260 ıncı maddesindeki vakıaların sabit ve muhakkak addedilmesi
olarak ifade edeceğim hükümlerinin uygulanacağını düşünüyoruz.
Sayın
Başkan, sayın üyeler; Sayın Başsavcının esas hakkındaki görüşünde, Öncelikle
vurguladığı, şüphesiz, Mahkemenin de Öncelikle karar vereceği, bizim de bu
nedenle öncelikle durmamız gereken bir konu var; Anayasaya aykırılık iddiasıdır.
Siyasî Partiler Kanununun 103 üncü maddesindeki vaki değişiklik nedeniyle
yapılan yasanın Anayasaya aykırı olduğu iddiası.
Hemen
ifade etmem gerekir ki, bu son yapılan 103 üncü maddedeki değişiklik, Anayasa
Mahkememizin iptal ettiği 103'e 2'yle alakası yok, bir benzerliği yok. Tam
tersine, bu düzenleme, bize göre, hem Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı
fıkrasını uygulanabilir bir hale getiriyor hem de Yüksek Mahkemenin odak
olmayla ilgili içtihadına da uygun bir düzenleme.
Dolayısıyla,
Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Anayasanın öngördüğü hem de Yüksek Mahkemenin
uygun gördüğü bir düzenlemeyi yapmıştır. Yani, bize göre, bir anayasaya
aykırılık değil, bir anayasal buyruğun yerine getirilmesi söz konusudur.
Şimdi,
Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrası, iki buyruğu, iki konuyu
içermektedir. Bunlardan bir tanesi, partiler, Anayasada ve Siyasî Partiler
Kanununda zikredilen yasak fiillerin odağı haline geldiğinde kapatılır.
İkincisi, bu türlü eylemlerin odağı haline gelip gelmediğine kim karar verecek;
Anayasa Mahkemesi, Dolayısıyla, odak haline gelme yetkisinin Anayasa
Mahkemesine verildiğini ifade ediyor.
Şimdi,
bir yasal düzenlemenin Anayasaya aykırılığının konuştuğumuz konu bakımından söz
edebilmek için birincisi, odak olmayı parti kapatma sebebi olmaktan çıkarması
lazım; ikincisi, odak olup olmadığının tespit yetkisinin Anayasa Mahkemesinin
elinden alınması lazım. Bu yetki ondan alınıp bir başka yere verilmesi lazım.
Şimdi,
bu iki nokta dışında kalan hususlarda, Türkiye Büyük Millet Meclisinin, yasama
meclislerinin düzenleme serbestisi vardır diye düşünüyoruz. Çünkü, bu, Türkiye
Büyük Millet Meclisinin de bir anayasal görevidir. Çünkü, odak olmaktan ne
anlaşılacak, bunun kriteri ne olacak, bunu Meclisin ortaya koyması lazım,
kriterlerini ortaya koyması lazım. Yüksek Mahkemenin de iddia edilen konularda
ve ortaya konulan deliller muvacehesinde acaba ilgili parti gerçekten bu
kriterler açısından odak olma noktasında, yoğunluğunda olmuş mudur olmamış
mıdır; ona karar vermesi gerekir.
Dolayısıyla,
Mahkemenin yetkisine dokunmadan odak olmayı da parti kapatma sebebi olmaktan
çıkarmayan bir yasal düzenleme bize göre Anayasaya aykırı değildir.
Kaldı
ki. Anayasa Mahkememizin bir içtihadına da uygun olduğunu düşünüyoruz; 97'ye l
esas ve 98'e l karar sayılı kararında, odak olma durumunun oluşması için
eylemlerin nitelik, nicelik ve kararlılık unsurlarının varlığını gerekli
görmüştür.
Neticede,
Meclisin yapmış olduğu bu düzenleme, bu nitelik, nicelik ve kararlılık
unsurlarını ayrıntılı bir şekilde tespit etmekten ibarettir.
Şimdi,
Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrasında Mahkemeye verilen yetki,
tespit etme yetkisidir. Tespit etmek, belirlemektir; yani, kural koyma
anlamında değildir. Şayet uygulanabilir bir yasa olmasaydı bu konuda, o
takdirde, belki bunun kriterlerini Yüksek Mahkeme belirleyebilirdi.
Kaldı
ki, Meclis bu düzenlemeyi ilk defa yapıyor da değildir. Meclisin böyle bir
düzenleme yapmasının sebebi, eskisinin iptal edilmiş olmasıdır. Demek ki,
eskiyi Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenledi, Yüksek Mahkemenin içtihadından
da yola çıkarak, kendi üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdi ve böylece,
odak kavramından ne anlaşılması lazım, bir davada onun unsurları nelerdir,
bunun kriterleri Türkiye Büyük Millet Meclisi koydu.
Kaldı
ki, yine Anayasanın 69 uncu maddesinin son fıkrasına göre, zaten, bu neviden
hususların kanunla düzenleneceği de yine bu maddede belirtilmiştir.
Dolayısıyla,
kanunî bir görevini, Anayasanın bu noktadaki emrini yerine getiriyor böyle bir
kanunî düzenlemeyle.
Şimdi,
bu Anayasaya aykırılık konusunda arz edeceğim ikinci husus, Siyasî Partiler
Kanununun değişik 103 üncü maddesinin Anayasaya aykırılığı iddiası, hem
Anayasamızın temel hak ve hürriyetlerle ilgili düzenlemesinin mantığına hem de
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin genel sistemine, sistematiğine ters. Çünkü,
bu kanunda yapılan değişikliğin siyasî partilerin kapatılmasını zorlaştırdığı
varsayımına dayanmaktadır. Yani, Sayın Başsavcı, belki, böyle bir talepte
bulunmasının sebebi de, "parti kapatmayı zorlaştırır" diyor o düşünceden
hareketle
Oysa.
temel haklarla ilgili yasal düzenlemelerin Anayasaya uygunluğu sorunu, söz
konusu yasal düzenlemenin kimi temel hakları Anayasanın öngördüğünden daha
fazla sınırlanması halinde ortaya çıkar. Eğer, bir sınırlama söz konusu olsaydı
hak ve hürriyetleri, o zaman ortaya çıkardı, yoksa, anayasal bir hakkı
güçlendiren veya kapsamını genişleten bir yasal düzenlemenin Anayasaya
aykırılığından söz edilemez.
Bu
duruma göre. Sayın Başsavcının Anayasaya aykırılık iddiasında bulunduğu kanun
hükmü, kendisinin var saydığı gibi, siyasî partilerin kapatılmasını gerçekten
zorlaştırıyor ise, yurttaşların siyasî haklarını, vatandaşların siyasî
haklarını güçlendiriyor demek. Anayasa, bu konuda özel, kısıtlayıcı bir formül
içermediğine göre, siyasî hakları güçlendiren söz konusu yasa değişikliğinin
Anayasaya aykırılığı iddiası temelsizdir.
Hukukî
durumun bu kadar açık ve anlaşılır olmasına rağmen, Sayın Başsavcının Anayasaya
aykırılık iddiasında bulunmasının sebebi, odak kavramına açıklık getirmekle
parti kapatmanın zorlaşmış olduğuna dair düşüncesidir. Kendileri
istemektedirler ki, partiler kolayca kapatılabilsin ve yine kendileri, siyaset
hukukumuz açısından demokrasinin mihenk taşı olsun, siyasî partilerin sicil
amiri olsun.
Halbuki,
Sayın Başsavcının bu konudaki yaklaşımı, bizatihi Anayasanın kendi
prensipleriyle kendi anlayışına aykırıdır. Çünkü, parti kapatmayı zorlaştıran
Siyasî Partiler Kanunundan evvel bizatihi Anayasanın kendisidir. İşin odak olma
şartına bağlanması da esasen bunu gösteriyor. Çünkü, odak kelimesinin seçilmiş
olması başlı başına bir anlam ifade ediyor. Yasak" fiillerle arızî bir
ilişki veya bağlantıdan farklı olarak, kararlılık gösteren bir sürecin göz
önünde bulundurulması gerekir.
Kaldı
ki, 1995 Anayasa değişikliğinde bu konu Mecliste de müzakere edilmiştir. Yüksek
Mahkemenin de müteaddit defalar belirttiği gibi, bu maddelerin yorumunda Meclis
müzakerelerinin ve Meclis tutanaklarının özel bir önemi var.
Bu
madde, siyasî partilerle ilgili Anayasa maddesi Mecliste görüşülürken, Anayasa
Komisyonu Sözcüsü Sayın Coşkun Kırca bu konuda şöyle bir açıklama yapıyor
Mecliste; "Bu madde ayrıca çok önemli bazı hususları belirtiyor.
Partilerin temelli kapatılması iki şekilde olur; ya partinin programı veya
tüzüğü kapatılma sebeplerini ihtiva eder, yani, Anayasanın değişmez
maddelerinden doğan ilkelere aykırıdır veyahut partinin eylemleri bu ilkelere
aykırıdır.
Şimdi,
burada, bir tüzel kişinin eylemlerinin bazı gerçek kişiler tarafından yapılması
ve hangi hallerde gerçek kişinin eylemlerinin parti tüzel kişiliğine
atfedileceği meselesi ortaya çıkar. Bu, her tüzel kişinin mesuliyeti konusunda
ortaya çıkan bir durumdur. Burada bu açıdan hukuk bakımından Alman
tatbikatından esinlenen çok önemli bir kayıt getirilmiştir. Bugünkü Anayasada,
'üyelerinin, kurucularının, idarecilerinin eylemlerinden ötürü kapatılıyor'
diyor ama, her idarecinin her kurucunun eylemi böyle bir kapatmaya sebebiyet
verecek olursa, bu; demokratik ilkelerle bağdaştırılabilecek bir
durum olmaz. Alman tatbikatında odak kavramı getirilmiştir. Yani, bu tarz,
Anayasamızın değişmez ilkelerinden doğan kayıtlara aykırı eylemler, partinin
üyeleri ve idarecileri tarafından işlenmiş ise, Anayasa Mahkemesinin bakması
gereken husus, sadece bu eylemlerin işlendiğini tespit etmekten ibaret kalmayacak,
aynı zamanda, bu yoldan, o partinin, bazı eylemlerin işlendiği bir odak haline
geldiğini Anayasa Mahkemesi tespit etmekle mükellef tutulacaktır. Bu da, siyasî
partilerimiz açısından son derece önemli bir teminattır." 23.6.1995 Meclis
Genel Kurulunda yaptığı bir konuşmadır.
Dolayısıyla,
zaten Anayasamız bu manada parti kapatmayı zorlaştırmış ve odak kavramını
bilerek, isteyerek ve mukayeseli hukuktan seçerek getirip koymuştur.
Şimdi,
bu davada gözden kaçırılmaması gereken bir başka husus var. Şimdi, bu Siyasî
Partiler Kanunundaki son değişiklik, 12 Ağustos tarihli değişiklik, bu
düzenleme, hem bu davanın açılmasından hem de Yüksek Mahkemenin demin
zikrettiğim kararından evvel Türkiye Büyük Millet Meclisinin gündeminde olan
bir konudur. Yani, bire bir bu düzenlemenin Fazilet Partisi davasıyla da
alâkası yoktur.
Konunun
gündeme geldiği tarih, 31.7.1997. İptal kararının, Yüksek Mahkemenin kararının
tarihi 9.1.1998; davanın açıldığı tarih ise, 7.5.1999'dur. Dolayısıyla, bu
düzenleme, yasalaşmış olan, 21 inci Dönemde yasalaşmış olan 103 üncü maddenin
yeni hali, Türkiye Büyük Millet Meclisinin gündemine 1995 Anayasa değişikliğine
paralel olarak yasaların Anayasaya uyumu konusunda gündeme gelmiş ve
Partilerarası Uyum Komisyonu, gündemine 31.7.1997 tarihinde almıştır ve bu
teklifi, yasalaşan teklifi, gündeme getiren de Demokratik Sol Parti
Milletvekili Sayın Mümtaz Soysal'dır, teklif eden odur.
20
nci Dönemde bu teklif yasalaşamamış, 21 nci Döneme kalmış, yani bu döneme. Bu
dönemde de bu teklifi yenileyen Doğru Yol Partili bir sayın üyedir.
Dolayısıyla,
bu davayla doğrudan bir alakası yoktur; ancak, Sayın Başsavcının bir endişesi
var. Çünkü, bu madde iptal edilmeden ortaya koyduğu iddiaların gerçekleşme
imkânı voktur. Bunların önemli bir kısmı havada kalmış olacaktır.
Sayın
Başkan, sayın üyeler; üzerinde durmak istediğimiz bir konu -Sayın Başsavcı
durduğu için de duruyoruz, yoksa bizim bakımımızdan bu meselenin çözülmüş
olduğu kanaatindeyiz- sözleşmelerin iç hukuka tesiri konusudur. Bu,
iddianamesinde yoktur, esas hakkındaki görüşünde böyle bir tartışmayı açmıştır.
Bunun
sebebini de biz şöyle izah ediyoruz. Çünkü, normal şartlarda, biraz evvel de
arz ettim, delillerin toplanıp gerçekten böyle bir davayı açmayı gerektirecek
bir durum var mı yok mu, onu tezekkür edip ondan sonra davayı açması gerekir
idi; ama, dava açma tarihindeki atmosferin tesiriyle, etkisiyle, alelacele bu
davayı açtı. Keşke bir üç-beş gün daha bir demokratik sabrı gösterebilseydi,
sizlerin bu kadar vaktini almazdık, böyle bir dava da sizin önünüze gelmezdi.
Çünkü, bu davanın açılmasını mümkün kılan o atmosfer, üç-beş gün içerisinde
siyasetin kendi iç dinamikleri ve metotlarıyla zaten bir şekilde çözülmüş
olacaktı.
Dava
açmayı gerekli kılacak ya da parti kapatmayı zorunlu mübrem kılacak deliller
var mı yok mu, bunu yeterince araştırmadı, önce davayı açtı sonra delil
toplamaya başladı ve dolayısıyla, Fazilet Partili olmak kaydıyla herkesin, bu
davanın olumsuz sonuçlarından etkilenmesini istedi.
İşte,
bu dava, belki de, bu nevinin, bu türün ilk örneğidir. Önce dava sonra delil...
Nitekim,
Yüksek Mahkeme, 12.5.1999 günü verdiği ara kararıyla, bu karar, önemli iddialar
karşısında davalı parti genel başkanı, yöneticileri ve milletvekilleri ve
belediye başkanlarından kim, nerede, ne zaman ve ne tür eylemde ya da söylemde
bulunduysa bunların kanıtlarını istedi; fakat, delil olarak bir şey orta yere
çıkamayınca, bu defa, akademik tartışmalara ya da davayla alakası olmayan
tartışmalara işi getirdi. Dolayısıyla, uluslararası sözleşmelerin iç hukuka
tesirinin bu davada münakaşa konusu edilmesinin sebebi budur. Teferruat
içerisinde esası gözden uzak tutmaktır.
Aslında,
Abdullah Öcalan'la ilgili devletimizin aldığı karardan sonra bu konunun
tartışılacak bence bir yanı da kalmamıştır.
Ama,
Sayın Başsavcı ülkemizde, özellikle, İnsan Hakları Sözleşmesini imzalayıp kabul
etmesi ve bununla ilgili yükümlülüklerin altına girmiş bir devletin bir
hükümeti tek taraflı olarak bu yükümlülüklerinden vazgeçebileceğini burada
ifade etmeye çalışıyor ve bunu bir ulusal onurla izah etmeye çalışıyor ve bu
sözleşmelerin, ölçü, norm olamayacağını ifade ediyor.
Şimdi,
bunun sebebi açık. Açtığı dava Sayın Başsavcının, en başta, insan Hakları
Sözleşmesine aykırı. Türkiye'nin de bütün dünyanın gözü önünde yüklendiği
yükümlülüklere de ters düşüyor.
Şimdi,
Türkiye, bu anlaşmaları zorla imzalamadı; gitti, kendisi bizatihi imzaladı.
Hatta, birinin imzalanmasında ben bir hükümet üyesi olarak... Paris Şartı
olarak bilinen bu şartın altına imza koyanlar bir kişiyle temsil edilir ya
başbakan veya cumhurbaşkanı düzeyinde; o günkü tartışmalar hatırlandığında
"Türkiye için bir prestij meselesidir" diye hem Cumhurbaşkanı hem
Başbakan gitti, imzaladı.
Yani,
Türkiye'nin önem verdiği, devlet olarak önem verdiği bir belgelerdir bunlar.
İnsan Hakları Sözleşmesi, Paris Şartı, Helsinki Nihaî Senedi ve şimdi, Avrupa
Birliğine giriş sürecindeki bir ülkenin bunları hesap etmeden, ne getirip ne
götüreceğini hesap etmeden imzaladığını söylemek fevkalade yanlış olur.
Türkiye, bu anlaşmaları imzalarken bu sözleşmeleri imzalarken kendi özel
şartları icabı beğenmediği, yerine getiremeyeceği hususlar varsa onlara da
rezerv koydu. Nitekim, idamla ilgili husus da böyle biridir.
Dolayısıyla,
rezerv koymadığı, "ben bunları uygulayacağım" dediği bir anlaşmayı,
bir sözleşmeyi, bir uluslararası belgeyi Türkiye'nin tek taraflı olarak
"ben bunları uygulayamıyorum" diyemez, bunu bir millî onur, bir millî
haysiyet meselesi olarak telakki edemez.
Kaldı
ki, bu sözleşmelerde dile getirilen hususlar, zaten Türkiye'nin -biraz evvel
uzun uzun anlatmaya çalıştım- 160 yıllık özlemi, modernleşme sürecinin geldiği
noktalar bunlar ve Atatürk'ün bize hedef olarak gösterdiği çağdaş dünyanın
ilkeleri; uymayacaksak niye imzaladık'
Şimdi,
bu taahhütlerimizi yerine getirmemiş olmamız halinde, bu, Türkiye'nin imajına
da, hayatî çıkarlarına da, ekonomisine, turizmine, dış politikasına varıncaya
kadar zarar vereceği açıktır.
Bugün.
26 Temmuz 1999 tarihi itibariyle İnsan Hakları Mahkemesinde 3.880 davayla,
rekor Türkiye'dedir. Bir süre sonra devlet bütçesinin önemli bir kısmı, bu
aykırılıklar sebebiyle tazminat ödemelerine gidecektir. Eğer, biz, Avrupa
Birliğine gireceksek -ki, bu, Türkiye'nin artık, bir devlet politikasıdır-
Kopenhag kriterleri başta olmak üzere, tüm ölçülere uymaya mecburuz; velevki,
münferit olarak bir kısım maddeler bir kısım taahhütlerimiz içimize sinmese
bile.
Onun
için, Sayın Başsavcının ileri sürdüğü gibi, ulusal onur meselesi değil bu, bu
sözleşme hükümlerine uymanın vatanseverlikle de bir ilgisi yok, hele hele kendi
terminolojisiyle aksini savunmak da aymazlık ya da hainlik değil, bize göre bu
konu, tümüyle bir teknik hukuk sorunudur, teknik bir konudur.
Bir
hukuk devletinde mahkemelerin görevi de hukuku uygulamaktır, hukuku uygulayarak
adaleti tevzi etmektir, vatanseverlik ölçümü yapmak mahkemelerin görevi
değildir.
Kaldı
ki, bu vatanseverlik konusu da zamanla değişen bir kavramdır. Başta da ifade
etmeye çalıştım; bir zamanlar Avrupa Birliğine girmek vatan hainliğiydi, şimdi
Avrupa Birliğine girmek vatanseverlik oldu; dün başka bir fikri savunmak
vatanseverlikdi, bugün aksini savunmak... Şu üç-beş ay içerisinde bile
insanların fikirleri, düşünceleri yaşadığımız konjonktürde değişiveriyor.
Meselenin
teknik yönüne gelince; uluslararası anlaşmaları, iç hukukta sıradan bir kanun
mesabesinde görmek hem Türk mahkemelerinin içtihatlarına hem de içinde yer
almak için çaba sarfettiğimiz Batı dünyasının, Avrupa Konseyi üyesi
devletlerinin anlayışına ters.
Anayasa
Mahkememiz 1963 yılında verdiği bir kararda "kanunlarımızın, Anayasanın
açık hükümlerinden önce hukukun bilinen ve bütün uygar memleketlerde kabul
edilen prensiplerine uygun olması şarttır" diyor. Bir başka kararında
"kanunun da üstünde, kanun koyucunun bozamayacağı, temel hukuk prensipleri
ve Anayasa vardır ve kanun koyucu bunlardan uzaklaştığı takdirde meşru olmayan
bir tasarrufta bulunmuş olur" görüşüne yer vererek, devletin bütün
organlarının Anayasanın yanında tüm uygar ülkelerce kabul edilmiş hukukun üstün
kurallarına göre faaliyette bulunması gerektiğini vurguluyor. Yüksek Mahkeme
ayrıca, hukukun genel ilkelerine uygun davranmanın, hukuk devletinin bir
özelliği olduğunu da işaret ediyor.
Özet
olarak, Türk Anayasa Mahkemesi, hukukun genel ilkelerinin Anayasa normlarının
yorumlanmasında esas alınması gereken temel ilkeler olduğu görüşünde. Bu
ilkelere uyulmamasını da hukuk devleti niteliğiyle bağdaşmaz olarak
belirtmektedir.
Hukukun
genel ilkeleri yanında uluslararası anlaşmalar da, hukukun bağlayıcı kaynaklan
arasındadır. Yine, Yüksek Mahkeme, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve İnsan
Hakları Avrupa Sözleşmesi gibi bildiri ve sözleşmelerin içeriği, buyurucu ve
imzalayan devletleri bağlayıcı olduğunu belirtmiştir 1980 yılında verdiği bir
kararla.
O
nedenle, uluslararası anlaşmalar, hem bu içtihatlar hem de Anayasanın 90 ıncı
maddesi gereği, Türk hukukunda doğrudan etkili işlemlerdir. Yani, bunların iç
hukukumuzda uygulanabilmesi bakımından ayrıca bir yasama tasarrufuna gerek
yoktur.
Zaten,
bunların Anayasaya aykırılığının iddia edilememiş olmasının sebebi de bundan
dolayıdır. Aksi halde, 90 ıncı maddedeki bu hükmün bir anlamı kalmaz.
Öte
yandan, bizatihi Anayasamızın kendisi, temel hak ve Özgürlüklerin genel
gerekçesinde mezkûr bildiri ve sözleşmeye yer vermiştir. Bu iki belge dikkate
alınmadan özgürlükler ve temel haklarla ilgili düzenleme ve yorum yapılamaz.
Anayasa koyucusu, söz konusu iki belge anayasal değer yüklemiştir, onları
referans, norm olarak zikretmiştir.
Özellikle,
Anayasamızın 13 üncü maddesi, müzakere ettiğimiz konu bakımından, bir özellik
arz ediyor. Bu madde, temel hak ve hürriyetlerin hangi hallerde sınırlanacağını
düzenleyen bir maddedir. Ancak, bu sınırlamaların da bir sınırı var, o da
ikinci fıkrada zikredilmiştir. Temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel
sınırlamalar, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamaz ve
öngördükleri amaç dışında kullanılamaz. Bu da, zaten, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesinin metnidir.
Dolayısıyla,
Anayasanın 13 üncü maddesine bu fıkrayı ithal etmek suretiyle, bizim
Anayasamız, bu neviden sözleşme hükümlerine anayasal değerde bir hüküm izafe
etmiştir.
Ayrıca,
mevcut Anayasamızın 15, 16, 42 ve 92 nci maddeleri de uluslararası hukuka
atıfta bulunmuştur. Doktrinde de bu anlaşmaların anayasal değerde oldukları
kabul edilmektedir. Mezkûr 15 inci maddede, savaş, seferberlik, sıkıyönetim ve
olağanüstü hallerde dahi uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerinin ihlâlini
doğru bulmamıştır.
Bu
yükümlülüklerin içine neler girdiyse, yine Anayasa Mahkememizin 1991'de verdiği
bir karara göre "öncelikle milletlerarası hukukun genel ilkeleri, sonra da
devletin taraf olduğu sözleşmelerden doğan yükümlülükler" olarak kabul
edilmiştir.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi ile millî mahkamelen özellikle de Anayasa Mahkemeleri
arasındaki ilişki de, konuyu daha da hassas ve önemli bir hale getirmiş, bunun
sonucu olarak da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, kanunun da ötesinde ele
alınması gereken ölçüm, norm olarak Yüksek Mahkemece kabul edilmiştir.
Uluslararası
anlaşmalar onu imzalayan devletleri tüzelkişilik olarak bağlar. Devletin tüm
organlarının bu anlaşmalarda, bu sözleşmelerdeki yükümlülükleri yerine getirmek
gibi bir mükellefiyeti vardır. Yargı organları da, bu arada Anayasa Mahkemesi
de, devletin dışında bir organ olmadığına göre, bu yükümlülükler herkes için,
her kurum için geçerlidir. Aksine davranış ve uygulamalar mümzi devlet için çok
yönlü sıkıntılar çıkarır.
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesinin niteliği konusunda Damştayımızın da 1991'de verdiği
-5. Daire Kararıdır- kararda, "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini
onaylamakla Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, bu sözleşmede yazılı hak ve
özgürlüklerini kendi vatandaşlarına da tanımak ve iç hukukunda sözleşme
hükümleri doğrultusunda gerekli düzenlemeleri yapmak yükümlülüğü altına
girdiğine kuşku yoktur" denilmiştir.
Sayın
Başsavcı sözlü açıklamasında, değerli hukukçu, değerli hocam Prof. Sayın Sulhi
Dönmezer'e ait bir tebliğ sundu. O tebliğin başlangıcında, kendileri de ifade
ediyorlar ki, "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin özel bir önemi vardır.
Zira, bu sözleşmenin devletler bakımından kendilerine uyulmasını zorlayıcı
yaptırımı mevcuttur. Söz konusu sözleşme hükümlerinin böylece, Anayasa
hükümlerini aşan önem taşıdığını ve uygulamada da bu suretle telakki edilmesi
gerektiğini açıklamalıyız" denilmektedir. Dolayısıyla bütün bunlar, Sayın
Başsavcının iddiaları hilafına mahkeme kararlarıdır, doktrindeki beyanlardır ve
bizim de kanaatimiz bu yöndedir; uluslararası sözleşmeler iç hukukta doğrudan
etkili hükümlerdir.
Sayın
Başkan, sayın üyeler; yine bu dava vesilesiyle üzerinde durmamız gereken bir
konu var.
BAŞKAN
- Savunmanız daha ne kadar sürebilir'
CEMİL
ÇİÇEK - Sorularınız olur mu. olmaz mı bilemiyorum, belki birbuçuk-iki saat
kadar daha sürebilir.
BAŞKAN
- O zaman ara verelim ve öğleden sonra saat 14.00'te devam edelim.
CEMİL
ÇİÇEK - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
BAŞKAN
- Saat 14.00'te toplanmak üzere çalışmalara ara veriyoruz.
İKİNCİ
OTURUM
BAŞKAN
- Saat 14.00'te sözlü savunma toplantısına devam edildi.
Buyurun
Sayın Çiçek.
CEMİL
ÇİÇEK - Sayın Başkan, sayın üyeler; konuşmamın bu bölümünde bu dava vesilesiyle
gündeme gelen ve önemli olduğuna inandığımız bir konuyu huzurlarınızda arz
etmek istiyorum. O da, hukuka aykırı delillerin davaya etkisi ya da kararda
kullanılıp kullanılamayacağı konusudur.
Aslında,
böyle konuya burada cevap vermemizin hukuka aykırı bir şekilde elde edildiği
Sayın Başsavcının kendisinin dahi kabul ettiği bir konuda duyduğumuz endişeden
değildir; bundan sonra alışılıp da yol edilmemesidir, böyle bir geleneğin hukuk
düzeninizde açılmamasıyla ilgili olarak bu konu üzerinde duruyoruz; çünkü, bu konu
fevkalade önemli. Özellikle mafya türü illegal örgütlenmelerin dalbudak saldığı
ve devlet hayatımızda, siyasî hayatımızda derin yaralar açtığı bir dönemde, bu
konunun bir şekilde vuzuha kavuşması lazım. Çünkü, bir süreden beri gerek
televizyonlardaki tartışma programlarında, gerekse bir kısım değerli zevatın
konuşmalarında "müsamaha, himaye, işbirliği" gibi kavramlar sık sık
geçiyor. Dolayısıyla, burada verilebilecek bir karar, belki bundan sonraki
değerlendirmeler açısından da ışık tutacaktır. Çünkü, şayet hukuka aykırı bir
şekilde elde edilen deliller, kararlarda kullanılacak olacaksa, bizim
kanaatimiz odur ki, gerek soruşturma makamlarının gerekse kamu adına görev
yapan birkısım zevatın, bir kısım keyfi uygulamalarına, kanunsuz birtakım
çabalarına, gayretlerine kapı aralanmış olacaktır ya da bir hukuki bariyer
teşkil edecektir.
Şimdi,
dersek ki "elde edilen delil hukuka aykırı; ama, ne yapalım, işimize
yarıyor" demek, bize göre, hukuku kanunsuzluğa alet etmek olur. Belki bir
dönem için iktisatta geçerli olan merkantilist anlayışı hukuka ithal etmiş
oluruz. Soruşturma makamlarını bir ikilemin içine iter, zahmeti ihtiyar edip
delil toplama yerine, tabir caizse, delil toplama işini özelleştirmiş oluruz.
Kamu makamlarının kendilerini hukuka bağlı saymama, keyfi uygulama yapmalarına
da ruhsat vermiş oluruz. Eminim, bu da, pek çok kişiyi kanunsuz iş yapmaya sevk
eder. Bu sebepten dolayı çağdaş hukuk sistemlerinde yasadışı yollardan elde
edilen delillerin, özellikle özel hayata müdahale anlamındaki birkısım çabaların
ve bu yoldan elde edilen delillerin kararlarda kullanılamayacağı, bunun hukuka
aykırı bir iş olduğu kabul edilmiş, birçok ülkede de yasa hükmü haline
gelmistir. Çünkü, bunun amacı, böyle bir yasağın amacı, kişilerin ve neticede
sanığın, Anayasa ile teminat altına alınmış olan haklarının ihlal
edilmemesidir.
Şimdi,
Sayın Başsavcı, bu konuda hukukun ihlâl edilmiş olmasını önemsemiyor, elde
edilen delilden işe yarayıp yaramayacağına göre bir netice çıkarmaya çalışıyor,
hatta bununla da yetinmiyor, başta da ifade ettim "böyle bir delili hükme
esas almayacak yeryüzünde hiçbir hukuk düzeni mevcut olmadığından, hiçbir zaman
da olmayacağından aksine karar verilmesi halinde Anayasa Mahkememiz, daima
sanığın haklarını kamu güvenliğine üstün tutan ilk ve tek mahkeme olarak
anılacaktır" diye bana göre çok da nazik olmayan bir üslûp içerisine
konuyu gündeme getiriyor. Gerçi sonuçta "takdir Yüce Heyetinizindir"
diyor; ama, neticede her şey kırılıp dökülmüş oluyor.
Şimdi,
Sayın Başsavcının böyle bir konudaki bir başka yanlışı ya da kabulü de şudur:
Sanığın haklarıyla kamu güvenliğinin birbirine karşıt, birbirine zıt, sanki
hukukçuların, karar verenlerin ya onu ya onu seçmek gibi, tercih etmek gibi bir
mecburiyetle karşı karşıya olduğunu söylemesidir, böyle bir tercih noktasına
hukuku itmesidir. Bu, son derece yanlış ve tehlikelidir; çünkü, bu, daha çok
hukuk devletinden ziyade polis devletine yakın düşen bir görüştür bize göre.
Çünkü, bir hukuk devletinde, kamu makamlarının maksadı, kişiye yönelik
işlemlerin hareket noktası insan haklarıdır. Kamu güvenliğinin özünde de insan
hakları var; yani, kamu güvenliğine önem veriyorsak, özünde insan haklarını
korumak istiyoruz demektir. Mesela, sanığın neden savunma hakkı ya da masumluk
karinesi kamu güvenliği ile ters düşmüş olsun' Neden karar verenler, sanığın
hakkı mı, masumluk karinesi mi, yoksa kamu güvenliği mi diye bir ikilemin
içerisine girmiş olsun ve bu kamu güvenliğini tehdit etmiş olsun. Kaldı ki,
yasadışı yollardan delil elde etmeye kalkıştığımızda, bu delillerin imal edilmiş
olması mümkündür, muhtevasının çarpıtılmış olması mümkündür, müretteb deliller
olması mümkündür. Bunun kamu güvenliği açısından mahzurunun daha az olduğunu
kimse söyleyemez. O sebeple, Sayın Başsavcının kanaati hilafına. Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunun 254 üncü maddesinde soruşturma makamlarının
zikredilip, üçüncü kişilerin zikredilmemiş olması, kanun koyucunun bu hususu
düşünmediğinden değil, bu hususa cevaz vermediğindendir. evleviyet kuralı
gereğidir. O sebeple, meseleyi böyle anlamak daha doğru olur diye düşünüyoruz.
Şimdi,
bu dosyada kanunsuz bir şekilde elde edilen bir delilin olduğu kesin. Bizim bu
açıklamayı yapmamız, bu delilden bir endişe duyduğumuzdan değildir kendi
kanaatimize göre, üstelik bu delilin aleyhimize olduğunu da söylemek mümkün
değil. Ben, sadece bunu, önümüzdeki dönemde meydana gelebilecek birkısım
muhtemel gelişmeler açısından fevkalade sakıncalı bir yol olarak gördüğümüz
için ifade etmeye çalışıyoruz. Kaldı ki, hukuk dışı yoldan elde edilen
delillerin kararlarda kullanılamayacağı, bize mahsus, bana mahsus bir görüş de
değil. Nitekim Askerî Yargıtay 2. Ceza Dairesi verdiği bir kararda -karar
numaralarını sık sık zikretmiyoruz, yazılı savunmalarımızda olduğu için-
"kanuna, ahlâka ve genel adaba aykırı surette toplanan delilleri, hâkim,
telakki etmekten kaçınmak zorundadır" diyor, böyle bir görüşe yer veriyor.
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanundaki yapılan 1992 değişikliklerini de, esas
itibariyle de bu yönde yorumlamak gerekir.
Şimdi,
hukuka aykırılıktan kasıt nedir' Bize göre, hem yazılı pozitif hukuk
metinlerine hem de hukukun evrensel uygulamaya kavuşmuş ilkelerine aykırılık
olarak anlıyoruz. Federal Alman Yargıtayının da bu yönde verilmiş kararları
var. Sayın Başsavcı, bu konuyla ilgili olarak Prof. Feridun Yenisey'in
mütalâasına başvuruyor. Orada da ifade edildiği gibi, eğer hukuk dışı yollardan
elde edilen delil, kişi haklarına ağır bir müdahale teşkil ediyorsa, bunun
delil olarak kullanılamayacağı görüşüne yer veriyor. Şimdi,Sayın Başsavcı ile
bizim mutabık olmadığımız husus şuradadır: Başsavcı bir tedbire karşı olmakla,
o tedbiri usulüne uygun almak arasındaki farkı bilerek gözardı ediyor. Şimdi bu
davada, bir telefon dinlenilmesi bir tedbir olarak düşünülmüş olabilir, biz
buna karşı değiliz; devlet, tabiatıyla kendisini koruyabilmek, suç örgütlerini
orta yere çıkarabilmek veya başkaca sebeplerle telefon dinlemeyi bir tedbir
olarak düşünmüş olabilir; ama, bununla ilgili hangi usulü takip ederek böyle
bir tedbire başvurabileceği de belirtilmiştir. Dolayısıyla, bizim karşı olduğumuz,
usulüne uygun gerekli şartları hazırlandıktan sonra böyle bir tedbire
başvurulmuş olması gerektiğidir. Bizim karşı olduğumuz birincisidir, ikincisi
noktasında bir itirazımız yok. Bizim davamız bakımından arz etmek istersek, bu
davada hem hukuksuzluk hem de kanunsuzluk yapılmıştır. Ne gecikmesinde sakınca
vardır, ne yetkili makamlardan izin alınmıştır, ne karar alınmıştır; bir hayali
üçüncü kişi tarafından elde edilen bir delil şeklinde dosyaya takdim
edilmiştir.
Şimdi,
Sayın Başsavcının bu hukuk dışı yoldan elde ettiğim kendisinin de kabul ettiği
delil, Sayın ERBAKAN ile Sayın Yasin Hatipoğlu arasındaki konuşmaya ilişkin
bant kaydıdır ve bunu bir özel şahsın kendisine getirdiğini ifade ediyor.
Acaba, gerçekten bir üçüncü şahıs mı getirmiştir ya da bu iddia ne kadar
inandırıcıdır' Çünkü, dosyada söz konusu kaydın kim tarafından, nasıl, ne
zaman, nerede temin edildiği, elde edildiği ve nasıl geldiği belirtilmiyor.
Şimdi, belki de bu Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 254 üncü maddesine karşı
bir hiledir. Çünkü, herkes iddiasını ispatla mükellef. Şayet bir üçüncü kişi
getirdiyse, bunun dosyada, hiçolmazsa bir şekilde delillendirilmiş olması
gerekir, aksi halde biz, bu türlü usûl dışı yollardan, hukuk dışı yollardan bu
bant kaydının, bizzat Sayın Başsavcı tarafından alındığını kabul etmek gibi bir
durumla karşı karşıyayız. Kaldı ki, şimdi iddia edildiği gibi, eğer bu hukuk
dışı yoldan, hukuka aykırı bir şekilde elde edilen delili bir üçüncü şahıs
getirdiyse, belliki bir kanunsuzluk yapmıştır ve kendi delili ile Sayın
Başsavcılık makamına kadar gelmiştir. Şimdi, bir kamu görevlisi, kendi bilgisi
dahilinde bir kanunsuzluğa, bir usulsüzlüğe muttali olduğu zaman, bunu ilgili
makama bildirmek mecburiyetindedir. Bir üçüncü kişi gelip, kanunsuz yollardan
bir bant kaydını aldığını iddia ediyor ve gidip kendisine veriyorsa, normal
şartlarda onunla ilgili bir takibatın yapılması lazım, bunun bir yere
bildirilmesi lazım, bir işlemin yapılması bakımından. Şu ana gelinceye kadar,
bu bantı getiren üçüncü kişiyle ilgili, biz şahsen araştırdık, herhangi bir
işlem yapılmış değildir; yani, bu manada da Sayın Başsavcı, en azından görevini
ihmal etmiştir.
Mezkûr
bant kaydına gelince: Peşinen ifade edeyim ki, bu, Anayasamızın 20 ve 22 ncı
maddesinde yer alan hakların ihlâli anlamındadır; hem özel hayatın gizliliğine
dokunulmuştur hem de haberleşmenin gizliliği ihlâl edilmiştir.
Bu
gizliliğe hangi hallerde uyulmayacağı bellidir. Kanunun açıkça gösterdiği
hallerde usulüne göre verilmiş hâkim kararı ya da gecikmesinde sakınca bulunan
durumlarda kanunla yetkili kılınan merciin emriyle. Şimdi, bu iki husus da, bu
bantın elde edilmesinde ispatlanmadan ortaya konulmadığına göre, hem özel
hayatın gizliliği hem de haberleşmenin gizliliğini ihlalinin kabulü
gerekmektedir. Olayımızda bu şartların hiçbirine riayet edilmediği gibi, dürüst
işlem ilkesi de, bize göre ihlâl edilmiş demektir.
Bantın
içeriğine gelince: Bu, başta da arz etmeye çalıştım, Sayın Yasin Hatipoğlu ile
-o tarih itibariyle Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanvekilidir- Sayın ERBAKAN
arasındaki bir konuşmadır. Anayasamızın 94 üncü maddesinin son fıkrasına göre,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanvekillerinin, o makama geldikleri andan
itibaren partiyle ilişkileri asgari düzeye inmiş demektir. Dolayısıyla, partiyi
temsil imkânı söz konusu değildir; yaptığı işlem ya bireysel işlemdir ya da
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanvekili sıfatıyla yaptığı bir işlemdir. Kaldı
ki, yine o bant ve o bant vesilesiyle kamuoyuna gazetelerde yansıyan haberlere
göre, Sayın ERBAKAN, kendi konumuyla ilgili olarak -siyasete dönme arzusuyla
veya başka sebeple- tek taraflı bir çabanın içine girmiş, aradığı yalnız Yasin
Hatipoğlu değil, mesela DTP Genel Başkanı Sayın Hüsamettin Cindoruk'u ve Sayın
Yalım Erez'i de o günlerde aradığı gazetelerde çıkan haberler arasındadır.
Yani, arayan tek taraflı olarak ERBAKAN'dır, sonuçta bu arama da bir fayda
vermemiştir. Kaldı ki, bantın muhtevasına baktığımızda da, Sayın Hatipoğlu,
ERBAKAN'ın isteğini yerine getirmemiştir.
Anayasa
Mahkememizin 971/41 esas, 71/67 karar sayılı bir kararında, başkaca inandırıcı
ve pekiştirici kanıt bulunmadıkça, yalnızca bu neviden bantların delil olarak
kullanılmayacağını da ayrıca ifade etmiştir. Bu konuyla ilgili maruzatımız da
budur.
Sayın
Başkanım, sayın üyeler; şimdi, bu dava dolayısıyla, maalesef, doğrudan işin
esasına girmede bir zorluğumuz var. Çünkü, biraz evvel de arz etmeye çalıştım,
evvela dava açıldı; dava açıldı delil yok. Siz, lütfedip bir ara kararı
verdiniz 12 Mayıs'ta, ondan sonra Sayın Başsavcı delil toplamaya gitti. Bula bula,
biraz sonra temas edeceğim, belli konuşmaları, bir kaset -demin söylediğim- bir
başka kaset ve konuyla alâkası olmayan, daha doğrusu partiyle uzaktan yakından
alâkası olmayan bir dava dosyasını ve bazı değerli ilim adamlarının veya bazı
gazetelerdeki köşe yazarlarının görüşlerini getirdi. Şimdi, bununla netice
hasıl olamayacağı anlaşılıyor ki, bu 105 sayfalık -esas itibariyle önemli olan
o gözüküyor, ona epey zaman ayırdığı, gayret gösterdiği anlaşılıyor- metnin
önemli bir kısmı terörle mücadeleye ayrılmış vaziyette. Bu dava bir terör
davası değil. Terör davasıysa; yani, teröre bulaşmış insanların bir arada
toplandığı bir partiyse ya da Fazilet Partisi üyeler, terör eylemleri
sebebiyle, terörün odak olduğu bir parti konumuna geldiyse, bunun delillerinin buraya
konulması lazım gelir. Belki konjonktür, içinde yaşadığımız bu gelişmeler,
belki bu meselenin tartışılmasına imkân veriyor; ama. Fazilet Partisi ile
ilgili birçok şey söylenebilir; ama, terörle bir alakası yok. Yani, bu dava
terörle mücadele davası değil; kaldı ki, Yüksek Mahkeme de devlet güvenlik
mahkemesi değil; yani, biz, neyi burada tartışıyoruz' Ama, 105 sayfalık
iddianamenin 50-60 sayfası terörle ilgili kısma ayrılınca, ister istemez bu
konuda da bazı şeyleri söyleme mecburiyeti hasıl oluyor. O sebeple, bir bölümü,
bu 105 sayfalık esas hakkındaki görüşün terörle mücadeleye ayrılmış, ondan
sonraki bir bölümü var. militan demokrasi ile ilgili bir konu. Demek ki. bu
esas hakkındaki görüsün dörtte üçü bu dava ile ilgisi yok. Belki, Batı
ülkelerinde terörle nasıl mücadele ediliyor, orada alınan kararlar ne.
tedbirler ne; belki bir kaynak kitap olabilir. Doğrusu, bir yasal düzenleme söz
konusu olduğunda, bir terörle mücadele ile ilgili bir panelde, bir konferansta
bundan istifade etmek şüphesiz mümkündür, güzel bir çabadır. Ama, ifade etmeye
çalıştım, bizim davamız terörle mücadele davası olmadığına göre, davanın önemli
bir kısmını esas hakkındaki görüşün buna ayrılmış olmasını, doğrusu bir şekilde
yadırgadığımı ifade etmek istiyorum.
Şüphesiz,
iddianamede belirtildiği gibi, mahkememizin görevi, yapmak istediği iş ortaya
konulan delillerle, gerçekten Fazilet Partisi bir partinin devamı mıdır, değil
midir ona karar verecek; bir de sıralanan eylemlerin odağı haline gelmiş midir,
gelmemiş midir buna karar vermiş olacak. Yoksa, terörle Fazilet Partisi
arasında bir ilgi kurmak, doğrusu bize göre bir başka niyetin ifadesi olabilir.
Kaldı
ki, bugün, terörün savunulacak bir yanı da yoktur. Terörden bunca sıkıntı,
bunca zahmet çekmiş olan, bunca zarar görmüş olan bir ülkenin insanları olarak,
terörü tasvip etmek de mümkün değildir bilvesile ifade edeyim. Bunun ne dini
olur, ne partisi olur, ne ideolojisi olur, ne de bu işi yapanların insanlıkla
alakası vardır. Öyleyse, Fazilet Partisi, terör eylemlerinin odaklaştığı bir
parti midir' Öyleyse bunun delilleri nerede' Eğer delilleri yoksa, böyle
ayaküstü bu meseleleri getirip, burada konuşmak ve dava konusu yapmak, doğrusu
bizim yadırgadığımız bir iştir: çünkü, dava açmayı, fevkalade ciddî bir iş
olarak görüyorum. Kesin delil yoksa, yeterli delil yoksa, sıradan bir alacak
verecek davasında bile, bunlar olmadan bir dava açmak mümkün olmadığı gibi,
delile göre davanın nevi tayin edileceği için, önce delili toplayıp, sonra
davayı açma gerekecektir. Hele hele bu açtığımız dava, bir siyasî partinin
kapatılması gibi, başta arz etmeye çalıştığım ister Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi, ister Venedik Komisyonu Kararı, ister mahkemelerimizin bugüne kadar
vermiş olduğu kararlar, içtihatlar muvacehesinde ve Anayasamız açısından en son
açılabilecek, en son düşünülebilecek bir tedbirse, o takdirde biraz daha titiz,
biraz daha delilleri arizamik inceleme gerekecek idi.
Şimdi,
bir şeyi iddianameye yazıyorsak, bunun arkasını getirmiş olmamız gerekir. Şunu
diyemeyiz: Savunma makamı olarak tabiatıyla, bizim delil toplamada ya da delile
ulaşmada iddia makamına nazaran bir imkânsızlığımız vardır. Çünkü, kamu adına
görev yapan, üstelik bu değerli bir görev ifa eden zat ise; yani, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı olarak iddianamesine yazdığı her hususla ilgili devletin
her türlü biriminden, kuruluşundan istediği delili elde etme imkânı var. Şimdi,
büyük iddia ile orta yere çıkıp, delil koyamayıp, ancak iddianamenizin
yarısından fazlasını terörle ilgili bir meseleye ayırdığınız takdirde
anlaşılıyor ki, burada Fazilet Partisi ile ilgili bir imaj yaratılmak isteniyor
ya da Sayın Başsavcı, konjonktürden ve son günlerde ortaya çıkarılan insanlık
dışı vahşetin atmosferinden faydalanarak bir sonuç elde etmeye çalışıyor.
Sözlü
savunmasında, yeni birtakım kavramlar ilave ediyor: "ülkede bölücülük ve
irtica açık ve yakın tehlike olmaktan çıkmış, yaşanan tehlike haline
gelmiştir" diyor. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti meşru müdafaa
halindedir ve bunun da yolu parti kapatmaktan geçiyor demeye getiriyor.
Şimdi,
evvela bu kavram, açık ve yakın tehlike midir, açık ve mevcut tehlike midir: bu
ikisi birbirinden farklıdır. Çünkü, bir tehlike mevcut değil de, yakın tehlike
ise, o zaman muhtemel birtakım gelişmeleri önceden öngöreceksiniz, muhtemel
gelişmelere göre temel hak ve hürriyetleri kısıtlayacaksınız demektir. Ya o
muhtemel tehlike gerçekleşmezse. Dolayısıyla, bu kavram açık ve mevcut
tehlikedir. Açık ve mevcut tehlike söz konusu olduğu takdirde nelerin
yapılacağı da Anayasamızda zaten ayrı müesseseler olarak belirtilmiştir.
İkincisi,
bu kriter; yani, açık ve yakın tehlike veya yaşanan tehlike kavramı, bizim
devamlı atıfta bulunduğumuz ve iç hukukta da dikkate alınacağını umduğumuz, onu
öyle ifade etmeye çalıştım, bu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kriterleri
değildir: bu, daha çok Amerikanvari bir meseleye bakış tarzıdır. Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesinin ve başta okuduğum Venedik Komisyonunun vesair kararlarında
burada cebir ve şiddet esastır. Bir partinin kapatılabilmesi için, o parti,
üyeleriyle veya organlarıyla cebir ve şiddeti teşvik ediyorsa, buna bulaşmışsa,
bunu yöntem haline getirmişse, cebir ve şiddet, o Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinin kriteridir. Kaldı ki, burada bir meşru müdafaa halinden
bahsedilir. Tabiatıyla, Ceza Hukukumuz açısından da meşru müdafaa hali bir
hukuka uygunluk sebebidir. Ama, meşru müdafaa hali. Sayın Başsavcının
kullandığı tarzda, değerlendirmeye çalıştığı tarzda bir meşru müdafaadan
bahsedilebilmek için, bizatihi kuvvetin kullanılması gerekir, silahlı eylemlere
kalkışılması gerekir, terörün bir siyasî araç olarak kullanılması gerekir.
Şimdi, bunları bu dosyaya koyduğunuza göre, şimdi, Fazilet Partili üyelerin ya
da dosyaya delil olarak isimlerini zikrettiği üyelerin birisinin cebir ve
şiddeti çağrıştıran bir beyanı var mı ya da delil olarak koyduğu kişilerin
karıştığı bir silahlı eylem var mı'.. Silahlı eylemleri teşvik eden, cebir ve
şiddeti teşvik eden partinin yetkili organlarının bir kararı var mı' Yani, bu
dava ile Fazilet Partisinin ilgisi nedir' Neresinden bakarsanız bakın, doğrusu,
ben bir irtibatını kuramadım. Onun için, delil olarak getirilen de -biraz sonra
az edeceğim- netice itibariyle Meclis kürsüsünden bir kaç tane yapılan
konuşmadır ve onların dışarıda yansımasından ibarettir.
Şimdi,
Sayın Başsavcının, yine bu dosyada, esas hakkındaki görüşte, muhtemelen 15-20
sayfalık ayrı bir bölümü var. O ayrı bölümde, demokrasilerin neden militan
karakterde olması gerektiğiyle ilgili bir tartışma açıyor ve burada da, yine
Sayın Başsavcı, düzen dışı, marjinal ya da rejimi yıkma amacı güden siyasî
partilerin kapatılmasının zorunlu olduğu sonucuna varıyor. Şimdi, bu dava,
nasıl terörle mücadele ile alâkalı bir dava değilse, demokrasilerimizin militan
karakterde olup olmamasıyla ilgili bir dava da değildir; yani, parti kapatmak
doğru mudur, yanlış mıdır, biz bunu burada tartışmıyoruz. Belki, akademik bir
toplantıda bunun münakaşasını yapabiliriz, kapatılır, kapatılmaz; ama. bizim
hukukumuz da, Anayasamız da, yasalarımız da parti kapatmayı bir müessese olarak
kabul ettiğine göre, bunu tartışmanın, bizim açımızdan faydası yoktur. Belki,
tartışılması gerekecek şey. Anayasamızdaki ve y asal armuzdaki parti kapatma
ile ilgili hükümlerin, içinden geçtiğimiz demokratikleşme süreci, içinde yer
almaya çalıştığımız Batılı değerler, evrensel değerler karşısında bu parti
kapatmayla ilgili normların, kuralların geniş veya dar yorumlanmasıyla ilgili
belki bir müzakere yapılabilir. Yoksa, parti kapatılır mı, kapatılmaz mı,
demokrasilerde bu uygun mudur, değil midir; bu, şu an bizim konumuzun dışında
kalıyor. Bizim kanaatimiz ki, bizim hukukumuzda, Anayasamızda, yasalarımızda
parti kapatmayla ilgili maddeler vardır, hükümler vardır. Bizim demokratik
sistemimiz, böyle bir kapatma müessesesini kabul etmiştir; ancak, bu normların
dar yorumlanması lazım geldiği, mü brem ve zorlayıcı nedenler olmadıkça parti
kapatmanın uygun olmayacağı yönündedir. Esasen günümüzün dünyasında da. çok
mecbur kalınmadıkça parti kapatmanın doğru olmayacağı ifade edilmektedir.
Şimdi,
bu kadar hem terör hem de militan demokrasi ile ilgili esas hakkındaki görüşte
neden uzun uzun münakaşa yapıldı ve yer verildi. Eğer yanılmıyorsak, bunun
sebebi. Fazilet Partisi hakkında menfî bir imaj oluşturmak istemektedir Sayın
Başsavcı. Fazilet Partisini düzen dışı, marjinal, rejimi yıkmak isteyen bir
siyasî parti olarak tavsif etmektedir; ancak, bu. bize göre kesinlikle doğru
değildir. Şunu açık olarak ifade ederim: Yani, Fazilet Partisinin yanlışları
vardır, eksiklikleri vardır, sütten çıkmış akkaşık da değildir: şahsen bu
partinin bir milletvekili olarak benim de hoşuma gitmeyen yanları vardır; keşke
şunları şunları yapmasaydık dediklerimiz vardır; önceliklerine itirazımız
vardır, sorun çözme metoduna itirazlarımız olabilir; ama, bütün bunlar olabilir
de, bunlar siyasetin eksiklikleridir; her partinin kendisine göre artısı
vardır, eksisi vardır; ama, Fazilet Partisi kesinlikle rejim karşıtı, marjinal
ya da Türkiye'de rejimi yıkmaya çalışan bir parti olarak tavsif edilemez. O
sebeple, bu yönde zaten partiler ve Fazilet Partisi de. kendi içerisinde bir özeleştiri
yapmaktadır.
Birinci
özeleştiri, zaten giriş bölümünde yaptım; yani, bizim adımıza millet yaptı
"siz belediye başkanlığını iyi yapıyorsunuz; ama, ülkenin genel yönetimi
söz konusu olduğunda, sizin, meseleleri kavrayış tarzınıza, reflekslerinize,
sorun çözme yönteminize, önceliklerinize itirazım var" dedi, bize bir
ikazda bulundu. Fazilet Partisi bunu anlarsa anlar, anlamazsa oyunun dışında
kalır. Bu, birinci eksikliğidir.
İkincisi,
bugün, gerçekten Türkiye'de siyasî partilerle ilgili, siyasî kurumlarla ilgili
zaman zaman pek çok kamuoyu araştırmaları yapılıyor, özellikle güvenilirlik
açısından, maalesef, geldiğimiz nokta, partilerimiz açısından son derece üzücü
bir manzaradır. Neden; çünkü, bizim demokratik siyasî hayatımız partiler
üzerine inşa edilmiştir; yani, demokrasimiz partinin sütunları üzerine
oturuyor. Bu sütunlara vatandaşın itibarı kalmadıysa, vatandaşın güveni
kalmadıysa, oturup, ciddî bir özeleştiri yapmamız gerektiği ortadadır ve
kurumların itibar grafiği açısından, güvenirlik açısından en alt sıralarda yer
aldığı doğrudur, hatta biz, ben kendim grupta veya başka tarafta yaptığımız
değerlendirme de sudur: Ülkenin sorunlarının çözülmesinde, bu kararılık
tablonun ortadan kalkmasında siyasî partiler bir nevi ampuller gibidir. Ama, 18
Nisan seçim sonuçlarına baktığınızda, yüzde 12'lik, 13'lük, 15'lik, azamisi
20'lik birer ampul gibidir; yani, tabir caizse kümes ampulleriyle biz zifiri
kararılığı aydınlatmaya çalışıyoruz. Şu an siyasetin arkasında, maalesef, halk
yoktur. Böyle olunca, zaten her parti, kendi içinde ciddî bir özeleştiri
yapmaya mecburdur ve şu an siyaset de zaten Meclis duvarları arkasına sıvınıp
kalmıştır. Yani, toplumun değişik kesimleriyle siyasetin irtibatı büyük ölçüde
kesilmiştir. Bir siyasetçinin ya da bir siyaset kurumunun ya da bir ülkede
siyasetin başına gelebilecek en büyük felaket, en büyük sıkıntı, arkasında
halkın olmamasıdır. Tabiatıyla, bu genel değerlendirme içerisinde, bu
olumsuzluklar içerisinde Fazilet Partisinin de kendine düşen bir kusur payı
vardır, bir eksikliği vardır, bir yanlışlığı vardır.
Başta
ifade etmeye çalıştım; işte bir demokratik sabır, tabir caizse, bir iç
hesaplaşma, içeride bu işlerin tartışılması için makul bir sürenin
gerçekleşmesi, bu sosyal ve siyasal gerçekliğin kavranabilmesi noktasında bir
demokratik sabrın gösterilmesi gerekmektedir. Onun için, Fazilet Partisinin
tüzelkişiliğiyle ilgili, politikalarıyla ilgili birtakım eksiklikleri,
yanlışlıkları olabilir. Ama, kabul edelim ki. içinden geçtiğimiz süreç,
siyasetin bir kısım dinamiklerini de değiştirmiştir, bir kısım kurallarını da
değiştirmiştir, meseleye yaklaşımlarını değiştirmiştir. Neden; çünkü, siyasetin
itibarı artık dibe vurmuştur, buradan daha gideceği bir yeri kalmamıştır.
Dikkat
buyurulduysa, belli bir süreden beri bir iktidar-muhalefet diyalogu
başlamıştır. Meclis, eskisine nazaran daha iyi çalışabilmektedir. Gerçi,
kaliteli kanun yapıyor muyuz, yapmıyor muyuz; yani, kanunların çok sayıda
çıkmış olması tek başına yetmiyor, çıkan kanunların da kaliteli kanunlar olması
gerektiği de şüphesiz ortadadır. Ama, netice itibariyle, bir evvelki döneme,
bir evvelki döneme nazaran Meclisin, bu manada bir çabanın, bir gayretin
içerisinde olduğu ortada.
Yine,
belki bu dibe vurmuşluğun, toplum nazarında giderek güven kaybetmişliğin bir
tabiî sonucu olarak ya da kavgaya dayalı siyaseti Türk Toplumunun tasvip
etmemiş olmasından kaynaklanarak geldiğimiz noktada bir eski dönemlere, daha
evvelki dönemlere; ama, kesinlikle 1980 önceki dönemlere hiç benzemeyen tarzda
bir iktidar-muhalefet diyalogu başlamıştır. Artık, eskisi gibi vatandaşı
rahatsız eden manzaralar Mecliste çok sıkça yaşanılmamaktadır. Gerçi, bugünkü
hükümetin büyük bir çoğunluğunun muhalefetin desteğine ihtiyacı olmamasına
rağmen, özellikle Anayasa değişikliklerinde, Gümrük Kanunu gibi 250 maddeden
ibarettir ki, eğer İçtüzükteki engelleme imkânlarını gündeme getirip koysanız,
o kanunun bir senede çıkması mümkün değildir; ama, bir işbirliği içerisinde,
böyle bir kanun bir günde çıkarılabilmiştir. Şimdi, arkadan gelecek kanunlar
var. Belki, bunlar, Türkiye'de, işte eski muhalefet ve iktidar anlayışının,
eski siyaset anlayışının ve bunun kalıplarının değişebileceği noktasında bize
ümit veriyor, bir imkân veriyor ve şüphesiz, herkese görev düştüğü gibi,
sorumluluk düştüğü gibi, bu manada Fazilet Partisine de önemli bir görev
düştüğü kanaatini taşıyoruz.
Kaldı
ki, öte yandan Sayın Başsavcının, bu iddianamesinde kullandığı, esas hakkında
görüşte de ifade edilen bu "marjinal" kelimesidir. Şimdi,
"marjinal" kelimesi, toplumda genel olarak hakim olan değerden uzak
olma, toplumun desteğine mazhar olamamak anlamına gelir, kavram olarak ifade
ettiği şey budur.
Halbuki
18 Nisan yerel ve genel seçim sonuçlarını dikkate aldığımızda, her halde üçüncü
parti olmuş bir partiyi, bu manada marjinal bir parti kabul etmek ya da genel
seçimde yüzde 15, yerel seçimde yüzde 23 olmuş olan bir partinin seçmen
tabanını da hesaba kattığınızda, toplumun neredeyse her dört kişisinden
birisini de marjinal eğilimli bir seçmen olarak, seçmen kitlesi olarak tavsif
etmek, bence Türkiye gerçeklerine de çok fazlaca uyduğu kanaatini taşımıyoruz.
Sayın
Başkanım, sabrınıza teşekkür ediyorum sayın üyeler. Şimdi, esas iddia noktasına
geliyoruz. Şimdi, bu davanın iki temel sebebi var. Bir tanesi, laiklik karşın
eylemlerin odağı haline gelmiş olması, ikincisi de devam keyfiyetidir.
Şimdi,
birinci iddia bakımından her halde üzerinde durmamız gereken konu laiklik ve
odak kavramıdır; yani, birinci iddianın iki tane ayağı var: laiklik ve odak. Bu
iki kavram üzerine odaklaşmış oluyor birinci iddia. Şüphesiz, bu laiklik
konusuyla ilgili olarak biz, birinci savunmamızda, ön savunmamızda ne
anladığımızı, dünyada laikliğin nasıl anlaşıldığı, derişik ülkelere göre
bunların tatbikatıyla ilgili biraz teorik, biraz akademik bazı izahlarda
bulunmaya çalışmış idik. Dolayısıyla, burada tekrar o teorik konulara girip,
vaktinizi çok fazla almak istemiyorum. Ancak, bu laiklik konusuyla ilgili
kısaca birkaç şey ifade etmem gerekecek
Şimdi,
demokrasinin laiklikle ilişkisi hakkında farklı görüşler bulmuş olmakla
beraber, çağdaş demokrasi uygulamasında bunlara baktığımızda, bu demokrasilerin
önemli bir kısmı laik sistemlerdir; ancak, demokratik olmayan ülkelerin
birkısmı da laiktir, laik olmayan antidemokratik ülkeler de vardır. Bu
tespitten hareketle dünyadaki uygulamalara bakarak laiklik, demokrasinin
yeterli şartı değildir; ama, gerekli şartıdır. Ancak, laikliğin doğru
anlaşılmış olması lazım gelir. Totaliter rejimlerde uygulanan şekliyle,
anlaşılan şekliyle oradaki demokratik laiklik anlayışıyla demokratik bir
siyasal sistemdeki laiklik anlayışı arasında fark var. Çünkü, totaliter laiklik
anlayışı içerisinde dinin, kötü, zararlı, gerici bir toplumsal güç olarak
kabulü vardır. Onun için de siyasal sistem, siyasal ilerleme dinden özgürleşme
olarak anlaşılmıştır. Bu dinden özgürlük anlamındaki, tarzındaki laiklik
anlayışı daha çok Fransız tipi bir anlayışa tekabül ediyor. Dinin özgürleşmesi
anlamındaki laiklik anlayışı da, Amerika Birleşik Devletlerinde daha çok
uygulama alanı bulan bir anlayıştır. Ama, laikliğin arkasındaki temel düşünce
devletin, dinler karşısında prensip itibariyle tarafsız kalması gerektiği
düşüncesidir. Dinî inanç ve felsefî kanaatler bireysel tercihlere bağlıdır. Bu
nedenle devlet, dinî veya felsefî inancın hakikati konusunda karar almaya, o uygulamaya
yetkili değildir. Laiklik, bu anlamda bir özgürlük ilkesidir bize göre. Bunun
içindir ki, laiklik, bireyleri ve onun temel hak ve özgürlüklerini değil;
devleti ve onun güç kullanımını sınırlayan bir ilkedir. Laik devletin görevi,
bütün inançlara saygı göstermek, dinî veya sekliler görüşler arasında bunları
benimseyen kişiler arasında hiçbir ayırım yapmamaktır. Bu tespitten yola
çıkarak laiklik, tarafsızlık ilkesinin sonuçlarından biridir. Bunun tabiî
sonucu olarak da laiklik, toplumsal bir barış ilkesidir. Şimdi, bu ilkelerin
ışığında laiklik nedir' derseniz. Bize göre, din ve vicdan özgürlüğünün teminat
altında olduğu bir sistemde, siyasî meşruluğun dinden kaynaklanmaması.
İkincisi,
hukukî düzenin doğrudan doğruya dine dayanmaması: devletin, dinler ve felsefî
kanaatler karşısında tarafsız olmasıdır. Biz, laikliği böyle anlıyoruz. Bununla
beraber, siyasî meşruluğun dine dayanmamış olması, din olmaması, dinin bireysel
ve toplumsal boyutunun laik devlet tarafından tanınmaması anlamına gelmiyor.
Diğer yandan, elbette, laik bir düzende kişilerin de, dinî ihtiyaçlarının
karşılanması konusunda tabiatıyla devletten talepleri olabilir, bunları dile
getirebilirler; bunları siyasetçilerden, ülkeyi yönetenlerden talep
edebilirler.
Bu
çerçevede bize göre laikliğin iki ayağı vardır. Birincisi, din ve vicdan
özgürlüğü, ikincisi devletin dinî ve seküler inançlar karşısında
tarafsızlığıdır.
Birincisi
açısından bugün bir tartışma yok; farklılıklar daha çok tartışma,devletin
tarafsızlığı üzerine yoğunlaşmaktadır bütün dünyada. Bu tartışmalara ve
uygulamadaki farklılığa baktığımızda, bugün yeryüzünde evrensel, standart bir
din-devlet ilişkileri modeli yoktur; yani. her ülke, kendisine göre din-devlet
ilişkisiyle ilgili bir model geliştirmiştir. Onun için herhangi bir ülkede, o
ülkedeki laiklik uygulamalarını eleştirmek, farklı yorum ve önerilerde bulunmak
mümkündür. Bu, laiklik karşıtı olmak anlamına gelmiyor. Çünkü, bizim ülkemizde
de. netice itibariyle birkısım tartışmalar var. Ama, kesin olan bir şey var; o
da. din ve vicdan özgürlüğü, demokratik, laiklik anlayışının vazgeçilmez bir
şartıdır. Böyle olduğu ve Batıda böyle kabul edildiği için laiklik anlayışında
ve uygulamalarında giderek statik bir yorum yerine, ülkenin ihtiyaçlarına,
gelişen şartlara göre daha dinamik bir yorum hakim olmakta, din ve devlet
arasında bir uyumlu beraberlikten ve bunun zaruretinden söz edilmektedir. Kesin
ayrılık yerine, hayırhah, tarafsızlık diyebileceğimiz bir anlayışa
yönenilmektedir.
Sayın
Başsavcının iddia ettiği laiklik aleyhtarı eylemlerin odağı haline gelmiş
olmakla ilgili birinci bölümde laiklikle ilgili görüşümüzü burada ifade etmeye
çalıştım. Şimdi, ikincisi, bu odak olma konusudur; bu davanın temel
ayaklarından bir tanesi bu.
Şimdi,
bu odak kavramından ne anlıyoruz, ne anlaşılması lazım gelir. Anayasanın 69
uncu maddesinin altıncı fıkrası "Bir siyasî partinin 68 inci maddesinin
dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına,
ancak, onun bu nitelikteki fiillerinin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa
Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verileceği" belirtilmiş; fakat,
Anayasada bunun ilkeleri, bunun kriterleri ortaya konulmamıştır. Arna, buna
karşılık, Siyasî Partiler Kanunumuzun 103 üncü maddesi bu hususu açıklığa
kavuşturmuş ve bazı kriterler koymuştur.
Şimdi,
burada; bir, parti üyeleri bakımından odak olma; ikincisi, parti
organları
bakımından odak olma diye bir ikili tasnif yapmamız gerekecektir.
Şimdi,
üyeler açısından baktığımızda, yasak eylemlerin, parti üyelerince işlenmiş
olması durumunda birinci şart, bu eylemlerin yoğun bir şekilde işlenmiş olması
gerekir; yoğunluk şartı, 103 üncü maddenin ikinci fıkrası.
İkincisi,
bu eylemlerin, yoğun bir şekilde üyeler tarafından işlenen bu eylemlerin, 103
üncü maddenin ikinci fıkrasında sayılan organlarca zımnen veya açıkça
benimsenmiş olması; yani, bu iki şartın birlikte gerçekleşmesi gerekir.
Yasak
eylemlerin parti organlarınca işlenmesi durumunda ise, bu eylemlerin belli
parti organlarınca kararlılık içinde işlenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla, 103
üncü maddenin ikinci fıkrası, odakla ilgili olarak "yoğunluk, benimseme ve
kararlılık" diye üç tane kavram maddeye yazmıştır. Bu üç kavrama
yüklenecek anlam ya da bu üç kavramın yorumlanması, davanın sonucunu, birinci
iddia bakımından belirleyecektir.
Şimdi,
önce yoğunluk üzerinde durmamız gerektiğinde, yoğunluk kanaatine varabilmek
için bu fiillerin, Yüksek Mahkemenin Refah Partisiyle ilgili verdiği kararda da
belirttiği gibi. nicelik, nitelik ve sıklık açısından değerlendirilmesi
gerekir. Hal böyle olunca, farklı üyeler tarafından değişik zamanlarda çok
sayıda yasak fiillerin işlenmiş olması icap eder. Kimi parti üyelerinin, tek
tuk eylemlerinin yoğunluk şartını gerçekleştirmeyeceğini düşünüyoruz.
Yine,
bu ağır ihlâl niteliğindeki fiillerin muhtelif parti üyeleri tarafından düzenli
ve sürekli olarak işlenmiş olması icap eder. Düzenli olmayan, münferit, arizî
eylemler, partinin odak haline geldiği kanaatine götüremez. Kaldı ki,
yüzbinlerce üyesi olan partilerde, her zaman, bir vesileyle ifade ettim, radikal
unsurlar olabilir, suç işleme arzusu içerisinde olan insanlar olabilir ya da
birkısım ajan provakatörler de, binlerce, yüzbinlerce parti üyeleri arasına
sızabilir, özellikle Türkiye gibi dengelerin fevkalade hassas olduğu ve çok
yönlü dış politikanın bir kavşak noktası haline geldiği bir ülkede, şüphesiz bu
neviden müretteb birtakım olaylarla da partilerin karşılaşması mümkündür. Onun
için sürekli ve düzenli olması, bu bakımdan önem arz ediyor.
Ayrıca,
bu eylemlerin ilgili parti organları ki, bu 103 üncü maddede sayılmış olan
organlardır. Bunlar büyük kongre, merkez karar ve yönetim kurulu, Türkiye Büyük
Millet Meclisi grubu, Genel Kurulu veya grup yönetim kuruludur. Bu organlar
tahdidi olarak sayılmıştır, bunlara yenileri bu düzenleme karşısında ilave
etmek de mümkün değildir. İşte üyeler tarafından yoğun bir şekilde işlenmiş
olan, sıklıkla işlenmiş olan yasak fiillerin, partinin bu zikredilen organları
tarafından da açık veya zımni bir şekilde benimsenmiş olması icap eder.
Tabiatıyla, partinin bu yasak eylemlerden de bir şekilde haberdar olması
gerekir.
Üzerinde
duracağımız ikinci konu. bu kararlılık konusudur organlar açısından. Çünkü,
odak kavramı bakımından kararlılık şartı bizatihi parti organları için
öngörülmüş bir şarttır. Burada da iki husus, bize göre önem arz ediyor. Parti
tüzelkişiliğini bağlayacak organlar, yalnız zikredilen organlardır. Mesela, il
idare heyetlerinin, ilçe idare heyetlerinin, şimdi son düzenlemeye göre.
gençlik kollarının, kadın kollarının eylemleri bu kapsam içerisinde mütalâa
edilemeyecek demektir.
İkincisi
de, eylemlerin kararlılık içinde işlenmiş olması gerekir. Parti organlarının
arasıra meydana gelen arizî eylemler veya kısa zaman dilimi içinde işlenmiş
olan uzun süreli temadi eden nitelikte olmayan eylemleri kararlılık şartını
oluşturmaz. Çünkü, kararlılık, aynı zamanda sarsılmaz bir irade tutarlılığıdır.
Şimdi,
bu kriterler açısından ileri sürülen iddia ve deliller, gerçekten Fazilet
Partisini laiklik karşıtı eylemlerin odağı olarak kabul etmemizi mümkün kılıyor
mu' Hemen belirteyim ki, Sayın Başsavcı, davada delil olarak ileri sürdüğü
bütün hususlar, parti üyelerinin eylemleriyle ilgilidir, parti organlarıyla
ilgili ortaya bir delil, bize göre koymuş değildir.
Üyelerin
yasak eylem olarak iddia ettiği hususların neredeyse tamamına yakını da
başörtüsü tartışmalarıyla alakalıdır. Dolayısıyla, birinci iddia, nasıl laiklik
ve odak kavramı üzerine odaklaşıyorsa, bu birinci iddianın odaklaştığı tartışma
da başörtüsü konusudur. Şimdi, burada birkaç hususa dikkatlerinizi arz etmek
istiyorum.
Başörtüsü
konusu, bizatihi Fazilet Partisinin çıkardığı, toplumun gündemine getirdiği,
toplumun önüne koyduğu bir konu değil. Çünkü, Fazilet Partisinin kuruluş tarihi
17 Aralık 1997, neticede iki yıllık tüzelkişiliği olan, siyasette bu şekliyle
iki yıllık bir geçmişi olan bir parti. Ama, yazılan yazılara, kararlara,
münakaşalara baktığınızda, bu tartışmanın en az 15-16 yıllık, daha geriye
götürürseniz bir çeyrek asırlık bir boyutu var. Nitekim 2000 yılında devlet
büyüklerine teslim edilmek üzere birkısım mektuplar, 1984'te, 1985'te verilmiş.
Bunlardan bir tanesi de Sayın Meclis Başkanına gönderildi. Açıldığı zaman,
içinde, 1984 yılında yazılan bu mektubun içeriğinin başörtüsü konusuyla alakalı
olduğu orta yere çıktı. Dolayısıyla, başörtüsü konusu, birebir Fazilet
Partisiyle irtibatlı bir konu değil; onun gündeme getirdiği, şüphesiz üzerinde
konuştuğu bir konudur -onu arz edeceğim- ama, münhasıran Fazilet Partisinin
gündeme getirdiği bir konu değil, hukuki yönü olan, sosyolojik yönü olan, siyasî
yönü olan, pek çok yönü olan bir konudur.
İkincisi,
başörtüsü konusu, sadece Fazilet Partililer tarafından dile getirilen, yalnız
onlar tarafından konuşulan bir konu değil; Sayın Başsavcının, esas hakkındaki
iddiasında ve sonraki görüşlerinde, görüşlerine atıfta bulunduğu, demeçlerini
veya beyanlarını delil olarak kullandığı kim varsa, bugün Türkiye'de, bir parti
gösterilemez ki başörtüsü konusunu konuşmuş olmasın, öyle ya da böyle, bana,
bir köşe yazarı gösteremezsiniz ki, başörtüsü konusunda öyle ya da böyle bir
yazı yazmış olmasın, dolayısıyla toplumun gündeminde olan herkesin konuştuğu
bir konuyu Fazilet Partisi de, kendisi bir şekilde konuşmaya çalışıyor. Sayın
Başsavcı, kendisi delil olarak bazı değerli zevatın görüşlerini delil olarak
sunduğu için, müsaade ederseniz, ben de, hem aynı zevatın konuşmalarından hem
de başka türlü konuşmalardan birkaç hususu arz edeceğim.
Cumhurbaşkanımız
Sayın Demirel, bir konuşmasında diyor ki -bunları dosyanın ekinde verdik-
"dindar insanın kaynağı devleti yönetenler değildir. Onun kendisine rehber
aldığı yer başkadır, mütedeyyin insan, Kuran'ı Kerim ne demişse, hadisi şerif
ne demişse, sünneti seniye ne demişse onu yapacaktır. Biz. isteyen taksın,
istemeyen takmasın diyoruz; serbestliği istiyoruz. Biz, yasaklara karşıyız,
genel ahlak ve güvenliği koruyan yasaklar hariç, diğer yasaklara karşıyız. Biz,
liberaliz diyoruz; liberal ekonomiyi savunanlar, liberal demokrasiyi de
savunurlar. Avrupa'da böyle bir kanun yok, -başörtüsüyle ilgili söylüyor- orada
isteyen takıyor, istemeyen takmıyor; takan takmayana, takmayan da takana
karışmasın diyoruz. Herkes birbirine hoşgörü göstersin diyoruz. Türbana karşı
olmayınca, hadiseye böyle bakınca, tabiî ki, oyumuz da bu istikamette
olur." Verdiği oyla ilgili, o kanunun oylamasıyla ilgili bir konuyu,
böylece dile getirmiş oluyor.
Şimdi,
Sayın Başbakanımızın beyanını bu noktada delil olarak gösteriyor. Sayın
Başbakanımız bir konuşmasında şöyle diyor:
"Benim
düşünceme göre, dünyadaki uygulamalara göre ilk ve ortaöğretim çağındaki
çocuklara belli bir kıyafet mecburiyeti veya yasaklamaları getirilebilir. Bu,
antidemokratik olmaz; ama yükseköğretim cağına gelmiş kinişlere, gençlere,
ahlak kuralları dışında kıyafet mecburiyeti veya sınırlama getirilemez; isteyen
Örter, isteyen örtmez. Bazı kimseler diyor ki, başörtüsüne karşı değiliz; ama
ideolojik nedenle başların örtülmesine karşıyız. Ben, bu görüşe katılmıyorum.
Demokrasi varsa, ideolojik nedenler bile söz konusu olabilir, yasaklar
kalkarsa, üniversitedeki genç kızların veya din eğitimi gören genç kızlarımızın
başlarını örtme ve kendilerini mecbur hissetmemeleri için vereceğim demokratik
mücadeleyi daha gönül rahatlığı ile verebilirim. Yasaklı kişilere karşı
mücadele vermek, benim demokrasi anlayışıma sığmaz.
Tarikatçılığın
yasaklanmasına da karşıyım. Tarikat, adı üzerinde yol demektir, yol arayışı
demektir. Vicdan ve düşünce özgürlüğü bulunan bir toplumda, herkes kendi yolunu
arayabilmelidir. Bu durum, dinin çağdışı kalmasını önler. Ben tarikatçı olmam;
ama, din konusunda herkesin kendi arayışını serbestçe yapabilmesinden
yanayım."
Sayın
İsmail Cem'in bir konuşması var. "Laiklik, inananların, farklı
inananların, inanmayanların kendi değişik tercihlerinin, inanışlarının,
inançlarını uygulayabilmelerinin ortak güvencesidir. Bir örnek verilirse, türban
kullanmak isteyenin bunu özgürce yapabilmesinin de, kullanmak istemeyenin,
kullanmama Özgürlüğünün de ortak güvencesidir."
Yine
bir başka konuşmasında "Örneğin hangi gerekçeyle olursa olsun, öğrenci
kızlara başörtüsünü yasaklamayı, yasaya uymayanları cezalandırmayı, siz, Avupa
Konseyine anlatamazsınız."
Milliyetçi
Hareket Partisi Sayın Genel Başkanı Sayın Bahçeli'nin görüşleri, merkez karar
yönetim kurulu toplantısı öncesinde bir açıklama yaparak;
Üniversitede
yaşanan başörötiisü meselesine de dikkat çeken Bahçeli, öğrencilerin başlarını
açmaya zorlanarak okuma haklarının ortadan kaldırmanın, ne laiklikle, ne de
demokratik devlet anlayışıyla bir ilgisi olmadığını" söyledi.
Bir
başka konuşmasında "Üniversitelerimizdeki başörtüsü dramına son verilmesi,
hem insan hakları hem de ülke huzuru acısından bu Yük önem taşımaktadır. MHP,
başörtüsünü yasaklayarak irtica ile mücadele edilemeyeceğini
düşünmektedir."
Kahramanmaraş'taki
bir mitingte Sayın Bahçeli "Türkiye'de siyasî partilerin iktidarda farklı,
muhalefette farklı konuşmalarını eleştirdi. Başörtüsünü siyasî bir simge olarak
gösterip, İslam dinine saldırıldığının altını çizen Bahçeli, dün ne kadar
Marksist, ateist ve komünist varsa, bugün laiklik kisvesi altında İslam'a
saldırıyorlar. Bu tür tutum ve davranışlar devlet-millet zıtlaşmasına
götürür" diye uyardı.
Bir
başka konuşmasında "özellikle bazı üniversite yöneticileriyle mevcut
hükümetin duyarsız tavırlarını anlayamıyoruz. Bu çevrelerin kabul etmek
istemedikleri şey, soruna dikkat çekmenin, duruma bir an önce son vermenin
istismarcılıkla bir ilgisi olmadığıdır. Anlaşılmaz bir şekilde sorunu
derinleştirerek, kronikleşmesi arzu edilmektedir."
Ordu
meydanında yaptığı konuşmada "başörtülü kız kardeşlerim, bacılarım
üniversitelerde okumalıdır. Bunları sokağa dökerek perişan etmeye kimsenin
hakkı yoktur. Başörtüsü meselesini körükleyeceksin. Meclise gelince
utanacaksın, bunu kabullenmek mümkün değildir. Başörtüsüyle ilgili olarak din
istismarı kadar laikliği de istismar edenler bu sorunun çözümüne ulaşamazlar."
Bayburt'ta
yaptığı konuşmada "Müslüman olması sebebiyle de inançları doğrultusunda
hareket eder..." Müslüman olması sebebiyle de kız çocuklarımız için.
"...genç kızlarımız, hanımlarımız, başörtüsü takabilirler. Bu hareketler,
vicdan hürriyeti ve insan hakları kapsamındadır."
Erzurum
İstasyon Meydanında yaptığı konuşma: Coşkulu kalabalığa seslenen Bahçeli
"Yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkede, başörtüsü yasağının da ateş ile
oynamak anlamına geldiğini vurguladı. MHP'nin başörtüsü konusunda bir tavrının
olmadığı yönündeki iddialara da sert çıkan Bahçeli, başörtüsü konusundaki
açıklamalarımızı Sağır Sultan duydu, sen mi duymadın' dedi ve şöyle devam etti;
"Yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkede, başörtüsü sorunu yaşanmamalıdır.
Başörtüsüne yasak getirmek ateşle oynamak gibidir. Başörtüsüne itiraz olmaz.
Müslümanlar incitilmemelidir."
MHP'li
Devlet Bakanı Şuayip Üşenmez- Bunların bir kısmı, hükümetin kurulmasından
sonraki konuşmalardır- üniversitelerde uygulanan ve sosyal bir yara olarak
tanımladığı türban yasağının, uzun vadede çözülebileceğini söyledi.
"Birisi kapanıyorsa, ona kapanmayacaksın diye zorlamaya gerek
yoktur."
Elazığ
Milletvekili MHP'li Sayın Mustafa Gül, 11 Nisan 1999 tarihinde yaptığı bir
toplantıda "Rabbimin izniyle, MHP'ye mensup milletvekilleri tarafından bu
iş çözülecektir. Aksi takdirde, başörtüsü meselesi de bitmez, imam hatip
meselesi de bitmez, bunu çözeceğiz."
Şimdiki
Tarım Bakanı Sayın Hüsnü Yusuf Gökalp, Cumhuriyet Üniversitesinde okuyan bir
grup başörtülü öğrenciyi kabulünde şu konuşmayı yaptı:
"Kanun
ve yönetmelikleri hiçe sayarak, ben sizi içeri almıyorum keyfiyetinde
olamazlar. Böyle bir hakka kimsenin sahibi yoktur. Bugün, başı örtülüleri
almayan öğretim üyesi ve idareciler, yarın kahverengi ceketlileri almazlar,
birisi de gelir, kahverengiye karşı bir allerjisi olur, keyfi tutum olmaz ve
MHP mensupları olarak MHP'den aday adayı olan bir milletvekili, aday adayı
olarak ve bir üniversite profesörü olarak, üniversitenin daha yeni ayrılmış bir
dekanı olarak bu tutumu kınadığımı basın aracılığıyla tüm sevgili hemşerilerime
duyurmak istiyorum."
Sayın
Bahçeli "Türkiye Büyük Millet Meclisinde başörtüsü çağdaş kıyafete aykırı
değildir diye bir maddenin eklenmesidir" diyor. "MHP 19 Nisan'da
iktidara geldiği gün, o Mecliste çoğunluğu aldığı gün ilk vereceği tekliflerden
birisi inanıyorum ki bu tekliftir" diyor.
MHP
Trabzon Milletvekili adayı Muhammet Öztürk "namus olarak bildiğimiz
başörtünüze el atıldı. Bu, Türk Milleti için bir zulümdür, bir vebaldir. Cenabı
Hak, bu milleti bu zulden MHP iktidarıyla kurtaracaktır; şafak yakındır."
Sayın
Mesut Yılmaz'ın, bir gazeteci olarak Güneri Civalıoğlu'nun hazırlayıp sunduğu
Durum Programında "başörtüsü konusunda yetki üniversite yönetimlerine
aittir. Katı uygulamalara karşıyım. İstismarı önleyecek tedbirler alınabilir;
çağdışı kıyafet yasaklanabilir; ama, başörtüsü, çağdışı kıyafet olarak
yorumlanamaz; bu, kadınlarımızın yarısına hakaret olur."
1992
tarihli yönetmeliği göstermişler."Ben, ANAP'ın 1990 tarihinde çıkardığı
kanunu hatırlattım, inancından dolayı başını örtenlere müdahale edilmemelidir.
Başbakan Yılmaz, üniversitedeki başörtüsü yasağının yanlış olduğunu savundu.
YÖK Başkanı Kemal Gürüz'ü telefonla arayarak, yanlış yaptıklarını söylediğini
açıklayan Yılmaz, başörtüsünün sunî gündem olduğunu belirtti ve konuşmasını
söyle sürdürdü: Yasağa gerekçe olarak Konsey yönetimi döneminde çıkarılan 1982
tarihli yönetmeliği gösterdiler. Ben, ANAP'ın 1990 tarihinde çıkardığı kanun
olduğunu, buna göre kılık ye kıyafetlerin hemşire okulları dışında serbest
olduğunu söyledim. Türbanı siyasî emellerine alet etmek isteyenler olabilir,
bunların belirlenmesi gerekir. İnancından dolayı başını örtenlere müdahale
edilmemelidir. Devrim kanunlarında böyle bir örtü yasağı yoktur."
Yine
bir başka konuşmasında "Yani, kız imam hatip okullarında, öğrencilerin,
isterlerse türban takıp, istemezlerse takmayacaklarını ifade etti.
Zorlamayalım, zaman içinde çözülür" diyor. "Rize'de bütün kızların
başı kapalıdır. Kız, 17-18 yaşına gelince başını örterler. Bunun irticacı
olduğu anlamına gelmez; bu, bir örf, âdet haline gelmiş. Başörtüsünü zorla
açınca tepki oluyor.
"Din
âlimlerine sordum, türban takılsa da olur, takılmasa da. Atatürk'ün çıkardığı
Kılık Kıyafet Yasasında da, sarık, cübbe ve şalvar yasaklanırken, başörtüsüne
dair bir kayıt konulmamış. O dönemde, kimse başını açmaya zorlanmamış.
Üniversitede zaten, 1982'den bu yana da uygulanmamış" diyor.
Ve
yine "biz, üniversitelerdeki uygulamalarla mutabık değiliz..." Bu
beyanları başbakan olarak veriyor, arz ettiğim konuşmaların önemli birkısmı Başbakan
olduğu döneme ait. "... iki dere arasında kalıyoruz. Millî Güvenlik
Kurulunda da, hükümette de, YÖK'le yapılan görüşmelerde de uygulamanın
yanlışlığı söylendi, kamuoyuna da söyleyeceğim; başörtüsünün irtica ile bir
ilişkisi yok. Bazıları ise, kendilerini, âdeta laik cumhuriyetin tek savunucusu
gibi görmekte, yasak şeklinde çok bağnaz bir uygulama yapmaktadır. Türban takan
herkes irticacı değil, üniversitedeki olaylar, rektörün, tamamen yanlış
anlamasından kaynaklandı" diyor.
ANAP
Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Keçeciler, parti il binasında "Türkiye'de
hep başı örtülüler de, başı açıklar da bir arada barış içinde yaşamaktadırlar.
Başörtülü öğrencilerin derslere girmelerine izin verilmelidir. Kimsenin başını
zorla açtırmak, ne de kapattırmak doğru olmaz. Yükseköğretim kurumlarındaki
kılık kıyafet tartışmalarını yersiz bulduğunu anlatan Keçeciler,
üniversitelerde derslere türbanla girilmesi konusunda hiçbir yasak engel
bulunmamaktadır. Din ve vicdan özgürlüğünün kısıtlanmaması için elimizden
geleni yaptık. Hükümet olduğumuz dönemlerde türbanla ilgili bir genelge
çıkarılmamıştır" diyor.
Sayın
Tansu Çiller'in... Özür dilerim, sizleri sıkıyorum; ama, neticede bu işi bir
yere bağlamak durumundayım, o sebeple, sıkıcı bir konu olduğunu da biliyorum.
DYP Genel Başkanı Tansu Çiller "iktidara geldiklerinde başörtülü
öğrencilerin üniversite kapısından dönmeyeceğini belirterek, başörtüsü yasağı
çağdışı, bir anne olarak bu yasaktan biivlik üzüntü duyuyorum. Ben. bunu
bireyin hakkını korumak için savunuyorum. İran'da olsam, zorla kapatanlara
karşı direnirdim. Başörtüsü yasağını çağdışı buluyorum, demokrasiye yakışmıyor.
Bana, nasıl zorla türban taktıramaz, başımı örttüremezlerse, ben de, kimsenin
başını zorla açtıramam" dedi. Türbanla uğraşmanın abesle iştigal olduğunu ifade
eden Çiller "kafasının üzerindeki değil, içindekiler önemli olan"
dedi.
Simav'da
vatandaşlara seslenirken "Ezanın sesini kıstılar, yetmedi; milletin
okullarını kapattılar yetmedi, eğer camiye gidersen hesap sorarız dediler,
şimdi de evladımın başörtüsüyle uğraşıp, okullara sokmuyorlar. Benim için,
örten de, örtmeyen de evladım, hepsi birinci sınıf vatandaş" diye konuştu.
"Demokrasi,
başörtünüzdür, namusunuzdur, sahip çıkın diyen Çiller, seçimde, irticacı diye
üzerine gidilenlerin, zulüm yapanlardan hesap soracağını da" söyledi.
"Bu
seçim, ezilenlerin seçimi olacak. Bu seçim, evladını, başörtülü diye
üniversiteye yollamayanların seçimi olacak. Zulüm edenlere karşı hesap
soranların seçimi olacak. Bu seçim, inançlılar, irticacı diye üzerine
gidilenlere, zulüm yapanlara karşı hesap sormanın seçimi olacak."
Amerika'daki
Harvard Üniversitesinde dün başlayan Dünya Kadın Liderleri Konseyi Birinci
Yıllık Zirvede konuşan Çiller "türban takmanın üniversiteli kızların doğal
hakkı olduğunu" söyledi. "Bu konuyla vakit kaybetmememiz gerekir. Ben
üniversitede hocayken, kız öğrenciler, derslere istedikleri gibi
girebiliyorlardı; mini etekle de gelen oldu, kot pantolonla da gelen oldu,
başörtülüsü de; elimden geldiğince bu konuyu savundum. Bırakınız, insanlarımız,
evlatlarımız, mini etekle gidecekse mini etekle gitsin, blucinle girecekse
blucinle girsin, başını örtecekse başını örtsün. Ben üniversitede hocalık
yaptım, talebelerimin hepsini bu şekilde aldım. Bırakın bunları, ülkenin
bunların ötesinde uğraşacak meseleleri var."
Diğer
parti liderlerinin veya adaylarının da görüşleri var; bu kadar yeteceğini
zannediyorum.
Şimdi,
buradan konuyu getirmek istediğim nokta şurası Sayın Başkanım, sayın üyeler:
Şimdi, bu, belliki uzunca bir zamandan beri toplumun gündeminde. Tabiî, toplumun
gündeminde olan bir konu, zaruri olarak, bittabiî, siyasetin de gündeminde
olur. Şimdi. Fazilet Partili üyelerin, Sayın Başsavcının delil olarak getirdiği
topu topu 17 konuşma, bunun 12'si Meclis kürsüsünden yapılan, bunun 5'i de, bir
ölçüde dışarıda, tekrarından ibaret olan konuşma. Aktüel bir konuya, eleştirel
bir yaklaşımla temas etmekten ve fikrini beyan etmekten ibarettir. Bu
konuşmalar tetkik edildiğinde görülecektir ki, ne muhteva itibariyle, ne de
konuşmanın sınırları itibariyle, ne de konuşmanın sınırları itibariyle şurada
konuşulanlardan bir tek noktada ayrıldığı nokta gösterilemez. Bir süredir kız
öğrencilerin, yükseköğrenim kurumlarında başörtülü okumaları ya fiilen
yasaklanmakta ya da bu öğrenciler disiplin cezalarına çarptırılmaktadırlar;
maddî vaka budur.
Şimdi,
bu konuyla ilgili olarak, tabiî, Türkiye'de fevkalade farklı uygulamalar var.
Şimdi, bu konu evvela doktrinde ihtilaflı. Bu dava vesilesiyle alınmış
mütalâalar değil; ama, iki değerli hukukçunun mütalaasını. Türkiye'de türban,
başörtüsü, din ve vicdan özgürlüğü, dışarıdaki uygulamaları, mukayeseli
hukuktan örneklerle Türkiye'deki uygulamalarıyla ilgili bir mütalâayı, iki tane
mütalâa var burada. Doktrinde ihtilaflı olan bir konu, uygulamada ihtilaflı
olan bir konu, yargı açısından zaman zaman haklı görüşlerin, beyanların ya da
değerlendirmelerin olduğu bir konu ve siyasî açıdan da çok farklı bir konu.
Şimdi, siyasî açıdan olan kısmını arz etmeye çalıştım.
Uygulamada
acaba durum ne' Uygulamalara baktığımızda, halen bugün, değişik üniversitelerde,
büyükşehirlerin üniversiteleriyle taşra üniversiteleri arasında, hatta
Ankara'daki üniversitelerin belli fakülteleri arasında halen farklı uygulamalar
var. Ben, hem kendi çocuklarımdan dolayı bunu biliyorum hem de zaten vatandaşla
olan münasebetlerimizden dolayı biliyoruz. 1991 yılından beri bir yeni yasal
düzenleme gelmedi; ama, buna rağmen uygulama farklılığı üniversiteden
üniversiteye farklılık gösteriyor, devletin organları arasında da bu
uygulamalar farklı; yani, YÖK'ün, bu yasaktan anladığı farklı bir durum.
Bakanlığın anladığı farklı bir durum. Şimdi, Yüksek Mahkemenin, önce iptal,
sonra red kararından sonra bu mesele, hukuken çözülemedi bana göre -biraz sonra
arz etmeye çalışacağım- mesele orta yerde kaldı. Keşke, o ek 17 nci madde iptal
edilseydi. Bakınız, geriye dönüp, bir muhasebe yapmamız gerektiğinde, emin
olun, 17 nci madde iptal edilseydi, böylesine bir hukuki karmaşa en azından
yaşanmazdı. Çünkü, hukukta işi, dört dörtlük oturtduğumuz zaman, siyasetteki
çarpıklık eninde sonunda hukuktan hıza, mesafe alarak düzeltilebilirdi. Ama,
hukukta iş orta yere kalınca, tabir caizse, bu mesele cami kapısında bırakılmış
olunca, herkes o red kararının değişik yorumundan hareketle ya yasaklar koydu
veya kendisine oradan bir cevaz çıkardı; kimisi, "yasaklıyor" dedi,
kimisi "yasaklamıyor" dedi.
Neden
bu böyle'.. Bakınız, o ek 17 nci maddeyle ilgili, ben şahsen, bu kararı, bu
dava vesilesiyle bir defa daha okudum. Şimdi, kararı, çoğunluğun görüşünü
yukarıdan okuduğumda, bir mantık zinciri içerisinde insan öyle bir noktaya
geliyor ki. bu kanunun iptal edilmesi gerekir. Çünkü, bunca gerekçe, iptal
sonucuna götürür. Halbuki biz, iptal sonucuna girmemişiz, reddetmişiz. Şimdi,
reddedilince ne oldu: yorumdan yasak konulmaya kalkışıldı ve şimdi hukuki bir ihtilaf
çıktı. Mahkeme kararlarının bağlayıcı olan kısmı, lazım icra olan kısmı hüküm
fıkrası mıdır, yoksa gerekçesi midir' Eğer, şimdi gerekçeden yola çıkarak,
mahkeme kararlarından temel hak ve özgürlükler kısıtlanmaya kalkışılacaksa,
diyelim ki, bir kararda birden fazla gerekçe varsa, siz, hangi birini
uygulamaya koyacaksınız' O sebeple, ben, o kararda bile ki, neticede birdir;
önce bir karar çıkarılmış, ek 16 ncı madde, 16 ncı madde, dine referans yaptığı
için, netice itibariyle iptal edilmiş. Sonradan, bir üyemizin görüşüne göre, bu
ek 17 nci madde ile ilgili olarak, mademki ek 16 ncı madde ile ilgili bir iptal
kararı verilmiş. Yasama Organı, o iptalin gereklerini yerine getirmiş,
dolayısıyla itiraz edilen noktaları düzeltmek suretiyle bugün bu hale getirmiştir.
Dolayısıyla, bugün "ek 17 nci maddenin Anayasaya aykırılığı yoktur"
demiş. Çoğunluk, anlatmış, anlatmış, anlatmış, tam bir noktayı iptal diyecek,
oraya gelince reddetmiş. Bir ihtilaf nereden çıkıyor şimdi' Bir ihtilaf,
mahkeme huzuruna geldiğinde ya kabul edilir ya reddedilir. Şimdi, reddediyor
gibi gözüküp, kabul vermek veya kabul ediyor gibi gözüküp, reddetmek, işte
belki, bugün, toplumun uzunca bir süreden beri yaşadığı kargaşayı orta yere
çıkarıyor. Nitekim o ek 17 nci madde ile ilgili olarak da, üç değerli üye
demiştir ki "bu kanunun iptal edilmesi gerekir. İptal edilmelidir. Siz,
şayet iptal etmezseniz, kılık kıyafet serbesttir anlamına gelir. Bu,
başörtüsünü de kapsar" Şimdi, ister, iyi niyetle bu mahkeme kararına
bakalım, ister öbür türlüsü. Şimdi, yasaklamak isteyen yorumdan gidiyor,
kendisine ruhsat bulmak isteyen iptal edilmemiş olmasından, kılık kıyafetin
serbest olduğundan hareketle gidiyor. Bir demokratik ülkede ihtilaf olduğunda
bunun çözüleceği yer hukuktur, hukuk da bu noktada net olması gerekir. Emin
olun, çok samimi olarak söylüyorum. O 17 nci madde iptal edilmiş olsa idi,
bugün, iyi niyetle bu meseleye yaklaşanlarla kötü niyetlileri ayırdetmek kolay
olacaktı. Hakikaten inancından dolayı mı bu iş öyledir, yoksa istismar için mi
yapılıyor, bunu ayırdetmek kolay olacaktı. Devletin bir kısım organları yasak
uygularken, bir kısım organları "bu iş serbesttir" demeyecekti. İşte
bu cümleden hareketle bakınız, iptal kararı 1991, reddedilmesi kararı, ek 17.
Demek ki, ihtilafı çözmemiş, ortada bırakmış, uygulama farklı, nitekim o
kararda da var gerekçesinde; 10 üniversite farklı uyguluyor. 19 üniversite
farklı uyguluyor. Şimdi, diyelim ki, yolun altındaki bir üniversitede.
Ankara'da 6-7 üniversite olduğuna göre, yan yana iki üniversite, Hacettepe'de
uygulaması farklıdır. Bilkent Üniversitesindeki uygulama farklıdır. Şimdi,
birinde ceza alıp okuldan atılıyor Öğrenci. Öbür tarafta hiçbir sıkıntı meydana
gelmiyor ve bundan dolayı da kişiler mağdur edilmiyor. Neden; çünkü, hukukî
belirsizlik devam ediyor.
5.4.1993,
Millî Eğitim Bakanı Sayın Köksal Toptan, 93/330 sayı ile Meclisteki bütçe
müzakereleri sırasında, 22 Aralık 1992'de bu başörtüsü konusu kendisine,
malumaliniz. Bakanlara bütçe müzakereleri sırasında sözlü sorular soruluyor,
bir kısmına orada sözlü cevap veriyor "bir kısmına yazılı cevap
vereceğim" diyor. Bu konu kendisine sorulmuş. Deniliyor ki "münferit
de olsa, bazı üniversite ve fakültelerde kız öğrencilere yönelik başörtüsü
tatbikatı ve baskısı devam etmektedir. Bu konuyla ilgili kesin çözüm için bir
çalışma var mıdır'" Millî Eğitim Bakanına soruluyor, hükümet bir ölçüde,
eğitim hayatımızdan sorumlu bakanlık. Şimdi, Sayın Bakanın, tarih numarasını
verdiğim cevabında "2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun ek madde 17'ye
göre yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla Yükseköğretim Kanunlarında
kılık kıyafet serbesttir. Bununla ilgili ayrıca bir çalışmaya da gerek
yoktur" diyor. Şimdi, ne anlayacağız biz bundan'.. Kılık kıyafet serbest,
ayrıca bir çalışma yapmaya da gerek yok ve Sayın Bakanlık, Sayın Bakan, o tarih
itibariyle "böyle bir mesele, bir problem yoktur" diyor, bir
düzenlemeye de gerek yok, serbesttir.
Şimdi,
bir başka şey. 28.10.1999/1048 sayılı Adalet Bakanlığından. Yine, bütçe
müzakereleri sırasında, kendisine, bu başörtüsü konusu yine soruluyor.
