ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı:1999/2 (Siyasî
Parti Kapatma)
Karar Sayısı:2001/2
Karar Günü:22.6.2001
R.G.
Tarih-Sayı:05.01.2002-24631
DAVACI
: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
DAVALI
: Fazilet Partisi
DAVANIN
KONUSU : Fazilet Partisi'nin, Anayasa'nın 2., 24., 68., 69. ve 2820 sayılı
Siyasî Partiler Kanunu'nun 78., 86. ve 87. maddeleri uyarınca kapatılmasına
karar verilmesi istemidir.
I- DAVA
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 7.5.1999 günlü, SP.95 Hz.1999/116 sayılı
iddianamesi şöyledir:
Anayasamızın
24/son maddesinde:
(Kimse,
Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa,
din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama
amacıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince
kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz)
2820
sayılı Siyasî Partiler Kanununun 87 nci maddesinde ise:
(Siyasî
partiler, Devletin sosyal veya ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini,
kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya
siyasî menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya
dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne suretle olursa olsun
propaganda yapamaz, istismar edemez veya kötüye kullanamazlar)
Hükümlerine
yer verilmiştir.
Yukarıda
açıkladığım Anayasa ve yasa hükümleri ile, Anayasamızın 2, 68, 69, Siyasî
Partiler Kanununun 78 ve 86 ncı maddeleri birlikte değerlendirildiğinde Fazilet
Partisinin temelli kapatılmasına karar verilmesi gerekmektedir. Şöyle ki:
1-
Refah Partisinin kapatılmasına ilişkin Anayasa Mahkememizin 16.1.1998 gün ve
1/1 sayılı kararında;
Kamusal
kuruluşlarda ve öğretim kurumlarında başörtüsü ve onunla birlikte kullanılan
belli biçimdeki giysi, bir ayrıcalıktan öte ayırım aracı niteliğindedir. Dinsel
kaynaklı düzenlemelerle girişimler Anayasa karşısında geçerli olamaz ve bu tür
eylemler Anayasa'daki lâiklik ilkesine aykırılık oluşturur.
Anayasa'nın
153. maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme
ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı,
138. maddesinde de, yasama ve yürütme organları ile idarenin mahkeme
kararlarına uymak zorunda oldukları, bu organlarla İdarenin mahkeme kararlarını
hiçbir surette değiştiremeyeceği ve bunların yerine getirilmesini
geciktiremeyeceği öngörülmüştür. Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında
siyasî partilerin "hukuk devleti ilkesi"ne uymakla yükümlü oldukları
belirtilmiştir. Anayasa'nın 153. maddesinin son fıkrasına göre, gerçek ve tüzel
kişileri bağlayan Anayasa Mahkemesi kararları siyasî partileri de bağlar.
Anayasa
Mahkemesi'nin 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'na eklenen ek madde 16'nın
iptaline ilişkin 7.3.1989 günlü, E: 1989/l, K: 1989/12 sayılı kararında, lâik
bir devlette hukuk kurallarının kaynağının dinde değil akılda bulunduğu,
kişilerin iç dünyasına ilişkin olması gereken dinî inançlara göre yasal
düzenleme yapılmasının Anayasa'nın 2.. 10., 24. ve 174. maddelerine aykırı
olduğu belirtilmiştir.
Öte
yandan, Danıştay Sekizinci Dairesi'nin 23.2.1984 günlü, 207/330; 16.11.1987
günlü, 128/486; 27.6.1988 günlü 178/512 sayılı kararları ile Danıştay İdari
Dava Daireleri Genel Kurulu'nun 16.6.1994 günlü, 61/327 sayılı kararlarında da,
Yüksek Öğretim Kurumlarında başörtüsü ve türban takan öğrencilerin Atatürk
devrimleri ile lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı davrandıkları ve dine dayalı
devlet düzenini benimsedikleri kabul edilmiştir. Buna karşın, davalı Parti
Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN ile kimi parti yetkililerinin mahkeme
kararlarını etkisiz hale getirmek için resmi daire ve üniversitelerde türban
kullanmayı teşvik eden lâiklik ve hukuk devleti ilkelerine aykırı konuşmalar
yaptıkları anlaşılmıştır.
Anayasa
Mahkemesi'nin Anayasa'nın lâiklik ve düşünce özgürlüğüne ilişkin kurallarına
verdiği anlam ve içerikle İnsan Hakları Avrupa Komisyonu'nun konuya ilişkin
değerlendirmelerinde birçok ortak nokta bulunmaktadır. Komisyon No:18783/9l,
L.B/ Türkiye K.T. günlü, 3.5.1993, No.16278/90, S.K/Türkiye K.T. 3.5.1993 günlü
kararlarında, yüksek öğrenimini lâik bir üniversitede yapmayı seçen bir
öğrencinin bu Üniversitenin düzenlemelerini kabul etmiş sayılacağını,
üniversitelerce getirilen düzenlemelerin, farklı inanıştaki öğrencilerin
birlikteliğini sağlamak amacına yönelik olarak, Öğrencilerin dinsel inançlarını
açığa vurma özgürlüklerini yer ve biçim bakımından sınırlayabileceğin!,
özellikle nüfusun büyük bîr çoğunluğunun belirli bir dine mensup olduğu
ülkelerde, bu dinin tören ve simgelerinin herhangi bir yer ve biçimde sınırlama
olmaksızın sergilenmesinin, sözü geçen dini uygulamayan veya başka bir dine
mensup olan öğrenciler üzerinde baskı oluşturabileceğini, lâik üniversitelerin,
öğrencilerin kılık ve kıyafetlerine ilişkin kurallar koyarken, kimi kökten
dincilerin yüksek öğretimde kamu düzenini bozmamalarını ve diğerlerinin
inançlarına zarar vermemelerini sağlamaya özen gösterebilecekleri açıklanarak
L. B. ve Ş. K. isimli öğrencilere, lâik üniversite düzeninin gereklerine uygun
biçimde fotoğraf vermedikleri gerekçesiyle okul diploması verilmemesi, din ve
vicdan özgürlüğüne müdahale olarak görülmemiş ve şikayetin kabul edilemez
olduğuna karar verilmiştir.
Parti
Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN'ın lâiklik ilkesine ilişkin Anayasa ve yasa
kuralları ile Anayasa Mahkemesi kararlarını gözardı ederek, resmi daire ve
üniversitelerde türban ve başörtüsü kullanmayı teşvik eden konuşmaları lâik
düzen karşıtları için bir mesaj oluşturmuştur) denilmektedir.
Bu
karar, 22.2.1998 gün ve 23266 sayılı Resmî Gazetede yayınlanarak, tüm siyasi
partilerimiz ve vatandaşlarımızca öğrenilmiştir.
Bilindiği
gibi, siyasal islamcıların faaliyetlerinin orada oluşturmamasına rağmen Cenevre
Kanton Hükümeti. 16.10.1996 tarihli kararı ile, Kantonal Eğitim Müdürlüğünün,
Müslüman bir bayan öğretmenin, derslere, islam dini geleneğine uyarak,
başına türban takıp derslere girmesini yasaklamıştı.
Bu
karara yapılan itirazı değerlendiren İsviçre Yüksek Mahkemesinin 12.11.1997 gün
ve 419/1996 sayılı kararında (Karar için Bakınız Manisa Barosu Dergisi, Nisan
1998, Sayı 65):
(Her
ne kadar, ilgili yönünden, kendi giysileri ile açığa vurulan dinsel kimliği
büyük bir önem taşımakta ise de, belli koşullarda bu tür giysilerin
yasaklanması, nün özüne tecavüz sayılamaz. Çünkü, idari merci tarafından
yapılan bu yasaklamada, nın varlığı sözkonusudur) denilmektedir.
Hal
böyleyken ve hiçbir uluslararası sözleşmede dair herhangi bir hüküm
bulunmamasına rağmen, Fazilet Partisi Genel Başkanı dahil, tüm yöneticileri,
milletvekilleri ve belediye başkanları, adeta kandan başka birşeyle
beslenemeyen vampirler gibi, vatandaşlarımızın bir kısmının dinsel inançlarını
en kolay bu yoldan sömürüp, lâik devlet düzenimizle çatışmaya
sokabileceklerinin bilincinde olarak ve Anayasa Mahkememizin anılan kararını
hiçe sayarak, meydan meydan, köy köy dolaşıp, tüm televizyonlardaki açık oturum
ve söyleşilere katılarak, iddia ederek, halkımızın bir bölümünü Devletimize
karşı kışkırtmayı alışkanlık haline getirmişlerdir.
Bu
kışkırtmaların sonucu, sloganının atıldığı, bu sloganın yazıldığı pankartların
taşındığı toplantılar ve yasalarımıza aykırı yürüyüşler düzenlenmiş, televizyon
ekranlarına da yansıyan bu toplantı veya yürüyüşlerde, Fazilet Partisi
yöneticisi, milletvekili veya belediye başkanlarından bîr çoğunun hazır
bulunduğu, bu slogan ve pankartları işitmeleri ve görmelerine rağmen, başörtüsü
yasağının mutlaka kalkması gerektiğine ilişkin konuşmalar yaptıkları
görülmüştür.
18
Nisan 1999 tarihinde yapılan milletvekili seçimlerinden önce, annesi türbanını
çıkartmadığı için bir kamu kuruluşundan uzaklaştırılmak zorunda bırakılmış, kendisi
de türbanlı ve "hiçbir zaman ve hiçbir yerde türbanını
çıkarmayacağını" herzaman söyleyen Merve Kavakçı adlı hanım, Fazilet
Partisi yöneticileri tarafından seçilebilecek bir yerden önce milletvekili
adayı gösterilmiş; başta Recai Kutan olmak üzere Fazilet Partisinin tüm
yöneticileri Merve Kavakçı'nın, hem Mecliste türbanlı olarak yemin
edebileceğinin, hem de Meclis çalışmalarına türbanlı olarak katılabileceğinin
propagandasını yapmaya başlamışlardır.
Ekte
gönderdiğim görüntülü kasetlerle birlikte, Fazilet Partisi İstanbul
milletvekili Nazlı Ilıcak'ın, 2.5.1999 tarihinde İnterstar Televizyonu 19.30
haber bülteni ve 3.5.1999 tarihinde Show TV 19.30 haber bülteninde a katılarak
söylediklerinin birlikte değerlendirilmesinden, böşörtüsü kavgasının T.B.M.M.ne
taşınmasının sağlanması için Merve Kavakçı'nın özel olarak seçildiği ve
Mecliste yapacağı eylemi tüm Fazilet Partisi Milletvekilleri ve parti
yönetcilerinin önceden bildiği anlaşılmaktadır.
Yine
bilginize sunduğum görüntülü kasetlerin incelenmesinden, başörtüsü ile yemin
etme eylemi yapmak için T.B.M.M.ne, Nazlı Ilıcak'ın refakatinde gelen Merve
Kavakçı için yaptıkları tezahürat ve yemin töreninin sonucuna doğru salonda
bulunmadığı halde, Merve Kavakçı'nın ismi okununca Fazilet Partisi
milletvekillerinin tümünün katıldığı tezahürattan; 3.5.1999 günü Merve
Kavakçı'nın T.B.M.M.de yaptığı ve başörtüsü eylemini, insafsız ve ancak bir
ajan provokatöre yakışacak biçimde, Amerika'da zencilerin insan hakları için
yaptığı mücadeleye benzettiği basın toplantısına, Fazilet Partisi Grup
Başkanvekili Abdullatif ŞENER'le birlikte, Fazilet Partisinin pekçok
milletvekilinin katılması, eyleminin Fazilet Partisi yöneticileri tarafından
planlandığını ve teşvik edildiğini açık bir biçimde göstermektedir.
Olay,
tarafsız, içtiği andın anlamını bilen ve pekçok kamu görevlisinin aksine içtiği
anda bağlı kalan Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel tarafından, olay gecesi, TRT
1 de yayınlanan programında şu şekilde değerlendirilmiştir.
(T.B.M.M.
bu çeşit hadiselere sahne olmamalıydı. Olayı herkesin kınadığını
hissediyorum... Bu münferit hadise aslında bugünün hadisesi değildir. Günlerdir
planlanan bir hadisedir... Yani bir hadise çıkarılacaktır... Bu aslında
provokatörlüktür. Bu tip ajan provokatörler çok görülmüştür... Gemi azıya
alınmıştır... Bu işi bu hale getiren kişi, bunu yapmaya memurdur.... Eğer bunu
İslamın şartı sayıyorsa, bu bölücülüktür.... İslam da fitne çıkarmak, katilden
beterdir... Açıklıkla söyleyeyim bu bir cereyandır. Demokratik Cumhuriyete
karşı bir cereyandır. Bu cereyanın sahiplerine, devlet dairelerinde. Meclis
gibi nizamı 75 yıldır uygulanan bir yerde gösteri yapmalarına imkân verilemez)
demiştir.
Olgun
kişiliğiyle tanınan Başbakanımız Bülent Ecevit dahi çileden çıkmış, Meclis
Kürsüsünden ve olay anında:
(Türkiye'de
hiç kimse hanımların Özel yaşamında giyimine, kuşamına, inançları gereği başını
örtmesine karışmıyor. Ancak T.B.M.M. hiç kimsenin özel yaşam mekanı değildir,
burası devletin en yüce kurumudur. Burada görev yapanlar, devlerin kurallarına,
geleneklerine uymak zorundadırlar. Burası Devlete meydan okunacak yer değildir)
demek zorunda kalmıştır.
Daima
ülkemizde özgürlüklerin genişletilmesinden yana tavır koymuş olan Oktay Ekşi,
2.5.1999 günü Hürriyet Gazetesinde yayınlanan başyazısında, olayı gerçek
anlamda değerlendirerek şöyle demiştir:(... Merve Kavakçı ise kendisine
Necmettin ERBAKAN tarafından verilen, sadece Meclis'i değil, sistemi de
birlikte toprilleme görevini Meclis Genel Kurul salonuna, siyasi bir simge
haline gelmiş olan "başörtüsü" ile girerek yerine getirdiği için
mutluydu.
Belli
ki adeta bir terör çetesi gibi hazırlanmışlar.
Geride
sabotaj planlarını hazırlayan bir beyin var. Yaptığı PKK'nın "kutsal bir
görev yapacağına" inandırdığı, sonra beline bomba sarıp belli bir tarihte
belli bir yerde o bombayı patlatarak öbür dünyaya gönderdiği kadın militanları
kullanmasından farklı değil.
Onlar
kendilerini havaya uçururken çok çok beş on kişiyi de öldürebiliyorlar. Bu
olaydakinin görevi sistemi havaya uçurmak.
Sabotaj
planının sahibi belli ki Necmettin ERBAKAN'dan başkası değil.
Nazlı
Ilıcak'la Merve Kavakçı da sabotaj planının uygulayıcıları. Görev bölümünü
böyle yapmışlar.
Ama
ERBAKAN'la Ilıcak açısından sorun yok. Çünkü bomba Kavakcı'nın beline sarılı.
Dün
Meclis'te yaşananların özeti bize kalırsa bu idi.
Pardon...
Bir önemli benzerlik daha vardı:
Yaklaşık
sekiz yıl önce TBMM'nin yeni bir yasama dönemine başlayacağı gün aynen Merve
gibi, militan bir ruhla oraya gelmiş bir Leyla Zana vardı. O da "yemin
törenini" kendi "kutsal" inancı yönünde kullanmaya kalkmıştı.
Ancak onunki "bölmek"ti. Merve ise "yıkmak" için
gelmişti.).
T.B.M.M.
İçtüzüğünde, şeklinde yasaklayıcı bir hüküm bulunmaması. Fazilet Partisi
yöneticileri ile, Merve Kavakçı'nın eylemine meşruiyet kazandırmaz. Çünkü
Anayasa Mahkememiz, yüksek öğrenim kurumları, resmî daireler dahil, tüm KAMUSAL
KURULUŞLARDA, başörtüsü ve onun'a birlikte kullanılan belli biçimlerdeki
giysilerin giyilebilmesi için yapılacak yasal düzenleme girişimlerinin geçerli
olamayacağını ve bu tür eylemlerin Anayasa'daki laiklik ilkesine aykırılık
oluşturacağını açık bir biçimde belirtmiştir. Anayasa Mahkemesi kararları, hem
yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve hem de gerçek ve
tüzel kişileri bağlar. T.B.M.M.de hanım milletvekillerine başörtüsüyle yemin
etmelerine ve yasama faaliyetlerine katılmasına izin veren T.B.M.M. Başkanı
hakkında gereğini yapmak görevli Cumhuriyet Başsavcılarına ait olmakla
birlikte; Anayasamızın değişmez ilkeleri ve Anayasa Mahkememizin uyum gösteren
içtihatları karşısında, resmî dairelerimizde, belediyelerimizde, okullarımızda.
Türkiye Büyük Millet Meclisinde, başka bir deyişle tüm kamusal kuruluşlarda,
başörtüsü veya türban gibi dinsel kaynaklı giysilerle eğitim veya görev
yapılması için girişimlerde bulunan veya destek veren siyasi partiler hakkında
kapatma davası açmayan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının görevi kötüye
kullanmak suçunun sanığı olabileceği de gözden uzak tutulmamalıdır.
2-
Fazilet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül, 2.5.1999 tarihinde, Kanal
7'de yayınlanan Hafta Sonu Haberlerine saat 21.38 de canlı yayına iştirak
ederek (RTÜK'den getirttiğimiz görüntülü kaset ektedir) söyle demiştir:
(...
Başörtülü birisi Mecliste Anayasa'yı ihlâl ediyorsa, Meclisin dışında da ihlâl
ediyor demektir. O zaman dışardaki bütün başörtülüleri topla, otobüstekiler de
ihlal ediyor demektir. Uçağa da bindiremezsin. Eğer bu Anayasayı ihlal suçu ise
...özel hayatınızda Anayasa'yı ihlal edersiniz, laikliği ihlâl edersiniz,
milletvekili olunca laikliği ihlal edemezsiniz. Bu çok yanlış bir mantık)
demiştir.
Adıgeçen
Genel Başkan Yardımcısı, Anayasa Mahkemesi kararlarına uygun şekilde, Dünya
işlerinin laik hukukla, din işlerinin de kendi kurallarıyla yürütülmesini kabul
etmiyor. Her ikisinin de aynı kurallara tabi olmasını istiyor. Anayasamızın
24/son ve Siyasî Partiler Kanununun 87 nci maddesine aykırı şekilde, dini
hissiyatı alet ederek, laik devlet düzenimiz aleyhine propaganda yapıyor.\/O\
2820
sayılı Siyasi Partiler Kanununun 101 nci maddesinin birinci fıkrasının (b)
bendine göre, siyasi partilerin Genel Başkan Yardımcılarının sözlü yada yazılı
beyanları partiyi bağlar ve bu beyanlar 87 nci madde gibi bu Kanunun dördüncü
kısmında yer alan hükümlere aykırılık teşkil ediyorsa, yalnız başına parti
kapatma nedenidir.
3-
Yukarıda açıkladığım eylemlerin Fazilet Partisi'nin lâikliğe aykırı eylemlerin
odağı haline geldiğini kanıtlayacağına inancımız tam olmakla birlikte; Ankara
Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığının 22.3.1999 ve Hz.1998/349, 4.5.1999
gün ve Hz.l998/349 sayılı yazılarına ekli tüm belgeleri de incelemenize sunmayı
bir görev sayıyoruz.
Bu
belgelerden, Fazilet Partisi Denizli Milletvekili Ramazan Yenidede'nin
15.5.1998 tarihinde yaptığı basın açıklamasını, Ankara Devlet Güvenlik
Mahkemesi Başsavcılığının ni ve dayanağı olan delilleri, Fazilet Partisi Hatay
Milletvekili Mehmet Sılay'ın, 1998 yılında yayınlanan ve mahkeme kararıyla
toplatılan başlıklı kitapta yazdıklarının Özellikle gözönünde tutulmasında
yarar görüyoruz.
4-
Anayasamızın 69 ncu maddesinin yedinci fıkrası gereğince
Refah
Partisi'nin kapatılacağını anlayan yöneticilerinin, kapatma tarihine yakın
günlerde ve kendi yakınlarına olarak adlandırılabilecek şekilde Fazilet
Partisini kurdurdukları, ülkemizde sokaktaki çocuklar tarafından dahi
bilinmektedir.
Malûm
olanın ayrıca isbatı gerekmez ve ayak oyunlarıyla yanıltılabilen,bir yargı
saygınlık kazanamaz.
Refah
Partisinin kapatılmasına ilişkin karar, 22.2.1998 tarihli Resmî Gazetede
yayınlanmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığının 24.3.1999 gün ve
17402/40490 sayılı yazılarına ekli listenin incelenmesi sırasında görüleceği
gibi, 123 tanesi 24.2.1999 tarihinde olmak üzere, 147 kapatılan Refah Partisi
mensubu milletvekili ile, Refah Partili belediye başkanlarının tamamına yakını
Fazilet Partisine geçmişlerdir.
2820
sayılı Siyasî Partiler Kanununun 95 nci maddesine aykırı şekilde, kapatılan
Refah Partisi milletvekillerinden Oğuzhan Asiltürk, Abdullah Gül, İsmail
Kahraman, Süleyman Arif Emre, Rıza Ulucak, Ömer Vehbi Hatipoğlu, Musa Demirci,
Ertan Yülek, Temel Karamollaoğlu, Cevat Ayhan, Necati Çelik, Fehim Adak, Bülent
Arınç. Bahri Zengin, Hasan Aksay, Aydın Menderes, Osman Yumakoğulları, Zeki
Ünal, Lütfi Doğan, Hanefi Demirkol ve Mehmet Ali Şahin, 17.12.1997 tarihinde
kurulan Fazilet Partisinin Genel İdare Kurulu ve Disiplin Kurulu üyesi
olmuşlardır.
Anayasamızın
69 ncu maddesinin yedinci fıkrasının, başka nedenler olmasa bile parti kapatma
nedeni olduğu gözden ırak tutulmamalıdır.
Fazilet
Partisi, yanlız Refah Partisinin değil, aslında ülkemizde dini siyasete alet
ettiği için kapatılan tüm siyasi partilerin devamı niteliğindedir. Metastas
yapan habis bir ur gibi, demokrasimizin sağlıklı işlemesini engelleyen,
Anayasal düzenimiz için daima oluşturmuş bu çeşit partilerin kapatılması,
Türkiye Cumhuriyetini sonsuza kadar yaşatabilmenin vazgeçilmez koşuludur.
SONUÇ
Yukarıda
açıklanan nedenlerle:
-
Anayasamızın, 2, 24/son, 68, 69, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanununun 78, 86
ve 87 nci maddeleri gereğince FAZİLET PARTİSİNİN TEMELLİ KAPATMASINA,
2-
Adıgeçen partinin kapatma nedeni sayılacak politikalarını benimsemediğini zaman
zaman açıkça ortaya koyan AYDIN MENDERES dışındaki tüm Üst düzey yöneticileri
ile, milletvekillerinin, Anayasamızın 69 ncu maddesinin sekizinci fıkrası
gereğince, ve ayrıca bunlardan milletvekili olanların milletvekilliklerinin,
Anayasamızın 84. maddesinin son fıkrası hükmü gereğince sona erdirilmesine
karar verilmesi talep olunur. 7.5.1999
II-
İDDİANAME EKİ
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın ek delillerin sunulmasına ilişkin 4.6.1999 gün ve
SP. 95 Muh.1999/252 sayılı yazısı şöyledir:
Fazilet
Partisi'nin kapatılmasına ilişkin olarak düzenlediğimiz, 7.5.1999 gün ve 116
sayılı iddianamemizde, adı gecen Partinin bölümünün (2) numaralı bendinde
açıklanan kararların da verilmesi gerektiği, aksi takdirde Fazilet Partisi'nin
kapatılması ile amaçlanan sonucun sağlanamayacağını ve aynı şahısların benzer
partileri kurma ve benzer eylemlerde bulunmasını engellenemeyeceğine içtenlikle
inandığımızdan; ayrıca MERVE KAVAKÇI'nın milletvekili seçtirilip, T.B.M.M.de
türbanıyla yemin etmesinin Fazilet Partisi üst düzey yöneticileri tarafından
önceden planlandığı, parti politikası olarak, 2.5.1999 tarihinde eyleme
dönüştürüldüğü, bu eylemin yapılacağının tüm Fazilet Partisi milletvekillerince
bilindiği, olay anında ve olay sonrası söz konusu milletvekillerince bu eyleme
destek de verildiği, bu eylemin de başlı başına Fazilet Partisi'nin kapatılması
ve iddianamemizin bölümünün (2) numaralı bendinde açıklanan kararların
verilmesi için yeterli delil oluşturacağı kanaatinde olduğumuzdan, kurallarını
gözönünde tutarak, delillerimizi genellikle bu iki hususa hasretmişdik.
Ancak,
yüksek Mahkemenizin, soruşturmanın genişletilmesi kanaatine varmasını saygı ile
karşılıyor, 13.5.1999 gün 106/429 sayılı yazınızla istenen ve bugüne kadar
Başsavcılığımın arşivlerine girmiş, konu ile ilgili delilleri, ek
delillerimizle birlikte, bilgilerinize arz ediyorum.
1-
Fazilet Partisi Genel Başkanı RECAİ KUTAN - Bazı kimseler çıkmışlar, hatta
bunların içinde rektör unvanı olanlar, profesör unvanı olanlar da var. Diyorlar
ki, bu rektörler, bu profesörler diyorlar. Buna olsa olsa kargalar güler, bu
iddiaya. Sevgili kardeşlerim bu ne biçim Cumhuriyet anlayışı ki milletin
inancına, milletin kültürüne, örfüne, adetine düşmanca bir tavır içerisindedir.
Sizin bu Cumhuriyet anlayışınıza olsa olsa muz cumhuriyeti derler.
(10.Ekim.1998. Kayseri Mitingi, Videobant ve Çözüm Tutanağı.)
RECAİ
KUTAN - Elbette başörtülü bir hanımefendi kardeşimiz Parlamentoya girmeli.
Bileğinin hakkıyla olabiliyorsa bakan da olmalı. Bakanlar Kuruluna girmeli.
Millet karar verirse, bizden aday olmaması için bir sebep yok. Bir hanımımız
inancı gereği başını örtüyor, eğitimini yapıyor, siyaset sahnesinde de ülkeye
hizmet etmek istiyorsa, elbette önü sonuna kadar açık olmalı (Milliyet
Gazetesi, 12 Ekim l998).
RECAİ
KUTAN - Türkiye'de Anayasal bir kuruluş var. Adına "YÖK" diyorlar.
Bunlar diyorlar ki, başörtülü hanım kızlarımız okulda başlarını açmalı. Anayasa
bir başka kuruluş var. O da Diyanet İşleri Başkanlığı. O ne diyor' Müslüman
hanımlarımız ve kızlarımız başlarını örtmelidirler. Allanın emri olduğu için.
Bu kızlarımız ne yapacak' YÖK'ün dediğinimi, Diyanet'in dediğini mi dinleyecek'
Bu şaşkınlıktır (Milli Gazete, 4 Nisan 1999).
RECAİ
KUTAN - Bunlar başörtüsüne el uzattılar. Bunlar, kimlerin başını örtmesine izin
veriyor' Bir kardeşimiz tarlada ot yoluyorsa, ya da zengin birinin evinde
hizmetkârlık yapıyorsa sorun yok, örtebilir. Ama bir hanım evladımız derse,
başını örtmesine diyorlar. Bu zulümlerin hepsi Allah'ın izniyle Fazilet Partisi
iktidarında ortadan kaldırılacaktır, söz veriyorum (Kırıkkale'de 11.4.1999
tarihinde yapılan miting.)