"Yazılı cevap vereceğini" ifade ediyor ve şimdi arz edeceğim yazılı
cevabı veriyor. "Bilindiği üzere, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun ek
17 nci maddesinde yer alan yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla, yükseköğretim
kurumlarında kılık kıyafet serbesttir hükmü halen yürürlükte olup, bu hükmün
iptali için açılan dava sonunda Anayasa Mahkemesince verilen 91/36 esas ve 91/8
sayılı kararda söz konusu madde hükmüne yorum getirilmiştir. Anayasa Mahkemesi
kararları, Anayasanın 153 üncü maddesinde belirtildiği üzere, yasama, yürütme
ve yargı organlarıyla idare makamlarını gerçek ve tüzelkişileri bağlamaktadır.
Bilgilerinize
arz ederim."
Ben,
şimdi bu yazıdan ne anlayacağını' Yani, yasak yoktur ya da vardır. Şimdi,
herkes, bu yazıya göre, Bakanlık adına, Bakan olarak kendisi bir cevap
verdiğine göre, ben, işlemimi neye göre yapacağım' Ortada bir belirsizlik var.
İşte bu belirsizlik, Türkiye'de uzunca bir süreden beri başörtüsü konusunu,
maalesef, içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir.
Şüphesiz,
bu sıkıntıdan, bu sorundan siyasî nema çıkarmak isteyenler de olabilir. Bu işe
çok iyi niyetli yaklaşanlar da olabilir. Bunun bin kantarı yok ki, tartalım,
bu, iyi niyetle toplumsal sorunu gündeme getiriyor diyelim, onunla ilgili
mülahazat hanemize başka bir not düşelim ya da bu istismar ediyor diyelim.
Şimdi, bu kadar siyasî parti konuşmuş, bu kadar lider konuşmuş, bu kadar
yönetici konuşmuş, Bakanlık sorumluluğunu taşıyan kişilerin verdikleri cevaplar
ortada, şimdi, bu işin içerisinden nasıl çıkacağız. Onun için, müsaade
ederseniz, Fazilet Partililerin konuşmalarıyla ilgili şeye gelmezden evvel
birkaç soruyu arz edeceğim.
Şimdi.
1991'den sonra uzunca bir süre üniversitelerimizin çoğunda böyle bir sorun yok,
bir kısmında var, hepsinde yok ve arz ediyorum, halen şu an Ankara'da bile bazı
üniversitelerde faklı uygulamalar var. Şimdi, yasal bir düzenleme de
gelmediğine göre, ek 17 nci maddeden sonra yeni bir yasal düzenleme gelmediğine
göre. şimdi, bu kadar rektör, bu kadar dekan, bu kadar yüksekokul müdürü, yani
bu kadar ilim adamı, cumhuriyet Türkiye'sinde yetişmiş, cumhuriyet terbiyesiyle
yetişmiş, cumhuriyet kültürü almış bu kadar insanın hepsi laiklik karşıtı mı
ki, farklı uygulamalar orta yere koydular'
İkincisi,
eğer bunlar laiklik karşıtı bir eylem içerisinde iseler, bunların hiçbirisini
-bir ihbar anlamında söylemiyorum- ama, geldiğimiz nokta, meseleyi objektif
ortaya koymayı gerektiriyor; yani. niye işlem yapılmadı, onlara yapılmıyor,
bize niye yapılıyor'.. Neticede vaka budur. Şimdi, eğer bu kadar rektör, bu
kadar dekan, bu kadar yüksekokul öğrencisi ve halen bu sorumluluğu taşıyan
insanlar, bu yasakları uygulamıyorlar da, laiklik karşıtı birkısım işlere göz
yumuyorlarsa, bunlarla ilgili tahkikat nerede' Bir hukuk devletinde
ortada bir suç varsa, bir yasak ihlâli varsa, kişiye göre muamele yapılmaması,
bir işlem yapılması lazım gelir.
Şimdi,
bir başka soru: Başörtüsüyle ilgili düzenleme, ister ek 16 ncı madde olarak,
ister ek 17 nci madde olarak bir parti tarafından, bir partinin iktidarı tarafından,
açıkçası benim de kurucusu olduğum o tarih itibariyle, gündeme getirildi.
Şimdi, böylesine laiklik aleyhtarı birtakım gelişmelere, eğer doğruysa, imkân
verecek bir kanunu çıkararı parti için bu niye yasak eylem olmuyor da, bu
çıkarılan kanuna göre ya da onun yorumuyla ilgili olarak hak talep eden bir
parti ya da onun sözleri laiklik karşıtı bir eylem olarak anlaşılıyor'
Şimdi,
bir başka soru: Başörtüsü konusunda toplumun bütün kesimleri, bütün partiler,
sivil toplum örgütleri, köşe yazarları, bilim adamları, aydınlar ittifak
halinde görüş birliği içerisinde de, tek aykırı düşünen, tek farklı düşünen
Fazilet Partililer mi' Şimdi, aynı konuyu, başka siyaset adamları, başka
partilerin mensupları, Fazilet Partili üyelerden içerik olarak da, üslup olarak
da çok ileri boyutta konuşur olduğu halde -ki. bunları arz etmeye çalıştım-
neden onlarla ilgili bir işlem yapılmıyor da, Fazilet Partisi için ayrıcalıklı
bir uygulamaya gidiliyor' Anayasadaki eşitlik ilkesi nerede kaldı'
Şimdi,
"gerçek şudur ki; -Yüksek Mahkemenin kararından bir görüş olarak arz
edercesine bu metin- Türkiye'de her hata işleyen kişi ve kuruluşa yaptırım
uygulanmamakta. Onlar da, yargı önüne getirilirse davasına bakılır"
denilmektedir. "Şikâyet vukuunda veya savcı tarafından resen dava açılması
halinde, mesele yargı önüne gelmektedir; yani, çıkarılan kanunlar herkes için
geçerli olmamaktadır. Beklenmekte, istenmeyen kişi ve kuruluş geldiğinde elek
sıkıştırılıp, mesele yargı darboğazında çözülmektedir." Şimdi, okuduğum bu
ifadeler, Yüksek Mahkemenin görüşünün bir parçası. Anlaşılan o ki, sıkıştırılan
elek, bu defa da Fazilet Partisine rastladı, şimdi, yargı darboğazından biz
geçiyoruz. Tekrar edeyim ki, başörtüsü sorunu, Fazilet Partililer tarafından
gündeme getirilen bir sorun değildir. Uygulama, hukuki olarak da, fiilen de her
yerde aynen uygulanmadığı için, tartışmalı olduğu için, tartışmalı bir konuda
partilerin fikir beyan etmeleri, neden laiklik karşıtı bir eylem olarak mütalaa
edilsin' Kaldı ki, siyasî partilerin demokratik bir toplum içerisindeki rolleri
gereği, zaten toplumdaki talepleri, beklentileri meşru kanallar içerisinden
siyasete yansıtacak ki, bu taleplerin arkasında beklentisi olanlar illegal
yollara sapmasınlar, meşru yollardan sisteme adapte olabilsinler. Zaten,
partilerin varlık sebebi de budur.
Sayın
Başkanım, sayın üyeler; şimdi, farzedelim ki, ister başörtüsü konusu veya bir
başka yasak konusu, en ileri ihtimalle, en azami ihtimalle bir şey yasak.
Şimdi, bir şeyin yasak olması başka, yasağın, yasal yollarla kaldırılmasını talep
etmek başka bir hadisedir. İşte, Sayın Başsavcı ile bir noktada anlaşamadığımız
konulardan bir tanesi bu. Evet, diyelim ki, en azami ihtimalle -ihtilaflı
olduğu belli, arz etmeye çalıştım- bu mesele yasak, başörtüsü konusu yasak.
Şimdi, bu yasağı, ben, yasal yollardan giderek, hukukun dışına çıkmadan, cebir
ve şiddeti teşvik etmeden, devletin meşru nizamını zorlamadan, barış içerisinde
ve usulüne uygun olarak bu yönde bir hak ve özgürlük talebinde
bulunabiliyorsam, bunun neresinde demokrasiye aykırı bir tutum var' Bu türlü
bir siyaset anlayışının neresi antidemokratik, neresi laikliğe karşı bir durum.
Kaldı ki, bugün hepimiz kabul ediyoruz ki, anayasalarımızda da, yasalarımızda
da, belki o gün için öyle düzenlenmesi doğru idi, böyle düzenlenmesi lüzumlu
idi, hiç, geriye dönük bir tartışmanın da bir anlamı yok; ama, Türkiye, bütün
dünyadaki gelişmelere paralel olarak şu on yılda, on beş yılda öylesine
değişmeler oldu ki, artık, o konulan yasakların bugün bir anlamı kalmadı. Bir
anayasal devlet düşünün, anayasası olan devlet düşünün ki, ekinde halen 15 tane
geçici madde var ve bunların önemli bir kısmının da uygulama imkânı kalmamış,
biz halen bunu bile kaldırabilmiş değiliz, hatta geçici 15 inci madde sebebiyle
yüzlerce kanun Anayasaya aykırılığını sürdürüyor. Şimdi, Anayasamız da bile, bu
manada ciddî ölçüde yasaklar var ve bu yasakların kaldırılması gerekiyor.
Birkısım günümüzün şartlarına uygun olmayan düzenlemeler var ve bu
düzenlemelerin yapılması lazım geldiğine dışarısı da hep bizden talep ediyor. Nitekim
bu geçtiğimiz yasama döneminde, üç anayasa değişikliğini yapmak durumunda
kaldık, bilmecbur kaldık. Bir madde var ki, bir terör olayı ile alâkalı idi.
Avrupa istedi, devlet güvenlik mahkemelerine bir haftada apar topar ve çok da
hoş bir durum olmadı. Keşke, bu neviden düzenlemeleri, birileri bizden
istemeden yapabilseydik, böylesine bir siyasî geleneğimiz olabilseydi; yani,
her yerde itilip kakılmak ya da yakasına yapışılan bir ülke olmanın da hoş
olmadığını burada ifade etmek istiyorum. Bir haftada, apar topar Anayasa
değişikliği yapmak durumunda kaldık. Çünkü, o madde, bugün karara bağlanmış
olan, öğlen haberlerinde dinledim, Avrupa Konseyi de, o dava ile ilgili
yargılamada bir usulsüzlük bulmamıştır. Dolayısıyla, hepimiz adına, memnuniyet
verici bir durumdur ki, Türk yargısı, böylesine asrın davasında yüzakıyla
çıkabilmiştir. Neden'.. Çünkü, bu devlet güvenlik mahkemelerindeki maddeyi
değiştirdik. Şimdi, arkasından bir değişiklik daha yaptık, tahkimle ilgili.
Neden' Çünkü, Anayasanın... ifade edilen odur; doğrudur, yanlıştır, ama ifade
edilen odur. Denildi ki "eğer bu değişiklik yapılmazsa, Türkiye enerji
darboğazıyla karşı karşıya kalacak. Türkiye kararılığa gömülecek." Yapalım
enerji yatırımını, yabancı sermaye gelsin. "Anayasa 125 mani oluyor"
denildi. Demek ki, şu an Türkiye'de mevcut Anayasamızda ve yasalarımızda birçok
yasak var günümüzün şartlarına uymayan. Belki, 1982'de bunlar lüzumlu idi,
bunlar önemli idi; ama, bugün değil. Ama. şimdi bu yasakları, birileri, başta
arz ettim, usulüne uygun tarzda, kanun, nizam dışına çıkmadan talep ediyorsa,
bunda yasalara aykırılık, sistem dışılık, rejim dışılık, marjinallik, yani bu
neviden nitelendirmelerle ne alâkası var'
Bugün,
Anayasamıza göre, memurlarımızın, toplusözleşme yapma imkânları yok; ama. memur
sendikaları var. Şimdi, bu sendikalar veya bu sendikalarla işbirliği içerisinde
olan birkısım partiler diyorlarsa ki, gidip, validen izin alarak, Tandoğan
Meydanında miting yapmak kaydıyla, izin alarak veya izin alarak, imza
toplayarak veya meşru platformlarda veya Meclis kürsüsünden "artık,
günümüzde memurlara da grevli toplusözleşme hakkı verilmesi lazım, bu yasak
kalkmalıdır" deniliyorsa, bunun neresinde yanlışlık var' Siyasî partilerin
yapacağı iş ne' Kaldı ki, biz, muhalefet partisiyiz. Neticede, bizim görevimiz,
iktidarın birkısım eksiklikleri varsa onları söylemektir, toplumda birkısım
beklentiler varsa, bunları iktidarın çözmesi noktasında meşru platformlara
taşımaktır. Bakın, bugün, Anayasamıza göre, Kürtçe televizyon yayını yapmak
yasak; ama, Sayın Dışişleri Bakanı diyor ki "artık, insanlar kendi
dillerinde de televizyon yayını yapabilmelidir." Şimdi, birileri
söyleyince bu çok entel bir yaklaşım, çok çağdaş bir yaklaşım, birileri
söyleyince bu, niye laiklik karşıtı bir eylem olarak ifade edilsin' Eleştiri,
Ceza Kanunumuzda, eğer bir suç teşvik ediliyorsa, tahrik ediliyorsa bununla
ilgili hükümler var; 311 inci madde var, 312 nci madde var. Bu maddelerin
yorumuyla ilgili hususlarda eleştiri, hiçbir zaman teşvik anlamına gelmiyor.
Peki,
burada, Fazilet Partililer, bütün bu konuşulanlardan farklı olarak şunu
söylemiş olsa idi: Deseydi ki, kadınların başını örtmesi gerekir, bütün
kadınların ve bunu dine referans yaparak eleştirselerdi, şüphesiz, o zaman
farklı bir anlam olurdu. Bu yönde de iddia ediyorum ki, hiçbir Fazilet Partili
üyenin tek bir cümlesi bile yoktur. Başörtüsü takmayı bile tavsiye etmemiştir;
çünkü, bu neviden yasaklar sadece başörtüsü olarak gündeme gelmedi.
Hatırlayacaksınız, bazı üniversitelerimizde bir kısım gençlerimizin küpe takması
olarak geldi veya sakalı olarak da geldi, zaman zaman bu neviden protesto
gösterilerde, özellikle İstanbul'da, basınımıza yansıdı, televizyonlara
yansıdı; yani, burada bir başörtüsü meselesi de değil hadise, bir kılık kıyafet
özgürlüğü meselesi olarak gündeme geldi. Onun için, Yüksek Mahkeme, Refah
Partisinin kapatılmasıyla ilgili kararında diyor ki "dinsel kaynaklı
düzenlemelerle girişimler Anayasa karşısında geçerli olamaz ve bu tür eylemler,
Anayasadaki laiklik ilkesine aykırılık oluşturur." Şimdi, delil olarak
sunulan bu 17 konuşmanın, hiçbirisinde ne din kaynaklı bir düzenleme
istenmekte, ne de tüm kadınların tamamını kapsayan, hele hele gözardı edilen
husus bir başka, hele hele kamu kuruluşlarında çalışanların hepsinin başını
örtmesiyle ilgili bir tek iddia yoktur, bir tek talep yoktur. Kaldı ki -bir
talep anlamında söylemiyorum; ama, bir tespit anlamında yine söyleyeceğim-
Müslüman kadınların tümünün başörtüsü takmasını bildirmek, sadece bildirmek,
hukuka aykırılık teşkil ediyorsa, o zaman Anayasadaki 136 ncı maddeyi ve o
kurumu yeni baştan gözden geçirmek gerekecektir; yani, Diyanet İşleri
Başkanlığını kastediyorum. Çünkü, Diyanet İşleri Başkanlığı, 93 tarihli
kararında böyle bir açıklamada bulundu. Dedi ki "Müslüman kadınlar başını
örtmek durumundadır." Yine bir ihbar, yine bir şey anlamında söylemiyorum.
Bugün Türkiye'deki 85 bin din görevlisi, 65 bin camide, dinin bu emrini
söylemeye devam ediyor. Eğer bunu bildirmek, bir yerde bildirmek, halka
bildirmek, üçüncü kişilere bildirmek laiklik karşıtı bir eylem anlamına
geliyorsa, devlet bütçesinden "bu lafları söyleyin" diye 200
trilyonun üzerinde para veriyoruz demektir. O zaman yeni baştan Diyanet İşleri
Başkanlığının, bunu bir aydın olarak söylüyorum, bir partici olarak
söylemiyorum, sadece karşılaştığımız toplumdaki ikilem, karşılaştığımız
sıkıntılar olarak ifade etmeye çalışıyorum, şimdi ne olacak durum. Onun için,
Savın Başsavcı, delil olarak ortaya koyduğu delillerin bir dökümünü
yaptığımızda 17 tane konuşma, bir tane kitap, çeşitli televizyon kanallarından
derlenmiş Türkiye'nin sosyal problemlerinin dramatize edildiği bilvesile
zannediyorum 30 saniyelik üniversite problemleri çerçevesinde bir görüntü ki,
bunlar muhtelif televizyon kanallarından derlenmiş bir bant kaydı, bir kısmı
ise partiyle hiç alakası olmayan değerli ilim adamlarımızın, mesela Sayın Ruhi
Fığlalı'nın görüşü. Aslında, Sayın Ruhi Fığlalı'nın görüşünün muhatabı filan
siyasî partiler değil; Fazilet Partisi hiç değil; çünkü, o, neticede, bir
akademik forum getiriyor, bir akademik tartışma başlatıyor. Dinin hükümleri,
Kur'andaki mühkem ayetler, müteşabi ayetler, bunların uygulanabilirliği
yorumlarla ilgili bir şey getiriyor. Bunun doğruluğu, yanlışlığı isabeti bizim
işimiz değil: biz, ne Diyanet işleri Başkanıyız, ne Çankaya müftüsüyüz. Bunun
muhatabı, eğer bir yanlışlık varsa, bir tartışma yapılacak yeri varsa Diyanet
İşleri Başkanlığı ile İlahiyat Fakülteleridir: biz değiliz. Şimdi, bu davaya
niye konuldu, bunu ben anlamam mümkün değil. Onun için. bu getirilen
konuşmalardan bir kısmı ile ilgili zaten mahkemeler beraat kararı verdi. Mesela
Sayın Ramazan Yenide'de, Devlet Güvenlik Mahkemesinde dava açılmış, 99/91 ve
177 karar sayısıyla bu davadan beraat etmiş. Kitap olarak konuldu. Gerçekten
merak ettim. Bu Mehmet Sılay'ın kitabı bu dosyada hangi mülahaza ile bulunuyor'
Şimdi, bir şey getirip, koyuyorsunuz, hiç olmazsa dava ile irtibatını kurmanız
lazım; şu cümlesi, şu paragrafı veya şuradaki konuşma diye. Mehmet Sılay'ın
Parlamentoda yaptığı birkısım konuşmaları var, kendi seçmenine "bak,
Mecliste bu çalışmaları yaptım" anlamında bilgilendirmek için yazılmış bir
kitap, derlenmiş bir kitap, yazılma da değil. Şimdi, bununla ilgili herhangi
bir soruşturma yok, bir dava açılmamış, kendisi şu an milletvekili değil, zaten
18 Nisan seçimlerinde de partimizden aday da gösterilmemiş, dolayısıyla bu
dosyada delil olarak gözüküyor.
Millî
görüş hakkındaki bir iddianame var dosyada. Şimdi, millî görüş hakkındaki
iddianame, partinin kuruluş tarihi 17 Aralık 1997. Bu iddianamede serdedilen
velevki suç ise -ki, halen devam ediyor- Fazilet Partisi diye bir parti,
tüzelkişilik olarak siyasî hayatımızda yok, devlet hayatımızda yok ki. Yani, bu
neye benziyor; doğmamış bir çocuğun, daha doğmadan belli suçlarla suçlanması
anlamına geliyor. Millî görüşle partinin ne organik bağı var, ne hukuki bağı
var, ne de o eylemlerle Fazilet Partisinin birebir ilişkisi var; tüzelkişilik
olarak kurulusundan çok önceye ait olan birkısım hadiselerdir, olaylardır ve
halen bu da davam ediyor. Yine, dosyada delil olarak gösterilen Bülent Arınç'ın
bir konuşmasıdır, başörtüsünün simge olduğuna dair. Sayın Bülent Arınç, olay
gazetede çıktıktan sonra, hemen Ankara 13. Sulh Ceza Mahkemesine, o anlama
gelecek bir beyanının olmadığı tarzında bir tekzib yazısı göndermiştir.
Dolayısıyla, o görüşü de, zaten o şekliyle benimsememiştir.
Fazilet
Partisi olarak, tüzelkişilik olarak ise, Sayın Başsavcının, bu başörtüsüyle
ilgili Türkiye'nin muhtelif yerlerinde meydana gelen hiçbir olayın, ne hukuken,
ne de gayrihukuki yoldan tertipçisi değildir; yani, parti olarak bizim, bu
neviden olaylarla organ olarak herhangi bir ilişiğimiz de olmamıştır. Kaldı ki,
zaten bu başörtüsüyle ilgili toplantılar, bir kısım sivil örgütler tarafından
tertiplendi ve bunlar da, siyasetçilerin kendi işlerine karışmalarını, doğrusu
da istemediler.
Şimdi,
konuşmalara gelince, bu ayıklayarak gidiyorum.
BAŞKAN
- Sayın Çiçek, daha ne kadar konuşacaksınız' Yoruldunuz, daha uzun
konuşacaksanız, 10 dakika ara vereyim, daha uygun olur.
CEMİL
ÇİÇEK - Peki. Çok teşekkür ederim, sağolun.
BAŞKAN
- Çalışmalara 10 dakika ara veriyoruz.
ÜÇÜNCÜ
OTURUM
BAŞKAN
- Buyurun Sayın Çiçek.
CEMİL
ÇİÇEK - Sayın Başkanım, sayın üyeler; başörtüsü konusuyla ilgili devam
ediyoruz.
Sayın
Başsavcının delil olarak getirdiği konuşmalar var. Bu konuşmalara teker teker
girmek niyetinde değilim; çünkü, bunlarla ilgili olarak yazılı savunmamızda her
bir konuşmayla ilgili açıklamalar var. Şimdi, bu, 12 konuşmadır, geri kalan 5
tanesi de, içerdeki konuşmaların, Meclisteki çalışmaların dışarıya
yansıtılmasından ibarettir. Bu konuşmaların müşterek noktasını, onu arz etmek
istiyorum.
Bunlardan
bir tanesi, bu konuşmaların Meclis çalışmaları sırasında yapılmış ya da
bunların tekrarından ibaret olmasıdır. Dolayısıyla, yasama sorumsuzluğu
kapsamında olan konuşmalardır.
İkincisi,
bu konuşmaların ortak özelliği, özgürlük alanının genişletilmesiyle ilgili
olmasıdır. Mevcut uygulamaları eleştiren konuşmalardır, temel hak ve
özgürlüklerin savunulmasıyla ilgilidir.
Üçüncüsü,
bu konuşmalarda, başkalarının haklarına ne bir saldırı, ne bir suça teşvik, ne
de olumsuz bir yaklaşım var. Bu konuşmalarda, demokratik düzen ve çoğulculuk
temel olarak, temel değer olarak benimsenmiştir.
Dördüncüsü,
bu konuşmalar, herkesin konuştuğu konularla ilgilidir; çünkü, toplumda sorun
varsa, o sorunla ilgili herkes konuşur, tabiî olarak da siyaset yapan insanlar
da konuşur. Bu konuşmalar, Anayasanın 26. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10
uncu maddesinde düzenlenmiş bulunan düşünceyi açıklama ve Yayma hürriyetinin
sınırları içinde yapılmış konuşmalardır.
Bütün
bunlardan daha önemlisi, bu konuşmaların hiçbirisi, dini referans alan,
başörtüsü meselesini din yönünden değerlendiren konuşmalar değildir. Her
kadının ya da kamuda görev yapanların başını örtmesi gerektiğini iddia eden
konuşmalar da değildir; kılık kıyafet özgürlüğünü savunan konuşmalardır.
Yedincisi,
bu konuşmalar, sadece başörtüsüyle ilgili olmayıp, ülke sorunları konuşulurken,
bilvesile dile getirilen konuşmalardır; yani, münhasıran ne Meclis kürsüsünde
veya bir başka yerde, birisi çıkıp, başörtüsü şöyle olmalıdır diye değil,
bunların bir kısmı, yöresel talepler. Meclis kürsüsünde gündem dışı
konuşulurken, bilvesile konuşulmuştur ya da ülke meseleleri konuşulurken
değişik yönleriyle bu konu gündeme getirilmiştir. Konuşmaların ortak yönleri
bunlar.
Şimdi,
yalnız, bir şeyi önemle vurgulamak isterim. Bunların önemli bir kısmının yasama
sorumsuzluğu kapsamı içerisinde olduğunu ifade ettim. Bu yasama sorumsuzluğu
ile ilgili muhterem mahkemenin, şüphesiz bir farklı yorumu olabilir, farklı bir
kabulü olabilir. Yalnız, bütün bu konuşmaları, bu savunmayı yaparken bu yasama
sorumsuzluğu kavramın arkasına da sığınıyor değiliz. Velev ki böyle bir yasama
sorumsuzluğu olmasa, velev ki bu konuşmaları suç sayması muhtemel olan 163 üncü
madde kaldırılmış olmasa; yani, böyle bir şeyin arkasına da sığınarak bu
savunmayı yapmıyorum, bu ikisi de olmasa, acaba bu konuşmalar, bir hukukçu
gözüyle incelendiğinde, gerçekten, laiklik aleyhtarı konuşmalar mıdır'
Burada
laikliğin unsurları üzerinde kısaca durmak lazım. Bu konuda da yine benim de
hocam- Prof. Çetin Özek'in "Devlet ile Din" adlı yazısında, bu
neviden konuşmalarda laiklik karşıtı bir beyan olabilmesi için, bir eylem
olabilmesi için, aranan dört şart var.
Bunlardan
bir tanesi "eleştirinin nedeninin dinsel değerlere dayandırılması, mevcut
sistemin dinsel değerler açısından değerlendirilmesi ve yerilmesi gerekir. Bu
açıdan, dinî grupların mevcut temel düzenleri eleştirmeleri suç değildir"
diyor, birinci şart olarak.
İkincisi
"temel düzenin dinsel ölçülere göre eleştirilmesi bile suç sayılması için
yeterli değildir -cümleler kendisine aittir- Eleştirilen düzenle ilgili
önerilerin de dinsel nitelikli olması gerekir."
Üçüncüsü
"dinsel inancın dünyevî düzenle ilgili sistem denilmesine yetecek
kuralların, o dinin iman bütünü içinde yer alması gerekir."
Dördüncü
şart "bu konuşmaların laikliğe aykırı olarak yapılmasıdır. Bundan kasıt
ise, önerilen dinsel kural ve düzenin devlet yapısı içinde emredici nitelik
taşımasının istenilmesidir."
Şimdi,
şüphesiz, Sayın Başsavcı, sözlü açıklamasında veya basına yaptığı açıklamalarda
da. bu din istismarı meselesi üzerinde duruyor. Gerçekten, bu ülkede din
istismarı bitmelidir. Dinin kötüye kullanılması da bitmelidir: çünkü, Anayasa
24 son, bu iki önemli konuya atıf yapıyor. Din istismarı, dinin ve dince kutsal
sayılan şeylerin kötüye kullanılması. Her türlü istismar bitmelidir de, yalnız
bir şey daha bitmeli. Bu istismarın da istismarı bitmelidir. Bu işin de bir
kriteri konulmalı; yani, bu kavramlara açıklık getirilmediği takdirde, bu ülkede,
kararılıkta göz kırpıyoruz; yani. ne olursa din ve vicdan özgürlüğünün sınırı
içinde kalacak, bunun kapsamı ne olacak, ne yapılırsa din istismarı olmuş
olacak, insanlar neyi, nasıl yaparsa veya yapmazsa bu istismar olacak ya
olmayacak; bunlar ortaya konulmalı ki, yıllardır süren bu kördöğüş de bitsin,
siyahla beyaz bir ayırdedilir bir hale gelsin. Çünkü, bir Hint atasözünde
söylendiği gibi "her türlü zehirden kurtulunup, suçlamanın zehirinden
kurtulunamaz"deniliyor. Dolayısıyla, şimdi, din istismarı dediğimiz şey...
İnşallah, bu dava vesilesiyle biraz daha, aynen başörtüsü konusunda olduğu gibi
vuzuha kavuşur, bundan sonra herkes, kendisi, toplumda faaliyetlerini
düzenlerken, işlerini görürken, siyasetini yaparken bu bilinen kriterlere göre
siyasetini yapmak durumunda kalır. Aksi halde, din istismarı dediğiniz şey, bir
siyasî suçlama aracı olarak kullanılmaya çalışılıyor. Halbuki biz burada,
netice itibariyle bir hukuki iş yapıyoruz.
Şimdi,
bu 17 konuşmanın, neresinde dinî bir yaklaşım var -onu tekrar arz ediyorum-
neresinde dinsel nitelik var ve neresinde devlet yapısı içinde emredici kural
olsun, isteği var. Eğer böyle bir şey varsa, işte bu dört şart açısından
laiklik aleyhtarı bir beyan olur, laiklik aleyhtarı bir eylem olur ve Fazilet
Partili üyeler bunu yapıyorsa, organları da, evet, bunları takabbül ediyorsa, o
takdirde bunu demek mümkündür. Aksi halde, herkesin yaptığı cinsten bir konuşma
yapılıyorsa, bir eleştirel yaklaşım getiriliyorsa, o takdirde bunları laiklik
aleyhtarı beyan veya eylem olarak değerlendirmek fevkalade yanlış.
Yalnız,
yeri gelmişken bu yasama sorumsuzluğu kavramına sığınmadığımızı ifade ettim;
ama, belki bu vesileyle, bu yasama sorumsuzluğu kapsamını bir defa daha arz
etmemiz gerekecek. Çünkü, bu yasama sorumsuzluğu görevle ilgili bir konudur,
göreve tanınan bir ayrıcalıktır, Cemil Çiçek'e tanınmış bir ayrıcalık olarak
gözükmüyor. Milletvekili sıfatıyla millet iradesini, kayıtsız şartsız temsil
edebilmem, her türlü endişeden azade olarak bu görevimi yapabilmem hususunda
bize göre tanınmış olan görevle ilgili bir husus olarak görüyoruz. Nitekim
Anayasa Mahkememiz de bir kararında "temsil görevinin her yönden özgür,
bağımsız, endişesiz yerine getirilmesini sağlamak için öngörülmüştür"
diyor 1987'deki bir kararında.
Şimdi,
bizim siyaset hukukumuz partiler üzerine inşa edilmişti, öne çıkan partilerdir,
milletvekilinin kendisi değil, birey öne çıkmıyor, maalesef. "Demokratik
siyasî hayatın vazgeçilmez unsuru milletvekilleridir" demiyor "siyasî
partilerimizdir" diyor. Şimdi, bir sorumsuzluk ki, milletvekiline kolaylık
getiriyor, kendi görevinin ifası noktasında bir imkân sağlıyor da, partisini
sıkıntıya sokuyorsa, o sorumsuzluğun da aslında bize göre çok fazla bir anlamı
kalmıyor. Çünkü, benim şahsımı koruyor, partim riske sokuluyorsa, ben, zaten bu
görevimi yeteri kadar yerine getiremem; çünkü, millet iradesinin bir ölçüde
siyasete yansıması partiler aracılığıyla oluyor. Araç ortadan kalktıktan sonra,
benim, zaten görev yapabilme imkânım da ortadan kalkıyor. Şimdi, Meclis
çalışmaları sırasında yapılan bir konuşmadan veya verdiğim bir tekliften dolayı
eğer mensubu olduğum parti, ha bugün kapatılıyor, ha yarın kapatılıyor
endişesini taşıyorsam, o zaman yapacağım iki şey var; ya suya sabuna
dokunmayan, vaziyeti kurtaran, günü kurtaran yuvarlak birtakım laflarla,
kalorisi olmayan birtakım çalışmalarla, diğer birtakım çalışmalarla ben bu
işleri yapacağım, o takdirde de köklü çözüm getirilecek bir ortamda
yaşadığımıza göre, böyle bir tehdit altında milletvekilinin görev yapması
mümkün değil.
Bunun
bir başka sıkıntısı daha var. Eğer, benim konuşmalarımdan, beyanlarımdan dolayı
parti kapatılma durumu olacaksa, millet iradesi 24 saat 365 gün Yargıtay
Başsavcısının nezaretinde olacaktır; yani, biz, o zaman emniyeti umumiye
nezareti altındaki bir eski hükümlü durumunda olacağız. Bugün, bunu konuştum,
ertesi gün; çünkü. Meclisteki konuşmalar da delil olarak buraya
getirilebildiğine göre, velev ki suç olmasa bile, o takdirde biz, bu görevimizi
yeteri kadar yerine getirme imkânını bulamayacağız; biz ve partimiz tehdit
altında olacağız. Kaldı ki, eğer zaten fikirlerini söyleme noktasında partiyi
kapattıracak bir konuşma yapabileceği, bir çalışma yapabileceği düşünüyorsa,
parti, zaten sizin hal ve hareketlerinizi tümüyle de sınırlandıracaktır, size
konuşma imkânı vermeyecek, dolayısıyla kaliteli bir siyaset yapabilme imkânı da
ortadan kaldırılacaktır. Onun için bizim Anayasamızda 10 uncu madde
"egemenlik milletindir" demiyor "kayıtsız şartsız
milletindir" deniliyor. Bu egemenliğin Meclise yansıması, milletvekilleri
aracılığıyla olacaksa, şimdi, birtakım kayıt ve şartlar bu manada konuluyor
demektir.
İkincisi,
kendisi için sorumluluk doğurmayan konuşmalar, partisi için sorumluluk
doğuruyorsa, kendisi de bundan etkileniyor demektir. Şimdi, bir konuşma
yapıyorum Meclis kürsüsünde, yasama sorumsuzluğu kapsamına giriyor, her türlü
cezaî müeyyidelerden kurtulmuş oluyorum, herhangi bir dava açılamıyor, takibat
yapılamıyor; ama, benim o konuşmalarımdan dolayı parti kapatma noktasına
geliyorsa, ben, şimdi, parti kapatmanın sonuçlarından etkileniyorum; yani,
dolaylı yoldan. Neden; şimdi, bu davada da görüleceği üzere, parti kapatıldığı
takdirde, benim milletvekilliğim düşmüş oluyor. Bu, bir manada cezalandırmadır.
Beş yıl siyasetten de yasaklanıyorum. Hal böyle olunca, o zaman yasama
sorumsuzluğu ne anlama geliyor' Beni, cezaî sorumluluktan kurtarmış oluyor;
ama, siyasî sorumluluk cezaî sorumluluktan, belki çok daha ağır neticeler
doğuruyor.
Kaldı
ki, bakınız, bir başka sıkıntı daha çıkıyor, eğer görevle ilgili, demokratik
rejimle ilgili bir teminat olarak anlamaz da, kişiye özgü bir sorumsuzluk
olarak bunu anladığımız takdirde, bağımsız milletvekili ile partili
milletvekili arasında bir fark meydana getiriyor. Şimdi, kendim burada olduğum
için arz ediyorum. Size, Öğleden evvel arz ettiğim konuşmayı partili olarak
yaptım, burada delil olarak geldi; bu da... bağımsız olarak o konuşmayı yapmış
olsaydım, herhangi bir hukuki sonucu yoktu bunun, herhangi bir müeyyidesi de
yoktu; ama, partili olmak, bu manada bir ölçüde cezalandırılmış oluyor. Halbuki
demokratik toplum, bir ölçüde Örgütlü toplumdur; yani, örgütlü toplum, bir
manada demokrasinin gelişmesine, kökleşmesine yardımcı oluyor, demokrasi bu
kanallardan kökleşiyor. Şimdi, bağımsız olarak bir işi yaptığınızda herhangi
bir müeyyidesi yok, partili olarak bir işi yaptığınızda, buna ister siyasî,
ister cezaî bir müeyyide tereddüb ediyorsa, o zaman partili olmak
cezalandırılıyor demektir. O zaman da, hem eşitlik ilkesine aykırıdır hem de
demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsuru dediğimiz partili olmak
cezalandırılıyor demektir. Halbuki tam tersi olması lazım; partili olmanın
teşvik edilmesi gerekir. Kaldı ki, bugünkü Meclis İçtüzüğü ve siyaset hukukumuz
açısından da münferit bir milletvekilinin, Mecliste yapabileceği çok fazla bir şey
de yoktur; yani, zar zor, hatırınız geçiyorsa, nazınız geçiyorsa bir gündemdışı
konuşmayı alabilirseniz 5 dakikalık alabilirsiniz, onun dışında ne
teklifinizin, parti kanalı olmadığı takdirde gündeme gelmesi imkânı var, ne de
bir başka türlü toplumsal isteği Meclis kürsüsünden getirme imkânınız yok.
Meclis İçtüzüğü buna mani, partiler hukukumuzda bununla ilgili birçok engel
var.
Şimdi,
bir başka şey daha var. Tabiî, demokrasimizle ilgili, özellikle siyasî
hayatımızla ilgili ciddî sıkıntılar var; bu doğrudur, özellikle siyasette başka
türlü değerlendirmeye müsait gelişmeler var. Şimdi, şöyle bir muvazaalı bir
duruma girilirse -çünkü siyaset aslında ciddî bir iş- ben bir konuşma
yapacağım, sistemi eleştiren bir konuşma yapacağım; ama, bir partiliyim. Şimdi,
ben. bu konuşmayı partili olarak yaparsam, hem kendi başıma iş açıyorum hem de
partimin başına iş açmış oluyorum. Yani, kendimle ilgili ne' Cezaî vesaire bir
sorumluluk yok; ama, işte, mensup olduğum parti kapatılırsa milletvekilliğim
düşüyor, yasaklar geliyor. Şimdi, o zaman şöyle bir muvazaa Türkiye'nin
gündemine getirilmiş olmaz mı: Bu neviden konuşmaları, ayrılacağım, bağımsız
olarak yapacağım bir müeyyidesi yok; çünkü, partimi bağlamıyor, makul bir süre
sonra tekrar partiye döneceğim veya birkısım partiler, bu neviden eleştirel
yaklaşımları yapacak, üç beş milletvekilini ayırdı, bu şekilde
değerlendirilmesi mümkün olan konuşmaları o üç kişiye yaptırdı, dört kişiye
yaptırdı, sonra seçim zamanı da geldi, onları aldı, tekrar partisine kaydetmiş
oldu. Şimdi, demokraside bu neviden muvazaalara yer verilmiş olur. O sebeple
biz düşünüyoruz ki, bu yasama sorumsuzluğu, esas itibariyle görevle alakalı bir
konudur, cezaî sorumluluktan bile muaf tutulması öngörülen bir milletvekili ve
onun partisinin siyasî müeyyidelerden evleviyetle muaf tutulması gerektiğini
düşünüyoruz.
Şimdi,
bu bölümü kapatırken, son bir hususu daha açıklamak istiyorum. Sayın Başsavcı,
yukarıda bilvesile arz ettiğim, nasıl bir şeyin, bir fiilin yasak olmasıyla o
yasağın hukuki ve demokratik yollardan, barışçı yöntemlerle kaldırılmasını
talep etmesini, bu ikisi arasındaki farkı bilerek görmezlikten geliyorsa, bir
şeyi daha bilerek görmezlikten geliyor. O da şudur: Bir şeyin değiştirilemez
olması başkadır, eleştirilemez olması başkadır. Anayasamızın 2 nci maddesinde,
cumhuriyetimizin nitelikleri belli; demokratik, laik, sosyal bir hukuk
devletidir. Bunlar, cumhuriyetimizin değişmez, değiştirilemez, değişikliği bile
teklif edilemez nitelikleridir. Bu nitelikler, bana göre doğru niteliklerdir.
Anayasada yazılmasa bile, bunlar, netice itibariyle çağdaş devletin
özellikleridir. Bunda, büyük halk çoğunluğunun ittifakı var, partilerimizin
ittifakı var.
Şimdi,
sıkıntı, bunların değiştirilemezliği ile ilgili değil; bu niteliklerin hayata
uygulamaya yansımaları ile ilgili ciddî eleştiriler var. Bu dört nitelikle
ilgili hemen hepimiz, her gün değişik vesilelerle eleştirileri görüyoruz.
Mesela, karşılaştığımız olaylar karşısında yaşanan, hepimizi üzen sıkıntılar,
gelişmeler karşısında birkısım kanunsuzlukların, yolsuzlukların ucunun belli
bir yere kadar ulaşmış olması ihtimali karşısında zaman zaman diyoruz ki, böyle
hukuk devleti olmaz ya da hukuk devletinde bunlar olmaz veya
milletvekillerinin, parti liderinin iki dudağının arasında tespit edilmesi,
listelerin böyle düzenlenmiş olması karşısında veya buna benzer birtakım
uygulamalar karşısında, pekala diyoruz ki, böyle demokrasi olmaz veya asgari
ücret 80 milyon olarak açıklandığında birçok sendika, birçok siyasetçi diyor ki
"böyle sosyal devlet olmaz 80 milyona" veya hastanelerde yaşanan
sıkıntılar, eğitimde yaşanan sıkıntılar sebebiyle devletin bu niteliğinin
hayata yansımalarıyla ilgili birkısım tenkitler geliyor. Neticede, laiklik de,
devletimizin bir niteliğidir. Şimdi, sıkıntı, bu niteliklerden kaynaklanmıyor,
bu niteliklerin hayata intikali, uygulamalarıyla ilgili gerçekten sıkıntıları
var, eleştiriler bu sıkıntılarla alakalıdır. Onun için biz diyoruz ki, bir
şeyin değiştirilemez olması başka, eleştirilemez olması başka. Yapılan
eleştirilerdir, uygulamalarla alakalıdır. Neden' Çünkü, bu uygulamaların bir
kısmı, bizatihi bu kavramların özüne uymuyor, birkısmı da, biz. bu kavramların
önemli bir kısmını Batıdan aldığımız için, Batı kaynaklı olduğu için, referans
ülkelerdeki tatbikatlarına uymuyor. Böyle olunca da, tabiatıyla, bilim
dünyasında da. siyaset dünyasında da, medyamızda da bu niteliklere yönelik
zaman zaman eleştiriler var. Şimdi, onun için Sayın Başsavcı, bir manâda diyor
ki, bu değiştirilemez nitelikler, aynı zamanda eleştirilemez niteliktir demeye
getiriyor ya da herkes eleştirir; ama, Fazilet Partililer eleştiremez anlamına
gelen bir yaklaşım orta yere koymaya çalışıyor. Bakınız, bu. özellikle laiklik
konusuyla alâkalı olduğu için. Sayın Yargıtay Başkanımızın, değil böyle
uygulamaya yönelik, bizatihi Diyanet İşleri Başkanlığının, devlet aygıtı,
devlet organları içerisinde olmuş olması karşısında, Türkiye'deki laiklik
modeline temelden itirazı var. Bu konuşmalar herkesin önünde yapıldı. Şimdi,
geçtiğimiz hafta, Ankara'daki hukuk kurultayında Prof. Zeki Hafızoğulları'nın
sunduğu bir tebliğ var. Sayın Hafızoğulları orada diyor ki "esasen bizim
Anayasamızda yer alan laiklik sözünün gereksiz bir fazlalıktan başka bir şey
olmadığı kanaatindeyiz. Gerçekten, açıklık getirmek için Anayasaya konulmuş olan
bu fazlalık, kafaları karıştırmış, hukuki bir kavram olan laikliğin tanımı,
kapsamı ve sınırlan tartışması, belki de bu yüzden hep hukuk düzeninin dışında
kalınarak yapılmıştır. Öznelden bir türlü nesnele geçilemediğinden, bu, bugünkü
çözümsüzlüklerin de kaynağı olmuştur. O halde, laiklik, ancak hukuk düzenimizin
içinde kalınarak tanımlanabilir. Kapsamı ve sınırları tartışılmalıdır. Halkın,
kimsenin öznel bilgisine ihtiyacı yoktur"diyor. Bu da bir yaklaşım tarzı;
yani, bu beyana göre, Anayasamızdaki, her ne kadar "değiştirilemez"
ifadesi bulunmasına rağmen, bir akademi görüşü olarak, buna gerek yoktur bunu
buradan çıkaralım anlamındadır. Çünkü, hukuk devleti kavramı içerisinde zaten
laiklik de vardır demeye getiriyor. Belli ki, ister model olarak, ister Anayasa
metnindeki yazılış tarzı olarak, birkısmı itibariyle uygulamaya yönelik olarak
bu manâda birkısım değerlendirmeler var, eleştiriler var. Onun için biz diyoruz
ki, eğer bu manada bize atfen bir beyan varsa -ki, ben, onu şu ana kadar
konuşmalardan görmedik- neticede bir eleştirel yaklaşımın değiştirilemez
niteliği ortadan kaldırmaya yönelik çok aşırı, çok mübalâğalı bir yorumla belli
bir yere getirip, bağlanmasından ibarettir. Onun için biz, Sayın Başsavcının
ortaya koyduğu deliller açısından Fazilet Partisinin, laiklik karşıtı
eylemlerin odağı haline gelebilecek doğru dürüst bir kanıt getiremediğini, bir
delil ortaya koyamadığını ifade etmek istiyoruz.
Şimdi,
bu konuda kısaca üzerinde durulması gereken bir konu var. O da, tabiatıyla, bu
davanın, belki de bir ölçüde gündeme gelmesine sebep olan Merve Kavakçı
olayıdır. Samimi kanaatim odur, belki birkaç günlük bir demokratik sabır, bit
meseleyi sizin önünüze getirmeyebilirdi. Şimdi, evvela şunu arz etmek isterim:
Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü, Genel Kurula kıyafetle ilgili bir
düzenlemesi var. Maalesef, nasıl kıyafet konusunda o kararla ilgili bir
açıklama yaptık, orada bir belirsizlik varsa, İçtüzük noktasında da böyle bir
belirsizlik var; yani, orada, kadın milletvekillerinin, bayan milletvekillerinin
Genel Kurula girişiyle ilgili, erkeklerde olduğu kadar bir net düzenleme yok.
Belki buna ihtiyaç da olmamış olabilir; çünkü, halen kadın-erkek eşitliği
kitabî anlamda varsa da. sosyal ve siyasî hayatımızda, uygulamalarımızda henüz
bunun yeterince eşit olmadığı ortadadır. O sebeple de, İçtüzükte o zaman böyle
bir düzenleme erkeklerle ilgili olduğu kadar bir ayrıntılı açıklama orada
konulmamıştır. Dolayısıyla, böyle bir belirsizlik orta yerde, yani açıkça,
kişinin başörtüsüyle Genel Kurula girmesini engelleyen açık bir hüküm yok.
Belki, yorumla belli bir yere kadar getirebilirsiniz; ama, o yorum ne kadar
sağlıklı olur, ne kadar maksadı ifade eder. Şimdi, işte Meclis çalışmaları
sırasında, geçtiğimiz hafta, ondan evvelki hafta bu konuya bir açıklık
getirilmesi istendi. İstendi ki, bundan sonra bayan milletvekilleri, Genel
Kurula girerken başı açık olarak girsin. Şimdi, bu düzenleme neyi gösteriyor'
Bu düzenleme dahi olayın vuku bulduğu tarihte bu işte bir boşluk olduğunu, en
azından yasaklayıcı bir hükmün olmadığını gösteriyor. Eğer böyle bir hüküm olsa
idi ve buna rağmen böyle bir zorlama söz konusu olmuş olsa idi, o zaman durum
farklı olurdu, meseleyi biraz daha farklı anlama imkânımız olabilirdi.
Kaldı
ki, bakınız, şimdi, Fazilet Partisinin şöyle bir alışkanlığı yok: Yani, bir şey
kanunen açık, seçik yasak da, onu zorlayan, onu aşan bir tutum içerisinde
bugüne kadar olmadı. Nitekim erkeklerle ilgili İçtüzükteki düzenlemeye
baktığımızda, belki dünyanın birçok parlamentosunda da çok farklı uygulamalar
var; yani, bizim oradaki düzenlememize göre, erkekler ceketli olacak, kravatlı
olacak. Pekala kendi kendimize bir mantık yürüterek diyebiliriz ki, ağustos
sıcağında niye ceketli girelim canım, kravatlı girelim; ama, ceketimiz olmasın
denilebilir veya başka türlü değerlendirmeler olabilir. Ama, bakınız, bugüne
kadar hiç kimse, kendi mantığına göre, kendi haklı olabileceği gerekçelere
sığınarak erkeklerle ilgili bugüne kadar bir problem çıkmamıştır. Şimdi, bir
düzenleme yapılıyor. Bu düzenlemede, orada açıkça, ifade edilirse -ki, Meclis
öyle kabul eder de. Genel Kurula bayan milletvekilleri şu kıyafetle girecektir
denilirse. Fazilet Partililer, zaten buna uyar. Uymaması için bir sebep de
yoktur ya da herkes bu statüyü bilerek, isteyerek siyasete girmiş olur; o
statüyü öylece kabullenmiş olur. Şu an, halen bugün yürürlükte olan şeye göre
açık, net böyle bir şey söz konusu değil.
İkincisi,
şimdi, olayın olduğu günü -şöyle bir hatırlayabildiğimiz kadarıyla-alfabetik
sıraya göre milletvekillerinin yemin merasimi icra ediliyor, bu alfabetik sıra
sonuna kadar götürülüyor; eğer ilk yoklamada yoksa tekrar isim okunuyor,
olmadığı takdirde bir başka oturumda yemin ediyor. Şimdi, olayın meydana
geldiği an Hakkâri ile Hatay listelerindeki milletvekillerinin yemin merasimi
sırasında Genel Kurul Salonuna girer girmez bir fiilî durum meydana geliyor.
Şimdi, eğer Meclis Başkanı, oturumu yöneten Başkan, yemin merasimi için Merve
Kavakçı'yı çağırdığında, deseydi ki "başını aç, ondan sonra yemin et, aksi
halde ben sana yemin yaptırmam." Buna rağmen Merve Kavakçı, Meclis
Başkanlığının bu tasarrufuna karşı, Genel Kurulu yöneten Sayın Başkanın bu
tasarrufuna karşı "ben, illa böyle yapacağım, böyle olmazsa şöyle
olur" tarzında bir direnme, bir fiilî durum, ondan sonraki günlerde de inadını
sürdürür, bu neviden yasak olduğu iddia edilen fiillerini tekrarında bir çaba
içerisinde olabilseydi, belki yine bir farklı anlam imkânı olabilirdi, farklı
değerlendirme imkânı olabilirdi. Yapılan iş, daha İstanbul listesine gelmeden
Meclis içerisinde bir fiilî durum meydana gelmiş, ondan sonra da çıkmış, o
günden beri de Meclise uğramış değil. Kaldı ki, ertesi gün yaptığı basın
açıklamasında "ben gelebilseydim, yemin yapabilseydim laik cumhuriyet
üzerine yemin edecektim" Çünkü, üzerinde durulması gereken konulardan da
biri budur.
Meclis
Başkanının böyle bir tasarrufu karşısında yapılabilecek iş neydi' Meclis
Başkanlığı meseleyi böyle anlamış veya Meclis Genel Kurulu böyle anlamışsa
yapılacak iş, bir hukuk devleti içerisinde, hukukun içinde kalarak kendi
hakkını ve hukukunu araması idi ya da bir eleştirel yaklaşımın içine bu
uygulamanın yanlışlığını ortaya koymasıydı. Netice itibariyle olan da budur
zaten. Ondan sonra ne Meclis Genel Kuruluna gelip "ben yemini bu halimle
edeceğim"diye bir çaba olmuştur, ne ondan sonra Meclis çatısı altında
herhangi bir başka türlü eylem söz konusu olmuştur.
Kaldı
ki, bunun partiyle olan ilgisine gelince: Tabiî, bir ölçüde partiyi de
ilgilendiren yanı var. Fazilet Partisinin hiçbir organı "başörtülü olarak
gideceksin, yemin yapacaksın" diye bir kararı yok. Öyle olmuş olsa idi,
bir parti kararı olsaydı, iki tane daha bayan milletvekili var. O kararı da o
şekilde, onların kabullenip, yemin etmiş olması gerekirdi. Bu parti kararına
uyması gerekirdi, uymuyorsa disiplin işlemleri veya... Demek ki, ortada bir
parti kararı yok; neticede bireysel bir tercih var, bireysel bir tasarruf var,
bireysel bir eylem var. O sebeple, Merve Kavakçı ile ilgili mesele tamamıyla
bir parti meselesi değil, bize göre bireysel bir tercihtir.
Yanlış
olabilir, yanlış değerlendirilebilir; ama, netice itibariyle o günün
şartlarında olmuş ve neticede bitmiş hukuk yolundan kendine göre bir hak
arayışı içerisindedir. Ama, içtüzük, önümüzdeki günlerde bu konuyu
netleştirdiği takdirde, eğer Fazilet Partili üyeler, bayan milletvekilleri,
İçtüzüğün bu hükmüne rağmen "ben, illa da başörtülü geleceğim, burada
yemin edeceğim. Ben bu İçtüzük hükmünü tanımıyorum, bu yasa hükmünü
tanımıyorum" derse, işte yasak eylem, laiklik aleyhtarı bir eylem o zaman
olmuş olurdu diye düşünüyoruz.
Sayın
Başkanım, sayın üyeler; son konuya gelmiş oluyorum. Son konu, bir partinin
devamı olmakla ilgili Sayın Başsavcının iddiasıdır. Şimdi, Anayasamızın 69 uncu
maddesinin yedinci fıkrasında "temelli kapatılan bir parti, bir başka ad
altında kurulamaz" denilmektedir.
Yine,
Siyasî Partiler Kanununun 96/2 nci fıkrasında da "Kurulacak siyasî
partilerin Anayasa Mahkemesince kapatılan bir partinin devamı olduklarını beyan
edemeyecekleri ve böyle bir iddiada bulunamayacakları" kuralı
bulunmaktadır.
Şimdi,
temel soru, bu iddia bakımından şudur: Bir parti, ne zaman kapatılan bir
partinin devamı olmuş sayılır ya da ne yapar ya da söylerse devam keyfiyeti
gerçekleşmiş olur' Anayasa Mahkememizin, Doğru Yol Partisi, Cumhuriyet Halk
Partisi, Birleşik Komünist Partisi ile ilgili kararlarından hareketle bazı
kıstaslar ortaya konulmaktadır. Şimdi, bunlardan bir tanesi "genel
ideolojik benzerlikler, ortak duyarlılıklar, tarihsel mirası sahiplenme, benzer
noktaları bir başka yorum ve bakış açısıyla vurgulama, önceki birikim ve
deneyimlerden yararlanma, ilgili partinin kapatılan siyasî partinin devamı
olduğunun tespitinde yeterli değildir" deniliyor. Demek ki, devam
kavramının belirlenmesinde eski parti ile yenisi arasında sadece benzerliğin
bulunması yeterli görülmemiştir; eskisiyle yenisi arasında benzerliği aşan bir
yakınlık, hatta aynılık gerekir diye düşünürüz. Yeni partinin, bazı bakımlardan
kapatılmış bir partiye benzerlik göstermesi, tek başına kapatma gerekçesi
olamaz.
Şimdi,
her iki partinin kimliğinin, tüzük ve programları, kadroları ve faaliyetleri
bakımından bu manada birbiriyle örtüşmesi gerekir. Sadece kadrolarındaki bir
kısmı benzerlikten yola çıkarak devam keyfiyeti gerçekleşmiş olmaz. Bu duruma
göre, tüzük ve programlan farklı, konulara yaklaşımları farklı, yürüttüğü parti
faaliyetleri ve söylemleri farklı olan yeni partinin sadece kadrolarındaki
benzerlikten yola çıkarak bir kapatma kararı verilemez. Nitekim, Yüksek
Mahkeme, Türkiye Birleşik Komünist Partisi ile ilgili 1991 yılında verdiği
kararında "davalı siyasî partinin daha önce düşünce, siyasal eylem ve
hukuksal örgütlenme bağlamında varlık gösteren çeşitli siyasî hareketlerin
kültürel mirasına talip olması ya da böyle bir savda bulunması doğaldır ve
demokratiktir. Bundan davalı partinin, kapatılan bir partinin devamı olduğunu
beyan ettiği anlamını çıkarma olanağı yoktur. Marksist hareketin farklı
örgütlenmelerine, siyasal kültürüne ve partilerine ve bunların kültürel
mirasına sahip çıkılması kapatılan bir siyasî partinin devamı olmak değil,
Marksist örgütlenmenin birikim ve deneyiminden yararlanıp, yeni bir parti
oluşturmaktır" diyor.
İkinci
ölçü, kriter Tutum, davranış ve jestler, beyan ve iddia kavramının kapsamı
dışında kalır. Yine, Anayasa Mahkememiz, 1984'te Doğru Yol Partisi ile ilgili
verdiği kararında "beyan ve iddia kavramları sözle ya da yazıyla
yapılabilir. Başka bir deyişle, tutum, davranış ya da jestle kapatılan bir
siyasî partinin devamı olduğunun beyan ya da iddia edilmesine olanak yoktur. Bu
bakımdan, kapatılan bir siyasî parti liderinin ziyaret edilmesi, birlikte resim
çektirilmesi, bir toplantıda hazır bulunması gibi eylemler, beyan ve iddia
kavramı içine girmezler. Bu tür davranışlar, belki izlenim kavramı içinde
değerlendirilebilir. Yeni parti, tutum, davranış ve jest bir yana, kapatılmış bir
partinin devamı olunduğu yolunda beyanda bulunmak şöyle dursun, bu tür
iddialara karşı ısrarla karşı çıkıyorsa ve bunu açıkça ifade ediyorsa, yeni bir
parti olduğunu her vesileyle söylüyorsa, bu yeni bir partidir; kapatılanın
devamı değildir. Nitekim hem bu partinin kurucu Genel Başkanı İsmail
Alptekin'in hem de şimdiki Genel Başkanı Sayın Recai Kutan'ın, basına intikal
eden muhtelif vesilelerle çok sayıda beyanı vardır ki "biz yeni bir
partiyiz. Bizim, ilinti kurulmaya çalışılan şu veya bu partiyle bir ilgimiz
yok."
Üçüncü
kriter, aşikârlık. Şimdi, beyan ve iddia kavramının bir diğer özelliğidir
aşikârlık. Yine, Anayasa Mahkememizin kararına göre, 1984'te "beyan ve
iddia, üçüncü kişilerin bilgilerine ya da yararlanmalarına sunulmadıkça yasak
eylem oluşmaz"
Dördüncüsü,
beyan ve iddianın içeriği Anayasa Mahkemesi tarafından ciddî, inandırıcı,
etkileyici bulunmalı, beyan ve iddialar arizî kalmamalı, belli bir yoğunluğa
oluşmalıdır.
Beşincisi
de, kapatılan bir siyasî partinin devamı olmaya ilişkin beyan ve iddiaların
yeni siyasî partinin yetkili organları veya siyasî partiyi temsil eden kişilere
yüklenilmesi gerekir.
Yine,
Yüksek Mahkemenin 1991'de verdiği bir kararında, bu maddeye aykırı davranıştan
söz edebilmek için, yasak eylemin, siyasî partinin yetkili organlarınca veya
siyasî partiyi sözleri ya da yazılarıyla ilzam eden kişilerce işlenmiş olması
gerekir. Başka bir anlatımla, madde, fail olarak siyasî partileri öngördüğüne
göre, temsil yetkisi bulunmayan kişilerin eylemleri nedeniyle partinin sorumlu
tutulması düşünülemez. Şimdi, bu organların kimler olduğu da, Siyasî Partiler
Kanununun 102 nci maddesinde sayılmıştır. Sadece imaj yaratmak, kapatılmış bir
siyasî partinin devamı sayılmak için yeterli değildir.
İşte,
Anayasa Mahkememiz de "izlenim, imaj, ima gibi sözcükler, nesnel ölçüleri
olmayan öznel değerlendirmelere açık kavramlardır. Aksi kabul edildiğinde, pek
çok şeyi madde kapsamına almak gerekecektir" demiştir.
Şimdi,
izlenim yaratıcı fiiller neler' Onlar da 96 ncı maddenin birinci fıkrasında
var. Kapatılmış siyasî partilerin isimlerini kullanmak, amblemlerini kullanmak,
rumuzlarını kullanmak, rozetlerini kullanmak, benzeri işaretlerini
kullanmaktır. Bu kriterler, bir partinin, kapatılan bir partinin devamı olup
olmadığını tespit bakımından fevkalade önemlidir ve bu kriterlerin
genişletilmesi, çoğaltılması, toplanma ve örgütlenme özgürlüklerine zarar verir
ve bize göre de bu, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 11 inci maddesine
aykırıdır.
Şimdi,
Sayın Başsavcının, bu devam keyfiyetiyle ilgili olarak dosyaya ibraz ettiği
delillere baktığımızda;
1.-
Fazilet Partisi, bir partinin, diğer bir partinin devamı olabilmesi için
tarihlerin arka arkaya gelmesi lazım. Fazilet Partisi, Refah Partisi hukuken
varken kurulmuş bir partidir; 17 Aralık 1997'dir, Refah Partisinin kapatılması
1998'in ilk ayındadır.
2.-
Fazilet Partisi tüzük ve programıyla yeni bir partidir. İki partinin
öncelikleri farklıdır, söylemleri farklıdır, konulara siyasî yaklaşımları
farklıdır, politik tavırları birbirleriyle mukayese edilemeyecek kadar
farklıdır. Çünkü, biz bununla ilgili dosyaya yeteri kadar bilgi koymaya
çalıştık; ama, hiç olmazsa bir partinin dünya görüşünü, siyasî yaklaşımını
anlayabilmek için, birkaç konudaki görüşü bile bu partinin diğerlerinden veya
iddia edilen partiden farkını orta yere koyar. Bunların başında Avrupa Birliği
ile ilgili yaklaşımı gelir. Refah Partisi, tümüyle Avrupa Birliği fikrine
karşıdır. Avrupa Birliğine karşı oluşunu da Türkiye'de en yüksek derecede, en
yüksek seviyede seslendirmeye çalışmıştır. Bir Hıristiyan Kulübü olarak Avrupa
Birliğini değerlendirmiştir "onlar ortak, biz pazar olacağız"
demiştir. Kendi nitelemesine, kendi terminolojisine göre Avrupa Birliği ile
ilgili çok ciddî eleştiriler getirmiştir. Halbuki Fazilet Partisi, hem tüzüğünde,
programında hem seçim beyannamesinde hem de muhtelif konuşmalarında Avrupa
Birliği içerisinde yer almayı birinci öncelikli mesele olarak kabul edilmiştir.
İkincisi,
Fazilet Partisi ile Refah Partisi arasındaki mesele; çünkü, siyasî partilerin
en evvel el atacakları alan, düzenleme yapacakları, tasarrufta bulunacakları
alan ekonomik alandır. Refah Partisi ne kadar devletçiyse, Fazilet Partisi o
kadar serbest piyasadan yanadır; çünkü, bunu çok açık olarak söylemiştir.
Özellikle Refah Partisine mal edilen adil düzenle ilgili kitap veya belge
tetkik edildiğinde, ekonomik düzenin büyük ölçüde devlet tarafından vakıf
sistemine göre, her üretilen mal için, her hizmet alanı için bir vakıf
kurulması suretiyle ekonomik hayatın tanzimine gidilmiştir. Halbuki Fazilet
Partisi, belki bütün partiler gibi, doğru olanı da budur, serbest piyasadan
yana olduğunu ifade etmiştir. Tabiatıyla, bunun tabiî sonucu olarak Refah
Partisi ne kadar devletçiyse, şimdi Fazilet Partisi o kadar da
özelleştirmecidir. Çünkü, hem devletçi olacaksınız, hem özelleştirmeci
olacaksınız, bu mümkün değildir. Kaldı ki, biz Fazilet Partisi olarak
özelleştirmeyi bir ekonomik öncelik olarak da görüyoruz. Refah Partisinden çok
farklı olarak. Kaldı ki, Refah Partisi ile ilgili kendi camiasının bile yaptığı
eleştirilerde -bunların birkısmı zaman zaman basına intikal etti- her ne kadar
İslam ile bir irtibatı kuruluyor olsa dahi, bunun tarihi bir gerçeklik
olmadığını, yaşanabilecek bir proje olamadığını, bilimsel bir gerçek
olmadığını, metodolojisinin bulunmadığını birçok değerli bilim adamı, 60
sayfalık bir rapor halinde orta yere koymuşlardır. Şimdi, onunla Fazilet
Partisi arasında meseleye bakışta çok ciddî farklılıklar var. Çünkü, biz,
özelleştirmeyi sadece bir ekonomik mesele olarak da görmüyoruz. Bunu, hem
TÜSİAD'da yaptığımız toplantıda -B tahsis bu konuyla alakalı- hem de Meclis
platformlarında her defasında ifade ettik. Bugün, siyasette kirlenmenin
önlenmesinin yollarından bir tanesi özelleştirmedir. Devletin elinde bu kadar
imkân olduğu sürece partileri rant aracı olarak çıkarmaktan kurtaramayız; il,
ilçe başkanlarını Ankara'da, şu ihalenin, bu nemanın peşinde koşmaktan
kurtaramayız. Bu da, hem siyaseti kirlendiriyor hem de toplumsal ahlâk
açısından çok farklı birtakım sıkıntıları getiriyor diye belki başkaca da gerekçelerle
Refah Partisinden çok farklı olarak biz özelleştirmeden yanayız.
Kaldı
ki, dış tercihlerimiz açısından Refah Partisinin kendi istikameti farklıdır,
Fazilet Partisinin öncelik verdiği dışpolitika çok daha farklıdır. Şu an en
öncelikli mesele Avrupa Birliğini savunduğunuza göre Batı ile dir. Bu,
şüphesiz, dışpolitikada çeşitlilik, dışpolitikada böyle bir coğrafyada tek ata
oynamak gibi bir yanlışlığı tabiatıyla getiremez; ama, bir temel tercih söz
konusu olduğunda, Batı dünyası içerisinde yer almayı dışpolitikada Fazilet
Partisi bunu açık olarak ifade etmiştir. Kaldı ki, konu laliklikle de alâkası
olacağı için -başta da ifade ettim- Sayın Genel Başkanın, Hasan Cemal ile
yaptığı bir konuşmada da, bir mülakatta da var. Şimdi, orada da ifade ediliyor
ki "Siz iktidar olduğunuzda yasal düzenlemeleri yaparken neyi esas
alacaksınız' Yasalar hangi prensiplere göre çıkacak'" diye soruyor.
"Dine uygun mu olacak'"
"Hayır,
yasama faaliyetlerinde akıl ve bilim geçerli olacak; laik devletin gereği de
budur" diyor. Dolayısıyla, bu manada sisteme adapte olmuş, sistem
içerisinde bir partidir.
Diğerlerinden
farkı nedir' derseniz. Belki, geleneksel değerleri biraz daha önce çıkararı,
becerebilirse, siyasî kabiliyeti, siyasî yeteneği, demokrasi içerisinde bunu
temsiline imkân verebilirse, tümüyle kendi siyasî kabiliyetiyle alâkalıdır,
belki Avrupa'daki Hıristiyan demokrat partilere benzeyen bir demokratik parti,
demokrasiyi benimsemiş, sisteme adapte olmuş bir parti durumundadır. Onun için,
birçok noktada iddia edilen parti ile temelde ayrılıkları vardır.
Bir
başka farklılığı daha var. Fazilet Partisi bir kitle partisidir. Öbürü biraz
daha doktirinel, biraz daha ideolojik yaklaşımları sergileyen bir parti.
Yine
Sayın Başsavcının ifade ettiği gibi, bir hülle kavramı çıktı. Bu tabir hukuki
bir tabir değil, evvela onu ifade edeyim. Çünkü, bu, siyasî söylemlerimizde
daha çok itham ve istiskal için kullanılan bir tabirdir ve cumhuriyet öncesi
özel hukukta kullanılan bir kavramdır, oradan bize miras kalmıştır. Siyasette
kullandığımız bir tabir değil; yani, hülle kavramına dayanarak onun meçhuliyeti
arkasında bir partiye kapatma kararı verilemez. Onun için de Yüksek Mahkeme,
1984 tarihli bir kararında "hukuku olmayan, anlamı belirsiz kavramlara
dayanılamayacağını" ifade etmiştir. Kaldı ki. bu kavram da zaten objektif
bir kavram değil, sübjektif değerlendirmelere bir ölçüde imkân veriyor.
Beşincisi,
Fazilet Partisinin hiçbir organı, bu partiyi temsile yetkili hiçbir üyesi,
delil olarak ortaya konulan kapatılan bir partinin devamı olduğunu söylemiştir.
Halbuki kanunda "beyan ve iddia" kavramları geçmektedir. Bu ortaya
konulan delillerin hiçbirisinde böyle bir beyan yok. Dolayısıyla, böyle tek bir
beyan olmadığına göre neye dayanılarak, bunun en önemli kriteri açıkça, üçüncü
kişilerin duyacağı tarzda böyle bir beyanda bulunmaktır. Çünkü, bunun bir
getirisi var siyaseten. Kapatılan bir partinin, şüphesiz bir siyasî neması
vardır, ortaya koyduğu bir kısım getiriler vardır, bir tabanı vardır. Siz, onu
açıkça söyleyeceksiniz ki, o seçmenler "bak, bu bunun devamıymış"
diyecek ve ona göre de, eğer böyle yapılıyorsa, böyle bir aldanma varsa,, böyle
bir illüzyon varsa, seçimlere gittiğinde buna bakarak karar verecek. Şimdi,
değil böyle bir imada bulunmak, genel başkanı, müteaddit defalar, seçime
giderken ki, siyasetçinin en zayıf anı, belki birçok meseleyi, affedersiniz,
amiyane tabirle istismar ettiği an seçim dönemleridir. Seçim dönemlerinde bile,
eğer bir başka partinin tabanının reyini alabilmek noktasında "ben bunun
devamıyım" demiyorsa, göz kırparak da bu iş anlatılamayacağına göre,
üçüncü kişilere ilan edilmediğine göre, bu yönde tek bir beyan da olmadığına
göre, o zaman neye dayanarak, "bu, bunun devamıdır" diyeceğiz'
Şimdi,
Sayın Başsavcının delil olarak belki de dayandığı en önemli konu, Refah
Partisinin birkısım milletvekillerinin ve bir kısım belediye başkanlarının
Fazilet Partisine geçmiş durumudur. Bunu bir kapatma sebebi olarak görüyor,
Fazilet Partisine geçmiş olması. Şimdi, eğer bu, başlı başına bir kapatma
sebebi ise, şimdi, o zaman sormazlar mı; bu milletvekillerinin Fazilet
Partisine geçişiyle dava tarihi arasında l sene 2 ay 13 gün var. Şimdi, o
zaman, 1 sene 2 ay 13 gün böyle bir eyleme, böyle bir geçişe, böyle bir yasağın
ihlaline niye müsaade edildi o zaman diye sorma gerekmez mi, eğer bu geçiş, tek
başına bir kapatma sebebiyse, bir önem arz ediyorsa, bir delil olarak
kullanılacaksa. Kaldı ki, Refah Partisi kapatılmış, Kapatılırken siyasetten
yasaklanmaları gerekenler de siyasetten yasaklanmış, geri kalanlarıyla ilgili
bir siyasî yasak var mı' Yani, şimdi, bundan sonra boşta kalan milletvekilleri,
ne yapacak da o yasağın kapsamı dışında kalacak' Hangi nispette, ne nispette,
nereye kayarsa o partinin devamı olacak ya da olmayacak' Veya bu 144...
"147" diyor, 147 milletvekili yok, onların birkısmı bağımsız kalmış o
tarih itibariyle. Şimdi, diyelim ki, Fazilet Partisine değil de, 80'i, 90'ı
mevcut partilerden birine toplu halde gitmiş olsa idi, eğer çoğunluğa bakarak
böyle bir karar vereceksek, o zaman o parti, Refah Partisinin devamı mı olmuş
olacak'
Şimdi,
siyasî hayatla ilgili olarak, insanların temel hak ve özgürlükleriyle ilgili
olarak Anayasa yasak koymuyor, yasalar yasak koymuyor, partiyi kapatan Yüksek
Mahkeme bir yasak koymuyorsa, hukukun temel kuralıdır, bir şey yasak değilse
yapılması serbesttir. Şimdi, niye yasak olmuş olsun' Bunu ortaya koyacak olan
bir hüküm var mı' Yani, bunu neye dayanarak böyle bir şey yapacaktı' Bu
insanlar ne yapacaktı da, siyasî hayatlarına devam etmiş olacaktı'
Zannediyorum
Sayın Başsavcının, bu Siyasî Partiler Kanununun 95 inci maddesiyle ilgili bir
yanlış değerlendirmesi var. 95 inci maddenin eski halini nazara alarak böyle
bir değerlendirme yapıyor. Eski hali ortadan kalktı; yani, 95 inci maddenin
eski haline dayanarak böyle bir değerlendirme bugün için geçerli değil;
hiçolmazsa sözlü savunmasında bu değişikliği dikkate alarak, çünkü, eski
değişikliğin de, bu neviden geçişler üye çoğunluğudur, bunlar bu neviden
geçişleri yasaklıyordu ve böyle bir geçişin sonucu olarak bir partinin devamı
olduğu gibi bir sonuç çıkıyordu. Şimdi, 95 değişikliğiyle bunların hepsi
düzenlenmiştir ve birkısım eski partinin üyelerinin, bu partide veya bir başka
partide görev almasını, siyaset yapmasını yasaklayan bir hüküm bulunmamaktadır.
Kaldı
ki, şöyle bir şey daha var: Bir parti dediğiniz şey, bir tek organdan da
teşekkül etmiyor. Yani, bir parti dediğiniz zaman, ilçe teşkilatları var, il
teşkilatları var, merkez karar organları var, Meclis grubu var; bunların tamamı
bir araya geldiği zaman bir partiyi meydana getirmiş oluyor. Şimdi, bütün
partilerin üye kayıtları Başsavcılığın bilgisayarındadır, Başsavcılığa
veriliyor. Bu üye kayıtlarını inceleyip, şu iddiada bulunabilirdi: Diyebilirdi
ki, Refah Partisinin üyeleri bunlar, Fazilet Partisinin üyeleri bunlar; bunlar
buraya toplu halde geçmişlerdir. Milletvekilleri dışında, bugün, partinin bütün
organlarında Refah Partisinden geçen üyelerin sayısı, bazı ilçelerimizde hiç
yoktur, bazı ilçelerimizde yüzde 10-15'tir; ama, hiçbir yerde yüzde 20-30'u
geçmez; yani, çoğunluk, ya yepyeni siyasete katılmış üyelerdendir veya şu veya
bu sebeple bir başka partide siyaset yapamamış, onun için gelmiş, Fazilet
Partisinde siyaset yapıyor durumdadır. Yani, kendi imkânlarıyla ispat edeceği
bir konuyu, böyle kapalı bir tarzda Yüksek Mahkemenin huzuruna getiriyor,
Anayasanın, yasaların ve Yüksek Mahkemenin yasaklamadığı bir fiilî yapmış
olanları, buradan buraya geçişi, neredeyse birbuçuk sene sonra, ilk defa tespit
ediyormuş gibi önemli bir delil olarak Yüksek Mahkemenin huzuruna getiriyor. Onun
için ortaya konulan, ileri sürülen hiçbir delil, bize göre bu maksatla
kullanılabilir değildir. Kaldı ki, birkısmı da delil değildir, birkısmının da
partiyle alâkası yok. Bizim dışımızda, filanca gazetede yazı yazan adamın bir
beyanını getiriyor bize, bu dosyada delil olarak kullanıyor. Bir ilim adamının,
bir dinî tartışmasını getiriyor, üniversite rektörünün, Fazilet Partisiyle
irtibatlı, sanki bizim bir üyemiz, bizim partimizin organlarında görev yapan
birisi de, oradan yola çıkarak buraya getirmiş gibi bir delil mantığı
içerisinde bunları ortaya koymaya çalışıyor.
Sonra,
bir partinin, kapatılan bir partinin devamı olabilmesi için, o siyaset
yapmaları yasaklanmış olanların yeni partide kurucu olması, üye olması,
yönetici ve denetici olması gerekir veya aday gösterilmiş olması gerekir.
İrtibatı kurulmaya çalışılan partinin yasaklı üyeleri bellidir. Bunların
hiçbirisi, ne bir partiden aday olmuştur, ne kurucu üyedir, ne de denetici
üyedir, ne de aday yapılmıştır. Dolayısıyla, Fazilet Partisini, kapatılan bir
partinin devamı olduğunu, bu manada hukuken kabul etmek mümkün değildir.
Yalnız,
iki şeyi birbirinden ayırmamız gerekiyor. Şimdi, bir siyasî partinin, pozitif
hukuk bakımından kapatılmış bir partinin devamı olmasıyla onun sosyolojik
bakımdan kapatılmış olan eski bir partinin tabanına hitap ediyor olması
birbirinden farklıdır. Bu çerçevede bir kitle partisi olan Fazilet Partisinin,
toplumun çeşitli kesimlerinin, tabiatıyla bu arada kapatılan Refah Partisinin
tabanına da hitap etmesi doğaldır. Çünkü, 5-6 milyon oy almış bir kitleyi, bir
Türk seçmenini, gözardı ederek Türkiye'de siyaset yapılamaz. Yalnız, Sayın
Başsavcının görmek istemediği husus şu: Refah Partisinin bu tabanına yalnız
Fazilet Partisi hitap ediyor değilki, nitekim Fazilet Partisinin aldığı oy
yüzde 15. Eğer Refah Partisi ile bir irtibat kuruluyorsa, aldığı oy yüzde 21.
En azından yüzde 6 rey, bir başka partiler tarafından alınmıştır; Refah
Partisinin birkısım seçmeni, şu veya bu sebeple, sebebi ne olursa olsun kendi
rızasıyla, kendi iradesiyle götürüp başka partilere rey vermiştir. Dolayısıyla,
yalnız Fazilet Partisi açısından söz konusu olmayan bir şeyi, getirip, Fazilet
Partisinin aleyhine delil olarak kullanılamaz. Mesela, Doğru Yol Partisi,
hukuki anlamda değilse de, siyaset geleneği ve sosyolojik süreklilik açısından
Adalet Partisinin bir uzantısıdır. Nitekim geçmişte, SODEP veya Halkçı Parti
veya SHP olarak, siyasî hayatımızda tüzelkişilik kazanmış olanlarda, bir
sosyolojik süreklilik anlamında, seçmen kitlesi ve tabanı anlamında Cumhuriyet
Halk Partisinin, bu manada sosyolojik bir uzantısı olarak görülebilir. Onun
için, meseleye sosyolojik açıdan baktığımızda, mesele biraz daha tavazzuh etmiş
oluyor. Ve her partinin, her fırsattan, her ilişkiden yararlanarak, toplumdan
sağlayacağı siyasî desteği azamileştirmek arayışı içinde değerlendirmek
doğaldır. Doğru ya da yanlış, Türkiye'deki siyasetin bir geleneği de budur.
Onun için biz, devam noktasında Sayın Başsavcının ileri sürdüğü görüşlerin ve
ortaya koyduğu delillerin, maksadın temini bakımından yeterli ve uygun olmadığı
kanaatindeyiz.
Ben,
sözlü maruzatımı bitiriyorum. Dikkatleriniz için, sabrınız için çok teşekkür
ediyorum, saygılarımı sunuyorum. Ortaya konulan deliller açısından, koymaya
çalıştığımız mantık açısından, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi. Venedik
Komisyonları kararları, Anayasamız ve mevcut deliller açısından, her iki iddia
bakımından da bir partinin kapatılmasına yetecek bir delilin, bir gerçekliğin
varit olmadığı kanaatini taşıyoruz. Eski talebimiz gibi, davanın reddini saygıyla
arz ediyorum.
Teşekkür
ederim.
BAŞKAN
- Davalı parti temsilcisi Sayın Cemil Çiçek'in sözlü savunması dinlendi, ayrıca
banda alındı ve stenograflarca tutanakla saptandı.
Sorusu
olan var mı arkadaşlar'..
Belge
verecektiniz galiba, bir şeyler...
CEMİL
ÇİÇEK - Siz talep ederseniz Sayın Başkanım, ben. burada zikrettiğim kararları,
hep rakam telaffuz ederek tırmalayıcı olmamak için, bu kararların hemen hepsi
tarih ve numaralarıyla ön savunmamızda ve son savunmamızda var.
BAŞKAN
- Konuşmanız sırasında vereceğinizi söylediniz de, onun için sordum, yoksa...
CEMİL
ÇİÇEK - Böyle bir şey, belki zuhulen olmuştur, verebileceğim herhangi bir husus
yok; ama, talep edilirse... Ama, yazılı metni; çünkü, çıkıntıları var, yarın
olmazsa size, yeteri kadar çoğaltılmış olarak Yüksek Mahkemeye takdim
edebiliriz, eğer arzu edilirse.
BAŞKAN
- Peki, onu alırız.
CEMİL
ÇİÇEK - Hay hay.
BAŞKAN
- Sözlü savunma toplantısı sona erdi.
Teşekkür
ederim Sayın Çiçek.
CEMİL
ÇİÇEK - Çok teşekkür ederim Sayın Başkanım.
VIII-
EK İDDİANAME
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 5.2.2001 gün ve Hz.1999/116 sayılı Ek İddianamesi
şöyledir:
Başsavcılığımızın
7.5.1999 gün ve SP.95 Hz.1999/116 sayılı iddianamesi ile Fazilet Partisinin
Anayasanın 2, 24/son, 68, 69, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 78, 86, 87.
maddeleri uyarınca temelli kapatılmasına karar verilmesi istenmiş ve 12.12.2000
günlü yazımızla elde edilen ek kanıtlar değerlendirilmek üzere sunulmuştu.
Bu
kanıtların gerekçesi ile inceleme ve değerlendirme dışı bırakıldığı Yüksek
Mahkemenizin Başkanvekili tarafından 1.2.2001 tarihinde kamuoyunun bilgisine
açıklanmış bulunmaktadır.
Her
ne kadar Siyasi Partiler Kanununun 98 nci maddesi siyasi partilerin kapatılması
davalarının Anayasa Mahkemesince Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu uygulanmak
suretiyle dosya üzerinde inceleme yapılarak karara bağlanacağı hükmünü
içermekte ise de, bu hüküm davaların kendine özgü niteliğini ortadan
kaldırmamaktadır. Başka bir deyimle bu davalar ceza davası olarak kabul
edilemez. Siyasi partilerin siyasal süreç içerisinde kesintisiz siyasi
faaliyette bulunmaları olgusu, dava ekonomisi ve davanın niteliği itibariyle
karar verilinceye kadar sunulan kanıtların inceleme ve değerlendirmeye
alınmasında yarar bulunduğu görüşümüzü muhafaza etmekle beraber mahkemenizin
kesin sonuç doğuran kararı karşısında ek iddianame ile dava açılması
zorunluluğu doğmuştur.
Sunulan
ve halen mahkemenizde bulunan Fazilet Partisinin 1.Olağan Kongresine ait video
kaset çözümleri ve uygunluk gösteren 15.5.2000 günlü Hükümet Komiseri
raporundan kongre öncesi ve esnasında katılımcılarca sık sık sloganları ile
Anayasa Mahkemesince temelli kapatılan Refah Partisinin siyaset yasaklı Genel
Başkanı Necmettin ERBAKAN lehine tezahüratta bulunulduğu, kongre salonunda
kurulan dev ekranda da uzun süre şeklinde açık yazı geçildiği anlaşılmaktadır.
Anayasanın,
4121 sayılı Kanunun 7 nci maddesi ile değişik 69 ncu maddesinin 6 ncı fıkrasına
göre "Bir siyasi partinin 68 nci maddenin 4 ncü fıkrası hükümlerine aykırı
eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak onun bu nitelikteki fiillerin
işlendiği odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tesbit edilmesi halinde
karar verilir"
2820
sayılı Siyasi Partiler Kanununun değişik 103 ncü maddesinde ise "Bir
siyasi partinin, bu Kanununun 78 ilâ 88 ve 97 nci maddeleri hükümlerine aykırı
fiillerin işlendiği bir mihrak haline geldiğinin sübuta ermesi halinde o siyasi
parti Anayasa Mahkemesince kapatılır" hükmü yer almaktadır.
Siyasi
Partiler Kanununun 78 ila 88 ve 97 nci maddeleri Anayasanın 68 nci maddesinin 4
ncü fıkrasında yer alan temel ilkelere uygun hükümleri içermektedir.
Bu
itibarla Anayasa Mahkemesinin 16.1.1998 gün ve 1997/1 sayılı kararında yer alan
"Refah Partisinin Kapatılmasına" ilişkin hükmün; gerek niteliği ve
içeriği, gerekse dayandığı Anayasal ve yasal gerekçeler bağlamında
"temelli kapatma" olduğu açıktır. Zira adı geçen partinin Anayasanın
68 nci maddesinin 4 ncü fıkrasında belirtilen Lâik Cumhuriyet ilkesine aykırı
eylemlerin işlendiği odak haline geldiği sabit görüldüğü için kapatma kararı
verilmiştir. Siyasi Partiler Kanununun 103 ncü maddesinde yer
alan"kapatma" tabiri bu nedenle Anayasanın 69/6 ncı maddesinde yer
alan "temelli kapatma" ile eş anlamdadır.
Anayasanın
69 ncu maddesinin 7 nci fıkrasında ise "Temelli kapatılan bir parti bir
başka ad altında kurulamaz" hükmü yer almaktadır. Bu hüküm kesin ve
buyurucu nitelikte olup, kurulması halinde o partinin de temelli kapatılmasını
gerektirdiğinde kuşku yoktur.
Kaldı
ki, Anayasanın 153 ncü maddesinin son fıkrası uyarınca Anayasa Mahkemesi
kararları yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve
tüzel kişileri bağlar. Bu bağlayıcı hükme aykırılığın, değişik bir deyimle
temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında kurulduğu vakıası'nın, yine
Anayasa Mahkemesi tarafından tesbit edilmesi halinde, bağlayıcılığın yeniden ve
doğrudan sağlanması ve bu partinin de temelli kapatılmasına karar verilmesi
suretiyle, Anayasal düzenin korunması gereklidir.
Bu
nedenlerle söz konusu edilen ve ek iddianame düzenlenmesine dayanak olan
kanıtlarında incelenip değerlendirilmesi suretiyle Fazilet Partisinin, Anayasa
Mahkemesi kararıyla temelli kapatılan Refah Partisinin başka bir adla kurulmuş
devamı niteliğinde olduğu kanısına varıldığında temelli kapatılmasına karar
verilmesi zorunlu bulunmaktadır.
Sonuç
: Yukarıda belirtilen ve açıklanan nedenlerle Anayasanın 69/7 nci maddesi
uyarınca Fazilet Partisinin temelli kapatılmasına, ve işbu davayla sınırlı
olarak Fazilet Partisi kurucularının aynı maddenin 8 nci fıkrası uyarınca
"Anayasa Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmi
Gazete'de gerekçeli olarak yayınlanmasından başlayarak 5 yıl süreyle bir başka
partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamayacağına" ve
"Kurucu Milletvekilleri İsmail Alptekin ve Mehmet Özyol'un Anayasanın 84/son
maddesi uyarınca milletvekillerinin sona ermesine" karar verilmesi talep
olunur. 5.02.2001
IX-
ÖN SAVUNMA (2)
Davalı
Parti'nin 12.3.2001 günlü ön savunması şöyledir :
A)
Başsavcılık Mülga Hükümlere Dayanmıştır
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığının söz konusu yazısının 1. sayfasında aynen şu ifadeler
yer almaktadır:
"2820
sayılı Siyasi Partiler Kanununun değişik 103 üncü maddesinde ise 'Bir siyasi
partinin, bu Kanunun 78 ila 88 ve 97 nci maddeleri hükümlerine aykırı fiillerin
işlendiği bir mihrak haline geldiğinin sübuta ermesi halinde o siyasi parti
Anayasa Mahkemesince kapatılır' hükmü yer almaktadır. "
Kanaatimizce,
Ek iddianame'nin temelini teşkil etmesine rağmen bu ifade, mülga olduğu fark
edilmeden, zühulen yazılmıştır. Zira, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun
103. maddesinde böyle bir hüküm yer almamaktadır. Çünkü "bu hüküm"
12.8.1999 ve 4445 sayılı Kanun'un 18. maddesiyle değiştirilerek mülga
kılınmıştır.
Bir
cümle ile Sayın Başsavcılık, yazısının 2. sayfasında
"...
Siyasi Partiler Kanunu'nun 104. maddesinin uygulanması gerektiğine ilişkin
gerekçeler ve talep açıkladığımız nedenlerle geçerli değildir." derken bir
mülga hükme dayanmıştır.
B)
Başsavcılık Yanlış Temellere Dayanmıştır:
Sayın
Başsavcılık "Fazilet Partisi'nin ... temelli kapatılan Refah Partisi'nin
başka bir adla kurulmuş devamı niteliğinde" derken, Siyasi Partiler
Kanunu'nun 103. maddesinin mülga 1. fıkrasının yanısıra,
-
Anayasa'nın 69. maddesinin 6. fıkrası ile,
-
Siyasi Partiler Kanunu'nun 78 ila 88. ve 97. maddelerine,
dayanmaktadır.
Hiçbir
tartışmaya meydan vermeyecek kadar açıktır ki bu maddeler bir partinin suç
odağı haline gelmesini düzenleyen maddelerdir, "Temelli kapatılan bir
partinin başka bir ad ile kurulmuş sayılmasını düzenleyen maddeler"
değildir.
Daha
açık bir ifadeyle bir partinin beyan ve eylemleri;
-
Anayasa'nın 69. maddesinin 6. fıkrası ile,
-
Siyasi Partiler Kanunu'nun 78 ilâ 88 ve 97. maddelerine, aykırı olursa o parti
hakkında "Temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında kurulduğu
iddiası" ile değil, "suç odağı" haline geldiği iddiası ile, eğer
şartları varsa, "ihtar" yapılmadan, Siyasi Partiler Kanunu'nun 101.
maddesi uyarınca "Temelli kapatma davası" açılır.
C)
"Devam" İddiasının Dinlenebilmesi İçin Kapatma Davası Açılmadan Önce
İhtar Mekanizmasının Çalıştırılmış Olması Şarttır:
Bilindiği
gibi Anayasa'mızın 69. maddesinin son fıkrası siyasi partilerin,
-
Kuruluşlarının ve
-
Kapatılmalarının,
Kanunladüzenleneceğini
belirtmektedir.
Anayasa'nın
sözünü ettiği kanun, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'dur.
Siyasi
Partiler Kanunu, siyasi partilerin hangi sebeplerden dolayı nasıl
kapatılacağını ayrıntılı olarak düzenlemiştir.
Siyasi
Partiler Kanunu'nun, (12.8.1999 tarih ve 4445 sayılı Kanun'un 19. maddesiyle
değişik) 104. maddesi aynen şöyledir:
"Madde
104- Bir siyasi partinin bu Kanunun 101 inci maddesi dışında kalan emredici
hükümleriyle diğer kanunların siyasi partilerle ilgili emredici hükümlerine
aykırılık halinde bulunması sebebiyle o parti aleyhine Anayasa Mahkemesi'ne,
Cumhuriyet Başsavcılığı'nca re'sen yazı ile başvurulur.
Anayasa
Mahkemesi, söz konusu hükümlere aykırılık görürse bu aykırılığın giderilmesi
için ilgili siyasi parti hakkında ihtar kararı verir.. Bu karar, o siyasi parti
genel başkanlığına yazılı olarak bildirilir. Bu yazının tebliği tarihinden
itibaren altı ay içinde aykırılık giderilmediği takdirde,
Cumhuriyet
Başsavcısı Anayasa Mahkemesi'ne bu siyasi partinin kapatılması için re'sen dava
açar."
2820
sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 104. maddesi,
-
"101 inci maddenin dışında kalan" emredici hükümleriyle
-
Diğer kanunların siyasi partilerle ilgili emredici hükümlerine aykırılık
halinde"
İfadelerini
kullandığına göre, herşeyden önce devam iddiasının 101. maddenin kapsamına
girip girmediğini tespit etmek gerekir.
Eğer
"devam" durumu, 101. maddenin kapsamına giriyorsa, ilgili parti
hakkında "ihtar mekanizması"nı çalıştırmadan "temelli kapatılan
bir partinin devamı olduğu iddiası ile" kapatma davası açılabilecektir.
Eğer
"devam" durumu 101. maddenin kapsamına girmiyorsa o zaman, bu
kavramın;
-
Siyasi Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin dışında kalan emredici hükümlerine
veya.
-
Diğer kanunların siyasi partilerle ilgili emredici hükümlerine aykırı olup
olmadığına bakmak gerekir.
Siyasi
Partiler Kanunu'nun, (12.8.1999 tarih ve 4445 sayılı Kanun'un 16. maddesiyle
değişik) 101. maddesi aynen şöyledir:
"Madde
101- Anayasa Mahkemesi'nce bir siyasi parti hakkında kapatma kararı:
a)
Bir siyasi partinin tüzük ve programının Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine
aykırı olması, sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlaması, suç işlenmesini teşvik
etmesi,
b)
Bir siyasi partinin, Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı
eylemlerin işlendiği odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi'nce tespiti,
c)
Bir siyasi partinin, yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk
uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alması,
hallerinde
verilir.
Açıktır
ki 101 inci maddede;
-
"Devam" diye bir kavram yer almadığı gibi
-
"Temelli kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz"; diye
bir hüküm de yoktur.
Bu
durumda, konuya, "temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında
kurulduğu" iddiası açısından bakılacak olunursa görülür ki:
1)
"Temelli kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz" diyen
"emredici hüküm", 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 101.
maddesinde değil, başka maddesinde (m.95'de ve Anayasa'da) yer almıştır.
2)
Şu halde bu hükme aykırılık halinde 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 104
üncü maddesindeki ihtar mekanizmasının işletilmesi gerekir.
3)
İhtar mekanizmasının, bir parti hakkında Anayasa Mahkemesi'nce temelli
kapatılan bir partinin devamı olduğu iddiası ile kapatma davası açılmadan önce
işletilmiş olması şarttır.
Nitekim:
1)
Anadolu Ajansı'nın 13.02.2001 tarihli bir haberine göre, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı, Siyasi Partiler Kanunu'nun 96. maddesinin emredici hükümlerine
aykırı davrandığı gayet açık ve kesin olan Komünist Parti'ye ihtar vermesi için
Anayasa Mahkemesi'ne başvurmuştur.
2)
Keza, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Siyasi Partiler Kanunu'nun 96.
maddesine aykırı davrandığı kesin bulunan Sultan Partisi'ne ihtar verilmesi
için Anayasa Mahkemesi'ne müracaat etmiştir (Ersin BAL, 01.03.2001 tarihli
Sabah Gazetesi).
Aslında
hukuken takip edilmesi gereken yol da budur. Çünkü ihlal edilen hükümler,
Siyasi Partiler Kanunu'nun 101. maddesi dışında kalan "emredici
hükümler"dir.
Özet
olarak:
Siyasi
Partiler Kanunu'nun 101. maddesi dışında kalan ve siyasi partileri ilgilendiren
herhangi bir kanunun emredici hükmüne aykırı davrandığı iddiası ile bir parti
hakkında kapatma veya temelli kapatma davası açılabilmesi için, dava açılmadan
önce 104. maddedeki ihtar mekanizmasının çalıştırılmış olması şarttır.
Aksi
halde, yani 104. maddedeki ihtar mekanizması işletilmeden, bir parti hakkında
Anayasa Mahkemesi tarafından temelli kapatılan bir partinin devamı olduğu
iddiası ile açılan dava, hukuken, mesmu olamaz; böyle bir iddia dinlenemez;
"Hukuk Devleti" olmanın asgari şartı böyle bir davanın reddini
gerektirir.
II-
"TEMELLİ KAPATMA" VE "KAPATMA" KAVRAMLARI EŞANLAMLI
KAVRAMLAR DEĞİLDİR.
Ek
iddianame'nin 2. sayfasında, kanaatimizce zühûlen, aynen şu ifadeler yer
almıştır:
"2820
sayılı Siyasi Partiler Kanununun değişik 103'ncü maddesinde ise 'Bir siyasi
partinin, bu Kanununun 78 ila 88 ve 97 nci maddeleri hükümlerine aykırı
fiillerin işlendiği bir mihrak haline geldiğinin sübuta ermesi halinde o siyasi
parti Anayasa Mahkemesince kapatılır' hükmü yer almaktadır."
Ek
iddianamenin yine aynı (2.) sayfasında, aynen şu ifadeler de yer almıştır:
"Siyasi
Partiler Kanununun 103 ncü maddesinde yer alan "kapatma" tabiri bu
nedenle Anayasanın 69/6 ncı maddesinde yer alan "temelli kapatma'''ile
eşanlamdadır."
Kanaatimizce
bu ifade de, tıpkı diğer birçok ifade gibi, Ek iddianamede yine zühûlen yer
almıştır.
Aksi
halde;
-
ya Anayasa'nın abesle iştigal ettiğini,
-
veya Anayasa Mahkemesi'nin Refah Partisi hakkında "temelli kapatma"
kararı vereceği yerde "zühûlen" kapatma kararı verdiğini, kabul etmek
gerekecektir.
Oysa
bu son iki ihtimali kabul etmek mümkün değildir. Çünkü hem Anayasa hem de
Anayasa Mahkemesi'nin söz konusu [T. 16.1.1998, E. 1997/1 (SPK), K. 1998/1]
kararı çok açıktır.
A)
Anayasa Çok Açıktır:
Anayasa'mız,
1995 değişikliği ile siyasi partiler için, hiçbir ihtilafa meydan vermeyecek
şekilde, açık ve kesin olarak "iki tür kapatma" öngörmüştür. (Any. M.
149/4) Bunlardan biri,
-
"Temelli kapatma" diğeri ise
-
"Kapatma"dır.
"Temelli
kapatma" ile "kapatma" arasındaki fark da;
1)
Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa Komisyonu Alt Komisyonu'nun 25 Nisan 1995
tarihli raporunun 10 ve 11. sayfalarında;
2)
Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa Komisyonu'nun 05.6.1995 tarih ve 17 sayılı
Raporunun 33. sayfasında,
3)
Anayasa'nın 69/7. maddesinde,
4)
2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 95/1. maddesinde; belirtilmiştir:
"Temelli
kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz."
Buna
karşılık;
Komisyonların
raporlarına;
-
TBMM Genel Kurulu tutanaklarına,
-
Anayasa'nın 69/7. maddesinin mefhumu muhalifine,
-
Siyasi Partiler Kanunu'nun 96/1. maddesinin mefhumu muhalifine, göre kapatılan
partiler" için böyle bir engel yoktur:
Kısaca:
"Temelli
kapatma" ve "kapatma" kavramları Anayasamıza göre,
"eşanlamlı" değil, farklı kavramlardır. Farklı kavramlar oldukları
içindir ki Anayasakoyucu, 1995 yılında bu kavramları Anayasa'nın 149.
maddesinin dördüncü fıkrasına gayet bilinçli olarak dahil etmiştir:
"Anayasa
Mahkemesi ... siyasi partilerin temelli kapatılması veya kapatılmasına ilişkin
davalarda Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısından sonra kapatılması istenen siyasi
partinin genel başkanlığının veya tayin edeceği bir vekilin savunmasını dinler."
B)
Anayasa Mahkemesi'nin Kararı da Çok Açıktır:
Ek
iddianamenin 2. sayfasında "Refah Partisi'nin kapatılmasına" ilişkin
hükmün, "temelli kapatma" olduğu ileri sürülmekte, Fazilet
Partisi'nin de, "temelli kapatılan" Refah Partisi'nin yerine başka
bir adla kurulduğu iddia edilerek "temelli kapatılması"
istenilmektedir.
Bu
talep ve iddiaların hiçbiri hukuka uygun değildir. Çünkü:
1)
Fazilet Partisi, yukarıda da belirtildiği gibi Refah Partisi'nin devamı
değildir.
-
Kuruluş tarihi itibariyle değildir.
-
Tüzüğü ile değildir.
-
Programı ile değildir.
-
Yönetimi ile değildir.
-
Felsefesi ve mantalitesi ile değildir.
Örneğin:
Refah
Partisi, Avrupa Birliği'ne karşı çıkarken Fazilet Partisi Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'nin Anayasa'ya dahil edilmesinin gerekliliğini savunur.
2)
Refah Partisi'nin "temelli kapatılmasına" değil,
"kapatılmasına" karar verilmiştir.
Anayasa
Mahkemesi'nin [T. 16.01.1998, E. 1997/1 (SPK), K. 1998/1] kararı gayet açıktır:
"Refah
Partisi'nin kapatılmasına karar verilmiştir."
Kanaatimizce,
zühul, Anayasa Mahkemesi'nin kararında değil, Ek İddianame'dedir.
Kısaca,
Fazilet Partisi hakkında ileri sürülen "temelli kapatılan" bir
partinin devamı olduğu iddiası bu bakımdan da geçerli değildir.
III-
PARTİ KAPATMA DAVALARI CEZA DAVASI NİTELİĞİNDEDİR:
Ek
iddianame nin 2. sayfasında, kanaatimizce yine zühûlen, "Her ne kadar
Siyasi Partiler Kanununun 98 inci maddesi siyasi partilerin kapatılması
davalarının Anayasa Mahkemesince Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu uygulanmak
suretiyle dosya üzerinde inceleme yapılarak karara bağlanacağı hükmünü
içermekte ise de" denildikten sonra, aynen şöyle devam edilmektedir:
"Bu
hüküm davaların kendine özgü niteliğini ortadan kaldırmamaktadır. Başka bir
deyimle bu davalar ceza davası olarak kabul edilemez."
Bu
ifadelerden anlaşılacağı üzere Ek iddianame, Anayasa Mahkemesinden, kendisini
parti kapatma davalarında Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu ile bağlı saymamasını
talep etmektedir. Çünkü Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'na göre hareket
edilirse, hem;
-
Ortada hiçbir delil bulunmadığından dolayı ve hem de
-
Sonraki olaylar önceki iddia bakımından delil sayılamayacağı için, Parti'yi
kapatmak mümkün olmayacaktır.
Halbuki
10.11.1983 tarih ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesi'nin Kuruluşu ve Yargılama
Usulleri Hakkında Kanun'un, (3.7.1997 tarih ve 4280 sayılı Kanunla değişik) 33.
maddesi gayet açıktır.