RECAİ
KUTAN - Bu hayat tarzını Merve hanım benimsemiş durumda, bu şekilde vatandaşın
önüne çıkmış, Başörtülü fotoğrafı ile YSK'na başvurmuş ve uygun görülmüş. Parti
olarak telkinde bulunmayız. Merve hanıma müdahale etmeyiz. Merve hanım
Parlamentoya girer, yeminini eder, parlamenter olarak görev yapar. (Sabah
Gazetesi, 27 Nisan 1999)
RECAİ
KUTAN - Rektör kışlana geri dön. Öğretim üyesi misin, cunta bekçisi mi' (Alkışlar).Rektör
için "Onbaşı Rektör" sıfatını kullanıyor)
2-
Fazilet Partisi Genel İdare Kurulu Üyesi NAZLI ILICAK - Bakın şu şapkayı
görüyorsunuz değil mi' Biz böyle şapkayı bırakıp gidenlerden değiliz, Fazilet
Partisi iktidar olunca bu zulüm çözülecek. Bu başörtüsü zulmü çözülecek, bakın
nasıl çözülecek. Çünkü Fazilet Partisi başörtülü hanımefendileri parlamentoya
sokacak. Çünkü başörtülü milletvekili olacak. Bakalım ne diyecekler milletin
seçtiklerine. Çünkü başörtülü bakan olacak bu memlekette... Nerede bir zulüm
varsa, o zulmü çekenlerin bir siyasi talebi olur. (Bu sözler aynı Mitingde
bulunan Recai Kutan'ın huzurunda söylenmektedir)
3-
Sivas-Suşehri ilçesi, Karşıyaka Mahallesinde, bir kahvehanede, 8.3.I999
tarihinde bir konuşma yapan Fazilet Partisi Meclis Grup Başkanvekili,
ABDULLATİF
ŞENER - Peki bunlar niye İmam-hatip okullarını kapattılar. Kur'an kurslarına
gidişi zorlaşırdılar. Üniversitelerdeki, imam-hatip okullarındaki kız
öğrencilerle mücadele ediyorlar, başörtüsüyle. Çünkü bunların vatandaşların inançları,
değerleri, menfaatleri diye bir telaşları, endişeleri yok.... Hiçbir Avrupa
ülkesinde, Amerika'da, Asya'sında, nereye giderseniz gidin, rahibe okullarında,
rahibe olmak için okuyan öğrencilerin başlarındaki örtüyü çıkarmaya hiçbir
siyasî partinin gücü yeter mi' Hiçbir siyasî iktidarın gücü yeter mi' Hiçbir
devletin gücü yeter mi' Yetmez. Kimsenin aklına da gelmez oralarda. Bırakın
Avrupa ülkelerini. Türkiye'de ruhban okulları var. Türkiye'deki ruhban okulları
öğrencilerinin başındaki örtüyü açmaya, kimsenin cesaret etmesi değil, niyet
etmesi bile mümkün değil. Peki ne oluyor da Türkiye'de imam-hatip okuluna
giden. İmam-hatip okulu nedir' Dinî bir okul. "Oraya giden kız öğrenci
başını açacak" diyor. Kim diyor' Vali genelge çıkarıyor. Aslına bakarsanız
Bursa'da yaşanan olay bir deney. Orada tutarsa bütün Türkiye'de
yaygınlaştıracaklar ve de milletin oyu ile iktidara gelen siyasîler, milletin
inançlarına uygun, saygılı davranış içinde bulunması gerektiğini hiç
düşünmüyor, aldırış da etmiyor, onu bir problem olarak da görmüyor.... Bunun
hesabının sorulması lâzım. Üniversitelerde de aynı hadiseler yaşanıyor.
Dünyanın hiçbir yerinde görülmez bir hadisedir. Bütün bunların çözümünün tek
adresi var. Bu adres Fazilet Partisidir. Neden öyledir' Bakın MERVE KAVAKÇI
ismi kazanacak bir yerdedir. O bölgeden inşaallah 10 civarında milletvekili
çıkaracağız, dördüncü sıradadır. Bu kardeşiniz Meclise girecektir. Kim bu' Bu
arkadaşımız, hanım bacımız, Türkiye'de tip fakültesinden, başörtülüdür diye
atılmış, kaydı silinmiş bir insan. Ama babası üniversiteden arkadaşımızdır,
profesördür. Babası bir ihtisas sebebiyle A.B.D.'ne gitmiş, 5-6 sene kalmıştır.
Kızını da yanına almış, Amerika'ya götürmüştür. Bu kız, Amerika'da Bilgisayar
Mühendisliği Fakültesinden başörtüsü ile diplomasini almış, gelmiştir. İşte
Türkiye ile Amerika arasındaki fark. Bir yerden başörtüsü ile diploma alıp
geliyor, bir yerde kayıt yapmıyorlar. Kaydını yapmış öğrenciyi okuldan
atıyorlar. Aradaki fark bu, inanıyoruz ki Türkiye'de bütün problemlerin çözüleceği
merci T.B.M.M.'dir ve T.B.M.M.'ne milletin inançlarını ve menfaatlerini taşıma
niyetinde olan siyasî kadrolar girdiği takdirde, bütün dertler ve
meseleler çözülür. Şöyle bir misyondaki bir İnsanın meclise milletvekili olarak
girmesi demek, Mecliste sorunun çözülmesi demek. Mecliste sorunun çözülmesi
demek, artık Türkiye'de, bu konuda hiçbir mercide, hiçbir makamda., hiçbir
kurumda böyle bir sorunun tartışılamıyacağı anlamına gelir.
ABDULLATİF
ŞENER - Eğer toplumda belli bir yaşama biçimini tercih etmiş olan insanların,
belli bir düşünce biçimini tercih etmiş olan insanların, Anayasada güvence
altına alınan fikir ve düşünce özgürlükleri baskı altına alınıyorsa, yaşama
biçimleriyle ilgili anlayışları baskı altına alınıyorsa, eğitim hakları baskı
altına alınıyor, engellenmeye çalışılıyorsa, faiz, buna da karşıyız. (T.B.M.M.
Tutanak Dergisi. 3.11.1998, 13.Birleşim, s.373).
ABDULLATİF
ŞENER - (Kanal 7 televizyonu, 26.5.1998 günü saat 18 Haber bülteni) SPİKER
ABDULLAH
GÜL - Adalet mülkün temelidir. Her şeyin temeli olan hukuk
siyasallaştırılmıştır bugün Türkiye'de. Niçin mi; misal vereyim, siz, bana,
hür, demokratik bir ülke gösterin ki, o ülkenin Anayasa Mahkemesinin üyeleri, o
ülkenin yüksek yargı organlarının üyeleri Genelkurmay Karargâhına gidip brifing
alsınlar ve aldıkları brifing üzerine de davalar görsünler!... (FP sıralarından
"Bravo" sesleri, alkışlar) siz, bana, yine, bir demokratik ülke
gösterin ki, milletin milletvekilleri bu kürsüde konuşurken tedirgin olsunlar.
Konuşmalarından sorumlu tutulsunlar!... Siz, yine, bana, bir demokratik ülke
gösterin ki, o ülkenin en büyük üniversitesinin rektörü, başörtüsü ve sakalla
uğraşmak için "gerekirse bilime ara verin" diyebilsin!....
ABDULLAH
GÜL - Sayın Bülent Ecevit, Türkiye'de, sizin Başbakan yardımcısı olduğunuz
dönemde, üniversiteler, bilim ve özgürlük yuvası olmaktan çıktı, baskının ve
zulmün en yoğunlaştığı, yoğunlukla yaşandığa yerler oldu. Hiç içiniz sızlamadı
mı üniversite kapısında coplanan kızları görmekten' Kanun ve hukuka aykırı
şekilde masum kız çocuklarının anayasa eğitim hakları zorbalıkla ellerinden,
alınırken, anne ve babalarının gözyaşını görürken hiç acı hissetmediniz mi'
....Sayın
Başkan, sayın milletvekilleri; son dönemlerde hükümet eliyle yapılan
kışkırtıcılık, bölücülük ve tahrik, hiçbir aklıselim sahibinin izah edemeyeceği
noktaya ulaşmıştır. Bununla, Bursa'da bir süredir olup bitenleri kastetmek
istiyorum. Bir ülkenin kendi kendisine yapabileceği en büyük kötülük Bursa'da
yapılmaktadır. Bir aydan beri, Bursa'daki imam-hatip okullarındaki kız
öğrencilerin başörtüsüyle uğraşmak, çocuk yastaki evlatlarımızı, babaları ve
ağabeyleri yaşlarındaki polislerle karşı karşıya getirmek ve onları sokaklarda
sürükletmek, sıradan insanlar olan anne ve babalarını günlerce sokaklara
dökmek, sizler için en büyük mahcubiyet olacaktır, insanların, özyurdunda
garip, özvatanında parya haline getirildiği Türkiye'de, Filistin benzeri
manzaraları ekranlara getirmek, kimin iktidarı döneminde olmaktadır'!
...55
nci hükümetteki icraatlardan dolayı ödüllendirilerek Milli Eğitim Bakanlığından
Başbakan Yardımcılığına terfi ettirilen sayın bakana da sesleniyorum şimdi:
Söz, birkaç gün önce, 9 Ocak 1999 günü, şehit öğretmenlerin eşlerine,
annelerine ve babalarına madalyalar taktınız; ülkenin bütünlüğünü korumak için
bu milletin çocuklarına en kötü şartlarda bile eğitim vermek için her türlü
tehlikeyi göze alıp bölücü örgüt tarafından şehit edilen öğretmenlerin
annelerine, babalarına ve genç hanımlarına madalyalar taktınız. Bütün
televizyon ekranları ve basın bu görüntüleri aziz milletimize aynen iletti.
Şimdi size soruyorum.
Sayın
bakan; başörtülü dîye okul kapılarında polis zoruyla sürüklediğiniz o kızlara
benzeyen başörtülü annelere, başörtülü gencecik mahzun dul hanımlara ve hatta
hatta, eşini vatan için şehit veren sizin o "kara çarşaflı" dediğiniz
şehit eşine madalyaları takarken hiç vicdanınız sızlamadı mı! (FP sıralarından
"Bravo" sesleri, alkışlar) Oğullarını bu vatan için şehit veren
annelerin kızlarını üniversite kapısında başörtülü diye sürüklerken, Sayın
Ecevit, hiç başınızı iki elinizin arasına alıp düşünmediniz mi; bu olup
bitenler bu ülkede oluyor diye hiç, düşünmediniz mi! Bu ülkede, sadece
babalarını, evlatlarını, eşlerini ya da kardeşlerini ölüme gönderme
karşılığında mı başörtüsü yasal hale edecektir!
ABDULLAH
GÜL - (1998-1999 öğrenim yılı başında, eşi Hayrunnisa Gül'ün başörtülü
fotoğrafıyla A.Ü. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesine kayıt için getirdiği, noter
ve gazetecileri de çağırdığı) Kayıt gerçekleşmeyince "bugün Moskova'da
yaşıyor olsaydık, böyle bir engelle karşılaşmazdı eşim" demiştin"
5-
MİLLETVEKİLİ MUSA UZUNKAYA - Sayın Bakan, durup dururken, 1997-1998 öğretim
yılının ikinci yarısında uygulanmak üzere, 12.1.1998 tarih ve 98/04 sayılı
Kılık Kıyafet Genelgesini okullara göndererek, az önce arkadaşlarımızın işaret
ettiği gibi yakın bir geçmişte, sadece Hazreti Muhammed'in doğum günü
vesilesiyle girdiği daha önceki yarışmalarda derecelere girmiş genç
yavrularımızın, imam-hatipte okuyan kızlarımızın, başı örtülüdür diye,
Kayseri'de, Ankara'da ve İstanbul'da yarışmalardan kovulması, uzaklaştırılması,
soruyorum Allah aşkına, iç barışı baltalamaktan başka hangi işe yaramıştır'!
(FP sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar) Gözü yaşlı bu çocukların
aileleriyle, sîze karşı., daha önce varsa sevgilerini, husumete çevirmediğinizi
nasıl söyleyebilirsiniz'!
Gensorunun
sonucu ne olursa olsun. Sayın Bakan ve Hükümetinden veya bundan başka bu
Meclisten çıkacak tüm hükümetlerden bizim ve halkımızın beklediği şey, çıkar ve
menfaatleri için, yanlarında olan, yanlışlarında bile, onları alkışlayanlara,
ülkeyi ve nimetlerini peşkeş çekmek için, doğrudan halkı, doğrudan Anadolu
kokan insanimizi kucaklamak; akşam, evine hıçkırıklarla dönen, sadece basını
örttüğü için, ekranlar ve noterler huzurunda ilim yuvasını kapısından kovulan
yavrusunun gözyaşlarıyla her gün bir dilimi çalınan ekmeğini katık yapan
insanımıza, "Aman Allahım! Millî Mücadelenin, Mustafa Kemallerin, Antepli
Şahinlerin, Karadenizli milislerin, Egeli zeybeklerin, Sütçü İmamların ve aziz
Cumhuriyetin çocuklarının, yine Cumhuriyet çocuklarından reva görülecek
muamelesi bu muydu'!" dedirtmeyelim... (T.B.M.M. Tutanak Dergisi
17.3.1998, Birleşim, s. 52)
6-
MİLLETVEKİLİ MUSA OKÇU (Batman) - Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Batman
ve Bingöl'deki son olaylarla ilgili söz almış bulunuyorum; bu vesileyle Yüce
Heyetinizi saygıyla selamlıyorum.
Sayın
milletvekilleri, 55 nci Hükümetin durdurulmasının önemli gerçeklerinden biri,
Cumhuriyetin temel niteliklerinin tehlikede olması bahanesidir. Bu noktadan
hareketle, önce, sekiz yıllık kesintisiz eğitim uygulamasını dayattılar. Bu da
yetmedi, sanki Cumhuriyeti sarsacak tehlike, kızlarımızın, kadınlarımızın
başörtüsüne gizlenmiştir veya saklanmıştır.
Bu
büyük tehlikeye karşı alınacak tedbir nihayet bulunmuştur. Nedir o tedbir; 16.7.1982'de,
Bakanlar Kurulunun, kamu görevlileri için hazırlanmış olduğu Kılık-kıyafet
yönetmeliğini tekrar yürürlüğe koymak oldu. Tam onaltı yıl önce hazırlanmış bir
yönetmelik yeni akla geliyor.... Gerçekte ise, bu yönetmeliğin başörtüsüyle,
laiklikle, irticayla bir alakası yoktur. Yönetmeliğin 5 nci maddesinin (a)
fıkrası kadınlarla (b) fıkrası erkeklerle ilgilidir. Bu yönetmelik - zamanım
olmadığı için, tamamını okuyamayacağım- kadınların giyim tarzından
ayakkabısına, elbisesine, eteğine, saç durumuna, tırnağına; erkekler için de,
saç durumundan favorisine, bıyığının şekline, giyeceği pantolona, ayakkabıya
kadar bu tip şeylerle ilgilidir.
Bu
yönetmelik yürürlüğe girdiği zaman en çok sol gruplar reaksiyon gösterdiler ve
hemen hemen hiç tatbik edilemedi. Ancak, bazı çevrelerin tezgâhladığı
provokasyonlar zinciri içerisinde, bu, içinde bulunduğumuz günlerde gündeme
getirilmiştir; yani, yürürlük tarihinden onaltı yıl sonra Anadolunun inançlı
çocuklarına dayatılıyor. Düşünün, yirmi yıldır, başını inancı gereği örten bir
doktor hanımı veya bir öğretmen hanım., birdenbire başını açmaya zorlamamız
sonucu neler hissedecektir. Aynı durumda, başı açık olan bir hanımı, başını
örtmeye zorlasanız göstereceği tepki nasıl tabiî ise, diğerinin tepkisi de
doğal karşılanmamalı mı'
Sayın
milletvekilleri, halk bu oldu bitti zorlamalara karşı demokratik hakkını
kullanmasın mı; meşru yollardan tepkisini göstermesin mi' Demokrat olduklarını,
insan hak ve özgürlüklerinden, inanç ve vicdan özgürlüklerinden yana
olduklarını iddia edenler, bu tip yasaklamalara tenezzül etmezler; aksi
takdirde, toplumun demokratik tepkisine hazır olmalıdırlar.
Hükümet,
eğer bu yönetmeliğin uygulanması için vilayetlere genelge gönderdiyse, halkın
önünü de tıkamamalı; halka tepkisini ortaya koyma hakkı vermelidir. Zaten,
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununa göre, toplum, bu hakkını kullanma
imkânına sahiptir. Buna rağmen hem halkın önünü keser hem de baskı
uygularsanız, toplumu da devleti de sıkıntıya sokacak sosyal patlamaların
davetçisi olursunuz.
...
Sayın milletvekilleri, Batman ve Bingöl'de, halk, sadece inancının gereğini
yerine getirmiştir, tepkisini ortaya koymuştur; ancak, bu gösteriler izinsiz
yapılmıştır, buna da izin vermediği için, gösteri yapanlar kadar, Hükümet de
suç işlemiştir. (T.B.M.M. Tutanak Dergisi, 22.4.1998, 80. Birleşim,
7-
MİLLETVEKİLİ MEHMET ALİ ŞAHİN - Peki, yürürlükte, kadın kıyafetiyle ilgili bu
düzenleme var mı'
Değerli
arkadaşlarım, sekiz yıl önceki Meclis zabıtlarını inceledim; bu kanun
çıkarılırken kim ne söylemiş ve bu madde ile ilgili kanuna ilave edilirken,
hangi amaçla ilave edilmiş' Gerekçesi şu; Üniversitelerde kılık kıyafetle
ilgili sorunları toptan çözmek için gelmiş; konuşmalar bunu gösteriyor, gerekçe
bunu gösteriyor. Hatta, tasan, Meclise, önce "genel ahlak ve adaba aykırı
olmamak kaydıyla" diye gelmiş; bir önergeyle, görüşmeler esnasında, bu
"yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla" şeklinde
değiştirilmiş. Bunun üzerine, meclisteki o zamanın muhalefet partisi SHP, yani,
Sosyaldemokrat Halkçı Parti İzmir Milletvekili Turan Bayazıt grubu adına söz
almış ve demiş ki: "yapılacak bazı değişiklikler kulağıma geldi; genel
ahlak, adap sözcükleri çıkarılacakmış 'yürürlükteki kanunlar' sözcüğü
konacakmış. Bu doğru değildir; çünkü, bugün, Türkiye'de kadının kıyafetini
düzenleyen bir yasa yoktur: Atatürk de, kadın kıyafeti için bir yasa
çıkarmamıştır. Çıkarmamıştır; isteseydi, onu da Çıkarırdı. ..."
Ancak,
siz, bu maddede "kanunlara aykırı olmamak kaydı" ifadesini koyduğunuz
takdirde, mevcut olan bu kanun zaten bulunmadığından, kısıtlama getiren,
sınırlama getiren hiçbir kanun mevcut olmadığından, bu maddedeki ifade sadece
aldatıcı bir anlam taşıyacaktır."
Sayın
Bayazıt bu değerlendirmeleri doğrudur. Meclis bu muhalefete rağmen, şimdi
yürürlükte bulunan düzenlemeyi kanunlaştırmıştır. Bu madde yürürlükte kaldığı
sürece, üniversitelerde başörtüsü diye bir sorun olamaz. Yönetmelikle, hukukî
mütalaalarla kanun hükmünü hiç kimse değiştiremez: bu millet iradesini gasp
olur, millet iradesini hiçe savmak olur. (FP sıralarından alkışlar).
Nitekim,
Anayasa Mahkemesinin değerlendirmesine de kimse sığınmasın; çünkü, Anayasanın
153 ncü maddesi, Anayasa Mahkemesi de bu kurala uymak zorundadır. (T.B.M.M.
Tutanak Dergisi, 4.6.1998, 93.Birieşim, s.20).
8-
MİLLETVEKİLİ BÜLENT AR1NÇ - Şu anda, 2547 sayılı Kanununun ek İ7 nci maddesi,
yürürlükle bulunan yasalara uygun olmak koşuluyla kılık ve kıyafetin
üniversitelerde serbest olmasını öngörmektedir. Bu konuda bir yasal düzenleme
olmadığı da bilinmektedir. Yürürlükteki yasalar denilince, başta Anayasa gelir.
Anayasada ise, kılık ve kıyafeti düzenleyen, ayrı ve özel bir hüküm yoktur.
Burada anlaşılmak istenilen şey, giysinin çağdaş kıyafete aykırı olmamasıdır;
oysa, çağdaş kıyafetin de, ne kanunlarda ne bir başka yerde açık ve net bir
tarifi yoktur, örf âdete göre, düşünce ve kültür farklılıklarına göre,
insanların...
Bunun
meşru ve haklı görülebilecek yönleri vardır. "Danıştay kararları böyle,
Anayasa Mahkemesi kararları böyle" de denilebilir. Bütün bunların hepsi
tartışmalıdır. Bunlar, Türkiye Büyük Millet Meclisinde de - Meclis araştırması
istemlerimiz var-sırası gelince, çok geniş bir biçimde görüşeceğiz; ancak,
Türkiye Büyük Millet Meclisinin, şu anda, bu acılı duruma el koymasını, başta
Sayın Bakanımız olmak üzere, Sayın hükümetimizin bu konuda hassasiyet
göstermesini talep ediyorum.
Danıştay
ve Anayasa Mahkemesi kararlarının, zaman içerisinde değişkenlik gösterdiğini de
biliyoruz. Burada savunduğumuz ve savunacağımız en öncelikli konu, insan hak ve
hürriyetleridir, bireysel hak ve özgürlüklerin kullanılmasıdır. Bu konuda,
devlet "niçin başını örtüyorsun" şeklinde hiç kimseye bir soru
yöneltemez. Çağdaş demokrasilerde bunun yeri yoktur. İnsanların kalbini yarıp
bakmak veya asıl maksadın araştırmak devletin görevi değildir. Devlet maddi
eylemlerle sınırlıdır ve bunların hukuk devleti içinde karşılıkları vardır.
(T.3.M.M. Tutanak Dergisi, 1"..6.1998, 101 .Birleşim, s.296).
BÜLENT
ARINÇ - KAVAKCI elbette ki siyasal simge olarak türban takıyor. Peruklu
demokrasi olmaz. 75 yılda Meclis'e türbanlı milletvekili gelmediğini
söylüyorlar. Ama bundan sonra türbanlı milletvekili girmeyeceği anlamına
gelmez. Kavakçı bu konuda ilk olacak
9-
MİLLETVEKİLİ MUSTAFA KAMALAK - Bir cümleyle hukuk bakımından başörtüsü yasağı,
tam anlamıyla bir zorbalıktır; hiçbir yasaklayıcı kanun hükmü, hukuk kuralı
yoktur.
İkinci
nokta; dinî bakımından başörtüsü nedir: Değerli arkadaşlarım, türban yahut
başörtüsünün, dinle bir ilgisi yoktur; türban, siyasal bir simgedir deniliyor;
belki öyledir; ama diyorum ki, bu Ülkede Diyanet İşleri Başkanı, hükümetin bir
memurudur, müftüler, vaizler, imamlar devletin bir memurudur. Eğer, başörtüsü,
dinî bir vecibe değil, siyasî bir simgeyse, Hükümet, lütfen, emretsin, Diyanet
İşleri Başkanı devletin televizyonuna çıksın, vaizler kürsüye çıksın, imamlar
hutbede okusun, desinler ki "başörtüsü siyasal bir simgedir" ve bu
kavga bitsin. Kısacası, dinî bakımdan başörtüsü yasağı, laiklik ilkesinin tam
anlamıyla bir ihlalidir... Fikirleri olmadığı için dayatma yolunu tercih
ediyorlar ve diyoruz ki
10-
MİLLETVEKİLİ FETHULLAH ERBAŞ - 11Ekim 1998 günü yapılan eylemine milyonlarca
insanımız katıldı.
...Pazar
günü yapılan bu eylem, Türk insanının demokrasiye ve inanca saygıya özleminin
bir ifadesidir. Türk insanı, daha fazla özgürlük istiyor, inancına saygı
istiyor; ancak, idare edenler, bunu görmezlikten geliyorlar, polisiye
tedbirlerle bu istekleri bastırmaya çalışıyorlar; bakıyorlar ama görmüyorlar,
işitiyorlar ama anlamıyorlar.
Türk
solu, bu olayda sınıfta kalmıştır, hani özgürlükçü demokrasi çığlıkları
atanlar'! Şimdi, antidemokratik anlayış sahiplerinin bile dile getirmeye
utandığı cümleleri bu eylem için kullandılar.
Türk
basını da sınıfta kaldı; manşetler ve olayın çarpıtılması, demokratik eylemleri
yapan kişilere göre değerlendirmeler, meslektaşlarına sahip çıkmama bunun
örnekleridir.
İdarecilerimiz,
pazar günü el ele tutuşmayı çok gördüler ve zinciri kırmak için polisleri
seferber ettiler. Eylemin sonunda da, başta basın mensuplarını gözaltına
aldılar. Gecenin bir saatinde evlere baskınlar düzenlendi, karakollara adamlar
taşındı; sabah sorguları yapıldı, savcılıklara götürüldüler; Ahmet Taşgetiren,
Abdurrahman Dilipak serbest bırakıldı, Ekrem Kızıltaş ve diğerleri serbest
bırakılmayı bekliyorlar. Ben bu gibi olaylarda kabağın birinin başında patlayacağını
bekliyordum; hep İstanbul'a bakıyordum; heyhat! Bir de baktım kî, 1993 yılında
Yüce Meclise vermiş olduğumuz yasa teklifinin kanunlaşmasıyla kağıt üzerinde
kurulan bir fakülteyi, beş yılda bölgenin en büyük tıp merkezi haline getiren,
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesinin dekanı, çalışkan, dürüst ve herkes
tarafından çok sevilen Prof. Dr. Dursun Odabaşı'nın başına patlamıştır.
Fakülteyi, gece gündüz çalışarak, her kesimden Vanlının -zenginiyle fakiriyle-
desteğiyle yüzlerce yataklı bir üniversite hastahanesi haline getiren bu
demokrasi ve Cumhuriyet aşığı insan, ulusal bir TV yayınından öğrendiğimize
göre, o gün hastane civarında çocuklarıyla birlikte gezerken, polislerin önüne
katıp dağıtmaya çalıştığı bir kalabalıkla karşılaşması sonunda, yine insanını
müdafaa etmek için, olmayan ve Van'da yapılamayan, yapılması da düşünülmeyen bu
eylemlerin tertipleyicisi gibi gösterilerek YÖK tarafından "meslekten
ihraç" talebiyle açığa alınmıştır. (T.B.M.M. Tutanak Dergisi, I4.i0.l998,
7.Birleşim, s.530).
11-
MİLLETVEKİLİ NACİ TERZİ - Bütün illerimize üniversite açılmasını beklerken, bir
temennimizi de zikretmeden geçemeyeceğiz, tabii, ilim, irfan yuvası olan
üniversitelerimiz her İl'e açılmasının, demin de ifade ettiğim gibi, hem
ekonomik yönden, hem sosyal yönden hem göçü önleme bakımından hem terörü önleme
bakımından büyük faydaları vardır; ama, bu arzumuzu, bugün, üniversitelerimizin
ve YÖK'ün içerisinde bulunmuş olduğu olumsuz durumu da sergilemekten
vazgeçemeyeceğiz. Biz, çağdaş, bilimsel, insan haklarına, hukuka saygılı, ülke
ekonomisine katkıda bulunan bir üniversite ve üniversite yönetimi istiyoruz,
insan haklarına saygı göstermeyen dayatmacı birtakım yönetmeliklerle, hukuka
saygı göstermeyen, çağdaş bilimin dışında bulunan ve insanlığa, ülke insanına saygı
göstermeyen YÖK'ün ve üniversitelerimizin de bugün içinde bulunmuş olduğu tavrı
kınıyor, protesto ediyor ve en kısa zamanda üniversitelerimizin illerimize
açılmasını temenni ediyor; hepinizi saygıyla selamlıyorum. (T.B.M.M. Tutanak
Dergisi, \1 A1.1998,19.Birleşim, s.360).
12-
MİLLETVEKİLİ REMZİ ÇETİN - Başta, İstanbul Üniversitesi rektörü olmak üzere,
bazı yöneticilerin, milli birlik ve beraberliğimizi ve devlet millet
bütünleşmesini ciddî şekilde zedeleyen bir tutum içine girmesi, son derece
vahim bir hatadır. İnatla ve ısrarla başörtüsünü yasaklamaya kalkmaları ve
kılık kıyafete müdahaleci olmayı sürdürmeleri, millî yapımıza, kültürümüze,
inancımıza, evrensel insan haklarına, fıtrî insan hasletlerine, tarihimize,
medeniyetimize, insan karakterine ve ahlakına, millî hoşgörü anlayışımıza ve
bütün dünyada medenî insanların ve devletlerin kabul ettiği bütün değerlere son
derece aykırıdır. (T.B.M.M. Tutanak Dergisi, I6.6.I998, 102.Bir:eşim, s.392)
Bu
konuşmayı cevaplamak için kürsüye gelen Mîllî Eğitim Bakanı HİKMET ULUĞBAY'a,
Fazilet Partisi Milletvekili RAMAZAN YENİDEDE diyerek yerinden müdahale
etmiştir.
13-
MİLLETVEKİLİ MEHMET ALTAN KARAPAŞAOĞLU - Hazır, fırsatı gelmişken, çok
dikkatimi çeken bir hususu, bizim toplumumuzu da yakından ilgilendiren bir hususu
bilgilerinize arz etmek istiyorum: Biliyorsunuz, Anayasamız, 1982 Kasımında
kabul edilmişti. Anayasamız bazı güzel düzenlemeler getirmişti insan hakları
konusunda, özgürlükler konusunda: ama, anayasamızdan bir yıl, birbuçuk yıl önce
düzenlenmiş olan bazı yönetmelikler var ve bu yönetmeliklerin bütünü, tamamı
Anayasamızın ruhuna aykırı olduğu halde, hâlâ yürürlükte kalmaya devam ediyor.
Mesela, bunlardan bir tanesini söyleyeyim ki, millî eğitimle ilgilidir. Bugün,
Bursa'da bazı okullarda talebeleri sokağa döken, onların ailelerini sokağa
döken, onlara polisin copla işkence yapmasına kadar varan neticeleri getiren ve
toplumun huzurunu bozan millî eğitimle ilgili bir düzenleme var. İşte, bu
düzenleme anayasanın kabulünden önce tanzim edilmiş, bir ihtilal hükümeti
tarafından tanzim edilmiş, askerî bir yönetimin baskılarını, arzularını,
isteklerini üzerinde taşıyan bir yönetmeliktir. O yönetmelik 17 yıldan
bu tarafa uygulanmamış; ama maalesef bugün uygulanmaya başlanmıştır. 18 nci
yılda uygulamaya başlanmıştır.
Değerli
arkadaşlar düşünebiliyor musunuz, bir toplumun vicdanında makes bulmayan bir
yönetmelik uygulanmak suretiyle toplum rahatsız ediliyor. Bunu, içinde
bulunduğunuz şu anda iktidarda bulunduğunuz sözlere de ithaf ediyorum... O
yönetmelikler kamu vicdanında makes bulmuyorsa uyulmaz, suça teşvik ediliyorsa
uyulmaz. (T.B.M.M. Tutanak Dergisi, 29.12.1998, 38.Birleşim,, s.413).
Bu
konuşma şu şekilde cevaplandırılmıştır;
MİLLİ
EĞİTİM BAKANI HİKMET ULUĞBAY - (Ankara) - Teşekkürler Sayın Başkan. Sayın
Başkan, değerli üyeler; konumuz geçici bütçe olmasına rağmen, bir değerli
milletvekili arkadaşımız bütçeyle ilgisi olmayan bir konuyu Meclisin gündemine
getirmiştir, ben, bu gündeme getirilişi biraz üzüntüyle karşıladım.
Üzüldüm
diyorum, şunun için üzüldüm: Türkiye Büyük Millet Meclisi, kanun ve hukuk
rejiminin sahip çıkılacağı, sürdürüleceği bir ortamdır. Bu çatının altında, bir
değerli milletvekili çıkıyor, Meclisten çıkan kanunlar ve onlara dayanılarak
oluşmuş bir mevzuata, uygulaması yapıldığı için eleştiri getiriyor ve kurallar
rejimi yerine, anarşiyi davet eden, kanuna karşı çıkmayı özendiren bir
davranışın savunuculuğunu yapıyor. Üzüldüğüm nokta bu. (DSP sıralarından
alkışlar) Sokaktaki herhangi bir vatandaşımız yapsa, anlayışla karşılarım. Yasa
koyucu olma işlevini ve yetkisini almış bir değerli milletvekili, gelecek,
hukuk rejiminin savunulması gereken, kalesi olan Türkiye Büyük Millet
Meclisinde kanundışı davranışları özendirecek ve bunlara prim verecek; hatta ve
hatta bazı arkadaşlarımız -eğer bas;n doğru yazıyorsa- okula gidip, siyasî
parti kimliğiyle, kurallara uyulmaması için arka çıkacak. (T.B.M.M. Tutanak
Dergisi, s.414).
14-
Fazilet Partili Altındağ Belediye Başkan; Mehmet Ziya Kahraman, 7.5.1999
tarihinde yapılan ve kendisinin başkanlık yaptığı Belediye Meclisi
toplantısına, bazı meclis üyelerinin şiddetli muhalefetine rağmen, Fazilet
Partili Belediye Meclisi Üyesi Havva Bektaş'ın başörtülü olarak katılmasına
diyerek izin vermiştir.
15-
Fazilet Partisi Tanıtma Başkanlığı, adıyla düzenlediği görüntülü kasette,
başlığıyla verilen bölümde, sözlerinin hemen arkasından sloganım atan kız
öğrenciler görüntüleniyor.
16-Anadolu
Ajansının 4.6.1998 tarihli haber bülteninde
19-
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi önünde başlayıp, 24.6.1998 tarihinde Ankara'da sona
eren nde Fazilet Partili Milletvekilleri ABDULLATİF ŞENER, RAMAZAN YENİDEDE,
AHMET DOĞAN, HÜSEYİN YILDIRIM, AHMET KIR, FİKRET KARAPEKMEZ ile, Beyoğlu
Belediye Başkanı NUSRET BAYRAKTAR, Bağcılar Belediye Başkanı, FEYZULLAH KIYIKLI
hazır bulunmuştur.
20-
MİLLETVEKİLİ ABDULLAH GENCER - Değerli kardeşlerim bugün kuran kurslarında
öğrenci yoktur. Yarın hiç olmayacak. Hafızlık artık tarihe karıştı. Şu ana
kadar olan, söylüyorum. Biz bin yıldır şerefle kuran kaybolmasın diye hafızlık
müesseselerini kurmuş ve yürütmüşüz. Bundan şeref duymuşuz. Çanakkale'de
şehitlerimizin bir çoğuna bakınız, hafızlardır, ehli Kur'andır. Bakın harcı
kaybettiğiniz zaman her şeyi kaybedersiniz Dostlara çok söyledik, yapmayın
dedik, etmeyin, yanlış yapıyorsunuz. Bu yanlıştan gelin geri dönelim bu bir
fazilet işidir, dedik. Ama maalesef herhalde emir çok büyük yerlerden geldi. O
yanlışlarından dönemediler. Ama aziz milletimiz bunu görüyor. Görüyor mu'
(Topluluk görüyor diye cevap veriyor) Görüyor Allah'ın izniyle, ondokuz
Nisan'da bunun sonuçlarını da hep beraber göreceğiz. Bir Cumhuriyet Halk
Partili dost öyle söylüyor, bana söylüyor, "ellerim kırılsaydı da keşke
otuz senedir bu oyu vermeseydim" diyor. Bunlar ivga etti, teşvik etti,
diğerleri de oylarıyla bizimkilerle beraber bu kanunu çıkardılar diyor. Her
yerde bunlar söyleniyor endişeniz olmasın. Değerli kardeşlerim başka ee, neler
yapamadık. Başörtü problemini çözemedik. Ama çalışma yapmadık mı' Elbette, iki
türlü çalışma yaptık. Bir tanesi, gerek teşkilatlarımız, gerek
milletvekillerimiz bu problemlerin, olduğu yerlere devamlı gittiler. Oradaki
yavrularımızla görüştüler, manevi desteklerde bulundular. Bu çok büyük bir
hadisedir.
21-
MİLLETVEKİLİ BEKİR SOBACI - Solcu Milletvekillimizin Mecliste pankart açan
militanları koruduğu bir ülkede, İstanbul'da, Çapa'da, Cerrappaşa'da doktor
olmasına üç ay kalmış kız çocuklarını okuldan attılar. Onlar iki otobüsle
Ankara'ya geldiler, Kızılcahamam'da yolları kesildi. Ankara'ya sokulmadılar.
Gittik, yirmi Milletvekili o kızlarımızı aldık, Kızılay'da basın toplantısı
yaptırdık. Meclise getirdik, partileri ziyaret ettirdik. Ama biz kızlarımıza
destek olurken, partileri izin vermediği için, milliyetçiliği kimseye
bırakmayan milletvekilleri Kızılcahamam'a gelemediler. İşte biz bunları
Ankara'da yaşadık. Burada milliyetçi-sağcı. orada kirli tezgahın destekçileri.
Yok öyle şey, burası ERBAA.
22-
MİLLETVEKİLİ RAMAZAN YENİDEDE - Bildiğiniz gibi, 12 Haziran Cuma günü önce
Partimden istifa ettim. Sonra da istifamı geri aldım... Mesele sadece benim
üniversitede okuyan kızımla ilgili değildir....Kızım bu sabır testisini taşıyan
suyun sadece küçük bir damlasıdır. Bu hareket temelde zulme kargı bir isyandır.
Zorbalığa karşı bir isyandır. Çağdışı baskılara karşı bir isyandır. Bu hareket,
hukuku çiğneyenlere, demokrasi adına demokrasiyi katledenlere, Laiklik adına
laikliği hançerleyenlere, insan hak ve özgürlüklerinin üzerine kin ve salya
kusanlara, suyu bulandırıp bulanık suda balık avlamaya kalkışanlara
Atatürkçülük ve çağdaşlık kılıfına bürünerek ülkeyi soyanlara, meydanlarda
eşitlik naraları atıp en ilkel kabilelerde bile görülmeyen vahşeti toplumun bir
kesimine reva görenlere, medeniyet adına bedeviyet cehaletine düşmüş sözüm ona
aydınlara karşı bir isyandır... Ben dinsizin dinsizliğine, donsuzun
donsuzluğuna nasıl karışmıyorsam ve karışma hakkına sahip değilsem, bir başkası
dinlinin dinine, donlunun donuna karışma hakkına sahip değildir. Buradaki don
elbise - örtü anlamındadır. Birisi çıkar bunların başörtüleri siyasi bir
simgedir derse, bir başkası kalkar, birileri için bunların kıyafetleri
ahlâksızlık ve fahişelik simgesi diyebilir. Bu mantıksız ve o kadar tehlikeli
tesbitlerden şiddetle kaçınılmalıdır... Benim bu hareketim, bu ülkede
kendilerini imtiyazlı vatandaş, başkalarını ise kul, köle gibi gören ve buna da
devleti alet eden bir avuç çıkarcıya karşı bir isyandır. Kan emen bu sülükleri
milletin sırtından koparmadıkça, bu ülkenin gelişmesi ve ayağa kalkması mümkün
değildir... Hırsız ben Atatürk'çüyüm ve laik'im diyor, soysuz böyle diyor.
Çalıştığı kurumda birçok kadını taciz eden adam ben Atatürkçü ve çağdaşım
diyor. Hazine yerlerini işgal edenlerin elinden bu yerleri almaya giden kamu
görevlilerin karşısına Atatürk posterleriyle çıkılıyor. Zulüm, baskı, işkence,
dayatma, soygun, vurgun, her türlü antidemokratik uygulama hep bu kılıf içinde
yürütülüyor... Hiç kimsenin bazı çıkarlar uğruna bu ülkeyi kana bulamaya hakkı
yoktur. Bu gemi batarsa hepimiz batarız. Herkes aklını başına almalıdır.
Taşların bağlandığı, köpeklerin salıverildiği bir ülkede huzurlu yaşamak asla mümkün
değildir... Zulm ile abad olanın ahiri berbat olur...burası Türkiye Yamyamlar
ülkesi değil ve bu ülke sahipsiz de değil (Fazilet Partisi Denizli Milletvekili
RAMAZAN YENİDEDE'nin 15.6.1998 tarihinde yaptığı Basın toplantısı. Bu basın
toplantısında söylediklerinin tam metni, 12.5.1999 tarihinde DGM C. Savcısı Nuh
Çetinkaya tarafından alınan ifadesi, adıgeçen C. Savcısı tarafından suçundan ve
TCK.nun 312/2 nci maddesinin uygulanması istemiyle sanık RAMAZAN YENİDEDE
hakkında düzenlenen 27.5.1999 gün ve 141/143 sayılı iddianamenin onanlı
örnekleri 14 numaralı zarftadır).
23-
Prof. Dr. CAHİT TANYOL (Cumhuriyet Gazetesi, 15.5.1999) MERVE KAVAKÇI'ya
T.B.M.M.'de yaptırılan türban eylemini şöyle değerlendiriyor:
(Yakın
tarihimizde iki önemli irtica olayına rastlıyoruz. 31 Mart ayaklanması ve
Menemen Olayı, Fakat suçun derinliği ve geleceğe uzanan yıkıcılığı bakımından 2
Mayıs 1999 Pazar günü Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde tanık olduğumuz Merve
Kavakçı olayının yanında, gerek Derviş Vahdeti ve gerekse Kubilay'ı şehit eden
bir kaç Nakşibendi softasının eylemi hiç mi hiç kalır. Hayınlığın böylesini de
gördük ister 31 Mart olsun, ister Menemen olayı, her ikisi de sokak eylemi
niteliğindedir. Oysa Fazilet Partisi'nin önderliğinde Türkiye Büyük Mîllet
Meclisi'nde patlak veren "irtica" devletin beynini hedef almış
bulunuyor. Kapatılan Refah Partisi'nin tıpkı basımı, ama ondan daha saldırgan,
sinsi ve tehlikeli. Bu politika, Cumhuriyetin laik temellerini yıkmak amacını
güdüyordu. Son olarak, tehlikeli ve korkunç dış kaynaklı bir gericiliğin
taşıyıcılığını yapan bir kadını Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin içine
salanların beslemiş oldukları gizli ve kirli niyet anlam bakımından Apo'nun
cinayetlerinden daha ağır bir suçtur. Apo'nun ki geçicidir, sadece devleti
yorar. Fazilet Partisi'nin TBMM'de gerçekleştirmek istediği bu eylem devleti
çürütür. Buna kimsenin gücü yetmez.
13.5.1999
gün ve 106/429 sayılı yazınızla istenen delilleri bu şekilde bilgilerinize arz
ettikten sonra, Fazilet Partisi'nin temelli kapatılan Refah Partisi'nin bir
başka ad altında kurulmuş devamı olduğuna ilişkin Ek Delillerimizi aşağıda
bilgilerinize arz ediyoruz.
1-
a) "ERBAKAN son sözünü söyledi: Meclis'e gidin ve gereğini yapın, hoca
gemileri yaktı. ERBAKAN, Fazilet Partisi'ni bölme pahasına küskünleri
desteklemekte kararlı. Kutan'a, 'seçimlere bensiz girmek içine siniyor mu' diye
Çıkışan Hoca, partililerin 'vazgeçelim' çağrılarını umursamıyor"
manşetiyle çıkan RADİKAL GAZETESİ'nin I2 Mart 1999 tarihli nüshası
b)
Demokrat Türkiye Partisinin başlıklarıyla çıkan 3.5.1999 tarihli RADİKAL
Gazetesi
3-
Refah Partisi'nin Kapatılmasına ilişkin gerekçeli kararın Resmi Gazete'de
yayınlandığı gün (22.2.1998), saat 14'de Necmettin ERBAKAN'ın Balgat'taki
konutuna gelen İstanbul Milletvekili Ali Oğuz "yeni oluşumdaki parti
liderliği görevi kime verilirse verilsin en iyi şekilde yerine getirilecektir.
Bu emanet kime tevdi edilirse bihakkın yapar. Şu an Recai Bey, Tayyip Bey,
Bülent bey üzerinde duruluyor. Ama bunlardan hiçbirisine isabet etmez de Hoca
sıradan bir arkadaşımıza (sen yap) diyebilir" dedi. Ali Oğuz "Yeni
kurulacak parti konusunda bir netlik var mı'> şeklindeki soruya karşılığını
verdi.
4-
3.5.1999 tarihli RADİKAL Gazetesinde, NEŞE DÜZEL ile, temelli kapatılan Refah
Partisi'nin Genel Başkan Yardımcısı Şevket KAZAN arasında başlığıyla verilen
bir söyleşi yayınlandı. Bu söyleşide:
NEŞE
DÜZEL - Fazilet'te yeni bir hareketin başladığı ve bu hareketin eskileri
tasfiye etmek istediği söyleniyor. Tasfiye edilebileceğinizi düşünüyor musunuz'
Yoksa sizi tasfiye edebilecek bir güç yok mudur'
ŞEVKET
KAZAN - Tasfiye diye bir şey söz konusu değil. Öyle olması isleniyor. Bazı yeni
gelmiş bizi tam tanımamış insanlar üzerinde birtakım etkiler oluşturulmak
istenebilir. Ama onlar da gelip bizi tanıyacaklar. Ben bu camianın abisiyim. Ne
bana ne de ERBAKAN Hoca'ya dargın, kızgın kimse yok. Hem Tayyip meselesi yeni
değil. On yıldan beri söyleniyor. Bu çocuk benim yanımda büyüdü. Ben 1977'de
İstanbul Belediye Başkan adayıyken, duvarlara afiş yapıştıran bir delikanlıydı.
Yanımızda gelişti.
NEŞE
DÜZEL - Bülent ARINÇ başkanlığa aday olacağını söyledi.
ŞEVKET
KAZAN - Bülent Arınç güzel konuşmakla parti lideri olamaz. Başkan olmaya layık
olanlar Recai Bey gibi konuşur. Genel Başkan olacağım demekle kimse genel
başkan olamaz. Bu yetenektir. Biz Refah'ta kendimizden sonra lider kadro
hazırladık. Her şeyin bir zamanı vardır.
NEŞE
DÜZEL - Siz ve ERBAKAN bugün yasaklı iki politikacısınız. Yeniden siyasete
dönmeyi düşünüyor musunuz'
ŞEVKET
KAZAN - Siyasetten kopmadık ki, dönelim. Ben siyasetin her bakımdan içindeyim,
kanun teklifleri hazırlayıp, "Meclis'te bunları kanunlaştırın" diye
arkadaşlara gönderiyorum) şeklinde konuşmalar bulunmaktadır
5-
Anayasamızın 69 ncu maddesinin sekizinci fıkrasına göre dır. Zira kanun koyucu
temelli kapatılan bir partinin başka bir partinin başka bir parti adı altında
devamını önlemek için önemli bir tedbir düşünmüştür. 2820 sayılı Siyasi
Partiler Kanununun halen yürürlükte olan ve Anayasamıza aykırı bir yönü
bulunmayan 95 inci maddesine göre "Temelli kapatılan siyasi partilerin
kapatılma tarihinde üyeliği devam eden; kurucuları, genel başkanı, merkez karar
ve yönetim kurulu ile her kademedeki yönetim ve disiplin kurulu üyeleri ve
T.B.M.M. siyasi parti gurubu üyeleri başka bir siyasi partinin kurucusu
yöneticisi ve deneticisi olamazlar."
Yasanın
bu açık hükmüne rağmen ve adeta Fazilet Partisinin Refah Partisinin devamı
olduğunu kanıtlamak istercesine, bir kısmı kurucu da olan Refah Partisinin
Merkez Karar ve Yönetim Kurulu üyelerinden Recai Kutan, Abdullah Gül, Rıza
Ulucak, Fehim Adak, Musa Demirci, Abdülkadir Aksu, Oğuzhan Asiltürk, İsmail
Kahraman, Cevat Ayhan, Necati Çelik, Bülent Arınç, Azmi Ateş, Temel
Karamollaoğlu, Süleyman Arif Emre, Bahri Zengin, Fuat Fırat; Refah Partisinden
Fazilet Partisine geçen T.B.M.M. Refah Partisi Grubu Üyelerinden İbrahim Ertan
Yülek, Mehmet Altınsoy, Ömer Vehbi Hatiboğlu, Mustafa Kamalak ve Şeref Malkoç
Fazilet Partisi Merkez Karar ve Yönetim Kurulu Üyesi, Ali Güneri ise Denetim
Kurulu Üyesi olmuşlardır.
6-
Merve Kavakçı'nın birkaç konuşmasının değerlendirilmesinden dahi,
gerçekleştirilmek istenilen hedefler bakımından Fazilet Partisinin kapatılan
Refah Partisi'nin devamı niteliğinde bir parti olduğu, Devlet düzenimizi dini
esaslara dayandırmak için gösterilen faaliyetlere uluslararası destek saklamak
için adıgeçen her iki parti yöneticileri tarafından da görevlendirildiği,
bilinen bu faaliyetleri nedeniyle, milletvekili adayı olarak özenle seçildiği
açıklıkla anlaşılmaktadır.
Şöyle
ki:
26
Aralık 1997 tarihinde ABD'nin Chicago kentinde, ABD merkezli Filistin İslami
Birliği (IAP) tarafından düzenlenen konferansta yaptığı konuşmada:
MERVE
KAVAKÇI - AB ülkeleri şunu gayet iyi biliyorlar ki, şimdi islami dirilişin
gerçekleştiği Türkiye, AB'nin bir üyesi olamaz. Şu da çok ironiktir ki Türk
Halkı, daha doğrusu Türk hükümeti bu gerçeği kabul etmek istemiyor. Çünkü bence
biz, Kuran'ın hala anlaşılmasından yoksunuz ve gereksinimlerimiz için Kuran'a
dönmekten hala yoksunuz. Müslümanlara baktığımız zaman kendimizi ya Keşmir,
Bosna, Filistin, Çeçenistan, Cezayir ve Arnavutluk gibi bir savaş bölgesi veya
siyasi baskı altında, Siyonist rejime karşı savaşırken görüyoruz veya
kendimizi, Türkiye'de gördüğümüz gibi. Ülkemizin sözde Müslüman hükümetine
karşı mücadele verirken görüyoruz... 2l. yüzyılın eşiğinde, dünyanın her
tarafındaki Müslümanlar bir şekilde İslami birliğin bayrağı altında toplanmalı,
böylece gerektiğinde tek bir merkezi vücut olarak hareket etmemiz sağlanmalı...
Biliyoruz ki, yüzyılın sonuna yaklaşırken düşmanın elindeki silahlarla biz de
silahlanmalıyız... Bir avuç Siyonist, iyi organize olmaları ve birleşmeleri
sayesinde bütün dünyayı kontrol altında tutabilmekte. Keşke biz de müslüman
olmayanlara karşı, müslüman toplumlar olarak iki ayağımızın üzerinde, bir
bayrak altında durabilsek... Bugünkü Siyonist ideolojinin parçası olanlar; ki
hem içimizde, hem dışımızdalar büyük baskı yapıyorlar. Ancak inşaallah
kalbimizdeki cihat ruhuyla bugün karşılaştığımız sıkıntıları aşacağımıza
inanıyorum.... Bizler, tüm islami bilgilere sahip doktorlar olmalıyız, tüm
İslami bilgilere sahip mühendisler olmalıyız ki, böylece bizim sözde müslüman
dünyamızda veya gayri müslim Dünyada, İslamı temsil edebilelim. Bu yolla hem
kendimizi güçlendirebileceğiz, hem de cihadımızın parçası olarak konumuzu
güçlendirebileceğiz. Dolayısıyla kişisel ve sosyal hayatlarımızdaki her türlü
ilerleme, cihat olarak görülebilir. Sosyal yönde cihat, iyi ve aktif bir
müslüman örgütün parçası, aktif bir üyesi olarak gerçekleştirilebilir. Ancak
şunu söylemeliyim ki bunlar cihadın politik yanı. Ve herkesin cihat yapması
için siyasette olması gerekmiyor. Ancak bu alan, benim kendim için cihat yapmak
için seçtiğim alan. Ama başka bir kız kardeşim veya erkek kardeşim, cihat
yapabileceği başka bir alanda aktif olabilir. Hizb-i Refah'ın ideolojisi,
Türkiye'deki Müslümanlar için cihat yapmak değil Bütün Dünyadaki Müslümanlar
için cihat yapmak ve bütün insanlık için cihat yapmak neden' Çünkü eğer tobağo,
tirinidad veya Panama'da bir kız kardeşim islamdan haberdar değilse mesajımı
Allah'ın sözünü ona iletmek benim Türkiye'deki sorumluluğumdur. Bizim dava
çalışmamızda erkeklerinkine paralel bir şekilde yukarıda aşağıya hiyerarşik
model kurduk. Her şehirde merkezdekiyle aynı yapılanma var. Bir kişi, seçimden
sorumlu başka birisi eğitimden halkla ilişkilerden mali işlerden. Her şehirde
11 departman var. Ve her şehirde mahallelerde, kasabalarda, cihat yapmak için
Hizb-i Refah posizyonları mevcut. Ve her mahallede sokak ve apartman
temsilcileri var. Dolayısıyla apartman apartman çalışarak Hizb-i Refah kadınları
insanları davaya çağırıyor. (IAP'nin seçkin üyeleri, 21. yüzyıla girerken,
sonunda şunu söylemek isterim ki, Dünya müslümanları olarak amacımız, yüzyıllar
önce olduğu gibi, Kur'anda belirtildiği gibi olmalıdır demiştir.