"Siyasi
partilerin kapatılması davaları" başlığını taşıyan sözkonusu (33.) maddeye
göre:
"Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açılan siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin
davalar, Ceza Muhakemeleri usulü Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle dosya
üzerinde incelenir ve karara bağlanır."
Ayrıca,
Anayasa'nın 138/1. maddesine göre;
"Hakimler,
görevlerinde bağımsızdırlar, Anayasa'ya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani
kanaatlerine göre hüküm verirler."
Bu
durumda şu sorunun açık ve kesin olarak cevaplandırılması gerekmektedir:
Hem
Anayasa'nın 138/1. maddesi hem de 2949 sayılı Kanun'un 33/1. maddesi yürürlükte
iken parti kapatma davalarında Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümleri
uygulanmayacak ise hangi hükümler uygulanacaktır'
Öte
yandan parti kapatma davalarının ceza davası olarak kabul edilemeyeceğine dair
görüşün hiçbir "bilimsel" ve "hukuksal" dayanağı yoktur.
Çünkü
hem bilimsel açıdan hem de hukuksal açıdan parti kapatma davaları ceza davası
niteliğindedir.
A)
Parti Kapatma Davalarının Bilimsel Açıdan Niteliği:
Doktrin,
parti kapatma davalarının "ceza davası niteliğinde" olduğu konusunda
tam bir ittifak halindedir..
Nitekim:
1)
Siyasi partiler hukuku ile yoğun bir biçimde ilgilenen bir bilim adamı, Doç.
Dr. Fazıl Sağlam, parti kapatma davaları konusunda aynen şöyle demektedir:
"Bir
benzetme yapmak gerekirse, partinin temelli kapatılması işlemini, kişiler için
verilen idam cezasına koşut bir biçimde değerlendirmek gerekir. Nasıl ki idam
cezası, aslında yaşam hakkının özüne dokunan bir yaptırımsa ve ancak Anayasa'da
yaşam hakkının bir istisnası olarak öngörüldüğü oranda geçerli olabiliyorsa,
siyasal partilerin temelli kapatılması da aynı özelliği göstermektedir."
(Doç. Dr. Fazıl SAĞLAM, Siyasal Partiler Hukukunun Güncel Sorunları, Beta
Yayınları, Hukuk Dizisi:362, 1999, İstanbul, s. 104)
2)
Sayın Sağlam, bu benzetmeyi (parti kapatma-idam benzetmesini) ilk defa Cem
EROĞUL'dan duyduğunu belirterek Sayın EROĞUL'un da aynı şekilde düşündüğünü vurgulamış
oluyor. (Sağlam, ibit, 239 no.lu dipnot).
3)
Beş kişilik bilim jürisinin oybirliği ile kabul ettiği "mastır"
tezinde Arzu DURMUŞ, aynen şöyle demektedir:
"Bir
yanda iddia, öte yanda yargının olduğu yerde savunmanın olması kaçınılmaz
olduğuna göre, bu davalar birer "ceza davası"dır."(Arzu DURMUŞ,
Siyasi Partilerin Kapatılması ve Yüce Divan Kararlarını Yeniden Tartışmak
(Anayasa Mahkemesi Kararlarına Karşı Olağanüstü Kanun Yolları), (Beta
Yayınları, Hukuk Dizisi: 429, 2001, İstanbul, s. 53)
Sayın
DURMUŞ aynen şöyle devam etmektedir:
".
. . Anayasa Mahkemesi; ceza yargıcı sıfatıyla hareket ettiği (Yüce Divan ve)
siyasi partilerin kapatılması davalarında, 2949 sayılı Kanun yetersiz
kalacağından, bütün ceza davalarında uygulanması zorunlu olan Ceza Yargılaması
Usulü Hakkında Kanunu uygulamak durumundadır.
Sonuç
olarak, siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin Anayasa Mahkemesi'nde görülen
siyasi partilerin kapatılması davalarında yargılama sonucunda verilen karar da
tüm hüküm ve sonuçlarıyla "ceza karar(lar)ı"dır. Örgütlenme ve ifade
özgürlüğünün siyasi partiler eliyle kullanılmasına doğrudan müdahale sebebiyle
"cezai/siyasi"; kapatılma, siyasetten yasaklılık gibi
"cezai" ve kapatılan siyasi partinin mallarına hazinece el konulması,
hazine yardımının kesilmesi gibi "cezai/mali" sonuçları açısından
cezai niteliği tartışmaya ver vermeyecek ölçüde açıktır."(Durmuş, ibit,
s.54).
4)
Şu ifadeler de Anayasa Mahkemesi emekli üyelerinden Doç. Dr. Yılmaz
ALİEFENDİOĞLU'na aittir:
"Anayasa
Mahkemesi'nin siyasi partilerin kapatılmasına ve milletvekillerinin
üyeliklerinin düşmesine ilişkin kararları "ceza kararı"
niteliğindedir. Çünkü, bu davalarda duruşma yapılması dışında, CMUK
uygulanmaktadır ve karar sonucu itibariyle, cezai bir yaptırım öngörmektedir.
Anayasa
Mahkemesi'nin 29.03.1983 günlü, Esas 1982/2, Karar 1983/3 sayılı müteferrik
kararında da belirtildiği gibi, bir yaptırımın TCK'nun 11. maddesinde
sayılmamış, bu yasada tanımı yapılmamış, sair nitelik ve nicelikleriyle
belirlenmemiş olması, onun ceza olmadığının kanıtı sayılamaz. Nitekim, 11.
maddede sayılmamış olmasına karşın, TCK'nun 36. maddesinin ilk fıkrasındaki
müsadere, 43. maddesindeki hüküm ilamının ilanı... emniyet-i umumiye nezareti
altında bulundurma, hep cezai nitelikte görülmüştür.
Ayrıca
vergi ve disiplin cezaları TCK'da yer almamış olmasına rağmen cezai yaptırım
öngörürler ve bu tür kararlar cezai niteliktedir. (Doç. Dr. Yılmaz
ALİEFENDİOĞLU, Anayasa Yargısı ve Türk Anayasa Mahkemesi, Yetkin Yayınları,
1996, Ankara, s. 232).
B)
PARTİ KAPATMA DAVALARININ HUKUKİ AÇIDAN NİTELİĞİ
Parti
kapatma davalarının hukuki açıdan niteliğini, biri;
-
Kanunlara göre, diğeri de,
-
Anayasa Mahkemesi kararlarına göre, olmak üzere iki bakımdan incelemek uygun
olacaktır.
a)
Kanunlara Göre Parti Kapatma Davalarının Niteliği:
aa)Anayasa'ya
Göre Parti Kapatma Davalarının Niteliği:
1)
Anayasa'mızın 69/6. maddesine göre:
"Bir
siyasi partinin 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı
eylemlerinden ötürü temelli kapatılması, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin
işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi
halinde karar verilir."
2)
Anayasa'nın 69. maddesinin gönderme yaptığı 68. maddenin 4. fıkrası hükümleri
ise aynen şöyledir:
"Siyasi
partilerin tüzük ve programları ile eylemleri Devletin bağımsızlığına, ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine
aykırı olamaz: sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik
edemez."
Görüldüğü
gibi Anayasa'mızın 68. maddesinin 4. fıkrası, kanunlarımıza göre en ağır suç
konularını kapsamaktadır.
Daha
açık bir ifade ile Anayasa'nın 68. maddesinin 4. fıkrasındaki yasakları ihlal
eden bir gerçek kişinin cezası Türk Ceza Kanunu'na göre -kural
olarak-"idam"dır.
Nitekim
Adli Yargının başı, Yargıtay Başkanı Sayın Doç. Dr. Sami Selçuk'a göre de
"bir partiyi kapatmak, onu idama mahkum etmektir." ("FP İdam
Mahkumu", 20.02.2001 tarihli Star Gazetesi, Yargıtay Başkanı Doç. Dr. Sami
Selçuk'un Yasemin Güneri ile röportajı).
Gerçek
kişiler bakımından "idam" ne ise siyasi partiler bakımından da
"temelli kapatma" odur. Çünkü her iki halde de "kişilik"
sona ermektedir.
Kısaca;
Bir
gerçek kişinin "kişiliğini" sona erdiren davanın niteliğini ne ise
bir siyasi partinin "kişiliğini" sona erdiren kapatma davasının da
niteliği odur.
bb)
Siyasi Partiler Kanunu'na Göre Parti Kapatma Davalarının Niteliği:
2820
sayılı Siyasi Partiler Kanununun siyasi partilerin kapatılmaları için öngördüğü
sebepleri üç grupta toplamak mümkündür. Bunlar;
-
Anayasadaki yasaklara aykırılık halinde partilerin kapatılması,
-
Cumhuriyet Başsavcılığının isteklerine uyulmaması halinde siyasi partilerin
kapatılması,
-
Diğer sebeplerle siyasi partilerin kapatılması.
1)
Anayasa'daki Yasaklara Aykırılık Halinde Partilerin Kapatılması:
Anayasa'ya
aykırılık sebebiyle siyasi partilerin kapatılması, Siyasi Partiler Kanunu'nun
101. maddesinde üç bent halinde düzenlenmiştir.
Anılan
(101.) maddedeki yasaklar, Anayasa'nın 69. maddesinde yer alan yasaklardır ki
bu yasakların ihlali, gerçek kişiler bakımından en ağır suç teşkil etmekte,
siyasi partiler için ise temelli kapatmayı gerektirmektedir.
Siyasi
Partiler Kanunu'nun 101. maddesi uyarınca açılacak olan parti kapatma
davalarının niteliği ile Anayasa'nın 69. maddesine göre açılacak olan parti
kapatma davalarının niteliği aynıdır. Çünkü her iki maddedeki sebepler aynıdır.
Dolayısıyla davaların niteliği de aynıdır.
2)
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın İsteklerine Uyulmama Sebebiyle Açılan Parti Kapatma
Davalarının Niteliği:
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın isteklerine uymayan siyasi partiler hakkında
kapatma davasının açılması bazı şartlara bağlanmıştır.
Bu
şartlar 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun (12.18.1999 tarih ve 4445 sayılı
Kanun'un 17. maddesiyle değişik) 102. maddesinde ayrıntılı olarak
belirtilmiştir.
Söz
konusu (102.) madde aynen şöyledir:
"Siyasi
partilerin denetimi ve faaliyetlerinin takibi hususlarında Cumhuriyet Başsavcılığı'nın
stediği bilgi ve belgeleri, belli edilen süre veya belli edilmemesi halinde
makul süre içinde vermeyen siyasi partiye Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından
ikinci bir yazı tebliğ olunur. Bu yazıda, belirtilen süre içinde cevap
verilmediği ve istek yerine getirilmediği takdirde o siyasi partinin
kapatılması için dava açılabileceği de belirtilir. Bu tebliği de bildirilecek
süre içinde yine istek yerine getirilmez veya cevap verilmezse Cumhuriyet
Başsavcılığı o siyasi partinin kapatılması için Anayasa Mahkemesi'nde resen
dava açabilir.
Parti
büyük kongresi, merkez karar ve yönetim kurulu veya bu kurulun iki ayrı kurul
olarak kurulduğu haller, Türkiye Büyük Millet Meclisi grup yönetim kurulu,
Türkiye Büyük Millet Meclisi grup genel kurulu, parti genel başkanı dışında
kalan parti organı, mercii veya kurulu tarafından Anayasanın 68 inci maddesinin
dördüncü fıkrasında yr alan hükümlere aykırı fiilin işenmesi halinde, fiilin
işlendiği tarihten başlayarak iki yıl geçmemiş ise Cumhuriyet Başsavcılığı söz
konusu organ, mercii veya kurulun isten el çektirilmesini yazı ile o partiden
ister. Parti üyeleri 68 inci maddenin dördüncü fıkra hükümlerine aykırı fiil ve
konuşmalarından dolayı hüküm giyerler ise Cumhuriyet. Başsavcılığı bu üyelerin
partiden kesin olarak çıkarılmasını o partiden ister.
Siyasi
parti, tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde istem yazısında belirtilen
hususu yerine getirmediği takdirde, Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasa
Mahkemesinde o siyasi partinin kapatılması hakkında dava açar. Cumhuriyet Başsavcılığınca
düzenlenmiş iddianamenin tebliğinden itibaren otuz gün içinde ilgili siyasi
parti tarafından söz konusu parti organı, mercii veya kurulun işen el
çektirilmesi ve parti üyesi veya üyelerin partiden kesin olarak çıkarılmaları
halinde o partinin kapatılması hakkındaki dava düşer. Aksi takdirde Anayasa
Mahkemesi, dosya üzerinde inceleme yaparak, Cumhuriyet Başsavcısının ve siyasi
parti temsilcilerinin sözlü açıklamalarını gerekli gördüğü hallerde diğer
ilgilileri ve konu üzerinde bilgisi olanları da dinlemek suretiyle açılmış
bulunan davayı karara bağlar." (SPK. m. 102)
Görüldüğü
gibi Siyasi Partiler Kanunu'nun 102. maddesi esas itibariyle Anayasa'nın 68.
maddesinin 4. fıkrasındaki hükümler üzerinde yoğunlaşmıştır.
Anılan
(102.) maddeye göre bir partinin bazı organ veya üyeleri, Anayasa'nın 68.
maddesinin 4. fıkrası hükümlerine aykırı davranırsa o parti hakkında kapatma
davası açılır. Ancak dava açmanın bir takım önşartları vardır.
Biz
bu şartlardan sadece bir tanesini, konumuza ışık tutacak olan bir şartı
belirtmekle yetineceğiz. O da "hüküm giyme şartı"dır.
Siyasi
Partiler Kanunu'nun 102. maddesinin 2. fıkrasının son cümlesine göre:
"Parti
üyeleri 68 inci maddenin dördüncü fıkra hükümlerine aykırı fiil ve
konuşmalarından dolayı hüküm giyerler ise Cumhuriyet Başsavcılığı bu üyelerin
partiden kesin olarak çıkarılmasını o partiden ister."
Siyasi
Partiler Kanunu'nun bu hükmü şu beş gerçeği açık ve kesin olarak ortaya
koymaktadır:
1)
Anayasa'nın 68. maddesinin 4. fıkrasına aykırı davranışlar "suç"tur.
2)
Bazı üyelerinin Anayasa'nın 68. maddesinin 4. fıkrasına aykırı davrandıkları
iddiası ile bir parti hakkında kapatma davası açılabilmesi için ilgili üyelerin
bir ceza mahkemesinde yargılanıp hüküm giymeleri gerekir.
3)
Hüküm giyen bu üyelerin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nca partiden kesin
olarak çıkarılmasının o partiden yazılı olarak istenmesi şarttır.
4)
İlgili parti, hüküm giymiş üyelerini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın
yazılı talebinden itibaren otuz gün içinde kesin olarak ihraç ederse o parti
hakkında kapatma davası açılamıyacaktır.
5)
Kesin hüküm giymiş üyelerini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın yazılı
istemine rağmen ihraç etmediği için hakkında kapatma davası açılan parti,
iddianamenin tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde söz konusu üyelerini
kesin olarak ihraç ederse kapatma davası düşer.
Görüldüğü
gibi Siyasi Partiler Kanunu, bir parti hakkında, üyelerinin Anayasa'nın 68.
maddesinin 4. fıkrasına aykırı eylemlerinden dolayı kapatma davası açılabilmesi
için her şeyden önce o üyelerin "hüküm giymeleri" şarttır.
Siyasi
Partiler Kanunu'nun açık hükmü karşısında kesin olarak diyebiliriz ki;
-
Ceza mahkemelerince verilmiş hükümlere dayanılarak açılan ve
-
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'na göre yargılanıp sonuçlandırılması gereken,
Parti
kapatma davaları ceza davası niteliğindedir.
cc)
Dernekler Kanunu'na Göre Parti Kapatma Davalarının Niteliği:
Bilindiği
gibi örgütlenmede temel birim "dernek", temel Kanun'da
"Dernekler Kanunu"dur.
Nitekim:
1)
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (m.11) "dernek kurma hakkını" güvence
altına almış, "siyasi partiler" kavramını da "dernek"
kavramının kapsamına dahil etmiştir.
2)
Türkiye'de siyasi partiler, 1965 tarihine (648 sayılı Siyasi Partiler Kanunu
çıkarılıncaya) kadar Dernekler Kanunu çerçevesinde kurulup çalışmışlardır.
3)
Bugün de 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu ile 2908 sayılı Dernekler Kanunu
arasında sıkı bir ilişki vardır.
Nitekim
Siyasi Partiler Kanunu'nun;
-29/1.
maddesine göre:
"...
Dernekler Kanununun bu Kanuna aykırı olmayan hükümleri, siyasi partilerin her
kademedeki kongreleri için de uygulanır."
-121/1.
maddesine göre:
"Türk
Kanunu Medenisi ile Dernekler Kanununun ve dernekler hakkında uygulanan diğer
kanunların bu Kanuna aykırı olmayan hükümleri, siyasi partiler hakkında da
uygulanır."
4) Tıpkı
siyasi partiler gibi dernekler de ülke genelinde örgütlenebilir.
5)
Tabi oldukları yargı kolları farklı olsa da, tıpkı siyasi partiler gibi
dernekler de ancak mahkeme kararıyla temelli kapatılabilir.
Dernekler
Kanunu'nun 52/1. maddesi aynen şöyledir:
"Bu
Kanunda ve diğer kanunlarda öngörülen hallerde dernekler, ancak mahkeme
kararıyla temelli olarak kapatılabilirler."
6)
Yine tıpkı siyasi partiler gibi dernekler de "suç odağı-suç kaynağı"
haline gelebilir."
Nitekim
06.10.1983 tarih ve 2908 sayılı Dernekler Kanunu'nun, "Suç kaynağı haline
gelen derneklerin kapatılması" başlığını taşıyan 53. maddesi aynen
şöyledir:
"Suç
kaynağı haline gelen derneklerin kapatılması Madde 53- Dernekler:
1.
Ülkenin başka başka yerlerinde olsa bile,
a)
Dernek yöneticileri tarafından veya dernek yöneticileri ile dernek üyelerinin
iştiraki ile, siyasi veya ideolojik amaçla suç işlenmiş olduğunun,
b)
Dernek üyesi tarafından işlenen siyasi veya ideolojik amaçlı suçların dernek
yöneticilerinin azmettirmesi, teşviki, zorlaması, yardımı veya kolaylık
sağlaması suretiyle işlendiğinin,
2.
Derneğin suç sayılan eylemlerin kaynağı haline geldiğinin, Kesinleşen mahkeme
kararı ile belirlenmesi halinde dernek bir ilde faaliyet gösteren derneklerden
ise ilgili valiliğin veya Cumhuriyet savcılığının, birden çok ilde faaliyet
gösteren derneklerden ise İçişleri Bakanlığının veya dernek merkezinin
bulunduğu il valiliğinin veya Cumhuriyet Savcılığının istemi üzerine mahkemece
temelli olarak kapatılır."
Görüldüğü
gibi Siyasi Partiler Kanunu'nun da temelini teşkil eden Dernekler Kanunu'nun
53. maddesi;
-
"suç kaynağından,
-
"suç"tan,
-
"suçlar"dan,
-
"kesinleşen mahkeme kararı"ndan,
-
"Cumhuriyet Savcılığından,
-
"temelli" kapatmadan, bahsetmektedir.
Hiç
şüphe yoktur ki Dernekler Kanunu'nun 53. maddesinde geçen,
-
"Kesinleşen mahkeme kararı",
-
"Suç" ve "suçlu"nun.
-
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'na göre yargılandığı,
-
Bir ceza davası sonunda,
-
Bir ceza mahkemesinden verilen bir karardır.
Kısaca,
Dernekler Kanunu'nun 53. maddesinden açıkça anlaşılacağı gibi; dernek kapatma
davaları ceza davası niteliğindedir.
Dernek
kapatma davaları ceza davası niteliğinde olduğuna göre parti kapatma
davalarının evleviyetle ceza davası niteliğinde olması gerekir.
Zira
kanaatimizce -hiç kimse, "demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez
unsurları" olan siyasi partilerin, "demokratik bir ülkede",
sıradan bir dernek kadar dahi hukuki güvenceye sahip olmadığını söyleyemez.
Başka
bir deyişle basit bir derneğin bile, "suç kaynağı haline geldiği"
iddiası ile temelli kapatılabilmesi için üyelerinin ceza mahkemelerinde
yargılanıp "hüküm giyme şartı" aranırken "siyasi parti temelli
kapatma davalarında" böyle bir şartın aranmayacağını iddia etmek, akılla,
mantıkla ve hukuki gerçeklerle bağdaşamaz.
Çünkü:
Bir
şeyin önemi arttıkça, onun için öngörülen güvenlik önlemlerinin artırılması da
hem hukukun hem de en basit aklın gereğidir.
Bu
bağlamda, demokratik bir toplum için, siyasi partilerin derneklere nispetle çok
daha önemli olduğu hiçbir duraksamaya meydan vermeyecek kadar açıktır.
Nitekim:
Anayasa
Mahkemesi bir kararında aynen şöyle demiştir:
"...
Anayasakoyucunun "Demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları"
olarak nitelediği siyasi partileri bir dernek ya da benzeri kuruluş saymayıp
onların çok ilerisinde ve üstünde değerlendirdiği
anlaşılmaktadır,"(T:6.7.1989. E.1988/39, K.1989/29, AMKD, S.26, S.23)
dd)
2949 sayılı Kanuna göre Parti Kapatma Davalarının Niteliği:
2949
sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un
33. maddesi, gayet iyi bilindiği ve yukarıda da temas edildiği üzere parti
kapatma davalarının Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümlerine göre
sonuçlandırılacağını açıkça hükme bağlamıştır.
Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümlerine göre karara bağlanan bir davanın en
azından "ceza davası niteliğinde" olduğunu kabul etmek aklın ve
hukukun bir gereğidir.
b)
Anayasa Mahkemesi Kararlarına Göre Parti Kapatma Davalarının Niteliği:
Anayasa
Mahkemesi, kurulduğu tarihten bu yana, Refah Partisi davası dışındaki bütün
kararlarında istikrarlı bir şekilde parti kapatma davalarını "ceza davası
niteliğinde" görmüştür.
Nitekim:
1)
Yüksek Mahkeme Doğru Yol Partisi hakkında "devam" iddiası ile açılan
kapatma davasında aynen şöyle demiştir:
"...
bu haliyle uygulanması istenilen maddeler birer ceza kuralı niteliğindedir.
101. maddede öngörülen siyasi partinin kapatılmasına ilişkin yaptırım Türk Ceza
Kanunu'nun 11. maddesiyle belirlenen klasik cezalar arasında yer almaması,
failin tüzel kişi olmasından kaynaklanmaktadır. Öte yandan 2820 sayılı Yasanın
117. maddesinde .... dördüncü kısımda yazılı yasak eylemleri işleyenlerin altı
aydan az olmamak üzere hapis cezası ile cezalandırılacakları da belirtilmiştir.
Siyasi partilerin kapatılmaları sonucunu doğuran bu tür yasakların birer ceza
kuralı niteliğinde oldukları, 1961 Anayasası'nın yapılmasında açıkça
belirtilmiştir."
"Kaldı
ki, hem 2820 sayılı Yasa'nın 98. ve hem de 10/11/1983 günlü 2949 sayılı Yasanın
33. maddeleri, siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin davaların, Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle .... karara
bağlanacağını, belirtmektedir.
Uygulanması
istenen maddelerin ceza kuralı niteliğinde oluşları ve davanın Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu'na göre yürütülmesi, davalı parti için güvence teşkil
eden birtakım sonuçlar doğurur. ... bunlar arasında, üçüncü kişilerin
eylemlerinden sorumlu olmamak, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi ve bunun
sonucu olarak cezada genişletici yorum ve kıyasa yer verilmemesi kuralı, eldeki
dava nedeniyle pratik sonuçlar doğuracak niteliktedir. Aynı biçimde ceza usulünün,
gerçeği araması ..... şüphe halinde sanık lehine hareket etmek gereği gibi
ilkeler, görülmekte olan bu davada da gözönünde bulundurulacak
ilkelerdendir." [Any.Mah.Kararı, T.28.9.1984, E. 1984/1 (SPK), K. 1934/1,
AMKD, S.20, ss. 504-507]
2)
Yüksek Mahkeme, Muhafazakâr Parti hakkında açılan kapatma davasında da aynen
şöyle demiştir:
"Kanun'un
8., 14., geçici 4. ve geçici 5. maddelerine dayanılarak, kıyas yoluyla bir ceza
niteliğinde olan kapatma müeyyidesinin uygulanmasına olanak da
görülmemiştir."
[Any.Mah.Kararı,
T.03.11.1983, E.1983/4 (SPK), K. 1984/4, AMKD, S.20, s.417]
3)
Anayasa Mahkemesi, 1964 yılında tüzelkişilerin cezalandırabileceği konusunda
"parti kapatma cezasını" örnek olarak zikretmiştir:
"...
tüzel kişilerin de yapılarına uygun bir ceza sorumluluğu altında
bulundurulmalarında zorunluk olduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim Anayasa'nın
57. maddesi ... siyasi partilerin Anayasa Mahkemesi kararı ile temelli
kapatılacağını kabul etmiştir. Buradaki (kapatma) hükmü ile dava konusu 1567
sayılı Kanunun değişik 3. maddesindeki (Ticaret ve mesleki faaliyetten men
cezası) arasında hukuki nitelik bakımından bir ayrılık bulunmamaktadır
[Any.Mah.Kararı, T.16.6.1964, E. 1963/101, K.1964/49; AMKD, S.2, ss. 190-191]
IV-
"EK İDDİANAME" HUKUKEN BİR "EK İDDİANAME" DEĞİLDİR:
Bilindiği
gibi bir iddianame'nin "ek iddianame" sayılabilmesi için en azından
"bir ek yaptırım talebi" içermesi gerekir. Halbuki 05.02.2001 tarihli
"Ek iddianame" hiçbir "ek yaptırım talebi" içermemektedir.
Gerçekten
Ek İddianame'nin içerdiği üç talebin üçü de, 07.05.1999 tarihli iddianamede
mevcuttur. Şöyle ki:
1)
Ek İddianame ile Fazilet Partisi'nin temelli kapatılması talep edilmektedir.
07.05.1999
tarihli iddianamenin "sonuç" kısmının 1. bendi de aynı talebi
içermektedir. Yani Ek İddianeme'nin bu talebi "yeni bir talep"
değildir.
2)
05.02.2001 tarihli Ek iddianame ile Fazilet Partisi kurucuları için Anayasa'nın
69. maddesinin 8. fıkrası uyarınca "Anayasa Mahkemesi'nin temelli
kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmi Gazete'de gerekçeli olarak
yayınlanmasından başlayarak 5 yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi,
yöneticisi ve deneticisi olamayacağına" karar verilmesi talep
edilmektedir.
Halbuki
aynı talep, 7.5.1999 tarihli iddianamede daha fazlasıyla yer almaktadır. Çünkü
7.5.1999 tarihli iddianame, söz konusu beş yıllık yasakları, Fazilet
Partisi'nin -Aydın Menderes dışındaki- "tüm üst düzey yöneticileri"
için talep etmiştir.
Hiç
kuşkusuz ki Fazilet Partisi'nin "tüm üst düzey yöneticileri",
"kurucuları" da kapsamaktadır. Çünkü "bütün, parçayı da
kapsar."
Şu
halde Ek iddianame'nin bu talebi de "yeni bir talep" değildir.
3)
05.02.2001 tarihli "Ek iddianame" ile Fazilet Partisi kurucularından
iki milletvekilinin, milletvekilleri İsmail Alptekin ve Mehmet Özyol'un
Anayasa'nın 84/son maddesi uyarınca milletvekilliklerinin sona ermesine karar
verilmesi talep edilmektedir.
Bu
talep de yeni değildir. Çünkü aynı talep 7.5.1999 tarihli iddianamede çok daha
geniş olarak yer almaktadır. Zira 7.5.1999 tarihli iddianame ile Fazilet
Partisi'nin -Aydın Menderes dışındaki- bütün milletvekillerinin
milletvekilliklerinin düşürülmesi talep edilmektedir.
Bilindiği
gibi "bütünün içinde parça da vardır."
Görüldüğü
gibi Ek iddianame, hiçbir "yeni talep" taşımamaktadır.
Kısaca,
hiçbir yeni talep içermeyen 05.02.2001 tarihli "Ek iddianame"nin yeni
bir iddianame olarak kabul edilmesi -hukuken- mümkün değildir.
Burada
şunu da belirtelim ki "Ek İddianame"nin "sonuç" bölümünde
yer alan "... işbu davayla sınırlı olarak..." ifadesi ile neyin
amaçlandığı anlaşılamamıştır. Bu sebeple, söz konusu ifade, tarafımızdan,
bizzarur, "meskut" geçilmiştir.
Bir
cümleyle özetlemek gerekirse denilebilir ki; Ek iddianame, mevcut davanın
delilden yoksun olarak açıldığının zımnen kabul ve ikrarı mahiyetindedir.
V-
EK İDDİANAME YENİ BİR DELİL DE İÇERMEMEKTEDİR.
Söz
konusu iddianamenin 1. sayfasından anlaşıldığına göre bu Ek İddianame'nin
dayandığı deliller, Başsavcılık tarafından 12.12.2000 tarihli yazı ile Anayasa
Mahkemesi'ne sunulan ancak Anayasa Mahkemesi'nce 01.02.2001 günü delil olarak
kabul edilemeyeceğine karar verilen "ek kanıtlar"dır.
Anayasa
Mahkemesi'nin reddettiği "deliller", Ek İddianame'nin 1. sayfasının
son satırında da belirtildiği gibi "mahkemenizin kesin sonuç doğuran
kararı karşısında ek iddianame ile" yeniden Yüksek Mahkeme'ye sunulması,
"hukuka karşı hile"nin tipik bir örneğidir.
Kısaca,
05.02.2001 tarihli Ek iddianame, hukuka karşı bir hiledir. Anayasa
Mahkemesi'nin, ek kanıtlar konusundaki kararını "hükümsüz" kılmayı
amaçlamaktadır.
Halbuki;
1)
Anayasa'nın 153. maddesinin son fıkrasına göre;
"Anayasa
Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı
organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar"
2)
Anayasa'nın 138. maddesinin son fıkrasına göre;
"Yasama
ve yürütme organları ile idare mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu
organlar ve idare, mahkeme kararları hiçbir suretle değiştiremez ve bunların
yerine getirilmesini geciktiremez."
Bir
cümle ile, 05.02.2001 tarihli Ek iddianame, hukuken geçerli hiçbir delile
dayanmamaktadır.
VI-
EK İDDİANAME, "MÜLGA HÜKÜMLERE DAYANMAKTADIR.
Ek
İddianame, esas itibariyle 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 103.
maddesinin mülga 1. fıkrasına dayandırılmıştır.
Nitekim:
1)
Ek İddianame'nin 2. sayfasının 3. paragrafında aynen şu ifadeler yer almıştır.
"2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun değişik 103 ncü maddesinde ise 'Bir
siyasi partinin, bu Kanununun 78 ila 88 ve 97 nci maddeleri hükümlerine aykırı
fiillerin işlendiği bir mihrak haline geldiğinin sübuta ermesi halinde o siyasi
parti Anayasa Mahkemesi'nce kapatılır' hükmü yer almaktadır."
Halbuki
Siyasi Partiler Kanunu'nun 103. maddesinin 1. fıkrası, 1999 yılında, 12.08.1999
tarihli ve 4445 sayılı Kanun'un 18. maddesiyle değişerek şu şekli almıştır:
"Bir
siyasi partinin Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrası hükmüne aykırı
eylemlerin odak halini oluşturup oluşturmadığı hususu Anayasa Mahkemesince
belirlenir."
2)
Yine Ek İddianame'nin 2. sayfasının 3. paragrafında;
"Her
ne kadar Siyasi Partiler Kanununun 98 inci maddesi siyasi partilerin
kapatılması davalarının Anayasa Mahkemesince Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu
uygulanmak suretiyle dosya üzerinde inceleme yapılarak karara bağlanacağı
hükmünü içermekte ise de."İfadeleri yer almaktadır.
Kanaatimizce
bu ifadeler, tıpkı 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 103. maddesinin 1.
fıkrasıyla ilgili ifadeler gibi, Ek iddianameye zühulen girmiştir. Çünkü
zikredilen hüküm, Siyasi Partiler Kanunu'nun 98. maddesinden 12.08.1999 tarih
ve 4445 sayılı Kanun'un 15. maddesiyle çıkarılmıştır.
VII-
EK İDDİANAME, HUKUKİ İSTİKRAR VE HUKUKİ GÜVENCE PRENSİPLERİNE AYKIRIDIR.
Türkiye
Cumhuriyeti bir Hukuk Devletidir (Any. m.2). Hukuk Devleti;
-
Yeni bir yasal düzenleme yapılmadıkça veya
-
Ulusalüstü bir gelişme olmadıkça, yerleşik uygulamalarından vazgeçemez. Aksi
halde;
-
ne hukuki istikrardan,
-
ne hukuki güvenceden,
-
ve ne de Hukuk Devleti'nden, bahsetmek mümkün olur.
Bütün
bu sebeplerden dolayıdır ki Anayasa'mızın 153. maddesine göre "Devlete
güven ilkesi"nin bir gereği olarak Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararları
geriye yürümez. (Anay. Mah. Kararı, T. 12.12.1989, E. 1989/11, K. 1989/48,
AMKD, S.25, s.435-437)
Parti
kapatma davaları bakımından, ülkemizdeki yerleşik uygulama, dava açıldıktan
sonra meydana gelen olayların değerlemeye alınamayacağı, delil sayılamıyacağı
yolundadır. Yerleşik uygulama budur.
Başka
bir deyişle bir parti hakkında kapatma davası açıldıktan sonra ortaya çıkan
deliller, ek iddianamelerle değil, normal ispat aracı olarak sunulmuştur.
Hukuken olması gereken de budur. Çünkü ortaya bir takım yeni deliller çıksa da
"iddia ve talep değişmemekte, hep aynı kalmaktadır. Sonradan ortaya çıkan
kanıtlar da, geçerli olduğu nispette, mevcut iddiayı ispata yönelmektedir.
Yaptığımız
araştırmaya göre Türkiye ve dünya uygulamasında bu durumun hiçbir istisnası
yoktur.
Nitekim;
1)
Halkın Emek Partisi hakkında (03.07.1992 tarihinde) açılan kapatma davasında
uygulama böyle olmuştur:
"Bu
kanıtların bir bölümü bu davanın açılmasından (3.7.1992) sonraki günlerde
gerçekleştiği ileri sürülen olaylara ilişkindir. Bunların davada kanıt olarak
değerlendirilmesi öncelikle 2820 sayılı Yasa'nın 98. ve 2949 sayılı Yasa'nın
33. ve CMUK'un 257. maddeleri karşısında olanaksızdır" (Any.Mah.Kararı,
T.14.7.1993, E. 1992/1 (SPK), K. 1993/1; AMKD, S.29, C.1, ss.1176/1177)
2) Refah
Partisi hakkında (21.05.1997 tarihinde) açılan kapatma davasında da uygulama
aynı olmuş: Dava açıldıktan sonra elde edilen deliller ek iddianamelerle değil
de normal yollarla Anayasa Mahkemesi'ne ulaştırılmış, Anayasa Mahkemesi de bu
kanıtlardan, dava tarihinden önceki döneme ait olanları değerlemeye almış, dava
tarihinden (21.05.1997) sonraki döneme ait olanları (örneğin Oğuzhan
Asiltürk'ün, hakkında Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığı tarafından
27.10.1997 gün ve 309/5 sayılı fezleke düzenlenen 19.7.1997 tarihinde yaptığı
konuşmayı) ise değerlemeye almamıştır (Any.Mah.kararı, T.16.01.1998, E.1997/1
(SPK), K. 1998/1, 22.02.1998 tarih ve 23266 sayılı Resmi Gazete, s.279)
3)
Anayasa Mahkemesi, aynı uygulamayı, "sonraki olayların önceki bir iddianın
ispatında delil olarak kullanılamayacağına dair temel hukuk ilkesi"ni
Fazilet Partisi kapatma davasında da (01.02.2001 tarihli ara kararı ile)
sürdürmüştür.
Şimdi
ise, 05.02.2001 tarihli "Ek İddianame" ile Anayasa Mahkemesi'nin hem
dünyadaki tatbikata hem de Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'na uygun olan
yerleşik uygulamasından vazgeçilmesi talep edilmektedir.
Böyle
bir talebin (Ek iddianamenin) "hukukta istikrar ilkesi"ne ters
düşeceği, keyfi uygulamalara yol açacağı, dolayısıyla "Devlete güven
duygusunu" sarsacağı gayet açıktır.
VIII-
EKRANA "MÜCAHİT ERBAKAN" YAZILDI VEYA "ERBAKAN ALKIŞLANDI"
DİYE BİR PARTİ'Yİ KAPATMAK HUKUKA UYGUN DÜŞMEZ.
Tarihen
sabittir ki Yüce Türk Milleti hassastır, kadirşinastır, hak ve hukuka karşı
duyarlıdır. "Mazlum" olarak gördüğü insanların hep yanında olmuştur.
Bu
sebepledir ki;
1)
Aradan 40 yıl geçmesine rağmen merhum Menderes hiç unutulmamıştır.
2)
Darbelerle uzaklaştırılan Sayın Demirel, oylarla, "milli irade" ile
geri getirilmiş; başbakan ve cumhurbaşkanı yapılmıştır.
3)
Bir zamanlar partisi kapatılan, milletvekilliği düşürülen, kendisi tutuklanıp
cezaevine konulan, "bildirilerde" -tüm nezaket kuralları çiğnenerek-
ismi "Bay Ecevit" diye anons edilen Sayın Ecevit'i, bu Yüce Millet,
Başbakan yapmıştır.
4)
Sayın ERBAKAN da vatandaşlar tarafından aynı duygularla alkışlanmıştır.
Sayın
ERBAKAN'ın Fazilet Partisi Büyük Kongresi'nde alkışlanmış olması bu Parti'nin,
Anayasa Mahkemesi'nce temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında
kurulmuş olduğu anlamına gelmez.
Çünkü:
1)
Her şeyden önce Fazilet Partisi, Refah Partisi'nin kapatılmasından önce
kurulmuştur.
Bilindiği
gibi Refah Partisi 16.01.1998 tarihinde kapatılmış, Fazilet Partisi ise
17.12.1997 tarihinde kurulmuştur.
16.01.1998
tarihinde kapatılan bir partinin 17.12.1997 tarihinde bir başka ad altında
kurulmuş olması mümkün müdür'
2)
Sonra Refah Partisi "temelli" kapatılmamış,
"kapatılmış"tır. (Any.Mah.kararı, T. 16.01.1998, E. 1997/1 (SPK), K.
1998/1, 22.02.1998 tarih ve 23266 sayılı Resmi Gazete, s.280)
Bilindiği
gibi Anayasa'mıza göre temelli kapatılan bir parti bir başka ad altında
kurulamaz, kapatılan partiler için böyle bir yasak yoktur.
3)
"Temelli kapatılan bir partinin başka bir ad altında kurulduğuna dair
iddia" o partinin kuruluş aşamasında, en geç kuruluşunu takip eden
"makul bir süre içinde" ileri sürülmesi gereken bir iddiadır.
Çünkü
Anayasa'nın 69/7 maddesiyle SPK'nun 95. maddesinde "Temelli kapatılan bir
parti bir başka ad altında kurulamaz" diyen hüküm, bir partinin ancak ve
ancak kuruluş aşamasında ihlal edebileceği bir hükümdür. Tıpkı Siyasi Partiler
Kanunu'nun 96/III. maddesindeki hükümler gibi:
"Komünist,
anarşist, faşist, teokratik, nasyonal sosyalist, din, dil, ırk, mezhep ve bölge
adlarıyla veya aynı anlama gelen adlarla da siyasi partiler kurulamaz veya
parti adında bu kelimeler kullanılamaz." (SPK. m.96/lll)
Nitekim
Türkiye Birleşik Komünist Partisi 04.06.1990 tarihinde kurulmuş ve isminde
komünist kelimesine yer verdiğinden yani Siyasi Partiler Kanunu'nun 96.
maddesine aykırı davrandığından dolayı hakkında hemen on gün içinde, 14.6.1990
tarihinde kapatma davası açılmıştır.
Aynı
uygulamanın, aynı Kanun'un (SPK'nun) 95. maddesinin;
"Kapatılan
siyasi parti bir başka ad altında kurulamaz" diyen hükmü için de
yapılmalıydı.
Kısaca;
-
Kuruluş belgeleri Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca defalarca incelenmiş,
-
Devletin radyo ve televizyonlarından seçim propagandaları yapmış,
-
Genel, mahalli ve ara seçimlere katılmış,
-
500 civarında belediye başkanlığını kazanmış,
-111
milletvekilliği kazanmış,
-
Hazineden defalarca trilyonları aşan "Devlet yardımı" almış, Bir
parti hakkında, kuruluşundan 3,5 yıl sonra "temelli kapatılan bir partinin
devamı olduğu iddiası ile Ek iddianame düzenlemek", takdir elbette Yüksek
Mahkeme'nindir ama, hukuka ve gerçeklere uygun düşmez; keyfilikten başka bir
anlam ifade etmez.
4)
Kapatılmış bir partinin devamı olduğu iddiası, hem de Türkiye'yi daha
demokratik yapıya kavuşturmak amacıyla yapılan 1995 Anayasa değişikliğinden
öce, üstelik 12 Eylül Rejimi'nin hüküm sürdüğü bir dönemde 1984 yılında, çok
daha güçlü delillerle Doğru Yol Partisi için de ileri sürülmüştür.
Doğru
Yol Partisi'nin kapatılmasını isteyen 6.4.1984 tarihli iddianamenin bir bölümü
özet olarak şöyledir:
"DOĞRU
YOL PARTİSİ'NİN KURULUŞU:
İstanbul'da
Hüsamettin CİNDORUK, Ankara'da da Mehmet GÖLHAN, kapatılmış Adalet Partisi
mensuplarına dayanan bir siyasi parti kurma girişimlerinde bulunmuşlar. Son
derece yoğun bir propagandayı içeren faaliyetleri sonunda Ali Fethi ESENER'in
başkanlığında Büyük Türkiye Partisi 20/5/1983 tarihinde kurulmuştur.
Hüsamettin
CİNDORUK ve Mehmet GÖLHAN'ın Merkez Karar ve Yönetim Kurulunda görev aldıkları
bu partiye 21/5/1983 tarihinde de başta İhsan Sabri ÇAĞLAYANGİL olmak üzere
çoğunluğunu 2533 sayılı Kanunla kapatılan Adalet Partisi'nde bakanlık yapmış
kimseler ile bu partinin eski senatör ve milletvekilleri düzenlenen gösterişli
törenlerle katılmışlardır.
Bilahare
bu tür katılmalar yoğun bir şekilde devam etmiştir.
Genel
Başkanlarınca basına ana sloganlarının, (Büyük Türkiye Partisi, Büyük Türkiye
içindir.) şeklinde açıklanan bu siyasi parti Milli Güvenlik Konseyi'nin
31/5/1983 gün ve 79 sayılı Kararıyla (Büyük Türkiye Partisi'nin bazı
kurucularının, parti kurma faaliyetlerinin serbest bırakıldığı tarihten bu yana
sürdürdükleri tutum ve davranışları ile ..... feshedilmiş bir siyasi partinin
varlık ve felsefesinin devam ettirilmesi ...... apaçık ortaya çıktığı, ayrıca
Anayasanın geçici 4 üncü maddesiyle siyasi kısıtlamaya tabi kılınan kişilerin
de , .... parti kurma faaliyetlerine bizzat katıldıkları..... tespit
edildiği...) gerekçesiyle temelli olarak kapatılmıştır.
Büyük
Türkiye Partisi'nin kapatılmasından sonra bu kez 23/6/1983 tarihinde Ahmet
Nusret TUNA ve arkadaşları tarafından davalı DOĞRU YOL PARTİSİ kurulmuştur.
DOĞRU
YOL PARTİSİ'NİN GELİŞTİRİLMESİNDE İZLENEN YÖNTEM:
(2820
sayılı Kanun'un 96/2 nci maddesine aykırı eylemler):
a)
Büyük Türkiye Partisi'nin kurucularıyla kapatılmış Adalet Partisi'nin ileri
gelenleri, milletvekilleri ve senatörleri kamuoyu oluşturulması amacıyla
düzenlenen, gösterişli törenlerle Doğru Yol Partisi'ne katılmışlardır.
b)
25/3/1984 tarihinde yapılan Mahalli İdareler Seçiminde Hüsamettin CİNDORUK
İstanbul'dan, Mehmet GÖLHAN Ankara'dan Hayri YORGANCIOĞLU'da İzmir'den Büyük
Şehir Belediye Başkanı adayı olarak Doğru Yol Partisi listesinde yer
almışlardır.
c)
Çeşitli toplantılarda, ...... Doğru Yol Partisi'nin Adalet Partisiyle Büyük
Türkiye Partisi'nin devamı olduğu imajının yaratılmasına ....... özen
gösterilmiştir.
aa)
Doğru Yol Partisi Başkanlığınca hazırlanan, kapatılmış Büyük Türkiye Partisi
Basın Müşaviri iken bu partinin kapatılmasından sonra kurulan Doğru Yol
Partisi'nin kurucu üyesi ve basın sözcüsü olan Mehmet MUHSİNOĞLU imzasıyla
TRT'ye gönderilen radyo ve televizyonun seçim haberleri arasında yayınlanan
Doğru Yol Partisi Genel Sekreteri Refik SUNOL'a ait demeçde; (Doğru Yol
demokrattır. Adaletçidir, büyük Türkiyecidir.) sözcükleri slogan olarak
kullanılmıştır. Bu sözcüklerin Doğru Yol Partisi'nin Demokrat Parti ile onun
devamı niteliğinde olan kapatılmış Adalet Partisi ve Büyük Türkiye Partisi'nin
varlık ve felsefesini yansıttığı ve bu partilerin devamı olduğu imajını vermek
amacıyla kullanıldığı bir gerçektir.
Güneş
Gazetesi'nin 18/3/1984 tarihli nüshasının 7 nci sayfasında bir düğün
vesilesiyle çekilmiş Celal Bayar, Süleyman Demirel ile Esat Yıldırım Avcı'yı
birlikte gösteren fotoğrafın alt yazısında (Yılın düğününde oluşan siyasi tablo
anlamlıydı, üç nesil bir aradaydı. Celal Bey'den Süleyman Bey'e, ondan da
Yıldırım Avcı Bey'e intikal eden mühür üç nesli bağlıyordu.) denilmiş ve
böylece davalı Parti tarafından yaratılmak istenen imajın başında da etkili
olduğu ve tuttuğu gözlenmiştir.
bb)
Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Yıldırım Avcı'nın (Doğru Yol Partisi Menderes
meşalesini söndürmemek için kurulmuştur) sözleri de kronolojik açıdan devir ve
teslimi ortaya koyduğu gibi Genel Başkan Esat Yıldırım Avcı ve partinin
sözcüleri tarafından devamlı olarak tekrarlanan (Bizi biliyorsunuz, bizi
tanıyorsunuz.) sözleri de davalı siyasi partinin Adalet Partisi'nin devamı olduğu
imajını vermeye yöneliktir.
Nitekim
davalı Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Yıldırım Avcı 15/2/1984 tarihinde
televizyondaki konuşmasında,...... Bizi ve ... kadrolarımızı biliyor ve
tanıyorsunuz) demiştir.
Yapılan
ve buna benzer konuşmaların, ..... kamuoyunda ne anlamda kabul edildiğine
Tercüman Gazetesi'nde neşredilen Nazlı ILICAK'm (Avcı:... Bizi biliyorsunuz...
Bizi tanıyorsunuz...) makalesi önemli bir delil teşkil etmektedir.
Bu
makalede, Yıldırım Avcı'nın kullandığı deyim ve sözcükler etkisini bulmuş,
..... Doğru Yol Partisi'nin kapatılmış Adalet Partisi'nin devamı olduğu açıkça
.... vurgulanmıştır.
cc)
Doğru Yol Partisi'nin Demokrat Parti ile kapatılmış Adalet Partisi'nin ve Büyük
Türkiye Partisi'nin isimlerini esas alarak kullandığı, Genel Başkan, Genel
Başkan Yardımcıları ve Genel Sekreterleri tarafından tekrarlanan (Doğru Yol
Demokrattır, Adaletçidir, Büyük Türkiyecidir.) sözleri 25/3/1984 tarihinde
yapılan Mahalli İdareler Seçimlerinde İsparta, Samsun ve Erzurum'da düzenlenen
mitinglerin adlandırılmasında da kullanılmış ...... Davalı siyasi partinin
genel merkezince ...gazetelere verilen .... ilânlarda yer alan (dün vardık,
bugün de varız, yarın da olacağız) sözcükleriyle söylenilmek istenilenin ne
olduğu gene aynı ilanda kullanılan (Doğru Yol Partisi başarısı milletçe
görülmüş, beğenilmiş kadroları temsil eder.) cümlesiyle açıklanmıştır. Bu
sözcüklerin 23/6/1983 tarihinde kurulan, 6 Kasım seçimlerine katılmamış,
herhangi bir sorumluluk almamış, icraat yapmamış olan Doğru Yol Partisi'nin
kapatılmış Adalet Partisi'nin devamı olduğunu vurgulamaya yönelik bulunduğu
açıktır.
Yıldırım
Avcı'nın 25/3/1984 Mahalli İdareler Seçim Propagandası sırasında Tire İlçesinde
bir lokalde yaptığı konuşma sırasında halka sorduğu (Gülü solduracak mısınız')
(Bacayı tüttürecek misiniz') (Adresi biliyor musunuz') soruları üzerine olumlu
cevap alınca (öyleyse benim söyleyeceğim yok) sözleri de aynı imajın
verilmesinden ibarettir.
Yıldırım
Avcı'nın (Ülkede ne varsa bizim kadrolarımızın eseridir, tüten fabrika
bacasından, akan çeşmeye kadar her şeyde bizim arkadaşlarımızın el emeği, göz
nuru vardır.) sözleri ve miting için gittiği İsparta'da (maziye bak ne
diyeceğimi anlarsın.) pankartlarıyla karşılanması üzerine onun (şehre Demirel
Bulvarıvla giriyoruz. Antalya'ya Menderes Bulvarıvla devam ederiz) şeklînde
görüş ve düşüncesini açıklaması amacını göstermektedir.
Doğru
Yol Partisi'nin kapatılan Adalet Partisi'nin devamı olduğu ...... miting
meydanlarındaki toplulukların (muhteşem Süleyman), (İslamköyden esen yeller
Doğru Yola Selam söyler), (Doğru Yol İslam Köyün ruhunu taşır.) pankart ve
sloganlarıyla dile getirilerek, halk topluluklarında da karşılığını bulmuştur.
Genel
Başkan Esat Yıldırım Avcı, Denizli'nin Çal İlçesinde yaptığı bir kapalı salon
toplantısında.... (Biz anamızın karnından, milletin bağrından ve atın böğründen
çıkarak geldik.) sözlerini kullanmıştır. Kapatılmış Adalet Partisinin amblemi
gözönünde bulundurulduğu takdirde bu sözlerden neyin amaçlandığı açık olarak
gözlenmektedir.
dd)
Doğru Yol Partisi'nin 25/3/1984 Mahalli İdareler Seçimleri nedeniyle propaganda
gezilerinde kullandığı otobüse (SÜVARİ) adı verilmiştir.
Seçim
gezisi sırasında uğranılan yerlerde karşılayıcıların bir kısmının (Kırata
binerek) gösteri yapmaları, Doğru Yol Partisi'nin Adalet Partisi'nin devamı
olduğu yolunda halk yığınlarının yönlendirilmesine yönelik propagandanın
etkisinin bir kanıtı olarak gösterilebilir.
d)
Adalet Partisi'nin üst düzey yöneticiliklerinde bulunmuş, Büyük Türkiye
Partisi'ne ve bilahare Doğru Yol Partisi'ne katılmış kişilerde Doğru Yol
Partisi'nin kapatılmış Adalet Partisinin ve Büyük Türkiye Partisinin devamı
olduğunu göstermeye yönelik faaliyetlerde bulunmuşlar, onların bu doğrultudaki
beyan ve eylemleri Doğru Yol Partisi ve yöneticileri tarafından engellenmemiş
bilhassa destek görmüştür. Örneğin;
1)
İsparta mitingindeki (Selam Doğru Yol Partili süvariler, milliyetçi Türkiye
geliyor, Adaletçi süvari, İsparta şahlanıyor) şeklindeki sunuştan sonra İhsan
Sabri ÇAĞLAYANGİL yaptığı konuşmasının bir yerinde (Mühür bizde demek, mühür
kimdeyse Süleyman odur demekse, burası İsparta Süleyman'ın kim olduğunu siz
Özal'dan daha iyi bilirsiniz...) demiş olması,
2)
Doğru Yol Partisi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Hüsamettin
CİNDORUK'un (Başkanımız Keçeli Üsküdar toplantısında Doğru Yol Partisi Adalet
Partisinin devamıdır demiş galiba Keçeli sürçü lisan eylemiş çünkü devamı değil
ta kendisidir) şeklindeki beyanı ve Doğru Yol Partisi İstanbul İl Başkanı Yaşar
Keçeli'nin Üsküdar'da 11/2/1984 günü yapılan parti toplantısında Demokrat,
Adalet ve Büyük Türkiye Partisinin felsefesi ve adları ve kuruluş tarihindeki
sıralamaya uygun olarak gerçekleştirdiği (...ancak bir fikrin devamıyız, bu
fikrin başlangıç noktası 1946'nın şafağı 1961'in fecri ve 1983'ün Doğru
Yolu'dur...) (Doğru Yol Partisi'nin temel felsefeleri demokrat olmak, adaletçi
olmak ve büyük Türkiyeci olmaktır) şeklindeki sözleri.
3)
Doğru Yol Partisi Genel Sekreteri Refik SUNOL'un Ankara Maltepe Gölbaşı
Sinemasında yapılan toplantıda (Doğru Yol Partisi'nin 1946'dan bu güne gelen
fikirlerin partisi olduğuna) ilişkin açıklaması.
4)
Doğru Yol Partisi Elmadağ İlçesi Başkanı Ahmet YILDIZ (Yılmaz)'ın 4/2/984 günü
Gölbaşı Sinemasında yapılan toplantıda (Kapatılan Büyük Türkiye Partisi'nin
devamı olan Doğru Yol Partisini temsilen konuşuyorum) dedikten sonra (1946'da
başladık, 1960'da bitti, 1962'de başladık 1971'de bitti. Büyük Türkiye
Partisi'yle Doğru Yol Partisi'nde yine başlıyoruz) şeklindeki açıklaması.
5)
Kapatılan Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel'in kardeşi Şevket Demirel'in
Antalya mitingindeki (Doğru Yol Partisi'nin bizim yolumuzda olduğunu
söylüyorum, 6 Kasım'da bütün kapılar kilitlenmiş, sizler bir odaya konulmuş
vaziyette oy kullandınız. Ben Demirel yoktum. Şimdi varım. Ben Doğru Yol
Partisi'nin bizim yolumuz olduğunu söylüyorum. Geçmiştekilere iyi bakarsanız ne
demek istediğimi iyi anlarsınız) şeklindeki konuşması.
6)
Doğru Yol Partisi Karacabey İlçe Yönetim Kurulunun 17/8/1983 günü halka açık
olarak yaptığı toplantıda Doğru Yol Partisi'nin kapatılmış Adalet Partisinin
devamı olduğunun ilçe Yönetim Kurulu Başkanı ve üyeleri tarafından açıklanması.
Doğru
Yol Partisi'nin kapatılmış Adalet Partisi ve Büyük Türkiye Partisi'nin devamı
olduğu yolunda parti yöneticilerinin iddia, beyan ve uğraşılarının parti
kuruluşları ve mahalli teşkilatta bulunan kimseler tarafından benimsenerek
parti faaliyeti olarak yürütüldüğünü kanıtlamaktadır. Bu uğraşı ve faaliyetin
vatandaş indindeki etkisine Nazilli'den Ali Erkut tarafından gönderilen,
gazetelerden kesilmiş Doğru Yol Partisi'ne ait haber kupürlerinin fotokopileri
örnek olarak gösterilebilir.
Davalı
siyasî partice bu konuda yürütülen faaliyet sınır tanımayan boyutlara
ulaşmıştır. Yapılan törende çekilen fotoğrafla verilen "Süleyman Demirel
ile Nazmiye Demirel Doğru Yol'a kayıt yaptırdı" bu tür eylemlerden
biridir.
2820
SAYILI KANUNUN 97 NCİ MADDESİNE AYKIRI EYLEM: Doğru Yol Partisi Genel Başkanı
Yıldırım Avcı'nın propaganda gezisi sırasında 21/3/1984 günü çeşitli yerlerde
yaptığı (Demokrasi tarihinin beyaz sayfalarında iki seçim birer kara leke
olarak kalacaktır. Bunlardan birisi 1946 seçimleri, diğeri ise bu iktidarı
doğuran seçim kurulunun yarattığı 6 Kasım 1983 seçimleridir. Hata beşer
icabıdır. Tashihi fayda verecektir. Bu hata millet tarafından seçimlerde tashih
edilecektir) şeklindeki konuşmasını Manisa Cumhuriyet Alanında 21/3/1984
tarihinde düzenlenen açık hava toplantısında da tekrarladığı saptanmış ve
hakkında Ege Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığının 23/3/1984 gün
1984/14164-135-56 sayılı iddianamesiyle dava açılmıştır.
SONUÇ
Doğru
Yol Partisi Genel Merkezince düzenlenen ve parti Genel Başkanlığınca 25/3/1984
Mahalli İdareler Seçimleri dolayısıyla çeşitli gazetelere propaganda amacıyla
verilen ve her biri bir bildiri niteliğini taşıyan tam sayfa ilanlar, bu Siyasi
Partinin Genel Başkanı, Genel Sekreteri ve diğer yetkililerince çeşitli
yerlerde yapılan, yukarıda değinilen beyanları, faaliyetleri ve genelde Davalı
Siyasi Partinin Genel Merkezi ile tüm teşkilatının faaliyeti, sözcü ve
üyelerinin Partice benimsenen beyan ve eylemleri 2820 sayılı Siyasi Partiler
Kanununun 96/2 ve 97 nci maddelerine aykırı bulunduğundan, aynı Kanunun 101/b
maddesi nazara alınarak davalı Doğru Yol Partisi'nin kapatılmasına karar
verilmesi arz ve talep olunur." (AMKD, S.20, ss.452-459)
Hemen
belirtelim ki bu talep ve iddiaların tamamı Anayasa Mahkemesi tarafından
oybirliği ile reddedilmiştir. (Any.Mah.Kararı. T.28.9.1984, E. 1984/1 (SPK), K.
1984/1; AMKD, S.20, s.543)
IX-
EĞER FAZİLET PARTİSİ KONGRESİNDE YAPILAN TEZAHÜRAT VE ATILAN SLOGANLAR SUÇ
TEŞKİL EDİYOR İDİYSE İLK ÖNCE ASIL SUÇLULARIN CEZALANDIRILMALARI GEREKİRDİ
Bilindiği
gibi Ek iddianame Fazilet Partisi'nin 1. Olağan Kongresi'nde yapılan tezahürat
ve atılan sloganlar sebebiyle düzenlenmiştir.
Eğer
bu tezahürat ve sloganlar, bir siyasi partinin temelli kapatılmasını
gerektirecek kadar Anayasa hükümlerini ve kamu düzenini ihlal etmiş ise,
Devletin, derhal harekete geçerek söz konusu tezahüratı yapanlarla sloganları
atanlar hakkında ceza davası açması gerekirdi.
Oysa,
-
Ne tezahürat yapanlar için
-
Ne slogan atanlar için
-
Ne Kongre salonundaki ekran sorumlusu için
-
Ve ne de Kongre Tertip Heyeti için herhangi bir kovuşturma dahi yapılmamıştır.
Halbuki,
eğer bir yerde bir "yasak" ihlal edilmiş, bir "suç"
işlenmiş ise Devlet'in ilk görevi derhal asli failleri, gerçek suçluları
yakalamaktır.
Konuyu,
biri Türkiye'den diğeri de Avrupa'dan olmak üzere iki örnekle açıklamak uygun
olacaktır.
Şöyle
ki:
1)
Türkiye'de, 1996 yılında HADEP Kongresi'nde, şu meşhur "Bayrak
olayı"nın yaşandığı Kongre'de yapılan tezahürat ve atılan sloganlar
sebebiyle önce asıl failler cezalandırılmış sonra Parti hakkında dava
açılmıştır.
2)
Çok daha ciddi bir olay İspanya'da "Yüksek Mahkeme'nin üç yargıçlı Ceza
Dairesi kararıyla gündeme geldi ve yargıçlar Herri Batasuna (Halk Birliği)
yöneticileri ile, silahlı Bask Örgütü ETA arasında bağlantı kurdu; ayrılıkçı
Bask siyasi örgütü kollejiyal yönetimin 23 yöneticisini yedi yıl hapis ve
500.000 pezetas ödemeye mahkum etti.
Özerk
Bask Parlamentosunda 18, Ulusal Parlamentoda 2 temsilcisi olan Herri Batasuna
Partisi kapatılmadı." (Prof. Dr. Bakır ÇAĞLAR ve Doç. Dr. Naz ÇAVUŞOĞLU,
"Parti Kapatma Davalarında Mermer-Mozaik İkilemi", Anayasa Yargısı,
Sayı; 16, s.173, Ankara-1999)
Bütün
bunlara karşı;
-
Fazilet Partisi Kongresi'nde yapılan tezahüratlarla atılan sloganların suç
teşkil etmediği
-
Bu yüzden failler hakkında cezai takibata geçilmediği, söylenebilir.
Doğrudur:
Ortada yasak yok, suç yok, suçlu yok: Kovuşturma yok. O halde Parti hakkında
niçin dava açılabiliyor'
Burada
"evrensel üç hukuk kural hatırlatmak isteriz:
1)
"Fail için suç olmayan fiil, başkaları için suç olamaz"
2)
"Suçluluğu mahkeme kararıyla sübut buluncaya kadar hiç kimse suçlu
sayılamaz" (Any.m.15/son, m.38/IV, AİHS, m.6/2)
3)
"Hak ve hürriyetler asıl, yasaklar istisnaidir."
Bu
sebepledir ki Anayasa'mızın:
-13.
maddesi temel hak ve hürriyetlerin hangi hallerde nasıl kısıtlanabileceğini,
-
15. maddesi de temel hak ve hürriyetlerin hangi hallerde ve nasıl
durdurulabileceğini düzenlemiştir. Bu durumda Prof. Dr. Nevzat TOROSLU'nun
dediği gibi:
"Yasaklanmayan
her davranışı hukuken meşru saymak gerekir. "(Nevzat Toroslu, Ceza Hukuku,
Savaş Yayınları 1994, Ankara, s. 28)
Kaldı
ki Anayasa Mahkemesi, bütün parti yasaklarının "suç" teşkil ettiğini,
başka bir ifadeyle 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nda "suç teşkil
etmeyen yasak bulunmadığını", 1987 yılında "oybirliği" ile
tespit ederek hüküm altına almıştır. (Any. Mah. Kararı, T.22.5.1987, E.1986/13,
K.1987/12, AMKD, Sayı: 23, ss.252-255)
Hukukun
gereği de, Anayasa'ya uygun olan da budur.
Çünkü,
yine hukukun temel bir kuralına göre;
"Ne
ki yasak değil, serbesttir." Yani yasak olmayan herşey serbesttir.
Batı
Dünyası, günümüzden tam 212 yıl önce bu temel kuralı şu şekilde formüle edip
tüm insanlığa duyurmuştur:
"Hürriyet
başkasına zarar vermiyen her şeyi yapabilmekten ibaret olup her şahsın tabii
haklarını kullanması diğer cemiyet azasının ayni haklardan istifadelerini,
temin eyliyen hudutlarla sınırlanmıştır. Bu hudutlar yalnız kanun tarafından
tayin olunabilir."
[İNSAN
VE YURTTAŞ HAKLARI BEYANNAMESİ, m.4, (Paris, 26 Ağustos 1789)]
Kaldı
ki:
1)
Kongrede herhangi bir kimse lehinde veya aleyhinde tezahürat yapılması, bir
partinin temel politikasıyla ilgili olamayacağı gibi bu gibi haller her parti
kongresinde sık sık görülebilen ahvali adiye'dendir.
2)
Kongre salonunda 1195 delegeye karşılık, çeşitli partilere mensup veya partisiz
30.000 civarında seyirci de vardı. Seyircilerin de katıldığı bir kongrede bir
takım söz veya hareketler yapıldı diye bunlar üzerine müspet veya menfi
hükümler bina edilmesi, ciddi ve hukuki bir yaklaşım sayılamaz.
3)
Bu tür tezahürat veya sloganlar birer emrivaki şeklinde, aniden Kongre
başkanlık divanının da bilgisi ve kontrolü dışında ortaya çıkar.
4)
Buna rağmen parti yetkilileri duruma derhal müdahale etmiş, söz konusu
tezahürat ve sloganların tekrarlanmasını önlemişlerdir.
5)
Bir parti büyük kongresini, ancak o kongrenin gündemine dahil edilen ve
kongrede müzakere edilerek resmen karar altına alınan hususlar ilzam edebilir.
Beklenmedik çıkışlar dolayısıyla bir partinin kapatılması cihetine gidilecek
olursa, sabotajlar, provokasyonlar yapılması sonucunda bu haller bizi
partilerin siyasi hayatına hiç yoktan son verilmesi gibi yanlış bir sonuca
götürür. Zira hemen her kongrede istenmeyen kişi ve gruplar tarafından sıra
dışı hareketler yapılabilir. Bu tür olaylar parti tüzel kişiliğinin kararı gibi
değerlendirmeye tabi tutulursa, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları
sayılan siyasi partilerin hayatı ve devamı istikrarını kaybeder.
6)
Kaldı ki Yüksek Mahkemenizin yerleşik içtihatlarına ve emsal kararlarına göre
dava açıldıktan sonra meydana gelen olaylar ve bu olaylarla ilgili bantlar o
davada kesinlikle delil olarak kabul edilemez.
Her
türlü tahkikat aşamasından geçerek, karar safhasına kadar gelmiş bulunan bir
davada, delil sayılmayan bantlara veya belgelere dayanılarak, Ek iddianame
taktiğine iltifat edilecek olursa, bu tür davaların hemen hepsinde Mahkemenin
uyguladığı prosedür sil baştan alt üst edilerek geçersiz kılınabilir. Bu suretle
davalar fuzuli olarak uzatılmış olur.
7)
Prof. Dr. Mustafa ERDOĞAN'ın da belirttiği gibi Ek iddianame
"..bu
davada öne sürülmüş olan iddianın hakikatini şüpheli hale getirir. Aynı
konudaki yeni iddiaların yargı tarafından sınanması için derdest davanın sonuçlanmasını
beklemek gerekir. Aksine hareket etmek 'dava' tekniğinin hukuktaki anlamını
kemirmeye, davaların, 'hukuka uygunluğu şüpheli bir durumu kesin karara
bağlama' işlevini esnetmeye ve hukuka uygunluk sorununun uzun süre askıda
kalmasına yol açmak suretiyle hukuki istikrarsızlığa neden olur. Bu yol bir
kere benimsenince, arkasından zincirleme davaların sökün etmemesi için bir
neden yoktur. Yani Yargıtay Başsavcılığı aynı mantıkla, Fazilet Partisi
hakkında her ay yeni bir dava açılabilir ve Anayasa Mahkemesi de ilkini kabul
ettiğine göre, zincirleme davaları kendisiyle tutarlı kalarak reddedemez. Bu
durumun, 'demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarından sayılan bir parti
için nasıl bir belirsizlik, hatta güvensizlik yaratacağını tahmin etmek zor
olmasa gerektir" [Mustafa ERDOĞAN, FP ve "Devam" Sorunu,
14.2.2001 tarihli Radikal Gazetesi]
8)
Anayasa Mahkemesi, Ek İddianame ile delil diye sunulan konuları daha önce
incelemiş, Davaya müessir görmediği için ret etmiştir.
Her
ne kadar ret gerekçesi, Dava tarihinden sonra elde edilen belgelerin tetkike
alınmayacağı hususuna teallük etmekte ise de Yüksek Mahkemenin esasa müessir
görmediği bir konuyu, sadece usul noktasından ret etmiş olması, delil yapılmak
istenilen konuların esas bakımından kabule şayan olduğu anlamına gelmez.
Bil'akis esastan da önemsiz iddialar olduğu manasını tazammun eder.
9)
Böyle olduğu için, C. Başsavcılığının sırf Kongre ile ilgili önemsiz, geçersiz,
neticeye müessir olmayan hususları ille de Yüksek Mahkemenin tetkikine sunmak maksadıyla,
ek iddianame taktiğine başvurması, Yüksek Mahkemenin kanunlara dayalı olan
prensip kararı veya içtihadına karşı bir nevi hukuk hilesi sayılması ve tetkike
alınmaması gerekir.
SONUÇ
: Fazilet Partisi hakkında ek olarak tanzim edilen, ancak gerek yukarıda
arzettiğimiz sebeplerden dolayı, gerekse hemen ilk bakışta anlaşılacağı üzere;
1)
Hem "mülga hükümlere" hem "yanlış temellere" dayanan.
2)
Hem Anayasa'ya hem hukukun temel kurallarına aykırı olan,
3)
Hem dava ekonomisine hem de dava tekniğine ters düşen,
4)
"Hiçbir yeni delil" ve "hiçbir yeni talep" içermeyen,
5)
Herhangi bir hukuki dayanağı bulunmayan,
6)
Anayasa Mahkemesi'nin, "ek delillerin reddi" konusundaki 01.02.2001
tarihli kararını hükümsüz kılmayı amaçlayan, bu özelliği ile;
7)
Anayasa yargısında belki de Türk Hukuk Tarihinde hukuku dolanmanın "ilk
tipik örneği"ni teşkil eden 05.02.2001 tarihli Ek iddianame ile acılan
dava hakkında, önceki savunmalarımız da dikkate alınarak -tıpkı kendisi gibi
hukuki dayanaktan yoksun bulunan 07.05.1999 tarihli dava ile birlikte- red
kararı verilmesini Yüksek Mahkeme'nin takdirlerine arz ederim. Saygılarımla.
12.03.2001
X-
ESAS HAKKINDA GÖRÜŞ
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 23.3.2001 günlü Esas Hakkındaki Görüşü şöyledir:
Esas
hakkındaki görüşümüzü açıklamaya başlarken öncelikle davalı siyasi parti sayın
Genel Başkanının 12.03.2001 tarihli ön savunmasında yer alan ve 22.01.2001
günlü Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilen yazı ile 5.2.2001 tarihli ek
iddianame hakkında ileri sürülen haksız tarizleri yanıtlamak zorunlu
görülmüştür.
Şöyleki;
Ön
savunmaya göre;
5.2.2001
tarihli iddianame;
A-
Mülga hükümlere ve yanlış temellere dayandırılmıştır.
B-
Anayasa Yargısında - belki de Türk Hukuk Tarihinde-hukuku dolanmanın ilk tipik
örneğini teşkil etmektedir.
Aşağıda
açıklayacağımız nedenlerle, ileri sürülen bu tarizler özellikle yapılan, yanlış
anlama ve algılamanın doğal sonucudur.
A-
5.02.2001 günlü Ek İddianame'de, Anayasanın 69 uncu maddesinin 7 nci fıkrasında
yer alan "Temelli kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz"
buyurucu hükmüne dayanılmıştır.
İddiamızın
temeli, davalı partinin Anayasa Mahkemesince kapatılan Refah Partisi'nin bir
başka ad altında kurulması olduğuna göre; Refah Partisinin kapatılmasına
ilişkin Anayasa Mahkemesi kararının öncelikle irdelenmesi zorunludur.
Anayasa
Mahkemesi'nin 16.1.1998 gün ve E.1997/1 (Siyasi Parti Kapatma) ve K.1998/1
sayılı kararının sonuç bölümünde aynen;
"Laik
Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri nedeniyle Anayasa'nın 68 ve 69 . maddeleri
ile 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın 101.maddesinin (b) bendi ve 103 üncü
maddesinin birinci fıkrası gereğince Refah Partisinin kapatılmasına...."
denilmektedir.
Kararda
dayanılan ve karar tarihinde yürürlükte bulunan 28.3.1986 gün ve 3270 sayılı
Kanunun 18 nci maddesiyle değişik 103 ncü maddenin birinci fıkrası,
"Bir
siyasi partinin, bu Kanununun 78 ilâ 88 ve 97 nci maddeleri hükümlerine aykırı
fiillerin işlendiği bir mihrak haline geldiğinin sübuta ermesi halinde o siyasi
parti Anayasa Mahkemesince kapatılır" hükmünü taşımaktaydı.
Diğer
taraftan, Yüksek Mahkeme anılan kararında Refah Partisi'nin "Laik
Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri" ni tespit ederek öncelikle
Anayasanın üstünlüğünü ve buyuruculuğunu gözeterek 23.7.1995 gün ve 4421 sayılı
Kanunun 6 ve 7 nci maddeleri ile değişik 68 ve 69 ncu maddelerine dayanmıştır.
69
uncu maddenin 6 nci fıkrasında,
"Bir
siyasi partinin 68 nci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı
eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin
işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi
halinde karar verilir."
68
nci maddenin 4 ncü fıkrasında ise;
"Siyasi
partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik cumhuriyet ilkelerine
aykırı olamaz; ....." hükümleri yer almaktadır.
Ve
Refah Partisi lâik cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemleri sabit görüldüğü için
kapatılmıştır.
Bu
nedenle Anayasa Mahkemesinin anılan kararında yeralan "Refah Partisi'nin
kapatılmasına"ilişkin hükmün, gerek niteliği ve içeriği, gerekse dayandığı
Anayasal ve yasal gerekçeler ve Anayasa hükümlerinin üstünlüğü ve buyuruculuğu
bağlamında "temelli kapatma" olduğunda kuşku yoktur. Siyasi Partiler
Kanununun karar tarihinde yürürlükte bulunan 103 ncü maddesinde yer alan
"kapatma" tabiri bu bağlamda Anayasanın 69/6 ncı maddesinde yer alan
"temelli kapatma" ile eş anlamdadır
İşte
bu belirleme sonucu, gerek 22.01.2001 günlü yazımızda ve gerekse 5.02.2001
günlü ek iddianamemizde Siyasi Partiler Kanununun karar tarihinde yürürlükte
bulunan 103 ncü maddesi zühulen değil, bilerek ve Anayasanın 69 ncü maddesinin
7 nci fıkrasının açılan davalarda neden uygulanması gerektiğini irdelemek için
açıklanarak vurgulanmıştır.
B-
Davalı Parti savunmalarında, Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası'nda düzenlenen
siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin davaların, ceza davası niteliğinde
olduğunu, bu nedenle davada ceza hukuku ilkelerinin uygulanması gerektiğini
ileri sürmüştür.
"Anayasa'nın
"Siyasi partilerin uyacakları esaslar"ı belirleyen 69. maddesinin
dördüncü fıkrasında, "Siyasi partilerin kapatılması,Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı'nın açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesi'nce kesin olarak karara
bağlanır" denilmiş, hangi hallerde siyasi partilerin kapatılmasına karar
verilebileceği de diğer fıkralarda ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Anayasa
Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un, 4480 sayılı Yasa
ile değiştirilen 33. maddesinde ise "Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
tarafından açılan siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin davalar, Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle dosya üzerinde
incelenir ve karara bağlanır" kuralına yer verilmiştir.
Bu
düzenleme biçimi, yasakoyucunun siyasi partilerin yasaya aykırı eylemlerinin
kapatılma yaptırımına bağlanmasını Ceza hukuku ilkelerine daha yakın bulduğunu
göstermektedir. Ancak, ceza davalarında, ceza yargılamasına özgü usul
kurallarının uygulanması doğal olduğuna göre, parti kapatma davalarında
özellikle aynı usulün uygulanacağının belirtilmesine gerek duyulması, bu
davaların geleneksel anlamda bir ceza davası olmadığını ortaya koymaktadır.
Bununla birlikte, yasaların yaptırım öngördüğü hallerde, konunun temel hak ve
özgürlüklerle yakın ilgisi nedeniyle yasak eylemlerin ve bunlara uygulanacak
yaptırımların yasalarla belirlenmesi gibi temel ilkelerin gözönünde
bulundurulması da Anayasal bir zorunluluktur.
Bu
temel özellikleri taşıma gereği yönünden, hukukun diğer alanlarına göre ceza
hukukuna daha yakın kabul edilse de, siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin
davalar, bütünüyle ceza hukuku kurallarıiçinde değerlendirilmesine olanak
bulunmayan kendine özgü davalardır. Ayrıca, siyasi partilere yasaklanan eylemlerin
niteliği, bunların kapatılma sonucunu doğurabilmesi için aranan koşullar ve
uygulanan yaptırım türünün ceza hukukundaki suç ve cezalardan farklılık
göstermesi de bu davaların kendine özgü niteliğini öne çıkarmaktadır."
"Anayasa
Mahkemesinin'16.1.1998 gün Esas:1997/1 (Siyasi Parti Kapatma) K. 1998/1 -
Sahife:251 - 252)
Fazilet
Partisi'nin 14.05.2000 gününde yapılan 1 nci Olağan Kongresine ait video
kasetler ile 15.05.2000 günlü Hükümet Komiseri raporu ek delil olarak
12.12.2000 günlü yazımızla Anayasa Mahkemesine sunulmuş, Yüksek Mahkemenin
1.2.2001 günlü ara kararıyla "2949 sayılı Anayasa Mahkemesi'nin Kuruluşu
ve Yargılama Usulleri hakkında Kanunun 33. maddesinin göndermede bulunduğu Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanununun 150 ve 257 nci maddelerine göre, davanın açıldığı
tarihten sonraki olayları içeren video kasetlerinin kanıt olarak
değerlendirilmesine yer olmadığına ve istemin reddine" karar verilmiştir.
Yüksek
Anayasa Mahkemesi'nin "Siyasi Partilerin Kapatılması" davalarının
ceza davası niteliği taşımadığına ilişkin, alıntı yaptığımız kararındaki
gerekçelere aynen katılmakla birlikte ek olarak siyasi partilerin siyasal süreç
içerisinde kesintisiz siyasi faaliyette bulunması olgusu, dava ekonomisi ve
davanın niteliği itibarıyla karar verilinceye kadar sunulan kanıtların inceleme
ve değerlendirmeye alınmasında yarar bulunduğuna ilişkin görüşümüzü
koruduğumuzu ek iddianamede belirtmiştik.
Ayrıca
ceza davalarının, başka bir deyişle ceza Hukukunun kendine özgü teselsül,
içtima, tekerrür, zaman aşımı, takdiri ve kanuni azaltıcı veya indirici
nedenler, cezayı kaldıran yasal nedenler v.s. gibi kurumlarına kapatma
davalarının yabancı olduğunu ve özellikle CMUK.nun 150 ve 257 nci maddelerinin
salt ceza davalarında uygulanabileceğini bu düşüncelerimize eklemek mümkün
olmakla beraber Yüksek Mahkemenin 1.2.2001 tarihli kesin sonuç doğuran ara
kararı karşısında bu düşüncelerin pratikte bu dava yönünden bir yararı
bulunmamaktadır.
Siyasi
Partiler, Anayasanın 68/2 maddesi uyarınca demokratik siyasi hayatın
vazgeçilmez unsurlarıdır. Ancak Siyasi Partilerin Anayasadaki kimi özgürlükleri
araç olarak kullanarak demokratik hak ve özgürlükleri ve bütünüyle demokrasiyi
ortadan kaldırmaları olasılığına karşı ve dünyadaki çeşitli örnekleri de
gözetilerek aynı maddenin 4 ncü fıkrasında siyasi partilerin uymaları gerekli
esaslar belirlenmiştir. Siyasi Partiler Kanununun Dördüncü Kısmında da
"Siyasi Partilerle İlgili Yasaklar" üst başlığı altında
"Demokratik devlet düzeninin korunması" "Milli Devlet Niteliğinin
Korunması" "Atatürk İlke ve İnkılaplarının ve Lâik Devlet Niteliğinin
Korunması" ve "Çeşitli Yasaklar" alt başlıkları ile siyâsi
partilerin siyasi faaliyetleri düzenlenmektedir. Bu kurallar lâik, demokratik
Cumhuriyetin hukuki koruma silahlarıdır. Ve hiçbir Demokraside; Demokrasiyi yok
etme özgürlüğü yoktur.
Demokrasinin
uzlaşma, anlaşma ve hoşgörü rejimi olduğu, milli iradenin siyasi partiler
vasıtası"-ile oluşacağı ne kadar doğruysa, demokratik kuralların dışına
çıkan, özellikle demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan lâiklik ilkesini yok
etmeye çalışan Siyasi Partilerin Demokratik rejim için en büyük tehlike olduğu
gerçeği de bir başka doğrudur. Bu tehlikenin önlenmesi için yapılması gereken
yine Anayasa ve Yasa'da gösterilen hukuki yolların kullanılmasıdır. Hiç kimseye
veya kuruluşa Lâik, demokratik Cumhuriyeti yok etme özgürlüğü tanınmamıştır.
Bu
nedenle, Yüksek Mahkemenin ibraz edilen kasetleri ve raporu davanın açıldığı
tarihten sonraki olayları içerdiği gerekçesi ile CMUK.nun 150 ve 257 nci
maddesine dayanarak kanıt olarak değerlendirilmesi istemini reddinden, başka
bir deyimle "parti kapatma" davalarını ceza davası olarak kabulünden
sonra, bu kabule uygun biçimde ceza davalarında uygulaması her zaman görülen,
dava tarihinden sonraki eylemler için izlenmesi gerekli tek yol olan ek
iddianame düzenleyerek dava açma zorunlu olmuştur. Parti kapatma davalarının
yukarıda açıkladığımız özellikleri itibarıyla elde edilen tüm delillerin
irdelenip değerlendirilmesini sağlamak görevimizdir.
Bir
siyasi partinin uzun süre kapatma davasının tehdidi altında kalmasının
sakıncalarının bilincinde olmakla birlikte böyle önemli bir davanın eksik
kanıtla sonuçlandırılmasının Anayasal düzenin korunması yönünden daha büyük
sakınca yaratacağına inanmaktayız. Bu itibarla ek iddianame'miz "hukuk hilesi,
hukuku dolanmanın tipik örneği" değil, hukukun ve görevimizin gereğidir.
ESAS
HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜMÜZ,
Açıklayacağımız
görüş Yüksek Mahkemenin 7.02.2001 gün Esas 2001/1 (Siyasi Parti Kapatma)
Karar:2001/1 sayılı kararı ile birleştirilen 1999/2 esas sayılı dosyada yer
alan "Fazilet Partisi'nin Anayasanın 69/7 maddesi uyarınca temelli
kapatılması" na ilişkin dava hakkındaki görüşümüzü de içermektedir.
l-
REFAH PARTİSİ ANAYASA MAHKEMESİ TARAFINDAN TEMELLİ KAPATILMIŞTIR.
Yukarıda
açıkladığımız üzere Refah Partisi "Lâik Cumhuriyet ilkesine aykırı
eylemleri" nedeniyle Anayasanın 69 ncu maddesinin 6 ncı fıkrası göndermesi
ile 68 nci maddesinin 4 ncü fıkrası ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun
karar tarihinde yürürlükte bulunan 101/b ve 103/1 maddeleri uyarınca kapatılmıştır.
Anayasa Mahkemesinin 16.1.1998 gün ve 1997/1- 1998/1 sayılı kararında yer alan
"refah partisinin kapatılmasına" ibaresi "temelli kapatma"
ile eş anlamlıdır. Dayanılan Anayasa maddelerinde gösterilen ve sabit görülen
laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemlerin yaptırımı "temelli
kapatma" dır. Anayasanın üstünlüğü ve buyuruculuğu ilkesi karşısında refah
partisinin "temelli kapatıldığı" hukuken tartışılmaz bir gerçektir.
II-
TEMELLİ KAPATILAN BİR PARTİNİN BİR BAŞKA AD ALTINDA KURULMASININ YAPTIRIMI O
PARTİNİN DE TEMELLİ KAPATILMASIDIR.
Anayasa'nın'69
ncu maddesinin 7 nci fıkrası uyarınca "Temelli kapatılan bir parti, bir
başka ad altında kurulamaz".
Anayasanın
temelli kapatmayı düzenleyen 69 ncu maddesinin 6 ncı fıkrası, 68 nci maddenin 4
ncu fıkrasına gönderme yapmakta ve bu fıkrada siyasi partilerin eylemlerinin
Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan
haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik
ve laik cumhuriyet ilkelerine, aykırı olamayacağını öngörülmektedir.
Bu
esasların Devletin; Demokratik Lâik Cumhuriyetin yaşama koşulları olduğunda
kuşku yoktur. Anayasa koyucu bu koşulları tehlikeye düşüren siyasi partilerin
temelli kapatılacağını hükme bağlıyarak bu tür partilere yaşam hakkı
tanımamıştır.
Lâik
Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri nedeniyle Anayasa hükümleri gereğince
temelli kapatılan bir partinin başka bir ad altında kurulmasına, aynı
Anayasanın göz yumarak kurma eylemini yaptırımsız bıraktığını kabul etmek
olanaklı değildir. Zira, Anayasa abesle iştigal etmez.
Anayasa
yargısında, Anayasa hükmünün somut olayda doğrudan uygulanması mümkün olduğu
takdirde sorun bu uygulamayla çözülmelidir.
"Kurulamaz"
buyurucu hükmünün somut olayda uygulama olanağı vardır ve kurulursa ne olur
sorusunun tek yanıtı "temelli kapatılır" olacaktır.
Kaldı
ki, Anayasanın 153/son maddesi uyarınca, Anayasas Mahkemesi Kararları yasama,
yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri
bağlar. Bu bağlayıcı hükme aykırılığın, değişik bir deyimle temelli kapatılan
bir partinin bir başka ad altında kurulduğu olgusunun, yine Anayasa Mahkemesi
tarafından tespit edilmesi halinde bağlayıcılığın yeniden ve doğrudan
sağlanması ve bu partinin de temelli kapatılmasına karar verilmesi suretiyle
bozulan Anayasal Düzenin bu parti kurulmadan önceki haline getirilmesi
zorunludur.
III-
FAZİLET PARTİSİ, ANAYASA MAHKEMESİNCE TEMELLİ KAPATILAN REFAH PARTİSİ'NİN BİR
BAŞKA AD ALTINDA ÖRGÜTLENMESİ, BİR BAŞKA DEYİMLE DEVAMIDIR.
Temelli
kapatılan bir partinin bir başka ad altında kurulduğunu saptamak için incelenip
irdelenmesi gereken hususlar şunlardır;
A-
KURULUŞ VE ÖRGÜTLENME
Fazilet
Partisi 17.12.1997 tarihinde, Refah Partisine yakınlığıyla bilinen ve kısa adı
Hu-Der olan Hukuki Araştırmalar Derneği yönetim kurulu üyesi Avukat Muzaffer
Önder'in kuruluş dilekçesini İçişleri Bakanlığına vermesiyle kurulmuş ve
basında "Refah Partisi'ne Alternatif" yorumuyla, adı geçen partinin
kapatılma olasılığına karşı bir süredir devam eden yeni parti çalışmalarının sonuçlandırıldığından
ve Parti Genel Başkanlığına da adı geçen partinin Genel Başkanı Necmettin
ERBAKAN'ın avukatı ve MSP'nin kapatılmasına ilişkin davada da bu partinin
avukatlığını yapan İsmail Alptekin'in getirileceği haberleri verilmiş ve bu
haberler adı geçen'in Genel Başkanlığa getirilmesiyle doğrulanmıştır.
Refah
Partisi'nin 16.1.1998 tarihinde temelli kapatılmasından sonra 23.2.1998
tarihinde 57 milletvekili Fazilet Partisi'ne girmiş, 24.2.1998 günü katılan 59
milletvekili ile sayıları 116'ya, 27.2.1998 tarihinde 133'e ulaşmıştır.
Katılmalara,
kapatılan Refah Partili tüm Büyükşehir il ve ilçe Belediye Başkanları
eklenmiştir.
Temelli
kapatılan Refah Partisi'nin Merkez Karar ve Yönetim Üyeleri, Grup Başkan
Vekilleri, Fazilet Partisinde aynı görevlere getirilmiş, bu partinin devamı
olunduğu yolunda kamuoyuna gerekli mesajın verilmesine dikkat gösterilmiştir.
Refah
Partisi'nin kapatılması için açılan davanın son aşamasında kapatılma
olasılığına karşı önlem olarak adeta "yedek" bir parti kurdurulmuş,
temelli kapatmanın 16.1.1998 tarihinde gerçekleşmesinden sonra TBMM Üyeleri,
Belediye Başkanları, örgütlerin tüm yöneticileri bu partiye katılarak ve yeni
yönetimde yer alarak devam olgusu sağlanmıştır.
Bu
suretle Anayasa'nın 69/7 maddesindeki "Temelli kapatılan bir parti, bir
başka ad altında kurulamaz" hükmü ön savunmada görüldüğü gibi
"takdim-tehir" yolu ile aşılmak istenmiştir.
Hukuka
karşı hilenin, hukuku dolanmanın Anayasa Yargısındaki tipik örneği bu olgudur.
B-
FİKİR, SÖYLEM VE EYLEM BİRLİĞİ
Anayasa
Mahkemesinin Refah Partisinin temelli kapatılmasına ilişkin kararında aynen :
"İddianamede,
Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN'ın ve partinin tüm
yöneticilerinin, kendilerine oy getirdiği inancıyla hemen her konuşmalarında,
okullarda ve hatta devlet dairelerinde başörtüsü ile öğrenim görme ve
çalışmanın anayasal bir hak olduğunu ısrarla iddia ederek halkı kışkırttıkları,
eylemler düzenledikleri ve hatta Necmettin ERBAKAN'ın "iktidar
olduklarında rektörlerin selam duracağını" 14.12.1995 günlü seçim konuşmasında
söylediği ileri sürülmüştür.
Cumhuriyet
Başsavcısı sonradan gönderdiği belgelerde de Necmettin ERBAKAN'ın 10.10.1993
günü Parti'nin 4. Olağan Genel Kurulu'nda; "...biz dört yıldır
hükümetteyken o günün meşhur zulüm kanununun 163. maddesi hiçbir memleket
evladı hakkında uygulanmadı. Bizim zamanımızda başörtüsü diye bir zulüm söz
konusu değil..." dediğini, 1996 yılı Ekim ayında Amasya'da halka hitaben
yaptığı konuşmada da, "...size bir müjde daha veriyorum. Başörtüsü zulmü
kalkıyor. Artık okullarda başörtüsü diye bir sorun kalmayacak..." diye
seslendiğini; ayrıca, Refah Partisi üyesi olan belediye başkanları ve
milletvekillerinin de pek çok konuşmalarında, başörtüsünün serbest
bırakılmasını savunduklarını belirtmiştir.
Davalı
Parti savunmalarında, üniversitelerde türban yasağına karşı eylem
düzenlenmediğini ve yukarıda belirtilen konuşmaların yapılmadığını söylememiş,
aksine bu konudaki uygulamaları eleştirmenin lâikliğe aykırı olamayacağını
açıklamıştır.
Lâik
eğitimde dinsel inançlara göre herhangi bir ayırım gözetilemez. Anayasa'nın
"Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi" başörtüsü 42. maddesinin üçüncü
fıkrasında, Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkilapları doğrultusunda,
çağdaş bilim" '"eğitim esaslarına göre Devletin gözetim ve denetimi
altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz"
dördüncü fıkrasında da, "Eğitim ve öğretim" hürriyeti Anayasa'ya
sadakat borcunu ortadan kaldırmaz" denilerek 'Anayasa'nın başlangıcındaki
ilkelere bağlılık vurgulanmıştır.
Yükseköğretim
kurumlarında, bilimsel yöntemlerle yetişerek birlikte çalışmalar yapan
gençlerin, kardeşlikleri, arkadaşlıkları ve dayanışmaları yarınları için önemli
iken onları dinsel gereklerle ayırıma bağlı tutarak kimin hangi inançtan
olduğunu gösterecek biçimdeki başörtüsü ile dinsel inanç ve görüşleri nedeniyle
çatışmalara sevkedebilecek ortamın yaratılmasında ülkelerin geleceği bakımından
yarar bulunmamaktadır.
Dinsel
nedenlere dayanılarak başörtüsü ve türbanla boyun ve saçların örtülmesine resmî
daire ve üniversitelerde serbestlik tanınması, bir tür yönlendirme ve bir
anlamda zorlamadır. Kişileri şu yada bu yönde giyinip başını örtmeye zorlamak,
ayrı ve hatta aynı dinden olanlar arasında bile ayrılıklar yaratacaktır. Bu
durumun da lâiklik ilkesine aykırı düşeceği kuşkusuzdur.
Kamusal
kuruluşlarda ve öğretim kurumlarında başörtüsü ve onunla birlikte kullanılan
belli biçimdeki giysi, bir ayrıcalıktan öte ayırım aracı niteliğindedir. Dinsel
kaynaklı düzenlemelerle girişimler Anayasa karşısında geçerli olamaz ve bu tür
eylemler Anayasa'daki lâiklik ilkesine aykırılık oluşturur.
Anayasa'nın
153. maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme
ve yargı organlarını, idare ,makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlayacağı,
138. maddesinde de, yasama ve yürütme organları ile idarenin mahkeme
kararlarına uymak zorunda oldukları, bu organlarla idarenin mahkeme kararlarını
hiçbir surette değiştiremeyeceği ve bunların yerine getirilmesini
geciktiremeyeceği öngörülmüştür. Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında
siyasî partilerin "hukuk devleti ilkesi"ne uymakla yükümlü oldukları
belirtilmiştir. Anayasanın 153. maddesinin son fıkrasına göre, gerçek ve
tüzelkişileri bağlayan Anayasa Mahkemesi kararları siyasî partileri de bağlar.
Anayasa
Mahkemesi'nin 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'na eklenen Ek Madde 16'nın
iptaline ilişkin 7.3.1989 günlü, E.1989/1, K.1989/12 sayılı kararında, lâik bir
devlette hukuk kurallarının kaynağının dinde değil akılda bulunduğu, kişilerin
iç dünyasına ilişkin olması gereken dinî inançlara göre yasal düzenleme
yapılmasının Anayasa'nın 2., 10., 24. ve 174. maddelerine aykırı olduğu
belirtilmiştir. Öte yandan, Danıştay Sekizinci Dairesi'nin 23.2.1984 günlü,
207/330; 16.11.1987 günlü 128/486; 27.6.1988 günlü, 178/512 sayılı kararları ile
Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu'nun 16.6.1994 günlü, 61/327 sayılı
kararlarında da, Yüksek Öğretim Kurumlarında başörtüsü ve türban takan
öğrencilerin Atatürk devrimleri ile lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı
davrandıkları ve dine dayalı devlet düzenini benimsedikleri kabul edilmiştir.
Buna karşın, davalı Parti Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN ile kimi parti
yetkililerinin mahkeme kararlarını etkisiz hale getirmek için resmi daire ve
üniversitelerde türban kullanmayı teşvik eden lâiklik ve hukuk devleti
ilkelerine aykırı konuşmalar yaptıkları anlaşılmıştır.
Anayasa
Mahkemesi'nin Anayasa'nın lâiklik ve düşünce özgürlüğüne ilişkin kurallarına
verdiği anlam ve içerikle İnsan Hakları Avrupa Komisyonu'nun konuya ilişkin
değerlendirmelerinde birçok ortak nokta bulunmaktadır. Komisyon No:18783/91,
L.B/ Türkiye K.t. günlü, 3.5.1993, No.16278/90, S.K/Türkiye K.t. 3.5.1993 günlü
kararlarında, yüksek öğrenimini lâik bir üniversitede yapmayı seçen bir
öğrencinin bu üniversitenin düzenlemelerini kabul etmiş sayılacağını,
üniversitelerce getirilen düzenlemelerin, farklı inanıştaki öğrencilerin
birlikteliğini sağlamak amacına yönelik olarak, öğrencilerin dinsel inançlarını
açığa vurma özgürlüklerini yer ve biçim bakımından sınırlayabileceğini,
özellikle nüfusun büyük bir çoğunluğunun belirli bir dine mensup olduğu
ülkelerde, bu dinin tören ve simgelerinin herhangi bir yer ve biçimde sınırlama
olmaksızın sergilenmesinin, sözü geçen dinî uygulamayan veya başka bir dine
mensup olan öğrenciler üzerinde baskı oluşturabileceğini, lâik üniversitelerin,
öğrencilerin kılık ve kıyafetlerine ilişkin kurallar koyarken, kimi kökten
dincilerin yüksek öğretimde kamu düzenini bozmamalarını ve diğerlerinin
inançlarına zarar vermemelerini sağlamaya özen gösterebilecekleri açıklanarak
L.B. ve Ş.K. isimli öğrencilere, lâik üniversite düzeninin gereklerine uygun
biçimde fotoğraf vermedikleri gerekçesiyle okul diploması verilmemesi, din ve
vicdan özgürlüğüne müdahale olarak görülmemiş ve şikayetin kabul edilemez
olduğuna karar verilmiştir.
Parti
Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN'ın lâiklik ilkesine ilişkin Anayasa ve yasa
kuralları ile Anayasa Mahkemesi kararlarını gözardı ederek, resmi daire ve
üniversitelerde türban ve başörtüsü kullanmayı teşvik eden konuşmaları, lâik
düzen karşıtları için bir mesaj oluşturmuştur. Nitekim, ülkenin çeşitli
yerlerindeki üniversitelerde ve cami önlerinde kamu düzeninin bozulmasına yol
açan birçok eylem yapılmıştır.
Açıklanan
nedenlerle, Parti Genel Başkanı'nın bu davranışlarının lâiklik ilkesine aykırı
olduğu sonucuna varılmıştır. "(Anayasa Mahkemesinin 16.1.1998 gün ve
E.1997/1, K. 1998/1 sayılı kararı Shf.260-263)"
Alıntı
yapılan Anayasa Mahkemesi kararında Lâik Cumhuriyet ilkesine aykırı söylem ve
eylemlerin açıklamaları yapılmış, nitelikleri belirtilmiş, "aykırılık"
boyutu vurgulanmıştır.
Aynı
konuda Fazilet Partisi Genel Başkanı, Meclis Grup Başkanvekili,
Milletvekilleri, Belediye Başkanlarının konuşmalarını içeren belgeler 4.6.1999
günlü yazımız ekinde Yüksek Mahkeme Başkanlığına sunulmuştu. 2.5.1999 tarihinde
TBMM de gerçekleştirilen eylem, soruşturma ve kovuşturma organları tarafından
elde edilmediği için kanıt olarak kullanılmasında ve hükme esas alınmasında
engel bulunmayan 31.5.1999 günlü kaset içeriği, 10.10.1998 günlü eylem ve
Fazilet Partisinin 14.5.2000 gününde yapılan 1. Olağan Kongresine ilişkin video
kaset çözümleri ve 15.5.2000 günlü hükümet komiseri raporu bir bütün olarak
değerlendirildiğinde her iki parti arasındaki fikir, söylem ve eylem birliği
açık bir biçimde görülmektedir.
IV-
ANAYASANIN 69/7 MADDESİ UYARINCA DAVA AÇILABİLMESİ İÇİN 2820 SAYILI SİYASİ
PARTİLER KANUNUNUN 104. MADDESİNDEKİ "İHTAR" YOLUNUN İŞLETİLMESİ
GEREKMEZ.
Anayasanın
69/6. maddesinin göndermesiyle 68/4 ve Siyasi Partiler Kanununun karar
tarihinde yürürlükte bulunan 103/1 maddeleri uyarınca Lâik Cumhuriyet
ilkelerine aykırı eylemleri nedeniyle temelli kapatılan bir partinin bir başka
ad altında kurulması halinde SPK'nun 104 ncü maddesinin uygulanması davanın
niteliği itibarıyla olanaklı değildir. SPK'nun 104 ncü maddesi "Aykırılıkların
giderilmesi" olanağını ve ihtara muhatap partinin yasal konuma gelmesini
sağlayan bir hukuk yoludur.
Lâik
Cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemleri nedeniyle "temelli kapatılan"
bir partinin bir başka ad altında kurulması halinde ise bozulan Anayasal düzen,
ancak o partinin kapatılmasıyla düzeltilebilir ve bunun içinde doğrudan kapatma
davası açmak gereklidir.
Kaldı
ki, davalı siyasi parti genel başkanının bu konuya ilişkin talebi Yüksek
Mahkemenin 30.1.2001 gün ve 1999/2 sayılı kararıyla reddedilmiştir.
V-
ANAYASA MAHKEMESİNİN DOĞRU YOL PARTİSİ İLE İLGİLİ 28.9.1984 GÜN 1984/1-1 SAYILI
KARARININ İNCELENMESİNDEN İŞBU DAVA İLE İLGİ VE BENZERLİĞİNİN BULUNMADIĞI
ANLAŞILMAKTADIR.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığının 6.4.1984 gün ve SP.8 1984/42 Hz. sayılı
iddianamesiyle Doğru Yol Partisinin;
1-
Kapatılmış bulunan Adalet Partisi ile Büyük Türkiye Partisinin devamı olduğunu
beyan etmek ve böyle bir iddiada bulunmak suretiyle 2820 sayılı Siyasi Partiler
Kanununun o tarihte yürürlükte bulunan 96/1. maddesine,
2-
Milli Güvenlik Konseyinin 26.7.1983 gün ve 99 sayılı kararına karşı tutum,
beyan ve davranış içinde bulunmak suretiyle SPK.nın yine o tarihte yürürlükte
bulunan 97 nci maddesine aykırı davrandığı iddiasıyla açılan kapatma davası,
birinci maddedeki eylemler sübuta ermediğinden, ikinci maddedeki eylemler ise
Yüksek Seçim Kuruluna yönelik olduğundan Anayasa Mahkemesince reddedilmiştir.
Görülmektedir
ki ne konusu, ne de uygulanması istenen Anayasa ve yasa maddeleri yönünden iki
dava arasında ilgi ve benzerlik bulunmamaktadır.