25.5.1999
günü, ATV'de 19 Haber bülteninde yayınlanan, 1996 yılında, Kuzey Amerika İslami
Birliği Konseyinde yaptığı konuşmada:
MERVE
KAVAKÇI - Artık şunu duyurabilirim ki, yeni REFAH Hükümetiyle Türkiye'deki ve
Dünyadaki müslümanların islam birliği adı altında yek vücut olarak inşallah çok
yakında birleşme zamanı gelmiştir.... Refah Partisi'nin iktidara gelmesi otuz
yıllık bir çalışmanın ürünüdür... 24 Haziranda Türkiye'de 54. Hükümeti kurduk,
bu başarı sıkı bir çalışmanın ürünüdür, bu da ibadet ve cihat anlamına
gelmektedir (salondan tekbir sesleri). Hizb-i Refah Kadınlar komisyonu olarak.
davamızda yukarıdan aşağı hiyerarşik bir sistem kullandık. Erkeklerinki gibi
bir karargâhımız var. Onlarla paralel çalışmalar yürüttük. Kuşkusuz daima
Başbakanımız Necmettin ERBAKAN"ın kumandası altında olduk. Kapı kapı ev ev
propaganda çalışmasında, karargâhta raporlar aldık. Refahı kabul eden islamı da
kabul etmiştir. Belirli caddedeki, belirli evde neler olduğunun bize
bildirilmesi gerekiyordu. İslama davet edilen o evin Refah'ı kabul edip etmediğini
bilmemize imkân vardı. Sonuçta, her ay, küçük birimlerdeki bilgiler, bir üst
birime gitmekte, oradan da karargâhta, yani benim çalıştığım bölümde
toplanmaktaydı.... İnsanlar iki guruptadır, insanlığı da ikiye bölebiliriz.
Hizb-i Refahtan olanlar, islamı kabul edenler ve islamı kabul etmeye hazır
olanlar.... Geçen ay Sudan'daki Refah'lı kadın dostlarımızla birlikteydik.
Sudan'daki kardeşlerimiz, bütün Dünya'dan giden 150 kadın örgütüyle biraraya
geldi (Merve Kavakçı, Kur'andan ayetler okuduğu konuşmasını tekbir sesleri
arasında bitirdikten sonra, sorulara geçildi). "İsrail'le Hükümetin
İmzaladığı anlaşma hala geçerli mî' İptal etmediniz mi'" sorusuna
MERVE
KAVAKÇI - Dışişleri Bakanlığı koalisyon ortağı DYP lideri Tansu Çiller'de.
Kısıtlı işler yapabiliyoruz. Daha fazlasını yapamayız. Şu anda REFAH'ın
fonksiyonu, Batı, Dünyasının ve Süper güçlerin büyük etkisi altındaki Hükümeti
frenlemektedir.... İç ve dış politika açısından Refah Partisi çok dikkatli
çalışmaktadır. Bu yüzden konuşmamda REFAH'ın, sistemin içindeki legal bir parti
olduğunu vurguladım. Onların REFAH'ı Türkiye'deki demokratik sistemin dışına
itmelerine fırsat vermeyeceğiz. Ama gelecekte şüphesiz sadece Türkiye'nin
değil, bütün Dünyanın müslümanları için elimizden geleni yaparız ve gelecek seçimde
koalisyon kurmak zorunda kalmayacağız ve inşallah İsrail-Türkiye meselesi
konusunda farkı göreceksiniz. Ama tek başımıza iktidara gelmeliyiz. Şimdi
İktidardayalnız değiliz. Sabırla beklemek ve gelecekte pahalıya mal olacak
hatalı bir hareket yapmadan, çok dikkatli çalışmak zorundayız. Asselamünaleyküm
ve rahmetullah demiştir.
10
Mayıs 1999 tarihli AKİT GAZETESİ'nde, örgütünün ilanı yayınlandı. Bu ilanda
şöyle deniyor (MERVE'LER , 1999 kurtuluş yılınız)
Söz
konusu ilan Prof. Dr. Nur SERTEL tarafından şöyle değerlendirilmektedir;
(Kılık-kıyafetin
bireysel bir tercih olduğu ve türbanla Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne,
üniversitelere girmenin ya da devlet memuru olmanın engellenmesinin demokrasi
ile bağdaşmayacağına ilişkin siyasal İslamcı söylemlerin ne derece inandırıcı
olduğu uzun zamandır tartışıla gelmektedir.
Türkiye
Büyük Millet Meclisi'ne başı örtülü olarak girmenin bireysel bir tercih olmanın
çok ötesinde anlam taşıdığı açıktır. Amaç, siyasal islamın bayrağı olan türbanı
ve onun temsil ettiği radikal islamcı görüşleri Meclis'e taşımak ve ardından da
üniversitelerdeki ve devlet memuriyetindeki türban yasaklarını kaldırmaktır.
Kamuoyunda
bu konuda oluşan tepkinin yersiz olmadığı, türbana ve onu Millet Meclisi'ne
taşımak isteyenlere sahip çıkan kesimlerin niteliği ile giderek daha da
açıklığa kavuşmaktadır.
Bunun
en somut kanıtlarını yine islamcı medyanın yayın organlarında görmek mümkündür.
Federatif
yapılı bir İslam devletinin kurulması amacıyla faaliyet gösteren ve bu amaç
doğrultusunda silahlı mücadele yönetimini benimseyen İBDA-C (İslami Büyükdoğu
Akıncılar Cephesi) Merve Kavakçı'ya sahip çıkan örgütler arasında yer
almaktadır. Türkiye Cumhuriyeti'nin gayri meşru olduğunu iddia ederek devlete
karşı mücadele eden, PKK dahil tüm terör örgütlerini desteklemekle tanınan ve
bunlarla ortak mücadele ortamı arayışını sürdüren İBDA-C'nin, bir islamcı
gazeteye verdiği ilanla "Merveler dik durun, 1999 kurtuluş yılınız"
ifadesini kullanması, türbanın basit bir kıyafet tercihi olmanın çok ötesinde
anlam taşıdığını ortaya koymaktadır.
Siyasal
islamcı yazarların, islam devletine özlemlerini ifade eden ve şeriatı savunan,
İslam devleti ile demokrasinin bağdaştırmasının mümkün olamayacağın; açıkça
belirten yazılarında, 28 Şubat sürecinden sonra büyük bir değişim meydana
gelmiş ve tüm İslamcı kesim, demokrasinin amansız savunucusu kesilmiştir. Ancak
bu demokratikleşme girişiminin ne kadar içtenlik taşıdığı, bunalım (kriz)
anlarında ortaya çıkmaktadır.
Biz
kadınların kıyafetine karışmıyoruz, isteyen, istediği gibi giyinebilir. İsteyen
mini etek giyer, isteyen türban takar" iddialarının gerçeği yansıtmadığı
ortadadır.
Bir
islamcı gazetenin, ADD toplantısına katılan ve "Atatürk İlkelerinin
Bekçisiyiz" pankartı önünde oturan laik cumhuriyeti benimsemiş Türk
kadınını "Analar ve mamalar" manşeti ile hakaret etmesi, çağdaş Türk
kadınının siyasal islamcılarla hangi gözle görüldüğünü sergilemektedir. Aynı
yazıdaki "başörtüsüne karşı çıkan kokanalar" söylemi de örtünmeyen
kadınlara yönelik kin ve nefret duygularının harekete varan bir örneğidir.
Bir
başka demokrasi örneğini (!) "Dünkü Cariye Kıyafeti" başlıklı köşe
yazısından özleyelim:
"Bu
asrın İlk çeyreğine kadar bütün islam dünyasında hür kadınlar, çarşaflarından
soyunmamışlardı. Zaten kölelik mefhumu da ortadan kalmaya başladığı için
sokakta örtüye dikkat etmeyen kadın kalmamıştı. Asrın ilk çeyreğinden itibaren
bu anlayış değişmeye başladı. Cahiliye devrinin köle kadınının kıyafeti
müslümanlar içinde de revaç bulmaya başladı. Asrın yarısından itibaren cariye
kıyafeti yer tuttu, son çeyreğinden itibaren her şey zıvanadan çıktı. Değme
mankenlere taş çıkartacak kıyafet ve makyajla sokağa çıkan hatunkişiler,
kendilerini örtülü sayıyor, dünün cariyelerinden daha fazla tahrikkâr
halleriyle sarkıntılık yolunu elleriyle açıyorlar.
Yani
uzun lafın kısası, çıkın, sokaklara bir bakın: Cariye kıyafetine bürünmüş
kadınlara sarkıntılık yapılıyor mu, yapılmıyor mu' El kadar bebeklere bile
tecavüz furyası başlamış mı, başlamamış mı'
Allah
aşkına, 1400 sene önce 'cilbab' emrine bugün, o günden daha fazla bugün ise
kendisini hür kabul eden kadınlar, aynı kıyafete bürünmekte beis
görmüyorlar.... Neden hür kadınlar kendilerini köle yapmak istiyorlar' Beşerin
hürriyetini muhafaza etmesi gereken devletler niçin cariyelik yolunu
açıyorlar'"
Yukardaki
satırlar, çağdaş kıyafet içindeki Türk kadınına hangi gözle bakıldığını ve
devletin bu konudaki tutumuna yönelik eleştiriyi açıkça ortaya koymaktadır. Bu
yazıdan çıkan sonuca göre iktidar gücü ele geçirildiğinde devlet tüm kadınların
kıyafetlerini, onları cariyelikten uzaklaştıracak biçimde yeniden düzenlemeye
adeta zorunlu kılınmaktadır Prof. Dr. Nur SERTEL, Türban ve Türk Kadını,
Cumhuriyet Gazetesi, 13.5.1999-).
Konu
ile yakından ilgisi dolayısıyla, 3.7.1993 tarihinde T.B.M.M. çatısı altında
cereyan eden bir tartışmayı aşağıda bilgilerinize sunuyoruz:
(Necmettin
ERBAKAN: Eskiden beri bu hanımefendi (TANSU ÇİLLER) CIA'ya rapor veriyormuş,
işte, son günlerde gazetelerde yapılan açıklamaları görüyorsunuz. Ne çıktı orta
yere' Bir iddia çıktı: Sayın Çiller, 23.4.1973'te Amerikan vatandaşı olmak için
müracaat etmiş. Bu müracaatın altında referans olarak ne diyor' Türkiye'nin
Amerikalı Dostları Derneği, Türk-Amerikan İşadamları Derneği, İMF Finansal
Stratejik Planlama Dairesi, Amerika Dış Politika Prensipleri Uluslararası
Araştırma Dairesi, ABD Milli Savunma bilgi verileri, FBI bilgi işlem kayıtları,
CIA yabancılar istihbarat Birimi.... Vatandaşlığa kabul tarihi yapılan iddiayı
söylüyorum. 1.7.1979.
Şimdi
buna karşı ne buyurulur' (DYP sıralarından "gazete haberleri"
sesleri) 'Ben müracaat etmedim, onlar teklif etti diyor. Haydaa Amerika kime
vatandaşlık teklif eder allahaşkına! (RP sıralarından alkışlar) yani, bu
vatandaşlık işleri dış ülkelerde nasıl cereyan eder bilmez miyiz'
Yılmaz
Ovalı (Bursa) :Sana da mı yapıyor'
Necmettin
ERBAKAN (Devamla): Herkes bir form doldurur müracaat eder. Hiçbir yönetim 'gel
de benim vatandaşım ol demez. Böyle şey mi olur' Şimdi bakınız, ilk önce, işte
ikisinin arasında tercih yaptım ve Türk vatandaşlığını tercih ettim diyor. Bu
vesikalar ortaya çıkınca 'Ben vatandaş olmadım' diyor.
Bu
kadar önemli bir itham, böyle bir cümleyle geçiştirilemez. Böyle şey mi olur'
Neden geçiştirilemez' Çünkü, Amerikan vatandaşı olmak için, mutlaka Amerika'da
yemin etmek lazım gelir. Amerikan vatandaşı olmak için yapılan yeminde ise
Amerika'ya bağlılık şart konulmuştur. Böyle Amerika'ya bağlılık üzerine yemin
eden insan, nasıl Türkiye'nin başbakanı olur' (RP sıralarından alkışlar) onun
için, bu ithamın 'olmadım' diyerek ve hatta...
Ahmet
Sayın (Burdur) : çok ayıp çok ayıp!... (DYP sıralarından görüntüler)
Necmettin
ERBAKAN (Devamla): Bakınız, şüphe uyandıran bir şey de şudur...DYP sıralarından
gürültüler)
Başkan
: Dinleyin arkadaşlar...
Necmettin
ERBAKAN (Devamla): Ne var, çifte vatandaşlıkta bir mahzur mu var' Tabi, eğer
Amerikan menfaatlerini koruyacağına bir insan yemin etmişse, elbette çok büyük
mahzuru var. Bundan büyük mahzur mu olur' (RP sıralarından 'bravo' sesleri
alkışlar...)
Kendisine
tavsiye ediyorum; bu da Amerika'dan "Amerikan vatandaşı değildir, bizde
böyle bir vatandaş yoktur" diye bir kâğıt getirsin. (RP sıralarından
alkışlar...) (T.B.M.M. Tutanak Dergisi, 3.7.1993 tarihli oturum, 121 nci
Birleşim, s.444-445)
Başsavcılığımın
elde edebildiği ve yukarıda açıkladığım delilleri bilgilerinize saygı ile arz
ederim.
III-
ÖN SAVUNMA
Davalı
Siyasî Parti'nin 10.9.1999 günlü ön savunması şöyledir:
GİRİŞ
DEMOKRASİ,
LAİKLİK VE SİYASİ PARTİLER
A-
DEMOKRASİ VE SİYASİ PARTİLER
Zaman
içinde anlam değişikliklerine uğramış olsa da. demokrasi insanlığın önde gelen
sosyal ideallerinden biri olma özelliğini hiçbir zaman tamamen yitirmemiştir.
Çağdaş dünyada demokrasinin değeri konusunda evrensel bir mutabakat vardır.
Bugün demokrasi öylesine güçlü bir idealdir ki gerçekte baskıcı olan yönetimler
bile -açıkça demokrasi karşıtı olan faşizm hariç onun değerini hiçbir zaman
açıkça inkar edememekte, hatta birçokları bu terimin çekiciliğinden
yararlanmaya bile çalışmaktadır. Demokrasinin Türkiye'de de yaygın kabul gören
toplumsal ideallerden biri olduğu şüphesizdir; Türkiye'nin aralıklı da olsa bir
asra yaklaşan demokratikleşme çabası bunun açık bir göstergesidir.
Toplumsal
bir ideal olarak demokrasinin özü, yönetimde halkın egemen olmasıdır.
Demokrasinin toplumsal varoluş için ifade ettiği anlamı daha da belirginleştirmek
gerekirse şöyle denebilir: Demokrasi ''kamu siyasetine ilişkin temel sorunlar
hakkındaki temel belirleyici kararları pozitif veya negatif olarak fiilen bütün
halkın aldığı ve almaya yetkili olduğu bir siyasi sistemdir" (Barry
Holden, Understanding Liberal Dcmocracy, Londra: Philip Allan, 1988, s. 5).
Dolayısıyla, halkın -temsili demokrasiler bakımından, halkın temsilcilerinin
kamu politikalarının karar mekanizmasından keyfi olarak uzak tutulduğu ve kamu
işlerinin halk önünde tartışılmasının makul olmayan ölçülerde kısıtlandığı bir
rejime demokrasi denemez.
Çağdaş
dünyadaki uygulaması bakımından demokrasi esas itibariyle temsili demokrasidir.
Temsili demokrasilerin işleyişinde siyasi partilerin şüphe yok ki vazgeçilmez
bir yeri ve önemi vardır. Temsili demokrasilerde toplum içindeki farklı görüş
ve çıkarlar, farklı siyaset ve toplum anlayışları ve ülke sorunlarına farklı
çözüm önerileri ancak partiler aracılığıyla siyasal sürece yansıtılabilir ve
siyaseti etkileyebilirler. Siyasi partiler bu anlamda sivil toplumla devlet
arasında, başka şekilde yeri doldurulamayan aracı kurumlardır ve bu sıfatla,
Anayasa Mahkememizin ifadesiyle, "demokratik düzenin esaslı bir unsurunu
teşkil eder'ler (E. 1963/37. K. 1963/54, K.T. 11.3.1963. Anayasa Mahkemesi
Kararlar Dergisi, C. l, s. 137).
Çağdaş
demokrasi uygulamasında siyasi partilerin temel işlevi, toplumdaki farklı çıkar
ve görüşleri ortak bir program etrafında birleştirerek siyasal kararlar haline
dönüştürmeye çalışmaktır. Partiler, bu amaçla toplumdan kendi programları için
destek talep eder ve iktidara gelmeleri halinde gerek kendilerini destekleyen
kitlelerin gerekse genel olarak toplumun taleplerini karşılayacak şekilde
faaliyette bulunmayı vaad ederler. Siyasi partiler o kadar önem kazanmışlardır
ki, bugün onlarsız bir demokrasiyi düşünemeyiz bile. Bu bakımdan, siyasi parti
modern siyasetin başlıca örgütlenme ilkesidir. Siyasi partiler devletle sivil
toplum arasındaki, devletin kurumları ile toplum içindeki gruplar ve çıkarlar
arasındaki hayati bağdır. "Seçimlerde yarışma esasına göre faaliyet
gösteren anayasal partiler demokrasinin kaleleri olarak tasvir edilirler;
aslında bu gibi partilerin varlığı çok kere sağlıklı bir demokratik sistemin
turnusol kağıdı olarak görülürler (Andrew Heywood, Politics, Londra: Macmillan,
1997, s. 229, 233). Anayasa Mahkememizin ifadesiyle, "(...) halktan yön
alan, halkın devlet yönetimine katılmasında ve siyasi iradenin şekil almasında
aracılık ve yardımcılık edenler (...) siyasi partilerdir. Siyasi partiler
halkın demokrasi alanında yetişmesi, olgunlaşması için adeta bir okul gibi
hizmet görürler" (E. 1968/26, K. 1968/14. KT. 18.2.1969, Anayasa Mahkemesi
Kararları Dergisi, C. 7, s. 241). Başka bir ifadeyle, siyasi partiler halkla
devlet arasında bir köprüdür; onlar olmasaydı bireyler yalnızlaşır ve devlet
tarafından görmezlikten gelinirdi. Partiler, en azından, yurttaşlara büsbütün
güçsüz olmadıkları duygusunu verir, bu inanç da devletin meşruluğunu
sürdürmesine katkıda bulunur (Michael G. Roskin, Robert L. Cord, James A.
Medeiros ve Walter S. Jones, Pohtical Science: An îmroâucnon, Englewood
Cliffs/NJ: Prentice Hail, 4. Baskı. 1991, s. 213).
Normal
olarak siyasi partilerin hedefi iktidara gelmek olmakla beraber, muhalefette
kalmaları halinde de siyasi partiler demokrasinin işleyişi bakımından
vazgeçilmez kurumlardır. Çünkü, demokratik çoğulculuk çoğunluğa hoş gelmeyen ve
"aykırı" sayılan görüşlerin de siyasi sistem içinde temsil
edilebilmesini gerektirir. Bunun içindir ki, "iktidar her rejimde,
muhalefet ise sadece demokrasilerde meşrudur" denmiştir. Her iki durumda
da sahip oldukları aslı rol nedeniyledir ki, siyasi partiler. Anayasamızın
ifadesiyle (m. 68/2), "demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez
unsurlarıdır." Bu nedenle, demokratik meşruluk açısından iktidar partileri
ile muhalefetteki partiler arasında herhangi bir fark yoktur; ister iktidarda
ister muhalefette olsunlar, siyasi partiler olmadan demokrasi olmaz. Esasen,
siyasi partiler için çağdaş anayasal demokrasilerde öngörülen hukuki veya
teamüli güvenceler öncelikle muhalefetteki partiler için önemlidir. Çünkü,
iktidardaki siyasi çoğunluk kendisinin tek başına "ulusal irade"yi
temsil ettiği düşüncesiyle, kendisinden farklı siyasi görüşleri benimseyen kişi
ve grupları, bu arada muhalif partileri baskı altına almaya çalışabilir.
Bir
ülkede her görüş ve çıkarı temsil eden partilerin siyasi bakımdan meşru
sayılmaları sadece demokratik ilkelerin bir gereği değildir. Siyasi partilerin
varlığının sosyolojik bir anlamı da vardır. Siyasi partiler aslında bir ülkenin
toplumsal gerçekliğinin siyasi alana yansımalarından başka bir şey değildir. Bu
anlamda yaşayan partilerin az veya çok sayıda olması da önemlidir. Çünkü,
partiler, özellikle de hatırı sayılır toplumsal tabanı bulunan partiler toplum
içinde dayanağı bulunan çıkar ve görüşleri temsil ederler. İnsanlığın çağdaş
tecrübesi göstermiştir ki, toplumsal tabanı bulunan, hatırı sayılır ölçüde
toplumsal talep ve beklentileri temsil eden siyasi partileri hukuki tedbirlerle
fiilen ortadan kaldırmak mümkün değildir. Bunların kimileri, demokrasinin genel
sınırları içinde diğerlerine göre farklı görüşleri savunsalar bile onlara karşı
hukuki tedbirler uygulamak, temsil ettikleri toplumsal kesimlerin gücü
nedeniyle, demokrasinin işleyişini de zora koşmak anlamına gelir. Anayasal
demokrasiler bu tür "muhalif görüşleri meşru demokratik süreçlere kanalize
edebildikleri ölçüde başarılı sayılmaktadırlar. Çünkü, makul büyüklükte
toplumsal tabanı bulunan partileri demokratik sistemin dışına itmek, bu
partilerin temsil ettikleri toplumsal duyarlılık, ihtiyaç ve beklentilerin
demokratik olmayan yollardan ifade edilmeye zorlanması anlamına gelir.
Toplumsal gerçekliği gözardı ederek başarılı bir demokrasi kurulamaz. Buna
karşılık, zikre değer bir toplumsal tabanı bulunmayan görüş ve çıkarlar,
hukuken ve siyaseten öyle irade edilse bile, uzun vadede kalıcı olamazlar.
Temsil gücü olmayan veya bu gücünü kaybeden bir parti zorla ayakta tutulamaz.
Siyasi
partilerin bu meşru işlevlerini yerine getirebilmeleri bakımından bir takım
temel sivil özgürlüklerin, bu arada özellikle ifade özgürlüğünün özel bir önemi
vardır. İfade özgürlüğü güvenceleri anayasal demokrasilerin kilit taşıdır. Bu
özgürlük demokratik bir toplumda "kamusal" tartışmaya serbestçe
katılımın temelini oluşturur. "Eğer liberal demokrasiler yurttaşlarının çeşitli
çıkar ve inançlarından bir anlamda ortak amaçlar türetmeye çalışan (...)
toplumlar iseler, o zaman onların kamusal tartışmaya katılacak düşünceleri
geniş tutmaya büyük bir değer atfetmeleri zorunludur." ihtilafların ve
anlaşmazlıkların barışçı yoldan makul çözümü demokrasinin temel amaçlarından
olduğuna göre, farklı düşünce ve önerilerin aleni bir tartışma ortamında
serbestçe ileri sürülebilmesinin bu amaca katkıda bulunacağı açıktır (Ronald F.
Thiemann, Relıgion in Public Life: A Dilemma for Democracy\ Washington, D.C.:
Georgetown University Press. 1996, s. 135).
Kamusal
tartışmaya katılmanın temelini oluşturan ifade özgürlüğü şüphesiz bütün kişiler
için vazgeçilmez değerde olmakla beraber, demokrasilerde bu güvenceye en fazla
ihtiyacı olanlar siyasi partilerdir. Çünkü, toplumsal sorunları serbest bir
biçimde tartışamayan bir partinin siyasi sistem içinde etkili olması ve
kendinden beklenen işlevi yerine getirmesi mümkün değildir. Bu en çok da genel
kabul görenlerden farklı görüşleri temsil eden partiler için geçerlidir; çünkü
anayasal korumaya asıl ihtiyacı olan onlardır. Bu nedenle, siyasi partileri
şeklen vazgeçilmez kurumlar olarak nitelemiş olsa da, partiler için ifade
özgürlüğünü yeterince güvence altına almış olmayan bir sisteme "anayasal demokrasi"
denemez.
Demokratik
teori açısından, siyasi partilerin işlevlerini yerine getirmelerinin tek meşru
sınırı her durumda barışçı yöntemlere bağlı kalmaktır. Başka bir ifadeyle,
şiddete başvurmadıkları, kitleleri şiddet kullanmaya ve suça teşvik etmedikleri
sürece, siyasi partiler serbestçe faaliyet gösterebilmelidirler. Bu kayıt
altında partiler her türlü toplumsal sorun ve talebi dile getirebilir, ülke
sorunlarına birbirinden farklı çözüm Önerileri sunabilir ve genel olarak
özgürlüklerin genişletilmesi için faaliyet gösterebilirler. Anayasa Mahkememiz
bir kararında, siyasi partilerin "(s)erbestçe faaliyette
bulunma"sından kastın, "siyasi partilerin davranışları karşısına bir
takım fiili engeller ve müdahaleler çıkartılmaması olduğu gibi, bunların
Anayasa ile tanınmış haklarını kullanmalarının, kanunlarla dahi
engellenmemesi" olduğunu belirtmiştir (bkz. E. 1968/15, K. 1968/13, KT.
3.5.1968, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, C. 6, s. 151). Bir demokraside
meşru parti faaliyetleri ise sadece başta anayasa olmak üzere pozitif hukuk
kaynaklarında açıkça tanınmış olan hakların uygulanmasındaki aksaklıkları
eleştirmeyi ve düzeltmeyi vaad etmeyi değil, aynı zamanda pozitif hukuk
tarafından henüz tanınmış olmayan veya pozitif hukuk bakımından tartışmalı olan
hak ve özgürlük taleplerini gündeme getirebilmeyi de kapsar. Aksi halde
demokrasinin gelişmesi ve evrensel insan hakları doğrultusunda ilerleme
kaydedilemez ve partiler mevcut kurumsal yapı ve ilişkilerin değişmezliğinin
koruyucuları haline gelirler. Bu noktada bir ayrım yapmak zorundayız. Siyasi
partiler arasında anayasal demokrasinin evrensel normları konusunda elbette bir
görüş birliği (konsensüs) olmalıdır, ancak bu anlamdaki uzlaşma gereğini,
ülkede belli bir anda yürürlükte olan kurumsal yapının değişmezliğini
savunmakla birbirine karıştırmamak gerekir. Bugün, ülkemizin de üyesi bulunduğu
Avrupa Konseyi ülkelerinde, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri ve tek tek
yurttaşlar yerleşik kurumsal yapı ve ilişkileri serbestçe eleştirmekte ve
siyasal sistemin insan hakları ve demokrasi doğrultusunda daha da
iyileştirilmesini talep etmektedirler. Bu acıdan düşünüldüğünde, Türkiye'deki
cari sistemin hukuk devleti, insan hakları ve demokrasi ilkeleri doğrultusunda
Batılı demokrasilerin halihazırdaki standartlarına ulaşabilmesi bakımından bile
daha fazla farklı sese, eleştiriye ve değişiklik önerilerine ihtiyacı bulunduğu
açıktır.
Siyasi
partilerin çağdaş demokrasilerdeki yeri konusunda Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi de aynı noktaları müteaddit kararlarında ifade etmiştir. Bilindiği
gibi, Türkiye için hukuki bağlayıcılığı bulunan İnsan Haklarına ve Temel
Özgürlüklere Dair Avrupa Sözleşmesi çerçevesinde faaliyet gösteren ve
dolayısıyla kararlarına mahkemeler dahil olmak üzere devlet yetkisi kullanan
bütün kamu organ ve makamlarının uyması zorunlu olan Avrupa Mahkemesi bu
konudaki içtihadını "demokratik bir toplumun gerekleri" kavramı
çerçevesinde geliştirmiştir. Mahkeme her şeyden önce, demokrasiyi "Avrupa
kamu düzeninin bir özelliği" olarak görmekte ve siyasi partileri de
demokrasinin merkezine yerleştirmektedir. Bu bağlamda Mahkemenin Türkiye'ye
karşı açılan bir davada verdiği kararda (Sosyalist Parti v. Turkey, 25.5.1998),
parti sözcülerinin kullandığı ifadelerin "Avrupa Konseyi'nin diğer
ülkelerinde aktif olan başka siyasi gruplarınkilerden pek de farklı
olmadıkları"nı tespit etmesi son derece anlamlıdır. Daha açık Bir deyişle,
Mahkemeye göre, Türkiye madem ki bir Avrupa Konseyi üyesi olarak Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi'ne imza atmıştır, o halde Avrupa'nın "demokratik kamu
düzeni"nde meşru görülen türden sivil ve siyasal etkinlikleri de doğal
karşılamalıdır.
Bu
çerçevede. Sözleşme'ye Ek l No.lu Protokol'ün 3. maddesi çerçevesinde, halkın
kanaatlerinin serbestçe ifadesi, bir ülkenin halkı içindeki farklı kanaat ve
görüşleri temsil eden siyasi partilerin katılımı olmadan mümkün değildir.
Siyasi partiler bu kanaatler ve görüşler yelpazesini sunmak suretiyle siyasi
tartışmaya yeri doldurulamaz bir katkı yaparlar ki "demokrasinin özü"
budur (Türkiye Birleşik Komünist Partisi v. Turkey, 30.1.1998). Benzer şekilde
Anayasa Mahkememiz de siyasi partileri demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez
unsurları olarak niteleyen anayasa hükmünün arkasında "Anayasa'nın Türkiye
için çok partili bir demokrasi düzenini öngördüğünün kanıtı ve siyasi partileri
böyle bir düzeninin gerektirdiği ölçüde çoğaltma ve geliştirme talimatı"
bulunduğu yorumunu yapmıştır (E. 1968/26, K. 1969/14, KT. 18.2.1969, Anayasa
Mahkemesi Kararlar Dergisi, S. 7, s. 240).
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi, aynı kararında, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nin
örgütlenme özgürlüğüyle ilgili 11. maddesi kapsamında gördüğü siyasi partilerin
"çoğulculuğun sağlanması ve demokrasinin uygun işlemesi bakımından"
oynadıkları asli role atıfta bulunarak, siyasi partilerin serbestçe faaliyette
bulunma hakkının Sözleşme'nin güvencesi altında olduğunu hatırlatmıştır.
Mahkeme yine Türkiye'yle ilgili başka bir kararında (Sosyalist Parti v. Turkey,
25.5.1998) bu içtihadını daha açık bir şekilde ifade etmiştir. Mahkemeye göre,
"bir siyasi programın devletin cari ilkelerine ve kurumsal yapısına aykırı
görülmesi onu demokrasinin kurallarıyla bağdaşmaz hale getirmez.(...)
(Demokrasinin özü, bizatihi demokrasiye zarar vermemek kaydıyla, farklı siyasi
programların, hatta devletin halihazırdaki örgütlenme biçimini sorgulayıcı
mahiyette olanların bile önerilmesine ve tartışılmasına izin vermektir."
Parti
faaliyetlerine kısıtlama getirmenin şartı olarak zikredilen "bizatihi
demokrasiye zarar verme" ölçütünden Mahkeme'nin ne anladığına gelince:
Anılan Sosyalist Parti kararında Avrupa Mahkemesi, ilgili parti başkanının
partisinin yasaklanmasına ve yöneticilerine siyasi yasak getirilmesine dayanak
yapılan sözlerinin herhangi bir antidemokratik yönteme başvurulmasını tavsiye
etmediğini, aksine bu sözlerde demokratik kuralların izlenmesinin önerildiğini
tespit etmiştir; "Sayın Perinçek'in ifadelerini inceleyen Mahkeme onlarda
şiddet kullanmaya, kalkışmaya veya demokratik yöntemlerin herhangi bir biçimde
reddine ilişkin bir çağrı olarak görülebilecek hiçbir şey bulunmadığını tespit
eder. Aksine, kendisi bir çok kez, önerilen siyasi reformun demokratik
kurallara uygun olarak, seçim sandığı yoluyla ve referandumla
gerçekleştirilmesi ihtiyacını vurgulamıştır." Şu halde. Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi'ne göre, bir partinin faaliyetlerinin demokrasinin kendisine
zarar verici olup olmadığı, onun kullandığı ve tavsiye ettiği yönteme bakarak
belirlenmelidir. Demokrasinin usuli kuralları çerçevesinde faaliyet gösteren
bir siyasi parti, programı ve temsilcilerinin söz ve eylemleri itibariyle
devlete ne kadar aykırı gelse de, demokratik çoğulculuk gereğince
yasaklanmamalıdır.
Avrupa
İnsan Haklan Mahkemesi, ifade özgürlüğünün hem genel olarak demokrasi
bakımından hem de siyasi partiler için ifade ettiği özel önemi birçok kararında
vurgulamıştır. Mahkeme'ye göre, "ifade özgürlüğü demokratik bir toplumun
aslı temellerinden birini oluşturur" (bkz., 29.8.1997 tarihli) Vorm v.
Austria kararı; aynı yönde bkz. 25.5.1993 tarihli Kokkinakis v. Greece kararı).
Mahkeme yukarıda atıfta bulunulan 30.1.1998 tarihli Türkiye Birleşik Komünist
Partisi kararında, siyasi partilerin faaliyetlerinin Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'nin 10. maddesinde güvence altına alınmış olan ifade özgürlüğünün
"kollektif kullanımı" mahiyetinde olduğunu belirtmiştir. Bu karara
göre, ifade özgürlüğü bireylerin kendilerini gerçekleştirmelerinin olduğu kadar
demokrasinin gelişmesinin de temel şartlarından biri olduğu için
"demokratik bir toplumun asli temellerindendir. "Demokrasinin temel
özelliklerinden biri ülkenin sorunlarını şiddete başvurmadan diyalogla çözme
imkanı sunmasıdır. Demokrasinin başarısı ifade özgürlüğünün güvence altında
olmasına bağlıdır. Bu bakış açısından, sadece, halkın bir kısmının durumunu
kamu önünde alenen tartıştığı ve demokratik kurallara uygun olarak (...) halkı
siyasi hayata katılmaya çağırdığı için bir partiyi yasaklamanın hiçbir
haklılığı yoktur." Avrupa Mahkemesi yukarıda anılan Sosyalist Parti v.
Turkey kararında da, benzer bir muhakemeyle, bir siyasi partinin sadece ifade
özgürlüğünü kullandığı için cezalandırılamayacağını belirtmiştir.
Ayrıca
Mahkeme, çeşitli kararlarında olduğu gibi, bu kararında da ifade özgürlüğü
güvencesinin sadece "muvafık (uygun) gördüğümüz veya bizi rahatsız etmeyen
yahut kayıtsız kaldığımız 'haberler/bilgiler' (informations) ve 'fikirler' için
değil, fakat aynı zamanda bizi rahatsız eden, sarsan veya altüst eden
'haberler/bilgiler' ve 'fikirler' için de geçerli" olduğunu tespit
etmiştir. Mahkeme çok yeni bir kararında (Fressoz and Roirc v. Francc, 21.1.1999),
ayrıca, ifade özgürlüğünün bu şekilde anlaşılmasını ''demokrasinin varlık şartı
olan çoğulculuk, hoşgörü ve geniş fikirliliğin icapları"ndan biri olarak
nitelendirmiştir.
Mamafih,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ulusal makamların Sözleşme'nin ilgili maddelerinde
zikredilen "meşru amaçlarla siyasi parti faaliyetlerine kısıtlamalar
getirilebileceğini kabul etmiyor değildir. Ne var ki, Mahkeme ulusal makamların
bunu yaparken Sözleşme'den doğan yükümlülükleriyle bağdaşır tarzda hareket
etmek zorunda olduklarını birçok kararında tekrarlamıştır. Bu yükümlülüğe
uyulup uyulmadığını belirlemek bakımından göz önünde bulundurulması gereken
husus, kısıtlayıcı tedbirlerin 11. maddenin ikinci fıkrası çerçevesinde
"demokratik bir toplumda zorunlu" olmasıdır. İnsan Hakları Mahkemesinin
yerleşik içtihadına göre, zorunluluk kavramı haklara müdahalenin
"zorlayıcı (mübrem) bir sosyal ihtiyaç" karşı olmasıyla ve izlenen
meşru amaçla orantılı olmasıyla ilgilidir (Sosyalist Parti kararı; Türkiye
Birleşik Komünist Partisi kararı; Worm v. Anstria: 29 8.1997; Mehemi v. Fmnce:
26.9.1997; Laskey, Jaggard and Brown v. United Kingdom. 19.2.1997; încal v.
Turkey, 9.6.1998; Fressoz and Roirc v. France, 21.1.1999).
Mahkeme
ayrıca siyasi parti faaliyetlerine getirilecek kısıtlamaların "demokratik
bir toplumda meşru" sayılabilmeleri için güdülen temel amacın "hukuk
devletine saygıyı temin etmek" ve "anayasal haklan etkili
kılmak" olması gerektiğine dikkat çekmiştir. Bu konuda demokratik toplumu
savunmanın gerekleriyle Sözleşmenin sisteminde yer alan bireysel hakların
uzlaştırılması gerekir (Türkiye Birleşik Komünist Partisi kararı). Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi 25.5.1998 tarihli Sosyalist Parti'yle ilgili kararında ise
açıkça "Partinin temelli kapatılmazsı (nın)... haklara radikal bir müdahale
teşkil ettiği"ni ve "(b)u kadar katı tedbirler(in) ancak vahim
durumlarda uygulanabileceğini belirtmiştir. Başka bir ifadeyle, Mahkeme ifade
özgürlüğünün kullanımından dolayı parti kapatılmasını "mübrem bir sosyal
ihtiyaç"ın sonucu olarak görmemektedir.
B-
DEMOKRATİK DEVLETTE LÂİKLİK VE DÎN ÖZGÜRLÜĞÜ
Demokrasinin
laiklikle ilişkisi hakkında doktrinde farklı görüşler bulunmakla beraber,
çağdaş demokrasi uygulamasına baktığımızda, bunların hepsinin şu veya bu ölçüde
"laik" sistemler oldukları dikkati çekmektedir. Bununla beraber,
laikliğin demokrasiler bakımından ayırt edici bir özellik olduğu da kolayca
söylenemez, Çünkü, demokratik olmayan ülkelerin büyük çoğunluğunun aynı zamanda
laik de olmadıkları gözlenmekle beraber, demokratik olmayan ülkelerin önemli bir
kısmının da laik oldukları açıktır. Bu duruma göre empirik bir bakışla,
laikliğin demokrasinin en azından yeterli şartı olmadığı rahatlıkla
söylenebilir. Esasen, laik rejimlerin aynı zamanda demokratik de olmasını
gerektiren teorik bir zorunluluk da bulunmamaktadır.
Buna
karşılık, doğru anlaşılması halinde laiklik demokratik rejimlerin gerekli
şartlarından biridir. "Doğru anlaşılması" kaydını düşmemizin nedeni
açıktır: Totaliter ve otoriter rejimlerde benimsenip uygulanan şekliyle laiklik
demokratik bir siyasal sistemde elbette geçerli olamaz. Çünkü, totaliter
laiklik dini inancın gerek bireysel gerekse toplumsal bütün tezahürlerinin
sistematik olarak tahribini amaçlayan kapsayıcı bir projedir. Böyle bir proje
ve politikanın pratik sonucu siyasi otorite tarafından sivil özgürlüklerin
bastırılması ve genel olarak sivil toplumun denetim altına alınması olur ki bu
ne insan hakları ve hukuk devletiyle ne de demokrasi ile bağdaşır.
Totaliter
laiklik anlayışının arkasındaki temel düşünce dinin kendi başına
"kötü", "zararlı", "gerici" bir toplumsal güç
olduğu ve bundan dolayı toplumsal ve siyasal "ilerleme'nin ancak
"dinden özgürleşme"yle mümkün olabileceği düşüncesidir. Bu görüş
genel çizgisi totaliter olmayan bazı Batılı ülkeleri de zaman zaman
etkilemiştir. Bu nedenle, örneğin 1789 Devriminin radikal din karşıtı
fikirlerinin etkisi altındaki Fransa'da yakın dönemlere kadar din-devlet
ilişkileri son derece gerilimli olmuştur. Buna karşılık, din üzerindeki siyasi
baskıdan kaçan göçmenlerin kurduğu Amerika Birleşik Devletleri'nde
cumhuriyetçilik baştan beri din özgürlüğüne sempatik bakan bir anlayışa
dayanmıştır. Başka bir anlatımla, laiklik Fransa'da "dinden özgürlük"
şeklinde anlaşılagelmişken, ABD'de bu konudaki hakim düşünce "dinin
özgürleşmesi" olmuştur (Mustafa Erdoğan, "Sekülerizm, Laiklik ve
Din", Demokrasi, Laiklik ve Resmi ideoloji, Ankara: LDT Yayınları. 1995,
s. 183).
Günümüz
siyaset teorisinde hakim olan anlayış açısından bakıldığında ise, laikliğin
"pozitivist ilerlemecilik" anlayışıyla ve insanları "dinden
özgürleştirmek"le ilgisi yoktur. Her şeyden önce, laiklik, genellikle
sanıldığının aksine, bilimin gelişmesinin veya akli muhakemenin bir sonucu
olmaktan çok, sosyal hayatın gerçeklerinin bir eseridir (Atilla Yayla, Siyaset
Teorisine Giriş, Ankara: Siyasal Kitabevi, 1998, s. 94). Öte yandan, gerek
"pozitivist" görüş gerekse "dinden özgürleşme" yaklaşımı
özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi anlayışına aykırı bir "insan"
anlayışına dayanmaktadır. Çünkü bunların her ikisi de dini yönelimi beşeri
varoluşun doğal ve meşru bir unsuru olarak gören, bu nedenle de onu diğer
insani etkinlik alanlarıyla bağdaştırma kaygısı güden anlayışa tamamen
aykırıdır. Bu ise, farklı dünya görüşü ve hayat tarzı anlayışlarını uzlaştıran
bir hareket noktası, bir uzlaştırıcı ilke olmak şöyle dursun, diğer tartışmalı
anlayışlardan sadece biridir, bir felsefi tercihtir.
Öte
yandan laikliğin "sekülerleşme dünyevileşme" ile de doğrudan doğruya
bir ilişkisi yoktur. Çünkü laiklik siyasi ve hukuki bir terim iken,
"sekülerleşme" sosyolojik bir kavram olup bireysel ve kurumsal dinin
toplumsal hayattaki öneminin azalması demektir. Bir toplum modernleşme
teorisinin öngördüğü ölçüde sekülerleşmiş olmadığı, yani dindarlık toplumsal
önemini koruduğu halde, siyaseten laik ve demokratik olabilir. Şu halde,
dindarlık ile laiklik ya da demokrasi arasında asli bir bağdaşmazlık yoktur.
Bundan dolayı, "sekülerleşme"nin devlet tarafından bir politika
haline dönüştürülmesi sadece insan haklarına ve demokrasiye zarar vermez, bu
aynı zamanda laikliğe de aykırıdır (Mustafa Erdoğan, "Sekülerizm, Lakilik
ve Din"; aynı yönde. bkz. Stephen V. Monsma ve J. Christopher Soper, The
Challcınge of Pluralism: Church and Staîe in Five Democracies, Lanham/Md ve
Oxford: Rovvman ve Littlefıeld Publishers. 1997, Giriş). Amerika Birleşik
Devletleri, Hollanda ve Almanya gibi, dindarlığı çağdaşlık karşıtı olarak
görmeyen, dine saygılı rejimlerin aynı zamanda başarılı demokrasiler olmaları
bu çerçevede anlamlı olsa gerektir.
Laikliğin
arkasındaki temel düşünce, modern düşüncenin kurucularından John Locke'un
bundan üç yüzyıl kadar önce farkına varmış olduğu gibi, felsefi, ahlaki ve dini
olarak tartışmalı sorunlar hakkında otorite yoluyla bir karar verilemeyeceği,
dolayısıyla devletin dinler karşısında tarafsız kalması gerektiği düşüncesidir.
Liberal siyasi felsefenin çağdaş temsilcilerinden Norman Barry'nin ifadesiyle,
"ruhani dünya konusundaki hakikatin ispatlanabilir olmaması karşısında,
devletin herhangi bir dinden yana olmaması" gerekir (Norman Barry,
"Piyasa, Ahlak, Din ve Devlet", Çev. Mustafa Erdoğan, Liberal
Düşünce, n. 4. [Güz 1996], s. 32). Daha açık olarak belirtmek gerekirse, diğer
felsefi kanaatler gibi dini inanç konusu da tamamen bireysel tercihlere bağlı
olduğundan, siyasi iktidar (devlet) dini inancın hakikati konusunda karar
almaya ve yürütmeye yetkili değildir. Bu konuda neyin doğru olduğuyla ilgili
olarak genel bir uzlaşma sağlanamayacağı için, devletin belli bir inancı
desteklemesi farklı inanç sahiplerine baskı uygulaması anlamına gelir. Laiklik
işte bu anlamda bir özgürlük ilkesidir.
Laikliğin
bir özgürlük ilkesi olması, her şeyden önce, onun siyasi iktidarı güçlendirmek
ve sivil haklara devlet müdahalesini meşrulaştırmak için kullanılamayacağı
anlamına da gelir. Başka bir anlatımla, laiklik bireyleri (temel hak ve özgürlükleri)
değil devleti (siyasi iktidarın kullanımını) kısıtlayan bir ilkedir. Yurttaşlar
farklı dünya görüşlerine, dini ve ideolojik tercihlere sahip olabilirler;
demokratik bir devlette bu tercihlerin hepsi aynı derecede meşrudur. Laik
devletin görevi bütün bunlara saygı göstermek, yurttaşları şu veya bu dünya
görüşünü yahut hayat tarzını benimsemeye zorlamamak ve dini veya seküler
görüşler (ve onların sahipleri) arasında hiçbir biçimde bir ayrım yapmamaktır.
Görülüyor
ki, demokrasi teorisi bakımından laiklik bütün diğer temel ilkelerden bağımsız,
kendi başına tayin edici bir ilke olmayıp, siyasi iktidarın kullanımına ilişkin
daha genel bir ilkenin, tarafsızlık ilkesinin sonuçlarından biridir. Devletin
tarafsızlık ilkesinin başka bir gereği de, dünya görüşü ve ideolojiler
bakımından yurttaşlar arasında var olan farklılık ve çeşitliliğe saygı
göstermektir. Bu nedenledir ki, gerek dinler gerekse ideolojiler bakımından
tarafsızlık sadece felsefi ve ahlaki bir gereklilik de değildir; tarafsızlık
ilkesi aynı zamanda sivil toplumun çeşitlilik gösteren yapısına devletin saygı
göstermek zorunda olması ile birlikte, farklı dünya görüşleri ve hayat tarzı
tercihlerini barışçı bir biçimde bir arada tutmakla ödevli olmasının da bir
sonucudur. Bu anlamda gerek genel olarak tarafsızlık ilkesi gerekse onun bir
türevi olarak laiklik bir toplumsal barış ilkesidir. Demokratik devletin
tarafsızlığı bakımından dini veya seküler inanışlar arasında bir fark yoktur.
Devletin seküler değerleri özel olarak desteklemesi de tarafsızlığa ve
dolayısıyla laikliğe aykırıdır (Stepnen V. Monsma ve J. Christopher Soper, a.
g. c. , s. 10. 203, 207, 209).
Laiklik
kısaca din ve vicdan özgürlüğünün güvence altında olduğu bir sistem içinde
siyasi meşruluğun dinden kaynaklanmaması, hukuki düzenin doğrudan doğruya dine
dayanmaması ve devletin farklı dinler ve mezhepler karşısında tarafsız olması
anlamına gelir. Bununla beraber, siyasi meşruluğun ve hukukun temelinin din
olmaması dinin bireysel ve toplumsal boyutunun laik devlet tarafından
tanınmaması anlamına gelmez. Bu sadece, siyasi faaliyetin demokratik süreç ve
mekanizmalardan başka kaynaklara başvurularak meşrulaştırılamayacağı ve hukuk
normlarının meşruluğunun herhangi bir dine dayandırılamayacağı veya dini
gereklerin sırf dini oldukları için emredici hukuk normu halinde
genelleştirilemeyeceği anlamına gelir. Yoksa, laik bir düzende elbette
yurttaşlar kendi dini tercihlerini sivil ve siyasi özgürlükler çerçevesinde
dışa vurabilir ve bir kısım dini ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ilgili siyasi
taleplerini dile getirebilirler. Laik bir devletin temel görevi, bütün diğer
temel ilkeleri bir yana bırakarak laikliği temel belirleyici politika ilkesi
olarak almak değil, tam tersine, laikliği devletin kendi meşruluğunun temelini
oluşturan hukuk devleti, insan hakları ve demokrasi esaslarıyla bağdaşır bir
tarzda yorumlayıp uygulamaktır. Esasen bu değerler arasında bir hiyerarşi
olacaksa bile en üstün değer laiklik değil "anayasal demokrasinin temel
direkleri olan insan hakları, hukuk devleti ve demokrasi olmak zorundadır.
Bu
çerçevede laikliğin başlıca iki unsuru bulunmaktadır. Birincisi "din ve
vicdan özgürlüğünün devlet taralından anayasal ve yasal olarak güvence altına
alınmasıdır. İkincisi ise devletin dini ve seküler inançlar karşısında tarafsız
olmasıdır. Laikliğin ilk unsuru olan din ve vicdan özgürlüğü gerek İnsan Haklar
Evrensel Bildirisi'nde (m. 18) gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde (m. 9)
gerekse 1982 T.C. Anayasası'nda (m. 24) açıkça güvence altına alınmıştır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de çeşitli kararlarında din özgürlüğünün
"demokratik bir toplumun temellerinden biri" olduğunu belirtmiştir.
Yine Mahkeme'ye göre bu özgürlük "dinini dışa vurma (izhar)"
özgürlüğünü de kapsar; esasen söz ve eylemlere yansımayan bir dini inancın
varlığından söz edilemez (Kokkinakis v. Greece, 19.4.1993).
Laikliğin
ikinci unsuru olan "tarafsızlık'' ise, en azından, devletin resmi bir
dininin veya ideolojisinin olmamasını gerektirmektedir. Birinci ilke aynı
zamanda insan haklarının doğal bir uzantısı olduğundan bu hususta pek fazla
tartışma bulunmamakla beraber, "tarafsızlık" ilkesi bakımından en
uygun modelin ne olması gerektiği konusunda çağdaş demokrasilerde düşünceler ve
uygulamalar farklıdır. Bu ülkelerin uygulamasına baktığımızda başlıca üç modelin
-ve onların çeşitlemelerinin- varlığı dikkati çekmektedir: Ayrılıkçı model,
tanınmış/müesses din modeli ve çoğulcu model (Stephen V. Monsma ve J.
Christopher Soper, a.g.e., ss. 10-12).
En
yakın örneğini Amerika Birleşik Devletleri"nin oluşturduğu "ayrılıkçı
modelde din ile devlet kurumsal olarak birbirinden ayrılmıştır. Bu modelde, din
ve politika beşeri faaliyetin birbirinden ayrılması gereken iki farklı alanı
sayılır. Din kişisel, özel bir mesele olarak görülür ve kişisel tercih ve eylem
alanına terkedilir. Ayrıca, devletin dinle ilgili meselelerde tarafsız
(neutral) olması gerektiği kabul edilir ve bunun da en iyi din ile devletin
birbirinden ayrı tutulmasıyla sağlanacağına inanılır. Bu anlayışa uygun olarak,
ABD Anayasasında (Birinci Değişiklik/1791) şöyle bir formül benimsenmiştir:
"Kongre bir din kurulmasına veya bir dinin gereklerinin serbestçe yerine
getirilmesini yasaklamaya (...) ilişkin hiçbir kanun çıkaramaz." Burada,
bir dinin tesisini veya resmen tanınmasını yasaklayan ibare din ile devletin
kurumsal olarak birbirinden ayrılmasının temelini oluşturmaktadır. Bu, aynı
zamanda, devletin tarafsızlığının da temelidir. Hükmün ikinci kısmı ise din ve
ibadet özgürlüğünü güvence altına almaktadır. Mamafih, Amerika Birleşik
Devletleri'nde, din ve mezhepler arasında ayrım yapmamak kaydıyla, devletin
dini okullara -vergi muafiyeti gibi yollarla- mali yardım yapması laiklik
ilkesine aykırı sayılmamaktadır. Amerika Birleşik Devletleri"nde bütün
yüksek okulların %49'u özel kurumlar olup yükseköğretim öğrencilerinin %20'si
bu okullarda öğrenim görmektedir. Bu kurumların %78'i dini okullardır ve hemen
hemen hepsi devletten mali yardım almaktadır (Monsma ve Soper. a.g,e., s. 36).
Din
ile devletin kesin ayrılığının benimsenmiş olduğu Fransa'da siyasi iktidar 19.
yüzyıla kadar sürekli olarak kendisini Roma'nın etkisinden kurtarmaya çalıştığı
için, din-devlet ilişkileri gerilimli olmuştur. Hatta 1902 ile 1905 arasında
Fransa ile Vatikan arasında hukuki ilişkiler kopmuştur. Devletle Kilise'nin
ayrılığını tesis eden 1905 tarihli Kanuna göre, "Cumhuriyet vicdan
hürriyetini garanti eder, kamu düzeni için ilan edilmiş kısıtlamalar
çerçevesinde mezheplerin tatbik hürriyetini de teminat altına alır. Cumhuriyet
hiçbir mezhebi ne tanır, ne ücretini öder ne de ona paraca destek sağlar"
(Jacques Robert, Batıda Din-Devlet İlişkileri: Fransa Örneği, Çev. İzzet Er,
İstanbul: İz Yayıncılık, 1998. s. 51). Birinci Dünya Savaşı ve Almanya'yla
çatışmanın tahrik ettiği ulusal birlik hareketi gerilimlerin azalmasını ve hem
Fransa Kilisesi ile hem de Roma'yla daha az çatışmalı ilişkiler kurulmasını
mümkün kılmıştır. Mamafih, 1930-1960 döneminde, Halk Cephesi'nin Katolikler
arasında tutulduğu korkuları, Fransız din adamlarının çoğunun 1940-1944 dönemi
Petain rejimine verdiği desteğin solun güvensizlik duygusunu takviye etmesi, ve
1950'lerin sonlarına kadar (%90'ı Katolik olan) özel okullar sorunu üstünde
devam eden çatışmalar gibi, ilişkileri gerilimli hale getiren bazı olaylar da
yaşanmıştır (Yves Meny, Government and Poliücs in Western Europe, Trans, by
Janet Lloyd, New York: Oxford University Press, 1991, s. 25).
Fransa'da
devletle dinin ayrı olmasına rağmen, Fransız öğrencilerin % 16'sının devam
ettiği Katolik okulları 4. Cumhuriyetten bu yana devlet tarafından
desteklenmektedir. Beşinci Cumhuriyetle birlikte, devlet yardımı karşılığında
kilise okulları üstünde devlet denetimi getiren yeni bir düzenleme yapılmıştır.