VI-
YAPTIRIM
Anayasanın
69/7 maddesine aykırı olarak temelli kapatılan bir partinin bir başka ad
altında kurulması halinde o partinin de Temelli Kapatılması gerektiği II. bende
belirtilmişti.
Yasaklanan
eylem "Kurma" olduğuna göre Anayasa Mahkemesince temelli kapatılan
Refah Partisini, Fazilet Partisi adı altında kuran kurucular hakkında
Anayasanın 69/8. maddesinin ve bu kuruculardan milletvekili olan İsmail
Alptekin ve Mehmet Özyol hakkında ayrıca Anayasanın 84/son maddesinin uygulanması
gerekmektedir.
İşbu
talebimiz, 5.02.2001 tarihli ek iddianamede de vurguladığımız gibi 7.5.1999
günlü iddianame ile açılan ve Yüksek Mahkemenizin 1999/2 esas sayısında
kayıtlı, birleştirilen ana davada yer alan aynı konudaki davayı da
kapsamaktadır.
SONUÇ
:
Yukarıda
Açıklanan nedenlerle;
I-
Fazilet Partisi'nin, Anayasa Mahkemesince, Lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı
eylemleri nedeniyle Temelli kapatılan Refah Partisi yerine bir başka ad altında
yeniden kurulduğu anlaşılıp sabit olduğundan, Anayasa'nın 69/7 maddesi uyarınca
temelli kapatılmasına,
II-
Fazilet Partisi kurucularının Anayasanın 69/8. maddesi uyarınca Anayasa
Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmi Gazetede gerekçeli
olarak yayınlanmasından başlayarak 5 yıl süreyle bir başka partinin kurucusu,
üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamayacağına,
III-
Kuruculardan milletvekili olan İsmail ALPTEKİN ve Mehmet ÖZYOL'un Anayasanın
84/son maddesi uyarınca milletvekilliklerinin sona ermesine,
Karar
verilmesi gerektiği görüşünde olduğumuzu bilgilerinize saygılarımla sunarım.
23.3.2001
XI-
SON SAVUNMA
Davalı
Parti'nin 24.4.2001 günlü son savunması şöyledir:
ÖN
SORUNLAR BAKIMINDAN AÇIKLAMALAR
l-
"Devam" İddiasının Dinlenebilmesi İçin Kapatma Davası Açılmadan Önce
Spk M.104'deki İhtar Mekanizmasının Çalıştırılmış Olması Gerekir:
Gerçi
Anayasa Mahkemesi, bu talebimizi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın
22.01.2001 günlü, SP. 95 Muh. 2000/586 sayılı görüşü okunduktan sonra,
30.01.2001 tarihinde oyçokluğu ile reddetmiştir.
Yüksek
Mahkeme'nin red gerekçesini bilemiyoruz. Ancak üç husus, hiçbir duraksamaya
meydan vermeyecek kadar açıktır: Şöyle ki:
a)
Açık olan birinci husus; Sayın Başsavcılığı'nın 22.01.2001 günlü ve SP. 95 Muh.
2000/586 sayılı görüşünün, Ön Savunma'mızda ayrıntılı olarak belirtildiği gibi,
"mülga hükümlere ve yanlış temellere dayandığı" hususudur.
Ön
savunmamızdaki açıklamalarımıza ilaveten belirtelim ki "Esas Hakkında
Görüş"ün 11. sayfasında yer alan şu ifade;
<Laik
Cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemleri nedeniyle "temelli kapatılan"
bir partinin bir başka ad altında kurulması halinde ise bozulan Anayasal düzen,
ancak o partinin kapatılmasıyla düzeltilebilir ve bunun içinde doğrudan kapatma
davası açmak gereklidir.>
cümlesi,
hukuka uygun düşmemektedir.
Çünkü:
1)
Siyasi haklar, insanın temel haklarındandır.
Nitekim,
Anayasa'mızın "Temel Haklar ve Ödevler" başlığını taşıyan
"İkinci Kısmı"nın "Dördüncü Bölüm"ü "Siyasî Haklar ve
Ödevler"e ayrılmıştır (m. 66-74) Bu (4.) bölümde yer alan 68. maddenin
hemen ilk cümlesine göre:
"Vatandaşlar,....
usulüne göre partilere girme .... hakkına sahiptir."
Anayasa'nın
"özel güvencesi" altında olan "bir partiye üye olma hakkı",
ancak ve ancak,
-
Ya Anayasa'nın çok daha özel bir hükmü ile,
-
Veya Anayasa'nın sözü ve ruhuna uygun olarak kanunla; kısıtlanabilir.
Başka
bir deyişle, Anayasa'nın özel güvencesi altında bulunan bir temel hak,
"yorum yolu" ile ortadan kaldırılamaz, böyle bir hakkın kullanılması
yine yorum yoluyla "parti kapatma sebebi" sayılamaz.
2)
"Anayasal düzenin bozulduğu" ve bunun için "doğrudan kapatma
davası açmak gerektiği" iddiası, hukuki dayanaktan yoksundur.
Zira;
Herşeyden
önce Fazilet Partisi, hiçbir partinin devamı değildir. İkinci olarak, eğer
bugün Türkiye'de Anayasal düzen bozulmuş ise, bunun sebebi, Fazilet Partisi'nin
kurulmuş olması değil, "susturulmuş" olmasıdır.
Üçüncü
olarak, "Esas Hakkında Görüş"ün 7. sayfasında, Refah Partisi'nin
kapatılmasıyla bağımsız kalan bir kısım milletvekili ve belediye başkanlarının
1998 yılının Şubat ayında Fazilet Partisi'ne katıldıkları, bu katılmalarla
"devam olgusunun sağlandığı" iddia edilmektedir.
Hiçbir
yasağı bulunmayan bu vatandaşların, temel haklar içinde yer alan siyasi
haklarını kullanırken kapısında ve -tabi olduğu Anayasası'nda- hiçbir yasak
işareti bulunmayan bir partiye girmeleri, iddia edildiği gibi Anayasal düzeni
bozuyorsa, ilgili partiyi uyarmak, örneğin, "şu kişileri üye kaydederek,
şu kanunun şu hükümlerine aykırı davrandın, böylece Anayasal düzeni bozdun.
Eğer bu üyeleri ihraç etmezsen, hakkında kapatma davası açılacaktır" demek
"Demokratik Hukuk Devleti" için bir görevdir. Hem hukukun temel
prensipleri, hem de Siyasi Partiler Kanunu'nun 104. maddesi, bunu
emretmektedir.
Bilindiği
üzere ve "Esas Hakkında Görüş"ün 11. sayfasında, IV. Nolu başlığın
birinci paragrafının ikinci cümlesinde belirtildiği gibi:
"SPK'nun
104 ncü maddesi "Aykırılıkların giderilmesi" olanağını ve ihtara
muhatap partinin yasal konuma gelmesini sağlayan bir hukuk yoludur."
b)
Açık olan ikinci husus, hukukun temel prensiplerine göre her mahkemenin, taraflardan
biri için "usulî müktesep hak teşkil etmeyen ara kararları"nı her
zaman kaldırabileceği hususudur.
c)
Açık olan üçüncü husus ise, Siyasi Partiler Kanunu'nun 101. ve 104.
maddelerinin çok açık olduğu hususudur.
Bilindiği
gibi Anayasa'mızın 69. maddesinin son fıkrası siyasi partilerin,
-
Kuruluşlarının ve
-
Kapatılmalarının,
kanunla
düzenleneceğini belirtmektedir.
Anayasa'nın
sözünü ettiği kanun, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'dur.
Siyasi
Partiler Kanunu, siyasi partilerin hangi sebeplerden dolayı nasıl
kapatılacağını ayrıntılı olarak düzenlemiştir.
Siyasi
Partiler Kanunu'nun, (12.8.1999 tarih ve 4445 sayılı Kanun'un 19. maddesiyle
değişik) 104. maddesi aynen şöyledir:
"Madde
104- Bir siyasi partinin bu Kanunun 101 inci maddesidışında kalan emredici
hükümleriyle diğer kanunların siyasi partilerleilgili emredici hükümlerine
aykırılık halinde bulunması sebebiyle o partialeyhine Anayasa Mahkemesi'ne,
Cumhuriyet Başsavcılığı'nca re'sen yazı ile başvurulur.
Anayasa
Mahkemesi, söz konusu hükümlere aykırılık görürse bu aykırılığın giderilmesi
için ilgili siyasi parti hakkında ihtar kararı verir. Bu karar, o siyasi parti
genel başkanlığına yazılı olarak bildirilir. Bu yazının tebliği tarihinden
itibaren altı ay içinde aykırılık giderilmediği takdirde, Cumhuriyet Başsavcısı
Anayasa Mahkemesi'ne bu siyasi partinin kapatılması için re'sen dava
açar."
2820
sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 104. maddesi,
-
"101 inci maddenin dışında kalan" emredici hükümleriyle
-
diğer kanunların siyasi partilerle ilgili emredici hükümlerine aykırılık
halinde" ifadelerini kullandığına göre, her şeyden önce devam iddiasının
101. maddenin kapsamına girip girmediğini tespit etmek gerekir.
Eğer
"devam" durumu, 101. maddenin kapsamına giriyorsa, ilgili parti
hakkında "ihtar mekanizmasını çalıştırmadan "temelli kapatılan bir
partinin devamı olduğu iddiası ile" kapatma davası açılabilecektir.
Eğer
"devam" durumu 101. maddenin kapsamına girmiyorsa o zaman, bu
kavramın;
-
Siyasi Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin dışında kalan emredici hükümlerine
veya,
-
diğer kanunların siyasi partilerle ilgili emredici hükümlerine. aykırı olup
olmadığına bakmak gerekir.
Siyasi
Partiler Kanunu'nun, (12.8.1999 tarih ve 4445 sayılı Kanun'un 16. maddesiyle
değişik) 101. maddesi aynen şöyledir:
"Madde
101- Anayasa Mahkemesi'nce bir siyasi parti hakkında kapatma kararı:
a)
Bir siyasi partinin tüzük ve programının Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine
aykırı olması, sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlaması, suç işlenmesini teşvik
etmesi,
b)
Bir siyasi partinin, Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı
eylemlerin işlendiği odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi'nce tespiti,
c)
Bir siyasi partinin, yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk
uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alması, hallerinde
verilir.
Açıktır
ki 101 inci maddede;
-
"Devam" diye bir kavram yer almadığı gibi
-
"Temelli kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz"; diye
bir hüküm de yoktur.
Bu
durumda, konuya, "temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında
kurulduğu" iddiası açısından bakılacak olunursa görülür ki:
1)
"Temelli kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz" diyen
"emredici hüküm", 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 101.
maddesinde değil, başka maddesinde (m.95'de ve Anayasa'da) yer almıştır.
2)
Şu halde bu hükme aykırılık halinde 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 104
üncü maddesindeki ihtar mekanizmasının işletilmesi gerekir.
3)
İhtar mekanizmasının, bir parti hakkında Anayasa Mahkemesi'nce temelli
kapatılan bir partinin devamı olduğu iddiası ile kapatma davası açılmadan önce
isletilmiş olması şarttır.
Nitekim:
1)
Anadolu Ajansı'nın 13.02.2001 tarihli bir haberine göre, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı, Siyasi Partiler Kanunu'nun 96. maddesinin emredici hükümlerine
aykırı davrandığı gayet açık ve kesin olan Komünist Parti'ye, Siyasi Partiler
Kanunu'nun yine 104. maddesine göre ihtar vermesi için Anayasa Mahkemesi'ne
başvurmuştur.
2)
Keza, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Siyasi Partiler Kanunu'nun 96.
maddesine aykırı davrandığı kesin bulunan Sultan Partisi'ne, Siyasi Partiler
Kanunu'nun yine 104. maddesine göre ihtar verilmesi için Anayasa Mahkemesi'ne
müracaat etmiştir (Ersin BAL, 01.03.2001 tarihli Sabah Gazetesi).
3)
Yine Sayın Başsavcılık, yazılı ikazına rağmen, Sayın Hasan Celal GÜZEL'in
üyelik kaydını silmeyen Yeniden Doğuş Partisi'ne, SPK'nun 104. maddesine göre
ihtarda bulunması için Anayasa Mahkemesine başvurmuştur.
Aslında
hukuken takip edilmesi gereken yol da budur. Çünkü ihlal edilen hükümler,
Siyasi Partiler Kanunu'nun 101. maddesi dışında kalan "emredici
hükümler"dir.
Özet
olarak:
Siyasi
Partiler Kanunu'nun 101. maddesi dışında kalan ve siyasi partileri ilgilendiren
herhangi bir kanunun emredici hükmüne aykırı davrandığı iddiası ile bir parti
hakkında kapatma veya temelli kapatma davası açılabilmesi için, dava açılmadan
önce Siyasi Partiler Kanunu'nun 104. maddesindeki ihtar mekanizmasının
çalıştırılmış olması şarttır.
Aksi
halde, yani 104. maddedeki ihtar mekanizması işletilmeden, bir parti hakkında
Anayasa Mahkemesi tarafından temelli kapatılan bir partinin devamı olduğu
iddiası ile açılan dava, hukuken, mesmu olamaz; böyle bir iddia dinlenemez;
"Hukuk Devleti" olmanın asgari şartı böyle bir davanın reddini
gerektirir.
II-
PARTİ KAPATMA DAVALARI CEZA DAVASI NİTELİĞİNDEDİR:
Ek
iddianame'nin 2. sayfasında,
"Her
ne kadar Siyasi Partiler Kanununun 98 inci maddesi siyasi partilerin
kapatılması davalarının Anayasa Mahkemesince Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu
uygulanmak suretiyle dosya üzerinde inceleme yapılarak karara bağlanacağı
hükmünü içermekte ise de" denildikten sonra, aynen şöyle devam
edilmektedir:
"Bu
hüküm davaların kendine özgü niteliğini ortadan kaldırmamaktadır. Başka bir
deyimle bu davalar ceza davası olarak kabul edilemez."
Aynı
iddia, "Esas Hakkında Görüş"te de ileri sürülmektedir.
Hem
"Ek iddianame"den hem de "Esas Hakkında Görüş"ten
anlaşılacağı üzere, Anayasa Mahkemesi'nden, kendisini parti kapatma davalarında
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu ile bağlı saymaması talep edilmektedir. Çünkü
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'na göre hareket edilirse, hem;
-
Ortada hiçbir delil bulunmadığından dolayı ve hem de
-
Sonraki olaylar önceki iddia bakımından delil sayılamayacağı için, Parti'yi
kapatmak mümkün olmayacaktır.
Halbuki
10.11.1983 tarih ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesi'nin Kuruluşu ve Yargılama
Usulleri Hakkında Kanun'un, (3.7.1997 tarih ve 4280 sayılı Kanunla değişik) 33.
maddesi gayet açıktır.
"Siyasi
partilerin kapatılması davaları" başlığını taşıyan söz konusu (33.)
maddeye göre:
"Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açılan siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin
davalar, Ceza Muhakemeleri usulü Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle dosya
üzerinde incelenir ve karara bağlanır."
Ayrıca,
Anayasa'nın 138/1. maddesine göre;
"Hakimler,
görevlerinde bağımsızdırlar, Anayasa'ya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani
kanaatlerine göre hüküm verirler."
Bu
durumda şu sorunun açık ve kesin olarak cevaplandırılması gerekmektedir:
Hem
Anayasa'nın 138/1. maddesi hem de 2949 sayılı Kanun'un 33/1. maddesi yürürlükte
iken parti kapatma davalarında Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümleri
uygulanmayacak ise hangi hükümler uygulanacaktır'
Öte
yandan parti kapatma davalarının ceza davası olarak kabul edilemeyeceğine dair
görüşün hiçbir "bilimsel" ve "hukuksal" dayanağı yoktur.
Çünkü
hem bilimsel açıdan hem de hukuksal açıdan parti kapatma davaları ceza davası
niteliğindedir.
A)
PARTİ KAPATMA DAVALARININ BİLİMSEL AÇIDAN NİTELİĞİ:
Doktrin,
parti kapatma davalarının "ceza davası niteliğinde" olduğu konusunda
tam bir ittifak halindedir.
Nitekim:
1)
Siyasi partiler hukuku ile yoğun bir biçimde ilgilenen bir bilim adamı, Doç.
Dr. Fazıl Sağlam, parti kapatma davaları konusunda aynen şöyle demektedir:
"....
bir partinin temelli kapatılması olgusunu kişiler içinverilen idam cezasına
koşut bir biçimde değerlendirme doğruolur." (Doç. Dr. Fazıl SAĞLAM,
"Anayasa Hukukumuz Açısından SiyasalPartilerin Güncel Sorunları",
Anayasa Yargısı, Sayı: 14, s.370, Ankara, 1997).
Sayın
SAĞLAM, bu görüşünü 1999 yılında yazdığı kitabında da vurgulamıştır:
"Bir
benzetme yapmak gerekirse, partinin temelli kapatılması işlemini, kişiler için
verilen idam cezasına koşut bir biçimde değerlendirmek gerekir. Nasıl ki idam
cezası, aslında yaşam hakkının özüne dokunan bir yaptırımsa ve ancak Anayasa'da
yaşam hakkının bir istisnası olarak öngörüldüğü oranda geçerli olabiliyorsa,
siyasal partilerin temelli kapatılması da aynı özelliği göstermektedir."
(Doç. Dr. Fazıl SAĞLAM, Siyasal Partiler Hukukunun Güncel Sorunları, Beta
Yayınları, Hukuk Dizisi : 362,1999, İstanbul, s. 104)
2)
Sayın Sağlam, bu benzetmeyi (parti kapatma-idam benzetmesini) ilk defa Cem
EROĞUL'dan duyduğunu belirterek Sayın EROĞUL'un da aynı şekilde düşündüğünü
vurgulamış oluyor.(Sağlam, ibit, 239 no.lu dipnot).
3)
Beş kişilik bilim jürisinin oybirliği ile kabul ettiği "mastır"
tezinde Arzu DURMUŞ, aynen şöyle demektedir:
"Bir
yanda iddia, öte yanda yargının olduğu yerde savunmanın olması kaçınılmaz
olduğuna göre, bu davalar birer "cezadavası"dır."Arzu DURMUŞ,
Siyasi Partilerin Kapatılması ve Yüce Dîvan Kararlarını Yeniden Tartışmak (Anayasa
Mahkemesi Kararlarına Karşı Olağanüstü Kanun Yolları), Beta Yayınları,
Hukuk Dizisi: 429, 2001, İstanbul, s.53
Sayın
DURMUŞ aynen şöyle devam etmektedir:
"...
Anayasa Mahkemesi; ceza yargıcı sıfatıyla hareket ettiği (Yüce Divan ve) siyasi
partilerin kapatılması davalarında, 2949 sayılı kanun yetersiz kalacağından,
bütün ceza davalarında uygulanması zorunlu olan Ceza Yargılaması Usulü Hakkında
Kanunu uygulamak durumundadır.
Sonuç
olarak, siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin Anayasa Mahkemesi'nde görülen
siyasi partilerin kapatılması davalarında yargılama sonucunda verilen karar da
tüm hüküm ve sonuçlarıyla "ceza karar(lar)ı"dır. Örgütlenme ve ifade
özgürlüğünün siyasi partiler eliyle kullanılmasına doğrudan müdahale sebebiyle
"cezai/siyasi"; kapatılma, siyasetten yasaklılık gibi
"cezai" ve kapatılan siyasi partinin mallarına hazinece el konulması,
hazine yardımının kesilmesi gibi "cezai/mali" sonuçları açısından
cezai niteliği tartışmaya yer vermeyecek ölçüde açıktır." (Durmuş, ibit,
s.54).
4)
Şu ifadeler de Anayasa Mahkemesi (emekli) üyelerinden Doç. Dr. Yılmaz
ALİEFENDİOĞLU'na aittir:
"Anayasa
Mahkemesi'nin siyasi partilerin kapatılmasına ve milletvekillerinin
üyeliklerinin düşmesine ilişkin kararları "ceza kararı"
niteliğindedir. Çünkü, bu davalarda duruşma yapılması dışında, CMUK
uygulanmaktadır ve karar sonucu itibariyle, cezai bir yaptırım öngörmektedir.
Anayasa
Mahkemesi'nin 29.03.1983 günlü, Esas 1982/2, Karar 1983/3 sayılı müteferrik
kararında da belirtildiği gibi, bir yaptırımın TCK'nun 11. maddesinde
sayılmamış, bu yasada tanımı yapılmamış, sair nitelik ve nicelikleriyle
belirlenmemiş olması, onun ceza olmadığının kanıtı sayılamaz. Nitekim, 11.
maddede sayılmamış olmasına karşın, TCK'nun 36. maddesinin ilk fıkrasındaki
müsadere, 43. maddesindeki hüküm ilamının ilanı... emniyet-i umumiye nezareti
altında bulundurma, hep cezai nitelikte görülmüştür.
Ayrıca
vergi ve disiplin cezaları TCK'da yer almamış olmasına rağmen cezai yaptırım
öngörürler ve bu tür kararlar cezai niteliktedir. (Doç. Dr. Yılmaz
ALİEFENDİOĞLU, Anayasa Yargısı ve Türk Anayasa Mahkemesi, Yetkin Yayınları,
1996, Ankara, s.232).
B)
PARTİ KAPATMA DAVALARININ HUKUKÎ AÇIDAN NİTELİĞİ
Parti
kapatma davalarının hukuki açıdan niteliğini, biri;
-
Kanunlara göre, diğeri de,
-
Anayasa Mahkemesi kararlarına göre, olmak üzere iki bakımdan incelemek uygun
olacaktır.
a)
Kanunlara Göre Parti Kapatma Davalarının Niteliği:
aa)
Anayasa'ya Göre Parti Kapatma Davalarının Niteliği:
1)
Anayasa'mızın 69/6. maddesine göre:
"Bir
siyasi partinin 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı
eylemlerinden ötürü temelli kapatılması, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin
işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi
halinde karar verilir."
2)
Anayasa'nın 69. maddesinin gönderme yaptığı 68. maddenin 4. fıkrası hükümleri
ise aynen şöyledir:
"Siyasi
partilerin tüzük ve programları ile eylemleri Devletin bağımsızlığına, ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine
aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik
edemez."
Görüldüğü
gibi Anayasa'mızın 68. maddesinin 4. fıkrası, kanunlarımıza göre en ağır suç
konularını kapsamaktadır.
Nitekim
2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun (12.8.1999 tarih ve 4445 sayılı Kanun'un
17. maddesiyle değişik) 102. maddesinin ikinci fıkrasının ikinci cümlesi de,
Anayasa'nın 68/4. maddesindeki yasakları ihlalin suç teşkil ettiğini hiçbir
duraksamaya meydan vermeyecek şekilde ortaya koymaktadır:
"Parti
üyeleri 68'inci maddenin dördüncü fıkra hükümlerine aykırı fiil ve
konuşmalarından dolayı hüküm giyerler ise Cumhuriyet Başsavcılığı bu üyelerin
partiden kesin olarak çıkarılmasını o partiden ister" (SPK. M. 102/11)
Daha
açık bir ifade ile Anayasa'nın 68. maddesinin 4. fıkrasındaki yasakları ihlal
eden bir gerçek kişinin cezası Türk Ceza Kanunu'na göre -kural olarak-
"idam"dır.
Nitekim
Adli Yargının başı, Yargıtay Başkanı Sayın Doç. Dr. Sami Selçuk'a göre de
"bir partiyi kapatmak, onu idama mahkum etmektir." ("FP İdam
Mahkumu", 20.02.2001 tarihli Star Gazetesi, Yargıtay Başkanı Doç.
Dr. Sami Selçuk'un Yasemin Güneri ile röportajı).
Gerçek
kişiler bakımından "idam" ne ise siyasi partiler bakımından da
"temelli kapatma" odur. Çünkü her iki halde de "kişilik"
sona ermektedir.
3)
Anayasa'nın 149. maddesinin 4. fıkrasına 1995 yılında özel olarak eklenen hükme
göre;
Anayasa
Mahkemesi "siyasi partilerin temelli kapatılması veya kapatılmasına
ilişkin davalarda Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısından sonra kapatılması istenen
siyasi partinin genel başkanlığının veya tayin edeceği bir vekilin savunmasını
dinler."
Yani
Anayasa'mıza göre siyasi partilerin temelli kapatılması veya kapatılmasına
ilişkin davalarda "son söz" -aynen ceza hukukunda olduğu gibi-
"savunmanın"dır.
Kısaca;
Bir
gerçek kişinin "kişiliğini" sona erdiren davanın niteliği ne ise bir
siyasi partinin "kişiliğini" sona erdiren kapatma davasının da
niteliği odur.
bb)
Siyasi Partiler Kanunu'na Göre Parti Kapatma Davalarının Niteliği:
2820
sayılı Siyasi Partiler Kanununun siyasi partilerin kapatılmaları için öngördüğü
sebepleri üç grupta toplamak mümkündür. Bunlar;
-
Anayasadaki yasaklara aykırılık halinde partilerin kapatılması,
-
Cumhuriyet Başsavcılığının isteklerine uyulmaması halinde siyasi partilerin
kapatılması,
-
Diğer sebeplerle siyasi partilerin kapatılması.
1)
Anayasa'daki Yasaklara Aykırılık Halinde Partilerin Kapatılması:
Anayasa'ya
aykırılık sebebiyle siyasi partilerin kapatılması, Siyasi Partiler Kanunu'nun
101. maddesinde üç bent halinde düzenlenmiştir.
Anılan
(101.) maddedeki yasaklar, Anayasa'nın 69. maddesinde yer alan yasaklardır ki
bu yasakların ihlali, bilhassa eylemler bakımından, gerçek kişiler için en ağır
suç teşkil etmekte, siyasi partiler için ise temelli kapatmayı
gerektirmektedir.
Siyasi
Partiler Kanunu'nun 101. maddesi uyarınca açılacak olan parti kapatma
davalarının niteliği ile Anayasa'nın 69. maddesine göre açılacak olan parti
kapatma davalarının niteliği aynıdır. Çünkü her iki maddedeki sebepler aynıdır.
Dolayısıyla davaların niteliği de aynıdır.
2)
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın İsteklerine Uyulmama Sebebiyle Açılan Parti Kapatma
Davalarının Niteliği:
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın isteklerine uymayan siyasi partiler hakkında
kapatma davasının açılması bazı şartlara bağlanmıştır.
Bu
şartlar 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun (12.8.1999 tarih ve 4445 sayılı
Kanun'un 17. maddesiyle değişik) 102. maddesinde ayrıntılı olarak belirtilmiştir.
Söz
konusu (102.) madde aynen şöyledir:
"Siyasi
partilerin denetimi ve faaliyetlerinin takibi hususlarında Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın istediği bileti ve belgeleri, belli edilen süre veya belli
edilmemesi halinde makul süre içinde vermeyen siyasî partiye Cumhuriyet
Başsavcılığı tarafından ikinci bir yazı tebliğ olunur. Bu yazıda, belirtilen
süre içinde cevap verilmediği ve istek yerine getirilmediği takdirde o siyasi
partinin kapatılması için dava açılabileceği de belirtilir. Bu tebliği de bildirilecek
süre içinde yine istek yerine getirilmez veya cevap verilmezse Cumhuriyet
Başsavcılığı o siyasi partinin kapatılması için Anayasa Mahkemesi'nde resen
dava açabilir.
Parti
büyük kongresi, merkez karar ve yönetim kurulu veya bu kurulun iki ayrı kurul olarak
kurulduğu haller, Türkiye Büyük Millet Meclisi grup yönetim kurulu, Türkiye
Büyük Millet Meclisi grup genel kurulu, parti genel başkanı dışında kalan parti
organı, mercii veya kurulu tarafından Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü
fıkrasında yer alan hükümlere aykırı fiilin işlenmesi halinde, fiilin işlendiği
tarihten başlayarak iki yıl geçmemiş ise Cumhuriyet Başsavcılığı söz konusu
organ, mercii veya kurulun işten el çektirilmesini yazı ile o partiden ister.
Parti üyeleri 68 inci maddenin dördüncü fıkra hükümlerine aykırı fiil ve
konuşmalarından dolayı hüküm giyerler ise Cumhuriyet Başsavcılığı bu üyelerin
partiden kesin olarak çıkarılmasını o partiden ister.
Siyasî
parti, tebliğ tarihînden itibaren otuz gün içinde istem yazısında belirtilen
hususu yerine getirmediği takdirde, Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasa
Mahkemesinde o siyasi partinin kapatılması hakkında dava açar. Cumhuriyet
Başsavcılığınca düzenlenmiş iddianamenin tebliğinden itibaren otuz gün içinde
ilgili siyasi parti tarafından söz konusu parti organı, mercii veya kurulun
isten el çektirilmesi ve parti üyesi veya üyelerin partiden kesin olarak
çıkarılmaları halinde o partinin kapatılması hakkındaki dava düşer. Aksi
takdirde Anayasa Mahkemesi, dosya üzerinde inceleme yaparak, Cumhuriyet Başsavcısının
ve siyasi parti temsilcilerinin sözlü açıklamalarını gerekli gördüğü hallerde
diğer ilgilileri ve konu üzerinde bilgisi olanları da dinlemek suretiyle
açılmış bulunan davayı karara bağlar." (SPK. m. 102)
Görüldüğü
gibi Siyasi Partiler Kanunu'nun 102. maddesi esas itibariyle Anayasa'nın 68.
maddesinin 4. fıkrasındaki hükümler üzerinde yoğunlaşmıştır.
Anılan
(102.) maddeye göre bir partinin bazı organ veya üyeleri, Anayasa'nın 68.
maddesinin 4. fıkrası hükümlerine aykırı davranırsa o parti hakkında kapatma
davası açılır. Ancak dava açmanın birtakım önşartları vardır.
Biz
bu şartlardan sadece bir tanesini, konumuza ışık tutacak olan bir şartı
belirtmekle yetineceğiz. O da "hüküm giyme şartı'dır.
Siyasi
Partiler Kanunu'nun 102. maddesinin 2. fıkrasının son cümlesine göre:
"Parti
üyeleri 68 inci maddenin dördüncü fıkra hükümlerine aykırı fiil ve
konuşmalarından dolayı hüküm giyerler ise Cumhuriyet Başsavcılığı bu üyelerin
partiden kesin olarak çıkarılmasını o partiden ister." Siyasi Partiler
Kanunu'nun bu hükmü, şu beş gerçeği açık ve kesin olarak ortaya koymaktadır:
ı)
Anayasa'nın 68. maddesinin 4. fıkrasına aykırı davranışlar "suç"tur.
ıı)
Bazı üyelerinin Anayasa'nın 68. maddesinin 4. fıkrasına aykırı davrandıkları
iddiası ile bir parti hakkında kapatma davası açılabilmesi için ilgili üyelerin
bir ceza mahkemesinde yargılanıp hüküm giymeleri gerekir.
ııı)
Hüküm giyen bu üyelerin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca partiden kesin
olarak çıkarılmasının o partiden yazılı olarak istenmesi şarttır.
ıv)
İlgili parti, hüküm giymiş üyelerini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın
yazılı talebinden itibaren otuz gün içinde kesin olarak ihraç ederse o parti
hakkında kapatma davası açılamıyacaktır.
v)
Kesin hüküm giymiş üyelerini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın yazılı
istemine rağmen ihraç etmediği için hakkında kapatma davası açılan parti,
iddianamenin tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde söz konusu üyelerini
kesin olarak ihraç ederse kapatma davası düşer.
Görüldüğü
gibi Siyasi Partiler Kanunu'na göre, bîr parti hakkında, üyelerinin Anayasa'nın
68. maddesinin 4. fıkrasına aykırı eylemlerinden dolayı kapatma davası
açılabilmesi için her şeyden önce o üyelerin "hüküm giymeleri"
şarttır.
3)
Diğer Sebeplerle Siyasi Partilerin Kapatılması:
Bunların
bir kısmı, "12 Eylül Dönemi"nden kalma, Anayasal dayanağı bulunmayan
"parti kapatma sebepleri"dir. Bu sebeplere dayanılarak kapatma davası
açılabilmesi için ilgili partiye Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca yazılı
olarak uyarı veya tebligat yapılması gerekmektedir. (Aralıksız iki dönem
Türkiye Büyük Millet Meclisi genel seçimlerine girmeme sebebiyle siyasi
partilerin kapatılması gibi, SPK m. 105)
İkinci
bir grup yasağı ise, Siyasi Partiler Kanunu'nun 104. maddesinde belirtilen
haller oluşturmaktadır.
Özetle:
Siyasi
Partiler Kanunu'nun açık hükümleri karşısında kesin olarak diyebiliriz ki;
-
Ceza mahkemelerince verilmiş hükümlere dayanılarak açılan ve
-Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu'na göre yargılanıp sonuçlandırılması gereken,
Parti
kapatma davaları ceza davası niteliğindedir.
Siyasi
Partiler Kanunu'nun 99. maddesine göre "Siyasi Partilerle İlgili Yasakları
İnceleme Kurulu"nun Yargıtay Ceza Daireleri Başkanlarından oluşması dahi,
-
Siyasi parti yasaklarının suç,
-
Siyasi parti kapatma davalarının ise ceza davası niteliğinde olduğunu göstermek
için yeterlidir.
cc)
Dernekler Kanunu'na Göre Parti Kapatma Davalarının Niteliği:
Bilindiği
gibi örgütlenmede temel birim "dernek", temel Kanun da
"Dernekler Kanunu"dur.
Nitekim:
1)
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (m.11) "dernek kurma hakkını" güvence
altına almış, "siyasi partiler" kavramını da "dernek"
kavramının kapsamına dahil etmiştir.
2)
Türkiye'de siyasi partiler, 1965 tarihine (648 sayılı Siyasi Partiler Kanunu
çıkarılıncaya) kadar Dernekler Kanunu çerçevesinde kurulup çalışmışlardır.
3)
Bugün de 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu ile 2908 sayılı Dernekler Kanunu
arasında sıkı bir ilişki vardır.
Nitekim
Siyasi Partiler Kanunu'nun;
-29/1.
maddesine göre:
"...Dernekler
Kanununun bu Kanuna aykırı olmayan hükümleri, siyasi partilerin her kademedeki
kongreleri için de uygulanır."
-121/1.
maddesine göre:
"Türk
Kanunu Medenisi ile Demekler Kanununun ve dernekler hakkında uygulanan diğer
kanunların bu Kanuna aykırı olmayan hükümleri, siyasi partiler hakkında da
uygulanır."
4)
Tıpkı siyasi partiler gibi dernekler de ülke genelinde örgütlenebilir.
5)
Tabi oldukları yargı kolları farklı olsa da, tıpkı siyasi partiler gibi
dernekler de ancak mahkeme kararıyla temelli kapatılabilir.
Dernekler
Kanunu'nun 52/1. maddesi aynen şöyledir:
"Bu
Kanunda ve diğer kanunlarda öngörülen hallerde dernekler, ancak mahkeme
kararıyla temelli olarak kapatılabilirler."
6)
Yine tıpkı siyasi partiler gibi dernekler de "suç odağı-suç kaynağı"
haline gelebilir. Ve ancak "suç kaynağı" haline gelirse "temelli
olarak kapatılabilirler".
Nitekim
06.10.1983 tarih ve 2908 sayılı Dernekler Kanunu'nun, "Suç kaynağı haline
gelen derneklerin kapatılması" başlığını taşıyan 53. maddesi aynen
şöyledir:
"Suç
kaynağı haline gelen derneklerin kapatılması
Madde
53- Dernekler:
1.
Ülkenin başka başka yerlerinde olsa bile,
a)
Dernek yöneticileri tarafından veya dernek yöneticileri ile dernek üyelerinin
iştiraki ile, siyasi veya ideolojik amaçla suç işlenmiş olduğunun,
b)
Dernek üyesi tarafından işlenen siyasi veya ideolojik amaçlı suçların dernek
yöneticilerinin azmettirmesi, teşviki, zorlaması, yardımı veya kolaylık
sağlaması suretiyle işlendiğinin,
2.
Derneğin suç sayılan eylemlerin kaynağı haline geldiğinin kesinleşen mahkeme
kararı ile belirlenmesi halinde dernek bir ilde faaliyet gösteren derneklerden
ise ilgili valiliğin veya Cumhuriyet savcılığının, birden çok ilde faaliyet
gösteren derneklerden ise İçişleri Bakanlığının veya dernek merkezinin
bulunduğu il valiliğinin veya Cumhuriyet Savcılığının istemi üzerine mahkemece
temelli olarak kapatılır."
Görüldüğü
gibi Siyasi Partiler Kanunu'nun da temelini teşkil eden Dernekler Kanunu'nun
53. maddesi;
-
"suç kaynağı"ndan,
-
"suç"tan,
-
"suçlar"dan,
-
"kesinleşen mahkeme kararı"ndan,
-
"Cumhuriyet Savcılığından,
-
"temelli" kapatmadan, bahsetmektedir.
Hiç
şüphe yoktur ki Dernekler Kanunu'nun 53. maddesinde geçen,
-
"Kesinleşen mahkeme kararı",
-
"Suç" ve "suçlu"nun.
-
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'na göre yargılandığı,
-
Bir ceza davası sonunda,
-
Bir ceza mahkemesinden verilen bir karardır.
Kısaca,
Dernekler Kanunu'nun 53. maddesinden açıkça anlaşılacağı gibi; dernek kapatma
davaları ceza davası niteliğindedir. Anayasa'mızın 33. maddesinin 4. fıkrası da
derneklerin ancak suç işlemeleri halinde mahkeme kararıyla kapatılabileceğini
açıkça hüküm altına alınmış bulunmaktadır.
Dernek
kapatma davaları ceza davası niteliğinde olduğuna göre parti kapatma
davalarının evleviyetle ceza davası niteliğinde olması gerekir.
Zira
kanaatimizce -hiç kimse, "demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez
unsurları" olan siyasi partilerin, "demokratik bir ülkede",
sıradan bir dernek kadar dahi hukuki güvenceye sahip olmadığını söyleyemez.
Başka
bir deyişle basit bir derneğin bile, "suç kaynağı haline geldiği"
iddiası ile temelli kapatılabilmesi için üyelerinin ceza mahkemelerinde
yargılanıp "hüküm giyme şartı" aranırken "siyasi parti temelli
kapatma davalarında" böyle bir şartın aranmayacağını iddia etmek, akılla,
mantıkla ve hukuki gerçeklerle bağdaşamaz.
Çünkü:
Bir
şeyin önemi arttıkça, onun için öngörülen güvenlik önlemlerinin artırılması da
hem hukukun hem de en basit aklın gereğidir.
Bu
bağlamda, demokratik bir toplum için, siyasi partilerin derneklere nispetle çok
daha önemli olduğu hiçbir duraksamaya meydan vermeyecek kadar açıktır.
Nitekim:
Anayasa
Mahkemesi bir kararında aynen şöyle demiştir:
".....Anayasakoyucunun
"Demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları" olarak nitelediği
siyasi partileri bir dernek ya da benzeri kuruluş saymayıp onların çok
ilerisinde ve üstünde değerlendirdiği anlaşılmaktadır. "(T:6.7.1989.
E.1988/39, K.1989/29, amkd, S.26, s.23)
dd)
2949 sayılı Kanuna göre Parti Kapatma Davalarının Niteliği:
2949
sayılı Anayasa Mahkemesi'nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un
33. maddesi -gayet iyi bilindiği ve yukarıda da temas edildiği üzere- parti
kapatma davalarının Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümlerine göre
sonuçlandırılacağını açıkça hükme bağlamıştır.
Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümlerine göre karara bağlanan bir davanın en
azından "ceza davası niteliğinde" olduğunu kabul etmek aklın ve
hukukun bir gereğidir.
ee)
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'na Göre Parti KapatmaDavalarının Niteliği:
Malumları
olduğu üzere;
1)
Parti kapatma davaları kamu adına Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından
Anayasa Mahkemesi'nde açılır.
2)
Parti kapatma davaları bir "iddianame" ile açılır.
3)
Parti kapatma davaları Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu Hükümlerine göre açılır
ve sonuçlandırılır.
Buna
göre;
"Parti
kapatma davaları ceza davası niteliğinde değildir" diyen iddia sahibinin
şu soruları cevaplandırması gerekmektedir:
1)
En ilkel kabileler de dahil olmak üzere yer yüzünde "suç teşkil etmeyen
bir fiil için", Cumhuriyet Başsavcısı tarafından kamu davası açılan bir
ülke var mıdır'
Fazilet
Partisi olarak biz tespit edemedik.
2)
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'muza göre "suç teşkil etmeyen fiiller
için" iddianame düzenlemek; kamu davası açmak -hukuken- mümkün müdür'
Fazilet
Partisi olarak bize göre, suç teşkil etmeyen hiçbir fiil için, "Ceza"
muhakemeleri Usulü Kanunu'na dayanarak herhangi bir Cumhuriyet Savcısı'nın
iddianame düzenleyerek kamu davası açması -hukuken- mümkün değildir.
Çünkü:
1)
Kanun'umuzun adı, hatta adının ilk kelimesi bile bu hukuki gerçeği ortaya
koymak için yeterlidir: "Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu".
Ceza
Muhakemesinden bahsedebilmek için, ortada "suç" olduğu "iddia
edilen" bir "fiil"in bulunması gerekir. Zira Ceza Muhakemeleri
Usulü Kanunu'nun 148/11. maddesine göre Cumhuriyet Savcısı ancak "ceza
takibini gerektirecek hususlarda" -o da yeterli delil varsa- kamu davası
açabilir. Aksi halde abesle iştigal etmiş olur. Çünkü:
"Tahkikat
ve hüküm, yalnız iddianamede beyan olunan suça ... hasredilir."
2)
"Hükmün mevzuu ve suçu takdirde mahkemenin yetkisi" başlığını
taşıyan 257. maddenin 1. fıkrasına göre;
"Hükmün
mevzuu ... iddianamede gösterilen fiilden ibarettir."
3)
Ceza Muhakemesi hukukundaki "fiil" kavramı, failin hayat olaylarının
bütünü içinden, "cezalandırılabilir olan kısmını" ayıran ... olaylar
bütünüdür. (Vural SAVAŞ ve Sadık MOLLAMAHMUTOĞLU, Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanununun Yorumu, C.1, s.1307-1308, Seçkin Yayınevi, Ankara, 1995).
b)
Anayasa Mahkemesi Kararlarına Göre Parti Kapatma Davalarının Niteliği:
Anayasa
Mahkemesi, kurulduğu tarihten bu yana, Refah Partisi davası dışındaki bütün
kararlarında istikrarlı bir şekilde parti kapatma davalarını "ceza davası
niteliğinde" görmüştür.
Nitekim:
1)
Yüksek Mahkeme Doğru Yol Partisi hakkında "devam" iddiası ile açılan
kapatma davasında aynen şöyle demiştir:
"...
bu haliyle uygulanması istenilen maddeler birer ceza kuralı niteliğindedir.
101. maddede öngörülen siyasi partinin kapatılmasına ilişkin yaptırım Türk Ceza
Kanunu'nun 11. maddesiyle belirlenen klasik cezalar arasında yer almaması,
failin tüzel kişi olmasından kaynaklanmaktadır. Öte yandan 2820 sayılı Yasanın
117. maddesinde .... dördüncü kısımda yazılı yasak eylemleri işleyenlerin altı
aydan az olmamak üzere hapis cezası ile cezalandırılacakları da belirtilmiştir.
Siyasi partilerin kapatılmaları sonucunu doğuran bu tür yasakların birer ceza
kuralı niteliğinde oldukları, 1961 Anayasası'nın yapılmasında açıkça
belirtilmiştir."
"Kaldı
ki, hem 2820 sayılı Yasa'nın 98. ve hem de 10/11/1983 günlü 2949 sayılı Yasanın
33. maddeleri, siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin davaların, Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle .... karara
bağlanacağını, belirtmektedir.
Uygulanması
istenen maddelerin ceza kuralı niteliğinde oluşları ve davanın Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu'na göre yürütülmesi, davalı parti için güvence teşkil
eden birtakım sonuçlar doğurur. ...bunlar arasında, üçüncü kişilerin
eylemlerinden sorumlu olmamak, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi ve bunun
sonucu olarak cezada genişletici yorum ve kıyasa yer verilmemesi kuralı, eldeki
dava nedeniyle pratik sonuçlar doğuracak niteliktedir. Aynı biçimde ceza usulünün,
gerçeği araması ..... şüphe halinde sanık lehine hareket etmek gereği gibi
ilkeler, görülmekte olan bu davada da gözönünde bulundurulacak
ilkelerdendir."(Any. Mah. Kararı, T.28.9.1984, E. 1984/1 (SPK), K.
1984/1, AMKD, S.20, ss. 504-507)
2)
Yüksek Mahkeme, Muhafazakâr Parti hakkında açılan kapatma davasında da aynen
şöyle demiştir:
"Kanun'un
8., 14., geçici 4. ve geçici 5. maddelerine dayanılarak, kıyas yoluyla bir ceza
niteliğinde olan kapatma müeyyidesinin uygulanmasına olanak da
görülmemiştir."(Any.Mah.Kararı, T.03.11.1983, E.1983/4 (SPK), K.
1984/4, AMKD, S.20, s.417)
3)
Anayasa Mahkemesi, 1964 yılında tüzelkişilerin cezalandırabileceği konusunda
"parti kapatma cezasını" örnek olarak zikretmiştir:
"...
tüzel kişilerin de yapılarına uygun bir ceza sorumluluğu altında
bulundurulmalarında zorunluk olduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim Anayasa'nın
57. maddesi ... siyasi partilerin Anayasa Mahkemesi kararı ile temelli
kapatılacağını kabul etmiştir. Buradaki (kapatma) hükmü ile dava konusu 1567
sayılı kanunun değişik 3. maddesindeki (Ticaret ve mesleki faaliyetten men
cezası) arasında hukuki nitelik bakımından bir ayrılık bulunmamaktadır.(Any.
Mah. Kararı, T.16.6.1964, E. 1963/101, K.1964/49; AMKD, S.2, ss. 190- 191)
Burada
şu hususu da önemle belirtelim ki parti kapatma davalarını ceza davası
niteliğinde gören tek mahkeme, Anayasa Mahkemesi değildir.
Nitekim
"normal dönemde" "Adli Yargı" tarafından kapatılan tek
parti olan Millet Partisi 27.01.1954 tarihinde Ankara 4. Asliye Ceza
Mahkemesi'nce kapatılmış ve aynı davada Parti üst düzey yöneticisi dokuz kişiye
de birer gün hapis cezası verilmiş, ancak hapis cezaları ertelenmiştir (Ercan
haytoğlu, "Geçmişte Kapatılan Bir Parti ve Düşündürdükleri", Yeni
Türkiye, C. 23-24, Cumhuriyet Özel Sayısı-2, ss.1010-1011, Ankara, 1998).
Kısaca;
Günümüzden
57 yıl önce, sıradan bir dernek gibi Dernekler Kanunu'na tabi iken ceza
hukukunun savunma ilke ve araçlarından istifade eden siyasi partilerin,
-
Demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olarak kabul edildikten;
- Anayasal
güvenceye kavuştuktan;
-
Önemlerinden dolayı Dernekler Kanunu'ndan ayrı özel bir kanunla düzenlendikten,
-
Yine önemlerinden dolayı haklarında kapatılma davası açma yetkisi diğer bütün
kişi ve kurumlardan alınarak sadece ve bizzat Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'na
verildikten,
-
Tam bir güvenceye kavuşmaları için kapatılma yetki ve görevi ile mali
denetimleri münhasıran Anayasa Mahkemesi'ne verildikten, sonra,
"parti
kapatma davaları ceza davası niteliğinde değil" diyerek, "savunma
araçları bakımından" 1950'lerin de gerisine itilmesi anlamına gelir ki
böyle bir durum
-
hem siyasi partilere verilen önemle bağdaşmaz
-
hem de (mevcut) hukuki duruma uygun düşmez.
Sonuç
olarak;
Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümlerine göre düzenlenmiş bir iddianame ile bizzat
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açılıp Anayasa Mahkemesi tarafından
yine Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümlerine göre sonuçlandırılan parti
kapatma davaları, hiç kuşkusuz, "ceza davası niteliğinde"dir.
2949
sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un
33. maddesinin,
"Siyasi
partilerin kapatılmalarına ilişkin davalar Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu
hükümleri uygulanmak suretiyle ... karara bağlanır."
demesinin
sebebi;
-
Parti kapatma davalarını ceza davası niteliğinde görmediği için değil, tam
aksine "öyle" gördüğü için,
-
Herhangi bir duraksamaya meydan vermemek için,
-
Parti kapatma davalarında kesinlikle Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun
uygulanması gerektiğini vurgulamak için,
-
Ceza ve yargılama yönünden de siyasi partileri güvenceye kavuşturmak içindir.
III-
"TEMELLİ KAPATMA" VE "KAPATMA" KAVRAMLARI EŞANLAMLI
KAVRAMLAR DEĞİLDİR.
Ek
iddianame'nin 2. sayfasında, aynen şu ifadeler yer almıştı:
"2820
sayılı Siyasi Partiler Kanununun değişik 103'ncü maddesinde ise 'Bir siyasi
partinin, bu Kanunun 78 ilâ 88 ve 97 nci maddeleri hükümlerine aykırı fiillerin
işlendiği bir mihrak haline geldiğinin sübuta ermesi halinde o siyasi parti
Anayasa Mahkemesince kapatılır' hükmü yer almaktadır."
Ek
iddianamenin yine aynı (2.) sayfasında, aynen şu ifadeler de yer almıştı:
"Siyasi
Partiler Kanununun 103 ncü maddesinde yer alan "kapatma" tabiri bu
nedenle Anayasanın 69/6 ncı maddesinde yer alan "temelli kapatma "
ile eş anlamdadır."
12.3.2001
tarihli Ön Savunma'mızda biz, bu ifadelerin Ek iddianame'de zühûlen yer almış
olabileceğini belirtmiştik.
Sayın
Başsavcılık ise, Esas Hakkında Görüşü'nde (s.3), bu ifadelerin Ek İddianame'de
"zühûlen değil, bilerek" kullanıldığını vurgulamıştır.
Eğer
Ek İddianame ile Esas Hakkında Görüş'teki bu iddianın doğruluğu,
-
yani "temelli kapatma" kavramı ile "kapatma" kavramının
aynı anlama geldiği,
-
Refah Partisi hakkında verilen "kapatma" kararının aslında
"temelli kapatma" olduğu, kabul edilecek olursa, o zaman ortaya
birbirinden vahim iki ihtimal çıkmaktadır.
-
Bunlardan biri, Anayasa'nın "... siyasi partilerin temelli kapatılmasına
veya kapatılmasına..." diyerek abesle iştigal etmiş olma ihtimali,
-
diğeri ise Anayasa Mahkemesi'nin Refah Partisi hakkında "temelli
kapatma" kararı vereceği yerde "zühûlen" kapatma kararı vermiş
olma ihtimalidir.
Ön
savunma'mızda da belirttiğimiz gibi bu iki ihtimalden herhangi birini
"doğru" kabul etmek mümkün değildir. Çünkü hem Anayasa hem de Anayasa
Mahkemesi'nin söz konusu (T.16.1.1998, E. 1997/1 (SPK), K. 1998/1) kararı çok
açıktır.
A)
Anayasa Çok Açıktır:
Anayasa'mız,
1995 değişikliği ile siyasi partiler için, hiçbir ihtilafa meydan vermeyecek
şekilde, açık ve kesin olarak "iki tür kapatma" öngörmüştür (Any. m.
149/4).
Bunlardan
biri,
-
"Temelli kapatma" diğeri ise
-
"Kapatma"dır.
"Temelli
kapatma" ile "kapatma" arasındaki fark da;
1)
Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa Komisyonu Alt Komisyonu'nun 25 Nisan 1995
tarihli raporunun 10 ve 11. sayfalarında;
2)
Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa Komisyonu'nun 05.6.1995 tarih ve 17 sayılı
Raporunun 33. sayfasında,
3)
Anayasa'nın 69/7. maddesinde,
4)
2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 96/1. maddesinde; belirtilmiştir:
"Temelli
kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz."
Buna
karşılık;
-
Komisyonların raporlarına,
-
TBMM Genel Kurulu tutanaklarına,
-Anayasa'nın
69/7. maddesinin mefhumu muhalifine,
-
Siyasi Partiler Kanunu'nun 96/1. maddesinin mefhumu muhalifine, göre
"kapatılan partiler" için böyle bir engel yoktur:
Kısaca:
"Temelli
kapatma" ve "kapatma" kavramları Anayasamıza göre,
"eşanlamlı" değil, farklı kavramlardır. Farklı kavramlar oldukları
içindir ki Anayasakoyucu, 1995 yılında bu kavramları Anayasa'nın 149.
maddesinin dördüncü fıkrasına gayet bilinçli olarak eklemiştir:
Anayasa
Mahkemesi "... siyasi partilerin temelli kapatılması veya kapatılmasına
ilişkin davalarda Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısından sonra kapatılması istenen
siyasi partinin genel başkanlığının veya tayin edeceği bir vekilin savunmasını
dinler."
B)
Anayasa Mahkemesi'nin Kararı da Çok Açıktır:
Anayasa
Mahkemesi'nin, Refah Partisi hakkındaki (T. 16.01.1998, E. 1997/1 (SPK), K.
1998/1) kararı gayet açıktır:
"Refah
Partisi'nin kapatılmasına karar verilmiştir."
IV-
TEMELLİ KAPATILAN BİR PARTİNİN "DEVAMI" OLDUĞU İDDİA EDİLEN BAŞKA BİR
PARTİ İÇİN SIRF BU SEBEPLE TEMELLİ KAPATMA YAPTIRIMI UYGULANMASI HUKUKA UYGUN
DÜŞMEZ.
Hemen
belirtelim ki;
1)
Refah Partisi'nin "temelli" kapatılmadığını biliyoruz.
2)
Fazilet Partisi'nin -temelli veya basit olarak kapatılan- hiçbir partinin
"devamı" olmadığını da gayet iyi biliyoruz.
Ancak
"Ek İddianame" de ve "Esas Hakkında Görüş"te, temelli
kapatılan bir partinin "devamı" olduğu iddia edilen bir parti için de
"temelli kapatma" müeyyidesinin uygulanması gerektiği iddia edildiği
için konunun hukuki mahiyetini ortaya koyma durumu hasıl olmuştur.
Anayasa'mıza
göre "devam" iddiası için "temelli kapatma" yaptırımının
uygulanması mümkün değildir.
Çünkü:
1)
Anayasa'mız, temelli kapatmayı gerektiren halleri, tek tek saymıştır.
Anayasa'mıza
göre bir parti üç halde "temelli" olarak kapatılır. Bu haller;
-
Tüzük ve programının Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine
aykırı olması,
-
Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerin
işlendiği bir odak haline gelmesi ve
-
Yabancılardan maddi yardım alması,
halleridir.
2)
Anayasa'mızın 69. maddesinin son fıkrasına göre, temelli kapatmayı gerektiren
bu üç hali,
-
Kanunla veya
-
İçtihat yoluyla, genişletmek mümkün değildir.
Zira
Anayasa, 69. maddesinde "siyasi partilerin kapatılmaları kanunla
düzenlenir" derken "yukarıdaki esaslar çerçevesinde" ifadesini
kullanmıştır. Anılan hükme göre,
"Siyasi
partilerin ... kapatılmaları ... yukarıdaki esaslar çerçevesinde kanunla
düzenlenir."
Bu
açık, kesin ve buyurucu hükme rağmen "yorum" yoluyla temelli kapatma
sebebi ihdas etmek Anayasa'ya aykırı düşer.
Doç.
Dr. Fazıl SAĞLAM'ın ifadesiyle:
"1995
Anayasa değişikliklerinden sonra siyasal partilerin temelli kapatılmasına yol
açacak yasaklar ve yasaklara ilişkin temel normlar, Anayasa'da tüketici bir
biçimde (numerus clausus) ilkesine uygun olarak düzenlenmiştir. Bu düzenlemeden
sonra artık parti yasaklarını yasayla genişletmek bunlara yenilerini eklemek
mümkün değildir. Yasalar ancak Anayasa'daki bu sistemi somutlaştırıcı ve temel
hak ve özgürlükler sistemi açısından güvence artırıcı düzenlemeler
yapabilir."(Doç. Dr. Fazıl SAĞLAM, "Anayasa Hukukumuz
Açısından Siyasal Parti Kurumunun Güncel Sorunları", Anayasa Yargısı, S.
14, s.368, Ankara, 1997)
3)
Çünkü "bir partinin temelli kapatılması olgusunu kişiler için verilen idam
cezasına koşut bir biçimde değerlendirmek doğru olur. Nasıl idam cezası aslında
yaşam hakkının özüne dokunan bir yaptırım ise ve ancak Anayasa da yaşam
hakkının bir istisnası olarak öngörüldüğü oranda geçerli olabiliyorsa, siyasal partilerin
temelli kapatılması da aynı özelliği göstermektedir. Bir partinin temelli
kapatılması aslında siyasal partiler için Anayasa'da öngörülen temel hak
güvencesinin ve kurumsal güvencenin özüne dokunur. Bu nedenle temelli kapatma
nedenleri de ancak Anayasa'da öngörüldüğü kapsamda geçerli olabilir.
Dolayısıyla siyasal partiler için Anayasa'da öngörülen temelli kapatma
nedenlerinin Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan genel sınırlama nedenleriyle
genişletilmesi mümkün değildir. "(Sağlam, a.g.m, s.370)
"Aksi
takdirde Anayasanın parti tüzel kişiliği için öngördüğü kurumsal güvencenin bir
anlamı kalmaz. "(Sağlam, a.g.m. 369)
4)
Anayasa'nın 69. maddesinin 7. fıkrası, yani
"Temelli
kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz." diyen hüküm, bir
"önleyici norm'dur, "bastırıcı norm" değildir.
Doç.
Dr. Fazıl SAĞLAM'ın ifadesiyle;
Anayasa'mız
"iki parti yasağı" için "temelli kapatma yaptırımı
öngörmemiş"tir.
Kendileri
için "temelli kapatma" yaptırımı öngörülmeyen iki parti yasağından
biri,
-
Siyasi partilerin ticari faaliyette bulunma yasağı, diğeri ise
-Temelli
kapatılan bir partinin başka bir ad altında kurulamıyacağı yasağıdır. (Doç. Dr.
Fazıl SAĞLAM, Siyasi Partiler Hukukunun Güncel Sorunları, Beta Yayınları,
Ankara, 1999, ss. 106-107).
"69/7.
maddeye aykırılık nedeniyle bir partinin temelli kapatılabilmesi, ancak daha
öncekinin kapatılmasına neden olan koşulların varlığını sürdürmesi, yani başka
bir deyişle yeni kurulan partinin tüzük, program ve eylemlerinin de 68/4. madde
de öngörülen yasaklara aykırı olması halinde söz konusu olabilir."(sağlam,
a.g.e., s.107)
5)
1995 yılında Anayasa değişikliği yapılırken Anayasa Alt Komisyonu Raporu'nda
aynen şu ifadeler yer almıştır:
"Alt
Komisyon, siyasi partilerin yeni kaleme aldığı 68. maddede yer alan ilkelere
uyması gerektiğini metne açıklıkla koymak suretiyle, partilerin temelli
kapatılmasını sadece bu ilkelere uyulmaması şıkkında öngörmüş ve diğer şıklarda
öngörmemiştir."(TBMM Anayasa Komisyonu Alt Komisyonu'nun 25.4.1995 tarihli
Raporu, ss. 10-11).
6)
"Devam" noktasında, genç bir bilim adamımız, Sayın Dr. Hakyemez, beş
kişilik bilim jürisi tarafından "oybirliği" ile kabul edilen doktora
tezinde aynen şöyle demektedir:
"Anayasa'daki
bir başka yasak da temelli kapatılan bir partinin başka bir adla yeniden
kurulmasını engellemeyi amaçlamaktadır (madde: 69/7). Bu yasağın da kapatma
diye bir yaptırımının söz konusu olmaması gerektiği belirtilmektedir. Çünkü
Anayasa Koyucu isteseydi bunu da "temelli kapatılır" biçiminde
belirtilen kategori içerisine sokabilirdi. .... Kanaatimizce, bir siyasal
partinin kapatılması durumunda, bunun devamı niteliğindeki yeni bir partinin
program, tüzük ve faaliyetlerinde, Anayasa Mahkemesi'nce, Anayasa'da yer alan
kapatma nedenlerine aykırılık tespit edilmeden, bu yeni partinin sırf kapatılan
bir partinin devamı olduğu için kapatılmaması gerekir. Belki de bu sayede yeni
kurulan siyasal parti siyasal alanda öngörülen kuralları benimseyebilir ve
demokratik sistem içine çekilebilir." (Dr. Yusuf Şevki HAKYEMEZ, Militan
Demokrasi Anlayışı ve 1982 Anayasası, Seçkin Yayını, Ankara, 2000, s. 221).
Özet
olarak;
-
Temelli kapatılmayı gerektirecek hiçbir fiili bulunmadığı halde sırf temelli
kapatılan bir partinin devamı olduğu iddiası ile bir partiyi temelli kapatmak,
-
Hiçbir suçu olmadığı halde sırf babası idam edildiği için -yüksek adaleti
sağlamak maksadıyla- çocuğu da idam etmek gibidir.
Daha
vahimi de bunların, Esas Hakkında Görüş'ün 6. ve 7. sayfalarında talep edildiği
gibi, "bozulan Anayasal düzeni" önceki haline getirmek amacıyla
yapılmış olmasıdır.
Fazilet
Partisi'ni kapatmak ise bunlardan da vahim bir şeydir. Çünkü Fazilet Partisi,
ne idam edilen bir babanın çocuğu, ne de "temelli kapatılan bir partinin
devamı"dır.
Fazilet
Partisi, Türkiye'de,
-
Hukuk'un
-
İnsan haklarının,
-
Demokrasinin,
en
samimi savunucusudur. Çünkü bu değerlerin ne kadar önemli olduğunu ancak, iki
seneden beri, "Demokrasi'nin Kılıcı" altında Millet'in hakkını
savunmaya çalışan Fazilet Partisi (ve O'nun mensupları) bilebilir.
İkinci
Bölüm
ESAS
BAKIMINDAN AÇIKLAMALAR
Bu
kısımda Ek iddianame ve Esas Hakkında Görüş, hukuki açıdan tahlil edilecektir.
Şöyle ki:
l-
EK İDDİANAME, HUKUKEN BİR EK İDDİANAME DEĞİLDİR:
Yüksek
malumları olduğu üzere, bir iddianamenin "ek iddianame" sayılabilmesi
için, görülmekte olan bir dava ile yargılanmakta olan bir sanığın
mevcudiyetinden başka, üç şartın daha bulunması gerekir. Bu üç şart;
1)
Fiil Unsuru: Ek iddianameden söz edebilmek için herşeyden önce ortada "suç
teşkil eden bir fîil"in bulunması gerekir. Zira suç teşkil etmeyen fiiller
için gerek "ilk" gerekse "ek" iddianame düzenlenemez. Çünkü
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 150/1. maddesine göre;
"Tahkikat
ve hüküm, yalnız iddianamede beyan olunan suça... hasredilir".
Kanun'un
bu açık hükmüne rağmen, Ek İddianame'nin içinde suç teşkil eden hiçbir fiil
yoktur.
2)
Delil Unsuru: Parti kapatma davalarında uygulanacağı özel olarak belirtilen
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 148. maddesinin 2. fıkrasına göre kamu
davasının açılabilmesi için ortada yeterli delilin bulunması şarttır.
Kanun,
bu şartı, "ceza takibini gerektirecek hususlarda yeterli delil mevcut ise
..." diyerek ifade etmiştir.
Usul'un
bu açık hükmüne rağmen, Ek iddianame'nin "delil" diye dayandığı tek
şey, Anayasa Mahkemesi'nin "delil olarak kabul etmediği kasetler"dir.
3)
Talep Unsuru: Bir "ek iddianame"den bahsedebilmek için bu
iddianamenin, asıl iddianamedekine ilaveten bir "ek talep"te
bulunması gerekir.
Halbuki
Ek iddianame'de hiçbir "ek talep" yoktur. Tam aksine, asıl
iddianamedeki talepler Ek iddianame ile daraltılmıştır.
Malumları
olduğu üzere talebi daraltmak hatta bütünüyle ortadan kaldırmak için bir ek
iddianame düzenlemeye gerek yoktur.
Kısaca,
Ek iddianame,
-
Suç teşkil eden hiçbir fiile dayanmadığı,
-
Delilden yoksun olduğu ve
-
Ek talep içermediği, için hukuken ek iddianame sayılamaz.
II-
EK İDDİANAME HUKUKA AYKIRIDIR
05.02.2001
tarihli Ek iddianame'nin hukuka aykırılığı;
-
Anayasa'ya aykırılık ve
-
Hukukun genel prensiplerine aykırılık;
olmak
üzere iki bakımdan somutlaşmıştır.
A)
EK İDDİANAME'NİN ANAYASA'YA AYKIRILIK DURUMU:
Sayın
Başsavcılık, Ek iddianamenin dayanağını teşkil eden her şeyi, "ek
delil" diye 12.12.2000 günü Anayasa Mahkemesi'ne sunmuştur. Ancak Yüksek
Mahkeme, kendisine "ek delil" diye sunulan şeylerin "delil"
olamıyacağına 01.02.2001 tarihinde karar vermiştir.
Bilindiği
üzere;
1)
Anayasa'nın 153. maddesinin son fıkrasına göre;
"Anayasa
Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı
organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar"
Anayasa'nın
bu buyurucu hükmüne rağmen Ek iddianame, Anayasa
Mahkemesi'nin
01.02.2001 tarihli ara kararını hükümsüz kılmayı amaçladığı için açıkça
Anayasa'ya aykırıdır.
2)
Anayasa'nın 138. maddesinin son fıkrasına göre;
"Yasama
ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu
organlar ve idare, mahkeme kararları hiçbir suretle değiştiremez ve bunların
yerine Getirilmesini geciktiremez."
Yine
Anayasa'nın bu buyurucu hükmüne rağmen Ek iddianame, Anayasa Mahkemesi'nin
01.02.2001 tarihli ara kararını değiştirmeyi amaçladığı için Anayasa'ya açıkça
aykırıdır.
Anayasa'nın
kesin olarak yasakladığı bir durumu değişik bir yoldan aşmaya çalışmak bir
hukuk hilesidir. Anayasa'ya karşı bir hiledir, hukuku dolanmanın tipik bir
örneğidir. Çünkü Ek iddianame ile "ek delil" diye Anayasa
Mahkemesi'ne sunulan belgelerin tamamı, Anayasa Mahkemesi'nin daha önce
"ek delil" olarak kabul etmediği, reddettiği belgelerdir.
Başka
bir deyişle, Ek iddianame'nin aşmaya çalıştığı karar, Anayasa Mahkemesi'nin
01.02.2001 tarihli "red kararı"dır. Ek iddianame, işte bu red
kararını "hükümsüz" kılmayı amaçlamaktadır.
Eğer
Anayasa Mahkemesi, Sayın Başsavcılığın, sonradan "ek delil" diye
sunduğu argümanları kabul etse idi, bugün ortaya böyle bir "ek
iddianame" çıkmayacaktı.
Anayasa
Mahkemesi'nin reddettiği belgeler, Ek iddianame yoluyla yeniden Anayasa
Mahkemesi'nin önüne koymak bir hukuk hilesi değilse nedir'
B)
EK İDDİANAME'NİN, HUKUKUN GENEL PRENSİPLERİNE AYKIRILIK DURUMU:
a)
Ek iddianame "yargılamada istikrar ilkesi"ne aykırıdır:
Anayasa
Mahkemesi'ne, kurulduğu tarihten bu yana yani kırk yıllık süre içinde, yaklaşık
kırk tane siyasi parti kapatma davası açılmıştır. Ancak bunların hiçbiri ek
iddianamelerle "takviye" edilmemiştir. Dava açıldıktan sonra elde
edilen belgelerle, cereyan eden olaylar Başsavcılık tarafından usulüne uygun
şekilde Anayasa Mahkemesi'ne intikal ettirilmiş, Anayasa Mahkemesi de dava
tarihinden önceye ait belge ve olayları delil olarak kabul etmiş, dava
tarihinden sonraya ait belge ve olayları ise parti kapatmada delil olarak kabul
etmemiştir. Bu uygulama hem Başsavcılık bakımından hem de Anayasa Mahkemesi
yönünden istikrarlı bir hal almıştır.
Nitekim;
1)
Halkın Emek Partisi hakkında (03.07.1992 tarihinde) açılan kapatma davasında
uygulama böyle olmuştur:
"Bu
kanıtların bir bölümü bu davanın açılmasından (3.7.1992) sonraki günlerde
gerçekleştiği ileri sürülen olaylara ilişkindir. Bunların davada kanıt olarak
değerlendirilmesi öncelikle 2820 sayılı Yasa'nın 98. ve 2949 sayılı Yasa'nın
33. ve CMUK'un 257. maddeleri karşısında olanaksızdır" (Any. Mah.
Kararı, T.14.7.1993, E. 1992/1 (SPK), K. 1993/1; AMKD, S.29, C.1, ss.1176/1177)
2)
Refah Partisi hakkında (21.05.1997 tarihinde) açılan kapatma davasında da
uygulama aynı olmuş: Dava açıldıktan sonra elde edilen deliller ek
iddianamelerle değil de normal yollarla Anayasa Mahkemesi'ne ulaştırılmış,
Anayasa Mahkemesi de bu kanıtlardan, dava tarihinden önceki döneme ait olanları
değerlemeye almış, dava tarihinden (21.05.1997) sonraki döneme ait olanları
(örneğin Oğuzhan Asiltürk'ün, hakkında Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi
Başsavcılığı tarafından 27.10.1997 gün ve 309/5 sayılı fezleke düzenlenen
19.7.1997 tarihinde yaptığı konuşmayı) ise değerlemeye almamıştır (Any. Mah.
kararı, T.16.01.1998, E.1997/1 (SPK), K.1998/1, 22.02.1998 tarih ve 23266 sayılı
Resmi Gazete, s.279)
3)
Anayasa Mahkemesi, aynı uygulamayı, "sonraki olayların önceki bir iddianın
ispatında delil olarak kullanılamayacağına dair temel hukuk ilkesi"ni
Fazilet Partisi kapatma davasında da (01.02.2001 tarihli ara kararı ile)
sürdürmüştür.
Şimdi
ise, 05.02.2001 tarihli "Ek İddianame" ile Anayasa Mahkemesi'nin hem
dünyadaki tatbikata hem de Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'na uygun olan
yerleşik uygulamasından vazgeçilmesi talep edilmektedir.
Böyle
bir talebin (Ek iddianamenin)
-
"Hukukta istikrar ilkesi"ne ters düşeceği,
-
Keyfi uygulamalara yol açacağı,
-
Dolayısıyla "Devlete güven duygusunu" sarsacağı gayet açıktır.
b)
Ek iddianame "usulî müktesep hak ilkesi"ne aykırıdır:
Usulî
müktesep hak ilkesi, mahkemenin taraflardan biri lehine hüküm vermesi sonucunu
doğurabilecek bir durumdur.
Usulî
müktesep hak ilkesi Yargıtay İçtihatları ile benimsenmiş ve geliştirilmiştir.
Bu ilke, özlü bir biçimde 09.05.1960 tarih ve 21/9 sayılı İçtihadı Birleştirme
Umumi Heyeti Kararı ile açıklanmıştır.
1960'tan
bu yana, yani 40 yılı aşkın bir süredir "usulî müktesep hak ilkesi"
bütün yargı kollarında, istikrarlı bir biçimde uygulanmaktadır. Öyle ki,
misalen, Yargıtay'ın herhangi bir dairesi, "sonradan, ilk bozma kararı ile
benimsemiş olduğu esaslara, (usulî müktesep hakka) aykırı bir şekilde bozma
kararı veremez. Aksi halde, usul hükümleri ile hedeflenen istikrar zedelenir ve
mahkeme kararlarına karşı genel güven sarsılır" (YCGK, 07.12.1992,
3-321/333).
Ayrıca
ve önemle belirtelim ki "usulî müktesep hak kurumu, usul hukukunun
dayandığı ana ilkelerdendir ve kamu düzeni ile ilgilidir" (YCGK, aynı
karar).
Kısaca,
Sayın Başsavcılığın "ek delil" diye ileri sürdüğü belgeleri Anayasa
Mahkemesi'nin 01.02.2001 tarihinde reddetmesi ile Fazilet Partisi için usulî
müktesep hak doğmuştur.
Eğer
Ek İddianame kabul edilecek olursa;
-
Anayasa Mahkemesi'nin 01.02.2001 tarihli kararı -dolaylı bir şekilde- hükümsüz
kılınmış,
-
Fazilet Partisi lehine doğan usulî müktesep hak iptal edilmiş;
-
Usul hukukunun dayandığı bîr temel ilke, kamu düzeniyle ilgili bir ilke, usuli
müktesep hak ilkesi çiğnenmiş; olacaktır. Böyle bir uygulamanın ise
"hukuka aykırı" olacağı gayet açıktır.
III-
REFAH PARTİSİ ANAYASA MAHKEMESİ TARAFINDAN "KAPATILMIŞ"TIR:
05.02.2001
tarihli Ek İddianame'de Refah Partisi'nin Anayasa Mahkemesi tarafından
"temelli" kapatıldığı iddia edilmiş, aynı iddia "Esas Hakkında
Görüş"te de vurgulanmıştır.
Halbuki
Anayasa Mahkemesi'nin, Refah Partisi hakkındaki(T.16.01.1998, E.1997/1 (SPK),
K. 1998/1) kararı gayet açıktır:
"Refah
Partisi'nin kapatılmasına karar verilmiştir."
Kanaatimizce,
Anayasa Mahkemesi'nin kararında herhangi bir yanlışlık yoktur.
Aslında
bu gerçeği Sayın Başsavcılık da kabul bilmektedir. Ancak Sayın Başsavcılık
"kapatma" kelimesinin "yorum" yoluyla "temelli
kapatma" sayılmasını talep etmektedir. Oysa;
1)
Mahkeme kararlarının hüküm fıkrası hiçbir makam tarafından değiştirilemez.
2)
Mahkeme kararlarının tavzihine ancak yine o mahkeme karar verebilir. Başka
mercilerin tavzihte bulunma yetkisi yoktur.
3)
Başka mercilerin görevi, kararların hüküm fıkrasını infazdan ibarettir.
Anayasa
Mahkemesi'nin "temelli kapatma" yerine "kapatma" kararı
vermesini, Esas Hakkında Görüşte olduğu gibi biraz muğlak biraz da çekingen
ifadelerle, Siyasi Partiler Kanunu'nun "o zaman yürürlükte bulunan
hükümleri" ile gerekçelendirmek mümkün değildir.
Çünkü:
Anayasa'nın
149. maddesinin 4. fıkrası, bugün olduğu gibi o gün de yürürlükteydi.
Bilindiği
gibi 4. fıkranın ikinci cümlesi, Anayasa'nın 149. maddesine 1995 yılında
bilinçli olarak eklenmiş bir "özel hüküm"dür.
Malumları
olduğu üzere "özel" hükümlerin "genel" hükümlere göre
önceliği vardır.
Bu
"özel hüküm" aynı zamanda bir Anayasa hükmü olduğu için Siyasi
Partiler Kanunu'na göre "mutlak" bir öncelik ve üstünlüğe sahiptir
(Any. m.11 ve m.l77/e).
Bu
"açık" ve "kesin" gerçekler karşısında, yani;
1)Anayasa'ya
özel olarak eklenmiş bulunan bir hüküm "kapatma" ve "temelli
kapatma" kavramlarını birbirinden kesin olarak ayırmışken,
2)
Hem Anayasa değişiklik teklifi, hem Anayasa Komisyonu Raporu, hem Anayasa Alt
Komisyonu Raporu, hem TBMM Genel Kurulu tutanakları ve hem de bizzat
Anayasa'nın kendisi "temelli kapatma" ile "kapatma"
arasındaki yaptırım farkını belirtmişken, "kapatma kararı"na,
"yorum" yoluyla "temelli kapatma kararı"nın müeyyidelerini
uygulamak, Anayasa'ya uygun düşmez.
"Zira
Anayasa abesle iştigal etmez."
IV-
FAZİLET PARTİSİ, ANAYASA MAHKEMESİ'NCE TEMELLİ KAPATILAN BİR PARTİNİN BİR BAŞKA
AD ALTINDA ÖRGÜTLENMESİ, BİR BAŞKA DEYİMLE DEVAMI DEĞİLDİR:
Fazilet
Partisi'nin, Anayasa Mahkemesi'nce temelli kapatılan Refah Partisi'nin devamı
olduğu iddiası, Esas Hakkında Görüş'ün 7 ilâ 11. sayfalarında iki kısımda
ispatlanmaya çalışılmıştır. Bu iki kısımdan biri,
-
Kuruluş ve Örgütlenme, diğeri ise
-
Fikir, Söylem ve Eylem Birliği
başlıklarını
taşımaktadır.
Bu
iki başlık altında, "delil" diye ileri sürülen argümanların hiçbiri
-hukuken- delil olarak kabul edilemez. Şöyle ki:
A-
FAZİLET PARTİSİ KURULUŞ ve ÖRGÜTLENME BAKIMINDAN REFAH PARTİSİNİN DE DEVAMI
DEĞİLDİR:
Sayın
Başsavcılığın "Esas Hakkında Görüş"ü (s.7); Fazilet Partisi'nin
"kuruluş ve örgütlenme" bakımından, Refah Partisi'nin
"devamı" olduğunu şu üç olguya dayandırmaktadır:
1)
"Fazilet Partisi 17.12.1997 tarihinde, Refah Partisine yakınlığıyla
bilinen ve kısa adı Hu-Der olan Hukuki Araştırmalar Derneği yönetim kurulu
üyesi Avukat Muzaffer Önder'in kuruluş dilekçesini İçişleri Bakanlığına
vermesiyle kurulmuş"tur.
2)
Fazilet Partisi Genel Başkanlığına da, Refah Partisinin Genel Başkanı Necmettin
ERBAKAN'ın avukatı ve MSP'nin kapatılmasına ilişkin davada bu partinin
avukatlığını yapan İsmail Alptekin getirilmiştir.
3)
"Refah Partisi'nin 16.1.1998 tarihinde temelli kapatılmasından sonra
23.2.1998 tarihinde 57 milletvekili Fazilet Partisi'ne girmiş, 24.2.1998 günü
katılan 59 milletvekili ile sayıları 116'ya, 27.2.1998 tarihinde 133'e
ulaşmıştır.
Katılmalara,
kapatılan Refah Partili tüm Büyükşehir il ve ilçe belediye başkanları
eklenmiştir."
Böylece
Fazilet Partisi, Anayasa Mahkemesi'nce temelli kapatılan Refah Partisi'nin
devamı olmuş, "DEVAM olgusu" tamamlanmıştır (s.7).
Bu
iddialar hukuki açıdan değerlendirilecek olunursa görülür ki:
1)
Fazilet Partisi'nin kuruluş belgelerinin İçişleri Bakanlığı'na Hukuki
Araştırmalar Derneği yönetim kurulu üyesi Avukat Muzaffer Önder tarafından
verilmiş olması -hukuki olarak- Parti'nin tüzelkişilik kazanmasından başka bir
anlam ifade etmez.
Bununla
beraber kaydedelim ki;
i.
Refah Partisi ile Hukuki Araştırmalar Derneği arasında bir yakınlık olup
olmadığını bilmiyoruz. Olsa bile bu yakınlık, Fazilet Partisi'nin kapatılması
için -hukuken- bir gerekçe olamaz,
ii.
İkinci olarak, bildiğimiz kadarıyla Avukat Muzaffer Önder'in parti kurmasını
engelleyen hukuki bir norm bulunmadığı gibi gerek kendisi ve gerekse Hukuki
Araştırmalar Derneği hakkında bu zamana kadar herhangi bir cezai takibat
başlatılmış bile değildir.
2)
Sayın Av. İsmail Alptekin'in Fazilet Partisi Genel Başkanlığına seçilmiş olması
da bu Parti'nin temelli kapatılması için -hukuki bakımdan- bir gerekçe olamaz.
Çünkü:
i)
Sayın Alptekin'in, "12 Eylül Dönemi"nde Sayın ERBAKAN'ı ve Milli
Selamet Partisi'ni savunmuş olması, kendisinin de "suçlu" olduğu
anlamına gelmez.
ii)
Gerek Milli Hukukumuz da gerekse Uluslararası Hukukta suçun, sanıktan avukata
da sirayet edeceğine dair bir kural yoktur.
iii)
Suç, Sayın ERBAKAN ve Milli Selamet Partisi'nden Sayın Av. Alptekin'e sirayet
etmiş olsa bile -20 yıllık süre içinde- zamanaşımına uğramıştır.
iv)
Kaldı ki "12 Eylül Dönemi"nde yargılanıp beraat eden:
-
Tek parti Milli Selamet Partisi
-
Tek Genel Başkan da Sayın ERBAKAN'dır.
3)
16.01.1998'de Refah Partisi'nin kapatılmasıyla bağımsız kalan bir kısım
milletvekilleri ile bazı belediye başkanlarının Fazilet Partisi'ne katılmış
olmaları da bu Parti'nin kapatılması için -hukuken- bir gerekçe olamaz.
Çünkü:
i)
Bilindiği gibi siyasi hak, temel haklardandır.
ii)
Hiçbir yasağı bulunmayan kimselerin, Anayasa'nın teminat altına aldığı bir
temel haklarını kullanırken, girilmesi yasak olmayan bir partiye yönelmiş
olmaları o partinin kapatılması için -hukuken- bir gerekçe olabilir mi'
-Eğer
bağımsız kalan milletvekilleriyle belediye başkanları ve hiçbir siyasi yasağı
bulunmayan diğer kimseler, hep beraber, örneğin Anavatan Partisi'ne, Demokratik
Sol Parti'ye veya Cumhuriyet Halk Partisi'ne girmiş olsalardı bu partileri de
mi kapatmak gerekecekti'
Kaldı
ki:
i)
Refah Partisi'nin kapatılması ile bağımsız kalan milletvekilleri'nin tamamı
Fazilet Partisi'ne geçmiş değildir:
Başka
bir deyişle, bağımsız kalan milletvekillerinin bir kısmı Doğru Yol Partisi'ne,
bir kısmı da Anavatan Partisi'ne geçmiştir.
ii)
Refah Partisi'nin 80 il ve 900 civarındaki ilçe başkanından hemen hemen hiçbiri
Fazilet Partisi'nde il veya ilçe başkanlığında göreve getirilmemiştir.
iii)
Buna karşılık Refah Partisi'yle hiçbir ilgisi bulunmayan bazı kimseler Fazilet
Partisi'nin her kademesinde görev almışlardır.
Kısaca:
Fazilet
Partisi'nin, kuruluş ve teşkilatlanma bakımından Refah Partisi'nin
"devamı" olduğunu gösteren, dolayısıyla Fazilet Partisi'nin
kapatılmasını gerektiren hiçbir -hukuki- delil yoktur.
Ayrıca
ilave edelim ki;
i)
Fazilet Partisi, Refah Partisi kapatılmadan önce, 17 Aralık 1997'de kurulmuş,
buna karşılık Refah Partisi 16.01.1998 tarihinde kapatılmıştır.
17
Aralık 1997 tarihinde kurulan bir partinin, bu tarihten daha sonra 16.01.1998
günü kapatılan bir partinin "bir başka ad altında kurulmuş devamı"
olduğunu iddia etmek, hem gerçeklere, hem fiili duruma hem de hukuka ve
Anayasa'ya uygun düşmez.
ii)
"Esas Hakkında Görüş"ün 7. sayfasındaki bir iddiaya göre; 1998
yılının şubat ayında "DEVAM olgusu sağlanmıştır."
1998
yılının Şubat ayında,
-
Tüm Devlet yetkililerinin gözleri önünde, bu arada,
-
Sayın Başsavcılığın bilgisi ve incelemesi dahilinde
-
Kanunlar çerçevesinde, cereyan eden olayların dört yıl sonra, Anayasa'ya aykırı
olduğunu iddia ederek bir partinin temelli kapatılmasını talep etmek,
kanaatimizce,
-
hem görev, yetki ve sorumluluk anlayışına
-
ve hem de hukuka ve Anayasa'ya uygun düşmez.
B)
FAZİLET PARTİSİ "KAPATILAN" REFAH PARTİSİNİN "FİKİR EYLEM VE
SÖYLEM" BAKIMINDAN DEVAMI DEĞİLDİR:
"Esas
Hakkında Görüş"ün tam üç sayfasında, 8., 9. ve 10. sayfalarında Anayasa
Mahkemesi (T. 16.01.1998, E. 1997/1 (SPK), K. 1998/1) kararından alıntılarla
Refah Partisi'nin kapatılma gerekçeleri anlatılmış, sonunda da, hiçbir somut
olaya dayanılmadan, bir tek cümle ile Refah Partisi ile Fazilet Partisi
arasında "fikir, söylem ve eylem birliği" olduğu iddia edilmiştir.
Hemen
belirtelim ki;
1)
Refah Partisi, Anayasa Mahkemesi'nce, temelli kapatılan bir partinin bir başka
ad altında kurulmuş devamı olduğu gerekçesine dayanılarak değil, "fikir,
söylem ve eylemleri" sebebiyle kapatılmıştır.
2)
Eğer Refah Partisi'nin kapatılmasını gerektiren "fikir, söylem ve
eylemler" bakımından iki parti arasında "birlik" varsa,
hukuk,
bu ikinci partinin de, "fikir, söylem ve eylemleri" sebebiyle
kapatılmasını gerektirir, "devam" sebebiyle değil.
Oysa;
-
Gerek 07.05.1999 tarihli İddianame'de,
-
Gerek 05.02.2001 tarihli Ek İddianame'de,
-
Ve gerekse 23.3.2001 tarihli Esas Hakkında Görüşte,
bir
partinin temelli kapatılmasını değil, bir üyenin bile ihracını gerektirecek bir
tek delil yoktur.
Bilindiği
gibi, üyelerinin,
-
fikir,
-
beyan ve
-
eylemleri,
sebebiyle
bir parti hakkında kapatma davası açılabilmesi için, 2820 sayılı Siyasi
Partiler Kanunu'nun (12.8.1999 tarih ve 4445 sayılı Kanunun 17. maddesiyle
değişik) 102. maddesinin ikinci fıkrasının son cümlesine göre;
Söz
konusu parti üyelerinin Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkra hükümlerine
aykırı fiil ve konuşmalarından dolayı hüküm giymiş olmaları;
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığının bu üyelerin partiden kesin olarak çıkarılmalarını
yazıyla istemesi;
Siyasi
partinin de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının istem yazısının tebliğ
tarihinden itibaren otuz gün içinde sözkonusu üyeleri üyelikten çıkarmamış
bulunması; şarttır.
Siyasi
Partiler Kanunu'nun 102. maddesinin son iki fıkrasının konumuzla ilgili
hükümleri aynen şöyledir:
"Parti
üyeleri 68 inci maddenin dördüncü fıkra hükümlerine aykırı fiil ve
konuşmalarından dolayı hüküm giyerler ise Cumhuriyet Başsavcılığı bu üyelerin
partiden kesin olarak çıkarılmasını o partiden ister.
Siyasi
parti, tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde istem yazısında
belirtilen hususu yerine getirmediği takdirde Cumhuriyet Başsavcılığı
Anayasa Mahkemesinde o siyasi partinin kapatılması hakkında dava açar.
Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenmiş iddianamenin tebliğinden itibaren otuz
gün içinde ilgili siyasi parti tarafından söz konusu .... parti üyesi veya
üyelerin partiden kesin olarak çıkarılmaları halinde o partinin kapatılması
hakkındaki dava düşer"
Kısaca,
kapatılan Refah Partisi ile Fazilet Partisi arasında "fikir, söylem ve
eylem" bakımından -hukuken- hiçbir benzerlik yoktur.
Nitekim:
"İddianameler"de
ve "Esas Hakkında Görüşler"de adı geçen üyelerden hiçbirinin
suçluluğunun sübut bulmamış olması iki parti arasında hiçbir benzerliğin
bulunmadığının en güçlü hukuki delilidir.
Sonra
-
Fazilet Partisi kuruluş tarihi itibariyle Refah Partisi'nden farklıdır,
-
Yine Fazilet Partisi, tüzüğü, programı, yönetimi, felsefesi, mantalitesi ve
Avrupa'ya bakış açısı ile Refah Partisi'nden farklıdır.
Nitekim:
Refah
Partisi, Avrupa Birliği'ne karşı çıkarken Fazilet Partisi, Anayasa yapımında
uluslararası temel hukuk kurallarının, somut olarak da Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'nin esas alınmasını talep etmektedir. Çünkü Fazilet Partisi,
Türkiye'de,
-
Demokrasinin,
-
Hukuk Devletinin ve
-
İnsan haklarının, ne kadar önemli olduğunu, bu değerleri uluslararası
standartlara kavuşturmadan,
-
İktisadi kalkınmanın ve
-
Sosyal adaletin sağlanamayacağını, -hem de tecrübelerle- çok iyi bilmektedir.
Kısaca,
kapatılan Refah Partisi ile Fazilet Partisi arasında "fikir söylem ve
eylem birliği" olduğu iddiası gerçeklere ve hukuka uygun değildir.
Hatta
Fazilet Partisi'nin kendi içinde dahi "fikir, söylem ve eylem
birliği" olduğundan bahsetmek pek mümkün gözükmemektedir.
Nitekim
kuruculardan olup da milletvekilliklerinin düşürülmesi talep edilen iki sayın
üyenin, kurucu Genel Başkan İsmail Alptekin ile Mehmet Özyol'un 14.5.2000
tarihli Büyük Kongre'de rakip listelerde yer almış bulunmaları bu durum için
çok önemli bir delil (en azından bir gösterge, bir karine)dir.
V-
ANAYASA MAHKEMESİ'NİN DOĞRU YOL PARTİSİ İLE İLGİLİ 28.9.1984 GÜN VE 1984/1-1
SAYILI KARARI, İŞBU DAVA İÇİN ÇOK ÖNEMLİ BİR "EMSAL KARAR"DIR:
Doğru
Yol Partisi davasında olduğu gibi Fazilet Partisi davasında da şüphesiz ki
"tespit", "takdir" ve "karar" Anayasa
Mahkemesi'ne aittir.
İki
dava arasındaki ortak nokta, her iki davanın "devam" iddiası ile
açılmış olmasıdır.
İki
dava arasındaki "farklı hususlar" ise bütünüyle Fazilet Partisi'nin
lehine olan hususlardır.
Şöyle
ki;
1)
Doğru Yol Partisi hakkındaki isnatlar Fazilet Partisi hakkındaki isnatlara
nispetle mukayese edilemiyecek kadar "geniş", "yaygın",
"yoğun" ve "ciddi"dir.
Aslında
Fazilet Partisi hakkında ileri sürülen iddiaların hiçbir hukuki dayanağı yoktur.
Bu gerçeklerin açık ve kesin olarak tespiti için sadece, aynı makam tarafından
hazırlanan iki iddianamenin karşılaştırılması kafidir.
2)
Anayasa Mahkemesi'nin Doğru Yol Partisi hakkındaki 28.9.1984 gün ve 1984/1-1
sayılı) kararından sonra Anayasa'da siyasi partiler lehine çok önemli
değişiklikler yapılmıştır.
Bu
değişikliklerden biri de "özel ve münhasır" olarak "devam"
hakkındadır:
Bilindiği
gibi Doğru Yol Partisi hakkında "daha önce kapatılmış bulunan partilerin
devamı olduğu iddiası ile" açılan kapatma davası görülürken, Anayasa'nın
69. maddesinin yürürlükte olan;
"Temelli
kapatılan siyasi partilerin kurucuları ile her kademedeki yöneticileri; yeni
bir siyasi partinin kurucusu, yöneticisi ve denetçisi olamayacakları gibi, kapatılmış
bir siyasi partinin mensuplarının üye çoğunluğunu teşkil edeceği yeni bir
siyasi parti de kurulamaz."
hükmü,
23.7.1995 tarih ve 4121 sayılı Kanunla yürürlükten kaldırılmıştır. Hiç şüphe
yoktur ki bu düzenleme, yeni kurulan partiler için lehte bir düzenlemedir.
Yüksek
malumları olduğu üzere temel hukuk kurallarına göre: "Lehe yapılan
düzenlemelerden, aleyhe sonuçlar çıkarılamaz."
Başka
bir ifadeyle:
Devam
bakımından 1995 yılında siyasi partiler için lehe yapılan düzenlemeler aleyhe
yapılmış gibi Fazilet Partisi suçlanamaz.
Kaldı
ki söz konusu mülga hükümler yürürlükte olsaydı dahi Fazilet Partisi
"kapatılmış bir partinin yerine kurulmuş olmak" ile suçlanamazdı.
Çünkü mülga hükümler, isnat için, "üye çoğunluğu" şartını
aramaktaydı.
3)
Anayasa Mahkemesi'nin Doğru Yol Partisi'yle ilgili (28.9.1984 gün ve 1984/1-1
sayılı) kararından sonra, siyasi partiler lehine olmak üzere, Siyasi Partiler
Kanunu'nda çok önemli değişiklikler yapılmıştır.
Bu
değişikliklerin tamamı "Anayasa'ya uyum" çerçevesinde Türkiye'yi
Avrupa Birliği'ne hazırlamak, Türkiye'de demokratik açılımları sağlamak
amacıyla yapılan "esaslı değişikliklerdir.
Kuşkusuz,
söz konusu değişikliklerin bütünü siyasi partilerin lehine ve onlar için çok
önemli değişikliklerdir.
Tıpkı
Anayasa'da yapılan değişiklikler gibi Siyasi Partiler Kanunu'nda yapılan
değişikliklerin de tamamı çok önemli olmakla beraber bunlardan üçü siyasi
partiler için hayati öneme sahiptir.
Hayati
öneme sahip olan bu üç değişiklikten;
-
ikisi "devam'la ilgili,
-
diğeri ise üyelerin Anayasa'nın 68/4. maddesindeki yasakları ihlal etmeleri
yüzünden parti hakkında kapatma davası açılabilmesiyle ilgilidir.
"Devam"
ile ilgili düzenlemeler ilki, Siyasi Partiler Kanunu'nun (Doğru Yol Partisi
hakkında karar verilirken yürürlükte bulunan) 95. maddesindeki;
"Temelli
kapatılan siyasi partilerin kapatılma tarihinde üyeliği devam eden; kurucuları,
genel başkanı, merkez karar ve yönetim kurulu ile her kademedeki yönetim ve
disiplin kurulu üyeleri ve Türkiye Büyük Mîllet Meclisi siyasi parti grubu
üyeleri başka bir siyasi partinin kurucusu, yöneticisi ve denetçisi olamazlar.
Bunlardan fiilleriyle siyasi partinin kapatılmasına neden olanlar on yıl
süreyle başka bir siyasi partiye alınmazlar ve"
"Kapatılmış
bir siyasi partinin mensuplarının üye çoğunluğunu teşkil edeceği yeni bir
siyasi parti de kurulamaz." diyen hükümlerin, 12.8.1999 tarih ve 4445
sayılı Kanun (m.9) ile mülga kılınması,
İkincisi
ise, "devam" iddiasının dinlenebilmesi için, 104. maddede yapılan
"köklü değişiklik" ile kapatma davası açılmadan önce ilgili parti için
"ihtar mekanizmasının çalıştırılmış olması şartı"nın getirilmiş
bulunmasıdır.
"Üyelerin,
Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasındaki yasakları ihlal etmeleri
yüzünden bir parti hakkında kapatma davası açılabilmesi" ile ilgili
düzenlemeye gelince;
Siyasi
Partiler Kanunu'nun 102. maddesinde yapılan yine bir "köklü
değişiklik" ile "hüküm giyme şartı" getirilmiştir.
Daha
açık bir deyişle;
Bir
parti hakkında üyelerinin "fikir", "beyan" ve
"eylemlerinden" dolayı kapatma davası açılabilmesi için;
-
Söz konusu "üyelerin" Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası
hükümlerine aykırı fiil ve konuşmalarından dolayı hüküm giymiş olmaları;
-
Cumhuriyet Başsavcılığının bu üyelerin kesin olarak partiden çıkarılmasını o
partiden yazı ile istemesi,
-
İlgili partinin ise hüküm giymiş üyelerini, Cumhuriyet Başsavcılığının
yazısının tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde kesin olarak ihraç etmemiş
bulunması; şarttır.
Bu
hükümler karşısında, gayet açıktır ki işbu dava hem "odak olma"
bakımından hem de "devam" yönünden şartları gerçekleşmeden
açılmıştır. Bu yüzden davanın reddi gerekir.
VI-
"YAPTIRIM" TALEBİ HUKUKİ DAYANAKTAN YOKSUNDUR.
"Esas
Hakkında Görüş"ün 11. sayfasında;
-
Anayasa Mahkemesi'nce Temelli Kapatılan Refah Partisi'nin Fazilet Partisi adı
altında kurulduğu, bu münasebetle,
-
Kurucular hakkında Anayasa'nın 69/8. maddesinin,
-
Bu kurucu üyelerden milletvekili olan Sayın İsmail Alptekin ile Sayın Mehmet
Özyol hakkında ayrıca Anayasa'nın 84/son maddesinin uygulanmasının gerektiği
iddia edilmiştir.
"Yaptırım"
başlığı altında yer alan bu üç iddiadan hiçbirinin hukuka uyarlığı yoktur.
Çünkü:
1)
17 Aralık 1997 tarihinde kurulan Fazilet Partisi'nin, 16 Ocak 1998'de kapatılan
Refah Partisi'nin "yerine" kurulduğunu iddia etmek fiili ve hukuki
duruma uygun düşmez.
2)
Anayasa Mahkemesi'nin (T.16.01.1998, E.1997/1 (SPK), K.1998/1) kararına göre
Refah Partisi "kapatılmış"tır
Anayasa
Mahkemesi'nin "kapatma" kararını, "temelli kapatma" olarak
değiştirmeye veya "tavzih" etmeye hiçbir makamın yetkisi yoktur:
Anayasa Mahkemesi kararları herkes için bağlayıcıdır.
3)
"Anayasa Mahkemesi'nce temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında
kurulduğu" yani "devam olduğu" iddiası ancak bir partinin
"kuruluş aşamasında" veya "makul bir süre içinde" ileri
sürülebilir.
Nitekim
Türkiye Birleşik Komünist Partisi hakkında, kuruluşunu takip eden 10. gün
kapatma davası açılmıştı.
Aksi
halde, yani "devam olma" iddiası her zaman için ileri sürülebilirse,
o zaman Devlete, hukuk değil, "keyfilik" hakim olur. "Devam
olma" iddiası da, siyasi partilere karşı sürekli bir "tehdit ve
baskı" aracı haline gelir.
Böyle
bir uygulama ise "siyasi partilere verilen önem'le bağdaşmayacağı gibi
"hukuka ve Devlete güven" ilkelerine aykırı düşer.
Bu
sebepledir ki kamu hukukunun yerleşik kurallarına göre idare, tesis ettiği bir
işlemi, ancak bu işleme karşı "dava açma süresi" dolmadan, (en genç
60 gün içinde) geri alabilir.
Yine
bu sebepledir ki 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 8. maddesinin son
fıkrası, bir siyasi partinin kuruluş bildiri ve belgelerinin, İçişleri
Bakanlığı tarafından üç gün içinde Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilmesini
emretmektedir.
Burada
bir parti, kuruluşundan uzunca bir süre sonra, Anayasa Mahkemesi'nce temelli
kapatılan bir partinin "fikir, söylem ve eylemlerini" tekrarlayacak
olursa ne yapılacaktır' sorusu akla gelebilir.
Gayet
tabiidir ki o parti, "devam" sebebiyle değil, şartları varsa
"fikir, söylem ve eylemleri" (odaklaşma) sebebiyle temelli
kapatılacaktır.
İşbu
davada "odaklaşma"nın da, "devam olma"nın da hiçbir şartı
gerçekleşmemiştir. Bu yüzden davanın (bunun doğal sonucu olarak da
"yaptırım" başlığı altındaki taleplerin) reddi gerekir.
4)
Anayasa'nın 69/8 ve 84/5. maddeleri, ancak ve ancak, "beyan ve
eylemleriyle" partisinin temelli kapatılmasına sebep olan üye(ler) hakkında
uygulanabilir. Halbuki gerek milletvekilliklerinin düşürülmesi istenilen Sayın
ALPTEKİN ve Sayın ÖZYOL'un gerekse siyasi yasaklı kılınmaları talep edilen
kurucu üyelerin Anayasa'nın teminatı altındaki bir hakkı, siyasi parti kurma
temel hakkını (Any. M. 68/1) kullanmaktan başka bir eylemleri yoktur.
Şunu
da belirtelim ki;
-
Anayasa'nın (69/6, 8.), (84/2,5.), (76.), (15/son), (38/4.) maddeleri ile
-
Hukuk Devleti ilkesi,
-
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6/2. maddesi ve
-
Siyasi Partiler Kanunu'nun 102/2. maddesi,
birlikte
incelendiği zaman çok açık ve kesin olarak görülür ki;
i-
Her şeyden önce Anayasa'nın 69/8. ve 84/5. maddelerinde belirtilen "beyan
ve eylemlerin" Anayasa'nın 68/4. maddesindeki "yasak" beyan ve
eylemlerden olması gerekir.
ii-
İkinci olarak, Siyasi Partiler Kanunu'nun 102/2. maddesinin açık hükmüne göre
bu beyan ve eylemlerin suç olduğunun "kesin hükümle" sübut bulması
şarttır.
Bu
şartlardan hiçbiri gerçekleşmeden açılan davanın (bu arada "yaptırım"
başlığı altındaki taleplerin) reddi gerekir.
Sonuç:
Gerek 7.5.1999 tarihli İddianame ile gerekse 5.2.2001 tarihli Ek iddianame
ile Fazilet Partisi hakkında açılan temelli kapatma davasının -yukarıda
arzettiğimiz sebeplerden dolayı- hem "devam", hem de
"odaklaşma" bakımından reddi gerekir.
A)
DAVANIN "DEVAM" BAKIMINDAN REDDİ GEREKİR:
Çünkü:
1)
Fazilet Partisi; tüzük ve programı ile, fikir, beyan, eylem ve felsefesiyle
hiçbir partinin "devamı" değildir.
2)
Anayasa'da "temelli kapatma sebepleri" tek tek, "tahdidi"
bir şekilde, (numerus clausus olarak) sayılmıştır. Bu sebepleri
"yorum" yoluyla genişletmek mümkün değildir.
Zira;
Anayasal
statüler ancak ve ancak Anayasa ile veya Anayasa'nın verdiği özel yetkiye
dayanılarak -ve Anayasal çerçeve dahilinde- "kanunla"
değiştirilebilir.
3)
Kaldı ki bir partiyi sırf, kapatılan bir partinin devamı olduğu gerekçesiyle
temelli kapatmak hukuka uygun düşmez. Doktrin bu noktada tam ittifak
halindedir. Zira:
Temelli
kapatılmayı gerektirecek hiçbir fiili bulunmadığı halde sırf kapatılan bir
partinin devamı olduğu iddiası ile bir partiyi temelli kapatmak hiçbir suçu
olmadığı halde sırf babası idam edildiği için çocuğu da idam etmek gibidir.
Fazilet
Partisi'ni kapatmak ise bunlardan daha da vahimdir. Çünkü Fazilet Partisi, ne
idam edilen bir babanın çocuğu, ne de "temelli kapatılan bir partinin
devamı"dır.
B)
DAVANIN "ODAKLAŞMA" BAKIMINDAN REDDİ GEREKİR
Çünkü:
1)
Ortada, Fazilet Partisi'nin, Anayasa'nın 68/4. maddesindeki yasakların -ki
hepsi suçtur- işlendiği bir odak haline geldiğini gösteren hiçbir "parti
faaliyeti" yoktur.
2)
12.8.1999 tarih ve 4445 sayılı Kanun'un (m. 19) yürürlüğe girmesiyle Fazilet
Partisi için bir "müktesep hak" doğmuştur. Anayasa Mahkemesi'nin,
Siyasi Partiler Kanunu'nun (4445 sayılı Kanun'un 19. maddesiyle yeniden
düzenlenen) 103/2. maddesini iptal etmiş olması Fazilet Partisi bakımından
doğan müktesep hakkı ortadan kaldırmaz. Zira;
Devletin
çıkardığı bir kanunun, taraflarından biri Devlet olan bir davada, "Devlet
yetkisi" kullanılarak iptal edilip iptal kararının da geçmişe yürütülerek
"durumun Devlet lehine çevrilmesi" hukuka uygun düşmez.
Böyle
bir uygulama hem "hukuk Devleti ilkesine", hem "Devlete güven
ilkesine" hem de Türk Ceza Kanunu'nun 2/1. maddesine aykırı düşer.
3)
Ortada, Fazilet Partisi'nin Anayasa'nın 68/4. maddesindeki yasak eylemlerin
işlendiği "bir odak haline geldiğini" gösteren "parti
faaliyetleri" olmadığı gibi "üye faaliyetleri" de yoktur.
Bilindiği
gibi:
i)
Parti kapatma davalarında üye faaliyetlerinin delil sayılabilmesi için, Siyasi
Partiler Kanunu'nun 102/2. maddesinin açık hükmüne göre bu faaliyetlerin,
Anayasa'nın 68/4. maddesi kapsamına girmesi ve "hüküm giymiş" olması
şartları vardır.
ii)
Mutlak sorumsuzluk (Anayasa m.83/1) kapsamındaki konuşmalar Parti kapatma
davalarında delil olarak kullanılamaz. Aksi halde Anayasa
"dolanılmış" olur.
iii)
Üyelere isnat edilen fiillerin tamamı radyo veya televizyonda yayınlanan
konuşmalardan ibarettir.
11.11.1993
tarih ve 2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu'nun 28/6. maddesine
göre;
"Bu
madde kapsamına giren suçlardan ... dolayı yayının yapıldığı tarihten
başlayarak altmış gün içinde açılmayan davalar dinlenmez." Dava açıldığı
zaman altmış günlük süre çoktan geçmiştir.
iv)
Üyelerin bütün konuşmaları, suç ve delil teşkil etse bile, 21.12.2000 tarih ve
4616 sayılı Kanun'un 2. maddesi sebebiyle "erteleme"ye tabidir.
Üyelerin
"erteleme" kapsamındaki beyanları sebebiyle önce partilerinin temelli
kapatılması, sonra da dönüp partilerinin temelli kapatılmasına sebep oldukları
gerekçesiyle milletvekilliklerinin düşürülmesi ve beş yıl siyasi yasaklı
kılınmaları hukuka uygun düşmez. Çünkü böyle bir uygulama hukuku dolanma
sayılır.
Kaldı
ki Sayın Başsavcı'nın iddia ve taleplerinin gerek Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi gerekse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yerleşik kararları karşısında
hiçbir geçerliliği yoktur.
Neticeten,
şartları oluşmadan açılan davanın (hem devam bakımından hem de odak olma
yönünden) reddini arzederim. Saygılarımla. 24.04.2001
XII-
SÖZLÜ AÇIKLAMA
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 8.5.2001 günlü sözlü açıklaması şöyledir:
Başkan
- 8 Mayıs 2001 Salı; Saat: 10.00. Fazilet Partisinin kapatılması istemiyle
ilgili açılan davada Anayasanın 149 uncu maddesinin son fıkrası ve 2949 sayılı
Anayasa Mahkamesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 33 üncü maddesi
gereğince Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının dinlenmesine karar verilmekte;
Başkan Mustafa Bumin, Başkanvekili Haşim KILIÇ, üyeler, Samia AKBULUT, Sacit
ADALI, Ali HÜNER, Fulya KANTARCIOĞLU, Mahir Can ILICAK, Rüştü SÖNMEZ, Ertuğrul
ERSOY, Tülay TUĞCU ve Ahmet AKYALÇIN'dan oluşan kurul yerini aldı.
Raportör
Mehmet Turhan yerinde,.
Ses
teknisyeni Kadir Karagülmez ile daha önce yeminleri yaptırılan stenograflar
Cengiz Tanrıverdi ve Alaaddin Ayten hazır.
Sayın
Başsavcı, ses düzeni itibariyle konuşmalar banda alındığından açıklamaların
kürsüden yapılması gerekmektedir.
Buyurun,
Sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu - Sayın Başkan, şahsınızda Yüksek
Mahkemenizi saygıyla selamlayarak sözlerime başlıyorum.
Anayasa'nın
149 uncu maddesi uyarınca yapacağım konuşmanın Yüksek Mahkemenizin 7.2.2001 ve
1/1 sayılı kararıyla birleştirilen 1999'a 2 sayılı dosyada yer alan Fazilet
Partisi'nin Anayasa'nın 69 uncu maddesinin yedinci fıkrası uyarınca
kapatılmasına ilişkin davayı da kapsadığını belirterek sözlerime başlıyorum.
Konuşmamda
esas, temel noktalara değinerek yetineceğim ve bu temel noktaları açıklamaya
çalışacağım.
Bu
temel noktalardan ilki, Refah Partisinin laik cumhuriyet ilkelerine aykırı
davranıştan Mahkemeniz tarafından temelli kapatıldığına ilişkindir. Bu konu,
hukuken tartışılmaz bir biçimde açıkça ortaya konmasına rağmen, savunmanın da
bu esasa dayalı olması nedeniyle bu konuda bir açıklama yapmayı zorunlu
sayıyorum. Yüksek Mahkemenizin 16.1. 1998 gün ve 97'ye l esas ve 98'e l sayılı
kararının "sonuç" bölümünde aynen: "Laik cumhuriyet ilkesine
aykırı eylemleri nedeniyle Anayasanın 68 ve 69 uncu maddeleri ile 2820 sayılı
Siyasî Partiler Yasasının 101 inci maddesinin (b) bendi ve 103 üncü maddesinin birinci
fıkrası gereğince Refah Partisinin kapatılmasına karar vermiştir. Burada
kullanılan "kapatılma" tabirinin, temelli kapatmayla eş anlamlı
olduğunu açıklamak zarureti doğmaktadır.Çünkü, kararda dayanılan ve karar
tarihinde yürürlükte bulunan 28.3.1986 gün ve 3270 sayılı Kanunun 18 inci
maddesiyle değişik 103 üncü maddenin birinci fıkrası "bir siyasî partinin
bu kanunun 78 ila 88 ve 97 nci maddeleri hükümlerine aykırı fiillerin işlendiği
bir mihrak haline geldiğinin sübuta ermesi halinde o siyasî parti Anayasa
Mahkemesince kapatılır" hükmünü taşımakta.
Diğer
taraftan, Yüksek Mahkemeniz, anılan kararında, Refah Partisinin laik cumhuriyet
ilkesine aykırı eylemlerini tespit ederek, öncelikle, Anayasanın üstünlüğünü ve
buyuruculuğunu gözeterek, 23.7.1995 gün ve 4421 sayılı Kanunun 6 ve 7 nci
maddeleriyle değişik 68 ve 69 uncu maddelerine dayanmıştır. 69 uncu maddenin
altıncı fıkrasında, bir siyasî partinin 68 inci maddenin dördüncü fıkrası
hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu
nitelikteki fiillerin işlendiğinin bir odak haline geldiğinin Anayasa
Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verilir. 68 inci maddenin dördüncü
fıkrasında ise, siyasî partilerin tüzük ve programlarıyla eylemlerinin laik
cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı hükümleri yer almaktadır ve Yüksek
Mahkemenizin kararında vurgulandığı üzere, Refah Partisinin laik cumhuriyet
ilkelerine aykırı eylemleri sabit görüldüğü için kapatılmıştır.
Bu
nedenle, Anayasa Mahkemesinin anılan kararında yer alan Refah Partisinin
kapatılmasına ilişkin hükmün, gerek niteliği ve içeriği, gerekse dayandığı
anayasal ve yasal gerekçeler ve Anayasa hükümlerinin üstünlüğü ve buyuruculuğu
bağlamında temelli kapatma olduğunda kuşku yoktur. Siyasî Partiler Kanununun
karar tarihinde yürürlükte bulunan 103 üncü maddesinde yer alan kapatma tabiri,
bu bağlamda, Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrasında yer alan temelli
kapatmayla eş anlamdadır.
Bu
nedenle, davalı partinin, Refah Partisinin temelli kapatılmadığına ve sadece,
kapatıldığına ilişkin savunmasının hukuken geçerliliği bulunmamaktadır.
İkinci
dayanacağım temel nokta; temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında
kurulmasının yaptırımının olmadığı yolundaki savunmanın geçersizliğine
ilişkindir. Temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında kurulmasının
yaptırımı, o partinin de temelli kapatılmasıdır. Anayasanın 69 uncu maddesinin
yedinci fıkrası uyarınca temelli kapatılan bir parti, bir başka ad altında
kurulamaz. Anayasanın temelli kapatmayı düzenleyen 69 uncu maddesinin altıncı
fıkrası, 68 inci maddenin dördüncü fıkrasına gönderme yapmakta ve bu fıkrada,
siyasî partilerin eylemlerinin laik cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı
öngörülmektedir. Bu esasların, devletin ve demokratik laik cumhuriyetin yaşama
koşulları olduğunda kuşku yoktur. Anayasa koyucu, bu koşulları tehlikeye
düşüren siyasî partilerin temelli kapatılacağını hükme bağlayarak, bu tür
partilere yaşam hakkı vermemiştir. Laik cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri
nedeniyle Anayasa hükümleri gereğince temelli kapatılan bir partinin başka bir
ad altında kurulmasına aynı Anayasanın göz yumarak kurma eylemini yaptırımsız
bıraktığını kabul etmek olanaklı değildir. Zira, Anayasa abesle iştigal etmez.
Anayasa
yargısında Anayasa hükmünün somut olayda doğrudan uygulanması mümkün olduğu
takdirde, sorun, bu uygulamayla çözülmelidir. "Kurulamaz" buyurucu
hükmünün, somut olayda uygulama olanağı vardır ve "kurulursa ne
olur'" sorusunun tek yanıtı "temelli kapatılır" olacaktır.
Kaldı
ki, Anayasanın 153 üncü maddesinin son fıkrası uyarınca, Anayasa Mahkemesi
kararları yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını gerçek ve
tüzel kişileri bağlar. Bu bağlayıcı hükme aykırılığın değişik bir deyimle
temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında kurulduğu olgusunun yine
Anayasa Mahkemesi tarafından tespit edilmesi halinde bağlayıcılığın yeniden ve
doğrudan sağlanması ve bu partinin de temelli kapatılmasına karar verilmesi
suretiyle, bozulan anayasal düzenin bu parti kurulmadan önceki haline
getirilmesi zorunludur. Aksi halde, laik cumhuriyet ilkelerine aykırı
davranışta bulunduğu Yüksek Mahkemeniz tarafından tespit edilen bir siyasî
partinin ve bu nedenle temelli kapatılan bir siyasî partinin, bir başka ad
altında kurulmasına göz yumacağını kabul etmek ve bu devletin devamlılığı ve
demokrasinin "olmazsa olmaz" koşulu laiklik ilkesinin ortadan
kaldırılmasını bir devamlılık eylemi içerisinde bozmaya çalışan bir siyasî
partinin faaliyetine Yüksek Mahkemenizce göz yumulacağını kabul etmek gerekir
ki, bunun kabulüne ne hukuken ne vicdanen ne mantıken imkân bulunmamaktadır.
Üçüncü
tespitimiz; Fazilet Partisinin Anayasa Mahkemesince temelli kapatılan Refah
Partisinin bir başka ad altında örgütlenmesi ve bir başka deyimle, devamı
olduğunun belirlenmesidir. Temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında
kurulduğunu saptamak için iki nokta üzerinde önemle durmak gerekmektedir.
Bunlardan birincisi, o, sonradan kurulan partinin kuruluş ve örgütlenme şekil
ve biçimi; diğeri, fikir, söylem ve eylem birliği olup olmadığının belirlenmesi
olacaktır.
Fazilet
Partisinin kuruluş ve örgütlenmesine göz attığımızda; bu partinin, 17.12.1997
tarihinde, Refah Partisine yakınlığıyla bilinen ve kısa adı HUDER olan Hukukî
Araştırmalar Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Avukat Muzaffer Önder'in kuruluş
dilekçesini İçişleri Bakanlığı'na vermesiyle kurulduğunu ve basında, Refah
Partisine alternatif yorumuyla adı geçen partinin kapatılma olasılığına karşı
bir süredir devam eden yeni parti çalışmalarının sonuçlandırıldığını ve parti
genel başkanlığına da adı geçen partinin genel başkanı Necmettin ERBAKAN'ın
avukatı ve Millî Selâmet Partisinin kapatılmasına ilişkin davada da bu partinin
avukatlığını yapan İsmail Alptekin'in getirileceği haberlerini görmekteyiz. Bu
haberler, adı geçenin, genel başkanlığa getirilmesiyle doğrulanmıştır.
Refah
Partisinin 16.1.1998 tarihinde Yüksek Mahkemeniz tarafından temelli
kapatılmasından sonra, 23.2.1998 tarihinde 57 milletvekili Fazilet Partisine
girmiş, 24.2.1998 günü katılan 59 milletvekili sayıları 116'ya ve 27.2.1998
tarihinde 133'e ulaşmıştır. Katılmalara, kapatılan Refah Partili tüm büyükşehir
il ve ilçe belediye başkanları eklenmiştir. Temelli kapatılan Refah Partisinin
Merkez Karar ve Yönetim Kurulu üyeleri, grup başkanvekilleri, Fazilet
Partisinde aynı görevlere getirilmiş, bu partinin devamı olduğu yolunda
kamuoyuna gerekli mesajın verilmesine özen gösterilmiştir.
Refah
Partisinin kapatılması için açılan davanın son karar aşamasında, kapatılma
olasılığına karşı önlem olarak, âdeta, yedek bir parti kurdurulmuş, temelli
kapatmanın 16.1.1998 tarihinde gerçekleşmesinden sonra Türkiye Büyük Millet
Meclisi üyeleri, belediye başkanları, örgütlerin tüm yöneticileri bu partiye
katılarak ve yeni yönetimde yer alarak devamı olmuştur sağlanmıştır.
Bu
suretle, Anayasanın 69 uncu maddesinin yedinci fıkrasında yer alan
"temelli kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz" hükmü,
ön savunmada Fazilet Partisinin ileri sürdüğü gibi, takdim, tehir yoluyla
aşılmak istenmiştir. Bu, hukuka karşı yapılan hilenin ve kendi deyimleriyle,
hukuku dolanmanın Anayasa yargısındaki tipik örneğidir.
Bir
partinin, temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında örgütlendiğini
kanıtlamak için kabul edilecek ve araştırılacak ikinci bir tespit, iki parti
arasındaki fikir, söylem ve eylem birliğidir. Yüksek Mahkemenizin Refah
Partisinin temelli kapatılmasına ilişkin kararında, aynen "Refah Partisi
Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN'ın ve partinin tüm yöneticilerinin kendilerine
oy getirdiği inancıyla hemen her konuşmalarında okullarda ve hatta devlet
dairelerinde başörtüsüyle öğrenim görme ve çalışmanın anayasal hak olduğunu
ısrarla iddia ederek halkı kışkırttıkları, eylemler düzenledikleri ve hatta,
Necmettin ERBAKAN'ın iktidar olduklarında rektörlerin başörtüsüne selam
duracağını 14.12.1995 günü seçim konuşmasında söylediği" ileri
sürülmüştür.
Sonradan
gönderilen belgelerde de bu konuşmaların tekrar edildiği anlaşılmıştır. Laik
eğitimde dinsel inançlara göre herhangi bir ayırım gözetilemez. Anayasa'nın
"Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi" başlıklı 42 nci maddesinin üçüncü
fıkrasında "Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları
doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve
denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz."
Dördüncü fıkrasında da"Eğitim ve öğretim hürriyeti, Anayasaya sadakat
borcunu ortadan kaldırmaz"denilerek Anayasanın başlangıcındaki ilkelere
bağlılık vurgulanmıştır.
"Yüksek
öğretim kurumlarında bilimsel yöntemlerle yetişerek birlikte çalışmalar yapan
gençlerin, kardeşlikleri, arkadaşlıkları ve dayanışmaları yarınları için önemli
iken, onları dinsel gereklerle ayırıma bağlı tutarak, kimin hangi inançtan
olduğunu gösterecek biçimdeki başörtüsüyle dinsel inanç ve görüşleri nedeniyle,
çatışmalara sevk edebilecek ortamın yaratılmasında ülkenin geleceği bakımından
yarar bulunmamaktadır; dinsel nedenlere dayanılarak başörtüsü ve türbanla boyun
ve saçların örtülmesine ve resmî daire ve üniversitelerde serbestlik tanınması,
bu tür yönlendirme ve bir anlamda zorlamadır.; kişileri şu ya da bu yönde
giyinip başını örtmeye zorlamak, ayrı ve hatta, aynı dinden olanlar arasında
bile ayrılıklar yaratacaktır; bu durumun da,laiklik ilkesine aykırı düşeceği
kuşkusuzdur" denmiş ve Anayasa Mahkemesinin, Anayasanın laiklik ve düşünce
özgürlüğüne ilişkin kurallarına verdiği anlam ve içerikle İnsan Hakları Avrupa
Komisyonunun konuya ilişkin değerlendirmelerinde birçok orta nokta bulunduğu
vurgulanmış ve parti genel başkanı Necmettin ERBAKAN'ın laiklik ilkesine
ilişkin Anayasa ve yasa kurumlarıyla,Anayasa Mahkemesi kararlarını gözardı
ederek resmî daire ve üniversitelerde türban ve başörtüsü kullanmayı teşvik
eden konuşmaları, laik düzen karşıtları için bir mesaj
oluşturmuştur"denmiş ve nitekim, ülkenin çeşitli yerlerindeki üniversitelerde
ve cami önlerinde kamu düzeninin bozulmasına yol açan birçok eylemin yapıldığı
da ayrıca vurgulanmıştır ve Yüksek Mahkemeniz bu açıkladığı nedenlerle parti
genel başkanının bu davranışlarının laiklik ilkesine aykırı olduğu sonucuna
varmıştır.
Bu
alıntı yapılan Anayasa Mahkemenizin kararında, laik cumhuriyet ilkesine aykırı
söylem ve eylemlerin açıklamaları yapılmış, nitelikleri belirtilmiş, aykırılık
boyutu açıklanmıştır.
Aynı
konuda Fazilet Partisi Genel Başkanı, Meclis Grup Başkanvekili, milletvekilleri,
belediye başkanlarının konuşmalarını içeren belgeler, 4.6.1999 günlü yazımız
ekinde Yüksek Mahkemeniz Başkanlığına sunulmuş idi. 2.5.1999 tarihinde Türkiye
Büyük Millet Meclisinde gerçekleştirilen eylem, soruşturma ve kovuşturma
organları tarafından elde edilmediği için kanıt olarak kullanılmasında ve hükme
esas alınmasında kesinlikle engel bulunmayan 31.5.1999 günlü kaset içeriği,
10.10.1999 günü eylem ve Fazilet Partisinin ek iddianameyle açtığımız davada
Yüksek Mahkemenizin değerlendirmesine sunulan 14.5.2000 gününde yapılan birinci
olağan kongresine ilişkin video ve kaset çözümleri, 15.5.2000 günlü hükümet
komiseri raporu bir bütün olarak değerlendirildiğinde, her iki parti arasında
fikir, söylem ve eylem birliği bulunduğu açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
Dördüncü tespitimiz yaptırımla ilgilidir. Açıkladığım nedenlerle, Anayasanın 69
uncu maddesinin yedinci fıkrasında, Yüksek Mahkemeniz tarafından temelli
kapatılan bir partinin başka bir ad altında kurulamayacağı buyurucu hükmüne
rağmen, Fazilet Partisinin âdeta, kapatma davasının sona erme aşamasında bir
yedek parti olarak kurulduğu ve gerek teşkilatlanması gerek kuruluş şekil ve
biçimi gerekse iki parti arasındaki fikir, söylem ve eylem birliği nedeniyle,
temelli kapatılan Refah Partisinin başka bir ad altında örgütlenmiş biçimi ve
başka bir deyimle, devamı olduğunda kuşku bulunmamaktadır. Bunun yaptırımı,
açıkladığım gibi, Yüksek Mahkemenizin, doğrudan uygulanması mümkün 69 uncu
maddenin yedinci fıkrasını uygulamasından ibarettir. Bu uygulandığı anda,
temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında kurulması önlenecek ve laik
cumhuriyet korunacaktır. Bu nedenle, Fazilet Partisinin, Yüksek Mahkemeniz
tarafından temelli kapatılan Refah Partisinin bir başka ad altında kurulmuş bir
örgüt olduğu inancıyla, Anayasanın 69 uncu maddesinin yedinci bendi gereğince
temelli kapatılmasına karar verilmesini talep ediyorum.
Yasaklanan
eylem kurumu olduğuna göre, bu partinin kurucularının kapsamı içerisine girmesi
ve yaptırımın sadece kuruculara uygulanması gerekmektedir. Nitekim, odak olma
halinde de, bu odak olmaya eylemleriyle sebebiyet veren kişiler hakkında
Anayasanın 69 uncu maddesinin sekizinci fıkrası ve milletvekili olanları
hakkında da 84 üncü maddenin son fıkrası uygulanmaktadır. Bu odak olma eylemine
iştirak etmeyenler, bu tür eylemi bulunmayan üyelerin veya milletvekillerinin
bu yasaklardan, bu yaptırımlardan bir etkilenmemesi gerçeği karşısında, bu
davanın özelliği nedeniyle, aykırı eylem kurma olduğu cihetle, kuranların bu
yasaklardan nasibini alması düşüncesindeyiz. Bu nedenle, ilk iddianamede ileri
sürülen talebimizi bu şekilde değiştirip düzeltiyoruz.
Bu
nedenlerle, Fazilet Partisinin kurucuları hakkında Anayasanın 69 uncu
maddesinin sekizinci fıkrasının ve bu kuruculardan milletvekili olan İsmail
Alptekin ve Mehmet Özyol hakkında da 84 üncü maddenin son fıkrasının
uygulanmasını talep etmekteyim.
Bu
iddia ve taleplerimi tekrarla, laik cumhuriyeti koruyacağınıza olan inancımı
kesinlikle belirtir, hepinize saygılar sunarım.
Başkan
- Teşekkür ederiz Sayın Başsavcı.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu'nun sözlü açıklamaları dinlendi. Yapılan
açıklama banda alındı. Ayrıca, stenograflar tarafından da saptandı.
Teşekkür
ederiz Sayın Başsavcı. Sabih Kanadoğlu.
XIII-
SÖZLÜ SAVUNMA
Davalı
Parti'nin 15.5.2001 günlü sözlü savunması şöyledir:
BAŞKAN
- 15 Mayıs 2001 Salı; Saat: 14.20. Fazilet Partisinin kapatılması istemiyle
açılan davada Anayasanın 149 uncu maddesinin son fıkrası ve 2949 sayılı Anayasa
Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 33 üncü maddesi
gereğince parti savunmasının dinlenilmesine karar verilmekle; Başkan Mustafa
Bumin, Başkanvekili Haşim Kılıç; üyeler, Samia Akbulut, Yalçın Acargün, Sacit
Adalı, Fulya Kantarcıoğlu, Mahir Can Ilıcak, Rüştü Sönmez, Ertuğrul Ersoy,
Tülay Tuğcu ve Ahmet Akyalçın'dan oluşan kurul yerini aldı.
Raportör
Mehmet Turhan yerinde,.
Ses
teknisyeni Kadir Karagülmez ile daha önce yeminleri yaptırılan stenograflar
Cengiz Tanrıverdi ve Alaaddin Ayten hazır.
Sözlü
savunma için yetkili kılınan Fazilet Partisi Kahramanmaraş Milletvekili Mustafa
Kamalak, Trabzon Milletvekili Şeref Malkoç ile İstanbul Milletvekili M. Ali
Şahin yerlerine alındılar.
Sayın
Mustafa Kamalak, ses düzeni itibariyle konuşmalar banda alındığından
açıklamaların kürsüden yapılması gerekmektedir.
Buyurun,
Kahramanmaraş Milletvekili Sayın Mustafa Kamalak.
KAHRAMANMARAŞ
MİLLETVEKİLİ MUSTAFA KAMALAK- Sayın Başkan, sayın üyeler; konuşmama başlarken
hepinizi hürmetle selamlıyorum.
Savunmamız,
anlatımda kolaylık sağlamak amacıyla iki bölüm halinde takdim edilecektir. İlk
önce, ön sorunlar üzerinde partimizin görüşünü arz edeceğim; ikinci bölümde de,
esasla ilgili savunmalarımızı takdim edeceğim efendim.
Ön
sorunlar bakımından bize göre, daha doğrusu, Siyasî Partiler Kanununa göre,
devam iddiasının dinlenebilmesi için 104 üncü maddedeki ihtar mekanizmasının
çalıştırılması gerekirdi ve gerekiyor da. Gerçi, bu konudaki başvurumuzu Yüksek
Mahkememiz daha önce reddetmiştir. Ret gerekçesinin mahiyetini bilemiyorum;
ancak, hem Anayasa hem Siyasî Partiler Kanunu gayet açıktır. Ayrıca, belirtmem
gerekir ki, Yüksek Mahkememizin o kararı almasında Sayın Başsavcılığın
mütalaasının mutlaka etkisi olmuştur diye düşünüyorum.; fakat, Sayın
Başsavcılığımızın mütalaası yanlış temellere, mülga hükümlere dayanmaktadır.
Zira, Sayın Başsavcılık mütalaasında, Refah Partisinin temelli kapatıldığını
belirttikten sonra 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanununun değişik 100 üncü
maddesinde ise "bir siyasî partinin bu kanunun 78 ila 88 ve 97 nci
maddeleri hükümlerine aykırı fiillerin işlendiği bir mihrak haline geldiğinin
sübuta ermesi halinde o siyasî parti Anayasa Mahkemesince temelli kapatılır
hükmü yer almaktadır' diyor.
Sayın
Başkan, değerli üyeler; bu hüküm, 1999 yılında Siyasî Partiler Kanunundan
çıkarılmıştır; yani, bu hüküm, bu kararın alındığı tarihte, daha doğrusu, Sayın
Başsavcının yazısını Yüksek Mahkememize takdim ettiği zaman yürürlükte değildi.
Bu konuda, ısrarcı olmamızın bir sebebi de, Sayın Başkanın ve bazı sayın
üyelerin de "evet, 104 üncü maddedeki ihtar mekanizması
çalıştırılmalıdır" görüşüne katılmış olmasıdır.
Üçüncü
bir gerekçemiz; ben, inanıyorum ki, hukukî gerçeğin yanı sıra, maddî gerçeği de
ortaya koyabilirsek, diğer sayın üyeler de Ceza Muhakemelerinin esas
prensibine, maddî gerçeği bulma ilkesine uygun olarak azınlık görüşüne
katılacaktır diye düşünüyorum.
Dördüncü
olarak, eğer, ara kararları taraflardan biri için usulî iktisadî hak doğurmamış
ise, mahkemeler her zaman için o ara kararını kaldırabilir. Burada da öyle
olması gerektiğini düşündüğümüz için ihtar mekanizmasının çalıştırılmış
olmasını, dava açılmadan önce çalıştırılmış olmasını, aksi halde, böylesine
ihtar mekanizması çalıştırılmadan açılan davanın dinlenemeyeceği kanaatindeyiz.
Beşinci
bir husus, açık olan beşinci husus da; Siyasî Partiler Kanununun 101 ve 104
üncü maddelerinin gayet açık olduğu hususudur.
Sayın
Başkan, değerli üyeler; malumları olduğu üzere, Anayasamızın 69 uncu maddesinin
son fıkrasına göre, partilerin kapatılmaları kanunla düzenlenir. Bu kanun, hiç
şüphe yok ki, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunudur. Siyasî Partiler Kanununun
104 üncü maddesi, aynen şöyle demektedir: "101 inci madde dışında kalan bu
kanunun amir hükümlerine veya diğer kanunların siyasî partileri ilgilendiren
amir hükümlerine aykırılık halinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Anayasa
Mahkemesine o partiye ihtar vermesi, durumunu düzeltmesi için ihtar vermesini
yazılı olarak talep eder"diyor. Bu durumda, 101 inci maddeye bakmak lazım.
"101'in dışında kalan"diyor.
Siyasî
Partiler Kanununun 101 inci maddesinde üç husus düzenlenmiştir. Bunlar;
1-
Bir partinin tüzük ve programının Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü
fıkrasına aykırı olması durumu,
2-
Partinin Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasındaki yasak eylemlerin
işlendiği bir odak haline gelmiş bulunması,
Üçüncü
bir durum ise, 101'de düzenlenen, ilgili siyasî partinin dış alemden,
yabancılardan maddî destek almış bulunması.
Şu
halde, daha açık bir ifadeyle, Siyasî Partiler Kanununun 104 üncü maddesi, bu
üç halin dışında, Siyasî Partiler Kanununun diğer amir hükümlerini veya Siyasî
Partiler Kanununun dışında kalıp da siyasî partileri ilgilendiren emredici
hükümlere aykırılık halinde o partiye Anayasa Mahkemesi tarafından ihtar
verilir diyor. Kendisine de, altı aylık süre tanınır. Eğer, bu altı aylık süre
içerisinde, ilgili parti, Anayasa Mahkemesinin ihtar kararına uymazsa, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı o zaman, o parti için Anayasa Mahkemesinde dava açar
diyor.
Şimdi
bakıyoruz, bu dava devam olma iddiasıyla, temelli kapatılan bir partinin bir başka
ad altında kurulmuş olması iddiasıyla açılmıştır. 101'de "devam sebebiyle
bir parti kapatılır"diye bir hüküm yoktur.
Şu
halde, devamı düzenleyen hüküm 101'in dışındadır. Nerede; evet, Siyasî Partiler
Kanununun 101 inci maddesinin dışında, 96 ncı maddesindedir. Başka nerede var;
yine, Siyasî Partiler Kanununun 101 inci maddesinin dışında Anayasanın 69 uncu
maddesinde var. Şu halde, ihtar mekanizmasının mutlaka çalıştırılmış olması
gerekirdi.
Kaldı
ki, bizim o dilekçemizden sonra basından izleyebildiğimiz kadarıyla Sayın
Başsavcılık komünist partisine ihtar verilmesi için Yüksek Mahkemenize
başvurmuştur. İhtar verilip verilmediğini, talebin karşılanıp karşılanmadığını
bilemiyorum; ama, komünist partiye ihtar verilmesi için, 104 üncü maddeye göre
ihtar verilmesi için başvurulduğunu basından öğrenmiş bulunuyoruz.
Yine,
keza, Sayın Başsavcılığımızın Sultan Partisine ihtar verilmesi için Yüksek
Mahkemenize başvurduğunu yine basından öğrendik. Aynı şekilde, mahkûm olduğu
için Siyasî Partiler Kanununa göre, bir siyasî partiye üye olması yasaklı
bulunan Sayın Hasan Celâl Güzel Beyefendiyi, kaybettiği için ve savcılığın
ihtarına rağmen, ikazına rağmen üyeliğini silmediği için Yeniden Doğuş
Partisine ihtar verilmesi için Yüksek Mahkemenize başvurmuştur.
Kısacası,
ön sorunlar bakımından dava açılmadan önce ihtar mekanizmasının işletilmiş
olması gerektiğine inanıyoruz. Bu hususun Yüksek Mahkememiz tarafından bir daha
değerlendirilmesini arz ve talep ediyoruz.
İkinci
olarak, ön sorun diye huzurunuza getirdiğimiz husus parti kapatma davalarının
niteliğiyle ilgilidir. Sayın Başkan, değerli üyeler; parti kapatma davalarının
niteliği, hem demokrasimiz bakımından hem hukuk sistemimiz açısından hem de
siyasî partilerin geleceği yönünden son derece önemlidir. Sayın Başsavcılık,
gerek ek iddianamesinde gerek esas hakkındaki görüşünde gerekse sözlü
açıklamalarında, parti kapatma davalarının ceza davası niteliğinde olmadığını
belirtmişlerdir. Bu görüşün, bu iddianın, kanaatimizce, ne hukukî temeli vardır
ne de bilimsel temeli. Zira, parti kapatma davalarının niteliği konusunda bu
davaların ceza davası niteliğinde olduğu hususunda doktrinde tam bir ittifak
vardır. Aslında, Sayın Başsavcımız "bu davalar ceza davası niteliğinde
değildir" derken, kanaatimce şunu söylemek istiyor: Eğer davayı, ceza
davası niteliğinde görürseniz, bu partiyi kapatmanız mümkün değildir; çünkü, o
zaman objektif delil esası geçerli olacaktır. Oysa, bizim elimizde partinin
kapatılmasını gerektirecek objektif bir delil yoktur. Bu münasebetle, siz de,
davayı, ceza davası niteliğinde görmeyin; yani, davayı suijenerist bir dava
olarak ele alın, o zaman Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun bağlayıcı
hükümlerinden uzak bir şekilde, isteme uygun olarak partiyi kapatın demek
istiyor.
Sayın
Başkan, değerli üyeler; takdir elbette Yüce Heyetinizindir; vereceğiniz kararı
da saygıyla karşılarız. Burada bir hukukî gerçeği, maddî gerçeği ortaya koymak
amacıyla bu hususları açıklıyorum. Biraz önce arz ettiğim gibi, bilim, doktrin,
parti kapatma davalarının, ceza davası niteliğinde olduğu hususunda tam bir
ittifak halindedir. Bilimsel açıdan parti kapatma davalarının ceza davası
niteliğinde olduğu noktasında tereddüde düşen hiçbir bilim adamına rastlamadım.
Peki, şöyle diyelim: Ceza davası niteliğinde değilse, nasıl bir dava, aksinden
hareket edelim, daha ziyade "bir tespit davası yahut bir tedbir
davası" deniliyor, "parti kapatma davaları, bir tedbir davası
niteliğindedir" deniliyor.
Sayın
Başkan, değerli üyeler; Anayasamız gayet açıktır. Anayasanın 69 uncu maddesinin
altıncı fıkrasında, odak olma halinin tespiti tanımlanırken, onun, bu
nitelikteki fiillerin işlendiği - işleyebileceği demiyor, işlendiği, geçmiş
zamanı kullanıyor- bir odak haline geldiğinin - geleceğinin demiyor- tedbir,
geleceğe yönelik olarak alınır. Halbuki buradaki tespitler, hep geçmişle
ilgili, geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde... Bakın,
burada üç fiil var, üçü de geçmişe yöneliktir. Tekraren arz ediyorum: Tedbir
geleceği yönelik olarak düşünülebilir ve şu halde işlenmiş, sonuçlanmış, bütün etkilerini
meydana getirmiş fiiller için tedbir alınamaz. Şu halde, parti kapatma davaları
bir tedbir davası değildir.
Peki,
bilim ne diyor' Yüksek Mahkememizin, sayın üyelerimizin yakından tanıdığı bir
bilim adamı olan Fazıl Sağlam Bey, aynen şöyle demektedir: "Bir partinin
temelli kapatılması olgusunu, kişiler için verilen idam cezasına koşut bir
biçimde değerlendirme doğru olur." (Doç. Dr. Fazıl Sağlam, Anayasa
Hukukumuz Açısından Siyasal Partilerin Güncel Sorunları, Anayasa Yargısı sayı
14, sayfa 370.)
Sayın
Sağlam, bu görüşünü 1999 yılında yazdığı kitabında da vurgulamıştır. Bir
benzetme yapmak gerekirse, partinin temelli kapatılması işlemini kişiler için
verilen idam cezasına koşut bir biçimde değerlendirmek gerekir. Nasıl ki, idam
cezası, aslında yaşam hakkının özüne dokunan bir yaptırmısa ve ancak Anayasada
yaşam hakkının bir istisnası olarak görüldüğü oranda geçerli olabiliyorsa,
siyasal partilerin temelli kapatılması da aynı özelliği göstermektedir. (Doç.
Dr. Fazıl Sağlam, Siyasî Partiler Hukukunun Güncel Sorunları, Beta Yayınları,
hukuk dizisi, 362, İstanbul, sayfa 104.)
Sayın
Sağlam, bu benzetmeyi, yani, parti kapatma, idam benzetmesini, ilk defa Cem
Eroğlu'ndan duyduğunu belirterek, Sayın Eroğlu'nun da aynı şekilde düşündüğünü
vurgulamış olmaktadır.
Üçüncü
olarak, 5 kişilik bir bilim jürisinin oybirliğiyle kabul ettiği mastır tezinde,
Sayın Arzu Durmuş aynen şöyle demektedir: "Bir yanda iddia, öte yanda
yargının olduğu yerde savunmanın olması kaçınılmaz olduğuna göre, bu davalar
birer ceza davasıdır" (Arzu Durmuş, Siyasî Partilerin Kapatılması ve Yüce
Divan Kararlarını Yeniden Tartışmak, Anayasa Mahkemesi Kararlarına Karşı
Olağanüstü Kanun Yolları, Beta Yayınları, Hukuk Dizisi 229, 2001 İstanbul,sayfa
53.)
Sayın
Durmuş aynen şöyle devam ediyor:" Anayasa Mahkemesi, ceza yargıcı
sıfatıyla hareket ettiği Yüce Divan ve siyasî partilerin kapatılması
davalarında 2949 sayılı Kanunun yetersiz kalacağından bütün ceza davalarında
uygulanması zorunlu olan Ceza Yargılaması Usulü Hakkında Kanunu uygulamak durumundadır.
Sonuç olarak, siyasî partilerin kapatılmasına ilişkin Anayasa Mahkemesinde
görülen siyasî partilerin kapatılması davalarında yargılama sonucunda verilen
karar da, tüm hüküm ve sonuçlarıyla ceza kararlarıdır. Örgütlenme ve ifade
özgürlüğünün siyasî partiler eliyle kullanılmasına doğrudan müdahale sebebiyle
cezaî, siyasî kapatma, siyaseten yasaklılık gibi cezaî ve kapatılan siyasî
partinin mallarına Hazinece el konulması, Hazine yardımının kesilmesi gibi
cezaî, malî sonuçları açısından cezaî niteliği tartışmaya yer vermeyecek ölçüde
açıktır.
Sayın
Başkan, değerli üyeler; şu ifadeler de Yüksek Mahkememizin emekli üyelerinden
Sayın Doç. Dr. Yılmaz Aliefendioğlu'na aittir. "Anayasa Mahkemesinin,
siyasî partilerin kapatılmasına ve milletvekillerinin üyeliklerinin düşmesine
ilişkin kararları ceza kararı niteliğindedir. Çünkü, bu davlarda duruşma
yapılması dışında Ceza Muhakemeleri Kanunu uygulanmaktadır ve karar, sonucu
itibariyle cezaî bir yaptırım öngörmektedir. Anayasa Mahkemesinin 1983 günlü,
1982 esas, 1983/3 karar sayılı müteferrik kararında da belirtildiği gibi, bir
yaptırımın, Türk Ceza Kanununun 11 inci maddesinde sayılmamış, bu yasada tanımı
yapılmamış, sair nitelik ve nicelikleriyle belirlenmemiş olması, onun ceza
olmadığının kanıtı sayılamaz. Nitekim, 11 inci maddede sayılmamış olmasına
karşın, Türk Ceza Kanununun 36 ncı maddesinin ilk fıkrasındaki müsadere, 43
üncü maddesindeki hüküm ilamının ilanı, emniyeti umumiye nezareti altında
bulundurma, hep cezaî nitelikte görülmüştür. Ayrıca, vergi ve disiplin
cezaları, Türk Ceza Kanununda yer almamış olmasına rağmen, cezaî yaptırım
öngörürler ve bu tür kararlar cezaî niteliktedir."(Doç. Dr. Yılmaz
Aliefendioğlu, Anayasa Yargısı ve Türk Anayasa Mahkemesi, Yetkin Yayınları 1996
Ankara, sayfa 232.)
Sayın
Başkan, değerli üyeler; daha önce de belirttiğim gibi, bilim dünyası; yani,
doktrin, bu davaların niteliği konusunda, bu davaların niteliğinin cezaî olduğu
hususunda kati surette duraksamamaktadır. Peki, bu davaların hukukî niteliği
nedir'
Sayın
Başkan, değerli üyeler; parti kapatma davalarının cezaî niteliğini ortaya
koyabilmek için iki başlık açmayı uygun buldum.
1.-
Kanunlara göre parti kapatma davalarının niteliği nedir,
2.-
Anayasa Mahkemesi kararlarına göre parti kapatma davalarının niteliği nedir.
Kanunlara
göre parti kapatma davalarının niteliğini ortaya koyarken ilgili kanunlara
baktık; Anayasamıza başvurduk, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununa, Türk Ceza
Kanununa, Dernekler Kanununa ve Anayasa Mahkememizin kuruluş kanunlarına
yöneldik. Bunlardan çıkardığımız şaşmaz sonuç, kesin sonuç, parti kapatma
davalarının ceza davası niteliğinde olduğudur.
Sayın
Başkanım, değerli üyeler; Anayasamızın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrasına
göre, bir siyasî partinin 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı
eylemlerinden ötürü temelli kapatılması, ancak onun bu nitelikteki fiillerin
işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi
halinde karar verilir. Peki, Anayasamızın gönderme yaptığı 68 inci maddesinin
dördüncü fıkrası ne diyor; izninizle oraya bir bakalım.
"Siyasî
partilerin tüzük ve programlarıyla eylemleri, devletin bağımsızlığına, ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine
aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik
edemez."
Sayın
Başkanım, değerli üyeler; partinin kapatılabilmesi için bu fiillerin
işlendiğinin, sübut bulduğunun tespit edilmesi gerekiyor. Bu fiillerin, takdir
edersiniz ki, hepsi suç teşkil eden fiillerdir, hatta şunu diyebiliriz:
Sistemimizdeki, hukuk sistemimizdeki en ağır cezalar Anayasanın 68 inci
maddesinin dördüncü fıkrasındaki hükümlerin ihlali için öngörülmüştür. Mesela
Türk Ceza Kanununun 125 inci maddesi, 146 ncı maddesi, hep buradaki yasak
eylemlerin müeyyidesini somutlaştırmaktadır. Şu halde, kanunların, en ağır
yaptırımı öngördüğü fiillere dayalı olarak kapatılmasına karar verilen bir partinin
kapatılma davası, nasıl olur da cezaî nitelikte olmaz. Peki, bu dava, cezaî
nitelikte değilse; yani, bu fiillerin işlenmesi sebebiyle kapatılan bir parti,
kapatılmasına karar verilen bir parti "suçlu değilse" kim suçludur'!.
Efendim, partilerin kapatılması için suç işlenmiş olması şart değildir
iddiasının hiçbir hukukî dayanağı yoktur, olamaz da.
Sayın
Başkanım, değerli üyeler; bu sebepledir ki, Siyasî Partiler Kanunu kendi içinde
de Ceza Kanunundan ayrı olarak bu maddeye gönderme yapmıştır. 102 nci madde,
Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasındaki yasakların suç olduğunu
açık bir biçimde hüküm altına almıştır. Genelde gözlerden kaçıyor o. Siyasî
Partiler Kanununun 102 nci maddesinin ikinci fıkrasının son cümlesi şöyle
diyor: "Parti üyeleri, 68 inci maddenin dördüncü fıkra hükümlerine aykırı
fiil ve konuşmalarından dolayı hüküm giyerlerse, Cumhuriyet Başsavcılığı, bu
üyelerin partiden kesin olarak çıkarılmasını o partiden ister."
Sayın
Başkan, değerli üyeler; bir üyenin partiden çıkarılabilmesi için hüküm giyme
şartını arayan hukuk sistemi, Siyasî Partiler Kanunu. Milletvekilliğinin
düşürülmesine, siyasî yasaklı hale getirilmesine, partinin kapatılmasına karar
verirken bir fiilin suç olup olmadığına bakmaz mı, bunu ihmal etmiş olabilir
mi; hayır. 102 nci maddenin, biraz önce okuduğum fıkrası son derece açıktır.
Ayrıca,
şu an huzurunuza gelmeme imkân sağlayan Anayasamızın 149 uncu maddesinin
dördüncü fıkrası "Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısından sonra ilgili partinin
de sözlü savunması dinlenir" buyuruyor. Bakın, son söz savunmanındır. Son
sözü savunmaya veren hukuk sistemi, partinin kapatılması için "demokratik
siyasî hayatın vazgeçilmez unsuru" diye nitelendirdiği siyasî partilerin
kapatılmasını, suç dahi teşkil etmeyecek fiillere bağlamış olabilir mi'!
Sayın
Başkanım, değerli üyeler; kısacası, bize göre, Anayasa bakımından siyasî parti
kapatma davalarının cezaî nitelikte olduğu tartışılmayacak kadar açıktır.
Peki,
Siyasî Partiler Kanununa göre parti kapatma davalarının niteliği nedir. Siyasî
Partiler Kanunundaki yasakları, kendi sistematiğine göre üç grupta toplamak
mümkündür, daha doğrusu parti kapatmayı gerektiren fiilleri üç grupta
toplamıştır. Siyasî Partiler Kanunumuz. Bunlar;
1-
Anayasadaki yasaklara aykırılık halinde partilerin kapatılması
2-
Cumhuriyet Başsavcılığının isteklerine uyulmaması halinde siyasî partilerin
kapatılması, diğer sebeplerle siyasî partilerin kapatılması.
Siyasî
Partiler Kanunumuz, Anayasadaki yasaklara aykırılık halinde siyasî partilerin
kapatılması durumunu 101 inci maddesinde düzenlemiştir. Biraz önce arz ettiğim
gibi, orada üç hal söz konusudur. O üç hal, Anayasadaki yasaklara tekabül
ettiği için, burada tekrar etmek istemiyorum.
İkinci
grup, Cumhuriyet Başsavcılığının isteklerine uyulmama sebebiyle açılan parti
kapatma davaları niteliği, oraya bakalım. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının
isteklerine uymayan siyasî partiler hakkında kapatma davasının açılması bazı
şartlara bağlanmıştır. Siyasî Partiler Kanunumuz, bu şartları ayrıntılı bir
biçimde 102 nci maddesinde belirtmiştir. Ancak, numaralandırmadığı için ve
madde de uzun olduğu için bazı hususlar dikkatlerden, maalesef,
kaçabilmektedir.
İkinci
fıkra şöyle diyor: "Parti büyük kongresi, merkez karar ve yönetim kurulu
veya bu kurulun iki ayrı kurul olarak kurulduğu haller, Türkiye Büyük Millet
Meclisi grup yönetim kurulu, Türkiye Büyük Millet Meclisi grup genel kurulu,
parti genel başkanı dışında kalan parti organı, merciî veya kurul tarafından
Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan hükümlere aykırı fiilin
işlenmesi halinde, fiilin işlendiği tarihten başlayarak iki yılı geçmemişse,
Cumhuriyet Başsavcılığı, söz konusu organ, mercii veya kurulun işten el
çektirilmesini yazıyla o partiden ister." Yani, suçu işleyen bir parti
organıysa ve suçun işlendiği, fiilin işlendiği tarihten itibaren de iki yılı
geçmemişse, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, o organın feshi için yazılı olarak
ilgili partiye ihtarda bulunur diyor, yazılı olarak o organın feshini talep
eder. Peki, organ değil, yasak fiilî işleyen, suçu işleyen bir parti üyeyiyse
ne olacak9 Sözgelimi, o fiilî işleyen Mustafa Kamalak ise ne
olacak'.. Kanun onu da düzenlemiştir. Parti üyeleri, 68 inci maddenin dördüncü
fıkra hükümlerine aykırı fiil ve konuşmalarından dolayı hüküm giyerlerse,
Cumhuriyet Başsavcılığı, bu üyelerin partiden kesin olarak çıkarılmasını o
partiden ister. Siyasî parti, tebliğ tarihinden itibaren 30 gün içinde istem
yazısında belirtilen hususu yerine getirmediği takdirde, Cumhuriyet
Başsavcılığı, Anayasa Mahkemesinde, o siyasî partinin kapatılması hakkında dava
açar. Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenmiş iddianamenin tebliğinden itibaren
30 gün içinde ilgili siyasî parti tarafından söz konusu parti organı, mercii
veya kurulun işten el çektirilmesi ve parti üyesi veya üyelerin partiden kesin
olarak çıkarılmaları halinde, o partinin kapatılması hakkındaki dava düşer.
Sayın
Başkan, değerli üyeler; bu davada sübut bulmuş hiçbir fiil yoktur. Partiye de,
şu organını lağvet, feshet biçiminde herhangi bir yazı yazılmış değildir. Şu
halde, bu davanın hukukî temeli yoktur. Sadece ek iddianameyle açılan ikinci
davanın değil, aslında ana davanın da hukukî temeli yoktur; çünkü, o dava
açılırken de, bu işlemlerden hiçbirisi yapılmamıştır.
Sayın
Başkan, sayın üyeler; biraz önce arz ettiğim gibi, siyasî partiler bakımından
dava için aranan şartların hiçbirisi gerçekleşmemiştir. O münasebetle, davanın,
mutlak surette reddinin gerekeceği kanaatindeyiz, hukukî kanaatimiz budur.
Şundan
emin olmanızı istirham ederim ki, huzurunuzda yüzde yüz emin olmadığım bir konuyu
tek kelimeyle olsa dahi telaffuz etmeme kararındayım. Huzurunuza getirdiğim her
bir sözcük doğruluğuna yüzde yüz inandığım sözcüklerdir.
Şu
halde, Siyasî Partiler Kanununun 102 nci maddesine göre davanın açılabilmesi
için her şeyden önce yasak bir fiilin işlenmiş olması lazımdır. Bu yasak
fiilin, Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan bir yasak
fiil olması lazımdır. Bu yasak fiilin işlendiğinin tabiî mahkemesince
yargılanıp hüküm altına alınmış olması lazımdır.
Dördüncü
olarak, hüküm giyen üyenin partiden ihracı için, sayın başsavcı tarafından,
yazılı olarak ilgili partiden talep edilmesi lazımdır.
Beşinci
olarak da, ilgili partinin bu yazılı talebe rağmen, 30 gün içerisinde o fiili
işleyen organı feshetmediği gibi, hüküm giymiş üyesini de ihraç etmemiş
bulunması lazımdır.
Bu
şartlardan hiçbirisi, ne ana davada ne de bu ek iddianameyle açılmış bulunan
davada gerçekleşmiş değildir.
Siyasî
Partiler Kanununda yer alan üçüncü kapatma sebepleri, diğer sebeplerle
partilerin kapatılması sebepleridir. Bunların bir kısmı anayasal dayanağı
kalmamış bulunan, aslında hiçbir zamanda anayasal dayanağı olmayan yasaklardır.
Mesela, bir partinin kurulduğu tarihten itibaren iki dönem milletvekilliği
seçimlerine katılmamış bulunması üst üste. Bu, bir kapatma sebebidir. Siyasî
Partiler Kanununa göre; ancak, Anayasamızda bu yasağın, bu kapatma sebebinin
bir temelinin olduğunu sanmıyorum. Anayasaya aykırı düşmüş, Anayasada temeli
bulunmayan, dayanağı bulunmayan bir hükümdür. Kanaatimce, bu yasak, sadece Anayasaya
değil, hukukun evrensel ilkelerine de aykırıdır. Zira, hiç kimse bir hakkını
kullanmadı diye bir müeyyideye tabi tutulamaz.
Malumunuz
seçme, seçilme hakkı, temel bir haktır. Partilerin de hedefi neticede, seçim
yoluyla iktidara gelmektir. Bir parti seçime girmemiş ise, o hakkını
kullanmamış demektir. Bu, konumuz dışı olduğu için daha fazla üzerinde durmak
istemiyorum.
İkinci
bir grup yasak ise diğer sebeplerle ilgili olarak, Siyasî Partiler Kanununun
104 üncü maddesindeki ihtar mekanizmasının çalıştırılmasını gerektiren
sebeplerdir. Biraz önce arz ettiğim için onun da üzerinde durmak istemiyorum.
Peki,
Dernekler Kanununa göre parti kapatma davalarının niteliği nedir'
Sayın
Başkan, değerli üyeler; biliyorsunuz teşkilatlanmada ana kanun Dernekler Kanunudur.
Teşkilatlanmada esas birim de derneklerdir. Nitekim, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi, siyasî partileri dernekler kavramı içerisinde mütalaa etmektedir. O
münasebetle, hem teşkilatlanmada, örgütlenmede ana kanun olduğu için hem de bir
bakıma siyasî partilerin anası sayıldığı için Dernekler Kanununa da bakmak
ihtiyacını duyduk.
Kaldı
ki, derneklerle Siyasî Partiler Kanununda, ayrıca, Siyasî Partiler Kanunuyla
Dernekler Kanununda gönderme yoluyla sıkı bir ilişki de vardır. Nitekim, 122
nci maddede "bu kanunda hüküm bulunmayan hallerde, Dernekler Kanununun
hükümleri uygulanır"denilmektedir.
Ayrıca,
dernekler de tıpkı, partiler gibi serbest kuruluş ilkesine tabidir. Tıpkı,
siyasî partiler gibi, ülke genelinde örgütlenir ve tıpkı, ancak ve ancak,
siyasî partiler gibi mahkeme kararıyla temelli olarak kapatılabilir ve
dernekler de, ancak ve ancak, suç kaynağı haline geldiği zaman temelli olarak
kapatılabilir. O münasebetle, Dernekler Kanununa bakma ihtiyacını duyduk.
Sayın
Başkanım, değerli üyeler; Siyasî Partiler Kanununun 103 üncü maddesine tekabül
eden hüküm, Dernekler Kanunundaki madde, 53 üncü maddedir. Siyasî Partiler
Kanunundaki 103 üncü madde, daha önce, suç mihrakı haline gelen veyahut mihrak
haline gelen siyasî partilerin kapatılması başlığını taşıyordu; şimdi ise, odak
haline gelen partilerin kapatılması başlığını taşımakta.
Dernekler
Kanununun 53 üncü maddesi ise, suç kaynağı haline gelen derneklerin kapatılması
başlığını taşımaktadır. Suç kaynağı haline gelen derneklerin kapatılması;
l-Ülkenin
başka başka yerlerinde olsa bile,
a.
- Dernek yöneticileri tarafından veya dernek yöneticileri ile dernek üyelerinin
iştirakiyle siyasî veya ideolojik amaçla suç işlenmiş olduğunun ve dernek üyesi
tarafından işlenen siyasî veya ideolojik amaçlı suçların dernek yöneticilerinin
azmettirmesi, teşviki, zorlaması, yardımı veya kolaylık sağlaması suretiyle
işlendiğinin,
2-
Derneğin suç sayılan eylemlerin kaynağı haline geldiğinin kesinleşen mahkeme
kararıyla belirlenmesi halinde, dernek, bir ilde faaliyet gösteren derneklerden
ise, ilgili valiliğin veya cumhuriyet savcılığının; birden çok ilde faaliyet
gösteren derneklerden ise, İçişleri Bakanlığının veya dernek merkezinin
bulunduğu il valiliğinin veya cumhuriyet savcılığının istemi üzerine mahkemece
temelli olarak kapatılır.
Görüldüğü
gibi, Siyasî Partiler Kanununun da temelini teşkil eden Dernekler Kanununun 53
üncü maddesi, suç kaynağından, suçtan, suçlardan, kesinleşen mahkeme
kararından, cumhuriyet savcılığından ve temelli kapatmadan bahsediyor.
Hiç
şüphe yoktur ki, Dernekler Kanununun 53 üncü maddesinde geçen kesinleşen
mahkeme kararı, suç ve suçlunun Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununa göre
yargılandığı bir ceza davası sonunda bir ceza mahkemesinden verilen bir
karardır.
Kısaca,
Dernekler Kanununun 53 üncü maddesinden açıkça anlaşılacağı gibi, dernek
kapatma davaları dahi ceza davası niteliğindedir.
Anayasamızın
33 üncü maddesinin dördüncü fıkrası da derneklerin, ancak, suç işlemeleri
halinde mahkeme kararıyla kapatılabileceğini açıkça hüküm altına almıştır.
Dernek
kapatma davaları ceza davası niteliğinde olduğuna göre, parti kapatma
davalarının evleviyyetle haydi haydi ceza davası niteliğinde olması gerekir.
Zira, hiç kimse demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurları olan siyasî
partilerin, demokratik bir ülkede sıradan bir dernek kadar hukukî güvenceye
sahip olmadığını söyleyemez; çünkü, bir şeyin önemi arttıkça, onun için
öngörülen güvenlik önlemlerinin artırılması da hem hukukun hem de en basit
aklın gereğidir.
Nitekim,
Anayasa Mahkemesi, bir kararında aynen şöyle demiştir: Anayasa koyucunun
demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurları olarak nitelediği siyasî
partileri, bir dernek ya da benzeri bir kuruluş saymayıp, onların çok
ilerisinde ve üstünde değerlendirdiği anlaşılmaktadır. (Anayasa Mahkemesi
Kararı, Tarih: 6.7.1989,. Esas 1988/39,. Karar 1989/29)
Sayın
Başkan, sayın üyeler; bu davayı görürken uygulanması gereken 2949 sayılı
Kanunun 33 üncü maddesinin açık hükmüne göre de, parti kapatma davalarında Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu uygulanacağı gayet kesin ve açık olarak
belirtilmiştir. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümlerine göre, karara
bağlanan bir davanın, en azından ceza davası niteliğinde olduğunu kabul etmek
herhalde hukukî bir gerçekliktir.
Peki,
Türk Ceza Kanununa göre acaba parti kapatma davalarının niteliği nedir'
Sayın
Başkan, değerli üyeler; elbette Türk Ceza Kanunu, parti kapatmayla ilgili
doğrudan bir hüküm vazetmiş değildir; ancak, parti kapatma kararının oraya
yansımalarını görüyoruz. Bir parti hakkında kapatma kararı verildiği zaman, en
azından, partinin kapatılmasına sebep olduğu tespit edilen üyelere beş yıl
siyasî yasak getirilmekte; milletvekillerinin milletvekilliği düşürülmekte ve
beş yıl bir partinin kurucusu, üyesi, deneticisi, yöneticisi olamamaktadır.
Türk Ceza Kanununun 20 nci maddesinin birinci fıkrası aynen şöyle diyor :"
Hidematı ammeden memnuiyet cezası müebbet veya muvakkattır."
Yani,
kamu hizmetlerinden yasaklanma ya sürekli veya geçici olabilir.
Bir
parti kapatılacak, teşkilatı dağıtılacak, üyelerine, en azından partinin kapatılmasına
sebep olduğu ifade edilen üyelerine beş yıl siyasî yasak gelecek,, milletvekili
seçilemeyecek,. belediye başkanı olamayacak, belediye meclis üyesi olamayacak,
bir parti listesinden aday dahi gösterilemeyecek; sonra da "bu dava ceza
davası niteliğinde değildir" diyeceğiz.!Kanaatimce, böyle bir iddia, böyle
bir söylem...
BAŞKAN
- Sayın Kamalak, anlatacaklarınız uzunsa 5 dakika sonra ara vereceğim.
KAHRAMANMARAŞ
MİLLETVEKİLİ MUSTAFA KAMALAK - Sayın
Başkanım
epey tutar daha...
BAŞKAN
- Onun için 5 dakika daha konuşup toparlayın, bir ara vereceğim, devam
edeceğiz.
KAHRAMANMARAŞ
MİLLETVEKİLİ MUSTAFA KAMALAK - Peki efendim. Peki, Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanununa göre parti kapatma davaları niteliği nedir; bu davanın görülmesinde,
yürütülmesinde Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu uygulandığına göre, oradaki
nitelikler acaba ne olabilir'..
Sayın
Başkanım, değerli üyeler; malumları olduğu üzere, parti kapatma davasını
münhasıran Cumhuriyet Başsavcısı açmaktadır. Parti kapatma davası bir
iddianameyle açılmaktadır. Parti kapatma davası Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu
hükümlerine göre açılmaktadır. Buna göre "parti kapatma davaları ceza
davası niteliğinde değildir" diyen iddia sahibinin, şu soruları
cevaplandırması lazım :
1-En
ilkel kabilelerde dahi suç teşkil etmeyen bir fiil için iddianame düzenlemek
mümkün mü' Bunun dünyada örneği var mıdır'
2-
Suç teşkil etmeyen fiiller için bizim, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunumuza göre
iddianame düzenlemek mümkün müdür' Doğrusu ben araştırdım, ne dünya
literatüründe ne de kendi mevzuatımızda suç teşkil etmeyen fiiller için
iddianameyle bir dava açıldığına rastlamadım. Bu, mümkün de değil; çünkü;
l-
Kanunumuzun adı, hatta, adının ilk kelimesi bile, bu hukukî gerçeği ortaya
koymak için yeterlidir. Çünkü, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu,. Ceza
Muhakemeleri... Ceza muhakemesinden bahsedebilmek için, malumları olduğu üzere,
ortada suç teşkil eden, en azından suç teşkil ettiği iddia edilen bir fiilin
bulunması gerekir. Zira, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 148 inci maddesinin
ikinci fıkrasına göre, cumhuriyet savcısı, ancak, ceza takibini gerektirecek
-tekraren arz ediyorum öneminden dolayı- cumhuriyet savcısı ancak ceza takibini
gerektirecek hususlarda -o da yeterli delil varsa- kamu davası açabilir. Parti
kapatma davası bir kamu davasıdır. Aksi halde, abesle iştigal edilmiş olur.
Nitekim,
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunumuzun 150 inci maddesinin birinci fıkrasına göre,
tahkikat ve hüküm, yalnız iddianamede beyan olunan suça -altını çizerek
söylüyorum- suça hasredilir; şu, bu fiile değil; tahkikat ve hüküm, yalnız
iddianamede beyan olunan suça hasredilir.
2-
Hüküm mevzuu ve suçu takdirde, suçu takdirde mahkemenin yetkisi başlığını
taşıyan 257 nci maddenin birinci fıkrasına göre, hükmün mevzuu, iddianamede
gösterilen fiilden ibarettir.
3-
Ceza Muhakemesi hukukundaki fiil kavramı, failin hayat olaylarının bütünü
içinden -tırnak içinde arz ediyorum efendim- "cezalandırılabilir olan
kısmını ayıran olaylar bütünüdür." (Vural Savaş ve Sadık Mollamahmutoğlu,
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun Yorumu, Cilt 1. Sayfa 1307 ve 1308 Seçkin
Yayınları Ankara 1995)
Ne
yönden bakarsak bakalım, hangi kanuna başvurursak vuralım, parti kapatma
davalarının niteliği ceza davası niteliğindedir.
BAŞKAN
- Sayın Kamalak, konuşmalarınızın devam edeceğini söylediniz, 15 dakika ara
veriyorum, ihtiyaçlar olabilir; 15 dakika sonra görüşmek üzere.
Teşekkür
ederim.
BAŞKAN
- Sayın Kamalak, çalışmalara ara vermiştik. Kaldığımız yerden devam
edebilirsiniz. Buyurun.
KAHRAMANMARAŞ
MİLLETVEKİLİ MUSTAFA KAMALAK - Teşekkür ederim Sayın Başkanım. Zatı âlinizi ve
Yüce Heyetinizi tekrar hürmetle selamlıyorum. Parti kapatma davalarının
niteliği üzerinde duruyorduk, kanunlara göre parti kapatma davalarının cezaî
nitelikte olduğunu arz etmeye çalıştım. Peki, Anayasa Mahkemesi kararlarına
göre kapatma davalarının niteliği. Anayasa Mahkememiz, kurulduğu tarihten bu
yana Refah Partisi davası dışındaki bütün parti kapatma kararlarında,
istikrarlı bir biçimde, bu davaların ceza niteliğinde olduğunu vurgulamıştır.
Ancak, Refah davasında bu yoldan ayrılınmıştır. Anayasa Komisyonunda konuyu
dile getirdim. Türkiye'nin en yüksek mahkemesi, bir noktada, Meclisin yaptığı
kanunları, haklı olarak değiştiren, hukuka uygun hale getiren bir mahkememizin,
yuvarlak, kırk yıllık uygulamasında demokrasiden bir sapma mı oldu ki,
Türkiye'de bu zamana kadar ki kararlarıyla Refah Partisi hakkındaki kararı
arasında bir farklılık oldu diye, doğrusu katılan parti adına değil, hukuk
adına, demokrasi adına ve bilhassa evrensel hukuk sistemi adına üzüntümü ifade
ettim. O üzüntümü, emin olun, kat kat artıran bir cümle kullandı bir
arkadaşımız, şu anki Millî Eğitim Bakanımız, tutanaklardan izlenebilir
"canım, bu zamana kadar yanlış karar vermişlerdi."
Sayın
Başkanım, değerli üyeler; ben, iki dönem milletvekiliyim. Öbür partim
kapatıldı, elbette üzüldüm; ama, bu müesseseler, Anayasa Mahkemesi, emin olun,
sizlerden, her birinizden bana çok daha lazımdır. Niye; belli zaten, belli,
bakın... Mecliste, karşımızda bir blok var, orada engelleyemiyoruz, Yüksek
Mahkememizin kapısını çalışıyoruz, buraya geliyoruz. Bu Yüce Mahkemeye,
adaletin timsali olan bu Kuruluşa, şu veya bu şekilde en ufak bir söz
gelmemelidir. Gerçekten merak ediyorum, Sayın Bakanımızın -şu an bakandır- kırk
yıldan bu yana verdiği kararlar mı yanlıştı, yoksa Refah davasında bir sapma mı
oldu'
Örnek
1: Doğru Yol Partisi davası. Devam iddiasıyla açılan bu davada, Yüksek
Mahkememiz, bana göre çok haklı ve isabetli olarak şöyle diyor: "Bu
haliyle uygulanması istenilen maddeler birer ceza kuralı niteliğindedir. 101
inci maddede öngörülen siyasî partinin kapatılmasına ilişkin yaptırım, Türk
Ceza Kanununun 11 inci maddesiyle belirlenen klasik cezalar arasında yer
almaması, failin tüzel kişi olmasından kaynaklanmaktadır. Öte yandan, 2820
sayılı Yasanın 17 nci maddesinin dördüncü kısmında yazılı yasak eylemleri
işleyenlerin 6 aydan az olmamak üzere hapis cezasıyla cezalandırılacakları da
belirtilmiştir. Siyasî partilerin kapatılmaları sonucunu doğuran bu tür
yasakların birer ceza kuralı niteliğinde oldukları 1961 Anayasasının
yapılmasında açıkça belirtilmiştir. Kaldı ki, hem 2820 sayılı Yasanın 98 inci
ve hem de 10.11.1983 günlü 2949 sayılı Yasanın 33 üncü maddeleri, siyasî
partilerin kapatılmasına ilişkin davaların, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu
hükümleri uygulanmak suretiyle karara bağlanacağını belirtmektedir. Uygulanması
istenen maddelerin ceza kuralı niteliğinde oluşları ve davanın Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanununa göre yürütülmesi, davalı parti için güvence teşkil
eden birtakım sonuçlar doğurur. Bunlar arasında üçüncü kişilerin eylemlerinden
sorumlu olmamak, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi ve bunun sonucu olarak
cezada genişletici yorum ve kıyasa yer verilmemesi kuralı, eldeki dava
sebebiyle pratik sonuçlar doğuracaktır. Aynı biçimde ceza usulünün gerçeği
araması, şüphe halinde sanık lehine hareket etmek gereği gibi ilkeler,
görülmekte olan bu davada da göz önünde bulundurulacak ilkelerdir. (Anayasa
Mahkemesi kararı 28.9.18984 esas, 1984/1,karar 1984/1.)
İkinci
olarak, Yüksek Mahkememiz, Muhafazakâr Parti hakkında açılan kapatma davasında
da aynen şöyle demiştir: "Kanunun 8 inci, 14 üncü, geçici 4 üncü ve geçici
5 inci maddelerine dayanılarak kıyas yoluyla bir ceza niteliğinde olan kapatma
müeyyidesinin uygulanmasına olanak da görülmemiştir." Yüksek Mahkeme, 1964
yılında tüzel kişilerin cezalandırabileceği konusunda parti kapatma cezasını,
altını çizerek söylüyorum, örnek olarak göstermiştir. Yüksek Mahkeme şöyle
diyor: "Tüzel kişilerin de yapılarına uygun bir ceza sorumluluğu altında
bulundurulmalarında zorunluluk olduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim Anayasanın
57 nci maddesi, siyasî partilerin Anayasa Mahkemesi kararıyla temelli
kapatılacağını kabul etmiştir. Buradaki kapatma hükmü ile dava konusu 1567
sayılı Kanun değişik 3 üncü maddesindeki ticaret ve meslekî faaliyetten men
cezası arasında hukukî nitelik bakımından bir ayrılık bulunmamaktadır."
(Anayasa Mahkemesi kararı tarih 16.6.1964, esas 1963/101, karar 1964/49)
Burada
şu hususu da önemle belirtmek gerekiyor ki; parti davalarını ceza davası
niteliğinde gören tek mahkeme Yüksek Mahkememiz Anayasa Mahkemesi değildir.
Nitekim, normal dönemde adlî yargı tarafından kapatılan tek parti olan Millet
Partisi, 1954 tarihinde Ankara Dördüncü Asliye Ceza Mahkemesi tarafından
kapatılmıştır; yani, bundan aşağı yukarı demek ki 57 yıl önce dahi, parti
kapatma davası ceza davası olarak ele alınmış ve dava Ankara Dördüncü Asliye
Ceza Mahkemesinde görülmüştür. O tarihten bu yana, gerek dünyada gerekse
ülkemizde, demokrasi yolunda, sanıyorum büyük mesafeler alındı. Bu mesafe
içerisinde siyasî partilerin,güvence yönünden, herhalde gerilediğini söylemek,
bunun tabiî olduğunu ifade etmek, hukukun gereği budur demek, kanaatimizce
hukuka uygun düşmez ve gerçeklere de uygun düşmez. Nitekim, 1995 yılında,
siyasî alandaki değişikliklerin temel amacı, siyasî partileri rahatlatmak,
Türkiye'yi Avrupa'ya hazır bir hale getirmekti. 1995 yılındaki değişikliğin
siyasî felsefesinin temelinde yatan düşünce bu idi. O, öyle oldu; ama, ondan
önce olağanüstü dönemlerde; yani, demokrasinin askıya alındığı dönemlerde,
demokrasinin daha istikrarlı, siyasî partilerin de hukuken daha güvenceli
olduğunu söylemek, herhalde hukukî gerçeklere uygun düşmez. Anayasa Mahkemesi
kararlarının biri hariç, diğerlerinde Yüksek Mahkeme, sürekli olarak,
istikrarlı bir biçimde parti kapatma davalarının ceza davası niteliğinde
olduğunu vurgulamıştır. Son kararıyla, maalesef, siyasî partiler, derneklerden
çok, ama çok daha güvencesiz duruma düşmüştür. Çünkü, 12 Eylül rejimi döneminde
çıkarılan 2908 sayılı Dernekler Kanununun, biraz önce arz ettiğim 53 üncü
maddesine göre, o derneğin kapatılabilmesi için mutlaka, ama mutlaka en azından
bir üyesinin mahkûm olması, suçluluğunun tabi mahkemesince tespit edilmesi
şarttır. Yüksek Yargıtayımız, bir derneğin kapatılabilmesi için bir mahkûmiyeti
de yeterli saymamaktadır. Nitekim, 1997/9378 esas, 1997/11856, tarih 5.11.1997
tarihli kararında Yüksek Mahkeme, Yargıtay İkinci Hukuk Dairesi, derneklerin
kapatılmasıyla ilgili olarak şu kararı vermiştir özet olarak: Bir derneğin
kapatılabilmesi için, Dernekler Kanununun 53/2 nci maddesi uyarınca, o derneğin
suç sayılan eylemlerin kaynağı haline geldiğinin kesinleşen mahkeme kararıyla
saptanması gerektir. Eylemler sözcüğü, çoğunluğu ifade ettiğinden, bir kez bu
nitelikte olayların gerçekleşmesi, derneğin kapatılması için yeterli değildir.
Sayın
Başkanım, değerli üyeler; şu açılmış bulunan davada, şu an huzurunuza
getirilmiş bulunan davada, bir üye için kesinleşmiş mahkeme kararı şöyle
dursun, açılmış bir dava bile yok. Bu davada misalen, benim milletvekilliğimin
düşürülmesi isteniyor. Hakkımda açılmış bir dava yoktur. Şu dava ile ilgili
-Meclisten sorabilirsiniz- hakkımda düzenlenmiş bir fezleke bile yoktur; ama,
partimin kapatılması, milletvekilliğimin düşürülmesi istenilmektedir. Takdir,
elbette sizlerindir.
Şu
soru gelebilir akla: Peki, ne oldu da Yüksek Mahkeme, Refah davasında yaklaşık
kırk yıllık içtihadından döndü, vazgeçti, yeni yola koyuldu. Sayın Başkanım,
değerli üyeler; ben, bu savunmayı hazırlarken bir karara ulaşmak istedim,
dışarıda bulamadım, kütüphaneleri araştırdım, bulamadım, neticede dilekçeyle
Yüksek Mahkememize başvurdum. Haklı olarak, Yüksek Mahkememiz, bana şu cevabı
verdi: "Mahkememizin Yüce Divan sıfatıyla 29.3.1983 gün, esas 1982/2,
karar 1983/3, Yüce Divan, değişik iş sayılı kararından bir örneğinin tarafınıza
verilmesi talep edilmekte ise de, hukuken bunun uygun olmayacağı"
belirtilmiştir. Teşekkür ederim. Peki, izninizle, ben yahut Sayın Başsavcı,
raportörün raporunu istemiş olsa idi alabilir miydi, Yüksek Mahkememiz verir
miydi oraya' Elbette hayır. Ama, bir programda, sayın emekli başsavcımız Vural
Savaş Bey, Sayın Cumhurbaşkanını tenkit ederken şöyle diyor: "Sayın
Cumhurbaşkanımız Anayasa Mahkemesi Başkanı olduktan sonra, Yusuf Öztürk adlı
çok değerli bir raportörü, Anayasa Mahkemesinden derhal uzaklaştırmak oldu
-aradaki kısımları atlayarak okuyorum- O raporu ben de gördüm. Tecrübeli bir
hukukçu olarak gerçekten hazırlanmış en güzel raporlardan biri."
Sayın
Başkan, değerli üyeler; eğer bu rapor, bu mahkemenin dışına çıkacak idiyse,
sanıyorum, ilk etapta savunma tarafına verilmeliydi. Şunu demek istiyorum:
Kanaatim odur ki; bağışlayın lütfen, doğru bildiğimi, inandığımı, Türkiye'nin
en Yüksek Mahkemesinin huzurunda söyleyemezsem, sanıyorum hiçbir yerde söylemem
mümkün değildir.
BAŞKAN
- Sayın Kamalak, sözünüzü kesmiyoruz, devam edin lütfen, dava ile ilgili olan
kısımları anlatabilirsiniz.
KAHRAMANMARAŞ
MİLLETVEKİLİ MUSTAFA KAMALAK (Devamla) - Tabiî.
Yüksek
Mahkemenin son kararını, yanlış rapora vererek verdiği kanaatindeyim. O raporun,
ben, raportörü tanımam, hiç görmedim; ama, televizyon kanallarından öğreniyoruz
ki, asıl itibariyle mahkemenin kapısından dışarı çıkacaksa, savunmaya verilmesi
gereken rapor davacının elinde ve önceki kararlardan farklı bir karar çıkıyor
ortaya. Kanaatimce, Sayın Sezer'in, o raportörümüzü buradan uzaklaştırmasının
temel sebebi de, bu konuşmadan sonra, kanaatim odur...
BAŞKAN
- Sayın Kamalak, kişisel ilişkilere lütfen girmeyin, bu davayla o işin ilişkisi
yok. Siz, sadece davanızla ilgili olan kısımları anlatın, lütfen KAHRAMANMARAŞ
MİLLETVEKİLİ MUSTAFA KAMALAK-
Teşekkür
ederim Sayın Başkanım; ama, bu dava, o karara dayandırıldığı için, izninizle o
kadarcık temas ediyorum, o konuyu kesiyorum efendim.
BAŞKAN
- Lütfen.
KAHRAMANMARAŞ
MİLLETVEKİLİ MUSTAFA KAMALAK (Devamla) - Kısacası, bir bütün olarak
aldığımızda, aradaki bir istisna dışında Anayasa Mahkemesi kararlarına göre de
parti kapatma davaları ceza davası niteliğindedir. Gerek ek iddianamede gerek
esas hakkındaki görüşte gerekse sözlü açıklamada Sayın Başsavcımız, temelli
kapatma ve kapatma kavramlarının eşanlamlı olduğunu vurgulamıştır.
Sayın
Başkanım, değerli üyeler; eğer Sayın Başsavcının iddia ettiği gibi, temelli
kapatma ve kapatma kavramları eşanlamlı kavramlar ise, ortaya birbirinden vahim
iki durum çıkmaktadır:
Bir,
Anayasa abesle iştigal ediyor demektir; çünkü, Anayasa, 149 uncu maddesinin son
fıkrasında, temelli ve temelli kapatma kavramlarını ayırmıştır. Bu, uzun bir
maddeyle zühulen gelmiştir, buraya girmiştir dememiz mümkün değil; çünkü, söz
konusu maddenin o cümlesi özel olarak getirilmiştir, maddeye başka ekleme
yapılmamıştır; ön maddede ekleme yok, takip eden maddede ekleme yoktur. Bu iki
kavram, Anayasa koyucu tarafından özel olarak itinayla, dikkatle, ihtimamla
birbirinden ayrılmış ve oraya getirilmiştir. Bu durumda, Anayasanın abesle
iştigal ettiğini, bu ifadelerin Anayasaya zühulen girdiğini kabul etmemiz
mümkün değildir.
İkinci
bir ihtimal, bu davayı dayandırmış bulunduğu Refah davası kararı olabilir. O
ihtimalde şudur: Her ne kadar Anayasa, temelli kapatma ve kapatma kavramlarını
ayırmışsa da, Yüksek Mahkeme, nitelendirmeye girmiyorum, temelli kapatma yerine
kapatma kararı vermiştir. Çünkü, Refah Partisinin kapatılmasına karardaki ifade
budur. Şunu diyoruz: Kapatma ve temelli kapatma bir ön sorun olarak karşımızda
durmakta. Elbette takdir, Yüksek Mahkemenindir.
Biz,
Anayasaya göre, bu kavramların farklı kavramlar olduğu kanaatindeyiz. Nitekim,
bu kavramların farklı olduğu Anayasa alt komisyonu raporunda, Anayasa Komisyonu
raporunda, Meclis tutanaklarında ve bizzat da zaten Anayasanın kendisinde
farklı anlamlarda kullanılmıştır. Nitekim, Anayasa alt komisyonu raporunda
-sayfa 10- aynen şöyle denilmektedir: "Parti, esasen Anayasa Mahkemesince
temelli olarak veya basit olarak kapatılacaktır." Teklif, Anayasanın aynı
maddesinin, aynı fıkrasında, Anayasanın 14 üncü maddesindeki esaslara uyma
yükümünü de kaldırmıştır. Alt komisyon, siyasî partilerin yeni kaleme aldığı 68
inci maddede yer alan ilkelere uyması gerektiğini metne, açıklıkla koymak
suretiyle, partilerin temelli kapatılmasını, sadece bu ilkelere uyulmaması
şıkkında öngörmüş, diğer şıklarda öngörmemiştir. Benzeri ifadeler, hem Anayasa
Komisyonunda hem de Genel Kurul tutanaklarında yer almaktadır.
Diğer
bir ön sorunumuz, temelli kapatılan bir partinin devamı olduğu iddiasıyla başka
bir partinin, sırf bu sebeple temelli olarak kapatılmasının hukuka uygun
düşmeyeceği kanaatindeyim. Şunu gayet net ve açık olarak ifade ediyorum:
Fazilet Partisi, temelli veya basit olarak kapatılan hiçbir partinin devamı
değildir; organizasyonuyla değildir, söylemiyle değildir, eylemiyle değildir;
ancak, bu hususlar, hem asıl iddianamede hem ek iddianamede hem de sözlü
açıklamalarda vurgulandığı için, konunun üzerine eğilme ihtiyacı hasıl
olmuştur. Doktrin bu alanda hemfikirdir; yani, doktrine göre Anayasada temelli
olarak kapatmayı gerektiren haller dışındaki herhangi bir sebebe dayanarak bir
partinin temelli olarak kapatılması mümkün değildir. Nitekim, Anayasamızın 69
uncu maddesinin son fıkrasına göre, siyasî partilerin kapatılmaları, yukarıdaki
esaslar çerçevesinde kanunla düzenlenir. Anayasa, yukarıdaki esaslarda üç
temelli kapatma sebebi öngörmüştür:
Bu
sebeplerden birisi, gayet iyi bilindiği üzere, tüzük ve programın Anayasanın 68
inci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı olması, odaklaşma ve dış âlemden
yardım alınmasıdır. Bu konuda, daha önce ismini zikrettiğim Sayın Prof. Fazıl
Sağlam şöyle demekte: "1995 Anayasa değişikliğinden sonra siyasal
partilerin temelli kapatılmasına yol açacak yasaklar ve yasaklara ilişkin temel
normlar, Anayasada tüketici bir biçimde nümeruz, klozüz ilkesine uygun olarak
düzenlenmiştir. Bu düzenlemeden sonra artık, parti yasaklarını yasayla
genişletmek, bunlara yenilerini eklemek mümkün değildir. Yasalar, ancak
Anayasadaki bu sistemi somutlaştırıcı ve temel hak ve özgürlükler sistemi
açısından güvence artırıcı düzenlemeler yapabilir" (Doç. Dr. Fazıl Sağlam,
Anayasa Hukukumuz Açısından Siyasal Parti Kurumunun Güncel Sorunları, Anayasa
Yargısı, sayı 14, sayfa 368)
"Çünkü,
bir partinin temelli kapatılması olgusunu, kişiler için verilen idam cezasına
koşut bir biçimde değerlendirmek doğru olur. Nasıl idam cezası aslında, yaşam
hakkının özüne dokunan bir yaptırım ise ve ancak Anayasada yaşam hakkının bir
istisnası olarak öngörüldüğü oranda geçerli olabiliyorsa, siyasal partilerin
temelli kapatılması da aynı özelliği göstermektedir. Bir partinin temelli
kapatılması, aslında siyasal partiler için Anayasada öngörülen temel hak
güvencesinin ve kurumsal güvencenin özüne dokunur. Bu nedenle, temelli kapatma
nedenleri de, ancak, Anayasada öngörüldüğü kapsamda geçerli olabilir.
Dolayısıyla, siyasal partiler için Anayasada öngörülen temelli kapatma
nedenlerinin, Anayasanın 13 üncü maddesinde yer alan genel sınırlama
nedenleriyle genişletilmesi mümkün değildir. Aksi takdirde, Anayasanın, parti
tüzel kişiliği için öngördüğü kurumsal güvencenin bir anlamı kalmaz." (Adı
geçen makale sayfa 369)
4.-
Anayasanın 69 uncu maddesinin yedinci fıkrası; yani "temelli kapatılan bir
partiyi, bir başka ad altında kurulamaz" diyen hükmü, bir önleyici
normdur, bastırıcı norm değildir. Sayın Sağlam'in ifadesiyle "Anayasamız,
iki parti yasağı için temelli kapatma yaptırımı öngörmemiştir. Kendileri için
temelli kapatma yaptırımı öngörülmeyen iki parti yasağından biri, siyasî
partilerin ticarî faaliyette bulunma yasağı, diğeri ise temelli kapatılan bir
partinin başka bir ad altında kurulamayacağı yasağıdır." (Doç. Dr. Fazıl
Sağlam, Siyasî Partiler Hukukunun Güncel Sorunları, Beta Yayınları sayfa 106,
107)
"69
uncu maddenin yedinci fıkrasına aykırılık nedeniyle bir partinin temelli
kapatılabilmesi, ancak daha öncekinin kapatılmasına neden olan koşulların
varlığını sürdürmesi; yani, başka bir deyişle, yeni kurulan partinin, tüzük,
program ve eylemlerinin de 68/4 üncü maddede öngörülen yasaklara aykırı olması
halinde söz konusu olabilir." (Sağlam, sayfa 107)
5.
- 1995 yılında Anayasa değişikliği yapılırken Anayasa alt komisyonu raporunda
aynen yukarıda belirttiğimiz gibi, tahdidi bir biçimde temelli kapatma
sebepleri sıralanmıştır. Altıncı olarak, devam noktasında genç bir bilim
adamımız Sayın Dr. Hakyemez, 5 kişilik bilim jürisi tarafından oybirliğiyle
kabul edilen doktora tezinde aynen şöyle demektedir: "Anayasadaki bir
başka yasak da, temelli kapatılan bir partinin başka bir adla yeniden
kurulmasını engellemeyi amaçlamaktadır. Bu yasağın da, kapatma diye bir
yaptırımının söz konusu olmaması gerektiği belirtilmektedir. Çünkü, Anayasa
koyucu, isteseydi, bunu da temelli kapatılır biçiminde belirten kategori
içerisine sokabilirdi. Kanaatimizce, bir siyasî partinin kapatılması durumunda
bunun devamı niteliğindeki yeni bir partinin program, tüzük ve faaliyetlerinde
Anayasa Mahkemesince, Anayasada yer alan kapatma nedenlerine aykırılık tespit
edilmeden bu yeni partinin, sırf kapatılan bir partinin devamı olduğu için
kapatılmaması gerekir. Belki de, bu sayede, yeni kurulan siyasal parti, siyasal
alanda öngörülen kuralları benimseyebilir ve demokratik sistem içine
çekilebilir." (Dr. Yusuf Şevki Hakyemez, Militan Demokrasi Anlayışı ve
1982 Anayasası, Seçkin Yayınları, yayın tarihi 2000, sayfa 221)
Özet
olarak, temelli kapatmayı gerektirecek hiçbir fiilî bulunmadığı halde, sırf
kapatılan bir partinin devamı olduğu iddiasıyla bir partiyi kapatmak, hiçbir
suçu olmadığı halde, sırf, babası idam edildiği için çocuğu da idam etmek
gibidir. Daha vahimi, bunların bozulan Anayasal düzeniyeniden tesis etmek veya
yüksek adaleti sağlamak amacıyla yapılmış olmasıdır. Fazilet Partisini kapatmak
ise, kanaatimizce bunlardan da vahim bir şeydir; çünkü, Fazilet Partisi, ne
idam edilen bir babanın çocuğu ne de temelli kapatılan bir partinin devamıdır.
Fazilet Partisi, Türkiye'de hukukun, insan haklarının, demokrasinin en samimi
savunucusudur. Meclise bir bakalım: Şu an bunu, sanıyorum, başkalarına dokundurma
filan biçiminde anlamak mümkün değildir. Biz, Türkiye'nin en demokrat, insan
haklarına en saygılı, demokrasiye, hukukun temel ilkelerine yürekten inanmış
bir partiyiz. Zaten, başka türlü davranmamız da mümkün değildir. Biz, gücümüzü
demokrasiden, halktan alıyoruz, hukuktan alıyoruz. Demokrasinin, hukukun ne
demek olduğunu, emin olun Türkiye'de en iyi biz biliriz. Çünkü, tam iki yıldan
bu yana demokrasinin kılıcı altında demokrasi mücadelesi veren, hukuk
mücadelesi veren tek parti biziz. Böylesine hukuk mücadelesi veren, böylesine
insan haklarına inanmış bir parti, niçin demokrasiye karşı olsun, niçin insan
haklarına karşı çıksın, niçin toplumu birbirine düşürsün; bu mümkün değildir.
Sayın
Başkanım, savunmamızın ikinci bölümünü esas hakkındaki düşüncelerimiz,
görüşlerimiz oluşturmaktadır, onları arz ediyorum: Malumları olduğu üzere, ilk
iddianame 1999 yılında hazırlanmıştı. Aradan iki yılı aşkın, hatta üç yılı
aşkın neredeyse, o iddianamenin üzerinden yaklaşık iki bir süre aştıktan sonra
bir ek iddianameyle karşılaştık. Kanaatimce, ek iddianame, hukuken bir ek
iddianame değildir; yani, hukukî açıdan, nitelikleri bakımından ek iddianameyi
geçerli bir iddianame olarak kabul etmek mümkün değildir. Çünkü, bir
iddianamenin ek iddianame olabilmesi için, öncekilere ilaveten, asıl
iddianamedeki hususlara ilaveten üç şartı daha bünyesinde taşıması lazımdır.
Bunlar;
1-
Fiil unsuru,
2.-
Delil unsuru,
3.-
Talep unsuru.
Ek
iddianameye bakıyoruz, fiil olarak ne sunuyor, neyi zikrediyor. Yüksek
Mahkemeye daha önce delil diye sunulup da, Yüksek Mahkemenin delil kabul
etmediği kasetleri, dokümanları sunuyor. Ortada yeni bir nesne yok; yani, yeni
bir fiil yok. Peki, delil olarak neyi sunuyor; ortada delil de yok. Biraz önce
arz ettim, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununa göre, kamu davası, ortada ancak
yeterli delil varsa açılabilir. Nitekim, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunumuzun
148 inci maddesinin ikinci fıkrası gayet açıktır ve şöyle diyor: Kanun, bu
şartı "ceza takibini gerektirecek hususlarda yeterli delil mevcut ise"
diyerek ifade etmektedir. Delil olarak ek iddianameyle sunulan şeylerde, biraz
önce arz ettiğim gibi, yeni fiillere bağlı olarak daha önce yüksek mahkemeye
sunulmuş olan kasetlerdir. Peki, yeni talep olarak ne var; yeni talep de yok.
Deniliyor ki "Fazilet Partisinin kurucularına 5 yıl süreyle siyasî yasak
getirilsin, iki milletvekilinin de milletvekilliği düşürülsün." Bu
talepler yeni değil ki! Daha önceki 7 Mayıs tarihli asıl iddianamede bütün
milletvekillerinin milletvekilliğinin düşürülmesi, bütün belediye başkanlarının
başkanlıklarının düşürülmesi, Fazilet Partisinin bütün üst düzey yöneticilerine
siyasî yasak getirilmesi talep ediliyordu. Ek iddianameyle, bu kadar
milletvekillerinden sadece ikisinin milletvekilliğinin düşürülmesi talep
edilmekte; yani, yeni talep yok. O büyük talebin bir cüzî talep edilmiştir.
Malumları olduğu üzere, bütünün içerisinde parça vardır. Dolayısıyla, burada
yeni bir talep yoktur. Bu münasebetle, üç unsurdan hiçbirini taşımadığı için,
ek iddianamenin hukuken ek iddianame olarak kanaatimizce kabulü mümkün
değildir.
İkinci
olarak, ek iddianame, kanaatimizce hukuka da aykırıdır. Ek iddianame neyi
ihtiva ediyor; Yüksek Mahkememizin daha önce ara kararıyla delil saymadığı
hususları başka bir yoldan, yine Yüksek Mahkemenin huzuruna getiriyor. Daha
açık ve kesin ifadesiyle, eğer Yüksek Mahkeme, Başsavcılığın 10.2.2000
tarihinde sunmuş olduğu kasetleri, dokümanları ek delil olarak kabul etmiş olsa
idi, böyle bir ek iddianameyle karşılaşmayacaktık; yani, ek iddianame, Yüksek
Mahkemenin reddettiği kasetlere, dokümanlara dayanmaktadır. Sayın Başkanım,
değerli üyeler; hepiniz gayet iyi bilirsiniz, hukukta, hukuku dolanma diye bir
kavram vardır; ek iddianame onu yapmaktadır. Yüksek Mahkemenin buradan
reddettiği, bu masadan reddettiği kasetleri, dokümanları, bu masada tekrar
Yüksek Mahkemenin önüne getirmektedir; yani, özü itibariyle ek iddianame,
Yüksek Mahkemenin l Aralık 2000 tarihinde vermiş olduğu ret kararını etkisiz
kılmayı amaçlamaktadır. Halbuki Anayasamızın 153 üncü maddesine göre Anayasa Mahkemesi
kararları herkes için bağlayıcıdır. Ek iddianameyle, bu bağlayıcılıktan
kurtulunmaya çalışıldığını görüyoruz. Bu yönüyle Anayasaya aykırıdır. Öbür
taraftan, Anayasanın 138 inci maddesinin son fıkrasına göre, hiç kimse, yasama,
yürütme, yargı dahil, yargı kararlarını değiştiremez, uygulanmasını
geciktiremez. Ek iddianame, Yüksek Mahkemenin, o ret kararını değiştirerek,
tekrar Yüksek Mahkemenin önüne getirmektedir; yani, l Şubatta verilen ret
kararını değiştirmeyi amaçlamaktadır. Bu yönüyle de hukuka aykırıdır.
Öbür
taraftan, Fazilet Partisi hiçbir partinin devamı değildir. Gerek esas
hakkındaki görüşte gerekse sözlü açıklamalarında Sayın Başsavcımız, Fazilet
Partisini, iki bakımdan Refah Partisinin devamı olduğunu iddia etmektedir.
Bunlar;
1.-
Örgütlenme bakımından,
2.
-Fikir, söylem ve eylemleri bakımından.
Bu
iki iddiadan hiçbirini hukuken kabul etmek mümkün değildir.
Sayın
Başsavcımız, bu iddialarına delil olarak, örgütlenme bakımından delil olarak
Fazilet Partisinin kuruluş belgesini Refah Partisine yakınlığıyla bilinen bir
dernek üyesinin HUDER Yönetim kurulu üyesinin Avukat Muzaffer Önder Beyin
İçişleri Bakanlığına götürdüğünü delil olarak göstermekte.
İkinci
bir delili, 12 Eylül döneminde; yani, bundan yirmi küsur yıl önce Millî Selamet
Partisini ve Sayın ERBAKAN'ı savunan bir avukatın, Fazilet Partisine Genel
Başkan seçilmiş olmasını göstermekte.
Üçüncü
olarak da, Refah Partisinin kapatılmasıyla serbest kalan milletvekillerinin
yoğun bir biçimde Fazilet Partisine katıldığını, bunları, yine bu katılımları
yoğun bir biçimde belediye başkanlarının izlediğini ifade etmektedir. Bu
noktada üç delili var, daha doğrusu delil diye ileri sürdüğü üç husus vardır.
Sayın
Başkan, değerli üyeler; bir avukatın, Fazilet Partisinin kuruluş belgelerini
İçişleri Bakanlığına götürmüş olması, o partinin tüzel kişilik kazanmaktan
başka ne anlam ifade eder. Refah Partisiyle HUDER arasında bir ilişki olup
olmadığını bilmiyorum, olsa bile, siyasî yasağı bulunmayan, siyasetle iştigal
Anayasanın öngördüğü, düzenlediği, güvence altına aldığı temel haklardan biri
olan bu hakkını kullanırken, bunu parti kurma biçiminde dile getiren yahut
eyleme dönüştüren bir avukatın, Fazilet Partisinin kuruluş belgesini İçişleri
Bakanlığına teslim etmesi, bu partinin daha önce kapatılmış olan bir partinin
devamı olduğu anlamına mı gelir. Öbür taraftan, yirmi yıl önce, bir sanığın
avukatlığını yapmış olmak, bu avukatın da suçlu olduğu manasına mı gelir'
Sayın
Başkanım, değerli üyeler; gayet iyi bilirsiniz ki, gerek bizim hukukumuzda
gerekse evrensel hukukta suçun avukata da sirayet edeceğine dair bir kural
yoktur. Sirayet etmiş olsa bile, bizim Ceza Kanunumuza göre en uzun zamanaşımı
yirmi yıldır. Aradan şu kadar zaman geçmiş, sirayet etmez ya; yani, sanığın
suçu avukata sirayet etmez ya, ettiğini kabul edelim, yirmi yıl içerisinde,
takdir edersiniz ki, zamanaşımına uğramıştır. Kaldı ki, 12 Eylül rejimi
döneminde yargılanıp, beraat eden tek parti Millî Selamet Partisidir, tek genel
başkan da Sayın ERBAKAN'dır. Buraya gelirken inceledim dosyaları. Beraat etmiş
bir kimsenin avukatlığını yapmış olmak, bir kimsenin partisi için kapatma
sebebi olabilir mi'
Üçüncü
gerekçe, teşkilatlanma bakımından Refah Partisinin kapatılmasıyla serbest kalan
milletvekilleri, yoğun bir biçimde Fazilet Partisine geçmiştir; üçüncü delil
budur.
Sayın
Başkan, değerli üyeler; Anayasamız, kimlerin siyaset yapamayacağını tek tek
belirtmiştir. Şöyle diyelim: Sayın ERBAKAN'ın avukatlığını yapan kişi yahut ona
yakın bulunanlar bir parti kurmuş değil de, doğrudan doğruya... Mesela önümüzdeki
sene Sayın ERBAKAN'ın yasaklılığı sona eriyor. ERBAKAN ve yanındaki yasaklı
arkadaşları parti kursa hayır mı diyeceğiz. Neye göre; yani, yirmi yıl önce
avukatlık yapmış bir arkadaşını falan bir tarafa bırakıyorum, önümüzdeki sene
parti kurma yasağı kalkıyor Sayın ERBAKAN'ın. Parti kurduğu takdirde, hem de
kendisi gibi siyaseten diğer yasaklı bulunan arkadaşlarıyla beraber parti
kurduğu takdirde, bu, temelli kapatılan partinin devamıdır diyerek, doğrudan
temelli kapatması için, bu Anayasamıza göre temelli kapatma davası açabilecek
miyiz' Bana göre, bu mümkün değil.
Biraz
daha beri doğru çekelim. Sayın ERBAKAN ve arkadaşları, şu an kurulu bir partiye
geçse, yasaklılar, diyelim ANAP'a geçse, CHP'ye geçse, DSP'ye geçse, MHP'ye
geçse, bu yasaklı insanları niye aldınız diye ihtar mekanizmasını
çalıştırmadan, bu partiler için doğrudan, bizim sistemimize göre, Anayasamıza
göre, Siyasî Partiler Kanununa göre temelli kapatma davası açmak mümkün mü'
Elbette değil. Bakın, biraz önce basından aldığım bilgileri, malumu olan siz
Değerli Başkanıma ve üyelerimize arz ettim. Hasan Celal Güzel için, Yeniden
Doğuş Partisi için ihtar mekanizmasının verilmesini talep etmiştir Sayın
Başsavcılık. Şu halde, büyük ihtimalle... Halbuki Hasan Celal Güzel Beyin
durumu siyasî açıdan Sayın ERBAKAN'ın durumuna nispetle çok daha ağırdır;
çünkü, Sayın ERBAKAN'ın ve arkadaşlarının bağımsız olarak milletvekili seçilme
imkânları vardır, bu alanda yasal bir engel yoktur. Halbuki Hasan Celal Beyin
mahkûm olması sebebiyle seçilme engeli var, aday olamama durumu söz konusu;
ama, buna rağmen, Başsavcılığın uyarısına rağmen, Yeniden Doğuş Partisi
"Hayır, Hasan Celal Beyin üyelik kaydını silmiyorum" dedi; ama, dava
açmadı. Yüksek Mahkemeye, basından öğrendiğimize göre, başvurdu "l04'e
göre ihtar veriniz" dedi. Milletvekilliğine adaylığı dahi söz konusu
olamayacak kişiler için doğrudan temelli parti kapatma davası açılamazken,
hiçbir yasağı bulunmayan milletvekillerinin, belediye başkanlarının, kapısında
"girilmez" diye bir levha bulunmayan, hatta ve hatta Anayasanın
güvencesi, teminatı altında bulunan bir partiye girmiş olmak, nasıl oluyor da
temelli kapatma için bir sebep olabiliyor. Gerçekten soruyorum kendi kendime,
Refah Partisi kapatıldı, ben serbest kaldım. Benim Fazilet Partisine gitmemi engelleyen
hangi hukuk normu vardı ki, oraya gitmemden dolayı şu an benim partimin
kapatılması talep ediliyor. Benim oraya gidişim serbest olur; ama, oraya giriş
yasak olabilir. Ben, Fazilet Partisine girişin yasak olduğuna dair herhangi bir
levhaya, herhangi bir ibareye, herhangi bir kurala rastlamadım. Şu halde, bu
iddianın da hukukta bir değerinin olmaması gerekir diye düşünüyorum. Bu, hukuk
devletini de bir tarafa bırakalım, kanaatimce, kanun devleti olmanın bile
asgari şartıdır. Hepiniz, gayet eminim ki çok iyi bilirsiniz, hukukta, hak
asıl, yasaklar istisnaidir. Neyin yasak olduğu da kanunla belirtilir. Şu halde
hukuktaki temel ilke şudur: Ne ki yasak değil, serbesttir. Temel haklar
konusunda da bu yasağın ya doğrudan doğruya Anayasanın çok daha özel bir kuralı
ile konulması veya Anayasanın 13 üncü maddesinde ifade edildiği gibi hukuk
devletinin, demokrasinin, Anayasanın ruhuna uygun olarak, onun izniyle, onun
amaçladığı biçimde kanunla konulması gerekir.