1984 yılında Sosyalist hükümet kamu okullarıyla özel okullar arasında
standartların eşitlenmesi karşılığında devletin mali desteğini devam ettirmeye
ve özel okul öğretmenlerine -yaptıkları öğretime müdahale olmaksızın- resmi
statü sağlamaya dönük yasal düzenleme yapma girişiminde bulunduysa da tepkiler
sonucunda bundan vazgeçilmiştir (Henry W. Ehrmann ve Martin A. Schain,
"Politics in France", Gabriel A. Almond & G. Bingham Powell, Jr.
(der.}. Comparative Politics Today: A Worîd Vic>w, New York: HarperCollins
Publishers, 5. Baskı, 1992, s. 197; Anne Slevens, The Government and Politics
of France. Londra: Macmillan, 1992, s. 13).
İkinci
model bunun tam tersidir ve belli bir dinin devletçe tanınmasına dayanır.
Burada din ve devlet, istikrarlı ve başarılı bir toplumun üzerine oturduğu iki
ana sütun olarak görülür. "Müesses din" (established church)
modelinde devlet belli bir dine tanınma, uygulanabilme (varlığını sürdürme)
olanağı ve çok kere mali destek sağlarken, din de devlete bir meşruluk, tanınma
ve ulusal birlik duygusu sağlar. Kimi ülkelerde (örneğin, İngiltere) bu ilişki
resmi (hukuki) bir durum iken, kimilerinde (örneğin, Almanya) bu ilişki hukuki
olmaktan ziyade geleneğe ve belli bir dinin kültürel gücüne dayanır.
Almanya'da, aksini beyan etmedikçe, herkes gelirinin %10'u oranında kilise
vergisi ödemek zorundadır; bu vergi ücretlerden otomatik olarak kesilir ve
kiliseye aktarılır (David P. Conradt. The Genııan Poliîy, New York &
London: Longman. 1989, s. 30).
İtalya
da "hakim din"iyle müesses din modeline yakındır. Mamafih,
İtalya'daki durum Katolik Kilisesi'nin tarihinden, coğrafi yerinden ve nüfusun
%95'inin Katolik Kilisesi'ne mensup olmasından ileri gelmektedir.
Hıristiyanlığın merkezi Roma'nın İtalyan Krallığının merkezi yapıldığı 1870'den
1929'daki Lateran Anlaşması'na kadar Kilise ve Katolikler bilinçli olarak
liberal İtalyan devletinin dışında -hatta ona karşı- örgütlenmişlerdi. 1947
Anayasası yapıcıları bir yandan İtalyan birliğinin kurucularının arzu ettikleri
Kilise-devlet ayrılığı geleneği ile öbür yandan Mussolini'nin tesis ettiği ve
Kilise'nin özerkliğini tanıyıp ona mali destek sağlayan Concordat'tan tevarüs
edilen durumu uzlaştırmaya çalışmışlardır, İtalyan Anayasası'nın 7. maddesine
göre, "Devlet ve Katolik Kilisesi kendi alanlarında bağımsız ve
egemendir" ve 'ikisi arasındaki ilişkiler Lateran Anlaşmasına
tabidir." 1984 yılında Vatikan'la İtalyan yönetimi arasında varılan bir
anlaşmayla Concordat güncelleştirildi. Buna göre okullarda din eğitimi artık
isteğe bağlı olacak, Kilise'nin devletçe finansmanı halkın gönüllü katkılarıyla
yapılacak ve din hizmetleri büyük ölçüde ortak hukuka tabi olacaktır. Böylece
İtalyan devleti ile Katolik Kilisesi arasındaki tarihi bağlar zayıflatılmış
olsa da, bugün İtalya'da bütün kamu alanlarında (okullar, idari binalar,
mahkemeler vb.) haç teşhir edilmeye devam etmektedir (Yves Meny. a. g. e., s.
23).
Üçüncü,
yani "çoğulcu" modelde din beşeri hayatın diğer alanlarından ve bu
arada yönetimden ayrı bir etkinlik alanı olarak görülmekle beraber, onun
hayatın bütün alanları üstünde etkisi olduğu kabul edilir. Çoğulcu model,
devletin toplumun farklı kesimlerinin benimsemiş, olduğu ve özgür bir toplumun
farklılık gösteren ihtiyaçlarını karşılayan dini ve seküler bütün dünya
görüşlerine saygı göstermesi esasına dayanır. Laiklikle ilgili bu en özgürlükçü
anlayış, devletin bu görüşlerden birinin yanında yer almasına izin vermez;
hepsine aynı derecede adaletle davranır, yani hepsinin Özgürlüklerini tanır ve
hiçbirini ne kayırır ne de mağdur eder. Nitekim, bu modele en yakın düşen örnek
ülke olan Hollanda'da devlet yardımları bakımından dini ve seküler kuruluşlar
arasında ayrım yapılmamakta ve bu uygulama Anayasa'nın 1. maddesinde derpiş
edilen "kanun önünde eşitlik" ilkesinin gereği olarak görülmektedir.
Ayrıca, azınlık dinlerine de aynı korumanın sağlanması yolunda oldukça mesafe
alınmıştır. Anayasa'nın 23. maddesine göre, özel eğitim serbest olup, özel ilkokullara
kamu okullarıyla aynı standartlarda mali yardım sağlanır. Keza, özel orta
dereceli okullar da devletten para yardımı alırlar. Zorunlu Eğitim Kanunu'na
göre, öğrenciler kendi dinlerinin gereği olan tatil günlerinde okuldan
muaftırlar. Bu arada, azınlık dinlerine eşit muamelenin yerleşmesi amacıyla
kurulmuş olan Eşit Muamele Komisyonu 1996 yılında Müslüman kızların başlarını
örtmelerinin yasaklanamayacağına karar vermiştir (Monsma ve Soper, a.g.e., s.
62-67).
Çağdaş
demokrasilerde halihazırda geçerli olan laiklikle ilgili modellerin çeşitliliği
bize her şeyden önce şunu öğretmektedir: Başarılı çağdaş demokrasilerde,
demokrasi yolundaki herhangi bir ülkenin örnek alması zorunlu olan evrensel,
standart bir din-devlet ilişkileri modeli söz konusu değildir. Bundan dolayı,
bu meseledeki görüş farklılıkları, dini buyrukların herkes için genel geçer
yasalar haline getirilmesini önermedikleri sürece, laiklik karşıtı olarak
nitelenemez. Bu nedenle, özellikle siyasi partilerin faaliyet yaptıkları
ülkelerde uygulanmakta olan din-devlet ilişkileri modeliyle her bakımdan
mutabık olmaları şart değildir. Siyasi partiler de, diğer yurttaşlar ve sivil
toplum kuruluşları gibi, yürürlükteki laiklik modelini ve bunun uygulanma
biçimini çeşitli açılardan eleştirebilir ve bu konularda farklı önerilerde
bulunabilirler. Demokratik bir toplumda bunun olağan karşılanması gerekir.
Bundan dolayı, demokratik ülkelerdeki mahkemelerin de yürürlükteki mevzuatı bu
evrensel gereğe uygun olarak yorumlamaları beklenir.
Laiklik
konusundaki çağdaş demokrasi tecrübesinden çıkarabileceğimiz başka bir ders de
din ve vicdan özgürlüğünün laikliğin vazgeçilmez şartlarından biri olduğudur.
Din özgürlüğü ise belli bir din veya mezhebin resmi bir din haline
getirilmemesini ve dini hükümlerin zorunlu hukuki normlara dönüştürülmemesini
olduğu kadar, devletin bireysel ve kurumsal dini denetim altına almamasını da
gerektirir. Başka bir ifadeyle, laik bir devlette gerek din ve vicdan özgürlüğü
gerekse dindarların sivil ve siyasi özgürlükleri güvence altında olmalı, ayrıca
kurumsal din devletten bağımsız, özerk bir statüye sahip bulunmalıdır.
Yurttaşların dini inançları nedeniyle diğer sivil ve siyasi hakları bakımından
makul olmayan kısıtlamalara maruz oldukları yerde artık "demokratik bir
laiklik"ten söz edilemez. Aynı şekilde, dinin kurumsal olarak devletin
denetimi altında olması da demokratik bir laiklik anlayışıyla bağdaşmadığı
gibi, hiçbir çağdaş demokraside örneği bulunmaması anlamında bu
"çağdaş" da değildir.
BİRİNCİ
BÖLÜM
BAZI
USUL SORUNLARI
A-
SİYASİ PARTİ KAPATMA DAVALARININ HUKUKİ NİTELİĞİ
I-
Anayasa Mahkemesi Kararları Açısından
1.
Milli Nizam Partisi Kararı
Türk
hukukunda siyasi parti kapatma davalarının ceza davası olup olmadıkları bugüne
kadar bazı davalarda tartışma konusu yapılmıştır. Konu ilk önce Milli Nizam
Partisi"nin kapatılması davasında tartışılmıştır. Milli Nizam Partisi
savunmasında, davanın ana çizgileri ile bir ceza davası olduğunu ileri
sürmüştür. Parti, dönemin siyasi partiler kanunu olan 648 sayılı Kanun'un 108.
maddesindeki, savcının davanın hazırlık ve ilk soruşturma safhalarını birlikte
yürütmesine izin veren hükmünün ceza davalarında uygulanan genel ilkelere
aykırı olduğunu ileri sürmüştür.
Milli
Nizam Partisi'nin, siyasi parti kapatma davalarının ceza davası olduğu
yönündeki iddialarını gündeme getirmesinin bir başka nedeni de davayı açan
Başsavcı'nın "davamızda bir suç ve suçluluk söz konusu olmadığına göre
Usul Kanunu'nun savunmaya ilişkin hükümlerinin uygulanması zorunluluğu
yoktur" sözleridir.
Bu
sözlere karşı parti,
"Yüksek
Mahkeme bir ceza mahkemesi, bir yüce divan niteliğindedir. Ortada hukuk
mahkemesinde bir dernek feshi değil bir cezalandırma istemi vardır. Hukuk
mahkemelerinde davalar kişilerin hür iradeleri ve dilekçeleri ile açılır.
Savcılarca yaş düzeltme davaları açılması bunun istisnasıdır. Görülen dava Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu'nu uygulama zorunluluğu dolayısıyla da ceza davası
niteliğindedir.
648
sayılı Siyasi Partiler Kanununun 108. maddesinin siyasi partiler hakkındaki
soruşturmaların Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu"na göre yapılmasını kabul
etmesine karşılık (...) dava açılmadan önce savunma hakkının kullanılmasına
olanak tanınmamış ve (...) Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 132., 136., 171.,
183., 185. ve 194. maddeleri asla gözönünde bulundurulmamıştır."
şeklinde
bir savunma yapmıştır (E. 1971/1 SPK, K. 1971/1, KT. 20.5.1971, Anayasa
Mahkemesi Kararlar Dergisi. S. 9, s. 22, 31).
Mahkeme,
bu davada siyasi parti kapatma davasının ceza davası olup olmadığı konusunda
teorik düzeyde açık bir görüş belirtmemekle birlikte, davalı partinin bu
görüşlerini yerinde bulmamıştır. Anayasa Mahkemesi ayrıca. dava açıldığı
dönemde yürürlükte olan 648 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 108. maddesinin
4. fıkrasında yer alan "Dava Anayasa Mahkemesi'nde duruşmalı olarak görülür.
Bu konuda Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun son tahkikatla ilgili hükümleri
uygulanır." şeklindeki kuralını, Anayasa'nın 148. maddesinin 2.
fıkrasındaki "Anayasa Mahkemesi, Yüce Divan sıfatıyla baktığı davalar
dışındaki işleri, dosya üzerinde inceler" hükmüne aykırı bularak söz
konusu fıkrayı iptal etmiştir (E. 1971/27, K. 1971/50, KT. 6.5.1971, Anayasa
Mahkemesi Kararlar Dergisi, S. 9, s. 507). Bu tarihten sonra yapılan ister
Anayasa ister kanun olsun hiçbir düzenlemede de siyasi parti kapatma davalarının
duruşmalı olarak yapılacağına ilişkin bir kural yer almamıştır. Bilindiği gibi
"duruşmalı dava" ceza davalarının tipik bir özelliğidir ve Anayasa
Mahkemesi'nin bu iptal kararı siyasi parti kapatma davalarını ceza davalarından
uzaklaştırıcı bir sonuç doğurmuştur.
2.
Doğru Yol Partisi Kararı
Anayasa
Mahkemesi Doğru Yol Partisi "ne karşı açılan kapatma davasında, davanın
niteliği ve uygulanacak usul kuralları çerçevesinde iki ana görüş
geliştirmiştir. Mahkeme'ye göre, siyasi parti kapatma davalarında 2820 sayılı
Siyasi Partiler Kanunu'nun dördüncü kısmında düzenlenen yasaklar birer ceza
kuralı niteliğindedir. Bu düzenlemelerin ceza kuralı niteliğinde olmalarının
ilk nedeni dördüncü kısımda düzenlenen yasaklara uymayanlara altı aydan az
olmamak üzere hapis cezası verileceğine ilişkin yine aynı kanunun 117. maddesi
hükmüdür, ikinci olarak, bu tür yasakların birer ceza kuralı niteliğinde
oldukları 1961 Anayasasının yapılması sırasında açık olarak belirtilmiştir.
Üstelik, gerek 2820 sayılı Yasa'nın 98. gerekse 2949 sayılı Yasa'nın 33.
maddeleri, siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin davaların Ceza Muhakemeleri
Usulü Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle karara bağlanacağını belirtmektedir
(E. 1984/1. K. 1984/1 SPK. KT. 28.9.1984, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi,
S. 20, s. 505).
Öte
yandan Anayasa Mahkemesi'ne göre, siyasi parti kapatma davalarının Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu'na göre yürütülmesi, davalı parti için güvence teşkil
eden bir takım sonuçlar doğurur. Mahkeme, ceza usul hukukunda yer alan bu güvencelerden
elindeki davaya uygulanabilecek birkaçını da örnek olarak göstermiştir. Bu
örnekler, üçüncü kişilerin eylemlerinden sorumlu olmamak, kanunsuz suç ve ceza
olmaz ilkesi, cezada genişletici yorum ve kıyasa yer verilmemesi kuralıdır (E.
1984/1 SPK, K. 1984/1. KT. 28.9.1984, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi. S.
20, ss. 505-506).
3.
Refah Partisi Kararı
Bu
davada da siyasi parti kapatma davalarının niteliği tartışılmıştır. Anayasa
Mahkemesi Refah Partisi Davası'nda siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin
davaların ceza davası olmadığını açık bir ifade ile kabul etmiştir. Mahkemeye
göre,
"(...)
ceza davalarında, ceza yargılamasına özgü usul kurallarının uygulanması doğal
olduğuna göre, parti kapatma davalarında özellikle aynı usulün uygulanacağının
belirtilmesine gerek duyulması, bu davaların geleneksel anlamda bir ceza davası
olmadığını ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, yasal yaptırım öngördüğü
hallerde, konunun temel hak ve özgürlüklerle yakın ilgisi nedeniyle yasak
eylemlerin ve bunlara uygulanacak yaptırımların yasalarla belirlenmesi gibi
temel ilkelerin gözönünde bulundurulması da Anayasal bir zorunluluktur.
Bu
temel özellikleri taşıma gereği yönünden, hukukun diğer alanlarına göre ceza
hukukuna daha yakın kabul edilse de siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin
davalar, bütünüyle ceza hukuku kuralları içinde değerlendirilmesine olanak
bulunmayan kendine özgü davalardır. Ayrıca, siyasi partilere yasaklanan
eylemlerin niteliği, bunların kapatılması sonucunu doğurabilmesi için aranan
koşullar ve uygulanan yaptırım türünün ceza hukukundaki suç ve cezalardan
farklılık göstermesi de bu davaların kendine özgü niteliğini öne
çıkarmaktadır." (E. 1997/1 SPK, K. 1998/1, KT. 16.1.1998, Anayasa
Mahkemesi Kararlar Dergisi, S. 34, C. 2, ss. 1020-1021.)
II-
Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında Konunun Değerlendirilmesi
Bu
kararlar ışığında ele alındığında. Anayasa Mahkememizin konuyla ilgili son
kararındaki eğilim siyasi parti kapatma davalarının ceza hukuku davalarına
benzemekle birlikte teknik anlamda birer ceza davası olmadığı şeklindedir.
Mahkeme'ye göre, siyasi partilere yasaklanan eylemlerin niteliği, bu eylemlerin
kapatma sonucu doğurabilmesi için aranan koşullar ve uygulanan yaptırım türü
bakımından siyasi parti kapatma davaları ceza davası değildir. Anayasa
Mahkememiz siyasi parti kapatma davasını "kendine özgü bir dava"
olarak nitelendirmektedir.
Öte
yandan Mahkeme, siyasi parti kapatma davalarına Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanunu'nun uygulanacağı görüşündedir. Gerek Anayasa'nın 69. maddesinin dördüncü
fıkrasında, gerek Siyasi Partiler Kanunu'nun 98. maddesinin üçüncü fıkrasında,
gerekse Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkındaki Kanun'un 33.
maddesinde siyasi parti kapatma davalarına Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun
uygulanacağına ilişkin bir kural mevcuttur. "Ceza usul mevzuatı
uygulanıyorsa ortada bir ceza davası vardır" tezi Doğru Yol Partisi
Davasında ileri sürülmüş olmakla birlikte, Mahkeme Refah Partisi Davası'nda
"ceza usul hukukunun uygulanmasının davaya ceza davası niteliği
vermeyeceği, ancak bu durumun kendine özgü bir dava tipine işaret ettiği"
görüşünü kabul etmiştir.
1.
Davanın Niteliği Sorunu
Partimize
göre siyasi parti kapatma davaları ceza davası niteliğindedir. Bununla
birlikte, Anayasa Mahkemesi'nin son içtihadı temel alındığında Fazilet Partisi
davası'nın "ceza usul hukukunun kurallarının uygulanacağı kendine özgü bir
dava" olarak nitelendirilmesi gerekmektedir. Ancak, ister ceza davası
ister "kendine özgü dava" diyelim siyasi parti kapatma davalarına
ceza usul hukukunun kurallarının uygulanacağı kesindir. Bu nedenle, davaya ceza
usul hukukunun genel ilkelerinin yön vermesi gerekmektedir. Siyasi parti
kapatma davalarına Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun uygulanacağı hem
Anayasa'da, hem Siyasi Partiler Kanunu'nda hem de Anayasa Mahkemesinin Kuruluş
ve Görevleri Hakkında Kanun'da yer alan bir kuraldır. Ayrıca bu konuda Anayasa
Mahkemesi de kuruluşundan bu yana aykırı bir görüş ileri sürmemiştir.
Burada
önemli bir sorun Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun hangi hükümlerinin siyasi
parti kapatma davalarında uygulanacağıdır. Kural olarak ceza usul hukukunun
temel ilkelerinin hepsi siyasi parti kapatma davalarına da uygulanabilir. Şu
açıktır ki, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun davanın görülmesine ilişkin
hükümleri siyasi parti kapatma davalarının dosya üzerinden görülmesi nedeniyle
olanaksızdır. Ayrıca, ceza davasına özgü bazı hükümler de dayanak olacak kural
niteliğinde değildir. Ancak, uygulanması siyasi parti kapatma davalarının
niteliği nedeniyle olanaklı olmayan hükümler dışında kalan tüm kurallar siyasi
parti kapatma davalarında da doğrudan ya da benzetme yoluyla uygulanabilir.
Aşağıda,
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun Fazilet Partisi Davası'na uygulanabilecek
önemli bazı madde ve ilkelerine tüketici olmamak kaydıyla değinecek, bu dava
acısından özellik taşıyan CMUK 254. maddesinin ikinci fıkrasını ise yine bu
bölümde "C. Yasal Olmayan Yollardan Elde Edilen Delillerin Davada
Kullanılabilirliği Sorunu" başlığı altında ele alacağız.
2.
Davaya Uygulanacak Önemli Usul Kuralları ve İlkeleri
a.
Şüpheden sanık yararlanır ilkesi
b.
Maddi gerçeğin araştırılması ilkesi
c.
CMUK'un 163. maddesinde yer alan yeterli delil ilkesi
d.
Üçüncü kişilerin eylemlerinden sorumlu olmama ilkesi
e.
Kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesinin genişletici yorum ve kıyas yasağı sonucu
doğuran boyutu
f.
Dürüst işlem ilkesi
g.
Ölçülülük ilkesi
h.
CMUK 260. maddede yer alan vakaların sabit ve muhakkak addedilmesi gerektiğine
ilişkin kural
a.
Şüpheden Sanık Yararlanır İlkesi
Bu
ilkeye göre fiilin sanık tarafından işlendiği tam kesinliğe ulaşmadığı takdirde
sanık hakkında ceza verilemez. Ceza muhakemeleri usulünün tipik bir özelliği
maddi gerçeğin, hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın ortaya çıkarılmasıdır. Bu ilke
özellikle siyasi parti yasaklarının kimler ya da hangi organlar tarafından ve
hangi içerikle ihlal edildiğinde kesin olarak partiye yüklenebileceği
noktasında önem kazanmaktadır.
b.
Maddi Gerçeğin Araştırılması İlkesi
Ceza
muhakemesinde amaç maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Maddi gerçeğin
araştırılmasında, mantık yolunun izlenmesi gerekir. Gerçek, akla uygun ve
realist, olayın bütünü ve bir parçasını temsil eden kanıtlardan veya kanıtların
bütün olarak değerlendirilmesinden ortaya çıkarılmalıdır. Varsayımlara ve
niyet/amaç yakıştırmalarına dayanılarak sonuca ulaşılmamalıdır.
Yargıtay
Ceza Genel Kuruluna göre. "(...) yargılama(nın) amacı hiçbir duraksamaya
yer vermeden maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Bu araştırmada, yani gerçeğe
ulaşmada mantık yolunun izlenmesi gerekir. Gerçek, akla uygun ve realist olayın
bütünü veya bir parçasını temsil eden kanıtlardan veya kanıtların bütün olarak
değerlendirilmesinden ortaya çıkarılmalıdır. Yoksa bir takım varsayımlara
dayanılarak sonuca ulaşılması ceza yargılamasının amacına kesinlikle aykırıdır
(Y.C.G.K., 19.4.1993. 6-79/108).
c.
CMUK'un 163. Maddesinde Yer Alan Yeterli Delil İlkesi
Ceza
muhakemesi usulünde şüphe delillere dayanarak ortaya konulmalıdır. Dolayısıyla
yeterli bir şüphe, delillerin yeterli olmasına bağlıdır. Aksi halde şüpheden
sanık yararlanır kuralı devreye girer.
d.
Üçüncü Kişilerin Eylemlerinden Sorumlu Olmama
Ceza
usul hukukunda, kişiler üçüncü kişilerin eylemlerinden sorumlu tutulamaz.
Siyasi partiye yabancı üçüncü kişiler, siyasi partiye üye olsalar dahi partiyi
temsil yetkisi olmayan kişiler, ister gerçek ister tüzel kişi olsun, partinin
doğrudan sorumluluğuna neden olamazlar.
e.
Kanunsuz Suç ve Ceza Olmaz İlkesinin Genişletici Yorum ve Kıyas Yasağı Sonucunu
Doğuran Boyutu
Ceza
Muhakemesi Usulü uygulanan bir davada kanunda belirlenen yasak eylemlerin genişletilmesi
ya da kıyasen başka kanunların uygulanması söz konusu olamaz. Bu kural aynen
2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun dördüncü kısmında yer alan yasaklar için
de geçerlidir. Bu yasakların sınırlarının belirlenmesinde "kanunsuz suç ve
ceza olmaz" ilkesi benzetme yoluyla siyasi parti kapatma davalarına da
uygulanmalıdır.
f.
Dürüst İşlem İlkesi
Dürüst
işlem ilkesi, ceza muhakemesi işlemlerinin kandırma, yanıltma veya zorlama gibi
irade serbestisini engelleyen veya savunmayı kısıtlayan yollara sapmaksızın,
hukuk devleti ilkesine uygun olarak, önceden kanunla öngörülmüş bulunan esaslar
çerçevesinde yapılmasıdır.
g.
Ölçülülük İlkesi
Ceza
yargılamasının önemli bir dayanağını ölçülülük ilkesi oluşturur. Ölçülülük
ilkesi birey yararı ile kamu yararının dengelenmesi anlamına gelir. Yargıtay 4.
Ceza Dairesi'nin bir kararında, "bu ilke gözetilmez ve kamu yararı birey
zararına işletilirse, haklar ve değerler örselenir: birey yararı toplum
zararına kayırılırsa yargılama kilitlenebilir ve dolayısıyla her iki durumda da
hukuki barış tehlikeye düşer" (4. C.D.. 5.10.1994, 7351/7693) görüşüne yer
verilmiştir.
h.
CMUK 260. Madde Hükmü
Bu
hükme göre, mahkemenin bir yargıya, bir kanıya varabilmesi için, kanunda
belirtilen yasakların ihlal edilmesinin tespiti yanında, sabit ve muhakkak
addedilen vakaların mevcudiyeti aranır.
B-
YASAMA SORUMSUZLUĞUNUN KAPSAMI BAKIMINDAN MİLLETVEKİLLERİNİN SÖZLERİ
Anayasamızın
83. maddesinin başlığı "yasama dokunulmazlığı"dır. Madde başlığı bu
olmakla birlikte bu maddede hem "yasama sorumsuzluğu" hem de
"yasama dokunulmazlığı" kurumları düzenlenmiştir. Yasama sorumsuzluğu
maddenin ilk fıkrasında hüküm altına alınmıştır. Bu fıkraya göre, "Türkiye
Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste
ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık Divanı'nın teklifi
üzerine Meclisçe bir başka karar alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak
ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar."
Yasama
sorumsuzluğundan bahsedilebilmesi için söz konusu eylemin "Meclis çalışmaları"
sırasında ve oy, söz ve düşünce açıklaması yoluyla işlenmiş olması şarttır.
"Meclis çalışmaları" deyimini geniş anlamda yorumlamak gerekir. Bu
deyim sadece yasama ve hükümeti denetleme görevi çerçevesinde yapılan Meclis
genel kurul toplantılarını değil, komisyon toplantılarını ve siyasi parti grup
toplantılarını da kapsar (Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, Ankara: Yetkin
Yayınları, 1995, s. 250). Öte yandan, yasama sorumsuzluğu sadece oy, söz ve
düşünceleri kapsar. Anayasadaki bu düzenleme, parlamenter fonksiyon ile ilgili
şekli bir kayıtlama olup, bunların içeriği ile ilgili değildir. Yani oy,
düşünce ve sözlerin içeriği ne olursa olsun yasama sorumsuzluğu kapsamındadır.
Yasama
sorumsuzluğu kurumunun amacı üzerinde de durmak gerekir. Bu kurum ile
parlamento üyelerine bir imtiyaz ya da dokunulmazlık yaratılması
amaçlanmamıştır. Anayasamızın 10. maddesi 83. madde ile birlikte düşünüldüğünde
bu kurumun amacının belli kişiler lehine ayrımcılık yaratmak olmadığı ya da
maddenin böyle bir yoruma tabi tutulamayacağı açıktır. Bu konuda demokratik
ülkelerdeki genel eğilim yasama sorumsuzluğu kurumunun parlamenter fonksiyona
bağlı olarak açıklanmasıdır.