Sayın
Başkanım, değerli üyeler; biz, tam iki yıldır, doğrusu kekeme olduk.
Anamuhalefet partisiyiz; ama, söylediğimiz her şey, bizden ziyade millete mal
oluyor; işte ülkenin hali. Eğer bu iddianame, ek iddianame, bir iddianame
olarak hukuken kabul görecek olursa, siyasî partiler için, her gün, şu veya bu sebeple
yeni bir iddianame düzenlemek mümkündür. Bu, hukuk devletine uygun düşmez diye
düşünüyorum ve öbür taraftan da keyfiliğe yol açar Halbuki hukuk devletinde
keyfilik değil, evrensel hukuk kuralları geçerlidir, öyle olmak durumundadır.
Tekraren arz ediyorum, teşkilatlanma, örgütlenme bakımından ileri sürülen
delillerin hiçbir hukukî dayanağı yoktur.
Peki,
fikir, eylem ve söylem bakımından acaba, Fazilet Partisi, Refahın devamı mıdır'
Sayın Başkanım, değerli üyeler; esas hakkında görüşün önemli bir kısmı, Anayasa
Mahkemesi kararından alıntılar yapmak suretiyle Refah Partisinin kapatılma
gerekçelerine ayrılmıştır. Sonunda da, tek bir cümleyle "Fazilet Partisi
Anayasa Mahkemesi tarafından 16 Ocak 1998 tarihinde kapatılan Refah Partisinin
devamıdır, bu yüzden onun da kapatılması gerekir" demektedir. Niçin diye
sorduğumuzda "çünkü -metinden anladığımız kadarıyla- Fazilet Partisinin
söylem ve eylemleri, kapatılan Refah Partisinin söylem ve eylemleriyle bütünlük
arz etmektedir" ikinci gerekçe budur.
Sayın
Başkan, değerli üyeler; her parti arasında birtakım söylem benzerlikleri
olabilir; ama, benzerlik ayniyet ifade etmez. Sayın Başsavcının bu noktada dile
getirdiği tek şey, türban meselesidir. Türban meselesini dile getiren sadece
biz miyiz' Bugün Türkiye'de türban meselesiyle ilgilenmeyen hiçbir insanımız
var mı'
Merhum
Özal zamanında türban konusunda üst üste kanunlar çıkarılmadı mı'!. Bir
partimiz "türban meselesini biz hallederiz, oylarınızı bize
verin"diyerek Anadolu'da oy patlaması yapmadı mı'!. Bizim dediğimiz türban
konusunda,"bu probleme bir çözüm bulunsun" dediğimiz budur. Yoksa,
hiç kimsenin kılığı, kıyafeti, başını açması, örtmesi bizi kati surette
ilgilendirmez.
Sayın
Başkanım, değerli üyeler; "ben" diyen konuşmanın çok ağır olduğunu,
sevimsiz olduğunu biliyorum. Ben, buraya üniversite kürsüsünden geldim,
dekanlıktan geldim; icraatım ortada; ben oradan ayrıldıktan sonra da tüm
icraatım mercek altına yatırıldı. Bu konuda laikliği ihlâl vesaire şeklinde
hiç, ama, hiçbir isnatta bulunamadılar.
Değerli
yazarlarımızdan Oktay Ekşi sütununa taşıdı, "Sayın Kamalak falan yerde
dekanlık yapmış, bir saniyesini boş geçirmemiş" dedi. Aradım,
"şikayetin nedir Sayın Ekşi'"dedim, "Hocam, ben de şikayet
etmedim ki" dedi. Şu an, benim milletvekilliğimin düşürülmesi isteniyor.
Şunu
diyorum; Sayın Başkan, değerli üyeler; üniversitede iken, milletvekili
olmadığım için dokunulmazlığım yoktu; ama, söz hürriyetim vardı. Doğru
bildiğimi doğru şekilde ifade etmeye çalışıyorum. Milletvekili oldum,
dokunulmazlık kazandım; ama, söz hürriyetimi kaybettim. Niye; çünkü, hakkımda
hiçbir fezleke olmadığı halde partimin kapatılması isteniyor. Nereden; Meclis
kürsüsünden söylediğim sözden dolayı. Türkiye Büyük Millet Meclisinde
söylediğim bir sözden dolayı. Orada söylenen söz, ana hatlarıyla şudur:
"Bugünkü Türk hukukunda başörtüsünü yasaklayan bir kural
yoktur"dedim. Bu kapatma sebebi ise, kabul; ama, bu söz de bana ait
değildir.
Sayın
Başkan, değerli üyeler; bu karar, sizin kararınız. Şu cümle de, bir önceki
değerli başkanımızın kendi ifadesi; "dava konusu kural yüksek öğretim
kurumlarında kılık, kıyafeti tümüyle serbest bırakmaktadır. Bu serbesti, dinî
inanç gereği giyilebilecek her türlü giysiyi ve bu arada türban veya
başörtüsünü de serbest bırakmayı kapsamaktadır."
Benim,
Meclis kürsüsünden okuduğum cümle budur. Altındaki imza "Üye Selçuk Tüzün,
Üye Ahmet N. Sezer, Üye Güven Dinçer." Bu cümleyi söyleyen değerli
başkanımız, şu an Cumhurbaşkanı. Benim söylediğim cümle de onun cümlesidir ve
bunu da Meclis kürsüsünden söyledim.
Sayın
Başkan, değerli üyeler; vekilleri susturulan bir millet hür değildir. Kürsü
masuniyeti, mutlak sorumsuzluk bunun için getirilmiştir; ama, ben, mutlak
masuniyet içerisinde söylediğim sözden dolayı sanık durumundayım. Sistemin
temellerini yıkmaya yönelmiş bir durumdayım, bununla itham ediliyorum. Takdir
elbette sizlerin.
Öbür
taraftan, Sayın Başkanım, o cümleyi de birilerini suçlamak için, insanlarımızı
tahrik için söylemedim; doğru bildiğimi söyledim. Bakın, şu madde
yürürlüktedir; yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla....
Değerli
Başkanım, sayın üyeler; Fazilet Partisinin söylemi, hiçbir partinin söylemiyle
benzerlik arz etmemektedir, hiçbiriyle. Fazilet Partisinin söyleminin en ziyade
benzerlik arz ettiği söylem, Yüksek Mahkememizin Anayasa Mahkemesinin söylemleridir.
Bunun dışında, yani, diğer partilerle, hele hele kapatılmış olan bir partinin
söylemiyle benzerlik arz eden iki cümle bulamazlar, iki cümle! Anayasa
Mahkememizin söylemiyle Fazilet Partisinin söylemi arasında ise, tam bir
paralellik vardır, tam bir paralellik. Eğer, bu söylemler suç ise, parti
kapatma sebebi ise, takdir Yüce Heyetinizindir.
Sayın
Başkanım, zatıaliniz şöyle diyorsunuz; "uluslararası hukuk kurallarının iç
hukukumuzdaki yeri çatıştığı takdirde ne olacak:" Bu, hukukumuzda açık bir
biçimde belirtilsin istiyorsunuz. Şu da, Fazilet Partisinin Türk kamuoyuna,
ilgili kuruluşlara sunduğu Anayasa değişiklik metnidir. Bakın, Fazilet Partisi,
sizin bu söyleminizi, 11 Kasım 1999 tarihinde net biçimde ifade etmiştir. Diyor
ki:" Uluslararası anlaşmalarla, iç hukuk normu çatıştığı zaman
uluslararası anlaşmalar esas alınır."
Sayın
Başkanım, Yüksek Mahkememizin başkanı sıfatıyla yapmış olduğunuz bu konuşmada
"bütün idarî işlemlere karşı yargı yolu açılmalıdır"diyorsunuz. Biz,
125 inci maddede iki yıl önce aynı şeyi vurgulamışız. Siz
"Cumhurbaşkanının yapmış olduğu işlemlere karşı, yargı yolu açılmalı"
diyorsunuz; Fazilet Partisi de bunu diyor; 105 inci maddenin değiştirilmesini
öneriyor. Anayasa Mahkememiz Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu işlemlerine
karşı yargı yolunun açılmasını talep ediyor. Fazilet Partisi de değişiklik
teklifinde, 159 uncu maddenin değiştirilmesini Hâkimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu kararlarına karşı yargı yolunun açılmasını talep ediyor.
Sayın
Başkanım, siz, yedek üyelerinin yedekliğinin kaldırılması, asıl üyeyle
niteliklerinden farklı olmadığını belirtiyorsunuz; biz de aynı şeyi söylüyoruz,
belirtmişiz. Bizim, siz öyle söylediğiniz için bugün de duruşmamız
bulunduğundan dolayı kopya etmiş olmamız mümkün değil; çünkü, bizim söyleyiş
tarihimiz çok daha eski.
Sayın
Başkanım, siz, Avrupa İnsan Hakları Mahkeme kararlarının iç hukukta
yargılamanın yenilenmesi sebebi sayılmasını haklı olarak talep ediyorsunuz;
ben, tam iki yıl önce Refah Partisi adına Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda ve
Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununda aynı yönde değişiklik teklifi vermiştim ben.
Velhasıl, sizin konuşma metninizdeki tüm taleplerle Fazilet Partisinin
talepleri arasında bir örtüşme, bir paralellik vardır. Herhalde bunlardan
dolayı Fazilet Partisinin temelli kapatılan bir partinin söylem, eylem ve fikir
yönünden devamı olduğunu iddia etmek mümkün değildir.
Öbür
taraftan ek iddianamede "mücahit ERBAKAN, yazıldı" veya "ERBAKAN
alkışlandı" bu yazı ve alkışlar da Fazilet Partisinin Refahın devamı
olduğunu gösterir "diyor Sayın Başsavcımız.
Değerli
Başkanım, değerli üyeler; hepimiz gayet iyi biliyoruz ki, Yüce Türk Milleti
hassastır, hamiyetperverdir, hele bir kimsenin haklı-haksız mağdur edildiğine
inanıyorsa, ona karşı daha büyük sempati duymaktadır.
Nitekim,
aradan 40 küsur yıl geçtiği halde, bu millet, merhum Menderes'i unutmamıştır.
Darbelerle uzaklaştırılan Sayın Demirel'i sandıkta hür iradesiyle tercih etmiş,
getirip Başbakan, Cumhurbaşkanı yapmıştır. Bir zaman bildirilerde isminden
"Bay Ecevit'diye bahsedilen Sayın Ecevit'i bu millet getirip Başbakan
yapmıştır ve Fazilet Partisi kongresinde de Sayın ERBAKAN'ı alkışlamıştır.
Şair
öyle diyor; "Her şeyin bir sınırı var; ama, sevgiye sınır
çizilmiyor." Yani, eski bir Başbakan, eski bir genel başkan, bu milletin
yetiştirdiği bir vatan evladı, Türk vatandaşı, bir kongrede alkışlandı diye o
parti temelli kapatılan bir partinin devamı mı sayılır hukuken '
Eğer,
bu, hukuken devam sayılacaksa, size, çok daha önemli bir olayı anlatayım. 12
Şubat, Kahramanmaraş'ın kurtuluş günüdür. Kahramanmaraş'ta kurtuluş günü daha
bir anlamlı olur, yediden yetmişe herkes katılır ona; "Çete
Bayramı"denir ona. Elverdiğince genel başkanlar katılır, Cumhurbaşkanı
katılır, Başbakan katılır; ama, her halükârda şehrin valisi, belediye başkanı
ve garnizon komutanı katılır ona.
Bu
sene oradaydım 12 Şubatta. Katılamayan liderler, devlet büyükleri, telgrafla
kutladılar Kahramanmaraş'ın Çete Bayramını. Çeşitli üyelerden telgraflar geldi;
imza "ERBAKAN" olunca. Kahramanmaraş yer yerinden oynadı. Eğer,
ERBAKAN'ın alkışlanması bir suç teşkil ediyorsa, yahut yoğun bir biçimde
alkışlandı diye, şimdi Kahramanmaraş Refah Partisinin devamı mı oldu'
Sayın
Başkanım, öbür taraftan, şunu da arz edeyim. Eğer, ekranda "mücahit
ERBAKAN"yazılı olması yahut o ismi geçmiş bulunması veya kutlama telgrafı
üzerine ERBAKAN'ın alkışlanmış olması suç ise, yasak ise, hukuk devletine
yakışan, kamu görevlilerine yakışan bu suçluları tespit etmektir. Zira, salon
sorumlusu belli, monitör görevlisi belli, salonu düzenleyenler belli, bunların
hepsi de ortada, hükümetin zabıtlarında var, emniyete müracaat etmiş, oradan
forma istemiş, güven istemiş vesaire vesaire, bütün bu görevliler belli, ama,
bunlara yönelen yok. Niye; çünkü, suç yok ortada.
Peki,
Sayın Başkanım, değerli üyeler; yapan için suç olmayan bir eylem, üçüncü
kişiler için suç olabilir mi' Hukukun hangi ilkesinde var bu Şu halde
"ERBAKAN alkışlandı" yahut "ekrandan onun ismi geçtirildi"
diye bir partiyi, daha önce kapatılmış bulunan bir partinin devamı saymak
kanaatimce hukuka uygun düşmez.
Kaldı
ki, Yüksek Mahkememiz de çok daha ciddî iddialarla açılmış bulunan bir davayı,
Doğru Yol Partisi hakkında açılmış bulunan bir davayı bundan tam 17 yıl önce,
hem de oybirliğiyle reddetmiştir.
Şu
halde, Doğru Yol Partisi kararı bu davada çok önemli hukukî bir belge, çok
önemli emsal bir karardır.
Yaptırımla
ilgili taleplerin de kanaatimce hukuken kabul etmek mümkün değildir Sayın
Savcımızın. Çünkü, daha önce de arz ettiğim gibi, yaptırım talebi içerisinde
yeni bir talep yoktur. Sadece daha önceki genel talep, çok, ama, çok
küçültülmüştür, sözlü savunmasında da bunu net biçimde ortaya koymuştur. Burada
yasak olan fiil, kurma olduğuna göre, kurucuların müeyyideye tabi tutulması,
kuruculardan iki milletvekilinin de milletvekilliğinin düşürülmesini talep
ediyor, "önceki iddianameyi bu şekilde düzeltiyorum" diyor Sayın
Başsavcımız.
Anayasanın
hiçbir yerinde parti kurmanın yasak olduğuna dair bir hüküm yoktur. Anayasanın
61 inci maddesinin ilk cümlesine göre, vatandaşlar siyasî partiyi kurma ve
usulüne göre partilere girme hakkına sahiptir. Anayasa bir taraftan parti
kurmayı temel haklardan sayacak, güvencesi altına alacak, kanun hükmünde
kararnameyle dahi buralara dokunulmasına müsaadeetmeyecek, öbür taraftan da,
hiçbir yasağı bulunmayan vatandaşların bu hakkı kullanmaları sebebiyle
partilerini kapatacağız, kendilerini siyasî yasaklı hale getireceğiz,
milletvekillerini düşüreceğiz ve beş yıl da herhangi bir parti listesinden aday
olmalarını engelleyeceğiz.... Kanaatimce, böyle bir yaklaşım, hukuka uygun
düşmez.
Kaldı
ki, Refah Partisi 16 Ocak 1998 tarihinde kapatılmıştır. Buna karşılık, Fazilet
Partisi, 17 Aralık 1997 tarihinde kurulmuştur; yani, Refah Partisi kapatılmadan
çok daha önce kurulmuştur. Önce kurulan bir parti kendisinden daha sonra
kapatılan bir partinin yerine nasıl kurulmuş olabilir'!.
Çok
daha önemlisi; bu kuruluş belgeleri devletin bilgisi dahilinde; İçişleri
Bakanlığına, asayişten, emniyetten sorumlu İçişleri Bakanlığına verilmiş ve
Siyasî Partiler Kanunumuzun 8 inci maddesine göre de, kurulduğu tarihten
itibaren üç gün içerisinde bu belgelerin Sayın Başsavcılığa götürülmesi şartı
vardır. Aradan şu kadar zaman geçmiş, ondan sonra serbest kalan
milletvekilleri, girilmesi serbest olan bir partiye Türkiye'nin gözü önünde, devletin
gözü önünde girmiştir. Eğer, orası tehlikeli bir alan ise, toplanılması yasak
olan bir parti ise, devletin, hukuk devletinin bu vatandaşları uyarması, ikaz
etmesi kendisi bakımından bir görev değil midir'
Fazilet
Partisi şu an dört yaşında, Fazilet Partisiyle doğan çocuklar ana sınıfına
gidiyor şu an. Dört yıldan bu yana eğer, böyle, ek iddianamelerle davayı
uzatmak mümkün olacak olursa, kanaatimce bunu hukukla bağdaştırmak mümkün
değildir. Çünkü, kamu hukukunda süre, kamu düzeniyle ilgilidir. Bu sebepledir
ki, idare hukukunda, idare, tesis ettiği bir işlemi ancak ve ancak, dava açma
süresi içerisinde geri alabilir. Ki, bu süre, bugün için maksimum 60 gündür.
Birtakım işlemler, vergi işlemlerinde dava açma süresi, malumunuz, 30 gündür.
Yani, idare hukukunda, bu arada bütün kamu alanında süre, kamu düzeniyle
ilgilidir. Nasıl ki, idare, kendi tesis ettiği işlemi, ancak, kendi işlemine
karşı vatandaşın dava açma süresi içerisinde geri çekebiliyorsa, burada da
devam iddiası ancak, ya kuruluş aşamasında veya makul bir süre içerisinde ileri
sürülebilir. Hukukun evrensel ilkeleri bunu gerektirir; hukuk güvenliği bunu
gerektirir; devlete güven bunu gerektirir.
Nitekim,
Danıştay bir içtihatları birleştirme kararında, aynı noktaya temas etmiştir.
Şunu diyor :" Fazla ödenmiş bulunan aylık ve ücret farklarının kararda
belirtilen istisnalar dışında ancak ilk kanunsuz ödemenin yapıldığı tarihten
başlamak üzere 90 gün içerisinde geri alınabileceği hakkında." O zaman
dava açma süresi 90 gündü. E, haksız ödemiş, yanlış ödemiş; ama, sen bir
devletsin, sen ödedin onu, vatandaşın kusuru yok.
Sadece
Danıştay mı; hayır. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu kararı
dahi öyle, süreyle ilgili. "Belli süre geçtikten sonra devlet o işlemi
geri alamaz, o işlemden dolayı vatandaşı ilzam edemez, suçlayamaz" diyor.
Burada
da aynı kuralın geçerli olması gerektiğine inanıyorum. Yani, devam iddiası, her
zaman için ileri sürülebilecek bir iddia değildir. Kuruluş aşamasında veya
makul bir süre içerisinde ileri sürülebilecek bir iddiadır.
Nitekim,
Türkiye Birleşik Komünist Partisine karşı, kuruluşunu takip eden 10 uncu günü
içinde dava açmıştır; olması gereken de budur.
Bu
yönüyle de ek iddianamenin, tıpkı asıl iddianame gibi reddedilmesinin
gerektiğine inanıyorum.
Sonuç
olarak, bu davanın asıl davayla birlikte, hem devam bakımından hem de odaklaşma
yönünden reddi gerekir. Devam yönünden reddi gerekir; çünkü;
1-Fazilet
Partisi tüzük ve programıyla, fikir, beyan ve eylemleriyle, felsefesiyle hiçbir
partinin devamı değildir, buna ihtiyacı da yok,
2-Anayasada
temelli kapatma sebepleri tek tek tahdidi bir biçimde, yani, nümerüz-klozüs
olarak sayılmıştır. Bu sebepleri yorum yoluyla genişletmek hukuka uygun düşmez;
çünkü, anayasal statüler, hepinizin gayet iyi bildiği gibi, ya anayasayla değiştirilir
veya anayasanın açık izniyle, ama, anayasanın ruhuna, demokratik ve hukuk
devleti ilkelerine bağlı kalarak, o hakkın özünü ortadan kaldırmayacak şekilde
düzenlenebilir. Anayasanın 13 üncü maddesinde belirtildiği gibi.
Kaldı
ki, temelli kapatmayı, parti yasaklarını o ilkelerle, yani, kanunla dahi
genişletmek kanaatimizce mümkün değildir.
Üçüncü
olarak, biraz önce de arz ettiğim gibi, tekraren belirteyim ki, bir partiyi,
sırf kapatılan bir partinin devamı olduğu iddiasıyla kapatmak, en ufak bir cezayı
gerektirecek bir fiilî bulunmadığı halde, sırf babası idam edildiği için çocuğu
da idam etmek gibidir. Hele hele, bu idamın kamu düzenini tesis etmek, bozulan
kamu düzenini tesis etmek, yüksek adaleti sağlamak amacıyla yapılmış olması,
kanaatimce daha bir vahimdir. Fazilet Partisi için bu isnatları ileri sürmek
ise, kanaatimce bunlardan da vahim; çünkü, tekraren arz ediyorum, Fazilet
Partisi ne kapatılan bir partinin devamıdır ne de idam edilen bir babanın
çocuğudur. Şu halde, devam yönünden iddiaların reddi gerekir, öyle düşünüyorum.
Odaklaşma
bakımından da bu davanın reddi gerekir; çünkü, odaklaşmadan bahsedebilmemiz
için Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasındaki yasak eylemlerin yoğun
bir biçimde işlenmiş olması lazımdır. Bu yasağı ihlâl eden, ya bir partinin
organları olabilir veya partinin üyeleri olabilir. Siyasî Partiler Kanununun
102 nci maddesi gayet açıktır. Eğer, bu yasağı ihlâl eden bir parti organı ise,
sayın başsavcının, o olayın üzerinden, ihlâlin üzerinden iki yılı geçmemiş ise,
partiyi yazılı olarak uyarması, o organ, merci veya kurulun feshini talep
etmesi lazımdır. Parti yönünden, ben buraya gelinceye kadar, böyle bir talep
gelmedi. Şu halde, partinin organlarına dayanarak, organlarının eylemlerini
esas alarak Fazilet Partisinin odak haline geldiğini iddia etmek hukuka uygun
düşmez.
Peki,
üyelerinin davranışından dolayı parti odak haline gelmiş olabilir mi; mümkün;
ama, kanun, ölçüsünü koymuş bunun; hiçbir ihtilafa meydan vermeyecek şekilde
koymuş. "Parti üyeleri hüküm giyerse..." Nereden giyecek, Anayasanın
68 inci maddesinin dördüncü fıkrasındaki eylemlerinden dolayı hüküm giyerse,
sayın savcı, ilgili partiye yazılı olarak uyarıda bulunacaktır. Buna rağmen,
tıpkı Yeniden Doğuş Partisinde olduğu gibi, Hasan Celâl Beyin üyeliğinde olduğu
gibi "hayır, ben, üyemin kaydını silmiyorum, ihraç etmiyorum"diyecek
olursa, o zaman da sayın başsavcının Yüksek Mahkemenize başvurarak, ilgili
partiye ihtar vermesini talep etmesi lazımdır. Ben, buraya gelinceye kadar
böyle bir ihtar da gelmedi.
Şu
halde, o yönüyle de, yani, üyelerin fiilleri sebebiyle de odaklaşmadan
bahsetmek mümkün değildir.
Öbür
taraftan, Sayın Başkan, değerli üyeler; Siyasî Partiler Kanununun 103 üncü
maddesine 19 uncu maddeyle, yani, 4445 sayılı Kanunun 14 üncü maddesiyle yapılan
ekleme sonucu, Fazilet Partisi için müktesep hak doğmuştur. O maddenin iptal
edilmiş olması, o zamana kadarki fiilleri kanun dışına itemez. Mesela, 4616
sayılı Kanun yürürlüğe girdi. O kanuna karşı yetkili kişi yahut makamlar
bütününe, anamuhalefet partisi, iktidar partisi, Cumhurbaşkanı yahut Meclisin
beşte biri iptal davası açmış olsaydı, Yüksek Mahkeme -iptal ederdi etmezdi
ayrı bir konu- iptal ettiği takdirde, serbest bıraktığı insanları,
vatandaşları, devlet, geri içeri alabilecek miydi; hayır. Kanunun yürürlüğe
girmesiyle o vatandaşlar için müktesep hak doğmuştur.
Aynı
durum, burası için de geçerlidir ve şöyle de düşünelim: Malumunuz, Anayasamıza
göre, kuvvetler ayrılığı ilkesi Anayasamızda güvence altına alınmıştır,
Anayasamız kuvvetler ayrılığı ilkesini benimsemiştir. Bu organlar, yasama
organı, yürütme organı ve yargı. Bunlar, devlet adına iş yapan, erk kullanan
üst kurullardır, kurumlardır, devletin temel organlarıdır. Devletin temel
organı olarak yasama meclisinin çıkardığı bir kanunu, devletin diğer bir
organı, yargının iptal etmesi sonucu durumu davacı olan devlet lehine çevirmesi
hukuka uygun düşmez. Yani, bu, zaten Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye
yürümeyişinin temel sebeplerinden biri budur. Aksi halde, devlete güven ilkesi
kalmaz. Anayasa Mahkememiz bunu birçok kararlarında vurgulamıştır. Yani,
devletin temel organlarından birisi, devlet adına erk kullanıyor, yetki
kullanıyor, kanun çıkarıyor; devlet adına yetki kullanan sayın başsavcı bir
parti için, tüzel kişilik için devlet adına dava açıyor, devlet adına erk
kullanan bir mahkeme, Anayasa Mahkememiz o kanunu iptal etmek suretiyle durumu
devletin lehine çeviriyor. Eğer, bunu bu şekilde algılayacak olursak, ortada ne
yargı güvenliği kalır ne de devlete güven ilkesi kalır.
Tekraren
arz ediyorum. 4445 sayılı Kanunun 15 inci maddesiyle Siyasî Partiler Kanununun
103 üncü maddesine eklenen ikinci fıkrayla; Fazilet Partisi için müktesep hak
doğmuştur. O fıkranın iptal edilmiş olması bu hakkı ortadan kaldırmaz.
Öbür
taraftan, izninizle anlamakta zorluk çektiğim bir hususu da Yüce Heyetinize arz
etmek isterim. Karara bakıyorum, Yüksek Mahkememizin o kararına; davayı açan
Anayasa Mahkemesi; davaya bakan mahkeme sıfatıyla davanın açıldığı yer Anayasa
Mahkemesi; açılan davayı dönüp karara bağlayan mahkeme yine Anayasa Mahkemesi.
Burada şu söylenebilir belki; bir ilçede tek hakimli bir mahkeme Anayasaya
aykırılığı ileri sürerken, Anayasa Mahkemesi niye ileri sürmesin'
Sayın
Başkan, değerli üyeler; arada çok önemli bir fark vardır. O tek hakimli mahkeme,
o iddiayı ileri sürüyor; ama, o iddiayı dönüp karara kendisi bağlamıyor. Ben,
araştırdım; acaba ben mi yanılıyorum diye örnek aradım, doğrusu örnek
bulamadım. Yekta Beyle konuyu müzakere etmiştik daha önce; şunu söyledi:
"Hocam, Anayasa Mahkememiz bunu hep aşağıdan beri böyle uyguluyor
"dedi. Şunu yönelttim kendisine, dedim ki "Sayın Başkan, hukukun
temel prensibi vardır. Benim iddiam doğru mu yanlış mı, sen ona cevap
ver"dedim Yekta Beye. Bir kişi kendi davasının hâkimi olabilir mi' Veya
ikinci şey şu; "aşağıdan beri yapıyorduk" dedi, bu konunun son derece
önemli, hassas olduğunu biliyorum; ama, sizlerin huzurunda söyleyemeyeceğim bir
düşünceyi sanıyorum hiçbir tarafta söylemem mümkün değil. Başta da arz ettiğim
için, Yüksek Mahkememizi eleştirmek amacıyla söylemiyorum bunu; Yüksek
Mahkemeyi, emin olun, ülkem için, benim için, insanlık için son derece önemli
bulduğum için söylüyorum. Şunu dedim Yekta Beye; dedim ki "Sayın Başkan,
bir kişi yahut kurum, kendi hatasına dayanarak haklılığını savunabilir mi'"
O zaman şunu söyledi Refah davasıyla ilgili olarak:"Keşke iptal edilen
kararı daha önce yayınlamış olsalardı." Yine değişmezdi, onu da söyledim
zatıâlilerine,.kendilerinle,
Şimdi,.
Sayın Başkanım, değerli üyeler; eğer, Fazilet Partisi Siyasî Partiler Kanununun
103 üncü maddesinin ikinci fıkrasındaki ilkeleri, hükümleri ihlâl etse, hiç
şüphesiz kapatılacaktı, tereddüt yok. Onlar, oradaki hükümlerden hiçbirisi,
odaklaşma, yoğunlaşma, kesif vesaire kararlılık, bunların hiçbirisi
gerçekleşmemiş; ama, o kural iptal edilmiş. Parti gene kapatılacak olursa, o
zaman kaçınılmaz soru şudur : O halde, bu parti ne zaman kapatılmaz. Yani,
kanunu ihlâl etse kapatılacak; kanun ihlâl edilmemiş, bu sefer Yüksek Mahkeme
iptal ediyor gene kapatıyor. O zaman, ne zaman kapatılmaz'.. Ben, cevabını
bulamıyorum.
Değerli
Başkan, sayın üyeler; baştan beri vurguladığım gibi, gerek parti olarak gerekse
üyeler yönünden Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasındaki yasakların
ihlâl edildiğine dair sübut bulmuş bir delil yoktur.
Öbür
yandan, dördüncü olarak, mutlak sorumsuzluk kapsamındaki fiiller kanaatimce
-elbette takdir sizlerin- parti kapatmada delil olarak kullanılamaz,
kullanılmaması lazımdır. Aksi takdirde, mutlak sorumsuzluğun hiç, ama hiçbir
anlamı kalmaz.
Nitekim,
doktrin bu alanda hemfikirdir. Elimdeki kitap 1964 yılında yazılmış Metin
Kıratlı Bey tarafından, Avrupa'daki gelişmeleri inceliyor. Şu ise, Devlet
Bakanımız Yüksel Yalova tarafından yazılmıştır. Aynı şey vurgulanmakta, mutlak
sorumsuzluk mutlaktır, kamu düzeniyle ilgilidir, süreklidir. Meclis Hukuk
danışmanlarından Sayın Öznur'un, şu mütalaa da onundur Meclis Başkanlığına,
1995 yılında sunmuş olduğu bir görüştür. Esasen, Anayasanın 83 üncü maddesi
sorumsuzluğun kapsamını Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin Meclis
çalışmalarındaki oy, söz ve düşünceleri olarak tanımlamıştır. Doktrinde ittifak
tamdır. Bu nedenle, siyasî parti grup toplantılarında ifade edilen söz ve
düşünceler de sorumsuzluk içindedir. Benzer şekilde suç işlemek kastıyla
kullanılan oy, sarf edilen söz veya açıklanan düşüncelerin sorumsuzluk
kapsamına girmeyeceği iddiası da, yasama sorumsuzluğunun amaç ve mahiyetine
uygun düşmemektedir. Yasama sorumsuzluğu esasen oy, söz ve düşünce yoluyla
işlenen suçlardan dolayı milletvekilini sorumluluktan kurtarmak amacıyla kabul
edilmiştir. Suç teşkil eden fiiller söz konusu olmasaydı, zaten, sorumluluk
muafiyetinden bahsetmenin anlamı kalmazdı. Tarih boyunca kamu hukukçuları
tartışmış, "mutlak sorumsuzluğun getireceği sakıncalar mı daha büyüktür
yoksa bu sorumsuzluğun kısıtlanması mı daha büyük sakıncalar doğurmaktadır"
diye tartışılmış, neticede, sorumsuzluğun sınıflandırılmasının yahut
birtakım yaptırımlarla engellenmesinin demokrasi için, ülke yönetimi için,
rejim için çok daha büyük sakıncalar doğuracağı kabul edildiği içindir ki,
mutlak sorumsuzluk esası kabul edilmiştir.
Burada
şu cümlemi tekrar ediyorum. Eğer, sorumsuzluk kapsamındaki fiiller parti
kapatmalarda delil olarak kullanılacak olursa, bundan demokrasi zarar görür,
rejim zarar görür.
Şu
söyleniyor; deniliyor ki; efendim, bu sorumsuzluktan sadece milletvekilinin
şahsı istifade eder, partisi istifade edemez.; bu münasebetle, partisi
kapatılır, sonra da Anayasanın 84 üncü maddesinin yansımasıyla o kişinin
milletvekilliği düşürülebilir.
Sayın
Başkan, değerli üyeler; bu yaklaşımın, hukuka uygun düşeceğini sanmıyorum.
Nitekim, Anayasa Mahkememiz, birçok kararında sorumsuzluğun mutlak olduğunu,
milletvekilinin hiçbir endişeye kapılmadan görevini hakkıyla yapabilmesi
amacıyla getirildiğini vurgulamıştır Yüksek Mahkememiz.Yansıtma yoluyla-ki,
hukukta "gölge düşürme" deniliyor buna- yansıtma yoluyla, önce gidip
partisini kapatmak sonra da gelip milletvekilinin milletvekilliğini düşürmek,
siyaseten yasaklı hale getirmek sorumsuzluk, mutlak sorumsuzluk anlayışına
uygun düşmez.
Şu
misali vermek isterim izninizle; Anayasanın 138 inci maddesinin birinci
fıkrasına göre, hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar, kararlarını Anayasaya,
hukuka, kanuna ve vicdanlarına uygun olarak karar verirler.
Şimdi,
hâkimler bağımsız, "hâkim bağımsızı" diyoruz "hakim
sorumsuzluğu" diyoruz. Bir hâkim düşünelim, verdiği karardan dolayı
mahkemesi kapatılmış. Mahkemesi kapatıldığı için kendinin üyeliği düşürülmüş,
mahkemesi kapatıldı, kararından dolayı mahkemesi kapatılıyor, mahkemesi kapatıldığı
için üyeliği düşürülüyor ve beş sene de Türkiye'nin hiçbir tarafında adlî
teşkilatta görev alamıyor. Herhalde bu yaklaşım, hâkim, yargıç dokunulmazlığı,
yargıç teminatıyla bağdaşmaz. Aynı durumun mutlak sorumsuzluk için de söz
konusu olduğunu düşünüyorum.
Öbür
taraftan, Sayın Başkanım, değerli üyeler; 2954 sayılı Türkiye Radyo ve
Televizyon Kanununun 28 inci maddesinin altıncı fıkrasına göre radyo ve
televizyondan yapılan konuşmalar için 60 gün içerisinde açılmayan davalar
dinlenmez. Üyelere isnat edilen beyanların tamamı, konuşmalardan ibarettir ve
radyodan, televizyondan yayınlanmıştır. Dava açıldığında da 60 günlük süre
çoktan geçmişti. Bu yönüyle de dinlenmemesi lazım diye düşünüyorum.
İlaveten,
4616 sayılı Kanunla da eğer, üyelerin konuşmaları yasak eylemlere giriyorsa
bile, suç teşkil ediyorsa dahi, 4616 sayılı Kanunun kapsamına girdiğini
düşünüyorum; yani, ister adına "şartlı tahliye" diyelim, ister
"erteleme" diyelim, o kapsamda mütalaa edilmesi gerektiğini
düşünüyorum.
Şu
söylenebilir; "oradaki suçlar, kişiler içindir, partileri kapsamaz"
denilebilir; ama, asıl fail için verilemeyen ceza, suçluluğu bile ispat
edilememiş fiillerden dolayı bir partinin kapatılmasının uygun olmayacağını
düşünüyorum.
Kısacası,
bu davanın hukukî hiçbir dayanağı yoktur; odaklaşma bakımından yoktur, devam
bakımından yoktur. Bu yönüyle de her iki davanın, hem asıl davanın hem ek
iddianameyle açılan davanın reddedilmesi gerektiğini düşünüyor hepinize
saygılar sunuyorum.
BAŞKAN
- Fazilet Partisi Kahramanmaraş Milletvekili Mustafa Kamalak'ın, zaman zaman
kişiselleştirmek suretiyle savunma sınırlarının da taştığı söylenebilecek sözlü
savunması dinlendi, yapılan açıklamalar banda alındı, ayrıca, stenograflarca da
saptandı; oturuma son verildi.
Teşekkür
ederim sayın milletvekilleri.
XIV-
ANAYASA VE SİYASİ PARTİLER YASASI KURALLARI
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın ve davalı Siyasî Parti'nin, İddianame ve
savunmalarında dayanılan ve ilgili görülen Anayasa ve Siyasî Partiler Yasası
kuralları şunlardır:
A-
Anayasa Kuralları
1-
"Başlangıç Bölümünün beşinci fıkrası
Hiçbir
düşünce ve mülahazanın Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve
ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevi değerlerinin,
Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında
korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din
duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle
karıştırılamayacağı;"
2-
"MADDE 2.- Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet
anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı,
başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir
hukuk Devletidir."
3-
"MADDE 4.- Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet
olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3
üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez."
4-
"MADDE 14.- Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve
Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek,
Devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın
diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve
mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere
dayanan bir devlet düzenini kurmak amacıyla kullanılamazlar.
Bu
yasaklara aykırı hareket eden veya başkalarını bu yolda teşvik veya tahrik
edenler hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir.
Anayasanın
hiçbir hükmü, Anayasada yer alan hak ve hürriyetleri yok etmeye yönelik bir
faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlanamaz."
5-
"MADDE 24.- Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14
üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini âyin ve törenler
serbesttir.
Kimse,
ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini
açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve
suçlanamaz.
Din
ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din
kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu
dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak,
kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine
bağlıdır."
Kimse,
Devletin sosyal, ekonomik, siyasî ve hukuki temel düzenini kısmen de olsa, dini
kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama
amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince
kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz."
6-
"MADDE 42.- Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz.
Öğrenim
hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve düzenlenir.
Eğitim
ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve
eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu
esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz.
Eğitim
ve öğretim hürriyeti, Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz.
İlköğretim
kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve Devlet okullarında
parasızdır.
Özel
ilk ve orta dereceli okulların bağlı olduğu esaslar, Devlet okulları ile
erişilmek istenen seviyeye uygun olarak, kanunla düzenlenir.
Devlet,
maddi imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin, öğrenimlerini sürdürebilmeleri
amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapar. Devlet, durumları
sebebiyle özel eğitime ihtiyacı olanları topluma yararlı kılacak tedbirleri
alır.
Eğitim
ve öğretim kurumlarında sadece eğitim, öğretim, araştırma ve inceleme ile
ilgili faaliyetler yürütülür. Bu faaliyetler her ne suretle olursa olsun
engellenemez.
Türkçeden
başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana
dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında
okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların
tâbi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası andlaşma hükümleri
saklıdır."
7-
"MADDE 68.- Vatandaşlar, siyasi parti kurma ve usulüne göre partilere
girme ve partilerden ayrılma hakkına sahiptir. Parti üyesi olabilmek için
onsekiz yaşını doldurmuş olmak gerekir.
Siyasi
partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.
Siyasi
partiler önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa ve kanun hükümleri
içerisinde faaliyetlerini sürdürürler.
Siyasi
partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine
aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik
edemez.
Hâkimler
ve savcılar, Sayıştay dahil yüksek yargı organları mensupları, kamu kurum ve
kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri, yaptıkları hizmet bakımından
işçi niteliği taşımayan diğer kamu görevlileri, Silahlı Kuvvetler mensupları
ile yükseköğretim öncesi öğrencileri siyasi partilere üye olamazlar.
Yüksek
öğretim elemanlarının siyasi partilere üye olmaları ancak kanunla
düzenlenebilir. Kanun bu elemanların, siyasi partilerin merkez organları
dışında kalan parti görevi almalarına cevaz veremez ve parti üyesi yüksek
öğretim elemanlarının yüksek öğretim kurumlarında uyacakları esasları belirler.
Yüksek
öğretim öğrencilerinin siyasi partilere üye olabilmelerine ilişkin esaslar
kanunla düzenlenir.
Siyasi
partilere, Devlet, yeterli düzeyde ve hakça mali yardım yapar. Partilere
yapılacak yardımın, alacakları üye aidatının ve bağışların tabi olduğu esaslar
kanunla düzenlenir."
8-
"MADDE 69.- Siyasi partilerin faaliyetleri, parti içi düzenlemeleri ve
çalışmaları demokrasi ilkelerine uygun olur. Bu ilkelerin uygulanması kanunla
düzenlenir.
Siyasi
partiler, ticari faaliyetlere girioemezler.
Siyasi
partilerin gelir ve giderlerinin amaçlarına uygun olması gereklidir. Bu kuralın
uygulanması kanunla düzenlenir. Anayasa Mahkemesince siyasi partilerin mal
edinimleri ile gelir ve giderlerinin kanuna uygunluğunun tespiti, bu hususun
denetim yöntemleri ve aykırılık halinde uygulanacak yaptırımlar kanunda
gösterilir. Anayasa Mahkemesi, bu denetim görevini yerine getirirken
Sayıştaydan yardım sağlar. Anayasa Mahkemesinin bu denetim sonunda vereceği
kararlar kesindir.
Siyasi
partilerin kapatılması, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının açacağı dava üzerine
Anayasa Mahkemesince kesin olarak karara bağlanır.
Bir
siyasi partinin tüzüğü ve programının 68 inci maddenin dördüncü fıkrası
hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı verilir.
Bir
siyasi partinin 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı
eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin
işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi
halinde karar verilir.
Temelli
kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz.
Bir
siyasi partinin temelli kapatılmasına beyan veya faaliyetleriyle sebep olan
kurucuları dahil üyeleri, Anayasa Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin
kararının Resmi Gazetede gerekçeli olarak yayımlanmasından başlayarak beş yıl
süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamazlar.
Yabancı
devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve
tüzel kişilerden maddi yardım alan siyasi partiler temelli olarak kapatılır.
Siyasi
partilerin kuruluş ve çalışmaları, denetlenme ve kapatılmaları ile siyasi
partilerin ve adayların seçim harcamaları ve usulleri yukarıdaki esaslar
çerçevesinde kanunla düzenlenir."
9-
"MADDE 83.- Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki
oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki
Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alınmadıkça
bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar.
Seçimden
önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, Meclisin
kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz.
Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve seçimden önce soruşturmasına başlanılmış
olmak kaydıyla Anayasanın 14 üncü maddesindeki durumlar bu hükmün dışındadır.
Ancak, bu halde yetkili makam durumu hemen ve doğrudan doğruya Türkiye Büyük
Millet Meclisine bildirmek zorundadır.
Türkiye
Büyük Millet Meclisi üyesi hakkında, seçiminden önce veya sonra verilmiş bir
ceza hükmünün yerine getirilmesi, üyelik sıfatının sona ermesine bırakılır;
üyelik süresince zamanaşımı işlemez.
Tekrar
seçilen milletvekili hakkında soruşturma ve kovuşturma, Meclisin yeniden
dokunulmazlığını kaldırmasına bağlıdır.
Türkiye
Büyük Millet Meclisindeki siyasî parti gruplarınca, yasama dokunulmazlığı ile
ilgili görüşme yapılamaz ve karar alınamaz."
10-
"MADDE 84.- İstifa eden milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesi,
istifanın geçerliği olduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanınca
tespit edildikten sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunca
kararlaştırılır.
Milletvekilliğinin
kesin hüküm giyme veya kısıtlanma halinde düşmesi, bu husustaki kesin mahkeme
kararının Genel Kurula bildirilmesiyle olur.
82
nci maddeye göre milletvekilliğiyle bağdaşmayan bir görev veya hizmeti
sürdürmekte ısrar eden milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesine, yetkili
komisyonun bu durumu tespit eden raporu üzerine Genel Kurul gizli oyla karar
verir.
Meclis
çalışmalarına özürsüz veya izinsiz olarak bir ay içerisinde toplam beş birleşim
günü katılmayan milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesine, durumun Meclis
Başkanlık Divanınca tespit edilmesi üzerine, Genel Kurulca üye tamsayısının
salt çoğunluğunun oyuyla karar verilebilir.
Partisinin
temelli kapatılmasına beyan ve eylemleriyle sebep olduğu Anayasa Mahkemesinin
temelli kapatmaya ilişkin kesin kararında belirtilen milletvekilinin
milletvekilliği, bu kararın Resmi Gazetede gerekçeli olarak yayımlandığı
tarihte sona erer. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı bu kararın gereğini
derhal yerine getirip Genel Kurula bilgi sunar."
B-
Yasa Kuralları
1-
"MADDE 3.- Siyasî partiler, Anayasa ve kanunlara uygun olarak;
milletvekili ve mahallî idareler seçimleri yoluyla, tüzük ve programlarında
belirlenen görüşleri doğrultusunda çalışmaları ve açık propagandaları ile millî
idarenin oluşmasını sağlayarak demokratik bir Devlet ve toplum düzeni içinde
ülkenin çağdaş medeniyet seviyesine ulaşması amacını güden ve ülke çapında
faaliyet göstermek üzere teşkilâtlanan tüzelkişiliğe sahip kuruluşlardır."
2-
"MADDE 4.- Siyasî partiler, demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez
unsurlarıdır. Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı olarak çalışırlar.
Siyasî
partilerin kuruluşu, organlarının seçimi, işleyişi, faaliyetleri ve kararları
Anayasada nitelikleri belirtilen demokrasi esaslarına aykırı olamaz."
3-
"MADDE 5.- Vatandaşlar siyasî parti kurma hakkına sahiptirler.
Siyasî
partiler, Anayasa ve kanunlar çerçevesinde, önceden izin almaksızın serbestçe
kurulurlar.
4-
"MADDE 78.- Siyasî partiler:
a)
Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini; Anayasanın başlangıç kısmında ve 2
nci maddesinde belirtilen esaslarını; Anayasanın 3 üncü maddesinde açıklanan
Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline, bayrağına,
millî marşına ve başkentine dair hükümlerini; egemenliğin kayıtsız şartsız Türk
Milletine ait olduğu ve bunun ancak, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili
organları eliyle kullanılabileceği esasını; Türk Milletine ait olan egemenliğin
kullanılmasının belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı veya
hiçbir kimse veya organın, kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi
kullanamayacağı hükmünü; seçimler ve halkoylamalarının serbest, eşit, gizli,
genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi
altında yapılması esasını değiştirmek;
Türk
Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve
hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair
herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak;
Amacını
güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda
tahrik ve teşvik edemezler.
b)
Bölge, ırk, belli kişi, aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat
esaslarına dayanamaz veya adlarını kullanamazlar.
c)
Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini veya zümre
egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi
amaçlayamazlar ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar.
d)
Askerlik, güvenlik veya sivil savunma hizmetlerine hazırlayıcı nitelikte eğitim
ve öğretim faaliyetlerinde bulunamazlar.
e)
Genel ahlâk ve adaba aykırı, amaçlar güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette
bulunamazlar.
f)
Anayasanın hiçbir hükmünü, Anayasada yer alan hak ve hürriyetleri yok etmeye
yönelik bir faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlayamazlar."
5-
"MADDE 84.- Siyasî partiler, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin
üstüne çıkarmak ve Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğini korumak amacını
güden:
a)
3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu,
b)
25 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanun,
c)
30 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin
Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun,
d)
17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisiyle kabul edilen,
evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medeni nikâh esası
ile aynı Kanunun 110 uncu maddesi,
e)
20 Mayıs 1928 tarihli ve 1288 sayılı Beynelmilel Erkamın Kabulü Hakkında Kanun,
f)
1 Teşrinisâni 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki
Hakkında Kanun,
g)
26 Teşrinisâni 1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa Gibi Lâkap ve
Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun,
h)
3 Kânunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair
Kanun,
Hükümlerine
aykırı amaç güdemezler ve faaliyette bulunamazlar."
6-
"MADDE 86.- Siyasî partiler, Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğinin
değiştirilmesi ve halifeliğin yeniden kurulması amacını güdemezler ve bu amaca
yönelik faaliyetlerde bulunamazlar."
7-
"MADDE 87.- Siyasî partiler, Devletin sosyal veya ekonomik veya siyasî
veya hukukî temel düzenini, kısmen de olsa dinî esas ve inançlara uydurmak
amacıyla veya siyasî amaçla veya siyasî menfaat temin ve tesis eylemek
maksadıyla dinî veya dinî hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet
ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapamaz, istismar edemez veya
kötüye kullanamazlar."
8-
"MADDE 95.- Kapatılan siyasî parti bir başka ad altında kurulamaz. Bir
siyasî partinin kapatılmasına söz veya eylemleriyle neden olan kurucuları dahil
üyeleri, Anayasa Mahkemesinin kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmî Gazetede
gerekçeli olarak yayımlanmasından başlayarak beş yıl süreyle bir başka partinin
kurucusu, üyesi, yöneticisi ve denetçisi olamazlar. Siyasî partiler bu kişileri
hiçbir suretle seçimlerde aday gösteremezler."
9-
"MADDE 101.- Anayasa Mahkemesince bir siyasî parti hakkında kapatma
kararı;
a)
Bir siyasî partinin tüzük ve programının Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine ayrı
olması, sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü
savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlaması, suç işlenmesini teşvik etmesi,
b)
Bir siyasî partinin, Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı
eylemlerin işlendiği odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespiti,
c)
Bir siyasî partinin, yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk
uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddî yardım alması,
Hallerinde
verilir."
10-
"MADDE 103.- Bir siyasî partinin Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü
fıkrası hükmüne aykırı eylemlerin odak halini oluşturup oluşturmadığı hasusu
Anayasa Mahkemesince belirlenir."
11-
"MADDE 104.- Bir siyasî partinin, bu Kanunun 101 inci maddesi dışında
kalan emredici hükümleriyle diğer kanunların siyasî partilerle ilgili emredici
hükümlerine aykırılık halinde bulunması sebebiyle o parti aleyhine Anayasa
Mahkemesine, Cumhuriyet Başsavcılığınca re'sen yazı ile başvurulur.
Anayasa
Mahkemesi, söz konusu hükümlere aykırılık görürse bu aykırılğın giderilmesi
için ilgili siyasî parti hakkında ihtar kararı verir. Bu karar, o siyasî parti
genel başkanlığına yazılı olarak bildirilir. Bu yazının tebliğ tarihinden
itibaren altı ay içinde aykırılık giderilmediği takdirde, Cumhuriyet Başsavcısı
Anayasa Mahkemesine bu siyasî partinin kapatılması için resen dava açar."
XV-
ANAYASA'YA AYKIRILIK SORUNU
Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın 6.10.1999 günlü Esas Hakkındaki Görüşü'nde 2820 sayılı Siyasî
Partiler Yasası'nın 4445 sayılı Yasa ile değiştirilen 103. maddesinin ikinci
fıkrasının Anayasa'ya aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Anayasa
Mahkemesi, siyasî parti kapatılması davasına bakan mahkeme sıfatıyla 12.12.2000
gününde, bakılmakta olan davada uygulanacak olan 22.4.1983 günlü, 2820 sayılı
Siyasî Partiler Kanunu'nun, 12.8.1999 günlü, 4445 sayılı Yasa ile değiştirilen
103. maddesinin ikinci fıkrasının, Anayasa'ya aykırılığı savını ciddî görerek
bekletici sorun olarak öncelikle bu konuda bir karar verilmek üzere Anayasa'nın
152. maddesi ve 2949 sayılı Yasa'nın 28. maddesi uyarınca davanın geri
bırakılmasına karar vermiş; 22.12.2000 günlü, 24268 sayılı Resmî Gazete'de
yayımlanan 12.12.2000 günlü, E: 2000/86, K: 2000/50 sayılı kararı ile de, 2820
sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. maddesinin ikinci fıkrasını iptal
etmiştir.
XVI-
FAZİLET PARTİSİ'NİN 14.5.2000 GÜNLÜ, 1. OLAĞAN KONGRESİ'NE İLİŞKİN DELİLLER
HAKKINDAKİ KARAR
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 12.12.2000 günlü, SP. 95 Muh.2000/582 sayılı yazısı
ekinde gönderilen Fazilet Partisi'nin 14.5.2000 günlü 1. Olağan Kongresi'ne
ilişkin video kasetleri ve bu konudaki istemi nedeniyle; Mustafa BUMİN, Haşim
KILIÇ, Samia AKBULUT, Yalçın ACARGÜN, Sacit ADALI, Ali HÜNER, Fulya
KANTARCIOĞLU, Mahir Can ILICAK, Ertuğrul ERSOY, Tülay TUĞCU ve Ahmet
AKYALÇIN'ın katılmalarıyla yapılan toplantıda;
2949
sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un
33. maddesinin göndermede bulunduğu Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 150. ve
257. maddelerine göre, davanın açıldığı tarihten sonraki olayları içeren video
kasetlerinin kanıt olarak değerlendirilmesine yer olmadığına ve istemin
REDDİNE, Yalçın ACARGÜN, Mahir Can ILICAK ile Ertuğrul ERSOY'un karşıoyları ve
OYÇOKLUĞUYLA, 1.2.2000 gününde karar verilmiştir.
XVII-
BİRLEŞTİRME KARARI
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 5.2.2001 günlü, SP. 95 Hz. 1999/116 sayılı Ek
İddianamesi ile Fazilet Partisi'nin Anayasa'nın 69. maddesinin yedinci fıkrası
uyarınca temelli kapatılmasına karar verilmesi istemiyle açılan dava nedeniyle
yapılan toplantıda, Fazilet Partisi'nin temelli kapatılmasına karar verilmesi
istemiyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından açılıp Mahkememizin
2001/1 (S.P.Kapatma) esasına kaydedilen dava ile daha önce aynı parti hakkında
ve aynı taleple açılan Mahkememizin 1999/2 (S.P.Kapatma) esasına kayıtlı dava
arasında bağlantı bulunduğu anlaşıldığından, bu iki davanın Ceza Muhakemeleri
Usulü Kanunu'nun 3., 4. ve 230. maddeleri uyarınca birleştirilmesine, bundan
sonraki işlemlerin 1999/2 (S.P.Kapatma) esas sayılı dosya üzerinden
yürütülmesine 7.2.2001 gününde karar verilmiştir.
XVIII-
İNCELEME
A-
Kapatılan Refah Partisi'nin Fazilet Partisi Adı Altında Kurulduğuna İlişkin
İddia Yönünden
1-
Ön Sorunların İncelenmesi
a)
Fazilet Partisi Genel Başkanı Recai KUTAN'ın 2820 sayılı Siyasî Partiler
Kanunu'nun 104. maddesinde öngörülen "ihtar yolu" işletilmeden
temelli kapatılan bir siyasî parti'nin bir başka ad altında kurulamayacağı
iddiasıyla kapatma davası açılamayacağı yolundaki 23.11.2000 günlü dilekçesi
üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 22.1.2001 günlü, SP. 95. Muh.
2000/586 sayılı görüşü alındıktan sonra Mustafa BUMİN, Haşim KILIÇ, Samia
AKBULUT, Yalçın ACARGÜN, Sacit ADALI, Ali HÜNER, Fulya KANTARCIOĞLU, Mahir Can
ILICAK, Ertuğrul ERSOY, Tülay TUĞCU ve Ahmet AKYALÇIN'ın katılmalarıyla yapılan
toplantıda gereği görüşülüp düşünüldü:
Davalı
parti 23.11.2000 günlü dilekçesinde, 2820 sayılı Yasa'nın 95. maddesinde yer
alan "Temelli kapatılan" bir partinin bir başka ad altında
kurulamayacağına ilişkin kurala dayanılarak kapatma davası açılabilmesi için
önce aynı Yasa'nın 104. maddesine göre "ihtar kararı" verilmesi
gerektiğini ileri sürmüştür.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı 22.1.2001 günlü ve SP. 95. Muh. 2000/586 sayılı
görüşünde, Anayasa'nın 69. maddesinin yedinci fıkrasında yer alan "Temelli
kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz" hükmünün kesin ve
buyurucu nitelikte olduğunu, "ihtar" kararı verilmesine gerek
olmadığını bu nedenle, kapatılan partinin devamı niteliğinde bir parti
kurulması durumunda o partinin de temelli kapatılmasının zorunlu bulunduğunu
belirtmiştir.
2820
sayılı Yasa'nın 12.8.1999 günlü, 4445 sayılı Yasa ile değiştirilen 104.
maddesinin ilk fıkrasında, "Bir siyasî partinin bu Kanunun 101 inci
maddesi dışında kalan emredici hükümleriyle diğer kanunların siyasî partilerle
ilgili emredici hükümlerine aykırılık halinde bulunması sebebiyle o parti
aleyhine Anayasa Mahkemesine, Cumhuriyet Başsavcılığınca re'sen yazı ile
başvurulur." İkinci fıkrasında da, "Anayasa Mahkemesi, söz konusu
hükümlere aykırılık görürse bu aykırılığın giderilmesi için ilgili siyasî parti
hakkında ihtar kararı verir. Bu karar, o siyasî parti genel başkanlığına yazılı
olarak bildirilir. Bu yazının tebliği tarihinden itibaren altı ay içinde
aykırılık giderilmediği takdirde, Cumhuriyet Başsavcısı Anayasa Mahkemesine bu
siyasî partinin kapatılması için resen dava açar." denilmektedir. Aynı
Yasa'nın 4445 sayılı Yasa ile değiştirilen 95. maddesinde ise kapatılan siyasî
partinin bir başka ad altında kurulamayacağı belirtilmektedir.
2820
sayılı Yasa'nın 101. maddesi dışında kalan emredici hükümleriyle diğer yasaların
siyasî partilerle ilgili emredici hükümlerine aykırı davranan bir siyasî parti
hakkında Anayasa Mahkemesi'nce ihtar kararı verilebilmesi için bu aykırılığın
parti tarafından giderilebilme olanağının bulunması gerekir. Kapatılan bir
siyasî partinin bir başka ad altında kurulması durumunda bu aykırılığın ihtar
kararı verilerek giderilmesi olanaklı değildir.
Açıklanan
nedenlerle, bu konuda kapatılma davası açılmadan önce davalı Parti'ye ihtar
kararı verilmesine gerek olmadığından "2820 sayılı Siyasî Partiler
Kanunu'nun 101. ve 104. maddeleri uyarınca yerinde görülmeyen istemin reddine,
Mustafa BUMİN, Samia AKBULUT ile Fulya KANTARCIOĞLU'nun karşıoyları ve
oyçokluğuyla 30.1.2001" gününde karar verilmiştir.
b)
Davalı Parti'nin savunmalarında, Necmettin ERBAKAN'la TBMM Başkanvekili Yasin
HATİPOĞLU arasında geçen ve araç telefonuyla yapılan görüşmeye ilişkin kasetin
CMUK'nun 254. maddesinin ikinci fıkrasına aykırı olarak elde edildiği
belirtilerek hükme esas alınamayacağı ileri sürülmüştür.
12.6.2001
gününde Mustafa BUMİN, Haşim KILIÇ, Yalçın ACARGÜN, Sacit ADALI, Ali HÜNER,
Fulya KANTARCIOĞLU, Mahir Can ILICAK, Rüştü SÖNMEZ, Ertuğrul ERSOY, Tülay TUĞCU
ve Ahmet AKYALÇIN'ın katılmalarıyla yapılan toplantıda, konu hakkındaki rapor,
ilgili Anayasa ve Yasa kuralları ile dosyadaki diğer belgeler incelendikten
sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
Yargı
yerlerince uyuşmazlık konusu eylem veya hukukî olayın gerçekleşip
gerçekleşmediğinin saptanmasında bir kanıtlama aracı olan delilin, hükme esas
alınabilmesi için yasalarla kullanılmasına izin verilmesi gerekir.
CMUK'nun
254. maddesinin ikinci fıkrasında, "soruşturma ve kovuşturma organlarının
hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas alınamaz"
denilmektedir. Bu kuralla, hukuka aykırı biçimde sağlanan delillerin hükümde
gözönüne alınmaması amaçlandığından söz konusu delillerin üçüncü kişiler
tarafından sağlanması hukuka aykırılığı ortadan kaldırmaz. Delilin elde ediliş
biçimi, kişilerin Anayasa ile tanınmış haklarını ihlâl ediyorsa, onun hukuka
aykırı olarak elde edildiğinin kabulü gerekir.
Anayasa'nın
22. maddesine göre, herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir. Haberleşmenin
gizliliği esastır. Kanun'un açıkça gösterdiği hallerde usulüne göre verilmiş
hakim kararı olmadıkça; gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla
yetkili kılınan merciin emri bulunmadıkça; haberleşme engellenemez ve
gizliliğine dokunulamaz. İstisnaların uygulanacağı kamu kurum ve kuruluşları
kanunla belirlenir.
İddianemeye
eklenen deliller arasında yer alan ve üçüncü kişiler tarafından getirildiği
belirtilen Necmettin ERBAKAN ile Yasin HATİPOĞLU arasındaki araç telefonundan
yapılan konuşma kaydının, Anayasa'nın 22. maddesinde belirtildiği biçimde,
usulüne uygun bir yargıç kararına ya da kanunla yetkili kılınan merciin emrine
dayanmadığı bu nedenle de haberleşme özgürlüğünü ihlâl ettiği açık olduğundan
hukuka uygun olarak elde edilmediği sonucuna varılan söz konusu konuşmaya ait
kasetin, CMUK'nun 254. maddesinin ikinci fıkrası gereğince hükme esas
alınmamasına, Yalçın ACARGÜN, Mahir Can ILICAK, Rüştü SÖNMEZ, Ertuğrul ERSOY
ile Ahmet AKYALÇIN'ın karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA karar verilmiştir.
2-
Esasın İncelenmesi
7.5.1999
ve 5.2.2001 günlü İddianamelerde, Fazilet Partisi'nin kapatılan Refah
Partisi'nin başka bir ad altında kurulmuş devamı niteliğinde olduğu ileri
sürülerek Anayasa'nın 69. maddesi uyarınca kapatılması istenmiştir.
a)
İddia ve Savunma
aa)
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 7.5.1999 Günlü İddianamesi ve 4.6.1999
günlü ekinde;
-Fazilet
Partisi'nin, Refah Partisi'nin kapatılacağını anlayan yöneticileri tarafından
kurdurulan hülle partisi olarak adlandırılabilecek bir parti olduğu, 147
milletvekili ile çok sayıda belediye başkanının Fazilet Partisi'ne
geçmelerinin, bu milletvekillerinden bazılarının da Genel İdare Kurulu ve Disiplin
Kurulu üyesi olmalarının kapatılan Refah Partisi'nin bir başka ad altında
kurulduğunun kanıtı olduğu;
-Demokrat
Türkiye Partisi'nin "23 Mart Salı gününden itibaren Genel Kurulda kanun
tasarı ve tekliflerinin görüşülmesine devam olunması" önerisinin Fazilet
Partili TBMM Başkanvekili Yasin HATİPOĞLU tarafından tamamen usule aykırı
şekilde gündeme alınıp oylanmasının sağlandığı (Buna ilişkin 21.3.1999 günlü
60. Birleşime ait TBMM Tutanak Dergisi);
-21.3.1999
günlü oturumdan sonra Yasin HATİPOĞLU'nun bu oturumda yaptığı işlemlerin
kurallara uygun olmadığını itiraf ettiği kimi politikacıların, Fazilet Partili
milletvekillerinin seçimlerin ertelenmesi ve hükümetin düşürülmesi yolunda
yönlendirilmeleri için Fazilet Partisi yöneticileri yerine Necmettin ERBAKAN'la
ilişki kurdukları ve Fazilet Partisi'nin kapatılan Refah Partisi Genel Başkanı
Necmettin ERBAKAN'ın emir ve talimatlarına uygun şekilde yönetildiği, bunun
isminin açıklanmasını istemeyen bir vatandaş tarafından getirilen 21.3.1999
günü saat 20.15'de Necmettin ERBAKAN'ın Yasin HATİPOĞLU ile araç telefonuyla
yaptığı konuşmanın kasetinden anlaşıldığı; bu kaset "soruşturma ve
kovuşturma organları" tarafından elde edilmediği için CMUK'nun 254.
maddesi uyarınca delil olarak sunulmasında ve hükme esas alınmasında sakınca
bulunmadığı,
-Necmettin
ERBAKAN, Şevket KAZAN ve Ali OĞUZ'la ilgili olarak kimi gazatelerde yer alan
haber ve söyleşilerin iki parti arasındaki ilişkiyi kanıtladığı,
-Merve
KAVAKÇI'nın seçilmeden önce kimi konuşmalarının değerlendirilmesinden iki parti
tarafından da görevlendirildiğinin anlaşıldığı ve bu faaliyetleri nedeniyle
milletvekili adayı olarak özenle seçildiği,
ileri
sürülmüştür.
Davalı
Partinin Savunmalarında
-Fazilet
Partisi'nin, Refah Partisi'nin kapatıldığı 16.1.1998'den önce 17.12.1997'de
kurulduğu, Refah Partisi'nin kapatılacağının önceden bilinemeyeceği; aynı anda
mevcut olan iki partiden birinin diğerinin devamı olamayacağı;
"hülle" kavramının subjektif olduğu, hukukî değerlendirmelere esas
alınamayacağı; Fazilet Partisi'ne geçen Refah Partili milletvekili sayısının
147 değil 144 olduğu, bunun iki parti kadroları arasında kısmen benzerlik
bulunduğunu gösterdiği, yasaklı olmayan partililerin hukukî engel bulunmadıkça
bir başka partide faaliyet göstermelerinin doğal olduğu, bunların Parti içinde
azınlıkta kaldıkları; Fazilet Partisi'nin tüzüğü ve programının temel anlayış
ve politikalar bakımından farklılıklar ve yenilikler içerdiği bu nedenle
Fazilet Partisi'nin kapatılan, Refah Partisi'nin devamı sayılamayacağı;
-Yasin
HATİPOĞLU'nun bir partili olarak değil, Anayasa'nın 94. maddesi çerçevesinde
Meclis Başkanvekili sıfatıyla bir önergeyi "usulsüz" bile olsa
gündeme almasının Fazilet Partisi'ni ilgilendiren bir yönü bulunmadığı, kaldı
ki bu girişimin sonuç vermediği, belirtilen önergenin gündeme alınmadığı;
-İnsan
haklarını çiğneyerek elde edilen deliller CMUK'nun 254. maddesinin ikinci
fıkrası uyarınca dikkate alınamayacağından bir soruşturma ya da kovuşturma
organı tarafından elde edilmese de, Necmetin ERBAKAN'la TBMM Başkanvekili Yasin
HATİPOĞLU arasında geçtiği iddia edilen telefon konuşmasına ilişkin kasetin
değerlendirme dışı bırakılması gerektiği;
-Kimi
gazetelerde çıkan haber ve söyleşilerin doğruluğu konusunda kanıt bulunmadığı,
önceden yakınlıkları olan Fazilet Partililerin bireysel olarak ERBAKAN'la
görüşmelerinin insani ilişkiler bakımından doğal karşılanması gerektiği, bundan
Parti kimliğiyle ilgili sonuçlar çıkarılamayacağı, haberde iddia edilenler
doğru olsa bile bunun Fazilet Partisi'nin 2820 sayılı Yasa'nın 95. maddesi
anlamında Refah Partisi'nin devamı olduğu anlamına gelmeyeceği, kişisel
değerlendirme niteliğindeki Ali OĞUZ'a ait açıklamaların ise o tarihte üyelik
ilişkisi bulunmaması nedeniyle Fazilet Partisi'ni bağlamayacağı;
-Merve
KAVAKÇI'nın kapatılan Refah Partisi'nin de üyesi olmasının iki parti arasında
anayasal ve yasal anlamda bir devamlılık ilişkisini göstermeyeceği, partide
yetkili bir konumda bulunmayan kişinin kimi toplantılarda yaptığı konuşmaların
Parti'yi bağlamasının düşünülemeyeceği,
belirtilmiştir.
bb)
5.2.2001 günlü Ek İddianame Yönünden,
Ek
İddianeme'de, Fazilet Partisi'nin 1. Olağan Kongresi'ne ait Video kaset
çözümlerinden ve buna uyan 15.5.2000 günlü Hükümet Komiseri raporundan, kongre
sırasında ve öncesinde katılımcılar tarafından sık sık "Mücahit ERBAKAN -
ERBAKAN nerede biz oradayız- Mücahit ERBAKAN, işte komutan, işte asker"
sloganları ile Anayasa Mahkemesi'nce temelli kapatılan Refah Partisi'nin
siyaset yasaklı Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN lehine tezahüratta bulunulduğu
ve kongre salonunda kurulan dev ekrandan da uzun süre "Mücahit
ERBAKAN" şeklinde açık yazı geçildiğinin anlaşıldığı; bu kanıtların
incelenip değerlendirilmesinden, Fazilet Partisi'nin kapatılan Refah
Partisi'nin başka bir adla kurulmuş devamı niteliğinde olduğu kanısına varıldığı;
Anayasa Mahkemesi'nin bu durumu saptaması halinde kararlarının bağlayıcılığının
yeniden ve doğrudan sağlanması bakımından söz konusu Parti'nin Anayasa'nın 69.
maddesinin yedinci fıkrası uyarınca kapatılmasına karar verilerek anayasal
düzenin korunmasının gerekli olduğu ileri sürülmüştür.
Davalı
Parti'nin savunmalarında, ERBAKAN'ın Fazilet Partisi Büyük Kongresi'nde
kadirşinaslık, hak ve hukuka saygı duygularıyla alkışlanmış olmasının bu
Parti'nin Anayasa Mahkemesi'nce temeli kapatılan bir partinin bir başka ad
altında kurulmuş olduğu anlamına gelmeyeceği, Fazilet Partisi'nin kapatılan
Refah Partisi'nden önce kurulması nedeniyle onun devamı sayılamayacağı
belirtilmiştir.
b-
Delillerin Değerlendirilmesi
Anayasa'nın
23.7.1995 günlü, 4121 sayılı Yasa ile değiştirilen 69. maddesinin yedinci ve
sekizinci fıkralarında "temelli kapatılan bir parti başka ad altında
kurulamaz. Bir siyasî partinin temelli kapatılmasına beyan ve faaliyetleriyle
sebep olan kurucuları dahil üyeleri Anayasa Mahkemesi'nin temelli kapatmaya
ilişkin kesin kararının Resmî Gazete'de gerekçeli olarak yayımlanmasından
başlayarak beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve
denetçisi olamaz" denildiği halde, Siyasî Partiler Yasası'nın kapatma
davasının açıldığı 7.5.1999'da yürürlükte bulunan 95. maddesinde, temelli
kapatılan siyasî partilerin kapatılma tarihinde üyeliği devam eden, kurucuları,
genel başkanı, merkez karar ve yönetim kurulu ile her kademedeki yönetim ve
disiplin kurulu üyeleri ve Türkiye Büyük Millet Meclisi siyasî parti grubu
üyelerinin başka bir siyasî partinin kurucusu, yöneticisi ve denetçisi
olamayacakları; bunlardan fiilleriyle siyasî partinin kapatılmasına neden
olanların on yıl süreyle başka bir siyasî partiye alınamayacakları ve
milletvekilliği için aday olamayacakları; kapatılmış bir siyasî partinin
mensuplarının üye çoğunluğunun oluşturacağı bir siyasî parti de kurulamayacağı
belirtilmiş ise de Anayasa'nın 69. maddesine koşut olarak 12.8.1999 günlü 4445
sayılı Yasa ile yeniden düzenlenen maddede, "Kapatılan siyasî parti bir
başka ad altında kurulamaz. Bir siyasî partinin kapatılmasına söz veya
eylemleriyle neden olan kurucuları dahil üyeleri, Anayasa Mahkemesi'nin
kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmî Gazete'de gerekçeli olarak
yayımlanmasından başlayarak beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi,
yöneticisi ve denetçisi olamazlar. Siyasî Partiler bu kişileri hiçbir suretle
seçimlerde aday gösteremezler." kuralına yer verilerek 95. madde yönünden
Anayasa ile Siyasî Partiler Yasası arasında uyum sağlanmıştır.
Temelli
kapatılan bir partinin bir başka ad altında kurulamayacağına ilişkin kuralla
yasaklanan, kapatılan bir siyasî parti ile aynı veya özdeş sayılabilecek yeni
bir partinin kurulmasıdır. Böyle bir durum da ancak, yeni partinin, tüzüğü,
programı, kurucuları, yöneticileri, denetçileri ve faaliyetlerine ilişkin
konularda öz yönünden kapatılan partiden farklı olmaması ve doğal olarak bu
partiden sonra kurulması ile gerçekleşebilir. Bu nedenle, kimi eylem ve
söylemlerdeki benzerlik ile kapatılan partinin yöneticileri ile yakınlık gibi
hususlar temelli kapatılan bir siyasî partinin bir başka ad altında kurulduğunu
ya da yeni kurulan partinin kapatılan partinin devamı olduğunu kabule yeterli
değildir. Ayrıca Siyasî Partiler Yasası'nda "devam"la ilgili
sonuçları ve yaptırımı farklı özel bir kural olduğu da gözden uzak
tutulmamalıdır. Gerçekten 96. maddenin ikinci fıkrasında "Kurulacak siyasî
partiler Anayasa Mahkemesince kapatılan siyasî partilerin devamı olduklarını
beyan edemez ve böyle bir iddiada bulunamazlar" denilmektedir. Bu nedenle,
konunun "kapatılan siyasî parti bir başka ad altında kurulamaz"
kuralı çerçevesinde değerlendirilmesi gerekmektedir.
Konuya
ilişkin delillerin incelenmesinden, kapatılan Refah Partisi'ne mensup çok
sayıda milletvekili ve belediye başkanının Fazilet Partisi'ne geçtikleri,
bunlardan kimilerinin de yönetim ve disiplin kurullarında görev aldıkları;
Fazilet Partisi'nin 1. Olağan Kongresinde de, kapatılan Refah Partisi'nin Genel
Başkanı Necmettin ERBAKAN lehinde tezahüratta bulunulduğu anlaşılmıştır. Bu
durumda, davalı Parti tarafından da kabul edildiği gibi iki partinin kadroları
arasında benzerlik olduğu ve Parti'lilerin Necmettin ERBAKAN'a ilgilerinin
sürdüğü açıktır.
İddianame'de
belirtilen ve davalı Parti tarafından da tümüyle reddedilmeyen haber ve
söyleşilerdeki görüşler ise kişisel değerlendirmeleri yansıtsa da iki parti
arasındaki yakınlığı göstermektedir.
Refah
Partisi'nin kapatılma kararından sonra siyasî haklarını kullanmalarına sınır
getirilmeyen mensuplarının faaliyetlerini bağımsız olarak veya başka bir siyasî
parti içinde sürdürmelerine yasal bir engel bulunmamaktadır. Kapatılan Refah
Partisi'nin çok sayıda milletvekilinin ve üyesinin kendilerine yakın buldukları
Fazilet Partisi'nde siyasî yaşamlarını sürdürmeye karar vererek bu Parti'ye
geçmelerinin kadroları bakımından iki parti arasında benzerliğe neden olduğu
kuşkusuzdur. Ancak, bu benzerlik Anayasa ve Siyasî Partiler Kanunu'na göre
Fazilet Partisi'nin kapatılan Refah Partisi'nin başka bir ad altında kurulmuş
hali olduğunun kabulü için yeterli değildir. Böyle kabul edilebilmesi için bu
benzerliğin yanısıra iki parti arasında tüzük ve programları yönünden de
özdeşlik bulunması gerekir. Oysa, Fazilet Partisi ile Refah Partisi'nin tüzük
ve programlarının incelenmesinden iki parti arasında böyle özdeşliğe varan bir
benzerlik olduğu kanısına varılamadığı gibi iddianamede de bu yolda bir sava
yer verilmemiştir.
Öte
yandan, iddianame'de "Hülle Partisi" olduğu ileri sürülen Fazilet
Partisi 17.12.1997'de kurulmuş Refah Partisi ise 16.1.1998'de kapatılmıştır.
Anayasa Mahkemesi'nde görülmekte olan davanın nasıl sonuçlanacağının önceden
bilinmesi olanaksız olduğundan ve kanıt da gösterilemediğinden bu konudaki
iddia dayanaktan yoksun bulunmuştur.
Ayrıca
İddianame'de yer alan, TBMM Başkanvekili Yasin HATİPOĞLU ile Fazilet Parti'li
kimi milletvekillerini Necmettin ERBAKAN'ın yönlendirdiği yolundaki savlar
Yasa'ya aykırı biçimde sağlanan telefon konuşmasının delil olamayacağı ve
başkaca kanıtlar da sunulamaması nedeniyle yerinde görülmemiştir.
Açıklanan
nedenlerle, Fazilet Partisi'nin kapatılan Refah Partisi'nin başka bir adla
kurulmuş devamı niteliğinde olduğuna ilişkin kapatılma isteminin reddi gerekir.
Haşim
KILIÇ ve Sacit ADALI bu sonuca değişik gerekçe ile katılmışlardır.
Yalçın
ACARGÜN, Ali HÜNER, Ertuğrul ERSOY ile Tülay TUĞCU ise Parti'nin kapatılması
gerektiği düşüncesiyle redde ilişkin görüşe katılmamışlardır.
B-
Fazilet Partisi'nin Lâiklik Karşıtı Eylemlerin İşlendiği Odak Haline Geldiğine
İlişkin İddia Yönünden
1-
Ön Sorunların İncelenmesi
a-
Davalı Parti tarafından, Başsavcılık'ça parti kapatma nedeni olarak ileri
sürülen eylemlerin bir bölümünün, Anayasa'nın 83. maddesinde belirtilen yasama
sorumsuzluğu kapsamında bulunduğu, bunların partiyi bağlamayacağı ileri
sürüldüğünden, 2820 sayılı Yasa'nın 103. ve bunun dayanağını oluşturan
Anayasa'nın 69. maddesinin uygulanması sonucunu doğuran yasak eylemlerin Meclis
çalışmaları sırasında meydana gelmesi halinde milletvekillerinin yararlandığı
yasama sorumsuzluğunun parti tüzelkişiliği yönünden doğuracağı sonuçların
değerlendirilmesi gerekmektedir.
Anayasa'nın
83. maddesine göre, "Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyeleri, Meclis
çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerinden,
o oturumdaki Başkanlık Divanı'nın teklifi üzerine Meclisce başka bir karar
alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu
tutulamazlar". Anayasa'nın bu kuralıyla, Meclis çalışmalarında ulusal
istencin en iyi biçimde yansıtılması bakımından Milletvekillerinin görevlerini
hiçbir etki altında kalmadan yapabilmeleri için kişiliklerine bağlı özel bir
koruma getirilmiştir. Bu korumadan parti tüzelkişiliğinin de yararlanması,
maddenin getiriliş amacıyla bağdaşmayacağından kabul edilemez.
Siyasî
Partiler Yasası'nın 103. ve buna dayanak oluşturan Anayasa'nın 69. maddesi
uyarınca bir siyasî partinin, yasak fiillerin işlendiği odak haline geldiğinin
saptanması, yalnız tüzelkişiliğin faaliyetlerinin değil, üyeler tarafından
yürütülen faaliyetlerin de incelenmesi ile olanaklıdır. Çünkü, "odak
olma" durumunun oluşması için gerekli olan yasak eylemlerdeki nitelik ve
nicelik ile bunların tekrarındaki kararlılık ve süreklilik gibi öğelerin
varlığı konusunda, milletvekillerinin Meclis içindeki ve dışındaki söz ve
eylemlerinin tümü değerlendirilmedikçe sağlıklı bir sonuca ulaşılamaz.
Yasak
eylemlerin ağırlık ve yoğunluğu değerlendirilerek partinin kapatılmasına karar
verilmesi durumunda, buna neden olanların milletvekilliklerinin sona ermesi ise
Anayasa'nın 84. maddesinin öngördüğü özel ve ayrıksı bir yaptırımdır.
Anayasa'nın 83. ve 84. maddelerinin getiriliş amaçlarındaki farklılıklar
nedeniyle davalı partinin ileri sürdüğü gibi aralarında bir bağlantı kurmak
olası değildir.
b-
Davalı Parti savunmalarında, Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası'nda düzenlenen
siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin davaların, ceza davası niteliğinde
olduğunu, bu nedenle davada ceza hukuku ilkelerinin uygulanması gerektiğini
ileri sürmüştür.
Anayasa'nın
"Siyasi partilerin uyacakları esaslar"ı belirleyen 69. maddesinin
dördüncü fıkrasında, "Siyasi partilerin kapatılması, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı'nın açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesi'nce kesin olarak karara
bağlanır" denilmiş, hangi hallerde siyasi partilerin kapatılmasına karar verilebileceği
de diğer fıkralarda ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un, 33. maddesinde ise
"Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açılan siyasi partilerin
kapatılmasına ilişkin davalar, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümleri
uygulanmak suretiyle dosya üzerinde incelenir ve karara bağlanır"
denilmiştir.
Bu
düzenleme biçimi yasakoyucunun, siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin
davaları ceza hukuku ilkelerine daha yakın bulduğunu göstermektedir. Ancak,
ceza davalarında, ceza yargılamasına özgü usul kurallarının uygulanması doğal
olduğuna göre, parti kapatma davalarında özellikle aynı usulün uygulanacağının
belirtilmesine gerek duyulması, bu davaların ceza hukukunda tanımlandığı
biçimde bir ceza davası olmadığını ortaya koymaktadır. Gerçekten, siyasî
partilerin kapatılması yaptırımı, özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı, çağdaş
demokrasilerin kendilerini koruyabilmeleri için öngörülmüş olup her zaman ceza
hukuku alanına giren bir kuralın ihlâlinin sonucu değildir. Bu yaptırımın
amacı, hukuka aykırılığın tespiti ve önlenmesidir. Bununla birlikte, yasaların
yaptırım öngördüğü hallerde, konunun temel hak ve özgürlüklerle yakın ilgisi
nedeniyle yasak eylemlerin ve bunlara uygulanacak yaptırımların yasalarla
belirlenmesi gibi temel ilkelerin göz önünde bulundurulması da anayasal bir
zorunluluktur.
Belirtilen
özellikleri nedeniyle kimilerince hukukun diğer alanlarına göre ceza hukukuna
daha yakın olduğu ileri sürülse de, siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin
davalar, bütünüyle ceza hukuku kuralları içinde değerlendirilmesine olanak
bulunmayan kendine özgü davalardır. Ayrıca, siyasi partilere yasaklanan
eylemlerin niteliği, bunların kapatılma sonucunu doğurabilmesi için aranan
koşullar ve uygulanan yaptırım türünün ceza hukukundaki suç ve cezalardan
farklılık göstermesi de bu davaların kendine özgü niteliğini öne çıkarmaktadır.
c-
Davalı Parti 2820 sayılı Yasa'nın 12.8.1999 günlü, 4445 sayılı Yasa'nın 18.
maddesiyle değiştirilen 103. maddesinin ikinci fıkrasının partiler için
kazanılmış hak doğurduğunu; Siyasi Partiler Yasası'nın 103. maddesinin ikinci
fıkrasının iptal edilmesinin bu hakkı etkilemeyeceğini; iptal kararının geçmişe
yürütülmesinin hukuk devleti ilkesine aykırı olduğunu ileri sürmüştür.
Fazilet
Partisi'nin kapatılması davasında, davaya bakan mahkeme sıfatıyla 2820 sayılı
Yasa'nın 4445 sayılı Yasa ile değiştirilen 103. maddesinin ikinci fıkrasının
Anayasa'ya aykırılığı sorunu, bekletici ön sorun kabul edilmiş, Anayasa
Mahkemesi olarak söz konusu fıkranın 22/12/2000 günlü, 24268 sayılı Resmî
Gazete'de yayımlanan 12.12.2000 günlü, E:2000/86, K:2000/50 sayılı kararla
iptal edilmesinden sonra buna göre parti kapatma davası karara bağlanmıştır.
Anayasa'ya aykırılık sorununun itiraz davası yoluyla çözümlenmesinin doğal
sonucu olan bu durumun, kendine özgü ve önlem niteliğinde olan parti kapatma
davalarında kazanılmış hakları ihlâl ettiği ileri sürülemez.
d-
Davalı Parti savunmalarında, odaklaşma bakımından üyelere isnat edilen
fiillerin radyo ve televizyonda yayımlanan konuşmalardan oluştuğunu; 2954
sayılı Radyo ve Televizyon Yasası'nın 28. maddesinin kapsamına giren suçlar
nedeniyle aynı maddenin altıncı fıkrası uyarınca yayının yapıldığı tarihten
başlayarak altmış gün içinde açılmayan davaların dinlenemeyeceğini, kapatma
davasının açıldığı tarihte bu sürenin geçmiş olduğu ileri sürmüştür.
2954
sayılı Yasa'nın Türkiye Radyo-Televizyon Kurumu'nun yayınları yoluyla işlenen
suçlar veya haksız fiillerde bu yayınlarla ilgili kişilerin sorumluluğunu
belirleyen 28. maddesinin, getiriliş amacı ve konusunun farklı olması
nedeniyle, 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'na göre açılıp karara bağlanan
siyasî partilerin kapatılmaları davalarında uygulanmasına olanak yoktur.
e-
Davalı parti savunmalarında üyelerinin bütün konuşmaları suç oluştursa dahi
bunların 21.12.2000 tarih ve 4616 sayılı Yasa'nın 2. maddesiyle
ertelendiklerini ileri sürmüştür.
4616
sayılı Yasa'nın, ceza ve ceza hükümlülüklerinin sonuçlarıyla ilgili olması
nedeniyle, 2820 sayılı Yasa'nın siyasî partilerin kapatılmasını düzenleyen
kuralları yönünden uygulanma olanağı yoktur.
f-
Davalı Parti savunmalarında, üye faaliyetlerinin parti kapatma davalarında
delil sayılabilmesi için Siyasi Partiler Yasası'nın 102. maddesinin ikinci
fıkrasına göre, bu faaliyetlerin Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası
kapsamında bulunması ve üyelerin de "hüküm giymiş" olmaları koşulunun
aranması gerektiğini ileri sürmüştür.
2820
sayılı Yasa'nın 102. maddesine 12.8.1999 günlü, 4445 sayılı Yasa ile eklenen
ikinci fıkrada, siyasî partilerin ilgili organlarının Anayasa'nın 68.
maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı faaliyetlerde bulunmaları ile parti
üyelerinin aynı fıkraya aykırı fiil ve konuşmalarından dolayı hüküm giymeleri
halinde Cumhuriyet Başsavcılığı'nca yapılacak işlemler düzenlenmekte, aynı Yasa
ile eklenen üçüncü fıkrada da Cumhuriyet Başsavcılığı'nın istemine uymayan
Parti hakkında açılacak kapatma davasıyla ilgili esaslara yer verilmektedir.
103. maddede ise 102. maddeden bağımsız olarak, bir siyasî partinin Anayasa'nın
68. maddesinin dördüncü fıkrası hükmüne aykırı eylemlerin odak halini oluşturup
oluşturmadığı hususunun Anayasa Mahkemesi'nce belirleneceği hükme
bağlanmaktadır. Bu durumda, 102. maddeye göre Parti'nin ilgili organları veya
üyelerinin Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı tek bir
faaliyeti nedeniyle Cumhuriyet Başsavcılığı'nın istemine uyulmaması halinde
kapatılma davası açılabildiği halde 103. maddede, bu davanın açılabilmesi için
aynı faaliyetlerin odak halini oluşturması koşulu aranmaktadır. İki maddenin
tümüyle farklı amaçlarla düzenlenmeleri ve aralarında bağlantı bulunmaması
nedeniyle 103. madde uyarınca kapatılma davası açılabilmesi için odak halini
oluşturduğu ileri sürülen Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı
faaliyetlerden dolayı hüküm giyme koşulunun aranmasına gerek bulunmamaktadır.
2-
Esasın İncelenmesi
7.5.1999
günlü iddianame ve 5.2.2001 günlü ekinde Fazilet Partisi'nin lâikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline geldiği ileri sürülerek Anayasa'nın 2., 24/son., 68. ve
69., Siyasî Partiler Yasası'nın 78., 86. ve 87. maddeleri uyarınca kapatılması
istenmiştir.
a-
Genel Açıklama
Çoğulcu,
katılımcı, özgürlükçü, çağdaş demokrasilerde, vatandaşların devlet yönetimine
katılmaları, genel ve eşit oy hakkı ile sağlanır. Benzer siyasal görüşleri
birleştirip onlara ağırlık kazandırarak, seçim yoluyla tüzük ve programları
doğrultusunda çalışmaları ile milli iradenin oluşmasını sağlayan ve çağdaş
uygarlık düzeyine ulaşma amacı güden siyasî partilerin demokratik siyasî yaşamdaki
önemleri tartışmasızdır.
Anayasa'nın
68. maddesinin ikinci fıkrasında, "Siyasî partiler demokratik siyasî
hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır" denildikten sonra üçüncü fıkrasında,
"Siyasî partiler önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa ve kanun hükümleri
içerisinde faaliyetlerini sürdürürler" kuralına yer verilmiştir. Dördüncü
fıkrasında ise, siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemlerinin
"demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı"
belirtildikten sonra 69. maddesinin beşinci ve altıncı fıkralarında da,
"Bir siyasî partinin tüzüğü ve programının 68 inci maddenin dördüncü
fıkrası hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı verilir.
Bir siyasî partinin 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden
ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği
odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi'nce tespit edilmesi halinde karar
verilir" denilmiştir.
Siyasal
partilere ilişkin Anayasa kuralları incelendiğinde, anayasakoyucunun bu konuya
özel bir önem verdiği görülür. Partilerin kuruluş ve çalışmalarında özgür
olmaları temel ilkedir. Partiler, belli siyasal düşünceler çerçevesinde
birleşen vatandaşların özgürce kurdukları, katıldıkları ve ayrıldıkları
kuruluşlardır. Kamuoyunun oluşumunda önemli etkisi olan partiler, vatandaşların
istem ve özlemlerinin gerçekleşmesine çalışan ve siyasal katılımları
somutlaştıran hukuksal yapılardır.
Demokrasinin
olmazsa olmaz koşulu olan partilerin, sosyal ve siyasal yaşamdaki etkileri ve
ulusal istencin gerçekleşmesindeki rolleri nedeniyle, anayasakoyucu, onları
öteki tüzelkişilerden farklı tutarak, kurulmalarını, çalışmalarında uyacakları
esasları ve kapatılmalarında izlenecek yöntem ve kuralları, özel olarak
belirlemekle kalmamış, Anayasa'nın 69. maddesinin son fıkrasında, çalışma,
denetleme ve kapatılmalarının Anayasa'da belirlenen ilkeler çerçevesinde
çıkarılacak bir yasayla düzenlenmesini öngörmüştür. Bu madde esas alınarak
çıkarılan 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nda, siyasî partilerin, kuruluşlarından
başlayarak, çalışmaları, denetimleri ve kapatılmaları konularında, çok
ayrıntılı kurallar getirilmiştir. Bu Yasa'da, siyasal partilerin Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nca izleneceği ve eylemlerinde Anayasa ve yasalara
aykırılık görüldüğü takdirde, haklarında, kapatma istemiyle dava açılacağı
belirtilmiştir.
Siyasî
partilerin demokratik siyasî yaşamın vazgeçilmez öğeleri olmaları, devlet
örgütü ve kamu hizmetleriyle yoğun ilişki içinde bulunmaları, onların her
istediklerini yapabilecekleri anlamına gelmez. Siyasal partilerin baskı ve
engellerden uzak kalmalarını sağlamaya yönelik kurulma ve çalışma özgürlüğü,
Anayasa ve bu alanı düzenleyen yasalarla sınırlıdır. Bu, Anayasa'nın 2.
maddesinde kurala bağlanan demokratik hukuk devleti olmanın da gereğidir.
Çünkü, hukuk devleti her şeyden önce hukukun üstünlüğünü kabul eden ve koruyan
devlettir.
Anayasa'nın
"Başlangıç"ında, "...Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz
önder ve eşsiz kahraman Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun
inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;... hiçbir düşünce ve mülâhazanın Türk milli
menfaatlerinin, Türk varlığının Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının,
Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve
inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında koruma göremeyeceği ve lâiklik
ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya
kesinlikle karıştırılamayacağı" belirtildikten sonra 2. maddesinde
Cumhuriyetin nitelikleri tanımlanırken Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik lâik
bir hukuk devleti olduğuna işaret edilmiş; 14. maddesinde, "Anayasa'da yer
alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, ...din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair
herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzenini kurmak
amacıyla kullanılamazlar; 24. maddesinde, "... kimse, ibadete, dini ayin
ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî
inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz... kimse Devletin
sosyal, ekonomik, siyasî veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din
kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama
amacıyla her ne surette olursa olsun dinî veya din duygularını yahut dince
kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz" denilmiş;
siyasî partilere ilişkin 68. maddesinin dördüncü fıkrasında, "Siyasi
partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine
aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik
edemez" hükmüne 81. ve 103. maddelerinde düzenlenen TBMM üyeleri ile Cumhurbaşkanının
görevlerine başlarken yapacakları "andiçme"de de "lâik
cumhuriyet ilkesine bağlı kalınacağı" söylemine yer verilmiştir. 174.
maddede, "Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve
Türkiye Cumhuriyeti'nin lâiklik niteliğini koruma amacını güden... inkılâp
kanunları" gösterilerek Anayasa'nın hiçbir hükmünün, bu kanunların
Anayasa'ya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamayacağı ve yorumlanamayacağı
belirtilmiştir.
Anayasa'nın
bu hükümlerine paralel olarak 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın
"Siyasî Partilerle ilgili Yasaklar" başlıklı dördüncü kısmının 78.
maddesinde, "Siyasî Partiler: ...din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair
herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak
amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını
bu yolda tahrik ve teşvik edemezler... din, mezhep veya tarikat esaslarına
dayanamaz veya adlarını kullanamazlar" denilmiştir. Dinsel ve dince kutsal
sayılan şeylerin istismarının ülkeye verdiği zararlar gözetilerek Anayasa'nın
24. maddesine koşut olarak Siyasî Partiler Yasası'nın 87. maddesinde de,
"siyasî partiler, Devletin sosyal veya ekonomik veya siyasî veya hukuki
temel düzenini, kısmen de olsa dinî esas ve inançlara uydurmak amacıyla, siyasî
amaçla veya siyasî menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla dinî veya dinî
hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne suretle olursa
olsun propaganda yapamaz, istismar edemez veya kötüye kullanamazlar"
kuralına yer verilmiştir. Aynı Yasa'nın 84-89 uncu maddelerini kapsayan
dördüncü kısmının üçüncü bölümünde de "Atatürk ilke ve inkılâplarının,
lâik devlet niteliğinin korunması"na yönelik çeşitli hükümler öngörülmüş;
84. maddesinde, "Siyasî partiler Türk toplumunu çağdaş uygarlık
seviyesinin üstüne çıkarmak ve Türkiye Cumhuriyeti'nin lâiklik niteliğini
korumak amacını güden: 3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat
Kanunu; 25 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisâsı Hakkında
Kanun; 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisiyle kabul
edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medenî nikâh
esası ile aynı kanunun 110. maddesi hükmü; 1 Teşrinisâni 1928 tarihli ve 1353
sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun; 3 Kânunuevvel 1934
tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun; hükümlerine
aykırı amaç güdemezler, ve faaliyette bulunamazlar"; 86. maddesinde,
"Siyasî partiler Türkiye Cumhuriyeti'nin lâiklik niteliğinin
değiştirilmesi ve halifeliğin yeniden kurulması amacını güdemez ve bu amaca
yönelik faaliyetlerde bulunamazlar"; denilmiş, 90. maddesinde de, siyasî
partilerin tüzük, program ve faaliyetlerinin Anayasa ve bu kanun hükümlerine
aykırı olamayacağı hükme bağlanmıştır.
Anayasa'nın
ve Siyasî Partiler Kanunu'nun birçok maddesinde yer verilen ve Cumhuriyetin
temel niteliklerinden olan "lâiklik ilkesi"nden ne anlaşılması
gerektiğine de kısaca değinilmelidir.
16.1.1998
günlü, Esas 1997/1 (Siyasi Parti Kapatma), Karar 1998/1 sayılı Refah
Partisi'nin kapatılmasına ilişkin kararda da belirtildiği gibi 'Lâiklik',
ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen
özgürlük ve demokrasi anlayışının, uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal
egemenliğin ve insanlık idealinin temeli olan bir uygar yaşam biçimidir. Çağdaş
bilim, skolâstik düşünce tarzının yıkılmasıyla doğmuş ve gelişmiştir. Dar
anlamda, devlet işleriyle din işlerinin birbirinden ayrılması olarak
tanımlansa, değişik yorumları yapılsa da, lâikliğin gerçekte, toplumların
düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması olduğu görüşü, öğretide de
paylaşılmaktadır. Lâiklik, ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime
dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir. Bireye
kişilik ve özgür düşünce olanaklarını veren, bu yolla siyaset-din ve inanç
ayrımını gerekli kılarak din ve vicdan özgürlüğünü sağlayan ilkedir. Dinsel
düşünce ve değerlendirmelerin geçerli olduğu dine dayalı toplumlarda, siyasal
örgütlenme ve düzenlemeler dinsel niteliklidir. Lâik düzende ise din, siyasallaşmadan
kurtarılır, yönetim aracı olmaktan çıkarılır, gerçek, saygın yerinde tutularak
kişilerin vicdanlarına bırakılır. Dünya işlerinin lâik hukukla, din işlerinin
de kendi kurallarıyla yürütülmesi, çağdaş demokrasilerin dayandığı temellerden
biridir.
Kamusal
düzenlemelerin dinî kurallara göre yapılması düşünülemez. Düzenlemelerin
kaynağı dinî kurallar olamaz.
Demokratik
ve lâik devlet, bireyler arasında inançlarına göre ayırım gözetemez. Herkes,
dinini seçmekte, inançlarını açıklamakta, din ve vicdan özgürlüğü sınırları
içerisinde serbesttir. Lâik bir toplumda, Devletin dinlerden birini tercih
fikri, ayrı dinlere bağlı yurttaşların yasa önünde eşitliğine de aykırı düşer.
Lâik ülkelerde, gerçek vicdan özgürlüğünden söz edilebilmesi, lâikliğin bu özgürlüğün
de güvencesi olduğunu göstermektedir.
Türkiye'de
lâiklik ilkesinin uygulanması, kimi batılı ülkelerdeki lâiklik uygulamalarından
farklıdır. Lâiklik ilkesinin, her ülkenin içinde bulunduğu koşullarla her dinin
özelliklerinden esinlenmesi ve buna göre değişik nitelikleri ve uygulamaları
ortaya çıkarması doğaldır. Klâsik anlamda, dinle devlet işlerinin birbirinden
ayrılması biçimindeki tanımına karşın, İslâm ve Hıristiyan dinlerinin farklı
özellikleri gereği, ülkemizde ve batı ülkelerindeki uygulamalar ayrı olmuştur.
Kaldı ki, aynı dinî benimseyen batı ülkelerinde de lâiklik anlayışı ayrılıklar
göstermiş, değişik ülkelerde ayrı ayrı yorumlandığı gibi aynı ülkede farklı
dönemlerde, kimi kesimlerce kendi anlayışları ve siyasal tercihleri
doğrultusunda değişik biçimde yorumlanabilmiştir. Yalnızca felsefi bir kavram
olmayıp yasalarla yaşama geçirilerek hukuksal bir değer kazanan lâiklik,
uygulandığı ülkelerin, dinsel, sosyal ve siyasal koşullarından etkilenmektedir.
Tarihsel gelişiminin farklılığı nedeniyle Türkiye için ayrı bir özellik taşıyan
lâiklik, Anayasa ile benimsenen ve korunan bir ilkedir.
Çağdaşlaşmayı
hızlandıran ve Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerinden olan lâiklik ilkesi ile,
devletin akla ve bilim kurallarına göre kurumlaşması amaçlanmıştır. Karşılıklı
saygı, hoşgörü ve anlayışa katkıda bulunan lâiklik, ulusal birliğin de temelini
oluşturmuştur. Lâikliğin, insana, dini saygısı, dinî kendi yerinde tutan
anlayışı, aklın ve bilimin öncülüğünde çağdaşlaşmayı gerçekleştirmiştir. Şeriat
düzeninin karşıtı olan demokrasilerde çağdaşlığın göstergesi olan bu ilke,
Türkiye Cumhuriyeti'nde "ümmet"ten, "ulus"a geçmenin de
itici gücü olmuştur.
Lâiklik
ilkesinin kabulü ile dogmatik değerlerin yerine akla ve bilime dayanan değerler
geçmiş, dinsel duygular sahibinin vicdanında dokunulmaz yerini almıştır.
Değişik inançlara sahip olanlar, birlikte yaşama gereğini benimseyerek devletin
kendilerine karşı eşit yaklaşımından güven duymuşlardır. Böylece, iç barış
sağlanarak vatandaşlar, ulus bilinciyle, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk
Ulusu'nun bireyleri olmuşlardır. Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesi,
gücünü lâiklikten almış, milliyetçilik ilkesi lâiklikle tamamlanmış, Türk
Devrimi lâiklikle anlam kazanmıştır. Anayasa'da da bu ilkenin
değiştirilemeyeceği öngörülmüştür. Lâiklik, devlet etkinliklerinde dinin,
bilimin yerine geçmesini önleyerek çağdaşlaşmayı hızlandırmıştır.
Devlete,
dinsel konularda denetim ve gözetim hakkı tanınması, din ve vicdan
özgürlüğünün, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı bir sınırlama
sayılamaz. Devlet-din özdeşliğinin yol açtığı zararlar lâiklikle önlenmiş,
çağdaş uygarlık yolu lâiklik ilkesiyle açılmış, bağımsız bir hukuk kurumu
olarak yeni yapısına kavuşmuştur. Demokrasiye geçişin de aracı olan lâiklik,
Türkiye'nin yaşam felsefesidir. Lâik devlette, kutsal din duyguları politikaya,
dünya işlerine, hukuksal düzenlemelere kesinlikle karıştırılamaz. Bu tür
düzenlemeler, dinsel gerekler ve düşüncelerle değil, bilimsel verilerden
yararlanılarak kişi ve toplum gereksinimlerine göre yapılır.