Kurumun
ortaya çıktığı İngiltere'de niçin böyle bir düzenlemeye gerek görüldüğünün
araştırılması da yukarıdaki sonucu destekler niteliktedir. Bili ofRights kabul
edilmeden önce, Avam Kamarası başkanına hakaret eden Eliot, Hollis ve Valentine
ingiltere Krallık Mahkemesi tarafından cezalandırılmışlardır. Bu karar İngiliz
Lordlar Kamarası tarafından bozularak "parlamentoda söylenen sözlerin
içerikleri ne olursa olsun, parlamento dışı bir organ bunları cezalandıramaz,
kontrole tabi tutamaz" denmiştir (Çetin Özek, "Mutlak Yasama
Dokunulmazlığı Sınırlanabilir mi''", İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Mecmuası. C. 31, 1965, ss. 87-88).
Anayasa
Mahkememiz de benzer bir görüşe 1986 yılında verdiği bir kararda yer vermiştir.
Bu kararda Yüksek Mahkeme şöyle demiştir:
"Anayasa'nın
'Yasama dokunulmazlığı' başlıklı 83. maddesi 'yasama sorumsuzluğu' ile 'yasama
dokunulmazlığı'nı birlikle düzenlemiştir. Milletvekilinin, yasama işleriyle
ilgili olarak Meclis'le kullandığı oylar, söylediği sözler, ileri sürdüğü
düşünceler nedeniyle yasama organı dışında herhangi bir makam tarafından
sorumlu tutulamaması anlamına gelen ve 83. maddenin birinci fıkrasında yer alan
'sorumsuzluk'un amacı, ulusal iradenin tam bir serbestlikle açıklanmasıyla
birlikle görevin tam bağımsızlıkla yerine getirilmesini güvenceye almasıdır.
Yasama organı üyesinin yasama çalışmalarına katılmasının, bağımsızlığının
güvencesi olan ve 83. maddenin ikinci ve sonraki fıkralarında kurala bağlanan
'dokunulmazlığın amacı ise, siyasal nedenlerle milletvekilini, özellikle,
siyasal iktidarın açtırmak isteyeceği kovuşturmalara karşı korumaktır. Bu
kurumlar, yasama organı üyelerinin sorumsuz ve cezasız kalmaları için değil,
görevlerini her yönden özgür bağımsız endişesiz yerine getirmelerini sağlamak
için öngörülmüşlerdir" (E. 1986/13. K. 1987/12. KT. 22.5.1987, AMKD, C.
23, s. 252) (a.b.ç.).
Bu
kararda da işaret edildiği gibi, yasama sorumsuzluğu kurumunun amacı, ulusal
iradenin tam bir serbestlikle açıklanması ve milletvekilliği görevinin tam
bağımsızlıkla yerine getirilmesinin güvenceye alınmasıdır. Ayrıca Mahkeme'ye
göre bu kurum yasama organı üyelerinin görevlerini özgür, bağımsız, endişesiz
yerine getirmelerini sağlamak için öngörülmüştür.
Yasama
sorumsuzluğu kurumunun bir başka niteliği ise mutlaklığıdır. Yasama
sorumsuzluğu yasama dokunulmazlığından farklı olarak nispi değil mutlak bir
koruma sağlar. Bu sorumsuzluk halinden herhangi bir nedenle vazgeçilemez.
Yasama sorumsuzluğu fiillerin tüm neticelerine yönelik bir sorumsuzluk halidir
(Metin Kıratlı, Parlamenter Muafiyetler, Ankara: A.Ü. Siyasal Bilgiler
Fakültesi Yayınları, 1961, s. 67. 69). Mamafih, yasama sorumsuzluğunun
mutlaklığı bazı hukuk sistemlerinde sınırlandırılmıştır. Örneğin,
milletvekilinin yasama organındaki konuşmaları ile hakarette bulunması ve
sövmesi bazı sistemlerde sorumsuzluk dışı bırakılmıştır. Bizim hukuk
sistemimizde ise bu şekilde bir istisna dahi kabul edilmemiş, sorumsuzluk
nispileştirilmemiştir. Burada önemle vurgulanması gereken bir nokta, yasama
sorumsuzluğunun bu şekilde sınırlanmasının ancak anayasal bir düzenlemeyle
mümkün olabilmesidir. Anayasal organlar için sorumluluk istisnai ve açık hükümlere
dayanmalıdır. Eğer sorumsuzluğun bir istisnası varsa bu mutlaka anayasada
gösterilmelidir.
Bu
çerçevede yasama sorumsuzluğu kurumunun ana unsurları şu şekilde özetlenebilir:
-Yasama
sorumsuzluğu yasama fonksiyonunun iyi işlemesi için kabul edilmiş bir kurumdur
(Özek, a.g.e., s. 93).
Bir
demokraside milletvekillerinin korkusuz ve endişesiz fikirlerini
açıklayabilmeleri gerekir. Eğer bir milletvekili örneğin partisinin
kapatılacağı endişesi ile TBMM kürsüsünde konuşamıyorsa, salt bu endişenin
doğuracağı çekingenlik dahi milli iradenin tam ve eksiksiz biçimde oluşmasını
engelleyecektir. Milletvekili endişe duymasa dahi, üyesi bulunduğu parti
kapatılma korkusuyla kendi üyelerinin düşüncelerini açıklamasını
yasaklayabilecektir. Böyle bir olasılık halinde milli iradenin oluşmasının daha
ciddi bir tehdit altında olacağı ve milletvekillerinin yasama ve denetleme
görevlerini hakkıyla yerine getiremeyecekleri açıktır.
Avrupa
İnsan Hakları Komisyonu ve Mahkemesi'nin kararlarında da yasama sorumsuzluğunun
yasama fonksiyonu ve demokrasi ile bağına değinilmiştir. Komisyon bir
kararında, Birleşik Krallık Parlamentosunda bir hükümet üyesinin bir vatandaşı
ajan olmakla itham edici konuşmalarına karşı, vatandaşın iç hukukta yasama
sorumsuzluğu nedeniyle ulusal mahkemelerin kendi davasına bakmayacaklarını,
bunun da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6. maddesinde düzenlenen
"adil yargılanma" ilkesine aykırılık oluşturduğu iddiasında
bulunmuştur. Komisyon bu iddiayı yerinde bulmamıştır. Komisyon"a göre yasama
sorumsuzluğu kişilere tanınan bir hak olmayıp, Sözleşme'nin önsözünde yer alan
"hakikaten demokratik bir siyasi rejim"i oluşturmanın gereklerinden
biridir (Başvuru 7729/76, Philip Humetî Agee v. ıhe United Kingdom, 17.12.1976,
Komisyon Kararı. D.R. 7, s. 164). Bu nedenle yasama sorumsuzluğu kurumunun
koruduğu "demokratik siyasi rejimdir ve demokratik siyasi rejimin
işlemesini aksatacak her müdahale yasama sorumsuzluğunun amacına aykırıdır
(Jürgen Bröhmer, State Immıınity and thc Violatiou ofHuman Rights, The Hague: Martinus
Nijhoff, 1997, s. 169).
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi de bir kararında ifade hürriyetinin herkes için önemli
olduğunu, ancak milletin seçilmiş temsilcileri bakımından özellikle bir önem
arz ettiğini belirterek, yasama sorumsuzluğunun temelinde resmi görüş ve
tutumlara muhalif olan anlayışların siyaset sahnesinde ifade edilmesinin
yattığını belirlemiştir (15774/89, Piermont. v. France, Mahkeme Kararı,
27.4.1995). Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi başka bir davada da (Başvuru
11798/85, Castelh v. Spain, Mahkeme Kararı, 23.4.1992) herkes için önemli olan
ifade hürriyetinin halkın seçilmiş temsilcileri açısından daha da önemli
olduğunu, bu nedenle muhalefet üyesi parlamenterin ifade hürriyetine yapılan
müdahalenin demokratik toplum düzeninin gerekleri ile uyuşmadığını özellikle
vurgulamıştır.
-Yasama
sorumsuzluğu objektif bir statünün ifadesidir (Özek, a.g.e., s. 95).
Yasama
sorumsuzluğu milletvekilinin sübjektif bir hakkı değil, objektif bir statüdür.
Dolayısıyla eğer anayasa koyucu bu kurumun kötüye kullanımını önlemek istiyorsa
objektif kurallarla bu sınırların belirlenmesi gerekir. Yorum yoluyla bu
objektif statünün sınırları genişletilip daraltılamaz.
-Anayasamız
yasama sorumsuzluğunun kısıtlanması konusunda bir usul tespit etmemiştir (Özek.
a.g.e., s. 96).
Anayasa,
yasama sorumsuzluğunu sınırlamak isteseydi bu sınırları ve sınırlamada uyulması
gereken usulü gösterirdi. Oysa, kurumun çerçevesini belirleyen fiillerin
işlendiği yer ve nitelikleri bakımından getirilen kısıtlamalar dışında herhangi
bir anayasal kısıtlama söz konusu değildir. Bu nedenle yasama sorumsuzluğunun
kapsamına giren bir konu doğrudan ya da dolaylı olarak yargısal denetime tabi
kılınamaz. Bu fiillerden hareketle milletvekilinde korku, endişe ve çekingenlik
oluşturabilecek kararlar alınamaz.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı tarafından sunulan deliller arasında yer alan ve TBMM
çatısı altında yapılan konuşmaların, ileri sürülen görüşler ile düşüncelerin
yasama sorumsuzluğu kapsamında olduklarına şüphe yoktur. Bu fiillere dayanarak
milletvekilinin ait olduğu partiye sorumluluk yüklemek yasama sorumsuzluğunun
"mutlak olma" niteliğini bozar. Yasama sorumsuzluğu kişiye değil,
fakat hukuki yollarla işbaşına gelen organa ve bu organın işlevini yerine
getirmesini olanaklı kılan tüm birimlere tanınmıştır. Milletvekillerinin bu
kurumdan yararlanabilmeleri, içinde bulundukları statü gereğidir. Dolayısıyla,
bu objektif statü sadece anayasa tarafından sınırlandırılabilir. Sorumsuzluğun
objektif statü olması yorumla sınırlamalar getirilmesi yolunu da kapar.
Tüm
bu nedenlerle ve yukarıda değindiğimiz Anayasa Mahkememizin 1986 yılında vermiş
olduğu karar ışığında, ayrıca bir eylem yoksa ve sorumsuzluğun sınırları içinde
kalıyorsa söz konusu delillerin Mahkeme tarafından incelenmesi mümkün değildir.
Aksi bir tutum sorumsuzluk kurumunun amacından sapması ve tamamen etkisini
yitirmesi sonucunu doğuracaktır. Demokratik bir ülkede yasama organında yapılan
konuşmaların mahkeme dosyasına girmesi dahi o demokrasi hakkında şüphe
uyandırmaya yetecektir. Yasama sorumsuzluğunun sınırlanmasına ihtiyaç
duyuluyorsa bunun mutlaka yasama organı tarafından bir anayasa değişikliği ile
gerçekleştirilmesi ve objektif statünün yeniden tanımlanması gerekir.
C-
HUKUKA AYKIRI OLARAK ELDE EDİLEN DELİLLERİN DAVADA KULLANILABİLİRLİĞİ SORUNU
I.
Genel Olarak
Çağdaş
hukuk sistemlerinde, gerek kişilerin özel hayatlarına yasadışı olarak müdahale
edilmesi gerekse bu yoldan elde edilen delillerin davalarda hükme esas alınması
genellikle hukuka aykırı -hatta bazı örneklerde suç sayılmaktadır. Örneğin,
Amerika Birleşik Devletleri'nde Federal Yüksek Mahkeme 1914 yılındaki Weeks v.
United States kararından beri. yasadışı yoldan elde edilen delillerin
yargılamalarda kullanılmasını Anayasa'nın 1791 tarihli Dördüncü Değişikliği'nde
güvence altına alınmış olan özel hayatın korunması kuralına aykırı saymaktadır
(exclusinaryrule). ABD Yüksek Mahkemesi'nin içtihadına göre, bu
"geçersizlik kuralı" (veya Türkçe literatürdeki adıyla "delil
yasağı") içtihadi yolla tesis edilen anayasal bir ilkedir ve böyle bir güvencenin
olmaması halinde, yurttaşlar "konutlarına ve mahremiyetlerine (yapılacak)
keyfi tecavüzler"e karşı tamamen korumasız kalırlar. Oysa bu tür bir
koruma kişi haklarının vazgeçilmez (asli) bir unsurunu oluşturur. Yüksek
Mahkeme 1961 yılında verdiği Mapp v. Ohio davası kararında da bu içtihadını
teyit etmiştir. Gerçi, Yüksek Mahkeme kimi başka kararlarında delil yasağına
"kaçınılmaz bulgu" ve "iyi niyet" istisnaları getirmiş ise
de, yasadışı yoldan elde edilen delillerin hükme esas alınamayacağı hususu genel
bir kural olarak hâlâ varlığını korumaktadır (David M. O'Brien. Constituîional
Law and Politics, C. 2: Civil Righls and Çivi] Liberties, New York. W. W.
Norton ve Company. 2. Baskı, 1995, ss. 902-908).
Kaldı
ki, Ceza Hukuku Profesörü sayın Dr. Feridun Yenisey'in dosyada yer alan
raporunda da işaret edildiği gibi, Amerikan Federal Ceza Kanunu'nda hukuka
aykırı olarak elde edilen delillerin "herhangi bir muhakemede" delil
olarak ileri sürülemeyeceğine ilişkin bir hüküm de yer almaktadır. Yani, söz
konusu delil yasağı artık sadece içtihadi bir ilke veya kural olmayıp yasal bir
hükümdür. Hukuka aykırı delillerin davalarda kullanılmasına yasak
getirilmesinin amacı "sanığın Anayasa teminatı altına alınmış olan
haklarını(ı) ihlal" edilmemesidir. Ayrıca, özel kişiler tarafından hukuka
aykırı yollardan elde edilmiş olan deliller kısmen bu yasağın dışında
kalıyorlarsa da, Federal Almanya'da ağır hukuka aykırılık veya hak ihlalleri
durumunda delil yasağı geçerliliğini korumaktadır.
II-
Hukukumuzda Hukuka Aykırı Olarak Elde Edilen Delillerin Değeri
Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun, ceza davalarına uygulanacak usul kurallarını
gösteren bir düzenleme olmakla birlikte, Anayasa ve ilgili yasaların açık hükmü
ile Anayasa Mahkemesi"nin görevine giren ve fakat kendine özgü bir dava
niteliği taşıyan siyasi parti kapatma davalarına da bu kanun hüküm ve
ilkelerinin işin niteliğine uygun oldukları ölçüde uygulanması gerekmektedir.
Ceza
Usul Hukuku'nun önemli ilkelerinden biri "delil serbestisi"dir. Yani
Ceza Usul hukukunda, Medeni Usul Hukuku'ndan farklı olarak her şey delil olarak
kabul edilebilir. Tarafların sunduğu delillerden ne çıkarım yapılacağı ise
yargıçların takdirine bırakılmış bir konudur. Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanunu'nun 254. maddesinin birinci fıkrasına göre, "Mahkeme irat ve ikame
edilen delilleri, duruşmadan ve tahkikatten edineceği kanaate göre takdir
eder."
Ancak
bu takdir yetkisi sınırsız değildir. Delil serbestisi ve delillerin yargıçların
kanaatine göre takdir edileceği ilkelerinin belli sınırları vardır. Bu
sınırlardan biri de ancak kanunla izin verilen yöntemlerle toplanmış delillerin
mahkemeye sunulabilmesidir. Başka bir deyişle, kanunla yasaklanmış yöntemlerle
toplanan deliller Mahkeme tarafından dikkate alınmazlar.
Hukukumuzda
eskiden beri bazı delil yasakları mevcuttur. Örnek olarak, hukuka aykırı olarak
yapılan vücudun fiziksel veya ruhsal muayenesi sonucunda elde edilen bulguların
delil olarak sunulması (CMUK, md. 66/son, 74), tanıklıktan veya yeminden
çekinme hakkını kullanmış bulunanların hukuka aykırı bir şekilde tanık olarak
dinlenmesi (CMUK, md. 47 vd., 245) verilebilir. Bununla birlikte, delil
yasakları konusunda genel bir hüküm 1992 yılından beri yürürlüktedir.
Bazı
delil toplama yöntemlerinin kanunla, açık olarak yasaklanması ceza yargılaması sistemimize
1992 yılında girmiş olmakla birlikte, bu tarihten daha önce de mahkemeler
kanuna, ahlaka ve adaba aykırı olarak elde edilen delillerin hakim tarafından
dikkate alınmayacağına karar vermişlerdir. Örneğin, Askeri Yargıtay'ın 2. Ceza
Dairesi 26.4.1973 tarihli bir kararında "... kanuna, ahlaka ve genel adaba
aykırı surette toplanan delilleri hakim telakki etmekten kaçınmak
zorundadır" görüşüne yer vermiştir.
1992
yılında 3842 sayılı Kanun ile Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nda değişiklik
yapılmış ve kanuna iki önemli hüküm eklenmiştir. Bunlardan ilki CMUK'nun 135 ve
135/a maddelerinde yer alan sorgulama usulü ve yöntemine ilişkin
sınırlamalardır. Bizi yakından ilgilendiren diğer değişiklik ise, CMUK 234.
maddesinin ikinci fıkrasında yer alan "soruşturma ve kovuşturma
organlarının hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas
alınmaz" şeklindeki kuraldır.
Bu
hükümle birlikte Ceza Muhakemeleri Kanunu'na delil yasakları ile ilgili genel
ve kapsayıcı bir hüküm konulmuştur. Maddenin lafzından açık ve net bir şekilde
anlaşılacağı gibi hükme esas alınması yasaklanan deliller "hukuka aykırı
şekilde elde edilen' delillerdir. Yani, hukuka aykırı olduğu anlaşılan bir
delil Mahkeme tarafından kullanılmayacak, hükme esas alınmayacaktır. Yargıtay 8.
Ceza Dairesi'nin yeni bir kararında (Ek 1) hukuka aykırı elde edilen delillerin
değeri belirlenmiştir. Bu kararda 8. Ceza Dairesi, "polisin duyum üzerine
(sanığın) haberleşme özgürlüğüne aykırı olarak mahkeme kararına dayanmaksızın
özel hayata müdahale biçiminde telefonun dinlenmesi yoluyla elde edilen
bilgilerin hükme esas alınmasını Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 254.
maddesine aykırı bulmuştur (Yargıtay 8. Ceza Dairesi, E. 1999/9021, K.
1999/9538 KT. 9.6.1999).
Türk
hukukunda "hukuka aykırılık"tan ne kastedildiği ise gerek hukuk
uygulamasında gerekse doktrinde üzerinde tartışma olmayan bir konudur. Türk
hukuk sisteminde hukuka aykırılık, gerek yazılı pozitif hukuk metinlerine
gerekse hukukun evrensel uygulamaya kavuşmuş ilkelerine aykırılık anlamına gelir.
Hukuka
aykırılık en başta milli hukuk sistemimiz içinde yürürlükteki tüm hukuk
kurallarına aykırılık anlamına gelir. Bu çerçeve içinde, anayasaya, usulüne
uygun olarak kabul edilmiş uluslararası sözleşmelere, kanunlara, kanun hükmünde
kararnamelere, tüzüklere, yönetmeliklere, içtihadı birleştirme kararlarına ve
teamül hukukuna aykırı uygulamaların tümü hukuka aykırılık kavramı içinde yer
alır.
Bunun
dışında, hukuk sistemimiz, hukukun genel ilkeleri adı verilen ve uygar dünyanın
tüm medeni ülkelerinde uygulanan kuralları da hukuk kuralı olarak kabul
etmektedir. Hukukun genel ilkelerinin neler olduğu konusunda bir belirsizlik
olsa da, hukukun genel ilkelerinin hukuki bağlayıcılığı bulunduğu gerek
uygulamada gerekse doktrinde tartışmasız olarak kabul edilmektedir. Anayasa
Mahkememiz de birçok kararında, hukukun genel ilkelerinin varlığını kabul
etmenin hukuk devletinin gereklerinden biri olduğunu ve bu ilkelerin yasakoyucu
tarafından dahi yok edilemeyeceğini hükme bağlamıştır (örneğin bkz. E. 1985/31.
K. 1986/1, KT. 17.3.1986, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, S. 22. s. 115).
Anayasa Mahkemesi'nin bu görüşleri çerçevesinde hukukun genel ilkeleri,
yasalardan, hatta Anayasa'nın değiştirilebilir hükümlerinden de üstün bir
konuma getirilmiştir. Gerçekten de, bir anayasa hükmünü ve yasayı değiştirme
gücüne sahip yasakoyucu hukukun genel ilkelerini yok etmeye yönelik bir yasama
tasarrufunda bulunamaz.
Özet
olarak, Türk hukuk sisteminde "hukuka aykırı şekilde" elde edilen
deliller hiçbir şekilde kullanılamaz. Hukuka aykırılıktan kasıt ise tüm pozitif
hukuk kuralları ile birlikte hukukun kabul edilmiş evrensel ilkelerine
aykırılıktır. Bu anlamıyla "hukuka aykırı şekilde elde edilen
deliller", "yasal olmayan yöntemlerle elde edilen deliller"
kavramından yani "yasadışılıktan" da geniş bir içeriğe sahiptir.
III-
Özel Kişilerce Hukuka Aykırı Şekilde Elde Edilen Deliller
Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 254. maddesinin ikinci fıkrası dikkatle
okunduğunda, bu fıkrada hukuka aykırı olarak elde edilen deliller bakımından
sadece soruşturma ve kovuşturma organlarının zikredildiği görülmektedir. Acaba
özel kişiler tarafından elde edilen hukuka aykırı deliller soruşturma ve
kovuşturma organları tarafından mahkemeye sunulursa ne olacaktır' Kanunda yasak
delil yöntemleri kovuşturma makamları için öngörülmüştür. Ancak anayasal
haklara ağır bir müdahale söz konusuysa özel kişiler tarafından hukuka aykırı
bir şekilde elde edilen delillerin de delil yasakları kapsamına girmesi
gerekir. Çünkü, delil yasaklarının asıl amacı temel insan hak ve özgürlüklerini
korumaktır. Nitekim, Federal Alman Yargıtay'ı bir özel kişinin sanığın
sözlerini gizlice banda alması halinde bu delilin değerlendirilmeye
alınmayacağına karar vermiştir. Federal Almanya'da ayrıca gizlice banda alınan
ya da bir kişinin hatıra defterinden aktarılan ve hayatın mahrem alanını
ilgilendiren bir malumatın değerlendirmeye alınmayacağı kabul edilmektedir
(Bahri Öztürk, Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku, İzmir; Dokuz Eylül
Üniversitesi Yayını, 3. b., 1994, s. 395).
Prof.
Dr. Feridun Yenisey'in, sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından
hazırlanan "Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun Yorumu" adlı kitabına
konulmak üzere yazdığı ve adı geçen kitabın ikinci cildinde yer alan görüşleri
de farklı değildir ve bu eser bizzat Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından
kendi kitabına konulduğundan ayrı bir anlam taşımaktadır. Yenisey, Alman hukuk
doktrinine atıfta bulunarak, birey haklarına ağır müdahalede bulunulduğunda
özel kişiler tarafından toplanan delillerin kullanılamayacağı görüşüne yer
vermiştir. Aynı görüş, sayın Yenisey tarafından Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı için hazırlanan ve iddianame eklerinde yer alan raporda da
tekrarlanmıştır.
Buna
aksi bir görüşü savunmak, özel kişilere bireylerin temel hak ve özgürlüklerini
ihlal etme imkanı verir ki, bu bir hukuk devletinde kabul edilemez. Daha da
önemlisi, bu tür delillerin hükme esas alınması son zamanlarda toplumumuzda
örnekleri görülen mafya oluşumlarını teşvik eder.
IV.
Yasin Hatipoğlu ile Necmettin ERBAKAN Arasında Gerçekleştiği İleri Sürülen
Görüşmenin Delil Olma Değeri
Yukarıda
anlatılan genel esaslar çerçevesinde Hatipoğlu ile ERBAKAN arasında
gerçekleştiği ileri sürülen telefon konuşmasının kimliği açıklanmayan bir kişi
tarafından hukuka aykırı bir şekilde elde edilerek Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığına sunulması halinde, bu kayıtların delil olarak kullanılması
aşağıdaki nedenlerle olanaklı değildir:
1)
Bir soruşturma ya da kovuşturma organı tarafından elde edilmese de, insan
haklarını çiğneyerek elde edilen delillerin mahkemeler tarafından dikkate
alınması CMUK 254/2 hükmü nedeniyle mümkün değildir.
Bu
olayda, özel konuşmaları kaydedilen kişilerin en temel hakları ihlal
edilmiştir. Çünkü Anayasa'nın 20. maddesinde "Özel hayatın gizliliğine
dokunulamaz", 22. maddesinde ise "Haberleşmenin gizliliği
esastır" kuralları yer almaktadır. Anayasa'nın sözü geçen 22. maddesi
haberleşme gizliliğine müdahale edilmesinin şartlarını da belirlemiştir. Buna
göre, haberleşmenin gizliliği ilkesine ancak şu durumlarda uyulmayabilir:
a)
Kanunun açıkça gösterdiği hallerin varlığı,
b)
Usulüne göre verilmiş bir hakim kararı ya da gecikmesinde sakınca olan
durumlarda kanunla yetkili kılınan merciin emri.
Söz
konusu olayda ise her iki koşula da uyulmamış ve söz konusu kişilerin temel hak
ve özgürlükleri ihlal edilmiştir. Bu çerçevede ele geçirilen bantların delil
olarak kabulü olanaklı değildir. Böyle bir ihlal özel kişiler tarafından
yapılsa dahi sonuç değişmeyecektir. Aksi halde resmi makamların delil toplamak
için yasadışı Mafya benzeri oluşumlara dayanması yolu açılır ki, telefon
dinleme skandallarına yabancı olmayan ülkemizde böyle bir gelişmenin hukuk
devleti açısından doğuracağı sakıncalar ortadadır. Bu yol bir kez açılacak
olursa, hukuk devletinin temel kurallarından biri olan delil yasaklarına ilişkin
varlığını Anayasa'nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesinden alan kanun
maddesi tüm etkisini yitirecektir.
2)
Usul hukukumuzun ilkelerinden olan "dürüst işlem ilkesi" de bu
şekilde elde edilmiş bir delilin kullanılmasına olanak vermez. Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi'nin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkı,
kişilerin hukuk devletinin kuralları çerçevesinde yargılanmalarını öngörür. Bir
hukuk devletinde, devletin tüm organlarının işlemleri, mevcut hukuk kuralları
çerçevesinde gerçekleştirilir. Bu kurala aykırılık, işlemin adil olmasını ve
dolayısıyla da dürüst işlem ilkesini ihlal edecektir.
3)
Böyle bir delilin kabul edilmesi hukukun genel ilkelerine de aykırılık
oluşturur.
Özel
kişilerin başkalarının konuşmalarını kaydetmesi ve devlet organlarının bu
kayıtlara itibar etmeleri kamu güvenliğini de tehdit eden bir yöne sahiptir.
Usul hukukunun kuralları, soruşturmacı ve kovuşturmacı organlara karşı kamuyu
koruyan kurallardır. Bir davada soruşturma ve kovuşturma organlarının olayı
aydınlatmak için yaptıkları araştırmalar ne kadar kamu yararına ise, kamunun
aynı faaliyetlerden zarar görmemesi de eşit derecede kamu yararınadır.