Anayasa
Mahkemesi'nce verilen Milli Nizam Partisi'nin kapatılmasına ilişkin 20.5.1971
günlü, 7/1 sayılı; 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun kimi maddelerini
değiştiren ve kimi maddeler ekleyen 1327 sayılı Kanun'un 9. maddesinin din
hizmetlerine ilişkin II. bendinin iptali isteminin reddine ilişkin 21.10.1971
günlü, 53/76 sayılı; Türk Ceza Kanunu'nun 163. maddesinin iptaline ilişkin
istemi reddeden 3.7.1980 günlü, 19/48 sayılı; Huzur Partisi'nin kapatılmasına
ilişkin 25.10.1983 günlü, 2/2 sayılı, Türk Ceza Kanunu'nun değişik 175 ve 176.
maddelerinin iptaline ilişkin 4.11.1986 günlü, 11/26 sayılı, 2547 sayılı
Yükseköğretim Kanunu'na eklenen Ek Madde 16'nın iptaline ilişkin 7.3.1989
günlü, 1/12 sayılı; Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 61. maddesindeki
"...dinî..." sözcüğünün iptaline ilişkin 2.2.1996 günlü, 15/5 sayılı
kararlarda lâikliğin, hukuksal, sosyal, siyasal boyutları yanında, ulusal
değeri geniş biçimde açıklanmış, özenle korunması gereken anayasal ilke
niteliği vurgulanmış, Türk Ulusu'nun yücelmesi bakımından Anayasa'da öngörülen
kimi sınırlamaları zorunlu kılan bir neden, Anayasa'da benimsenmiş bütün temel
ilkelere egemen bir düşünce olduğu belirtilmiştir.
b)
İddia ve Savunma
aa)
Recai KUTAN Yönünden
Fazilet
Partisi Genel Başkanı Recai KUTAN'ın,
-10
Ekim 1998 günlü Kayseri Mitingi'nde, "Bazı kimseler çıkmışlar, hatta
bunların içinde rektör ünvanı olanlar, profesör ünvanı olanlar da var. Diyorlar
ki bu rektörler, bu profesörler -efendim, biz başörtülü kızların üniversiteye
girmemesini, cumhuriyeti korumak için istiyoruz.- diyorlar. Buna olsa olsa
kargalar güler, bu iddiaya sevgili kardeşlerim bu ne biçim Cumhuriyet anlayışı
ki milletin inancına, milletin kültürüne, örfüne, adetine düşmanca bir tavır
içerisindedir. Sizin bu Cumhuriyet anlayışınıza olsa olsa muz cumhuriyeti
derler" yolunda konuşma yaptığı; 11.4.1999 günlü Kırıkkale Mitinginde de,
"Bunlar başörtüsüne el uzattılar. Bunlar kimlerin başını örtmesine izin
veriyor' Bir kardeşimiz tarlada ot yoluyorsa ya da zengin birinin evinde hizmetkârlık
yapıyorsa sorun yok örtebilir. Ama bir hanım evladımız -Ben bu ülkenin en iyi
doktoru olacağım- derse, başını örtmesine -razı olmayız, izin vermeyiz-
diyorlar. Bu zulumlerin hepsi Allah'ın izniyle Fazilet Partisi iktidarında
ortadan kaldırılacaktır, söz veriyorum" dediği; 12.10.1998 günlü Milliyet
Gazetesi'nde, "Elbette başörtülü bir hanımefendi kardeşimiz Partlamentoya
girmeli. Bileğinin hakkıyla olabiliyorsa bakan da olmalı; Millet karar verirse
bizden aday olmaması için bir sebep yok" biçimindeki görüşüne yer
verildiği, 4 Nisan 1999 günlü Millî Gazete'de ise ikisi de anayasal kuruluş
olan YÖK ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın başörtüsü konusunda farklı düşüncede
olduklarına değinerek "Bu kızlarımız ne yapacak' YÖK'ün dediğini mi,
Diyanet'in dediğini mi dinleyecek. Bu şaşkınlıktır" dediği; 27 Nisan 1999
günlü Sabah Gazetesi'nde de "Bu hayat tarzını Merve Hanım benimsemiş
durumda, bu şekilde vatandaşın önüne çıkmış, başörtülü fotoğrafı ile Yüksek
Seçim Kuruluna başvurmuş ve uygun görülmüş Parti olarak telkinde bulunmayız
Merve Hanıma müdahale etmeyiz. Merve Hanım Parlamento'ya girer, yeminini eder,
Parlamenter olarak görev yapar" biçiminde açıklamada bulunduğu;
-31.5.1999'da
çözümü yapılan görüntülü bir kasette de "Rektör kışlana geri dön, öğretim
üyesi misin, cunta bekçisi mi" dediği ve rektör için de "onbaşı
rektör" sıfatının kullanıldığı, belirtilerek başörtüsünün serbest
bırakılmasını savunduğu,
ileri
sürülmüştür.
Davalı
Parti'nin savunmalarında, Recai KUTAN'ın söz konusu konuşmalarında lâiklik karşıtı
herhangi bir beyanda bulunmadığı; kimi uygulamaları bu bağlamda üniversite
idarelerinin hukuka aykırı olduğunu düşündüğü uygulamalarını eleştirdiği; bunun
demokrasilerde normal karşılanması gerektiği; kaldı ki kendisi Siyasî Partiler
Kanunu'nun 103. maddesinin ikinci fıkrası anlamında Parti organı olmadığından
konuşmasının Parti organlarının işlediği bir fiil olarak değerlendirilemeyeceği
gibi Parti'nin, yasak eylemlere onay verdiğinin kanıtı olarak da görülemeyeceği
belirtilmiştir.
bb-
Merve KAVAKÇI Yönünden
Merve
KAVAKÇI'nın,
Hiç
bir zaman ve hiç bir yerde türbanını çıkarmayacağını söylediği halde Fazilet
Partisi yöneticileri tarafından seçilebilecek bir yerden önce milletvekili
adayı gösterildiği, milletvekili seçildikten sonra başörtüsü ile yemin etmek
için TBMM'ne Nazlı ILICAK'ın refakatinde geldiği sıradaki tezahürat ile yemin
töreninin sonuna doğru salonda bulunmadığı halde ismi okununca Fazilet Partisi
milletvekillerinin tümünün katıldığı tezahüratın, 3.5.1999'da TBMM'nde yaptığı
başörtüsü eyleminin Fazilet Partisi yöneticileri tarafından plânlandığını ve
teşvik edildiğini açık biçimde ortaya çıkardığı, ayrıca milletvekili seçilmeden
önce 1996'da Kuzey Amerika İslam Birliği'nin kongresi ile 26 Aralık 1997'de ABD
merkezli Filistin İslami Örgütü'nün Chicago kentindeki kongresinde yaptığı
konuşmalarının da parti tarafından özenle seçilmiş olduğunu gösterdiği,
-
3.5.1999'da TBMM'nde yaptığı ve başörtüsü eylemini Amerika'da zencilerin insan
hakları için yaptığı mücadeleye benzettiği, basın toplantısına Fazilet Partisi
Grup Başkanvekili Abdullatif ŞENER'le birlikte bu Parti'nin pek çok
milletvekilinin de katılmasının, söz konusu eylemin Fazilet Partisi
yöneticileri tarafından plânlandığını ve teşvik edildiğini açıkça gösterdiği
belirtilerek bu durumun Fazilet Partisi'nin lâikliğe aykırı eylemlerin odağı
haline geldiğini kanıtladığı,
ileri
sürülmüştür.
Davalı
Parti'nin savunmalarında, Merve KAVAKÇI'nın mevzuata uygun olarak milletvekili
seçildiği, bunun Parti'ye bağlanabilecek bir yasak fiil veya suç olmadığı böyle
olsaydı bile 2820 sayılı Yasa'nın 103. maddesi anlamında parti organlarının bir
eylemi sayılamayacağı, lâiklik karşıtlığıyla da ilgisinin bulunmadığı, bunun
münferit bir olay olduğu, eylemler dizisi kabul edilmeyeceği, bu nedenle de
odak olmaya esas alınamayacağı belirtilmiştir.
cc-
Nazlı ILICAK yönünden
Milletvekili
Nazlı ILICAK'ın,
-
10 Ekim 1998'de Kayseri Mitinginde "Fazilet Partisi iktidar olunca bu
zulüm çözülecek. Bu başörtüsü zulmü çözülecek, bakın nasıl çözülecek. Çünkü
Fazilet Partisi başörtülü hanımefendileri parlamentoya sokacak. Çünkü başörtülü
bakan olacak bu memlekette... Nerede bir zulüm varsa o zulmü çekenlerin bir
siyasî talebi olur" dediği,
-Türban
eylemini gerçekleştirmek için TBMM'ne gelen Merve KAVAKÇI'ya refakat ettiği,
-2.5.1999'da
İnterstar televizyonu, 3.5.1999'da da Show TV'deki canlı yayınlardaki
açıklamalarından, başörtüsü konusunun TBMM'ne taşınmasının sağlanması için
Merve KAVAKÇI'nın özel olarak seçildiğinin ve Meclis'te yapacağı eylemi tüm
Fazilet Partisi milletvekilleri ve parti yöneticilerinin önceden bildiğinin
anlaşıldığı, bu durumun Parti'nin lâiklik karşıtı eylemlerin işlendiği odak
haline geldiğinin kanıtı olduğu,
ileri
sürülmüştür.
Davalı
Parti'nin savunmalarında, milletvekili Merve KAVAKÇI'nın and içme günü TBMM'ne
gelmesi Anayasa'nın 81. maddesinin açık bir buyruğu olduğundan anayasal
görevini yerine getirmek için alkışlanmasında, desteklenmesinde bir aykırılık
bulunmadığı gibi bunun belirtilen görevi teşvik anlamına da geldiği
belirtilmiştir.
dd-
Bekir SOBACI yönünden
Milletvekili
Bekir SOBACI'nın,
-13.4.1999'da
Erbaa'da bir açıkhava toplantısında yaptığı konuşmada, "Solcu
milletvekillerimizin Meclis'te pankart açan militanları koruduğu bir ülkede,
İstanbul'da, Çapa'da, Cerrahpaşa'da doktor olmasına üç ay kalmış kız
çocuklarını okuldan attılar. Onlar iki otobüsle Ankara'ya geldiler.
Kızılcahamam'da yolları kesildi. Ankara'ya sokulmadılar. Gittik yirmi
milletvekili o kızlarımızı aldık, Kızılay'da basın toplantısı yaptırdık.
Meclis'e getirdik. Partileri ziyaret ettirdik. Ama biz kızlarımıza destek
olurken, partileri izin vermediği için, milliyetçiliği kimseye bırakmayan
milletvekilleri Kızılcahamam'a gelemediler. İşte biz bunları Ankara'da yaşadık.
Burada milliyetçi-sağcı, orada kirli tezgahın destekçileri. Yok öyle şey,
burası ERBAA" dediği, bu faaliyetlerin lâiklik ilkesine aykırı olduğu
ileri sürülmüştür.
Davalı
Parti'nin savunmalarında, adı geçen milletvekilinin, bir grup milletvekili ile
birlikte başörtüsü yasağını protesto eden üniversite öğrencilerinin Meclis
Parti gruplarını ziyaret etmelerini sağladıklarını bu nedenle basın toplantısı
düzenlediklerini söylediği; meşru yoldan hak arayan bir kısım yurttaşa yardımcı
olmaya çalıştığı ve onlara haklarını ararken meşru çerçeve içinde kalmalarını
tavsiye ettiği; bu konuda başka partilerden destek görmediklerini açıkladığı;
bu durumun siyasî parti yasaklarına aykırı olmadığı belirtilmiştir.
ee-
Abdullah Gül yönünden
Genel
Başkan Yardımcısı Abdullah Gül'ün,
-2.5.1999'da
Kanal 7'de yayınlanan Hafta Sonu Haberleri Programında saat 21.38'de katıldığı
canlı yayında "...Başörtülü birisi Meclis'te Anayasa'yı ihlâl ediyorsa
Meclisin dışında da ihlâl ediyor demektir. O zaman dışardaki bütün
başörtülüleri topla, otobüstekiler de ihlâl ediyor demektir. Uçağa da bindiremezsin.
Eğer bu Anayasa'yı ihlâl suçu ise... özel hayatınızda Anayasa'yı ihlâl
edersiniz, lâikliği ihlâl edersiniz milletvekili olunca lâikliği ihlâl
edemezsiniz. Bu çok yönlü bir mantık",
-10
Ekim 1998 günlü Kayseri mitinginde "Adalet, hukuk, demokrasi, insan hakları,
özgürlükler, inanca saygı eğer bu şeyler ayaklar altına alınmasaydı...
Hırsızlık yapanlar, boğazlarına kadar yolsuzluk yapanlar, çetelerle, mafyalarla
kol kola gezenler, bugün lâiklik zırhı içine bürünüp devletin en itibarlı
koltuklarında otururlar mıydı' Sadece okumak istiyorum, başka bir şey
istemiyorum, sessizce okula gidenler polis zoru ile üniversite kapısından
-başörtün var, sakalın var- diye atılır mıydı',
-TBMM'nde;
31.3.1998'de "...bana bir demokratik ülke gösterin ki o ülkenin en büyük
üniversitesinin rektörü başörtüsü ve sakalla uğraşmak için -gerekirse bilime
ara verin- diyebilsin! ..." 15.1.1999'da "Sayın Bülent ECEVİT,
Türkiye'de sizin Başbakan Yardımcısı olduğunuz dönemde üniversiteler bilim ve
özgürlük yuvası olmaktan çıktı, baskının ve zulmün en yoğunlaştığı, yoğunlukla
yaşandığı yerler oldu ...Kanun ve hukuka aykırı şekilde masum kız çocuklarının
anayasal eğitim hakları zorbalıkla ellerinden alınırken, anne ve babalarının
gözyaşını görürken hiç acı hissetmediniz mi'... İnsanların özyurdunda garip
özvatanında parya haline getirildiği Türkiye'de Filistin benzeri manzaraları
ekranlara getirmek kimin iktidarı döneminde olmaktadır'... Bu ülkede sadece
babalarını, evlatlarını eşlerini ya da kardeşlerini ölüme gönderme karşılığında
mı başörtüsü yasal hale gelecektir'"
-1998-1999
öğretim yılı başında noter ve gazetecileri de çağırarak eşi Hayrunnisa Gül'ü
başörtülü fotoğrafıyla A.Ü. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'ne kayıt için
getirdiği sırada kayıt işlemi gerçekleşmeyince "bugün Moskova'da yaşıyor
olsaydık, böyle bir engelle karşılaşmazdı eşim"
dediği,
belirtilerek, Anayasa Mahkemesi kararlarına uygun şekilde, Dünya işlerinin lâik
hukukla din işlerinin de kendi kurallarıyla yürütülmesini kabul etmediği, her
ikisinin de aynı kurallara bağlı tutulmasını istediği; Anayasa'nın 24.
maddesinin son fıkrasına ve Siyasî Partiler Kanunu'nun 87. maddesine aykırı
biçimde din duygularını alet ederek lâik devlet düzeni aleyhine propaganda
yaptığı ileri sürülmüştür.
Davalı
Parti'nin savunmalarında, Abdullah GÜL'ün kamu alanının dini esaslara göre
düzenlenmesini istemediği, sadece bir yasağın sonuçlarının yurttaş özgürlükleri
açısından kaygı verici olduğunu belirttiği; başörtüsü yasağıyla ilgili
eleştirilerinin ise evrensel anlayış çerçevesinde, ifade özgürlüğünün ve
demokratik, çoğulcu siyasetin kapsamı içinde kaldığı; sadece başörtüsüne değil
sakal nedeniyle zorluk yaşayan öğrencilerin durumuna da değindiği; üniversite
yönetiminin bazen mensupları tarafından çok daha sert şekilde eleştirildiği;
TBMM'de yapılan konuşmaların yasama sorumsuzluğu kapsamı içinde olduğu, Dil
Tarih ve Coğrafya Fakültesi'ndeki açıklamasının ise üslup farkı olarak
değerlendirilmesi gerektiği, eşini kayıt için götürdüğü ona refakat etmediği;
kendisinin Parti organı olmadığı bu nedenle belirtilen söz ve eylemlerin
Parti'nin yasak eylemlere onay verdiğinin kanıtı olarak değerlendilemeyeceği
belirtilmiştir.
ff-
Abdullatif ŞENER yönünden
Meclis
Grup Başkanvekili Abdullatif ŞENER'in,
-8.3.1999'da,
Sivas'ın Suşehri ilçesi Karşıyaka Mahallesinde yaptığı bir konuşmada,
"üniversitelerdeki, imam-hatip okullarındaki kız öğrencilerle mücadele
ediyorlar, başörtüsüyle ... milletin oyu ile iktidara gelen siyasiler, milletin
inançlarına uygun, saygılı davranış içinde bulunması gerektiğini hiç düşünmüyor...
bunun hesabının sorulması lazım. Üniversitelerde de aynı hadiseler yaşanıyor.
Dünyanın hiçbir yerinde görülmez bir hadisedir. Bütün bunların çözümünün tek
adresi var. Bu adres Fazilet Partisi'dir. Neden öyledir' Bakın Merve KAVAKÇI
ismi kazanacak bir yerdedir. O bölgeden inşallah 10 civarında milletvekili
çıkaracağız. Dördüncü sıradadır. Bu kardeşimiz Meclise girecektir... İnanıyoruz
ki Türkiye'de bütün problemlerin çözüleceği merci TBMM'dir ve TBMM'ne milletin
inançlarını ve menfaatlerini taşıma niyetinde olan siyasî kadrolar girdiği
takdirde, bütün dertler ve meseleler çözülür. Böyle bir misyondaki bir insanın
Meclise milletvekili olarak girmesi demek, Meclis'te sorunun çözülmesi demek,
artık Türkiye'de bu konuda hiçbir mercide, hiçbir makamda, hiçbir kurumda böyle
bir sorunun tartışılamayacağı anlamına gelir"
-TBMM'nde
3.11.1998'de "insanların... yaşama biçimleriyle ilgili anlayışları baskı
altına alınıyorsa, eğitim hakları baskı altına alınıyor, engellenmeye
çalışılıyorsa biz, buna da karşıyız"
-Kanal
7 adlı televizyonda 26.5.1998 günü saat 18.00'de "Büyük bir basiret
göstermiş, toplumdaki huzur, barış, kardeşlik duygularını geliştirmiştir,
pekiştirmiştir. Ben bu açıdan Refah Partisi Genel Başkan'ı Necmettin ERBAKAN'ı
İnsan Hakları Ödülü'ne layık mümtaz bir şahsiyet olarak alıyorum"
dediği
ve başörtüsüne sahip çıkan Ahmet KAYA'yı kutladığı bu açıklamaların lâikliğe
aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Davalı
Parti'nin savunmalarında, Abdullatif ŞENER'in çoğulculuğun gereği olarak farklı
düşüncelerin Meclis'te tartışılmasını istediği; tüm bireylerin özgürlüklerden
yararlanmasını savunduğu; Necmettin ERBAKAN'la ilgili olarak da kişisel
görüşünü söylediği; iddianamede belirtilen başörtüsü özgürlüğünü savunan Ahmet
KAYA'yı kutlamasının ise siyasetçilerin sanatçılara destek vermesi gibi
demokratik ve çağdaş bir yaklaşımı içerdiği; TBMM'nde yapılan konuşmaların
yasama sorumsuzluğu sınırları içinde kaldığı belirtilmiştir.
gg-
Ramazan YENİDEDE yönünden
Önceki
dönem Milletvekili Ramazan YENİDEDE'nin,
-15.6.1998
günlü basın toplantısında; "Bu hareket temelde zulme karşı bir isyandır.
Zorbalığa karşı bir isyandır. Mensubu bulunduğum siyasî Parti'de bu mücadele
sürekli bir şekilde verilmiyorsa elbette ben buna da isyan ederim. Nitekim bu
tepkimi bu hareketimle açıkça ve cesurca ortaya koydum. Pekiyi kararımdan niye
döndüm' İstifa haberim duyulur duyulmaz sayıları 50'lere, 60'lara varan Fazilet
Partili Milletvekili arkadaşlarım evime geldiler. Bu onurlu mücadeleyi parti
içinde birlikte vermemizin daha etkili olacağını anlattılar. Buna dair
kendilerinden söz aldım. Önümüzdeki günlerde bu birlikteliğimizin devam
edeceğinden eminim. Böyle olunca da istifaya gerek kalmadığına inanarak
kararımdan vazgeçtim... başörtüsü konusunda da birisi çıkar bunların
başörtüleri siyasi bir simgedir derse, bir başkası kalkar, birileri için
bunların kıyafetleri ahlâksızlık ve fahişelik simgesi diyebilir. Bu mantıksız
ve o kadar tehlikeli tespitlerden şiddetle kaçınılmalıdır. Benim bu hareketim
bu ülkede kendilerini imtiyazlı vatandaş, başkalarını ise kul, köle gibi gören
ve buna da devleti alet eden bir avuç çıkarcıya karşı bir isyandır... Hırsız
ben Atatürkçüyüm ve lâikim diyor, soysuz böyle diyor. Çalıştığı kurumda birçok
kadını taciz eden adam ben Atatürkçü ve çağdaşım diyor... Atatürkçülük, demokrasi
demektir. İnsan hakları demektir. Özgürlük demektir, hukuk demektir. Eşitlik
demektir. Bağımsızlık demektir. İnanca ve düşünceye saygı demektir. Taşların
bağlandığı, köpeklerin salıverildiği bir ülkede huzurlu yaşamak asla mümkün
değildir. Zulm ile abad olanın ahiri berbat olur..."
dediği,
adıgeçen hakkında Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcısı tarafından
TCK'nun 312. maddesinin ikinci fıkrasının uygulanması istemiyle dava da
açıldığı, bu görüşlerin Fazilet Partisi'nin lâikliğe aykırı eylemlerin odağı
haline geldiğinin kanıtı olduğu ileri sürülmüştür.
Davalı
Parti'nin savunmalarında Ramazan YENİDEDE'nin bu açıklamayı yaptığı sırada
Parti üyesi olmadığı gibi söylediklerinin lâiklik karşıtı olarak
değerlendirilemeyeceği, Atatürk'ün kimi kötü niyetli kişilerce istismar
edildiğinden yakındığı, ayrıca bu konuşmasının, başörtüsüne sahip çıkmadığı
için eleştirdiği Fazilet Partisi'ne karşı bir delil olarak kullanılamayacağı
belirtilmiştir.
Ramazan
YENİDEDE, söz konusu basın açıklamasında Parti'den istifasını geri aldığını
açıklamış 29 Haziran 1998 günlü Posta Gazetesi'nde çıkan haberde de, Recai
KUTAN'ın Ramazan YENİDEDE'yi savunarak Partisi'nin inananların "Gerçek
mütedeyyin dindarlar" ve "Siyasî İslam'ı savunanlar" olarak bölünmesine
karşı çıktığını anlattığının belirtildiği bu haberlerin Parti tarafından tekzip
edilmiş olduğu da ileri sürülmediğinden davalı Parti'nin savunmalarında, adı
geçen milletvekilinin iddianamede yer alan açıklamalarının bunları yaptığı
sırada üyesi olmadığı Parti'yi bağlamayacağı yolundaki iddialarının, gerçeği
yansıtmadığı sonucuna varılmıştır.
hh-
Bülent ARINÇ yönünden
Milletvekili
Bülent ARINÇ'ın,
-11.6.1998'de
TBMM'nde başörtü konusunda Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararlarının
tartışmalı olduğunu ileri sürerek "Bu konuda devlet -niçin başını
örtüyorsun- şeklinde kimseye bir soru yöneltemez. Çağdaş demokrasilerde bunun
yeri yoktur."
-6.5.1999
günlü Milliyet Gazetesi'nde yayımlanan haberde 5.5.1999'da Manisa'da
"Kavakçı elbette ki siyasal simge olarak türban takıyor. Peruklu demokrasi
olmaz. 75 yılda Meclis'e türbanlı milletvekili gelmediğini söylüyorlar. Ama
bundan sonra türbanlı milletvekili girmeyeceği anlamına gelmez. KAVAKÇI bu
konuda ilk olacak"
dediği
belirtilerek bunların Fazilet Partisi'nin lâikliğe aykırı eylemlerin odağı
haline geldiğinin kanıtlarından biri olduğu ileri sürülmüştür.
Davalı
Parti'nin savunmalarında, Bülent ARINÇ'ın TBMM'de yaptığı açıklamada
başörtüsüyle ilgili yasal çerçevenin yasama organı tarafından gözden
geçirilmesini istediği, bunun bir milletvekilinin en doğal hakkı olduğu,
Milliyet Gazetesi'nde yayımlanan görüşlerinin de demokrasinin gizlemeye gerek
kalmaksızın bireylerin kendilerini serbestçe ifade ettikleri bir rejim olduğunu
vurgulamaya yönelik bulunduğu belirtilmiştir.
ıı-
Mustafa KAMALAK yönünden
Milletvekili
Mustafa KAMALAK'ın,
17.6.1998'de
TBMM'de "Bir cümleyle hukuk bakımından başörtüsü yasağı, tam anlamıyla bir
zorbalıktır; hiçbir yasaklayıcı kanun hükmü, hukuk kuralı yoktur...dini
bakımdan başörtüsü yasağı, lâiklik ilkesinin tam anlamıyla bir ihlâlidir."
dediği belirtilerek bu görüşlerin lâiklik karşıtı olduğu ileri sürülmüştür.
Davalı
Parti'nin savunmalarında, Mustafa KAMALAK'ın bir hukuk devletinde hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılmasının yasa ile yapılması gereğini savunduğu,
başörtüsü yasağını dine değil lâiklik ilkesine aykırılığı nedeniyle eleştirdiği
belirtilmiştir.
ii-
Cemil ÇİÇEK yönünden
Milletvekili
Cemil ÇİÇEK'in,
-9.6.1998'de
Fazilet Partisi'ne katılırken yaptığı konuşmada, "Marjinal grupların
çıkardığı kavgalar, çıkar çevrelerinin ortaya attığı iddialar, siyasetin ve
siyasetçinin gündemini oluşturuyor. Millet ise sıkışmış vaziyette. Bir çıkış
yolu arıyor. Ülkeyi yönetenlerden dürüstlük, açıklık ve mertlik bekliyor. Bunun
en acı ve açık örneği üniversitelerde yaşanan kılık-kıyafet rahatsızlığıdır.
Millet, dinin emirleri ile devletin emirleri ve yasakları arasında sıkışıp
kalmıştır. Şimdi bu talihsiz millet ne yapacaktır' Devleti için dinini mi, dini
için Devletini mi karşısına alacak'" dediği belirtilerek bu görüşlerin
lâiklik karşıtı olduğu ileri sürülmüştür.
Davalı
Parti'nin savunmalarında, Cemil ÇİÇEK'in, her ikisi de anayasal kuruluş olan
YÖK ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın "türban konusundaki farklı
görüşlerinin yol açtığı belirsizlik üzerinde durduğu, konuşmasının iddianamede
yer almayan bölümünde sorunun çözümünün cumhuriyetin niteliklerine zarar
vermeyen demokratik yollarla olanaklı olabileceğini söylediği, cumhuriyetin
temel niteliklerine, hukuk devletine ve demokrasiye bağlılığını her fırsatta
vurguladığı belirtilmiştir.
jj-
Diğer Milletvekilleri ve Partililer Yönünden
-Milletvekilleri
Musa UZUNKAYA, Musa OKÇU, Mehmet Ali ŞAHİN, Fethullah ERBAŞ, Naci TERZİ, Remzi
ÇETİN ve Mehmet Altan KARAPAŞAOĞLU'nun da TBMM'nde çeşitli tarihlerde
yaptıkları konuşmalarda kamu kurum ve kuruluşlarındaki "türban"la
ilgili uygulamalara karşı çıkarak bunların insan haklarına, Anayasa'ya aykırı
olduğunu savundukları Mehmet Altan KARAPAŞOĞLU'nun 29.12.1998'de TBMM'ndeki
konuşmasında bu görüşlerin yanısıra konuya ilişkin yönetmelikler için "O
yönetmelikler kamu vicdanında makes bulmuyorsa uyulmaz, suça teşvik ediliyorsa
uyulmaz" dediği,
-4.6.1998'de
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi önünde başlayıp, 24.6.1998'de Ankara'da sona eren
"Türban Yasağını Protesto Yürüyüşü"nde milletvekilleri Abdullatif
ŞENER, Ramazan YENİDEDE, Ahmet DOĞAN, Hüseyin YILDIRIM, Ahmet KIR, Fikret
KARAPEKMEZ ile Beyoğlu Belediye Başkanı Nusret BAYRAKTAR ve Bağcılar Belediye
Başkanı Feyzullah KIYIKLI'nın hazır bulunduğu,
-11
Ekim 1998'de pek çok il'de saat tam 11.00'de yasal izin alınmadan türban eylemi
yapıldığı; Ankara'da yapılan eylem sırasında milletvekili Mehmet ELKATMIŞ'ın
göstericilerle el ele tutuşarak eyleme destek verdiği; Çorum'da göstericilere
destek verenler arasında milletvekilleri Mehmet AYKAÇ ve Zülfikar GAZİ'nin
bulunduğu, bu eylemler nedeniyle Parti'nin Giresun İl Başkanı Kemal GEMİCİ'nin
de göz altına alındığı,
-16.1.1999'da
Konya'da Belediye Başkanı adayları tanıtım toplantısında milletvekili Abdullah
GENCER'in "bugün kuran kurslarında öğrenci yoktur. Yarın hiç olmayacak.
Hafızlık artık tarihe karıştı... Bakın harcı kaybettiğiniz zaman herşeyi
kaybedersiniz... Başörtü problemini çözemedik. Ama çalışma yapmadık mı' Elbette
iki türlü çalışma yaptık. Bir tanesi gerek teşkilatlarımız, gerek
milletvekillerimiz bu problemlerin olduğu yerlere devamlı gittiler. Oradaki
yavrularımızla görüştüler, manevi desteklerde bulundular dediği;
-Fazilet
Parti'li Altındağ Belediye Başkan'ı Mehmet Ziya KAHRAMAN'ın başkanlık yaptığı
7.5.1999 günlü, Belediye Meclisi toplantısına, bazı meclis üyelerinin şiddetli
muhalefetine karşı Fazilet Partili Belediye Meclis Üyesi Havva BEKTAŞ'ın
başörtülü olarak katılmasına "burası halkın meclisi" diyerek izin
verdiği,
-Fazilet
Partisi Tanıtma Başkanlığı'nca "Sular Tersine Akmaz" adıyla
düzenlenen görüntülü kasette "Eğitim Hakkı Engellendi" başlığıyla
verilen bölümde, "özgür düşüncenin kalesi olan üniversitlere kışla düzeni
getirildi... Kılık kıyafetleri farklı diye okumak isteyen öğrencilerin
karşısına polis çıkarıldı. Üniversite rektörleri keyfi uygulamalarla
görevlerinden alındılar" sözlerinin hemen arkasından "başörtüye
uzanan eller kırılsın" sloganı atan kız öğrencilerin görüntülendiği,
-Anadolu
Ajansı'nın 4.6.1998 günlü haber bülteninde "Çapa'da bulunan Tıp Fakültesi
Temel Bilimler binası önünde eylemlerini sürdüren türbanlı öğrencilerin bugünkü
gösterisine İstanbul Büyükşehir Belediye Meclis Grup Başkanvekili Hüseyin
EVLİYAOĞLU ile İstanbul'daki 15 ilçe belediye başkanı da katıldı"
denildiği,
-Milletvekili
Mehmet SILAY'ın 1998 yılında yayınlanan ve Mahkeme kararıyla toplatılan
"Partalentodan Haber" isimli kitapta yazdıklarının da gözönünde
tutulmasında yarar bulunduğu,
belirtilerek,
bu eylem ve açıklamalarla Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığı'nın
"Milli Görüş Hakkında İddianamesi" ve dayanaklarının Parti'nin
lâikliğe aykırı eylemlerin işlendiği odak haline geldiğinin kanıtı olduğu ileri
sürülmüştür.
Davalı
Parti'nin savunmalarında, yukarıda yer alan konuşmaların eleştiri ve kınama
niteliğinde olduğu, ayrıca tümü de TBMM'nde yapıldığı için "yasama
sorumsuzluğu kapsamında bulunduğu ve TBMM dışında bir organ tarafından kontrol
edilemeyeceği, milletvekillerinin yürüyüşlere katılmaları konusunda Parti'nin
yetkili organları tarafından alınmış bir karar olmayıp bunların kişisel bir tercih
sonucu gerçekleştiği, Parti'yi bağlamayacağı, Belediye Meclis üyeleri memur
statüsünde olmadıklarından başörtüsü ile çalışmalara katılmalarını engelleyici
bir kural bulunmadığı; "Sular Tersine Akmaz" isimli kasetteki
gösterilerin objektif olarak aktarıldığı; bu gösteriler Parti tarafından
düzenlenmediği gibi bunlara Parti Teşkilatı'nın da katılmadığı, kimi
toplantılarda başörtüsü konusunda verilen manevi desteğin demokrasilerde doğal
olduğu, "Parlamentodan Haber" isimli Parti'den habersiz yayımlanan
kitapçığın ise Parti'yi bağlamayacağı Fazilet Partisi'nin "Milli
Görüş" adlı kuruluşla da bir bağlantısının bulunmadığı belirtilmiştir.
c-
Delillerin Değerlendirilmesi
İddianame
ve ekinde kimi milletvekilleri ve Parti'lilere ilişkin olduğu ileri sürülen
lâiklik karşıtı eylem ve konuşmaların, dosyadaki delillerle kanıtlandığı ve
bunların davalı Parti tarafından da kabul edildiği anlaşılmıştır.
"Esasın
incelenmesi" bölümünde açıklandığı gibi, Anayasa'nın Başlangıç'ı ile
birçok maddelerinde "lâiklik"ten söz edilmiş, 2. maddesiyle de
"lâiklik" Cumhuriyetin temel niteliklerinden biri olarak kabul
edilmiştir. Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasıyla 2820 sayılı Siyasî
Partiler Kanunu'nun 78. maddesine göre, Siyasî Partiler, Anayasa'nın 2.
maddesinde belirtilen "Cumhuriyetin nitelikleri"ne ve bu bağlamda
"lâiklik ilkesine" aykırı amaçlar güdemezler, bu amaca yönelik
faaliyette bulunamazlar. Öte yandan, Anayasa'nın 24. ve Siyasî Partiler
Kanunu'nun buna koşut 87. maddesinde, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî ve
hukukî temel düzeninin kısmen de olsa, dinî esas ve inançlara
dayandırılamayacağı, siyasî amaçla veya siyasî menfaat temini maksadıyla dinin
veya dinî duyguların yahut dince mukaddes sayılan şeylerin istismar
edilemeyeceği ve kötüye kullanılamayacağı öngörülmüş; siyasî partilerin bu
yolla propaganda yapmaları yasaklanmıştır.
Anayasa'nın
69. maddesinin altıncı fıkrası ile 2820 sayılı Yasa'nın 101. maddesinin (b)
bendinde bir siyasî partinin Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası
hükümlerine aykırı eylemlerin işlendiği odak haline geldiğinin Anayasa
Mahkemesi'nce tespiti halinde temelli kapatılacağı belirtilmektedir.
Davalı
Parti savunmalarında, Türkiye'nin başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak
üzere kimi uluslararası sözleşmeleri kabul ettiğini, iç hukuk normu ile
ulusalüstü norm arasında bir çatışma söz konusu olduğunda, mahkemelerin
ulusalüstü normu doğrudan uygulaması gerektiğini, ulusalüstü normların iç
hukuka üstün ve bağlayıcı olduğunu ileri sürmüştür.
Siyasî
parti kapatma davalarında da, diğer davalarda olduğu gibi Anayasa'nın yanısıra
usulüne uygun olarak yürürlüğe konulan andlaşma kurallarının da gözetilmesi
doğaldır. Bu nedenle, kararlarda, ilgisi oranında İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi ile İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'ne ve Avrupa Sosyal Haklar Temel
Yasası gibi insan hakları konusundaki uluslararası sözleşmelere yollamada
bulunulmaktadır. Esasen bu sözleşmeler kapsamındaki hak ve özgürlüklerin tümüne
yakın bölümü Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda da güvence altına alınmıştır.
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 11. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin
barışçı amaçlarla dernek kurma özgürlüğüne sahip olduğu belirtilmiş, ikinci
fıkrasında ise, bu hakların kullanılmasına, ulusal güvenlik, kamu güvenliği,
kamu düzeninin korunması, suçun önlenmesi, genel sağlık ve ahlâk veya
başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için ancak yasalarla kısıtlamalar
getirilebileceği kabul edilmiştir.
Öte
yandan, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 30. ve Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'nin 17. maddesinde, Bildirge veya Sözleşmenin hiçbir hükmünün,
burada ileri sürülen hak veya özgürlüklerden herhangi birinin yok edilmesini
amaçlayan etkinlik veya eylemde bulunma hakkını verir biçimde yorumlanamayacağı
belirtilmiştir.
Anayasa'da
Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılan lâiklik ilkesine karşı
olanların, güçlü bir siyasal sembol olarak kullandıkları türban konusunda
Fazilet Partisi Genel Başkanı, Genel Başkan Yardımcıları ve milletvekilleri ile
kimi partili belediye başkanlarının kararlı, ısrarlı ve süreklilik gösteren
faaliyetleriyle temel hak ve özgürlüklerin güvenceye alındığı demokratik hukuk
devletini değil, din kurallarının geçerli olduğu bir toplumsal modeli
gerçekleştirmeyi amaçladıkları açıktır. Bu amacın, Anayasa'nın 68. ve 69.
maddeleriyle, 2820 sayılı Yasa'nın 101. maddesi karşısında olduğu kadar İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 30. ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 17.
maddesi karşısında da korunma göremeyeceği kuşkusuzdur.
Bu
durumda, ulusal normlarla ulusalüstü normlar arasında bir çatışma
bulunmadığından, davalı Parti'nin konuya ilişkin savları üzerinde durulmasına
gerek görülmemiştir.
İddianamede,
Fazilet Partisi'nin Genel Başkanı dahil tüm yöneticilerinin, milletvekili ve
belediye başkanlarının, vatandaşları dinsel inançlarını sömürerek lâik devlet
düzeniyle çatışmaya sokabileceklerinin bilincinde olarak "kamu
kurumlarında ve üniversitelerde başörtüsü ile çalışma ve öğrenim görmenin
vazgeçilmez bir insan hakkı olduğu, yasaklar getiren mevzuatı uygulayan kamu
görevlilerinin lâikliğe aykırı davranışta bulunarak suç işledikleri"
iddiasıyla halkın bir bölümünü Devlet'e karşı kışkırtmayı alışkanlık haline
getirdikleri belirtilmiştir.
Davalı
Parti savunmalarında, üniversitelerde uygulanan türban yasağı konusunda
yukarıda belirtilen konuşmaların yapıldığını kabul etmiş ancak, bu konudaki
uygulamaları eleştirmenin lâikliğe aykırı olmadığını ileri sürmüştür.
Anayasa'nın
"Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi" başlıklı 42. maddesinin üçüncü
fıkrasında, "Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları
doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve
denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri
açılamaz"; Dördüncü fıkrasında da, "Eğitim ve öğretim hürriyeti
Anayasa'ya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz" denilerek Anayasa'nın
Başlangıç'ındaki ilkelere bağlılık vurgulanmıştır.
Yükseköğretim
kurumlarında, bilimsel yöntemlerle yetişerek birlikte çalışmalar yapan
gençlerin kimin hangi inançtan olduğunu gösterecek biçimde güçlü bir dini simge
olan başörtüsü takmalarına izin verilerek onları dinsel inanç ve görüşleri
nedeniyle çatışmalara sevkedebilecek ortamın yaratılması, başkalarının inanç
özgürlüğünü ihlâl edeceği gibi kuşkusuz, kamu düzenini de tehlikeye sokar.
Bu
nedenle, lâik eğitimde dinsel inançlara göre harhangi bir ayırım gözetilemez.
Dinsel
nedenlere dayanılarak başörtüsü ve türbanla boyun ve saçların örtülmesine resmî
daire ve üniversitelerde serbestlik tanınması, bir tür yönlendirme ve bir
anlamda zorlamadır. Kişileri şu ya da bu yönde giyinip başını örtemeye
zorlamak, ayrı ve hatta aynı dinden olanlar arasında bile inançları yönünden
ayrılıklar yaratacaktır. Bu husus, Din veya İnanca Dayalı Her Türlü
Hoşgörüsüzlük ve Ayırımcılığın Kaldırılması Bildirisi'nde de dile getirilerek
tüm insanlarda bulunan onur ve eşitliğin Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın
temel ilkelerinden biri olduğu, din ya da inanç özgürlüğünün tam olarak saygı
görüp güvence altına alınması gerektiği, din ve inanç özgürlüğüne ilişkin
konularda anlayış, hoşgörü ve saygıyı geliştirme ve dünyanın kimi yerlerinde
din ve inanç konularında halâ gözlenen hoşgörüsüzlük ve ayrımcılık
uygulamalarını önlemek için tüm önlemleri almanın gerekliliği belirtildikten
sonra, 2., 3. ve 4. maddelerinde, din ve inanç nedeniyle insanlar arasında ayrım
gözetilemeyeceği ve bu tür ayırımcılığı yasaklamak için gerekli her türlü
çabada bulunulması gerektiği belirtilmiştir.
Dini
inancı nedeniyle başını örtmek isteyenlerle bu kişilerle farklı düşüncede olup
bir zorlama karşısında bulunduklarına inananların aynı anayasal korumadan eşit
olarak yararlanmaları gerektiğinde duraksanamaz.
Ayrıca
kamusal kuruluşlarda ve öğretim kurumlarında başörtüsü ve onunla birlikte
kullanılan belli biçimdeki giysi bir ayırım aracı niteliği de taşımaktadır. Bu
tür dinsel kaynaklı sembollerle dini esaslara dayalı toplumsal düzen
oluşturmaya yönelik faaliyetlerin Anayasa'nın lâiklik ilkesi karşısında hoşgörü
ile karşılanması olanaksızdır.
Anayasa'nın
153. maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme
ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlayacağı,
138. maddesinde de, yasama ve yürütme organları ile idarenin mahkeme
kararlarına uymak zorunda oldukları, bu organlarla idarenin mahkeme kararlarını
hiçbir surette değiştiremeyeceği ve bunların yerine getirilmesini
geciktiremeyeceği öngörülmüştür. Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında
siyasî partilerin "hukuk devleti ilkesi"ne uymakla yükümlü oldukları
belirtilmiştir. Anayasa'nın 153. maddesinin son fıkrasına göre, gerçek ve
tüzelkişileri bağlayan Anayasa Mahkemesi kararları siyasî partileri de bağlar.
Anayasa
Mahkemesi'nin 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'na eklenen Ek Madde 16'nın
iptaline ilişkin 7.3.1989 günlü, E : 1989/1, K : 1989/12 sayılı kararında, lâik
bir devlette hukuk kurallarının kaynağının dinde değil akılda bulunduğu,
kişilerin iç dünyasına ilişkin olması gereken dinî inançlara göre yasal
düzenleme yapılmasının Anayasa'nın 2., 10., 24. ve 174. maddelerine aykırı
olduğu belirtilmiştir.
Öte
yandan, Danıştay Sekizinci Dairesi'nin 23.2.1984 günlü, 207/330; 16.11.1987
günlü, 128/486; 27.6.1988 günlü, 178/512 sayılı kararları ile Danıştay İdari
Dava Daireleri Genel Kurulu'nun 16.6.1994 günlü, 61/327 sayılı kararlarında da,
Yüksek Öğretim Kurumlarında başörtüsü ve türban takan öğrencilerin Atatürk
devrimleri ile lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı davrandıkları ve dine dayalı
devlet düzenini benimsedikleri kabul edilmiştir. Buna karşın, davalı Parti
Genel Başkanı ile çok sayıda milletvekili ve kimi belediye başkanlarının
mahkeme kararlarını etkisiz hale getirmek için resmi daire ve üniversitelerde
türban kullanmayı teşvik eden lâiklik ve hukuk devleti ilkelerine aykırı eylem
ve konuşmalar yaptıkları anlaşılmıştır.
Anayasa
Mahkemesi'nin kararlarında, Anayasa'nın lâiklik ve düşünce özgürlüğüne ilişkin
kurallarına verdiği anlam ve içerikle Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'nun konuya
ilişkin değerlendirmelerinde birçok ortak nokta bulunmaktadır. Komisyon No :
18783/91, L.B/ Türkiye K. t. günlü, 3.5.1993, No: 16278/90, S.K/Türkiye K. t.
3.5.1993 günlü kararlarında, yüksek öğrenimini lâik bir üniversitede yapmayı
seçen bir öğrencinin bu üniversitenin düzenlemelerini kabul etmiş sayılacağını,
üniversitelerce getirilen düzenlemelerin, farklı inanıştaki öğrencilerin
birlikteliğini sağlamak amacına yönelik olarak, öğrencilerin dinsel inançlarını
açığa vurma özgürlüklerini yer ve biçim bakımından sınırlayabileceğini,
özellikle nüfusun büyük bir çoğunluğunun belirli bir dine mensup olduğu
ülkelerde, bu dinin tören ve simgelerinin herhangi bir yer ve biçimde sınırlama
olmaksızın sergilenmesinin, sözü geçen dinî uygulamayan veya başka bir dine
mensup olan öğrenciler üzerinde baskı oluşturabileceğini, lâik üniversitelerin,
öğrencilerin kılık ve kıyafetlerine ilişkin kurallar koyarken, kimi kökten
dincilerin yüksek öğretimde kamu düzenini bozmamalarını ve diğerlerinin
inançlarına zarar vermemelerini sağlamaya özen gösterebilecekleri açıklanarak
L.B. ve Ş.K. isimli öğrencilere, lâik üniversite düzeninin gereklerine uygun
biçimde fotoğraf vermedikleri gerekçesiyle okul diploması verilmemesi, din ve
vicdan özgürlüğüne müdahale olarak görülmemiş ve şikayetin kabul edilemez
olduğuna karar verilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin 15.2.2001 günlü
Dahlab-İsviçre No: 42393/98 sayılı kararında da; bir ilkokul öğretmeninin görev
sırasında başını örtmesi nedeniyle ilköğretim Dairesince getirilen başörtüsü
veya türban takma yasağına karşı yapılan başvuruyu reddeden Cenevre'deki
Conseil d' Etat'a kararını inceleyen Federal Mahkemenin, davacının mesleğinin
kendisini Devletin temsilcisi durumuna soktuğunu, başörtüsünün güçlü bir dini
sembol olduğunu belirterek dinsel tarafsızlık ve kadın erkek eşitliği
ilkelerini koruma gerekçesiyle Conseil d' Etat'a kararını onamasından sonra,
yapılan başvuruyu, çocukların çok kolay etkilenebilecekleri bir yaşta bu tür
sembollerin bir biçimde onlara dinlerini değiştirme yönünde etki yapabileceği
bunun da ötesinde yalnız kadınların başlarını örtmelerinin zorunlu olmasını,
kadın erkek eşitliğiyle ve demokratik bir toplumda öğretmenlerin öğrencilerine
vermeleri gereken özgürlük, başkalarına saygı ve bundan da önemli olarak
eşitlik ve ayırımcılık yasağı mesajlarıyla bağdaştırmanın güç olduğunu,
başvuruda bulunan öğretmene uygulanan yasağın kadın olmasından
kaynaklanmadığını Devletin ilk öğretimde tarafsızlığını gerçekleştirme gibi
yasal (meşru) bir amaçla getirildiğini, erkeklerin de hiç kuşkusuz belirli bir
dinin mensubu olduklarını gösterebilecek bir biçimde giyinmelerinin
yasaklanabileceğini belirterek reddetmiştir.
Anayasa'nın
68. maddesi ile 2820 sayılı Yasa'nın 4. maddesinde, özgürlükçü, katılımcı,
çoğulcu, çağdaş demokrasilerde siyasi partilerin taşıdığı büyük önemin bir
yansıması olarak "siyasi partiler demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez
unsurlarıdır" denilmiştir. 2820 sayılı Yasa'nın 3. maddesinde ise siyasî
partilerin tanımı yapılırken, onların Anayasa ve kanunlara uygun olarak
milletvekili ve mahalli idareler seçimleri yoluyla tüzük ve programlarında
belirlenen görüşleri doğrultusunda çalışmaları ve açık propagandaları ile milli
iradenin oluşmasını sağlayarak demokratik bir Devlet ve toplum düzeni içinde
ülkenin çağdaş medeniyet seviyesine ulaşması amacını güden ve ülke çapında
faaliyet göstermek üzere teşkilatlanan tüzelkişiliğe sahip kuruluşlar olduğuna
işaret edilmiştir. Anayasa ve Siyasî Partiler Yasası'nın bu kurallarıyla siyasî
partiler için belirlenen temel amaç "demokratik bir Devlet ve toplum
düzeni içinde ülkenin çağdaş medeniyet seviyesine ulaşması"dır. Bu amacın,
yalnız başına bir partinin tüzük ve programında yer almasıyla değil eylem ve
söylemlerini kapsayan tüm faaliyetlerinin de aynı doğrultuda olmasıyla
gerçekleştirilebileceğinde duraksanamaz. Ayrıca bir siyasî Parti'nin Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'nin örgütlenme özgürlüğüyle ilgili 11. maddesinin sağladığı
korumadan yararlanması da, tüzüğü, programı ve eylemleriyle Anayasa ve Siyasî
Partiler Yasası'nda belirtilen demokratik bir devlet ve toplum düzenini
gerçekleştirme amacında olduğunu göstermesine bağlıdır.
Daha
önce Refah Partisi'yle ilgili kararda, lâiklik ilkesine ilişkin Anayasa ve yasa
kuralları ile Anayasa Mahkemesi kararları gözardı edilerek, resmî daire ve
üniversitelerde türban ve başörtüsü kullanmayı teşvik eden konuşmaların, lâik
düzen karşıtları için bir mesaj oluşturduğu belirtilmesine karşın, davalı
Parti, türban ve başörtüsü konusunu belirlediği politikalara temel almakta bir
sakınca görmemiş bu konudaki görüşleri bilinen Merve KAVAKÇI'yı seçilebileceği
bir yerden aday göstererek milletvekili olmasını sağlamıştır. Merve KAVAKÇI,
milletvekili seçilmeden önce 1996 yılında Kuzey Amerika İslâmi Birliği
Kongresi'nde yaptığı konuşmada "Refah Partisi'nin iktidara gelmesi otuz
yıllık bir çalışmanın ürünüdür... 24 Haziran'da Türkiye'deki 54. Hükümeti
kurduk. Bu başarı sıkı bir çalışmanın ürünüdür. Bu da ibadet ve cihat anlamına
gelmektedir. Kuşkusuz daima Başbakanımız Necmettin ERBAKAN'ın kumandası altında
olduk. Refahı kabul eden islamı da kabul etmiştir. ...gelecekte şüphesiz sadece
Türkiye'nin değil bütün dünyanın müslümanları için elimizden geleni yaparız ve
gelecek seçimde koalisyon kurmak zorunda kalmayacağız ve inşallah İsrail
Türkiye meselesi konusunda farkı göreceksiniz. Ama tek başına iktidara
gelmeliyiz... Sabırla beklemek ve gelecekte pahalıya mal olacak hatalı bir
hareket yapmadan çok dikkatli çalışmak zorundayız" 26 Aralık 1997'de
ABD'nin Chicago kentinde ABD merkezli Filistin İslâmi Birliği (IAP) tarafından
düzenlenen konferansta yaptığı konuşmada da "Bence biz, Kuran'ın halâ
anlaşılmasından yoksunuz ve gereksinimlerimiz için Kuran'a dönmekten halâ
yoksunuz. Kendimizi, Türkiye'de gördüğümüz gibi, ülkemizin sözde Müslüman
hükümetine karşı mücadele verirken görüyoruz... 21. yüzyılın eşiğinde, dünyanın
her tarafındaki Müslümanlar bir şekilde islami birliğin bayrağı altında
toplanmalı, böylece gerektiğinde tek bir merkezi vücut olarak hareket etmemiz
sağlanmalı... Biliyoruz ki, yüzyılın sonuna yaklaşırken düşmanın elindeki
silahlarla biz de silahlanmalıyız... İnşallah kalbimizdeki cihat ruhuyla bugün
karşılaştığımız sıkıntıları aşacağımıza inanıyorum... Sosyal yönde cihat, iyi
ve aktif bir müslüman örgütün parçası, aktif bir üyesi olarak
gerçekleştirebilir... Ancak şunu söylemeliyim ki bunlar cihadın politik yanı.
Ve herkesin cihat yapması için siyasette olması gerekmiyor. Ancak bu alan, benim
kendim için cihat yapmak için seçtiğim alan Hizb-i Refah'ın ideolojisi,
Türkiye'deki Müslümanlar için cihat yapmak değil. Bütün Dünyadaki Müslümanlar
için cihat yapmak ve bütün insanlık için cihad yapmak... Bizim dava
çalışmamızda, erkeklerinkine paralel şekilde, yukarıdan aşağıya bir hiyerarşik
model kurduk... Her şehirde 11 departman var. Ve her şehirde mahallelerde,
kasabalarda, cihat yapmak için Hizb-i Refah pozisyonları mevcut... Dünya
müslümanları olarak amacımız, yüzyıllar önce olduğu gibi, Kur'anda belirtildiği
gibi olmalıdır" diyerek temelini dinsel kuralların oluşturduğu sosyal ve
siyasal yaşam modeliyle ilgili görüşlerini dile getirmiştir.
Fazilet
Partisi'nin görüşleri ve faaliyetleri bu doğrultuda olan birini seçilebileceği
bir yerden milletvekilliğine aday göstermesi kuşkusuz bu kişinin görüşleriyle
Parti'nin temel politikaları arasında bir paralellik olmasından
kaynaklanmaktadır.
Öte
yandan, Parti'nin Genel Başkanı, Milletvekilleri ve kimi Belediye Başkanları
lâikliğin yanlış tanımlandığı iddiasıyla resmî daire ve üniversitelerde
uygulanan türban ve başörtüsü yasağını hak ve özgürlüklerin kullanılmasını
engelleyen, zulüm ve zorbalık olarak niteleyerek kamu düzenini bozacak biçimde
halkı devlet görevlilerine karşı kin ve düşmanlığa tahrik etmişlerdir. Ancak
daha ileri bir aşama olarak türban veya başörtüsü konusunu Merve KAVAKÇI ve onu
seçimlerden önce ve sonra açıkça destekleyen Nazlı ILICAK aracılığıyla ulusal
iradenin gerçekleştiği TBMM'ne taşıyarak tüm milletvekillerinin ayakta alkışladığı
bir görüntü içinde eyleme dönüştürmüşlerdir. Böylece, davalı Parti tarafından
güçlü bir siyasal sembol olarak kullanılan başörtüsü veya türbanın, eylemli bir
durum yaratılarak TBMM'ne taşınması girişimiyle geçmişinde teokratik bir devlet
deneyimi geçirmiş olan Türkiye Cumhuriyeti'nde özel bir yeri ve önemi bulunan
lâiklik ilkesi ağır biçimde ihlâl edilmiştir. Demokrasinin, hak ve
özgürlüklerin temelini oluşturan lâiklik ilkesine karşı gerçekleştirilen bu
eyleme, Genel Başkanı ve tüm milletvekilleriyle katılması, Fazilet Partisi'nin
bu tür eylemlerin işlendiği odak haline geldiğinin en büyük kanıtıdır. Bu aynı
zamanda onun lâiklik temeline dayanan, çerçevesini temel hak ve özgürlüklerin
çizdiği çağdaş demokratik bir toplum modeli benimsemediğinin de göstergesidir.
Önemli bir oy potansiyeline sahip olması nedeniyle Parti'nin öngördüğü modeli
uygulamaya koyma olanağı gözetildiğinde, bu durumun lâik demokratik düzen için
ne denli önemli bir tehlike oluşturduğu açıktır.
Demokratik
bir toplumda, başörtüsü veya türban kullanarak bir dinin gereklerini açıkça
sergileyebilme özgürlüğünün, başkalarının haklarının korunabilmesi için kamu
düzeni ve kamu güvenliğinin sağlanması amacıyla yasaklanmasında hukuka
aykırılık bulunmadığı Anayasa Mahkemesi'nin ve Danıştay'ın konuya ilişkin
kararlarıyla saptanmıştır.Ancak, davalı Parti'nin mensupları bu kararları
gözardı ederek yasalara aykırı olmasına karşın türban veya başörtüsünün serbest
bırakılması için demokrasinin temel değerleriyle bağdaşmayan kendilerine özgü
bir lâiklik tanımı ile başta TBMM olmak üzere çeşitli yer ve toplantılarda
gerçekleştirdikleri eylem ve yaptıkları konuşmalarla sürekli olarak, kamu
görevlilerinin kendilerine zulüm ve zorbalık yaptıkları gerekçesiyle halkı bu
kişilere karşı kin ve düşmanlığa tahrik etmişlerdir. Oysa demokratik bir
toplumda çeşitli din gruplarının veya aynı dine mensup olmakla birlikte farklı
düşünenlerin inanç özgürlüklerinin aralarında bir ayırım yapılmaksızın
korunması zorunludur. Bunu engelleyen siyasî partilerin kapatılması ise sosyal
bir gereksinimin sonucudur. Kuşkusuz bu gereksinim yalnız partilerin dinsel
kurallara dayalı bir devlet modeli benimsemeleriyle değil, totaliter
ideolojilere yakınlaşmalarıyla da ortaya çıkabilir.
Nitekim,
Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, "Alman Komünist Partisi", "A.
Association ve H.v. Avusturya" ve "Glimmerveen ve Hagenback ve
Hollanda" vaka'larında totaliter ideolojileri savunmak amacıyla
Sözleşme'den yararlanılamayacağını kabul etmiştir.
Siyasî
Partiler Yasası'nın 101. maddesinin (b) bendine de alınan Anayasa'nın 69.
maddesinin altıncı fıkrasında, "Bir siyasî partinin 68 inci maddenin
dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına
ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği odak haline geldiğinin Anayasa
Mahkemesi'nce tespit edilmesi halinde karar verilir" denilmektedir. 4121
sayılı Yasa'nın 7. maddesiyle değiştirilen bu maddeye ilişkin Anayasa Komisyonu
raporunda, belirtilen hükmün Federal Almanya Anayasası'nın 18. maddesinden
esinlenerek getirildiğine ve partilere daha sağlam hukukî teminat içerdiğine
işaret edilmiştir.
2820
sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın 103. maddesinin, bir siyasî partinin,
Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerin
işlendiği odak halini oluşturup oluşturmadığı hususunun Anayasa Mahkemesi'nce
belirleneceğine ilişkin birinci fıkrasından sonra gelen ve odak olmayı
tanımlayan ikinci fıkrası ise 12.12.2000 günlü, E:2000/86, K:2000/50 sayılı
kararla iptal edilerek Yasa ile Anayasa arasındaki uyumsuzluk giderilmiştir.
Öte
yandan, Anayasa'nın 26. maddesinin birinci fıkrasıyla, İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi'nin 19., İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nin 10. maddelerinde
herkesin düşünce ve bunların anlatım özgürlüğü bulunduğu kabul edilmekle
beraber, Anayasa'nın 13. maddesiyle, 26. maddesinin ikinci fıkrasında, bu
hürriyetlerin kimi durumlarda yasayla sınırlandırılacağı açıklanmış; İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 30. ve Avrupa İnsan Hakları Avrupa
Sözleşmesi'nin 17. maddesinde, Bildirge ve Sözleşme'nin hiçbir hükmünün devlet,
grup veya kişiye bu maddelerdeki hak veya özgürlüklerden hiçbirini yok etmeyi
amaçlayan bir etkinlik veya eylemde bulunmayı haklı kılacak biçimde
yorumlanamayacağı belirtilmiştir. Nitekim, İnsan Hakları Avrupa Komisyonu ve
Divan pekçok kararında demokrasiyi yok etmeyi amaçlayan düşünce beyanını parti
kapatma nedeni olarak kabul etmiştir. Amaçlarına ulaşmak için demokrasi ile hak
ve özgürlükleri araç olarak kullandıkları kanıtlanan siyasî partilerin; bu
eylemleri nedeniyle kapatılmalarında yukarıda belirtilen Anayasa ve ulusalüstü
kurallara aykırılık yoktur.
Bu
nedenlerle düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü kapsamında kaldığı ileri
sürülerek kimi beyanlar nedeniyle parti kapatma cezası verilemeyeceği yolundaki
davalı parti savunması yerinde görülmemiştir.
18
Nisan 1999 tarihinde yapılan milletvekili seçimlerinden sonra TBMM'ndeki yemin
töreninde, Merve KAVAKÇI'nın ve onu seçim öncesinde, yemin töreni sırasında ve
seçim sonrasındaki davranışları ve yaptığı açıklamalarla özel olarak
destekleyen Nazlı ILICAK'ın sergiledikleri eylemlerin ve yaptıkları
konuşmaların; Bekir SOBACI'nın türban ve başörtü yasağına direnen bu nedenle de
İstanbul Çapa ve Cerrahpaşa Tıp Fakültelerinden çıkarılan öğrencileri Ankara
girişinden alarak basın toplantısı yaptırması, Meclis'e getirerek partileri
ziyaretlerini sağlaması gibi yasalara aykırı eylemleri desteklemesi ve teşvik
etmesinin; Ramazan YENİDEDE'nin resmî daireler ve okullarda konuya ilişkin yasa
ve yönetmelikler gereği uygulanan türban veya başörtüsü yasağını zulüm ve
zorbalık olarak göstererek halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmesinin; Mehmet
SILAY'ın 1998 yılında yayınlanan "Parlamentodan Haber" adlı
kitabında, dünya tarihinde milletlerin dini duyguları ve inançlarıyla
savaşanların daima kaybettiklerini İran'da bunu deneyenlerin ya ülkeyi
terkettikleri ya apoletlerinin söküldüğünü Cezayir'de Fransız çıkarlarına
hizmet uğruna halka dayatanların ve zorbaların bu gün hiçbirisinin hayatta
olmadığını belirterek halkı kamu görevlilerine karşı eyleme yöneltmesinin ve
Fazilet Partisi'nin Genel Başkanı ile Milletvekillerinin ve kimi Partililerin
davranışları ve çeşitli yer ve toplantılarda yaptıkları konuşmalarla mevzuata
ve yargı kararlarına aykırı olduğu halde resmî daire ve okullarda türban veya
başörtüsü takılmasını desteklemelerinin Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü
fıkrasında belirtilen Lâik Cumhuriyet ilkesine aykırılık oluşturduğu sonucuna
varılmıştır. Fazilet Partisi'nin bir tepki göstermediği gibi benimsediği bu
faaliyetlerin, Anayasa'nın 69. maddesi, Siyasî Partiler Yasası'nın 101. ve 103.
maddeleri uyarınca odak olmaya esas alınacağı kuşkusuzdur.
Açıklanan
nedenlerle, davalı Fazilet Partisi'nin Anayasa'nın 68. ve 69. maddeleriyle,
2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın 101. ve 103. maddeleri uyarınca
kapatılması gerekir.
d-
Kapatma Kararının Sonuçları
aa-
Partili Milletvekilleri yönünden
Anayasa'nın
84. maddesinin son fıkrasında, "partisinin temelli kapatılmasına beyan ve
eylemleriyle sebep olduğu Anayasa Mahkemesi'nin temelli kapatmaya ilişkin kesin
kararında belirtilen milletvekilinin milletvekilliği, bu kararın Resmî
Gazete'de gerekçeli olarak yayımlandığı tarihte sona erer. Türkiye Büyük Millet
Meclisi Başkanlığı bu kararın gereğini derhal yerine getirip Genel Kurula bilgi
sunar" denilmiştir.
Bu
gerekçelerle, söz ve eylemleriyle Refah Partisi'nin kapatılmasına neden olan
İstanbul Milletvekili Nazlı ILICAK ile Tokat Milletvekili Bekir SOBACI'nın
milletvekilliklerinin gerekçeli kararın Resmî Gazete'de yayımlandığı günde sona
ereceğine karar verilmesi gerekir.
bb-
Parti (Kurucuları Dahil) Üyeleri yönünden,
Anayasa'nın
69. maddesinin sekizinci fıkrasında, "bir siyasî partinin temelli
kapatılmasına beyan ve faaliyetleriyle sebep olan kurucuları dahil üyeleri,
Anayasa Mahkemesi'nin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmî Gazete'de
gerekçeli olarak yayımlanmasından başlayarak beş yıl süreyle bir başka partinin
kurucusu, üyesi, yöneticisi ve denetçisi olamazlar" denilmektedir.
Yukarıda
açıklanan gerekçelerle, söz ve eylemleriyle Parti'nin kapatılmasına neden olan
Üyeleri Merve KAVAKÇI, Nazlı ILICAK, Bekir SOBACI, Ramazan YENİDEDE ve Mehmet
SILAY'ın gerekçeli kararın Resmî Gazete'de yayımlanmasından başlayarak beş yıl
süre ile bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve denetçisi
olamayacaklarına karar verilmesi gerekir.
XIX-
SONUÇ
Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın 7.5.1999 günlü, SP. 95 Hz 1999/116, 5.2.2001 günlü, SP. 95
Yargıtay Hz. 1999/116 sayılı iddianameleriyle Fazilet Partisi'nin kapatılması
istemiyle açılan davalar birleştirilerek yapılan yargılama sonunda gereği
görüşülüp düşünüldü;
A-
Temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında kurulamayacağına ilişkin
kapatılma isteminin REDDİNE, Yalçın ACARGÜN, Ali HÜNER, Ertuğrul ERSOY, Tülay
TUĞCU'nun karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
B-
1- Laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri nedeniyle Anayasa'nın 68. ve 69.,
2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun değişik 101. maddesinin (b) bendi ve
103. maddesi gereğince FAZİLET PARTİSİ'NİN TEMELLİ KAPATILMASINA, Haşim KILIÇ,
Samia AKBULUT, Sacit ADALI'nın karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
2-
Beyan ve eylemleriyle Parti'nin kapatılmasına neden olan İstanbul Milletvekili
Nazlı ILICAK ve Tokat Milletvekili Bekir SOBACI'nın milletvekilliklerinin,
Anayasa'nın 84. maddesinin son fıkrası uyarınca gerekçeli kararın Resmi
Gazete'de yayımlandığı tarihte sona ermesine, OYBİRLİĞİYLE,
3-
Beyan ve eylemleriyle Parti'nin kapatılmasına neden olan üyeleri Merve KAVAKÇI,
Nazlı ILICAK, Bekir SOBACI, Ramazan YENİDEDE ve Mehmet SILAY'ın, Anayasa'nın
69. maddesinin sekizinci fıkrası gereğince gerekçeli kararın Resmi Gazete'de
yayımlanmasından başlayarak beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi,
yöneticisi ve deneticisi olamayacaklarına, OYBİRLİĞİYLE,
4-
Davalı Parti'nin tüm mallarının, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 107.
maddesi gereğince Hazine'ye geçmesine, OYBİRLİĞİYLE,
5-
Kapatma kararının verildiği tarihte Parti tüzel kişiliğinin sona ermesine,
OYBİRLİĞİYLE,
6-
Gereğinin yerine getirilmesi için karar örneğinin Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanlığı'na, Başbakanlığa ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na
gönderilmesine, OYBİRLİĞİYLE,
22.6.2001
gününde karar verildi.
Başkan
Mustafa BUMİN
|
Başkanvekili
Haşim KILIÇ
|
Üye
Samia AKBULUT
|
Üye
Yalçın ACARGÜN
|
Üye
Sacit ADALI
|
Üye
Ali HÜNER
|
Üye
Fulya
KANTARCIOĞLU
|
Üye
Rüştü SÖNMEZ
|
Üye
Ertuğrul ERSOY
|
Üye
Tülay TUĞCU
|
Üye
Ahmet AKYALÇIN
|
|
|
|
|
KARŞIOY
YAZISI
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın kapatma istemlerinden biri, davalı Parti'nin,
Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılan Refah Partisi'nin başka bir adla kurulmuş
devamı niteliğinde olduğu savına dayandırılmakta, davalı Parti de savunmasında,
2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın 104. maddesi uyarınca ihtar kararı
verilmeksizin kapatma isteminde bulunulamayacağını ileri sürmektedir.
2820
sayılı Yasa'nın 101. maddesinde Anayasa Mahkemesi'nce bir siyasî parti hakkında
kapatma kararının; a) Bir siyasî partinin tüzük ve programının Devletin
bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına,
eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik
cumhuriyet ilkelerine aykırı olması, sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya
herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlaması, suç
işlenmesini teşvik etmesi; b) Bir siyasî partinin Anayasa'nın 68 inci
maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin işlendiği odak haline
geldiğinin Anayasa Mahkemesi'nce tesbiti; c) Bir siyasî partinin yabancı
devletlerden uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve
tüzelkişilerden maddî yardım alması hallerinde verileceği, 104. maddesinde de, bir
siyasî partinin aynı Yasa'nın 101. maddesi dışında kalan emredici hükümleriyle
diğer kanunların siyasî partilerle ilgili emredici hükümlerine aykırılık
halinde bulunması sebebiyle o parti aleyhine Anayasa Mahkemesi'ne Cumhuriyet
Başsavcılığınca re'sen yazı ile başvurulacağı; Anayasa Mahkemesi'nin söz konusu
hükümlere aykırılık görürse bu aykırılığın giderilmesi için ilgili siyasî parti
hakkında ihtar kararı vereceği; bu kararın, o siyasî parti genel başkanlığına
yazılı olarak bildirileceği; bu yazının tebliği tarihinden itibaren altı ay
içinde aykırılık giderilmediği takdirde Cumhuriyet Başsavcısı'nın Anayasa
Mahkemesi'ne bu siyasî partinin kapatılması için re'sen dava açacağı
belirtilmektedir. Yasa'nın 95. maddesinde ise, "Kapatılan siyasî parti bir
başka ad altında kurulamaz" biçiminde, 2820 sayılı Yasa'nın 101. maddesi
dışında kalan emredici bir kurala yer verilmektedir.
Bu
durumda, 104. maddeye göre bir siyasî parti hakkında 95. maddeye aykırılıktan
kapatma davası açılabilmesi için, ilgili partiden bu aykırılığın giderilmesinin
ihtar yoluyla istenilmesi gerekmektedir. Buna uyulmayarak doğrudan kapatma
davası açılmasına olur verilmesi ise, 101. maddedeki üç doğrudan kapatma
nedenine dördüncüsünün eklenmesi anlamına gelmektedir. Oysa, 101. maddede doğrudan
kapatma davası açılabilecek durumlar duraksamaya yer vermeyecek açıklıkla
belirlenmiştir. Bunlara içtihat yoluyla yenilerinin eklenmesi olanaklı
değildir. Tersine bir yorumun 101. ve 104. maddelere aykırılık oluşturacağı
açıktır.
Bu
nedenlerle, 2820 sayılı Yasa'nın 95. maddesiyle ilgili sav yönünden, davalı
siyasî partiye ihtarda bulunulmaksızın doğrudan kapatılma davası açılamayacağı
düşüncesiyle bu konudaki çoğunluk görüşüne katılmıyoruz.
Başkan
Mustafa BUMİN
|
Üye
Fulya
KANTARCIOĞLU
|
KARŞIOY
YAZISI
A-
FAZİLET PARTİSİ'NİN KAPATILMA KARARININ AVRUPA İNSANHAKLARI SÖZLEŞMESİ YÖNÜNDEN
İNCELENMESİ
Dünyanın
herhangi bir ülkesinde bir insana karşı girişilen hak ve özgürlük ihlâli tüm
insanlığın ilgi alanına girdiği çağımızda, "Hak ve Özgürlüklerin"
uluslararası bir nitelik kazandığını, sınır ötesi müdahalelerin haklı nedeni
olmaya başladığını söylemek yanlış olmaz. Ulusal güvencelerin yetersizliği
özgürlükleri güvence altına alan uluslararası sözleşmelere katılma ihtiyacını
doğurmuştur. Bu bağlamda, Türkiye'nin de imzaladığı Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi demokrasiyi somutlaştıran, üye devletleri ortak bir demokrasi
standardına zorlayan bir "Avrupa Anayasası" konumuna getirilmiştir.
Demokrasinin korunması düşüncesi temel alınarak hazırlanan ve Türkiye'nin de iç
hukukunun bir parçası haline gelen bu sözleşme, içerdiği hükümler ve bunların
yorumlanmasından oluşan içtihatlar ile birlikte Anayasa Mahkemesi'nce
uygulanması ve ölçü norm olarak kullanılması zorunluluğunu ortaya koymaktadır.
Ancak, Anayasa Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni bir ölçü norm
olarak değil, kararın gerekçesini güçlendiren, Sözleşme hükümlerini de
uyguladığını hissettiren, fakat Sözleşme'yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin
yorum ve içtihatları doğrultusunda değil, kendi anlayış ve kavrayış ölçüleri
içinde "destek norm" olarak uygulamıştır. Böylece Mahkeme, ulusal
Anayasa ve yasa hükümlerini Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne ve içtihatlarına
uygun yorumlaması yerine, Sözleşme hükümlerini iç hukuk hükümlerine uygun
yorumlamak suretiyle Sözleşme'ye de bağlı kaldığını göstermek istemiştir.
Sözleşme
hükümleri, eki insan hakları belgeleri ve bunları yorumlayan Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi'nin kararları ile Anayasa Mahkemesi'nin kararları arasında
Sözleşme kurallarının yorumlanmasına ilişkin ciddî farklılıkların olduğu hemen
göze çarpmaktadır.
Türkiye
Cumhuriyeti'nin cari mevzuatı incelendiği zaman bireyin "ifade
özgürlüğü" ile "örgüt yoluyla ifade özgürlüğü" konusunda oldukça
katı, engelleyici, yasaklayıcı, çoğulculuğa çok da sıcak bakmayan bir anlayışın
hakim olduğunu söylemek yanlış olmaz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne yapılan
başvuruların sayısı ve çeşidi de bu görüşü doğrular niteliktedir. Sözleşme'nin
1. maddesinde "Yüksek Akit Taraflar yetki alanları içindeki herkese 1. Bölümde
tanımlanan hak ve özgürlükleri sağlamak zorundadır." denilmekte, 19.
maddesinde "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Kuruluşu"
belirlendikten sonra 46. maddesinde de "Yüksek Akit Tarafların, taraf
oldukları davalarda Mahkeme'nin verdiği kesin karara uymayı taahhüt
ederler" kuralına yer verilmektedir.
Sözleşme'de,
taraf ülkelere bu yükümlülükler getirilmiş olmasına ve Türkiye'nin Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi'nin yargı yetkisini kabul etmesine karşın, Anayasamızda ve
millî yasalarımızda gerekli ve yeterli değişiklik yapılarak Avrupa Kamu
Düzenine "UYUM" gerçekleştirilememiştir. Yasama Organının bu konudaki
isteksizliği yargı organlarınca da benimsenmiş ve içtihatlarıyla aşabileceği
konularda bile ulusal yasalardaki dar ve katı anlayışlara öncelik verilmiştir.
Oysa, Viyana Anlaşmalar Hukuku Sözleşmesi'nin 27. maddesi, bir anlaşmaya taraf
olan devletin anlaşmayı uygulamamasının gerekçesi olarak kendi içi hukukunun
hükümlerini ileri süremeyeceğini öngörmektedir. 1982 Anayasası'nın Temel Hak ve
Özgürlükler başlıklı ikinci kısmının genel gerekçesinde İnsan Hakları Evrensel
Bildirisi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne yer verilmiştir. Bu genel
gerekçenin ilk paragrafı aynen şöyledir:
"'İnsan
hakları ve temel hürriyetler'in düzenlediği bu bölüm hükümlerinde, insan hakları
doktrininin günümüzdeki gelişmesi ve durumu, geçirmiş bulunduğumuz kötü
deneyimlerden çıkarılan sonuçlar; insan hakları konusunda Türkiye'nin imzalayıp
onaylamış bulunduğu ve bu sıfatla millî hukukumuza dahil sayılan uluslararası
andlaşma ve sözleşmeler, özellikle 1948 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi ve 1950 İnsan Haklarının ve Temel Hürriyetlerin
Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi gözönünde tutulmuştur."
Anayasakoyucu,
Anayasa'nın temel hak ve hürriyetler kısmının genel gerekçesinde, söz konusu
iki uluslararası sözleşme gözönünde bulundurularak düzenlendiğini belirtmek
suretiyle, ilgili sözleşmelere anayasal değer yüklemiştir. Bir başka deyişle,
ilgili sözleşmeler, bizzat Anayasakoyucu tarafından referans norm olarak
kullanılmıştır. Bu durumda, 1982 Anayasası'nın referansı haline getirilen hukuk
metinlerinin Anayasa'nın altında diğer ulusal yasalarla aynı hiyerarşide ele
alınması hukuk mantığına aykırıdır.
Anayasa'mızın
13. maddesi ile 15. maddesi birlikte değerlendirildiğinde, özellikle Anayasa
Mahkemesi'nin Avrupa Sözleşmesi'nin hükümlerini iç hukuk hükümlerinden daha
öncelikle uygulamasını zorunlu kılmaktadır. 13. madde de, hak ve özgürlüklere
getirilecek sınırlamaların demokratik toplumlardaki uygulamalara aykırı
olamayacağı öngörülerek, gerekçesinde de "çoğulcu, özgürlükçü çağdaş
demokratik toplum düzeni"nin esas alınacağı vurgulanmıştır.
Anayasa'mızın
15. maddesinde ise,
"Savaş,
seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan
doğan yükümlülükler ihlâl edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel
hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya
bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir."
denilmektedir.
Buna
göre, 1982 Anayasası savaş, seferberlik, sıkıyönetim ve olağanüstü hallerde
dahi milletlerarası hukuktan doğan yükümlülüklerin ihlâlini engellemektedir.
Olağanüstü durumlar dışında kalan normal dönemlerde ve hakların kullanımının
durdurulmasından daha hafif bir etkiye sahip hakların sınırlandırılması söz
konusu olduğunda ise, milletlerarası yükümlülüklerin ihlâl edilmesinin
evleviyetle mümkün olmadığı açıktır. Uluslararası yükümlülükler içine nelerin
girdiği Anayasa Mahkemesi tarafından belirlenmiştir. Buna göre,
"milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler içine öncelikle
milletlerarası hukukun genel ilkeleri, sonra da Devletin taraf olduğu
sözleşmelerden doğan yükümlülükler girer." (E.1991/1, AMKD, S.27, C.1.
s.65,96-98) Kısaca, Türk hukuk sisteminde temel hak ve özgürlükler bakımından milletlerarası
yükümlülüklerin ihlâl edilemeyeceği bizzat Anayasa tarafından öngörülmüştür.
Dolayısıyla 1982 Anayasası'nın 90. maddesini 15. madde ile birlikte ele almak
gerekir. Anayasa'nın 15. maddesi 90. madde karşısında özel bir hüküm
içermektedir.
Anayasa'nın
15. maddesi ile 90. maddesi arasında lex specialis derogat legi generali, yani
özel normun genel normun yerini alması ve tek başına uygulanması genel ilkesi
geçerlidir. Bu açıdan bakıldığında, Türk hukuk sisteminde antlaşmaların genel
statüsü, kanunlar ile eşit olmakla birlikte, 15. maddenin kapsamına giren
uluslararası antlaşmalar açıkça kanun üstü bir statüye sahiptir. Hukuk
sistemimizde kanun üstü düzenleme ise Anayasa'dır. Bu hiyerarşik yapı
karşısında 15. maddede zikredilen milletlerarası yükümlülükleri öngören
uluslararası antlaşmaların da anayasal norm niteliğinde olduğu sonucuna
varılabileceği gibi en azından iç hukuk hükümlerinden önce uygulanması
zorunluluğunu doğurduğu açıktır.
Anayasa
Mahkemesi, belirtilen anayasal ilkeler karşısında ulusal yasalardaki dar ve
antidemokratik anlayışlar yerine, sözleşmenin ve Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi'nin hak ve özgürlük alanlarını genişletici kural ve yorumlarını
uygulamak durumundadır. Parti kapatma davalarının Anayasa Mahkemesi'ne görev
olarak verilmesinin nedeni de uluslararası bu güvenceleri toplum hayatına
geçirebilme konusunda sahip olduğu konumundan kaynaklanmaktadır.
Anayasa
Mahkemesi'nin iç hukuka öncelik vermek suretiyle aldığı kararlarla Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi'nin "örgütlü ifade özgürlüğü" konusundaki
içtihatları oldukça farklıdır.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi, siyasal partileri demokrasinin işleyişi açısından
vazgeçilmez kurumlar olarak görmekte ve partileri, ülke sorunlarının çözümü
konusunda farklı görüşler üreten, farklı toplum kesimlerinin taleplerini
devlete yansıtan sivil kuruluşlar olarak kabul etmektedir. Bu nedenle, kuruluş
ve faaliyetleri bakımından geniş güvencelerden yararlanmalı, ciddî bir
zorunluluk olmadıkça özgürlüklerinin kısıtlanmaması gerektiği sonucuna
varmaktadır.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'nin hangi hallerde siyasî partilerin kapatılmasının
sözleşmeye aykırılık oluşturmayacağı konusundaki yaklaşımını "Venedik
Komisyonunun" raporunda bulmaktayız. Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği'nin
isteği üzerine hazırlanan ve kabul edilen "Siyasal Partilerin Yasakanması,
Kapatılması ve Benzer Önlemler Hakkında Temel İlkeler" konulu raporda, bu
kriterler şöyle özetlenmiştir.
"Siyasal
partilerin yasaklanması ya da kapatılması ancak, partilerin Anayasa ile güvence
altına alınan hak ve özgürlükleri ortadan kaldıracak şekilde, demokratik
anayasal düzeni yıkmak için şiddet kullanılmasını savunması ya da şiddeti
politik bir araç olarak kullanması durumunda haklı görülebilir.Bir partinin
Anayasa'nın barışçıl yollarla değişmesini savunması tek başına, o partinin
yasaklanması ya da kapatılması için yeterli gerekçe oluşturmaz. Partilerin
yasaklanması ya da kapatılması önlemine çok istisnaî durumlarda başvurulabilir.
Hükümetler ya da devletin diğer organları, yetkili yargı organlarından bir
partinin kapatılmasını istemeden önce, ülkenin durumunu dikkate alarak, söz
konusu partinin özgür ve demokratik siyasal düzen için gerçek bir tehlike
oluşturup oluşturmadığını, bu tehlikenin daha hafif önlemlerle engellenip
engellenmeyeceğini değerlendirmelidirler"
Buna
göre bir partinin kapatılabilmesi için;
-
Siyasal Parti'nin, yalnızca şiddet kullanılmasını savunması ya da şiddeti
politik bir araç olarak kullanması (ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve
hoşgörüsüzlük, şiddeti savunmanın görünümü olarak kabul edilmektedir).
-
Kapatma önlemi demokratik düzeni korumak bakımından başvurulacak son çare
olmalı ve partinin demokratik düzen için gerçek bir tehlike oluşturması ve bu
tehlikenin daha hafif önlemlerle giderilmesinin mümkün olmaması,
gerekir.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'de 30.1.1998 günlü kararı ile Türkiye Birleşik Komünist
Partisi, 25.5.1998 günlü kararı ile Sosyalist Partisi, 8.12.1999 günlü kararı
ile de ÖZDEP'in Anayasa Mahkemesi'nce verdiği kapatma kararlarını Sözleşme'nin
11. maddesine aykırı bulmuştur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi her üç Parti'nin
kapatılma davasına ilişkin kararlarında şu görüşlere yer vermektedir.
a)
Demokrasi, düşünce özgürlüğü ile beslenir. Çoğulculuk olmadan demokrasiden söz
edilemez. Demokrasinin iyi işleyişi ve çoğulculuğun sürdürülebilmesi açısından
siyasal partiler büyük öneme haizdir. Demokrasinin temel prensiplerinden birisi
de, bir ülkenin karşılaştığı sorunların şiddete başvurulmaksızın, diyalog
yoluyla çözümü konusunda fikir ve düşüncelerin serbestçe ifade edilebilmeleri
imkânının tanınıp güvence altına alınmasıdır. Hatta bu düşünceler rahatsız
edici olsalar bile.
b)
Bir parti programındaki istemlerin, projelerin, önerilerin, bir devletin mevcut
siyasal ve sosyal yapısıyla ve prensipleriyle bağdaşmaması, onların demokrasi
ilkesine aykırılığı sonucu doğurmaz. Bir devletin mevcut organizasyon modeliyle
çatışsa da, farklı siyasal programların önerilmesi, tartışmaya açılması,
demokratik ilkeler içerisinde kalmak, bizzat demokrasiye zarar vermemek
şartıyla demokrasinin özünü ifade eder.
c)
Örgütlenme özgürlüğü, yalnızca inandırıcı ve zorlayıcı nedenlerle
kısıtlanabilir. 11'inci maddede belirtilen istisnalar, siyasal partiler söz
konusu olduğunda dar bir yorumu zorunlu kılar. Devletler, bu alanda sınırlı bir
takdir marjına sahip olup, Sözleşme'nin 11'inci maddesinin 2'nci fıkrasında
belirtilen zorunluluğun var olup olmadığının tespiti konusunda aldığı kararlar
sıkı bir Avrupa denetimine tâbidir. Bir partinin tümüyle kapatılması ve
yöneticilerinin gelecekte benzer faaliyetleri yürütmesinin yasaklanması söz
konusu olduğundaysa, bu denetimin gerekliliği daha da fazladır.
d)
Sözleşme'nin 10'uncu maddesinde düzenlenen ifade özgürlüğü, defalarca
belirtildiği üzere, sadece açıklanan düşüncelere taraftar olduğunda, rahatsız
edici bulunmadığında, hoşa gittiğinde ya da farklı olmadığında değil, aynı
zamanda taciz edici, rahatsız edici, şok altına sokucu etkileri bulunduğunda da
söz konusudur. Bunlar çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleri
olup bunlarsız bir demokratik toplum olamaz.
e)
Kapatma, siyasal partilere uygulanabilecek en radikal yaptırım olarak
hedeflenen amaçla orantılı, bu amaç bakımından elverişli ve demokratik toplum
açısından zorunlu olmadıkça başvurulamaz.
f)
İfade özgürlüğü, 11'inci maddede düzenlenen toplantı, gösteri yürüyüşü ve
örgütlenme özgürlüğünün önemli unsurlarından biridir. Siyasal partiler
bakımından 11'inci madde, 10'uncu maddeyle bir bütün olarak değerlendirilir.
Görüldüğü
gibi, Anayasa Mahkemesi'nin pozitif hukuku dar ve katı yorumlamasına karşı,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ifade ve eylemlerin şiddet niteliği taşıyıp
taşımadığı, ülke bütünlüğü, şiddete çağrı, halkı ayaklandırma, terörü övme, suç
işlemeyi tahrik ve teşvik etme, başkalarının özgürlüklerini tehlikeye düşürme
gibi yasak alanlar bakımından somut sonuçlar doğurup doğurmadıkları esasından
hareket etmektedir. Potansiyel tehlike ölçütünü kullanmadığı gibi, şok edici,
sarsıcı söylemleri kuşku, vehim, korku, zan ve tahmin gibi soyut duygu ve
düşüncelerden ayrı tutmaktadır.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'nin kabul edip uyguladığı bu "ÖLÇÜ"lerle
Fazilet Partisi'nin söylem ve eylemleri değerlendirildiğinde, kapatma gibi bir
yaptırımın uygulanmaması gerektiği sonucuna varmaktayım.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı'nın iddianame ve eklerinde Fazilet Partisi'nin Anayasa ve
Siyasî Partiler Kanunu'na aykırılığını ileri sürdüğü söylem ve eylemleri
üniversite de okuyan bir kısım öğrencilerin "başörtüsü sorunu" ile
ilgilidir. Farklı olan tek eylem ise, başörtüsü ile Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne
seçilen bir bayan milletvekilinin yemin törenine katılmasıdır.
Muhalefet
gerekçemin ikinci bölümünde daha ayrıntılı biçimde açıklanacak olan
"başörtüsü sorunu" Türkiye'nin gündemini çok uzun bir süreden beri
işgal etmekte halen de devam etmektedir. Yasama organı 10.12.1988 günlü 3511
sayılı, 25.10.1990 günlü 3670 sayılı olmak üzere iki kez bu sorunun çözümü için
yasa çıkarmış, ancak Anayasa Mahkemesi 3511 sayılı Yasa'yı iptal etmiş, diğer
3670 sayılı Yasa'yı ise "yorumlu RED" yoluyla Anayasa'ya aykırı
bulmamıştır. Halen yürürlükte bulunan 3670 sayılı Yasa kanunlara aykırı olmamak
koşuluyla üniversitelerde giyim ve kuşamın herkes için serbest olduğunu
öngörmesine karşın, Anayasa Mahkemesi "bu serbestinin başörtüsü takan
öğrencileri kapsamadığı" yorumunu yaparak Anayasa'ya aykırı bulmamıştır.
Bu kararla, kamuoyunda sözkonusu kanun gereğince üniversite de başörtüsü
takmanın da serbest olduğunu savunanlarla Anayasa Mahkemesi kararı gereğince
bunun mümkün olmadığını savunanlar arasında şiddetli bir tartışma başlamıştır.
Bu
bölümde tartışmanın taraflarından hangisinin haklı olduğunu irdelemek sorunun
çözümünde kullanılacak olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin kuralları
yönünden hiç önemli değildir. Sözleşme yönünden siyasî partinin ifade
özgürlüğünü kullanırken başvurduğu ARAÇ ile ulaşmak istediği AMAÇ önemlidir.
Başsavcı'nın
Fazilet Partisi'nin kapatılması için ileri sürdüğü delillerin büyük bölümü
partili milletvekillerinin TBMM'de yaptığı konuşmalardır. Bunun dışındaki
deliller ise, TBMM'de yapılan konuşmaların kimi yerlerde ve basın organlarında
tekrarı ile bazı partili milletvekili ve üyelerinin uygulamaları protesto için
yapılmış bir kaç miting ve yürüyüşe katılmış olmalarından ibarettir. İslam
inancının yoğun bir taraftar bulduğu ülkemizde bu sosyolojik gerçeğe ilişkin
sorunlara bu din mensuplarının ilgisini doğal karşılamak gerekir. Kimi
kişilerin ya da inanç gruplarının bu sorunların çözüme kavuşmasını
sağlayabilmek için siyasî partileri aracı kılmalarını da demokratik bir
davranış olarak kabul zorunluluğu vardır. Tüm siyasal partilerin bu soruna
çözüm bulmak için az ya da çok gayret sarfettiği de bir gerçektir. Yasama
organının bunun için geçmişte iki kez yasa çıkarmış olması da konunun toplumsal
boyutunun ağırlığını ortaya koymaktadır. Teröre, şiddete bulaşmadan demokratik
yol ve esaslar aracılığı ile soruna çözüm önermek ya da sadece bunu ifade etmek
Anayasa'mızın ve AİHS'nin güvencesi altındadır. Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin kürsüsünden bu sorunu gündeme getirmek ayrıca "yasama
sorumsuzluğu"nun teminatı altındadır. Davalı Parti'nin milletvekili ya da
başka mensuplarının sözkonusu sorunla ilgili düzenlenen miting, gösteri ve
benzeri toplantılara katılmaları da Anayasa'mızda öngörülen "toplantı ve
gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasından başka bir şey değildir.
TBMM'nin kürsüsünde yapılan konuşmalar, düzenlenen miting"lere katılma ya
da basın yayın organlarında düşünceyi açıklama gibi "araçların"
kullanılmasını Anayasa dışı davranış, eylem veya söylem olarak nitelemek ölçülü
bir düşünce olamaz. Yapılan konuşmaların ya da düzenlenen gösterilere
katılanların, sonunda terör ve şiddet içeren olayların doğmasına,
karışıklıklara ya da toplumsal çatışmalara neden olduklarına ilişkin somut
hiçbir delil ortaya konmamıştır. Kaldı ki, dile getirilen sorunla ilgili ne
Anayasa da ne de yasalarda açıkça bir yasak olmamasına hatta olumlu yönde yasal
düzenleme bulunmasına karşın, kolluk kuvvetlerinin güç kullanmasına izin
verilerek başörtülü öğrencilerin, okula girişlerinin hukuk dışı yollarla
eylemli olarak engellenmesi sözkonusudur. Bu uygulamaya karşı olmak, zarar
görenin hakkını demokratik yollarla aramaya aracılık etmek demokratik toplum
olmanın zorunlu sonucudur.
Fazilet
Partisi'nin kapatma kararına ilişkin çoğunluk görüşünde, öğrencilerin başörtüsü
kullanmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'nun kimi kararlarına yer
verilerek bunun lâiklik ilkelerine aykırı bir davranış olduğu kanıtlanmaya
çalışılmışsa da bu kararların önümüzdeki dava ile bir ilgisi olamaz. Bir
inancın gereği olarak herhangi bir davranışın lâikliğe aykırı olması ile
davranış sahibinin hak ve özgürlüğünü savunmak, yasağı ya da uygulamayı
eleştirmek çok farklı konulardır. Bir şeyin yasak olması veya bu yasağın kimi
organlarca haklı görülmesi ile yasağın yanlışlığının eleştirilmesi ya da
kaldırılması için demokratik yollara başvurulması aynı şekilde
değerlendirilerek kapatma kararının sözleşmeye uygun gerekçesi olamaz. Ayrıca,
Parti'nin kapatılmasında ağırlıklı olarak gerekçe gösterilen bayan bir
milletvekilinin başörtüsü ile yemin etmek üzere TBMM'ne gelmesini de sözleşmeye
aykırı eylem olarak kabul etmek olanaklı değildir. Herhangi bir yasada
milletvekilinin kıyafetine ilişkin bir kural bulunmadığı gibi, Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nin çalışma esas ve usullerinin yer aldığı İçtüzüğü'nde de
başörtüsüne ilişkin yasaklayıcı bir kural bulunmamaktadır. Başörtüsü ile yemin
edip edemeyeceği konusunda Meclis Başkanlığı'nın kararını ancak yemin törenine
gelmesiyle öğrenebilecek bir milletvekilinin fiili durum yaratılarak dışarı
atılmasına partili diğer milletvekillerinin tepkisini doğal karşılamak gerekir.
Partili
milletvekillerinin üniversitelerde yaşanan kıyafet sorununa ilişkin
söylemlerinin eleştiri düzeyinde bulunması, eylemlerin ise Anayasa'da öngörülen
toplantı ve gösteri hakkının sınırları içinde kalması karşısında, Parti'nin
AMACI'nın Anayasa dışı olduğunu ortaya koyabilecek herhangi bir delil
sunulmamıştır. Şüpheye dayalı varsayımlar gerçek bir tehlikenin varlığını
ortaya koyamaz. Grev yoluyla hakkını arayan işçi kuruluşlarına bir sınıfın
diktatörlüğünü savunduğu ya da yerleştirmeye çalıştığı amacını taşıdığı
söylenemeyeceği gibi, bir inanç grubunun sorununun dile getirilmesi, çözümünün
istenmesi lâik devlet yapısını yıkmak amacıyla tanımlanamaz.
Üniversitelerde
komedi haline getirilen kıyafet sorununun ifade özgürlüğü sınırları içinde
terör ve şiddete başvurmadan eleştirilmesini ve demokratik hakların
kullanılarak kamuoyuna duyurulmasını sağlayan davalı Parti'yi kapatmak fiil ile
ceza arasındaki ÖLÇÜSÜZLÜĞÜN en açık ifadesidir.
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi, ek belgeler ve Avrupa Mahkemesi'nin kararlarında
kullandığı kriterler birlikte düşünüldüğünde davalı Parti'nin kapatılması
yerinde değildir.
B-
FAZİLET PARTİSİ'NİN LAİKLİĞE AYKIRI FİİLLERİN ODAĞI HALİNE GELMESİ YÖNÜNDEN
İNCELEME
1-
Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. Maddesinin İkinci Fıkrasının İptali ve
Sonuçları
Siyasî
Partiler Kanunu'nun dördüncü kısmında partiler için yasaklanan fiiller tek tek
belirtilmiş, buna aykırı hareket, başta partinin kapatılması olmak üzere, kimi
yaptırımlara bağlanmıştır. Bu yaptırımlar birer ceza kuralı niteliğindedir.
Kanunun 101. maddesinde öngörülen siyasî partilerin kapatılmasına ilişkin
yaptırımın TCK'nun 11. maddesinde belirlenen klasik cezalar arasında yer
almaması failin tüzelkişi olmasından kaynaklanmaktadır. Parti tüzelkişiliği de
ceza tehdidi altındadır. Anayasa'nın 38. maddesinde öngörülen suç ve cezalarda
yasallık ilkesi, yürürlükteki Anayasa'nın 68. ve 69. maddelerine benzer olan
1961 Anayasası'nın 57. maddesinin gerekçesinde aynen şöyle ifade edilmiştir:
"Siyasi partiler gibi Devlet hayatında büyük rolü olan teşekküllerin,
herhangi bir dernekle aynı hükme tabi olması ne ihtiyaçlara ne de hukuk
esaslarına uygun düşer... Bu sebeple siyasî partilerin tüzüklerini,
faaliyetlerini ve işleyişlerini ilgilendiren hükümlerin, kanunla ayrıca
düzenlenmesi zarureti mevcuttur. Hele demokrasi prensiplerine aykırı düşen
partilerin kapatılması esası Anayasa ile konulduktan sonra SUÇLARIN KANUNİLİĞİ
prensibi, ne yolda hareket edişin demokratik olmadığının da kanunda
belirtilmesi gerekir."
Siyasî
Partiler Kanunu'nun 98. maddesi ile 2949 sayılı Kanunun 33. maddesi parti
kapatma davalarında Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun uygulanacağını
belirtmektedir. Bu hükümlerden, ceza davası olduğu açıkça anlaşılan parti kapatma
davalarında, CMUK'un uygulanması da siyasî partiler için ayrıca GÜVENCE teşkil
eden birtakım sonuçlar doğurmaktadır. Bunlar arasında sayılacak, üçüncü
kişilerin eyleminden sorumlu olunmaması; kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi ve
bunun sonucu olarak cezada genişletici yorum ve kıyasa yer verilmemesi; ceza
usulünün biçimsel gerçekle yetinmeyip maddî gerçeği araması; delil serbestisi
esası; şüphe halinde sanık lehine hareket edilmesi gibi ilkeler parti kapatma
davalarında da gözönünde tutulacak ceza hukukunun genel esaslarıdır.
Yasakoyucu,
ceza hukukunun güvence ilkelerinden siyasi partilerin de yararlanabilmesi için
HUMK'nun değil CMUK'un uygulanmasını öngörmüştür. Davalı siyasî parti,
belirtilen ceza hukukunun güvencelerinden yoksun bırakılmıştır. Oysa, devlete
olan güveni sarsmamak ve kargaşaya neden olmamak için Anayasa'nın 153.
maddesiyle "iptal kararlarının geriye yürümeyeceği" ilkesi kabul
edilmiştir.
Görülmekte
olan parti kapatma davası "ceza davası" niteliğinde olduğundan, iptal
kararlarının "bazı hallerde" geriye yürüyebileceği istisnasını idarî
davalarda uygulandığı gibi düşünmek de mümkün değildir. Ceza Hukukunun en temel
ilkesine göre, failin lehinde olan yeni düzenleme ve durumlar geçmişe
yürütülebildiği halde, ALEYHİNDE olan durumlar geçmişe yürütülemez. Nitekim,
Yargıtay Ceza Genel Kurulu da 16.12.1968 gün ve 412 sayılı kararında, "...
iptal kararının bir hukuk kuralı olarak geçmişe etkisinin olmaması gerekir.
1961 Anayasası'nın 152. maddesinin 3. fıkrasında (iptal kararı geriye yürümez)
hükümleri aynı zamanda kazanılmış hakların saklı tutulacağını göstermektedir.
İptal edilen Kanun ya da hükümlerinden biri ilgili şahıslar veya müesseseler
aleyhine idi ise, tabii ki böyle bir iptal lehe olduğundan, şahıs veya müessese
iptal kararından evvel vaki hususları Anayasa Mahkemesi kararından bahisle her
zaman def'ide bulunabileceklerdir. Görülüyor ki ... (iptal kararı geriye
yürümez) hükmünün genel hukuk kuralları, işin niteliği gözönünde tutulmak
suretiyle mütalaası gerekir. Bu suretle İPTAL, ilgililerin ALEYHİNE olduğu
takdirde geriye yürümeyeceği tabiidir" demektedir.
Anayasa'da
belirtilen "Hukuk Devleti"nde hukuk güvenliğini sağlayan bir düzenin
kurulması asıldır. Devlet organları görevlerini yerine getirirken "Hukuk
Devleti" niteliğini yitirmemeli, hukukun uygar ülkelerde kabul edilen
temel ilkelerini sürekli gözönünde tutmalıdır. Devlete güven, hukuk devletinin
sağlamak istediği huzurlu ve istikrarlı bir ortamın sonucu olarak ortaya çıkar.
Yasaların Anayasa'ya uygunluğu KARİNESİ asıldır. Yasalara gösterilen güven ve
saygıdan kaynaklanan oluşumların sonuçlarını korumak gerekir.
Partiler
faaliyetlerini öncelikle Siyasî Partiler Kanunu'na göre yürütmektedirler.
Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. maddesi de bir partinin hangi hallerde
"suç mihrakı" haline geleceğini açıkça belirtmiş, partiye bazı
mükellefiyetler yüklemiştir. Suç mihrakı haline gelmesinden ötürü bir partinin
kapatılması çeşitli şartlara bağlanmıştır. 103. maddenin suç mihrakı olmaya
esas alınan, ikinci fıkra iptal edilmekle partilerin "suç mihrakı haline
gelme"si kolaylaştırılmıştır. Bu yeni durum siyasî partinin aleyhinedir.
Daha önce bu kurala güvenerek denetimini sağlayan partinin geriye gidilerek tüm
çalışmalarını bu kural yokmuşcasına yargılamak "Hukuk Devletinin"
sağlamak zorunda olduğu güvenceye kesin aykırılık oluşturur. Siyasî partiler ve
siyasî hak sahipleri uymak zorunda olduğu kuralların hangi gün iptal edilerek
suçlu konumuna düşeceği tehdit ve güvensizliği altında yaşayıp gelişemez. Bu
dava sebebiyle Anayasa Mahkemesi'nin Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. maddesinin
ikinci fıkrası için verdiği iptal kararının bu davada uygulanma olanağı yoktur.
2-
Eylemlerin Suç Odağı Oluşturup Oluşturmadığı
Fazilet
Partisi'nin Anayasa'nın 69. ve Siyasî Partiler Kanunu'nun 101., 103. maddeleri
gereğince lâiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğinin saptanabilmesi
için öncelikle "lâiklik karşıtı eylem"in ne olduğu ve niteliği
üzerinde durmak gerekir.
Anayasa
Mahkemesi kararlarında önceleri lâiklik "din ve devlet işlerinin
birbirinden ayrılması" olarak nitelenirken son zamanlarda bu tanım daha da
genişletilerek "din işleriyle dünya işlerinin birbirinden ayrılması"
şekline dönüştürülmüştür. Endişe verici bu tanımı "demokratik
lâiklik" biçiminde algılamak çağdaş bir anlayışın gereği olarak kabul edilemez.
Dinlerin dünya ile ilgilerinin görüş ve beklentilerinin olmadığını söylemek
mümkün değildir. Bireyin ve toplumların yaşamlarını ciddî biçimde etkileyen
dinlerin dünya ile ilgisini kesmek ancak o dinin yok edilmesiyle olanaklıdır.
Oysa dinler, bireyin diğer insanlarla münasebetlerini, aile hayatını, sosyal
yaşamını az ya da çok etkiler ve yönlendirir. Bu etki ve yönlendirmelerden
birey çoğu kez farkında bile olmayabilir. İnsanların hayatlarını bu derece
etkileyen dinlerin, dünya ile değil devletle olan ilgisinin denetim altına
alınması bilimin ve aklın gereğidir.
Lâiklik
esas itibariyle devleti sınırlayan onun nasıl hareket etmeyeceğini gösteren bir
ilkedir. Lâik devlet belli bir dini ya da seküler görüşü vatandaşlarına
dayatamayacağı gibi, din ve vicdan özgürlüğünün kullanılmasını güvence altına
almak zorundadır. Lâikliğe aykırı olan, devlet yetkisi kullananların belli bir
dini görüşü yasa, tüzük ve yönetmelik gibi uygulamalarla devlet kuralı şekline
dönüştürmesi ve böylece devletin tarafsızlığının bozulmasına yol açılmasıdır.
Bir
başka anlatımla, hukuk düzeninin dine dayanmaması, devletin dinler karşısında
tarafsız kalmasıdır. Lâiklik, kimi kişi veya grupların aykırı, hoşa gitmeyen
fikirlerinin açıklamasının değil, bu gibi görüşlerin hukuk kuralları haline
dönüştürülmesini engelleyen çağdaş bir devlet anlayışının niteliğidir. Bu
nitelik aynı zamanda hukuk kurallarının tarafsızlığını öngören bir anlayıştır.
Lâikliğin bireylerin iç dünyalarına hapsedilmiş bir din anlayışıyla
tanımlanması dinin Dünya'ya ilişkin her türlü talebinin "istismar"
olarak yorumlanmasına yol açar. Lâiklik, dinsizlik olarak algılanamayacağı gibi
toplumda yoğunlaşan her dinsel talep lâiklik karşıtı olarakta nitelendirilemez.
Anayasa'nın 2. maddesinde devletin niteliklerinden biri de
"Demokratik" olması biçiminde yer almıştır. Demokratik olmanın temel
unsurları ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nce çoğulculuk, hoşgörü,
farklılığa saygı olarak ifade edilmekte, devletin yalnız başına lâik
niteliğiyle değil demokratik lâik yapısıyla çağdaş dünya da yerini alabileceği
kabul görmektedir.
Fazilet
Partisi'nin kapatılması için Başsavcılığın "lâikliğe aykırı fiiller"
olarak ileri sürdüğü delillerin tamamı üniversitelerimizde yaşanmakta olan
kıyafet sorununa ilişkin partililerin söylem ve eylemleridir. Bu sorunun
hukuksal tartışması bir tarafa bırakılarak siyasî partilerin bu konuya ilişkin
görüş, düşünce ve eleştiri yapıp yapamayacağı incelenmelidir. Gerçekten bir
siyasî parti toplumda yaşanan dinsel kaynaklı bir sorunu gündeme getirdiği takdirde
lâikliğe aykırı eylemde bulunmuş olacak mıdır' Ya da böyle bir durumda dini
istismar etmiş sayılacak mıdır'
Toplumsal
bir problemin siyasal, hukuksal ve sosyal boyutlarını ortaya koyarak
eleştirmek, çözüm üretmek bir siyasî partinin en temel görevidir. Meclis
kürsüsünde konuşularak "sorumsuzluk" alanına girmeseydi bile,
herhangi bir inanç grubunun hak ve özgürlüğünün önünde bulunan engellerin
kaldırılması için bir siyasal partinin ya da üyesinin düşüncesini açıklaması,
çözüm önermesi dinsel bir inancı istismar anlamında yorumlanamaz. Dini inanç ve
bunun yaşama geçirilmesi Anayasa'da teminat altına alınmış temel hak ve
özgürlük olduğuna göre, bu konudaki sorunları çözmek için ileri sürülen
düşüncelerin diğer anayasal hak ve özgürlüklerin savunulmasından farkı olamaz.
Tıpkı sendikal bir hakkı ya da grevi savunmanın sosyal bir sınıfın
diktatörlüğünü savunma anlamına gelmeyeceği gibi. Demokratik Devlet,
farklılıkların bir arada bulunduğu, ancak insanların barış içinde yaşayabildiği
ülke demektir. Herkesin aynı şeyi düşündüğü, aynı görüşü ifade ettiği,
farklılıkların bulunmadığı, tekçi düşüncelerin dayatıldığı bir ülkede
"demokratiklik"ten bahsedilemez. Siyasal, sosyal, hukuksal ve
ekonomik sorunlar özgür bir ortamda tartışılmadığı sürece insanların iç dünyalarında
devletiyle sürekli kavga ettiği bir toplum yaratılmış olur.
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'nin, demokratik hukuk düzenini koruma hakkı olduğu
tartışmasızdır. Devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü ve lâiklik ilkesini
Anayasa ve yasalarla teminat altına almak, devletin yapısal güvenliği açısından
yeterli sayılamaz. Devletin görevi, düşünceleri ve inançları
"devletleştirmek" değil, alacağı tedbirlerle güvenli ve özgür bir
ortamda bireylerin ve siyasal örgütlerin terör ve şiddete bulaşmadan kendilerini
ifade edebilmelerine olanak vermektir. Kendini korumanın esas teminatı budur.
Hak ve özgürlüklerin teminat altına alındığı "risksiz bir demokrasi"
ancak kamuoyunun desteğini almakla oluşabilir. Bu destek ise ekonomik
sorunların çözüldüğü, düşünceyi ifade ve inanç özgürlüklerinin sorun olmaktan
çıktığı ülkelerde mümkündür.
2547
sayılı Yasa'nın Ek 17. maddesine dayanarak üniversitelerde kanunlara aykırı
olmayan kıyafetlerin giyilebileceğini savunan bir siyasi partinin bu fiili,
sözkonusu Yasayı çıkararak üniversitelerdeki başörtüsü sorununa çözüm getirmek
isteyen diğer siyasal partilerin fiillerinden daha ağır bir suç olarak
nitelendirilemez. Bireylerin dini duyguları davranışlarını ve siyasî
düşüncelerini etkilediği sürece, siyasal partilerin de bu gerçeğe kayıtsız
kalması düşünülemez. Bu sebeple, tüm siyasal partiler gerek TBMM'de gerekse
dışarıda kıyafet sorununa ilişkin olumlu-olumsuz düşüncelerini her zaman ifade
etmişlerdir.
Bu
söylemleri devlete bir karşı geliş değil, uygulamaya dönük bir tepki ve
eleştiri olarak kabul etmek gerekir.
Siyasal
partilerin fonksiyonlarını yerine getirirken tâbi olduğu "özgürlük
alanı" ile "yasak alanın" sınırlarının çağdaş anlayışlara uygun
olarak belirlenmesi zorunludur. Partileri, Devletin resmî kurumları olarak
algılayan bir anlayış, yasak alanı çok geniş tutmak gereğine inanır. Böylece,
parti sayısı çok olsa bile, farklılığın olmadığı, tek düşüncenin dayatıldığı,
tek partili sistem yaratılmış olur.
Kamu
hizmeti üreten devlet bunu topluma sunarken, yansız, tarafsız ve herkese eşit
uzaklıkta olmak zorundadır. Kimilerinin rengine, diline, mezhebine, dinine,
kıyafetine, taşıdığı vicdanî kanaatlerine bakılarak ayrım yapılması, bu
hizmetten yoksun bırakılması ağır bir Anayasa ihlâli ve insanlık suçudur. Kamu
hizmetinden yoksun bırakılanların uğradığı haksızlığı örgütlü örgütsüz dile
getirmelerinin ve anayasal sınırlar içinde haklarını kullanarak tepkilerini
ortaya koymalarının ayrıca cezalandırılması ve susturulması ise, ancak
demokrasinin olmadığı totaliter rejimlerde görülecek bir anlayış ve davranış
türüdür.
Davalı
Parti'nin kapatılması için ileri sürülen delillerin büyük bölümü soyut
nitelikteki söylemlerden ibarettir. Eylem biçiminde görülen kimi miting ve
gösteri faaliyetleri ise meşru anayasal hakların kullanılmasından başka bir
şekilde tanımlanamaz. Bu söylem ve eylemlerin, aktif, saldırgan terör ve şiddet
unsuru taşıyan eylemlerle bütünleştiğine ilişkin somut delilde sunulamamıştır.
Belirtilen
bu nedenlerle, Fazilet Partisi'nin kapatılmasına karşıyım.
C-
TEMELLİ KAPATILAN BİR PARTİ'NİN DEVAMI OLMASI YÖNÜNDEN İNCELEME
Anayasa'nın
69. maddesinin yedinci fıkrasında "temelli kapatılan bir parti başka bir
ad altında kurulamaz" denilmektedir. Madde de bir siyasî partinin hangi
hallerde "temelli kapatılacağına" ilişkin durumlar tek tek
sayılmıştır. Kapatılma nedeni kabul edilen üç durum dışında yorum yoluyla
bunlara ek yapmak olanaklı değildir. Siyasî partiler, demokratik hayatın
vazgeçilmez unsurları olarak görüldüğüne göre, kapatma yaptırımının hiç bir
yoruma ihtiyaç duyulmayacak açıklıkta belirlenmesi gerekir. Siyasî hayat,
Mahkemenin yorum yoluyla ulaştığı kapatma yaptırımının tehdidi altında yaşayıp
gelişemez. Anayasa'nın 68. ve 69. maddelerinde olumlu ya da olumsuz sözcüklerle
ifade edilen kimi yasaklar vardır. Bunlardan sadece üç durum kapatma yaptırımı
ile sonuçlandırılmıştır. Örneğin, siyasî partilerin ticaretle uğraşamayacağı,
partilerinin kapatılmasına neden olanların başka bir partinin kurucusu ve üyesi
olamayacağı, gelir ve giderlerinin amaçları dışında kullanılamayacağı gibi emir
ve direktifler olmasına karşın, aksi durumda yaptırımın ne olacağı Anayasa'da
öngörülmemiştir. Anayasakoyucunun yaptırıma bağlamadığı bu konuların yasama
organının takdirine bırakılmış alanlar olduğu ileri sürülebilirse de, bu
yasaklara aykırı davranan partilerin ancak "kapatma" dışında bir
yaptırımla cezalandırılması mümkündür.
Temelli
kapatılan bir partinin başka bir ad altında kurulamayacağına ilişkin yasağın
unsurları ne Anayasa'da ne de yasalarda belirlenmemiştir. "başka bir
AD" dendiğine göre kasdedilen isim'midir, yoksa sosyolojik olarak ya da
düşünce ve görüş itibariyle kapatılan partiyle aynilik ve özdeşlikmidir'
Eğer,
görüş ve düşünceleri esas alınacaksa bu sosyolojik gerçeğin tesbiti nasıl
yapılacaktır. Anayasa'da cevabını bulamadığımız bu konuların her an
değişebilecek yargı organlarının içtihatlarıyla belirlenip kapatılmaya esas
alınması suç ve cezalardaki yasallık ilkesine aykırılık oluşturur. Kaldı ki,
kapatılan bir partinin görüş ve düşünceleri ile eylemleri arasında bir aynilik
veya özdeşlik saptanabiliyorsa bir başka ad altında kurulduğu sonucuna gitmeye
gerek kalmadan tüzük ve programdan ya da yasak eylemlerin odağı haline
gelmekten ötürü kapatılabileceğine Anayasa zaten olur vermektedir.
Öte
yandan, Başsavcılığın iddia ettiği gibi, bir başka ad altında kurulmuş olmadan,
davalı partiyle temelli kapatılarak yasaklanan bir partinin eylem ve
söylemlerinin aynı amaca yöneldiği kasdediliyorsa, bu durum daha ağır ve
tehlikeli bir sonucu ifade ettiğinden Anayasakoyucunun bunu evleviyetle düşünerek
böyle partilerin kapatılmasını açık ve kesin bir dille belirlemesi gerekirdi.
Bu
belirsizlikler içinde temelli kapatılan bir partinin başka bir ad altında
kurulduğu yönünde bir incelemenin yapılmasının mümkün olmadığı düşüncesiyle
çoğunluk görüşüne bu gerekçeyle katıldım.
KARŞIOY
YAZISI
Fazilet
Partisi'nin kapatılmasına ilişkin karara aşağıda açıklanan nedenlerle
katılmıyorum.
A-
Usul Yönünden
2820
sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. maddesinde, hangi hallerde bir siyasî parti
hakkında doğrudan kapatma davası açılacağı tek tek sayılmış, 104. maddesinde
de, bu Kanun'un 101. maddesi dışında kalan emredici hükümleriyle diğer
kanunların siyasî partilerle ilgili emredici hükümlerine aykırılık bulunması
halinde, o parti aleyhine Cumhuriyet Başsavcılığı'nca re'sen yazı ile Anayasa
Mahkemesi'ne başvurulacağı, Anayasa Mahkemesi'nce söz konusu hükümlere
aykırılık görülmesi halinde bu aykırılığın giderilmesi için siyasî parti
hakkında "ihtar" kararı verileceği, bu kararın tebliğinden itibaren
altı ay içinde söz konusu aykırılığın giderilmemesi halinde bu kez Cumhuriyet
Başsavcılığı'nca Anayasa Mahkemesi'ne kapatma davası açılacağı öngörülmektedir.
Sözü
edilen maddelerden açıkça anlaşılacağı gibi, yasakoyucu, sadece 101. maddede,
sayılan hallerde siyasî partilerin doğrudan kapatılması için dava açılmasına
izin vermiş, 101. madde dışında kalan emredici kurallara aykırılık halinde
kapatma davası açılmadan önce bu aykırılığın giderilmesi için siyasî parti
hakkında ihtar kararı verilmesini emretmiştir. Bu emredici kurala aykırı
biçimde açılan siyasî parti kapatma davasının esasının incelenmesine olanak
yoktur. Başka bir anlatımla Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. maddesinde
sayılanlar dışındaki nedenlerle açılacak kapatma davalarının kabul edilebilmesi
için "ihtar" önkoşulunun yerine getirilmesi gerekir.
Oysa,
"Temelli kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz" kuralı
Anayasa'nın 69. maddesinin dokuzuncu fıkrasında yer almakta olup; bu yasak,
Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin (a), (b) ve (c) bentlerinde sayılan
hallerden hiçbirisine girmemektedir. Bu aykırılığın giderilmesi için ihtar
kararı verilmesi istenilmeden doğrudan kapatma davası açılmasında yasal isabet
yoktur.
Bu
nedenle, öncelikle davanın bu gerekçeyle usul yönünden reddi gerekir.
B-
Esas Yönünden
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı iddianame ve ekinde, davalı Parti'nin, lâiklik karşıtı
eylemlerin odağı haline geldiğini ileri sürerek kapatılmasını istemiştir.
Anayasa'nın
68. maddesinin dördüncü fıkrasında, siyasî partilerin tüzük ve programları ile
eylemlerinin "demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı
olamayacağı" hükme bağlanmakta, 69. maddesinin altıncı fıkrasında,
"Bir siyasî partinin 68. maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı
eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına ancak onun bu nitelikteki fiillerin
işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi
halinde karar verilir" denilmekte, son fıkrasında ise, siyasî partilerin
kuruluşu ve çalışmaları, denetlenmeleri ve kapatılmalarının kanunla
düzenleneceği öngörülmektedir.
Anayasa'nın
69. maddesinin altıncı fıkrasıyla Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin
(b) bendinde, "Bir siyasî partinin Anayasanın 68 inci maddenin dördüncü
fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak,
onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği odak haline geldiğinin Anayasa
Mahkemesince tesbit edilmesi halinde karar verilir" denilmekte, 103 üncü
maddesinde ise, bir siyasî partinin Anayasa'nın 68 inci maddesinin dördüncü
fıkrası hükmüne aykırı eylemlerin odak halini oluşturup oluşturmadığı hususunun
Anayasa Mahkemesi'nce belirleneceği hükme bağlanmaktadır.
Siyasî
partilerin hangi durumda yasak eylemlerin odağı haline geleceğini düzenleyen
2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 3270 sayılı Kanunla değişik 103.
maddesinin ikinci fıkrası, Anayasa Mahkemesi'nin 9.1.1998 günlü; Esas:1998/2,
Karar:1998/1 sayılı kararıyla Anayasa'nın 69. maddesine aykırı bulunarak iptal
edilmiştir.
Anayasa
Mahkemesi Refah Partisinin kapatılması kararında mihrak (odak) olma hali,
"Siyasî Partiler Yasasının 103 ve buna dayanak oluşturan Anayasa'nın 69.
maddesi uyarınca bir siyasî partinin yasak fiillerin işlendiği odak haline
geldiğinin saptanması, yalnız tüzelkişiliğin faaliyetlerinin değil, üyeler
tarafından yürütülen faaliyetlerin de incelenmesi ile olanaklıdır. Çünkü odak
olma durumunun oluşması için gerekli olan yasak eylemlerdeki nitelik ve nicelik
ile bunların tekrarındaki kararlılık gibi öğelerin varlığı konusunda
milletvekillerinin Meclis içindeki ve dışındaki söz ve eylemlerinin tümü
değerlendirilmedikçe sağlıklı bir sonuca ulaşılmaz" biçiminde
tanımlanmaktadır.
Fazilet
Partisi'nin kapatılmasına ilişkin bu davada da 2820 sayılı Yasa'nın 4445 sayılı
Yasa ile eklenen 103. maddesinin ikinci fıkrası Mahkememizce ikinci kez iptal
edilmiştir.
Sonuçta
beyan ve eylemleriyle partinin kapatılmasına neden olan milletvekili Merve
KAVAKÇI'nın Türkiye Büyük Millet Meclisine türbanı ile gelmesi, milletvekili
Nazlı ILICAK'ın, Merve KAVAKÇI'nın milletvekili seçilmesine ve türbanı ile
Türkiye Büyük Millet Meclisine girmesine yardımcı olması eylemleri ile diğer
milletvekili Bekir SOBACI'nın türban ile ilgili beyanları, Anayasa
Mahkemesi'nin Refah Partisi'nin kapatılması kararının gerekçesinde açıklandığı
biçimde odak halinin oluştuğunu göstermemektedir. Kimi milletvekillerinin
söylemleri nedeniyle milletvekilliklerine son verilmediği ve başka bir partinin
kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olması yasaklanmadığına göre bu
söylemleri lâiklik karşıtı eylemler kabul edilerek odak halinin oluştuğu kabul
edilemez. Milletvekilliği sona erdirilmeyen, yasaklama getirilmeyen bu
kişilerin söylemlerinin eleştiri düzeyinde kaldığının kabulü gerekir.
Yukarıda
açıklanan nedenlerle, Fazilet Partisi'nin kapatılmasına ilişkin davanın gerek usulden
ve gerekse esas yönünden reddi gerekirken, Parti'nin kapatılmasına karar
verilmesinde isabet bulunmadığından, karara karşıyım.
KARŞIOY
YAZISI
Fazilet
Partisi'nin, kapatılan Refah Partisi yerine geçmek üzere, Fazilet Partisi'nin kapatma
davası sonuçlanmak üzere iken, 17.12.1997 tarihinde kurulup bundan yaklaşık bir
ay sonra 16.1.1998 tarihinde Anayasa Mahkemesi'nce davalı Parti'nin
kapatılmasına karar verilmiştir. Bu kapatma kararından hemen sonra kapatılan
Refah Partisi'nin yöneticileri, milletvekilleri, belediye başkanları ve parti
örgütü önceden planlandığı gibi toptan Fazilet Partisi'ne katılmışlardır. Bu
katılımlardan sonra Fazilet Partisi yönetici kadroları yeniden oluşturulmuş ve
özellikle Refah Partisi'nin kapatılma nedenlerinden biri olan ve lâiklik
karşıtı eylem olarak kabul edilen kamusal alanda ve üniversitelerde türban
yasağı karşıtı eylem ve söylemlere Refah Partisi'nin bıraktığı yerden devam
edilmiştir.
Yeni
parti, kapatılan Refah Partisi Genel Başkanı olup kapatma kararı ile birlikte
hakkında 5 yıllık yasak getirilen Necmettin ERBAKAN'ın telkin ve
direktifleriyle yönetilmeye başlanmıştır.
Çoğunluk
tarafından hukuka aykırı şekilde elde edildiği, bu nedenle delil olarak
kullanılamayacağı kabul edilen; Necmettin ERBAKAN ile Fazilet Partisi
milletvekili Yasin HATİPOĞLU arasında araç telefonu ile yapılan görüşmeye ait
bant kaydı, araç telefonunda gizlilik olmayacağı, kaldı ki, her türlü alıcı ve
radyodan kolayca izlenebilinen bu bant kaydının soruşturma ve kovuşturma ile görevli
mercilerce kayda alınmadığı dikkate alındığında, ortada hukuka aykırı şekilde
elde edilmiş bir delilden söz edilemeyeceği, bu yönüyle band kaydının Fazilet
Partisi'nin yasaklı eski Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN tarafından
yönlendirildiğinin başka bir göstergesi olduğu anlaşılmaktadır.
Alınan
erken seçim kararının kaldırılarak Necmettin ERBAKAN'ın siyasî yasağının
kaldırılmasına yönelik yasal ve Anayasal değişikliklerin yapılabilmesi için
Yasin HATİPOĞLU'nun, TBMM'nin "kanun tasarı ve tekliflerin görüşülmesine
devam olunması önerisini tamamen usule aykırı şekilde gündeme alıp oylamanın
yaptırılması da bu hususu doğrulamaktadır.
Kapatılan
bir siyasî parti, başka ad altında kurulamaz kuralından, kapatılma riskinin
arttığı bir sırada ve kapatılma kararından önce bir parti kurmak ve parti
kapatıldıktan sonra bu partiye geçmek suretiyle kurtulmak hiçbir hukuk
düzeninde söz konusu olamaz. Hukuk devleti kendisine karşı yapılan hileli ve
muvazzalı işlem ve davranışları görmezden gelemez ve bu gibi davranışlara meşruiyet
tanıyamaz. Kapatılan bir siyasî parti başka ad altında kurulamaz. Kuralının
yaptırımı kendi içinde vardır. Kurulamayacak parti kurulursa kapatılır.
Fazilet
Partisi, kapatılan Refah Partisi'nin başka bir ad altında devam ettirilmek
istenen bir partidir. Bu parti Refah Partisi'nin kapatılan nedenlerinden biri
olan türban konusunda aynı söylem ve eylemlere devam etmiş, hatta Merve KAVAKÇI
olayı ile bu eylem ve söylemleri daha ileri götürmüştür. Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nde yaşanan olay, Başbakan'ın deyimi ile "Devlete baş
kaldırma" şekline dönüşmüştür. Merve KAVAKÇI, Refah Partisi döneminde
özellikle yetiştirilmiş, söylemleri ile lâik devlet yapısını değiştirme amacını
açıkça belli etmiş biri olarak, özellikle parlamentoya girmesi kuvvetli olasılık
olan bir yerden aday gösterilmiş bir kişidir. Milletvekili seçilmeden önce yurt
dışında yaptığı konuşmalar dikkatle incelendiğinde bu hukuk açıkça
görülmektedir.
Fazilet
Partisi'nin, Refah Partisi'nin Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN tarafından
yönlendirildiği, bu partinin 1. Olağan Kongresinde, yönetimin kontrolünde olan
dev ekranda uzun süre "Mücahit ERBAKAN" şeklinde yazı geçilmesi ve
"Mücahit ERBAKAN - ERBAKAN nerede biz oradayız" şeklinde sloganlar
atılması ve yönetimin bunlara müdahale etmemesiyle açıkça ortaya çıkmıştır.
Bu
durumda, Fazilet Partisi'nin, öncelikle kapatılan bir siyasî partinin yerine
başka ad altında kurulmuş ve aynı doğrultuda faaliyet gösteren bir parti olması
nedeniyle Anayasa'nın 69. maddesi gereğince kapatılması gerekirken, bu hususun
dikkate alınmaması nedeniyle çoğunluk kararına katılmıyorum.
KARŞIOY
YAZISI
Anayasa
Mahkemesi Fazilet Partisi'nin temelli kapatılması hususunda 22.6.2001 tarihinde
oyçokluğuyla karar vermiştir.
Cumhuriyet
Başsavcılığı kapatma dâvâsını temelli kapatılan bir partinin başka bir ad
altında kurulamayacağı ve yine bir partinin Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü
fıkrası hükmüne aykırı eylemlerin odağı hâline geldiği iddialarına dayanarak
açmıştır.
Mahkememiz
Fazilet Partisi'nin kapatılan Refah Partisi'nin başka bir adla kurulmuş devamı
niteliğinde olduğuna ilişkin kapatma istemini, ortaya konan delillerin
yetersizliğinden dolayı reddetmiştir.
Halbuki
2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun Anayasa'daki yasaklara aykırılık hâlinde
partilerin kapatılmasını düzenleyen 101. maddesi bir siyasî parti hakkında
Anayasa Mahkemesi'nin üç durumun varlığını arayarak kapatma kararı
verebileceğini belirtmiştir.
Anayasa'nın
69. maddesinde temelli kapatılan bir partinin başka bir ad altında
kurulamayacağı öngörülmüş, ancak, kurulduğu takdirde nasıl bir müeyyide
uygulanacağı belirtilmemiştir. Böyle bir durumda yasakoyucunun veya herhangi
bir yargı organının kapatma yaptırımı ihdâs etmesi Anayasa'ya kesin aykırılık
oluşturur.
Odak
hâline gelme şartı ise gerek Anayasa gerekse SPK'nda geniş şekilde ele
alınmıştır.
Türkiye
Cumhuriyeti, Anayasa'nın 2. maddesinde tanımlandığı gibi, demokratik, lâik ve
sosyal bir hukuk devletidir.
Hukuk
devleti, vatandaşlarına hukuk güvenliği ve istikrarı sağlayan, Anayasa ve hukukun
üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan bir
devlettir.
Böyle
olunca, TCK'nun 2. maddesinin birinci fıkrası hükmü gereğince, işlendiği
zamânın kanununa göre cürüm veya kabahat sayılmayan bir fiilden dolayı kimseye
ceza verilmeyeceğinden yâhut işlendikten sonra çıkarılan kanuna göre cürüm veya
kabahat sayılmayan bir fiilden dolayı da kimse cezalandırılamayacağından,
eldeki dâvâda 4445 sayılı Kanun'un 18. maddesi ile değiştirilmiş bulunan 2820
sayılı SPK'nun 103. maddesinin odaklaşmayı tanımlayıp parti kapatmayı
zorlaştırarak parti lehine bir durum yaratan ve Anayasa Mahkemesi'nin
12.12.2000 tarihli iptal kararından önceki ikinci fıkrasının uygulanması
gerekir.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı iddiânamesinde odak olma konusunda Parti'yi ilzâm eden
yasak beyan ve faaliyetler, başta Nazlı ILICAK, Bekir SOBACI, Merve KAVAKÇI,
Ramazan YENİDEDE, Mehmet SILAY, Recai KUTAN , Abdullah GÜL, Abdüllâtif ŞENER,
Bülent ARINÇ, Mustafa KAMALAK, Cemil ÇİÇEK olmak üzere daha 21 kişiye
dayandırılmış, bunlardan ilk beşine, ikisinin milletvekilliklerinin
kaldırılmasına ilave olarak, hem beş yıl süreyle bir başka partinin kurucu
üyesi, yöneticisi ve deneticisi olma yasağı getirilmiş, hem de bunlardan dolayı
Parti'nin kapatılmasına karar verilmiş, bunlar dışındakilerin kapatmaya sebeb
olmadıkları hükme bağlanmıştır.
Belirtilen
söylem ve eylemler, kanaatimce, Parti'nin kapatılmasına sebep olacak delil
niteliğinde olmadıkları gibi, Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına
aykırı eylemlerin işlendiği odak haline geldiğinin kanıtı da olamazlar. Zîrâ,
odak olmada partinin bütünü için geçerli toplu, genel ve devamlı bir eğilimin
oluşmasına bakılmalı, başka bir deyişle, bütün eylemlerde tekrar, kararlılık,
devamlılık, yoğunluk, yaygınlık, niyet (kasıt) gibi unsurların yanında şiddete
başvurma unsuru da aranmalıdır.
Nitekim,
bu konuyla ilgili olarak, AİHS'nin ifade hürriyetini düzenleyen 10. maddesiyle,
9. maddesindeki düşüncelerin serbestçe açığa vurulması hakkı teminat altına
alınmıştır. Buna göre,
"1-
Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat
özgürlüğünü, kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu
olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir. Bu madde,
devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine bağlı
tutmalarına engel değildir.
2-
Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler, demokratik bir
toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak
bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, asâyişsizliğin veya suç
işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veyâ ahlâkın, başkalarının ün ve haklarının
korunması, gizli kalması gereken haberlerin yayılmasına engel olunması veya
yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için kanunla öngörülen bazı
formalitelere, şartlara, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir."
AİHS'nin
toplantı, dernek ve sendika kurma hürriyetini düzenleyen ve kapsamına siyasî
partiler de giren 11. maddesiyle de,
"1-
Herkes barışçı amaçlarla toplantılar yapmak, dernek kurmak, ayrıca çıkarlarını
korumak için başkalarıyla birlikte sendikalar kurmak ve bunlara katılmak
haklarına sahiptir.
2-
Bu hakların kullanılması, demokratik bir toplumda zorunlu tedbirler niteliğinde
olarak ulusal güvenlik, kamu güvenliği, barış ve düzenin sağlanması ve suç
işlemenin önlenmesi, sağlığın veya ahlâkın veya başkalarının hak ve
özgürlüklerinin korunması amaçlarıyla ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu
madde, bu hakların
kullanılmasında
silahlı kuvvetler ve güvenlik güçleriyle devletin idare mekanizmasında görevli
olanlar hakkında yasal sınırlamalar konmasına engel değildir" kuralı
getirilmiştir.
AİHM
bu kurallar ışığında Türkiye Birleşik Komünist Partisi, Sosyalist Parti,
Özgürlük ve Demokrasi Partisi'nin kapatılmaları hakkında verdiği kararlarda,
"TBKP faaliyete geçmeden kapatıldığından, ne terörle bir ilgisi, ne de
AİHS 'nde yer alan hak ve hürriyetleri tahribe yönelik faaliyet içinde
bulunduğu söylenebilir"; "SP'nin kapatılması güdülen amaç ile
orantısız ve demokratik toplum açısından gereksiz bir yaptırımdır. Bu nedenle
Sözleşme'nin 11. maddesi ihlâl edilmiş"; " ÖZDEP'in... terör
konusundaki sorumluluğu Hükümet tarafından kanıtlanamamıştır. Aynı şekilde,
ÖZDEP'in parti programından kaynaklanabilecek tehlikelerin Türkiye'de terörizmi
nasıl arttırdığı da ortaya konamamıştır,... ÖZDEP'in kapatılması hedeflenen
amaca uygun değildir ve Sözleşme'nin 11. maddesi ihlâl edilmiştir"
sonucuna varmış, özellikle de demokrasi, ifade hürriyeti, terör, şiddet
kullanımı , bölücülük, diyalog yoluyla çözüm, barışçı amaç ve yollar gibi
kavramlar üzerinde durmuştur.
Başka
bir örnek olarak, Federal Alman Anayasa Mahkemesi ise yine odak olma konusunda
"aktif olarak savaşcı ve saldırgan bir tutum"un varlığını aramakta;
parti yasaklarına aykırı bir eylemin Anayasa Mahkemesi'nce delil olarak kabul
edilebilmesi için partinin Anayasa'da belirtilen yasakları benimsememesinin
yeterli olamayacağını, o eylemlerin demokratik düzenin temel öğelerine karşı
aktif ve şiddete yönelik bir saldırı ve mücadele amacı taşıması gerektiğini
söylemekte; kasıt unsuru aramakta; herkesin, her yerde, her zaman
söyleyebileceği sözlerin ve yapabileceği faaliyetlerin partiyi bağlamayacağını,
bunların ferdi suçlar olarak görülmesi gerektiğini ifâde etmektedir.
Anlaşılmaktadır ki, partinin beyan ve faaliyetleri şiddet içermemeli, hattâ
potansiyel bir şiddete çağrıda bulunmamalıdır.
Önemli
olan, partilerin kapatılmasına gidilmeden önce sistem içine sokulmasını, bunun
karşılığında, onların da sisteme itinâ ve ihtimam göstermesini sağlamaktır. O
hâlde, odak olmadan dolayı kapatma için yapılacak düzenlemenin öngörülen amaca
uygun olması, makûl, haklı ve anlaşılabilir haklı nedeninin bulunması lâzımdır.
Öte
yandan, lâiklik anlayışının ve uygulamasının ülkeden ülkeye büyük ölçüde
değişebileceğini iddia ve kabul etmek ve ülkenin kendine has koşulları ve
özelliklerine büyük önem atfetmek, "muasır medeniyet seviyesi"ni
yakalamaktan uzak kalmak demektir. Lâikliğin standartları konusunda Batı'daki
gelişmeleri yakından tâkip etmek ve her halde sert tanımlamalardan kaçınmak
gerektir. Türkiye'nin kabul ettiği bütün milletlerarası anlaşmalarda yer alan
her konuda Batı'nın değerlerinin öncü sayılmasına lâikliğin istisna tutulmasını
anlamak hayli zor olmaktadır. Lâiklik Türkiye'de oturmuştur. Demokrasi kapısı açık
tutulduğu sürece kurumlaşma olacak, toplum kendi kendini kontrol eder hâle
gelecektir. Taraf olmaktan çıkınca; plânlayan, koordinasyon kuran, denetleyen,
hukukun üstünlüğü anlayışını pekiştiren, bayındırlık, güvenlik, hâriciye
işlerini en iyi şekilde yapan bir üst örgütlenme oldukça, belki, Devlet'in
tanımı bile değişecektir. Aslında kimse Devlet değildir veya, tam tersine,
herkes Devlet'tir, çünkü herkes birbirinin hizmetindedir. Feedback (geri
yansıma-düzenleyici cevap) ve karşılıklı etkileşim olduğu sürece sert
kırılmalar yerini yumuşak geçişlere bırakacaktır. Baskı şiddetlenirse sistem
kitlenir. Yöneten ve yönetilenlerin karşılıklı olarak birbirlerine müsamaha
göstermeleri esas iken, birinin yekdiğerine baskıda bulunması karşısında
demokrasi korunmaz, bilakis, zedelenir. Yasaklar olabilir, ama birileri de o
yasakların kalkmasını savunabilir. Yasakların kalkmasını savunmak, yasağa
aykırı hareket etmek demek değildir. Politika farklı bir zemindir. Siyasî
mücadele eşit şartlarda ve şanslarla yürütülmelidir. Demokrasi siyasî partiler
arasında şart ve şans eşitliğini gerektirir. O hâlde, partiler dâhil, herkesin
şansını her yerde ve her zaman rastlantılardan uzak ve eşit tutmak bir
çağdaşlık ülküsüdür.
Fazilet
Partisi'nin kapatılmasına yol açan olayların büyük çoğunluğu türban üzerinde
odaklaşmıştır. Bu, 1950'li yıllardan beri neredeyse bütün partilerin az veya
çok konusu olmuştur. Fazilet Partisi'nin bununla biraz daha fazla ilgilenmesi
onun sistem dışına çıktığını göstermez. Karşılıklı olarak olaylara biraz daha
hoşgörülü bakıldıkça, hukuk devleti anlayışına ve katılımcı-çoğulcu demokrasi
uygulamasına daha çok sarıldıkça, aklıselim her zaman galip geldikçe, iyi niyet
ve güven duygusu yerleşip sorumluluk anlayışı ve görev şuuru pekiştikçe,
topluluk hâlinde yaşama fedâkârlığiyle insan hak ve hürriyetlerindeki gelişme
dengeli yürütüldükçe ve özellikle ekonomik gelişmeye paralel ve sosyal adalete
uygun olarak kişi başına düşen millî hâsıla payı yükseldikçe, Türkiye herhâlde
farklı bir ülke olacaktır.
Bu
düşüncelerle Parti'nin kapatılma kararına katılmamaktayım ve dolayısiyle
Anayasa'nın 68. maddesiyle SPK'nın 101. ve 103. maddelerine aykırılık olmadığı
kanaatindeyim.
KARŞIOY
YAZISI
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 7.5.1999 günlü iddianamesi, 4.6.1999 günlü
istenilen belge ve delillerin gönderildiğine dair yazısı ve 5.2.2001 günlü ek
iddianamesi ile Fazilet Partisi'nin, Anayasa Mahkemesi'nce temelli kapatılan
Refah Partisi'nin başka bir ad altında kurulmuş devamı niteliğinde olduğu ileri
sürülerek Anayasa'nın 69. ve 2820 sayılı Yasa'nın 78., 86. ve 87. maddeleri
uyarınca kapatılması istemiyle açılan davada, bu yöndeki kapatılma isteminin
reddine ilişkin çoğunluk görüşüne aşağıda açıkladığımız nedenlerle
katılmıyoruz.
Anayasa'nın
69. maddesinin yedinci fıkrasında ve 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın 95.
maddesinde "Temelli kapatılan bir parti bir başka ad altında
kurulamaz" hükmü yer almaktadır. Bu hüküm, Anayasa'nın siyasî partilerle
ilgili ve siyasî partilerin uyacakları esaslar başlığı altında yer aldığı
cihetle kesin ve emredici nitelikte olduğundan bu kurala aykırı hareket
edilerek kurulan yeni partinin de kapatılması gerektiğinde duraksanamaz. Bu
nedenle, Fazilet Partisi'nin, Anayasa Mahkemesi kararıyla temelli kapatılan
Refah Partisi'nin "başka bir adla kurulmuş devamı niteliğinde
olduğunun" tesbiti ve bu kanıya varıldığında temelli kapatılmasına karar
verilmesi anayasal düzenin korunması yönünden, zorunlu bulunmaktadır. Esasen
Mahkememizce verilen ve çoğunluk görüşüne dayalı bu yöndeki istemin reddine
ilişkin kararda da, Anayasa'nın 69. maddesinin yedinci fıkrası ve 2820 sayılı
Yasa'nın 95. maddesi uyarınca, temelli kapatılan bir partinin bir başka ad
altında kurulamayacağının parti kapatma nedeni olmadığı ve bu sebeple bir
siyasî partinin kapatılmasına karar verilemeyeceği yönünden istem
reddedilmemiş, bu yönde ileri sürülen delillerin kapatılan bir partinin devamı
olduğunu kanıtlamaya yeterli olmadığı gerekçesiyle kapatma isteminin reddine
karar verilmiş olduğu ve böylece "temelli kapatılan bir parti bir başka ad
altında kurulamaz" hükmünün parti kapatma nedeni sayıldığı ve bu kurala
aykırı hareket eden bir partinin kapatılabileceği kabul edilmiş bulunduğundan
bu konu üzerinde daha fazla durulmasına gerek görmüyoruz.
Yukarıda
da belirtildiği gibi Anayasa'nın 69. maddesinin yedinci fıkrasında ve 2820
sayılı Yasa'nın 95. maddesinde, temelli kapatılan bir partinin bir başka ad
altında kurulamayacağı kuralı getirilmiş, ancak bu kuralın unsurları yani hangi
hallerde bir parti bir başka adla kurulmuş sayılacağı, gerek Anayasa'da ve
gerekse 2820 sayılı Yasa'da gösterilmemiştir. Her ne kadar 69. maddenin
sekizinci fıkrasında ve 2820 sayılı Yasa'nın 95. maddesinde, "Bir siyasî
partinin temelli kapatılmasına beyan veya faaliyetleriyle sebep olan kurucuları
dahil üyeleri, Anayasa Mahkemesi'nin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararının
Resmî Gazete'de gerekçeli olarak yayımlanmasından başlayarak beş yıl süreyle
bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve denetçisi olamazlar"
hükmü yer almakta ise de, bu hüküm, Anayasa'nın 69. maddesinin yedinci
fıkrasında yer alan "Temelli kapatılan bir parti bir başka ad altında
kurulamaz" şeklindeki parti kapatma nedeninin unsuru olmayıp Anayasa'da
yer alan tüm parti kapatma nedenleri yönünden ortak olan ve parti kapatma
kararı ile birlikte uygulanacak bir hükümdür. Bu nedenle, sözü edilen kuralı,
69. maddenin yedinci fıkrasının unsuru olarak kabul edip sadece bu kuralda
sayılan kurucular dahil üyelerinin beyan veya faaliyetlerini değerlendirmek,
kuralın getiriliş amacına, Anayasa'da öngörülen parti kapatma nedenlerine
aykırı olur. Bir partinin temelli kapatılan bir partinin devamı olup
olmadığının tesbitinde, kurucuları dahil üyelerinin beyan ve eylemlerinin
değerlendirileceği şüphesizdir. Ancak bu tesbitte bununla yetinilmeyecek, diğer
hususlar da nazara alınacaktır.
Temelli
kapatılan bir partinin bir başka ad altında kurulamayacağına ilişkin kuralla
yasaklanan, kapatılan bir siyasî parti ile aynı veya özdeş sayılabilecek yeni
bir partinin kurulmasıdır. Anayasa'da sayılan nedenlerden dolayı temelli
kapatılmış olan bir partinin aynı yöntemlerle, aynı kişilerce yeniden kurulması
ve bu partinin aynı veya özdeş sayılabilecek beyan veya eylemlerde bulunmuş
olması kapatma nedeni olarak kabul edilmelidir. Bu benzerlik ve ayniyet yeni
kurulan partinin tüzük ve programından anlaşılıyorsa bu durumda yeni parti,
"kapatılan partinin devamı olma" yönünden değil, Anayasa'nın 68.
maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırılık nedeninden kapatılmış
olacaktır. Bu sebeple her iki parti arasında tüzük ve programının aynı veya
özdeş olması unsurunun aranması gerekmemektedir.
Diğer
taraftan Anayasa Mahkemesi'nce temelli kapatılan bir partinin siyasî yasaklı
olmayan kurucuları dahil üyeleri, yöneticileri ve denetçilerinin yeni kurulan bir
partide yer almaları, yeni parti bakımından kapatılan partinin devamı olduğunun
başlı başına delili sayılmazsa da, kararın oluşmasında ve delillerin
değerlendirilmesinde gözden uzak tutulmayacak bir husustur. İleride izah
edileceği üzere parti yönetici ve üyelerinin beyan ve eylemleri
değerlendirilirken, evvelce kapatılan parti yönetici ve üyeleri doğrultusunda
beyan ve eylemlerde bulunup bulunmadıkları yönünden önem arzetmektedir.
Anayasa'nın 68. ve 2820 sayılı Yasa'nın 4. ve 5. maddelerinde, her vatandaşın,
siyasî parti kurma ve usulüne göre partilere girme ve partilerden ayrılma
hakları bulunduğu, siyasî partilerin, demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez
unsurları olduğu belirtilmektedir. Böylece siyasî yasaklı olmayan her vatandaş,
istediği bir partiye girebilecektir. Bunu yasaklayan ve buna müeyyide getiren
bir kural olmadığı gibi bunu temelli kapatılan bir partinin devamı sayan bir
kural da gerek Anayasa da, gerekse Siyasî Partiler Yasası'nda bulunmamaktadır.
Ancak, Anayasa Mahkemesi'nce temelli kapatılan bir partinin tüm kurucuları
dahil üyelerinin tamamına yakınının, merkez karar ve yönetim, denetim
kurullarının, milletvekillerinin tamamının yeni kurulan bir partiye törenlerle,
gösterilerle ve topluca girmeleri o partinin, kapatılan partinin devamı olduğunun
en belirgin bir göstergesidir. Bu üyelerin ve parti kuruluşundaki yöneticilerin
yeni bir partiye belirtilen yöntemlerle girmeleri, halk ve seçmen üzerinde
gerekli mesajın verilmesi amacını taşımakta, ancak, 2820 sayılı Yasa'nın 3.
maddesinde öngörülen, siyasî partilerin, çalışmaları ve propagandaları ile
millî iradenin serbestçe oluşmasını sağlayarak demokratik bir Devlet ve toplum
düzeni içinde ülkenin çağdaş medeniyet seviyesine ulaşması amacını gütmeleri
gerektiği yolundaki kurala aykırı düşmektedir. Bu konuda her vatandaşın veya
parti üyesinin veya parti kuruluşundaki yöneticilerin, Anayasa Mahkemesi'nce
mensup oldukları partileri kapatılınca, yeni kurulan bir partiye girmiş
olmalarının yasak olup olmadığına veya buna engel bir kural bulunup bulunmadığına
değil, bu yöndeki hareketlerin, beyanların yeni kurulan ve topluca girmiş
oldukları partinin, evvelce kapatılan bir partinin devamı olduğunun anlaşılıp
anlaşılamayacağına bakılmak gerekir. Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi'nce temelli
kapatılan Refah Partisi'nin kurucuları dahil üyelerinin tamamına yakını, merkez
karar ve yönetim kurullarındaki üyeleri ve milletvekilleri topluca Fazilet
Partisi'ne geçmiş bulundukları ve böylece yukarıda belirtilen amaçlarına
ulaştıkları anlaşıldığı cihetle Fazilet Partisi'nin, kapatılan Refah
Partisi'nin devamı olduğu her türlü şüpheden uzak bir keyfiyettir.
Anayasa
Mahkemesi'nce kapatılan bir partinin devamı olup olmadığının en önemli unsuru,
kapatılan partinin üye ve yöneticileri ile yeni kurulan partinin üye ve yöneticilerinin
beyan ve eylemlerinin aynı ve özdeş nitelikte olmasıdır. Bu unsurun açıklığa
kavuşması ve daha iyi anlaşılabilmesi için Refah Partisi'nin Anayasa
Mahkemesi'nce hangi nedenlerle kapatıldığının ve bu parti yönetici ve
üyelerinin hangi beyan ve eylemlerinin nasıl değerlendirildiğinin incelenmesi
gerekmektedir. Anayasa Mahkemesi'nin 16.1.1998 gün, Esas. 1997/1, Karar. 1998/1
sayılı kararıyla, parti üyeleri ve yöneticilerinin başörtüsünün kamu
kuruluşlarında ve üniversitelerde yasaklanması üzerine söyledikleri söylemleri
ve bu konuda ortaya koydukları eylemleri, lâik cumhuriyet ilkesine aykırı
görülerek Anayasa'nın 68. ve 69. maddeleri ile 2820 sayılı Yasa'nın 101.
maddesinin (b) bendi ile 103. maddesinin birinci fıkrası gereğince Refah
Partisi'nin kapatılmasına karar verilmiştir. Kısaca özetlemek gerekirse, Refah
Partisi'nin kapatılması, diğer kapatma nedenleriyle birlikte bu parti üyeleri
ve yöneticilerinin başörtüsü hususundaki lâiklik ilkesine aykırılık oluşturan
beyan ve eylemlerine dayanmaktadır. O halde bu partinin devamı olduğu ve bu
sebeple kapatılması istenilen Fazilet Partisi'nin üye ve yöneticilerinin de
başörtüsü konusundaki beyan ve eylemlerinin incelenerek değerlendirilmesi
gerekir. Her ne kadar çoğunluk görüşüne dayanan gerekçeli kararda
"iddianamede belirtilen ve davalı parti tarafından da tümüyle
reddedilmeyen haber ve söyleşilerdeki görüşler ise kişisel değerlendirmeleri
yansıtsa da iki parti arasındaki yakınlığı göstermektedir" denilerek bu
yöndeki görüşlerin kişisel değerlendirmeler olduğu ve iki parti arasındaki
yakınlığı gösterdiği kabul edilmiş, bu yakınlığın derecesi, ayniyet ve özdeş
nitelikte olup olmadığı hususu üzerinde durulmamıştır.
Fazilet
Partisi üye ve yöneticilerinin başörtüsü konusundaki iddianame ve eklerinde yer
alan tüm beyan ve eylemlerinin, kapatılan Refah Partisi üyesi ve
yöneticilerinin beyan ve eylemleriyle aynı ve özdeş nitelikte olduğunda şüphe
bulunmamaktadır. Bu yöndeki beyan ve eylemler, nitelikleri itibariyle
evvelemirde "devam olmanın" unsuru olduğundan Mahkememizce kabul
edilip "odak olma"nın delili olarak nazara alınan ve ayrıca
"odak olmanın" unsuru ve delili olarak yeterli görülmeyen beyan ve
eylemlerinde "devamı olma"nın delili olarak kabul edilmesi ve bu
yönden değerlendirilmesi gerekmektedir.
İddianamede
yer alan ve davalı Parti tarafından da tümüyle reddedilmeyen başörtüsü ile
ilgili parti üyesi ve yöneticilerinin beyan ve eylemlerinin tümünün yazılmasına
gerek görülmemekle birlikte emsal olması nedeniyle bir kısmı aşağıda
gösterilmiştir.
1-
Parti Genel Başkanı Recai KUTAN, 10.10.1998 tarihinde Partisi'nin Kayseri
mitinginde "Bazı kimseler çıkmışlar, hatta bunların içinde rektör ünvanı
olanlar, profesör ünvanı olanlar da var. Diyorlar ki, bu rektörler, bu
profesörler "efendim, biz başörtülü kızların üniversiteye girmesini,
Cumhuriyeti korumak için istiyoruz" diyorlar. Buna olsa olsa kargalar
güler, bu iddiaya. Sevgili kardeşlerim bu ne biçim Cumhuriyet anlayışı ki
milletin inancına, milletin kültürüne, örfüne, adetine düşmanca bir tavır
içerisindedir. Sizin bu Cumhuriyet anlayışınıza olsa olsa muz cumhuriyeti
derler" yolundaki beyanları,
2-
Parti Genel Başkanı Recai KUTAN, 12.10.1998 tarihinde Milliyet Gazetesi'ne
verdiği demecinde "Elbette başörtülü bir hanımefendi kardeşimiz
Parlamentoya girmeli. Bileğinin hakkıyla olabiliyorsa bakan da olmalı, Bakanlar
Kurulu'na girmeli. Millet karar verirse, bizden aday olmaması için bir sebep
yok. Bir hanımımız inancı gereği başını örtüyor, eğitimini yapıyor, siyaset
sahnesinde de ülkeye hizmet etmek istiyorsa, elbette önü sonuna kadar açık
olmalı" şeklindeki sözleri,
3-
Parti Genel Başkanı Recai KUTAN, 11.4.1999 tarihinde Partisi'nin Kırıkkale
mitinginde "Bunlar başörtüsüne el uzattılar. Bunlar, kimlerin başını
örtmesine izin veriyor' Bir kardeşimiz tarlada ot yoluyorsa, ya da zengin
birinin evinde hizmetkârlık yapıyorsa sorun yok, örtebilir. Ama bir hanım
evladımız "Ben bu ülkenin en iyi doktoru olacağım" derse, başını
örtmesine "razı olmayız, izin vermeyiz" diyorlar. Bu zulümlerin hepsi
Allah'ın izniyle Fazilet Partisi iktidarında ortadan kaldırılacaktır, söz
veriyorum" şeklindeki sözleri,
4-
Recai KUTAN'ın 27.4.1999 tarihli Sabah Gazetesi'nde yer alan, "Bu hayat
tarzını Merve hanım benimsemiş durumda. Bu şekilde vatandaşın önüne çıkmış,
başörtülü fotoğrafı ile YSK'na başvurmuş ve uygun görülmüş, parti olarak
telkinde bulunmayız. Merve hanıma müdahale etmeyiz. Merve hanım Parlamentoya
girer, yeminini eder, parlamenter olarak görev yapar" yolundaki beyanı,
5-
Dosyada mevcut bir TV kaset görüntüsü ve çözümüne ilişkin tutanakta Recai
KUTAN'ın "Rektör kışlana geri dön. Öğretim üyesi misin, cunta bekçisi
mi" dediği ve rektör için "onbaşı rektör" sıfatını kullandığı,
6-Parti
Genel İdare Kurulu üyesi Nazlı ILICAK, 10.10.1998 tarihinde Kayseri mitinginde,
"bakın şu şapkayı görüyorsunuz değil mi' Biz böyle şapkayı bırakıp
gidenlerden değiliz. Fazilet Partisi iktidar olunca bu zulüm çözülecek. Bu
başörtüsü zulmü çözülecek, bakın nasıl çözülecek. Çünkü Fazilet Partisi
başörtülü hanımefendileri parlamentoya sokacak. Çünkü başörtülü milletvekili
olacak. Bakalım ne diyecekler milletin seçtiklerine. Çünkü başörtülü bakan
olacak bu memlekette... Nerede bir zulüm varsa, o zulmü çekenlerin bir siyasî
talebi olur." şeklinde konuştuğu ve bu konuşmayı aynı mitingde bulunan
Genel Başkan Recai KUTAN'ın huzurunda yaptığı,
7-
Parti Meclis Grup Başkanvekili Abdullatif ŞENER'in, Sivas Suşehri Karşıyaka
Mahallesinde bir kahvehanede 8.3.1999 tarihinde yaptığı konuşmasında "Peki
bunlar niye İmam-hatip okullarını kapattılar. Kur'an kurslarına gidişi
zorlaşırdılar. Üniversitelerdeki, imam-hatip okullarındaki kız öğrencilerle
mücadele ediyorlar, başörtüsüyle. Çünkü bunların vatandaşların inançları,
değerleri, menfaatleri diye bir telaşları, endişeleri yok.... Hiçbir Avrupa
ülkesinde, Amerika'da, Asya'sında, nereye giderseniz gidin, rahibe okullarında,
rahibe olmak için okuyan öğrencilerin başlarındaki örtüyü çıkarmaya hiçbir
siyasî partinin gücü yeter mi' Hiçbir siyasî iktidarın gücü yeter mi' Hiçbir
devletin gücü yeter mi' Yetmez. Kimsenin aklına da gelmez oralarda. Bırakın
Avrupa ülkelerini. Türkiye'de ruhban okulları var. Türkiye'deki ruhban okulları
öğrencilerinin başındaki örtüyü açmaya, kimsenin cesaret etmesi değil, niyet
etmesi bile mümkün değil. Peki ne oluyor da Türkiye'de imam-hatip okuluna giden.
İmam-hatip okulu nedir' Dinî bir okul. "Oraya giden kız öğrenci başını
açacak" diyor. Kim diyor' Vali genelge çıkarıyor. Aslına bakarsanız
Bursa'da yaşanan olay bir deney. Orada tutarsa bütün Türkiye'de
yaygınlaştıracaklar ve de milletin oyu ile iktidara gelen siyasîler, milletin
inançlarına uygun, saygılı davranış içinde bulunması gerektiğini hiç
düşünmüyor, aldırış da etmiyor, onu bir problem olarak da görmüyor.... Bunun
hesabının sorulması lâzım. Üniversitelerde de aynı hadiseler yaşanıyor. Dünyanın
hiçbir yerinde görülmez bir hadisedir. Bütün bunların çözümünün tek adresi var.
Bu adres Fazilet Partisidir. Neden öyledir' Bakın MERVE KAVAKÇI ismi kazanacak
bir yerdedir. O bölgeden inşaallah 10 civarında milletvekili çıkaracağız,
dördüncü sıradadır. Bu kardeşiniz Meclise girecektir. Kim bu' Bu arkadaşımız,
hanım bacımız, Türkiye'de tip fakültesinden, başörtülüdür diye atılmış, kaydı
silinmiş bir insan. Ama babası üniversiteden arkadaşımızdır, profesördür.
Babası bir ihtisas sebebiyle A.B.D.'ne gitmiş, 5-6 sene kalmıştır. Kızını da
yanına almış, Amerika'ya götürmüştür. Bu kız, Amerika'da Bilgisayar
Mühendisliği Fakültesinden başörtüsü ile diplomasini almış, gelmiştir. İşte
Türkiye ile Amerika arasındaki fark. Bir yerden başörtüsü ile diploma alıp
geliyor, bir yerde kayıt yapmıyorlar. Kaydını yapmış öğrenciyi okuldan
atıyorlar. Aradaki fark bu, inanıyoruz ki Türkiye'de bütün problemlerin
çözüleceği merci T.B.M.M.'dir ve T.B.M.M.'ne milletin inançlarını ve
menfaatlerini taşıma niyetinde olan siyasî kadrolar girdiği takdirde,
bütün dertler ve meseleler çözülür. Şöyle bir misyondaki bir İnsanın meclise
milletvekili olarak girmesi demek, Mecliste sorunun çözülmesi demek. Mecliste
sorunun çözülmesi demek, artık Türkiye'de, bu konuda hiçbir mercide, hiçbir
makamda., hiçbir kurumda böyle bir sorunun tartışılamıyacağı anlamına
gelir" dediği,
8-
Kanal 7 Televizyonunun 26.5.1998 günü saat 18.00 haber bülteninde "SPİKER
9-
Parti Genel Başkan Yardımcısı Abdullah GÜL'ün, 10.10.1998 tarihinde Kayseri
mitinginde yaptığı konuşmasında "Adalet, hukuk, demokrasi, insan hakları,
özgürlükler, inanca saygı, eğer bu şeyler ayaklar altına alınmasaydı, bu millet
kendi öz yurdunda garip, öz vatanında parya muamelesine tabi tutulur muydu' ...
Hırsızlık yapanlar, boğazlarına kadar yolsuzluk yapanlar, çetelerle, mafyalarla
kol kola gezenler, bugün laiklik zırhı içine bürünüp devletin en itibarlı
koltuklarında otururlarmıydı' Sadece okumak istiyorum, başka birşey
istemiyorum, sessizce okula gidenler, polis zoru ile, üniversite kapısından diye
atılır mıydı!" dediği,
10-
Milletvekili Bülent ARINÇ'ın, TBMM'de 11.6.1998 tarihinde yaptığı konuşmasında
"Şu anda, 2547 sayılı Kanununun ek İ7 nci maddesi, yürürlükle bulunan
yasalara uygun olmak koşuluyla kılık ve kıyafetin üniversitelerde serbest olmasını
öngörmektedir. Bu konuda bir yasal düzenleme olmadığı da bilinmektedir.
Yürürlükteki yasalar denilince, başta Anayasa gelir. Anayasada ise, kılık ve
kıyafeti düzenleyen, ayrı ve özel bir hüküm yoktur. Burada anlaşılmak istenilen
şey, giysinin çağdaş kıyafete aykırı olmamasıdır; oysa, çağdaş kıyafetin de, ne
kanunlarda ne bir başka yerde açık ve net bir tarifi yoktur, örf âdete göre,
düşünce ve kültür farklılıklarına göre, insanların...
Bunun
meşru ve haklı görülebilecek yönleri vardır. "Danıştay kararları böyle,
Anayasa Mahkemesi kararları böyle" de denilebilir. Bütün bunların hepsi
tartışmalıdır. Bunlar, Türkiye Büyük Millet Meclisinde de - Meclis araştırması
istemlerimiz var-sırası gelince, çok geniş bir biçimde görüşeceğiz; ancak,
Türkiye Büyük Millet Meclisinin, şu anda, bu acılı duruma el koymasını, başta
Sayın Bakanımız olmak üzere, Sayın hükümetimizin bu konuda hassasiyet
göstermesini talep ediyorum.
Danıştay
ve Anayasa Mahkemesi kararlarının, zaman içerisinde değişkenlik gösterdiğini de
biliyoruz. Burada savunduğumuz ve savunacağımız en öncelikli konu, insan hak ve
hürriyetleridir, bireysel hak ve özgürlüklerin kullanılmasıdır. Bu konuda,
devlet "niçin başını örtüyorsun" şeklinde hiç kimseye bir soru
yöneltemez. Çağdaş demokrasilerde bunun yeri yoktur. İnsanların kalbini yarıp
bakmak veya asıl maksadın araştırmak devletin görevi değildir. Devlet maddi
eylemlerle sınırlıdır ve bunların hukuk devleti içinde karşılıkları
vardır." dediği,
11-
Milliyet Gazetesi'nin 6.5.1999 tarihli nüshasında Bülent ARINÇ'ın Manisa'da
gazete muhabirine verdiği demeçte, "KAVAKÇI elbette ki siyasal simge
olarak türban takıyor. Peruklu demokrasi olmaz. 75 yılda Meclis'e türbanlı
milletvekili gelmediğini söylüyorlar. Ama bundan sonra türbanlı milletvekili
girmeyeceği anlamına gelmez. KAVAKÇI bu konuda ilk olacak" şeklindeki
sözlerinin yer aldığı,
12-
Milletvekili Bekir SOBACI'nın, 13.4.1999 tarihinde Erbaa'da bir açık hava
toplantısında, "Solcu milletvekillerimizin Meclis'te pankart açan
militanları koruduğu bir ülkede, İstanbul'da, Çapa'da, Cerrahpaşa'da doktor
olmasına üç ay kalmış kız çocuklarını okuldan attılar. Onlar iki otobüsle
Ankara'ya geldiler. Kızılcahamam'da yolları kesildi. Ankara'ya sokulmadılar.
Gittik, yirmi milletvekili o kızlarımızı aldık, Kızılay'da basın toplantısı
yaptırdık. Meclis'e getirdik. Partileri ziyaret ettirdik. Ama biz kızlarımıza
destek olurken, partileri izin vermediği için, milliyetçiliği kimseye
bırakmayan milletvekilleri Kızılcahamam'a gelemediler. İşte biz bunları
Ankara'da yaşadık. Burada milliyetçi-sağcı, orada kirli tezgahın destekçileri.
Yok öyle şey, burası ERBAA" şeklinde konuşma yaptığı,
Dosyada
mevcut belgelerden anlaşılmaktadır.
Diğer
yandan 18.4.1999 milletvekili genel seçimlerinde Fazilet Partisi tarafından
aday gösterilen ve milletvekili seçilen Merve KAVAKÇI'nın, Parti'ye girmeden
önceki tarihlerde yaptığı konuşmaları da, bu şahsın hangi düşünce ve yapıda
olduğunu ve bu Parti tarafından neden aday gösterildiğini ortaya koymak
bakımından önemli ve delil niteliğinde görüldüğünden aşağıya alınmıştır.
26
Aralık 1997 tarihinde ABD'nin Chicago kentinde, ABD merkezli Filistin İslami
Birliği tarafından düzenlenen konferansta yaptığı konuşmada:
MERVE
KAVAKÇI - AB ülkeleri şunu gayet iyi biliyorlar ki, şimdi islami dirilişin
gerçekleştiği Türkiye, AB'nin bir üyesi olamaz. Şu da çok ironiktir ki Türk
Halkı, daha doğrusu Türk hükümeti bu gerçeği kabul etmek istemiyor. Çünkü bence
biz, Kuran'ın hala anlaşılmasından yoksunuz ve gereksinimlerimiz için Kuran'a
dönmekten hala yoksunuz. Müslümanlara baktığımız zaman kendimizi ya Keşmir,
Bosna, Filistin, Çeçenistan, Cezayir ve Arnavutluk gibi bir savaş bölgesi veya
siyasi baskı altında, Siyonist rejime karşı savaşırken görüyoruz veya
kendimizi, Türkiye'de gördüğümüz gibi. Ülkemizin sözde Müslüman hükümetine
karşı mücadele verirken görüyoruz... 2l. yüzyılın eşiğinde, dünyanın her
tarafındaki Müslümanlar bir şekilde İslami birliğin bayrağı altında toplanmalı,
böylece gerektiğinde tek bir merkezi vücut olarak hareket etmemiz sağlanmalı...
Biliyoruz ki, yüzyılın sonuna yaklaşırken düşmanın elindeki silahlarla biz de
silahlanmalıyız... Bir avuç Siyonist, iyi organize olmaları ve birleşmeleri
sayesinde bütün dünyayı kontrol altında tutabilmekte. Keşke biz de müslüman
olmayanlara karşı, müslüman toplumlar olarak iki ayağımızın üzerinde, bir
bayrak altında durabilsek... Bugünkü Siyonist ideolojinin parçası olanlar; ki
hem içimizde, hem dışımızdalar büyük baskı yapıyorlar. Ancak inşaallah
kalbimizdeki cihat ruhuyla bugün karşılaştığımız sıkıntıları aşacağımıza
inanıyorum.... Bizler, tüm islami bilgilere sahip doktorlar olmalıyız, tüm
İslami bilgilere sahip mühendisler olmalıyız ki, böylece bizim sözde müslüman
dünyamızda veya gayri müslim Dünyada, İslamı temsil edebilelim. Bu yolla hem
kendimizi güçlendirebileceğiz, hem de cihadımızın parçası olarak konumuzu
güçlendirebileceğiz. Dolayısıyla kişisel ve sosyal hayatlarımızdaki her türlü
ilerleme, cihat olarak görülebilir. Sosyal yönde cihat, iyi ve aktif bir
müslüman örgütün parçası, aktif bir üyesi olarak gerçekleştirilebilir. Ancak
şunu söylemeliyim ki bunlar cihadın politik yanı. Ve herkesin cihat yapması
için siyasette olması gerekmiyor. Ancak bu alan, benim kendim için cihat yapmak
için seçtiğim alan. Ama başka bir kız kardeşim veya erkek kardeşim, cihat yapabileceği
başka bir alanda aktif olabilir. Hizb-i Refah'ın ideolojisi, Türkiye'deki
Müslümanlar için cihat yapmak değil Bütün Dünyadaki Müslümanlar için cihat
yapmak ve bütün insanlık için cihat yapmak neden' Çünkü eğer tobağo, tirinidad
veya Panama'da bir kız kardeşim islamdan haberdar değilse mesajımı Allah'ın
sözünü ona iletmek benim Türkiye'deki sorumluluğumdur. Bizim dava çalışmamızda
erkeklerinkine paralel bir şekilde yukarıda aşağıya hiyerarşik model kurduk.
Her şehirde merkezdekiyle aynı yapılanma var. Bir kişi, seçimden sorumlu başka
birisi eğitimden halkla ilişkilerden mali işlerden. Her şehirde 11 departman
var. Ve her şehirde mahallelerde, kasabalarda, cihat yapmak için Hizb-i Refah
posizyonları mevcut. Ve her mahallede sokak ve apartman temsilcileri var.
Dolayısıyla apartman apartman çalışarak Hizb-i Refah kadınları insanları davaya
çağırıyor. (IAP'nin seçkin üyeleri, 21. yüzyıla girerken, sonunda şunu söylemek
isterim ki, Dünya müslümanları olarak amacımız, yüzyıllar önce olduğu gibi,
Kur'anda belirtildiği gibi olmalıdır demiştir.
25.5.1999
günü, ATV'de 19 Haber bülteninde yayınlanan, 1996 yılında, Kuzey Amerika İslami
Birliği Konseyinde yaptığı konuşmada:
MERVE
KAVAKÇI - Artık şunu duyurabilirim ki, yeni REFAH Hükümetiyle Türkiye'deki ve
Dünyadaki müslümanların islam birliği adı altında yek vücut olarak inşallah çok
yakında birleşme zamanı gelmiştir.... Refah Partisi'nin iktidara gelmesi otuz
yıllık bir çalışmanın ürünüdür... 24 Haziranda Türkiye'de 54. Hükümeti kurduk,
bu başarı sıkı bir çalışmanın ürünüdür, bu da ibadet ve cihat anlamına
gelmektedir (salondan tekbir sesleri). Hizb-i Refah Kadınlar komisyonu olarak.
davamızda yukarıdan aşağı hiyerarşik bir sistem kullandık. Erkeklerinki gibi
bir karargâhımız var. Onlarla paralel çalışmalar yürüttük. Kuşkusuz daima
Başbakanımız Necmettin ERBAKAN"ın kumandası altında olduk. Kapı kapı ev ev
propaganda çalışmasında, karargâhta raporlar aldık. Refahı kabul eden islamı da
kabul etmiştir. Belirli caddedeki, belirli evde neler olduğunun bize bildirilmesi
gerekiyordu. İslama davet edilen o evin Refah'ı kabul edip etmediğini bilmemize
imkân vardı. Sonuçta, her ay, küçük birimlerdeki bilgiler, bir üst birime
gitmekte, oradan da karargâhta, yani benim çalıştığım bölümde
toplanmaktaydı.... İnsanlar iki guruptadır, insanlığı da ikiye bölebiliriz.
Hizb-i Refahtan olanlar, islamı kabul edenler ve islamı kabul etmeye hazır
olanlar.... Geçen ay Sudan'daki Refah'lı kadın dostlarımızla birlikteydik.
Sudan'daki kardeşlerimiz, bütün Dünya'dan giden 150 kadın örgütüyle biraraya
geldi (Merve Kavakçı, Kur'andan ayetler okuduğu konuşmasını tekbir sesleri
arasında bitirdikten sonra, sorulara geçildi). "İsrail'le Hükümetin
İmzaladığı anlaşma hala geçerli mî' İptal etmediniz mi'" sorusuna
MERVE
KAVAKÇI - Dışişleri Bakanlığı koalisyon ortağı DYP lideri Tansu Çiller'de.
Kısıtlı işler yapabiliyoruz. Daha fazlasını yapamayız. Şu anda REFAH'ın
fonksiyonu, Batı Dünyasının ve Süper güçlerin büyük etkisi altındaki Hükümeti
frenlemektedir.... İç ve dış politika açısından Refah Partisi çok dikkatli
çalışmaktadır. Bu yüzden konuşmamda REFAH'ın, sistemin içindeki legal bir parti
olduğunu vurguladım. Onların REFAH'ı Türkiye'deki demokratik sistemin dışına
itmelerine fırsat vermeyeceğiz. Ama gelecekte şüphesiz sadece Türkiye'nin
değil, bütün Dünyanın müslümanları için elimizden geleni yaparız ve gelecek
seçimde koalisyon kurmak zorunda kalmayacağız ve inşallah İsrail-Türkiye
meselesi konusunda farkı göreceksiniz. Ama tek başımıza iktidara gelmeliyiz.
Şimdi İktidardayalnız değiliz. Sabırla beklemek ve gelecekte pahalıya mal
olacak hatalı bir hareket yapmadan, çok dikkatli çalışmak zorundayız.
Asselamünaleyküm ve rahmetullah demiştir.
Fazilet
Partisi'nin üye ve yöneticilerinin beyan ve söylemleri yanında başörtüsü
konusunda da eylemlerde bulundukları görülmektedir. Fazilet Partisi'nin,
Anayasa Mahkemesi'nce temelli kapatılan Refah Partisi'nin devamı olduğunun
belirlenmesi amacıyla bunlardan bir kısmı aşağıda gösterilmiştir.
Fazilet
Partisi tarafından aday gösterilip milletvekili seçilen Merve KAVAKÇI'nın,
"Hiçbir zaman ve hiç bir yerde türbanını çıkarmayacağını" söylediği
ve bu söylemlerine paralel olarak TBMM'de yapılacak olan milletvekili yemin
törenine türbanlı olarak ve milletvekili Nazlı ILICAK'ın refakatinde geldiği,
TBMM salonuna geliş ve gidişinde ve kendisi yokken ismi okunduğunda Fazilet
Partili milletvekillerinin tümünün bu şahsın lehinde tezahüratta bulundukları,
böylece parti yönetici ve üyelerinin Merve KAVAKÇI'yı ve türban konusunda
ortaya koyduğu eylemi destekledikleri tüm milletçe izlenen ve heyetimizce de
izlenip incelenen televizyon görüntülerinden anlaşılmaktadır. Merve
KAVAKÇI'nın, türban konusunu Devletin yasama organı olan TBMM'ne taşımak için
yaptığı bu eylem, ona destek veren davalı Partili milletvekillerinin
davranışlarıyla bir bütün olarak değerlendirilerek ağırlığı, kapsamı ve
doğuracağı sonuçlar gözönüne alındığında Cumhuriyetin temel ilkelerinden olan
lâiklik ilkesine aykırılık oluşturduğunda hiç kimsenin şüphesi bulunamaz. Bu
nedenle, bu eylemin davalı Parti'nin, lâiklik karşıtı eylemlerin odağı haline
geldiğinin ve ayrıca kapatılan Refah Partisi'nin devamı olduğunun da unsuru
olarak kabul edilmesi gerekmektedir.
Başörtülü
olarak TBMM'de yemini yaptırılmayan Merve KAVAKÇI'nın 3.5.1999 günü TBMM'de
basın toplantısı yaptığı ve türban konusundaki mücadelesini "Amerika'da
yıllar önce yaşanan zencilerin insan hak ve özgürlüklerinin elde edilmesi
mücadelesi" olarak vasıflandırdığı, bu basın toplantısına davalı Parti
yöneticilerinden Abdullatif ŞENER'in de, Merve KAVAKÇI'ya destek vermek
amacıyla hazır bulunduğu ve ilk açılış konuşmasını yaparak Merve KAVAKÇI'yı
izleyicilere takdim ettiği, heyetimizce de izlenip değerlendirilen kaset
görüntülerinden anlaşılmaktadır.
4.6.1998
tarihinde Çapa Tıp Fakültesi önünde başlayıp 24.6.1998 tarihinde Ankara'da sona
eren "Türban Yasağını Protesto Yürüyüşünde" Fazilet Partili
milletvekilleri Abdullatif ŞENER, Ramazan YENİDEDE, Ahmet DOĞAN, Hüseyin
YILDIRIM, Ahmet KIR, Fikret KARAPEKMEZ ile aynı Parti'den Beyoğlu Belediye
Başkanı Nusret BAYRATAR, Bağcılar Belediye Başkanı Feyzullah BIYIKLI'nın da
hazır bulundukları,
11.10.1998
tarihinde saat 11.00'de pek çok illerde önceden izin alınmaksızın türban
eylemlerinin yapıldığı, Ankara'daki eylemlerde milletvekili Mehmet ELKATMIŞ'ın,
Çorum'daki eylemlerde de milletvekilleri Mehmet AYKAÇ ve Zülfikar GAZİ'nin
göstericilere destek oldukları,
Milletvekili
Bekir SOBACI'nın, türban yasağına direnen ve bu nedenle de İstanbul'dan
yürüyüşe çıkan öğrencilerin Ankara'ya girişinde, bu öğrencilerle birlikte basın
toplantısı yaptığı, öğrencileri TBMM'ne getirerek partileri ziyaretlerini
sağladığı ve böylece yasal olmayan türban eylemlerine destek olduğu,
Dosyadaki
tüm bilgi, belge ve kaset çözümleriyle subuta ermektedir.
Öte
yandan 14.5.2000 tarihinde Ankara'da yapılan Fazilet Partisi 1. Olağan Büyük
Kongresi'nde;
Anayasa
Mahkemesi'nce temelli kapatılan ve kendisi de siyasî yasaklı bulunan Refah
Partisi Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN'ın, kongreye yapılan davete teşekkür
telgrafı okunduğunda ve ayrıca kongre evveli ve devamı sırasında kongreye
katılan Fazilet Partisi üyelerince MÜCAHİT ERBAKAN - ERBAKAN NEREDE BİZ
ORADAYIZ - İŞTE KOMUTAN, İŞTE ASKER sloganlarının atılarak, bu kişi lehine
tezahüratta bulunulduğu, Parti yetkililerince kongre salonunda ve bahçede
kurulan dev ekranda adı geçenin teşekkür telgrafı okunurken, MÜCAHİT ERBAKAN
şeklinde alt yazının geçtiği, TV görüntülerinden, video kaset çözüm
tutanağından ve hükümet komiseri tarafından tanzim olunan izleme tutanağından
anlaşılmaktadır.
Davalı
Parti'nin her kademedeki yöneticilerinin ve üyelerinin yukarıdan beri
belirtilen ve sübuta eren tüm beyan ve eylemleri bir bütün olarak birlikte
değerlendirildiğinde, Fazilet Partisi yönetici ve üyelerinin, daha evvelce
Anayasa Mahkemesi'nce temelli kapatılan Refah Partisi yönetici ve üyelerinin
beyan ve eylemleri gibi, lâiklik ilkesine ilişkin Anayasa ve yasa kuralları ile
Anayasa Mahkemesi kararlarını hiçe sayarak kamu kurum ve kuruluşlarının,
üniversitelerde ve hatta TBMM'de türban ve başörtüsü kullanmayı tahrik ve teşvik
ettikleri, Refah Partisi'nin takip ettiği yolda ve bu Parti'nin kapatılma
nedenleri olarak kabul edilmiş bulunan aynı tutum ve davranış içinde oldukları
anlaşılmış bulunduğundan, davalı Fazilet Partisi'nin, Anayasa Mahkemesi'nce
temelli kapatılan Refah Partisi'nin devamı olduğunun kabulü gerekmektedir.
Belirtilen
nedenlerle, Fazilet Partisi'nin, Anayasa Mahkemesi'nce temelli kapatılan Refah
Partisi'nin devamı olduğu anlaşılmış olduğundan davalı Parti'nin Anayasa'nın
69. ve 2820 sayılı Yasa'nın 95. maddeleri uyarınca da kapatılmasına karar
verilmesi gerekirken aksi yönde oluşan çoğunluk görüşüne katılmıyoruz.
Üye
Ali HÜNER
|
Üye
Tülay TUĞCU
|
KARŞIOY
YAZISI
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 7.5.1999 günlü, SP.95 Hz. 1996/116 sayılı, 5.2.2001
günlü, SP. 95 Hz. 1999/116 sayılı iddianameleriyle, Fazilet Partisi'nin
kapatılması istenmiş, açılan davalar birleştirilerek yapılan yargılama sonunda
22.6.2001 günü anılan parti kapatılmıştır.
Kararın,
usule ait ve temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında kurulamayacağına
ilişkin kapatılma isteminin reddi ile ilgili bölümüne ait çoğunluk görüşlerine
aşağıda açıklanan gerekçelerle katılmıyorum.
A-
Usul Yönünden;
1-
Davanın açıldığı tarihten sonraki olayları içeren ek deliller ve video
kasetlerin kanıt olarak değerlendirilmesine yer olmadığına ve istemin reddine
dair çoğunluk görüşüne;
Siyasî
parti kapatma davalarında CMUK uygulandığına göre,
a-
CMUK 239. maddesine göre, bir delilin geç gösterilmesi reddine sebep olmaz,
b-
Bir fiilin sûbutunu gösteren herhangi bir delilin hangi aşamada olursa olsun
kullanılmaması adalet yönünden son derece sakıncalı sonuçlar doğurur. Önemli
olan o fiilin işlenip işlenmediğini ortaya koyacak delillerin görülmesi ve
serbestçe değerlendirilmesidir. Vicdani kanaat sistemi bunu gerektirir,
c-
Davayı uzatmak veya adaleti şaşırtmak gibi kötü niyete dayalı olmadıkça bir
delilin geç ikame edilmesi kabulüne engel olmaz,
d-
Dava ekonomisi anlayışı, dava açıldıktan sonra olsa da sunulan delillerin
kabulünü gerektirir,
2-
İddianameye eklenen deliller arasında yer alan ve üçüncü kişiler tarafından
getirildiği belirtilen Necmettin ERBAKAN ile Yasin HATİPOĞLU arasındaki araç
telefonundan yapılan konuşma kaydının usulüne uygun bir yargıç kararına ya da
kanunla yetkili kılınan merciin emrine dayanmadığından reddine ilişkin çoğunluk
görüşüne;
a-
Konuşma içeriğinin doğru olmadığının davalı Parti tarafından ileri sürülmediği,
b-
Konuşma konusu, TBMM'de yapılan çalışmaları anlattığından gizli kabul
edilmemesi gerektiği,
c-
Delilin yetkili makam olan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından elde
edildiği,
d-
Bir delilin hukuka aykırı olması ile bunun değerlendirilmesinin farklı hususlar
olduğu,
3-
Konunun esasla ilgili hukuki irdelenmesine girmeden önce, siyasî partinin
"kapatılması" kavramının açıklanması gerekir. Anayasa Mahkemesi'nin
16.1.1998 gün ve 1997/1 - 1998/1 sayılı kararında yer alan "Refah
Partisi'nin kapatılmasına" ibaresi, "temelli kapatma" ile eş
anlamlıdır. Kararın gerekçesinde dayanılan Anayasa maddelerinde gösterilen ve
sabit görülen lâik cumhuriyet ilkesine aykırı eylemlerin yaptırımı
"temelli kapatmadır."
Anayasa'nın
69. ve 84. maddeleri ile Siyasî Partiler Yasası'nda yer alan maddelerde,
partilerin geçici olarak, belli bir süre için kapatılacağına dair bir hüküm
yoktur. Anayasa Mahkemesi'nin siyasî partilerle ilgili verdiği her kapatma
kararı, aynı zamanda "temelli kapatma" anlamındadır. Refah
Partisi'nin de "temelli kapatıldığı" hukuken tartışılmaz bir
gerçektir.
B-
Esas Yönünden;
1-
A) Fazilet Partisi, 17.12.1997 tarihinde, Avukat Muzaffer Önder'in İçişleri
Bakanlığı'na dilekçeyle başvurusu üzerine kurulmuştur. Refah Partisi Genel
Başkanı Necmettin Erbakan'ın Avukatı ve MSP davasında, bu partinin savunmasını
üstlenen İsmail Alptekin Parti'nin Genel Başkanı olmuştur.
Kapatılan
Refah Partisi'nin (133) eski milletvekili, kapatılma tarihinden çok kısa bir
süre sonra ve toplu halde Fazilet Partisi'ne geçmişlerdir. Fazilet Partisi'nin
kapatılması istemiyle dava açıldığı tarihte, siyasî partinin kapatılmasına
beyan ve faaliyetleri ile sebep olmamış üyelerinin bir başka partide görev
alabilmeleri olanaklı değildir. Siyasî Partiler Yasası'nda yapılan
değişiklikten önce yasakoyucu, temelli kapatılan bir partinin başka bir parti
adı altında devamını önlemek için önemli bir engel düşünmüştür. Bunun için 2820
sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın 95. maddesini;
"Temelli
kapatılan siyasî partilerin kapatılma tarihinde üyeliği devam eden kurucuları,
Genel Başkanı, Merkez Karar ve Yönetim Kurulu ile her kademedeki yönetim ve
disiplin kurulu üyeleri ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Siyasî Parti Grubu
üyeleri" yani bütün "milletvekilleri" başka bir siyasî partinin
kurucusu, yöneticisi ve deneticisi olamazlar. Fazilet Partisi'nin Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından kapatılma davası açıldığında, bu hüküm yürürlüktedir.
Yasa'nın
bu açık hükmüne rağmen Fazilet Partisi'nin, Refah Partisi'nin devamı olduğunu
kanıtlamak istercesine, bir kısmı kurucuda olan Refah Partisi'nin Merkez Karar
ve Yönetim Kurulu üyelerinden (21) milletvekili Yasa'ya aykırı olarak Fazilet Partisi
Merkez Karar ve Yönetim Kurulu Üyesi, (1) milletvekili ise Denetim Kurulu Üyesi
olmuşlardır.
Fazilet
Partisi'nin bu uygulaması ve kapatma davası açıldıktan sonra, Siyasî Partiler
Yasası'nın 95. maddesi değiştirilerek, yukarıda açıklanan yasal durum Siyasî
Parti'nin kapatılma nedeni olmaktan çıkarılmışsa da bu durum Fazilet
Partisi'nin kapatılan Refah Partisi'nin devamı olduğu konusunda önemli bir
karine oluşturmuştur.
Ayrıca
kapatılan Refah Partili tüm Büyükşehir İl ve İlçe Belediye Başkanları ile Refah
Partisi'nin yerel örgütlerinin tüm yöneticileri de Fazilet Partisi'ne katılarak
yeni yönetimde yer almak suretiyle hem "Devam olgusu" sağlanmış, hem
de partinin kuruluş ve örgütlenmesi tamamlanmıştır.
B)
Anayasa Mahkemesi'nin Refah Partisi'nin temelli kapatılmasına ilişkin kararında
açıklıkla;
"İddianame
de, Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın ve partinin tüm
yöneticilerinin, kendilerine oy getirdiği inancıyla hemen her konuşmalarında,
okullarda ve hatta devlet dairelerinde başörtüsü ile öğrenim görme ve
çalışmanın anayasal bir hak olduğunu ısrarla iddia ederek halkı kışkırttıkları,
eylemler düzenledikleri ve hatta Necmettin Erbakan'ın "İktidar
olduklarında rektörlerin başörtüsüne selâm duracağını" 14.12.1995 günlü
seçim konuşmasında söylediği ileri sürülmüştür." Ayrıca, karar içeriğinde
aynen;
"...
Dinsel nedenlere dayanılarak başörtüsü ve türbanla boyun ve saçların
örtülmesine resmî daire ve üniversitelerde serbestlik tanınması, bir tür
yönlendirme ve bir anlamda zorlamadır. Kişileri şu ya da bu yönde giyinip
başını örtmeye zorlamak, ayrı ve hatta aynı dinden olanlar arasında bile
ayrılıklar yaratacaktır. Bu durumun da lâiklik ilkesine aykırı düşeceği
kuşkusuzdur.
Kamusal
kuruluşlarda ve öğretim kurumlarında başörtüsü ve onunla birlikte kullanılan
belli biçimdeki giysi, bir ayrıcalıktan öte ayırım aracı niteliğindedir. Dinsel
kaynaklı düzenlemelerle girişimler Anayasa karşısında geçerli olamaz ve bu tür
eylemler Anayasa'daki lâiklik ilkesine aykırılık oluşturur." gerekçesine
yer verilmiştir.
Buna
rağmen Anayasa'nın 153. maddesi son fıkrası ve 138. maddesine göre, gerçek ve
tüzelkişilerle birlikte siyasî partileri de bağlayacağı tartışmasız olan Refah
Partisi'nin kapatılması kararı hiçe sayılarak Fazilet Partisi tarafından da
aynı hukukî nitelikteki eylemler yoğunlukla sergilenmiştir. Nitekim;
a-
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın, Anayasa Mahkemesi'ne sunduğu (II) Fazilet
Partisi Milletvekilinin muhtelif yerlerde ve televizyonlarda yaptıkları türban
lehindeki konuşmaları,
b-
Fazilet Partisi Tanıtma Başkanlığı'nın "Sular Tersine Akmaz" adıyla
düzenlediği görüntülü kasette türban yasağı ile ilgili eleştiriler,
c-
Anadolu Ajansı'nın 4.6.1998 günlü haber bülteninde, Çapa Tıp Fakültesi Temel
Bilimler binası önünde türbanlı öğrencilerin yaptığı gösteriye, Fazilet Partili
İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi Grup Başkanvekili ile, Fazilet Partili
(15) ilçe belediye başkanının katıldığı haberi,
d-
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi önünde başlayıp, 24.6.1998 tarihinde Ankara'da sona
eren türban yasağını protesto yürüyüşüne Fazilet Partili (6) milletvekili ile
Beyoğlu ve Bağcılar Belediye Başkanlarının katılmaları,
e-
Altındağ Belediye Başkanı'nın, 7.5.1999 günü yapılan Belediye Meclisi
toplantısına, türbanlı hanım Belediye Meclisi Üyesini alması,
f-
11.10.1998 günü pek çok il merkezinde saat 11.00'de yasal izin alınmadan
yapılan türban yasağını protesto eylemleri.
Ankara
ve Çorum illerinde düzenlenen gösterilere Fazilet Partili Milletvekillerinin
katılmaları,
g-
Fazilet Partisi Milletvekili adayı Merve Kavakçı'nın konuşmaları,
h-
Objektif yayın ilkelerini benimseyen pek çok basın ve yayın organlarında yer
alan Fazilet Partisi ile ilgili aynı doğrultudaki siyasî çalışmalar,
Bu
duruma örnektir. Yukarıda açıklanan belgelerin incelenmesinden, Fazilet Partisi
yöneticilerinin yaptığı veya yaptırdığı başörtüsü eylemleri, Refah Partisi
yöneticilerin yaptığı eylemlerden daha az değildir.
Öte
yandan, Fazilet Partisi'nin ülkemizde türban konusundaki hukukî süreci
bilmemesi ve izlememesi düşünülemez. Bilindiği gibi bazı gençlerin
üniversitelere özel kıyafet ve türbanla girmek ve çalışmalara devam etmek
istemeleri karşısında YÖK 20.12.1982 günlü bir genelge ile yasaklama kararı
almıştır. Bu genelge üzerine yasağın iptali istemiyle Danıştay 8. Dairesi'nde
açılan iptal davası 13.12.1984 gün ve E.1984/636, K. 1984/1574 sayılı kararla
reddedilmiştir. Bunun üzerine yasak, Yüksek Öğretim Kurumları Öğrenci Disiplin
Yönetmeliği'nin 7. maddesine (h) bendi olarak eklenmiştir. Yönetmeliğin bu
hükmünün iptali için açılan dava da Danıştay 8. Dairesi tarafından yine
reddedilmiştir.
Daha
sonra, T.B.M.M. tarafından 2547 sayılı Yasa'ya 3511 sayılı Yasa ile Ek 16.
madde eklenerek, "dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya
türbanla kapatılması serbesttir." denilmiştir. Bu hüküm Anayasa Mahkemesi'nin
7.3.1989 gün ve E.1989/1, K.1989/12 sayılı kararıyla iptal edilmiştir. Bu iptal
kararına rağmen 1990 yılında 3670 sayılı Yasa ile 2547 sayılı Yasa'ya Ek 17.
madde eklenerek, "yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile Yüksek
Öğretim Kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir." hükmü getirilmiştir. Bu
yasal düzenleme karşısında Anayasa Mahkemesi 9.4.1991 gün ve E.1990/36,
K.1991/8 sayılı kararıyla yukarıda açıklanan içtihadını yinelemiştir.
Ayrıca
bilinmelidir ki konu ile ilgili Anayasa Mahkemesi kararları Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi'nin 9. maddesinin ikinci fıkrasının belirlediği sınırlama
ölçüsü içindedir. Nitekim, İsviçre Federal Mahkemesi, Cenevre Kanton
Hükümeti'nin 16 Ekim 1996 tarihli Müslüman bayan öğretmenin derslere türbanla
girmesini yasaklayan kararını onaylamıştır. Federal Mahkeme'nin II. Kamu Hukuku
Dairesi'nin kararında, "kişilerin din ve vicdan özgürlüğünün İsviçre
Federal Anayasası'nın 49. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 9.
maddesi ile güvence altına alındığı, belli koşullarda bu tür giysilerin
yasaklanmasının inanç özgürlüğünün özüne tecavüz sayılamayacağı, idari merci
tarafından yapılan bu yasaklamada önemli derecede kamu yararının" varlığı
kabul edilerek, bayan öğretmenin itirazı oybirliği ile reddedilmiştir.
Bütün
bu açıklamalar karşısında, Refah Partisi'nin Anayasa Mahkemesi tarafından
kapatılma kararı gerekçesinde yer alan lâiklik karşıtı çalışmalarının aynen,
yerini alan Fazilet Partisi tarafından da tekrarlandığı, bu suretle her iki
parti arasında, fikir, söylem ve eylem birliğinin gerçekleştiği anlaşılmıştır.
2-
Fazilet Partisi'nin 14.5.2000 günü yapılan 1. Olağan kongresinde, delegeler ve
kongreye katılanlar tarafından uzun süre; "Mücahit Erbakan - Erbakan
nerede biz oradayız - Mücahit Erbakan, işte komutan, işte asker"
sloganları ile Anayasa Mahkemesi'nce temelli kapatılan Refah Partisi'nin
siyaset yasaklı Genel Başkanı Necmettin Erbakan lehine gösteriler yapıldığı,
kongre salonuna kurulan dev ekranda da uzun süre "Mücahit Erbakan"
şeklinde açık yazı geçildiği anlaşılmıştır.
Bu
durum, Fazilet Partisi Büyük Kongresine ait video-kaset çözümleri ve 15.5.2000
günlü Hükümet Komiseri raporu ile saptanmıştır. Açıklanan gerçekler bir bütün
olarak değerlendirildiğinde, Refah Partisi ile Fazilet Partisi arasında fikir,
söylem ve eylem birliği yadsınamaz bir gerçektir. Ayrıca, Fazilet Partisi
yönetimine, yasaklı eski lider Necmettin Erbakan'ın etkisi ise belirlenmiş
bulunmaktadır.
3-
Anayasa'nın 69. maddesinin yedinci fıkrası uyarınca;
"Temelli
kapatılan bir parti, bir başka ad altında kurulamaz."
Anayasa'nın
temelli kapatmayı düzenleyen 69. maddesinin altıncı fıkrası, 68. maddenin
dördüncü fıkrasına gönderme yapmaktadır. Bu fıkrada siyasî partilerin
eylemlerinin Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne,
insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, Millet egemenliğine,
demokratik ve LAİK CUMHURİYET İLKELERİNE aykırı olamıyacağı öngörülmektedir.
Bu
esasların Devletin; demokratik, lâik Cumhuriyetin yaşama koşulları olduğunda
kuşku yoktur. Anayasakoyucu bu koşulları tehlikeye düşüren siyasî partilerin
temelli kapatılacağını açık bir şekilde hükme bağlamıştır.
Lâik
Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri nedeniyle Anayasa hükümleri gereğince
temelli kapatılan bir siyasî partinin başka bir ad altında kurulmasına,
Anayasa'nın hoşgörü ile bakarak, kurma eylemini yaptırımsız bırakması
düşünülemez. Bunun için 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nda yaptırım
bulunmaması geçerli ve kabul edilebilir bir gerekçe değildir.
Anayasa,
yürütme ve yargı organlarına ve kişilere doğrudan ödevler yükleyebilir. Anayasa
hükmü, diğer kurallara üstün durumdadır. Kurallar kademelendirilmesinde önce
Anayasa'nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü tartışmasızdır. Bu bağlamda Anayasa
Mahkemesi, Demokratik Barış Hareketi Partisi'nin kapatılmasına ilişkin davada
verdiği 22.5.1997 gün ve E.1996/3, K.1997/3 sayılı kararında, Anayasa'nın 68.
ve 69. maddelerini doğrudan uygulamak suretiyle kapatılma isteminin reddine
karar vermiştir.
Ayrıca
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 14.9.1983 gün ve E.1980/4-1714, K. 1983/803
sayılı, Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun 28.3.1988 gün ve E.1988/5-76, K.1988/135
sayılı kararlarında doğrudan Anayasa hükümlerinin uygulanacağı belirtilmiştir.
Kaldı
ki, Anayasa'nın 153. maddesinin son fıkrası uyarınca Anayasa Mahkemesi
kararları yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve
tüzelkişileri bağlar. Bu bağlayıcı hükme aykırılığın, değişik bir deyimle
temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında kurulduğu gerçeğinin, yine
Anayasa Mahkemesi tarafından saptanması halinde, bağlayıcılığın yeniden ve
doğrudan sağlanması ve bu partinin de temelli kapatılmasına karar verilmesi
doğaldır. Anayasa'nın 138. maddesinde yer alan; yasama ve yürütme organları ile
idarenin mahkeme kararlarına uymak zorunda oldukları, bu organlarla idarenin
mahkeme kararlarını hiç bir surette değiştiremeyeceği ve bunların yerine
getirilmelerini geciktiremeyeceği hükmü de gözetilecek olursa, Anayasa'nın 69.
maddesinin yedinci fıkrasına aykırı davranıldığını kabul etmek gerekir.
Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında siyasî partilerin "Hukuk
Devleti" ilkesine uymakla yükümlü oldukları gerçeği de gözetilecek olursa
açıklanan sonuca ulaşmak olağandır.
Açıklanan
nedenlerle, temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında
kurulamayacağına ilişkin kapatılma isteminin reddi ile ilgili bölümüne ait
çoğunluk görüşüne katılmıyorum.
KARŞIOY
YAZISI
2949
sayılı, Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un
33. maddesinde "Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açılan siyasî
partilerin kapatılmasına ilişkin davalar, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu
Hükümleri uygulanmak suretiyle dosya üzerinde incelenir ve karara
bağlanır..." kuralına yer verilmekle birlikte, Anayasa Mahkemesi bazı kararlarında
siyasî partilerin kapatılmasına ilişkin davaların bütünüyle ceza hukuku
kuralları içinde değerlendirilmesine olanak bulunmayan kendine özgü davalar
olduğunu belirtmiştir.
Bu
tür davaların bütünüyle ceza hukuku kuralları içinde değerlendirilmesi imkân
dahilinde değil ise de; kanımca delil değerlendirilmesinde Ceza Muhakemeleri
Usulü Kanunu Hükümlerini uygulamak gerekecektir.
Konuya
bu açıdan baktığımızda;
Ceza
Yargılaması sistemimizde; Delil; anlaşmazlığa neden olan eylemsel veya hukuksal
olayın oluşması veya oluşmaması hususlarında yargıcı inandırmak için
kullanılmasına yasal imkân tanınmış olan her türlü kanıtlama aracına verilen
isim olarak tanımlanmıştır. Bu kavram çeşitli deyimlerle ifade edilir. İspat
vasıtası, sübut sebepleri, sübut vasıtası, esbab-ı sübutiye, beyyine gibi.
Yargıtay
Ceza Genel Kurulu'nun 21.4.1980 gün ve 9-110 Esas, 166 sayılı kararlarında da
belirtildiği gibi; ceza hâkimi, CMUK'un cevap verdiği ve sanık iradesine bağlı
kalmadığı "re'sen tahkik" ve delil toplama imkanına sahip olduğu
halde hukuk hâkimi, davacı ve davalı tarafından talep ve iddia edilmeyen bir
hususu (HUMK 74 ve 75 Md.) asla kendiliğinden nazarı itibara alamaz ve onun
tahkikine girişemez. Binaenaleyh ceza hâkimi delil toplama yönünden, hukuk
hâkiminden daha serbest ve daha farklı durumdadır.
Hukuk
usulünde hâkim çok kez yasaya ve şekle ilişkin delillerle bağlıdır. Ceza
usulünde ise delillere dayalı vicdani kanı söz konusu olduğundan delil
serbestliği esastır.
Ceza
uyuşmazlığının bir maddi bir de hukuki yönü vardır. Muhakeme makamları
öncelikle uyuşmazlığın maddi yönünü çözmek zorundadırlar. Öncelikle işlendiği
iddia edilen fiilin işlenip işlenmediği, işlenmiş ise bunun suç teşkil edip
etmediği, suç teşkil ediyorsa bunun sanık tarafından işlenip işlenmediği belirlenecektir.
Gayesi
maddi hakikatin araştırılması olan ceza muhakemesinde hâkim, tarafların
delilleri ile bağlı tutulamaz. Bunun içindir ki kanunumuz her soruşturma
safhasında hakime delil araştırma ödevini vermiştir. (CMUK 158, 159, 237/3
maddeleri)
CMUK'un
239. maddesinin birinci fıkrası, "Bir delilin veya ispat olunacak vakıanın
geç irad edilmesi, ikamesi talebinin reddine sebep olmaz" kuralını
getirmekle ceza yargılamasında ispat işlemlerinin zamanla sınırlı olmadığını,
yargılama bitinceye kadar delil ileri sürebileceğini vurgulamıştır.
Yargıtay
Ceza Genel Kurulu 19.10.1981 gün ve 165/342 sayılı kararında "ceza
yargılamasının amacı gerçeğin araştırılmasıdır. Gerçek akla uygun ve realist,
olayın bütünü ya da bir parçasını temsil eden kanıtlardan ya da kanıtların
tümüyle değerlendirilmesinden ortaya çıkar" demiştir.
CMUK'un
254. maddesinin ikinci fıkrasında, "Soruşturma ve kovuşturma organlarının
hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas alınamaz" kuralı
öngörülmüştür. Bir delilin hukuka aykırı olması ile bunun değerlendirilmesinin
farklı şeyler olduğunu kabul etmek gerekir .
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı tarafından delil olarak ibraz edilen teyp kasetinin
içeriği, 21.5.1999 tarihinde bir araç telefonu kullanılarak, kapatılan Refah
Partisi Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN ile TBMM Başkanvekili Fazilet Partisi
milletvekili Yasin HATİPOĞLU arasında yapılan konuşmadır.
Bu
telefon konuşmasının Yasin HATİPOĞLU tarafından kabul edilmemesi söz konusu
değildir. Bu nedenle, telefon konuşması ile ilgili metnin değerlendirilmesinin;
işin esasına girmeden, ön mesele olarak değil, işin esasının görüşülmesi
sırasında başkaca inandırıcı ve pekiştirici yan kanıtlarla birlikte yapılması,
itibar edilip edilmeyeceği keyfiyetinin o aşamada tartışılması gerekeceği kanaatindeyim.
Bu
nedenlerle, telefon konuşma metninin delil olarak kabul edilmeyeceği yönündeki
çoğunluk görüşüne katılmıyorum. 26.06.2001