Dolayısıyla her iki ihtiyaç arasında makul bir dengenin kurulması gerekir. Bu
denge hiçbir zaman tam bir matematiksel kesinlikte kurulamaz. Ancak eğer temel
bir hak ihlal edilmişse dengenin kamu aleyhine bozulduğu kesindir.
4)
Nihayet, bu şekilde elde edilen bir delil demokratik toplum düzeninin gerekleri
ile de bağdaşmaz. Demokratik toplum düzeninin gerekleri Anayasa hukukumuzda bir
hak ve özgürlüğün sınırlandırılabilmesinin sınırlarını belirlemek amacıyla
kullanılan bir ölçüdür. Anayasamıza göre, hak ve özgürlükler kanunla ve
Anayasa'da gösterilen nedenlerle sınırlandırılabilir. Ancak bu sınırlandırma
hiçbir zaman demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamaz. Bir temel
hakkın ihlali pahasına delil elde edilmesi, basit bir hukuka aykırılık
değildir. Bu nedenle temel hak ve özgürlüklere aykırı bir şekilde delil
toplanması bir kanunla gerçekleştirilse dahi, bu kanunun "demokratik
toplum düzeninin gerekleri" ölçütü karşısında hukuki koruma elde etmesi
beklenemez. Kaldı ki, söz konusu delilin elde ediliş biçimi bizzat kanun
tarafından delil yasakları kapsamına sokulmuştur.
Yukarıdaki
tüm nedenlerle, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından Anayasa Mahkemesi'ne
delil olduğu iddiasıyla sunulan bu bant kaydının hükme esas alınması hukukun
genel ilkelerine, Anayasa'ya ve kanunlara aykırıdır, bundan dolayı da bu davada
delil olarak kullanılamaz.
İKİNCİ
BÖLÜM
FAZİLET
PARTİSİ'NİN KAPATILMIŞ OLAN REFAH PARTİSİ'NİN DEVAMI OLDUĞU İDDİASI
A-
İDDİALAR
I-
Anayasal ve Yasal Dayanaklar
İddianamede
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, kapatılmış olan Refah Partisi'nin devamı olduğu
gerekçesiyle Fazilet Partisi'nin Anayasa'nın 69. maddesinin yedinci fıkrası
hükmü gereğince kapatılmasını talep etmektedir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
4.6.1999 tarihli ek dilekçesinde de aynı hükme atıfta bulunmuştur. Bilindiği
gibi, söz konusu hüküm, "(t)emelli kapatılan bir partinin başka bir ad
altında kurulamayacağı" amirdir.
II-
İleri Sürülen Kanıtlar
1)
Fazilet Partisi, RP'nin kapatılacağının anlaşılması üzerine "hülle
partisi" olarak kurulmuştur.
2)
RP'li 147 milletvekili ile belediye başkanlarının tamamına yakını Fazilet
Partisi'ne katılmıştır.
3)
İsmen sayılan RP'li milletvekilleri Fazilet Partisi'nin Genel İdare Kurulu ve
Disiplin Kurulu üyesi olmuştur.
4)
"Hoca Gemileri Yaktı" başlıklı gazete haberi.
5)
Yasin Hatipoğlu'nun "Usule Aykırı" başkanlık işlemi.
6)
Necmettin ERBAKAN'la TBMM Başkanvekili Yasin Hatipoğlu'nun telefon konuşması.
7)
"RP Fazilet'e Taşınıyor" başlıklı gazete haberi.
8)
İstanbul Milletvekili Ali Oğuz'un açıklaması.
9)
Gazeteci Neşe Düzel'in Şevket Kazanla yaptığı konuşma.
10)
Merve Kavakçı olayının Fazilet Partisi'nin "gerçekleştirilmek istenen
hedefler bakımından" RP'nin devamı olduğunu gösterdiği.
11)
Muhtelif 'İslamcı" gazete ve yazarların tutum ve yazıları.
12)
TBMM'deki "Amerikan Vatandaşlığı" tartışması.
B.
İDDİA VE KANITLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
I.
Kapatılmış Bir Partinin "Devamı Olma" Kavramı
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısının Fazilet Partisi'nin daha önce temelli kapatılmış olan
Refah Partisi'nin "devamı" mahiyetinde olduğuna ilişkin iddiasını
dayandırdığı hüküm Anayasa'nın 69. maddesinin yedinci fıkrasıdır. Buna göre,
"...kapatılan bir parti başka bir ad altında kurulamaz." Keza, Siyasi
Partiler Kanunu'nun değişik 95. maddesi de aynı kuralı tekrarlamış ve hemen
devamında bir siyasi partinin kapatılmasına söz veya fiilleriyle neden olan
üyelerinin kapatma kararının yayımlanmasını izleyen beş yıl içinde bir başka
partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi veya denetçisi olamayacaklarını ve bu
kişilerin siyasi partiler tarafından aday gösterilemeyeceğini belirtmiştir. Bu
duruma göre, yeni bir partinin, bir partinin kapatılmasına neden olan kişileri,
kurucu, üye, yönetici ve denetçi yapması ve/veya bu kişileri toplu olarak
seçimlerde aday göstermesi halinde, onun kapatılmış partinin devamı olduğuna
dair bir karinenin var olduğu söylenebilir.
Öte
yandan. Anayasanın 69. maddesinin yedinci fıkrası ve SPK'nın 95. maddesi
"kapatılan bir parti(nin)... kurulamayacağı"ndan söz ettiklerine
göre, demek ki "devam" kavramının belirlenmesinde eski parti ile
yenisi arasında sadece benzerliğin bulunması yeterli görülmemektedir. Bu hükümlerde
iki parti arasında benzerlikten değil, aksine açık bir şekilde, kapatılan bir
partinin yeniden kurulmasından, yani yeni parti ile eskisi arasında benzerliği
aşan bir yakınlıktan -hatta aynılıktan- söz edilmektedir. Anayasa ve Siyasi
Partiler Kanunu, kapatılmış bir partinin çeşitli unsurları bakımından devamı
olan bir partinin kurulmasını yasaklamaktadır. Bundan dolayı, yeni bir partinin
bazı bakımlardan kapatılmış bir partiyle benzerlik göstermesi kendi başına
kapatma gerekçesi olamaz.
Yeni
bir partinin kapatılan bir partinin bu anlamda devamı niteliğinde olduğuna
hükmedebilmek için ise, her iki partinin kimliğinin tüzük ve programları, insan
malzemesi (kadroları) ve faaliyetleri bakımından birbiriyle büyük ölçüde
örtüşmesi gerekir. Daha açık bir ifadeyle, yeni bir partinin kapatılmış bir
partinin devamı sayılabilmesi için sadece kadrolarının büyük ölçüde çakışması
yeterli olmayıp, aynı zamanda tüzük ve programlarının büyük ölçüde benzerlik
göstermesi ve aynı türden faaliyetler yapmış olmaları da gerekir. Bu duruma
göre, tüzük ve programı kapatılmış bir partininkinden tamamen farklı olan ve
yürüttüğü her çeşit parti faaliyetleri bakımından eskisinden büyük ölçüde
farklılaşan yeni bir partinin, sadece kadrolarındaki kısmi benzerliğe dayanarak
eskisinin devamı olduğu söylenemez.
Nihayet,
devamlılığın tespitinde, yeni partinin kapatılmış bir partinin devamı olduğunu
gösterme gayreti içinde olup olmadığı da önemlidir. Kapatılmış bir partinin
devamı olduğu yolundaki yakıştırmalara rağmen, yeni bir parti eskisinin devamı
olmadığını ısrarla söylüyorsa, bunun aksine hükmetmek o partinin kendi
kimliğini tanımlama hakkına da saygısızlık olur. Siyasi Partiler Kanunu'nun 96.
maddesinin ikinci fıkrasındaki "Kurulacak siyasi partiler Anayasa
Mahkemesi'nce kapatılan siyasi partilerin devamı olduklarını beyan edemez ve
böyle bir iddiada bulunamazlar" şeklindeki hüküm bu çerçevede daha anlamlı
hale gelmektedir. Başka bir anlatımla, bir partinin kapatılmış bir partinin
devamı olduğunu tespit ederken, onun kendisinin de bu yolda bir iddiada bulunması
gerekir. Bu nedenle, kapatılmış bir partinin devamı olduğu yolunda bir iddiada
bulunmak şöyle dursun, bu tür iddialara ısrarla karşı çıkarak kendisinin
yepyeni bir parti olduğunu ve hiç bir partinin devamı olmadığını söyleyen bir
partiyi yeni bir parti saymak gerekir.
11.
Fazilet Partisi Kapatılmış Olan Refah Partisi'nin Devamı Değildir
1.
Fazilet Partisi Refah Partisi'nin Hukuki Varlığı Devam Ettiği Sırada
Kurulmuştur
Fazilet
Partisi'nin, iddia edildiği gibi. Refah Partisi'nin devamı olması maddeten
imkansızdır. Çünkü, Fazilet Partisi 17 Aralık 1997 tarihinde kurulmuştur ki, bu
tarihin Refah Partisi'nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldığı 16.1.1998
tarihinden önce olduğu açıktır. Oysa, bir devamlılıktan söz edebilmek için, iki
parti arasında zaman bakımından bir ard arda gelişin varit olması mantıki bir
zorunluluktur. Aynı anda hukuken mevcut olan iki partiden birinin diğerinin
"devamı" olması imkansızdır.
Fazilet
Partisi'nin Refah Partisi'nin kapatılacağının anlaşılması üzerine
"tedbiren" kurulmuş olduğu da söylenemez. Çünkü, hakkında kapatma
davası açılmış olan Refah Partisi'ni Anayasa Mahkemesinin kapatıp
kapatmayacağını hiç kimse önceden bilemezdi. Kaldı ki, söz konusu partinin kimi
yöneticilerinin -özellikle de sayın Necmettin ERBAKAN'ın- kamuoyunun bilgisi
dahilinde olan bazı beyan ve açıklamaları, kendilerinin partinin kapatılacağına
ihtimal bile vermediklerini göstermektedir. Böyle bir beklenti içinde olsalar
bile, o kadrodan tamamen farklı, Refah Partisi'nden bağımsız bambaşka bir
ekibin bu beklenti doğrultusunda hareket ederek Fazilet Partisi'ni önceden
kurduğu da düşünülemez. Böyle bir durumun varit olması için Fazilet Partisi'ni
kuranların eski Refah Partisi'nin yönetim kadrosunun talimatları doğrultusunda
hareket etmiş olduklarının kanıtlanması gerekir. Esasen, Anayasa Mahkememizin
kararının kimi kişi veya çevrelerce önceden bilindiğini söylemek, hatta bunu
ima etmek, hem bir anayasal kurum olarak bu yüksek mahkememize hem de onun
sayın üyelerine bühtanda bulunmak olur.
2.
Fazilet Partisi Tüzük ve Programıyla Tamamen Yeni Bir Partidir
Yukarıda
açıklandığı üzere, yeni bir partinin kapatılmış bir partinin devamı
sayılabilmesi için, her şeyden önce onun program ve tüzüğü bakımından
kapatılmış parti ile yakın bir benzerlik göstermesi ve aynı siyaset anlayışını
sürdürmesi gerekir. Oysa, Fazilet Partisi'nin tüzük ve programı incelendiğinde
Fazilet Partisi'nin sadece ismen değil, temel anlayış ve politikaları
bakımından da gerçekten yeni bir parti olduğu ve hiçbir kapatılmış partinin
devamı niteliğinde olmadığı görülecektir.
Programı
incelendiğinde görülecektir ki, Fazilet Partisi demokrasi, laiklik, hukuk
devleti ve insan hakları temeli üstüne kurulmuş, iktisadi anlayış bakımından
piyasa ekonomisini benimsemiş bir partidir. Nitekim, Programının Birinci
Bölüm'ünde, "Atatürk İlke ve Devrimleri... Demokratik, Laik ve Sosyal
Hukuk Dcvleti"nin oluşturduğu genel çerçeve içinde partinin amaçları şu
şekilde belirtilmiştir:
"-
Gerçek demokrasiye, en geniş anlamda insan hak ve özgürlüklerine, millet iradesinin
üstünlüğüne inanmak,
-
Düşünce ve ifade, din ve vicdan ile, hür teşebbüs özgürlüklerinin en geniş ve
kamil manada kullanımına imkan sağlamak,
-
Dil, din, mezhep, meşrep ve ırk ayrımı gözetmeksizin ulusal birlik ve
beraberliği temin ederek barış içinde yaşamak,
(...)
-
Sosyal ve ekonomik kalkınmayı gaye edinerek, ulusumuzun ferit ve toplum olarak
mutluluğunu sağlayıp, çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak.
-
Ülkemizde haksızlığı, adaletsizliği, çifte standardı, yolsuzluğu, insanlara
zulmü ve baskıyı kaldırarak; dürüst, temiz, adaletli, güvenilir ve millete
hizmeti esas alan bir devlet yönetimini tesis etmek."
Bu
amaçları nazarı itibara alındığında, Fazilet Partisi'nin modern esaslara ve
yönelimlere uygun yeni bir siyasi anlayış ve kimliği temsil ettiği ortaya
çıkmaktadır. Nitekim, Partinin ilkeleri ile ilgili açıklamalar da aynı
doğrultudadır. Bu açıklamalar dikkatle gözden geçirildiğinde Fazilet
Partisi'nin başlıca şu ilke ve esasları benimsemiş olduğu anlaşılmaktadır:
-
ulusal iradenin üstünlüğü ve ulusun demokratik temsilcisi olarak TBMM'nin
seçkin yeri,
-
siyasi partilerin demokrasi için vazgeçilmezliği,
-
demokratik düzenin hukuk ve adalete dayanması gereği,
-
ulusal iradenin temel özgürlüklerin güvencesi olduğu,
-
çağdaş ve demokratik dünya ile bütünleşmenin demokrasinin tam olarak
uygulanmasına bağlı olduğu,
-
demokrasinin çeşitli toplum kesimlerinin barış içinde bir arada yaşamasının
zorunlu şartı olduğu
-
evrensel ve bölgesel insan hakları belgelerinde tanınan temel hakların ve
onlarla ilgili hukuki normların bütün yurttaşlar için eksiksiz olarak
uygulanması gereği,
-
insan haklarının dil, din, mezhep ve ırk ayrımı gözetilmeksizin güvence altına
alınmasının devletin asli görevi olduğu,
-
yurttaşların kendi dini inançlarının gereklerini serbestçe yerine
getirebilmeleri ve dine dayalı zorlama yapılmaması anlamında laikliğin önemi,
-
düşünce, söz ve kanaatlerin özgürce açıklanabilmesini ve başkalarına
iletilebilmesinin, tarafsız ve kişilik haklarına saygılı yazılı ve görsel
basının demokrasi için vazgeçilmezliği,
-
teşebbüs hürriyetinin temel insan hakları içindeki önemi.
Parti
programının Üçüncü Bolümü"nde rekabetçi piyasa ekonomisine dayalı iktisadi
modelin hedef olarak benimsendiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, Türk ekonomisinin
küresel rekabet için hazırlanması, refahın artırılması ve gelir dağılımının
düzeltilmesi, devletin mümkün olduğunca ticari ve sınai faaliyetlerin dışına
çıkarılması ve bu çerçevede özelleştirmenin hızlandırılması, ayrıca istihdamın
artırılması ve enflasyonla mücadele iktisadi politikanın temel amaçları
arasında sayılmaktadır.
Fazilet
Partisi'nin devletin mahiyeti, yapısı ve görevleri ile ilgili genel görüşü de
çağdaş eğilimlere ve Türkiye'nin gerçeklerine tamamiyle uygundur. Partinin
anlayışınca, devletin varlık nedeni halka hizmettir. Devletin bu anlayış
çerçevesinde hızlı, verimli, kırtasiyecilikten uzak ve vatandaşa güven esasına
dayanır biçimde çalışması ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi önerilmektedir.
Yönetimde "adalet"in sağlanması, bu çerçevede yurttaş özgürlüklerinin
dokunulmazlığının sağlanması ve mahkemelerin hızlı ve etkin çalışmasının
temini, hukuk devletinin tesisi, her türlü ayrımcı muamelenin kaldırılması
partinin hedefleri arasındadır. Ayrıca, içinde bulunduğu coğrafi konum ve
tarihsel gerçeklerin Türkiye'nin savunma gücünün takviyesini zorunlu kıldığı
hususu da parti programının içerdiği esaslar arasındadır.
Fazilet
Partisi'nin dış politika anlayışı da ülkemizde genel kabul gören yaklaşımdan
özünde farklı değildir. Bu çerçevede, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik
Devletleri'yle ilişkilerimizde karşılıklı güven ve anlayışın tesis edilmesi;
Uzakdoğu ülkeleri, islam dünyası ve Türki Cumhuriyetlerle çok yönlü ilişkiler
kurulması ve geliştirilmesi ve nihayet Türkiye'nin Orta Doğu ve Balkanlarda
daha aktif bir dış politika izlemesi ve önder rol üstlenmesi savunulmaktadır.
Parti'nin hedeflediği dış politika anlayışı kısaca aktif, dengeli ve kişilikli
olarak özetlenebilir.
Fazilet
Partisi ayrıca, kapatılmış olan Refah Partisi'nden farklı olarak, "çok
hukukluluk"u değil, hukukun tekliğini esas alır. Parti keza, programından
da anlaşıldığı gibi, evrensel-demokratik laiklik anlayışını savunur.
Türkiye'nin dış ilişkilerini öncelikle Batı dünyası ekseninde yürütmekten
yanadır. Nitekim, Parti Programı'nda ülkemizde "demokrasinin tam ve kamil
manada uygulanmasının yolunun "çağdaş, demokratik dünya ile
bütünleşmek"ten geçtiği özellikle vurgulanmıştır. Bu haliyle Fazilet
Partisi Batı demokrasilerindeki liberal veya liberal-demokrat partilere
benzemektedir. Fazilet Partisi'nin bu kimliğiyle Türk siyasal sistemi yelpazesi
içinde yerleştirilebileceği en uygun konum ise "merkez"dir.
3.
Fazilet Partisi "Hülle Partisi" Değildir
İddianamede
Fazilet Partisi'nin kapatılmış olan Refah Partisi'nin devamı olduğunun kanıtlan
olarak ileri sürülen iddialardan birincisi Fazilet Partisi'nin bir "hülle
partisi" olarak kurulmuş olduğudur. Bildiğimiz kadarıyla, böyle bir kavram
ne -Anayasa başta olmak üzere- siyasi partiler mevzuatımızda ne de Türk kamu
hukuku doktrininde yer almaktadır. En azından Anayasamız ve siyasi partiler
hukukumuz bakımından "hülle" kavramı teknik bir terim sayılamaz.
Gerek Anayasa gerekse Siyasi Partiler Kanunu "demokratik siyasi hayatın
vazgeçilmez unsurları" olarak görülen siyasi partileri özel bir düzenlemeye
tabi tutmuş ve bu çerçevede siyasi partilerin tabi olacakları esasları ve hangi
nedenlerle kapatılacağını ayrıntılı bir biçimde göstermiştir. Bu nedenle,
Cumhuriyet öncesi hukuk sisteminden günlük dile miras kalmış olan ve siyasi
partilerin yürürlükteki hukuki rejimi açısından uygulanabilirliği olmayan
"hülle" kavramına dayanarak bir partinin kapatılması istenemez.
Esasen, yeni bir partinin, hangi şartlar altında kapatılmış bir partinin devamı
sayılacağı hususu yukarıda açıklanmış olup, "hülle" kavramını bu
şartlar arasına dahil etmenin hiçbir hukuki imkanı bulunmamaktadır.
Esasen,
Anayasa Mahkememiz de bir kararında, bir partinin kapatılmış başka bir partinin
devamı olduğunu belirlemede "imaj" ve "izlenim" gibi hukuki
olmayan ve anlamı belirsiz kavramlara dayanılamayacağım belirtmiştir, (bkz. E.
1984/1 K. 1984/1 ve 28.9.1984 tarihli DYP kararı, Anayasa Mahkemesi Kararlar
Dergisi, Sayı 20, s. 510). Yüksek Mahkeme, söz konusu kararında siyasi
partilerin kapatılma nedenleri açısından kullanılan kavramlarda "belli bir
açıklık, belirginlik" bulunmasının gerekli olduğunu belirterek, "üstü
kapalı, dolaylı, belirgin olmayan durumların da yasak kapsamına alınması
düşünülseydi, bu(nun yasada)... açıkça belirtilecek" olduğuna dikkat
çekmiştir. Aynı şekilde, "objektif ölçüleri olmayan sübjektif
değerlendirmelere açık kavramlar"a dayanarak bir partinin kapatılması
istenemez. Mahkemeye göre, kapatma nedenlerini geniş yorumlamak kanunun amacına
aykırı olduğu gibi, "kanunsuz suç olmaz" ilkesine de aykırıdır.
"Hülle" kavramı da aynı türden bir kavram olup, siyasi partiler
hukuku bakımından uygulanabilirliği bulunmamaktadır.
4.
Refah Partili Milletvekili ve Belediye Başkanlarının Fazilet Partisi'ne Geçmesi
Sorunu
İddianamede
147 Refah Partili milletvekilinin ve belediye başkanlarının tamamına yakınının
Fazilet Partisi'ne geçmiş olması iki parti arasında bir devamlılık ilişkisi
olduğunu gösteren kanıtlar arasında zikredilmiştir. Her şeyden önce belirtmek
gerekir ki, Fazilet Partisi'ne geçen eski Refah Partili milletvekillerinin
sayısı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın iddia ettiği gibi 147 değil 144'tür.
Ne var ki, etkinlikleri bakımından sıradan parti mensuplarından farklı olsalar
da, gerek milletvekilleri gerekse belediye başkanlarının parti üyesi olmak
bakımından milyonlarca benzerlerinden hukuken bir farkı ve ayrıcalığı yoktur.
Refah Partili 144 milletvekili ile çok sayıda belediye başkanının Fazilet
Partisi'ne geçmiş olması olgusu iki parti arasında sadece kadrolar bakımından,
o da kısmen, bir benzerlik olduğunu göstermektedir. Bu ise Fazilet Partisi'nin
kapatılmış olan Refah Partisi'nin hukuken (Anayasal anlamda) devamı olduğunu
göstermeye yetmez. Kaldı ki, Anayasa Mahkemesi kararıyla yasaklanmış olmayan
parti mensuplarının başka bir partide siyasi faaliyet göstermeleri gayet
doğaldır. Aksi halde, bir kısım yurttaşın siyasi haklarına keyfi olarak
kısıtlama getirilmiş olduğunu kabul etmek gerekirdi. Söz konusu milletvekilleri
ve belediye başkanları başka bir partiye de geçmiş olabilirlerdi, sırf buna
bakarak o parti veya partilerin de Refah Partisi'nin devamı olduğuna mı
hükmetmek gerekecekti' Nitekim bazı eski Refah Parti'li milletvekilleri de
Anavatan Partisi'ne ve Doğru Yol Partisi'ne geçmiştir.
5.
Bazı Refah Partili Milletvekillerinin Fazilet Partisinde Yönetim ve Denetim
Mevkilerinde Bulunmaları Sorunu
Anayasanın
69. maddesinin sekizinci fıkrasına göre, herhangi bir partinin yöneticisi ve
deneticisi olamayacak olanlar sadece partilerinin kapatılmasına söz ve
eylemleriyle sebebiyet vermiş olan parti üyeleridir. Bunun dışında, kapatılmış
bir partinin mensupları için genel bir siyaset yasağı bulunmamaktadır. Hakkında
siyaset yasağı bulunmayan yurttaşların herhangi bir partide yönetim ve denetim
mevkilerinde görev almalarının önünde herhangi bir hukuki engel de
bulunmamaktadır. Öte yandan, yukarıda açıklanan esaslar çerçevesinde,
kapatılmış bir partinin bazı mensuplarının yeni bir partinin yetkili
organlarında görev almış olmaları, kendi başına, o partiyi eskisinin devamı
yapmaz. Kaldı ki, Fazilet Partisi içindeki eski Refah Partililer genel olarak
olduğu kadar yönetim ve denetim kurullarında da azınlık durumundadırlar. Bu
durumda. Fazilet Partisi bu nedenle de Refah Partisi'nin anayasal anlamda
devamı sayılamaz.
Kaldı
ki, gerek durumları yukarıda (4 nolu) başlıkta tartışılan, gerekse şimdi söz
konusu edilen eski Refah Partililer, Fazilet Partisi'nin bütün üyeleri içinde
küçük bir azınlık teşkil etmektedirler. Fazilet Partisi üyelerinin çoğunluğu
ise daha önce herhangi bir partinin üyesi olmayan yurttaşlardan oluşmaktadır.
6.
"Hoca Gemileri Yaktı" Başlıklı Gazete Haberi
Kapatılan
Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN'ın Fazilet Partililere TBMM'de
nasıl davranmaları gerektiği konusunda kimi Fazilet Partililere talimat verdiği
yolundaki bu gazete haberi Fazilet Partisi'nin kapatılan Refah Partisi'nin
devamı mahiyetinde olduğunun bir kanıtı olamaz. Bir kere, bu haberin gerçek bir
olayı aksettirdiğinin hiçbir kanıtı olmayıp, bir rivayetten ibaret olduğu
açıktır. İkinci olarak, Necmettin ERBAKAN'ın kime, hangi parti yetkilisine ne
söylediği ve nasıl bir karşılık gördüğünün açık-seçik belli olmadığı bir
rivayetten kesin yargısal sonuçlara ulaşılması mümkün değildir. Üçüncü olarak,
daha önceki siyasi hayatlarında yakınlıkları ve mesai beraberlikleri bulunan
kimi Fazilet Partililerin bireysel olarak ERBAKAN'la görüşmüş olmaları ihtimali
insani ilişkiler açısından olağan karşılanması gereken bir durumdur; bundan
kurumsal olarak partinin kimliğiyle ilgili hukuki sonuçlar çıkarılamaz.
Nihayet, haberde iddia edilen hususlar doğru olsa bile, bu durum Fazilet
Partisi'nin Siyasi Partiler Kanunu'nun 95. maddesindeki anlamda Refah
Partisi'nin devamı olduğu anlamına gelmez. Maddede belirtilen durumların hiç
birisi varit değildir.
7.
Yasin Hatipoğlu'nun Meclis Başkanvekili Olarak Yaptığı ve Usule Aykırı Olduğu
İddia Edilen İşlem
Meclis
Başkanvekili Yasin Hatipoğlu'nun usule aykırı olduğu iddia edilen şekilde bir
önergeyi gündeme alma girişimine bakarak Fazilet Partisi ile kapatılan Refah
Partisi arasında hukuki bir devamlılık ilişkisi kurulamaz. Çünkü, bu işlem
"usulsüz" bile olsa Fazilet Partisi'nin değil, bireysel olarak Yasin
Hatipoğlu'nun bir işlemidir; daha doğrusu Hatiboğlu'nun bir "partili"
olarak değil, Anayasa'nın 94. maddesi çerçevesinde Meclis Başkanvekili olarak
yaptığı bir işlemdir. Kaldı ki, Yasin Hatipoğlu'nun söz konusu girişimi sonuç
vermemiş, işaret edilen önerge gündeme alınmamıştır.
8.
Necmettin ERBAKAN'la TBMM Başkanvekili Yasin Hatipoğlu Arasında Geçtiği İddia
Edilen Telefon Konuşması
Bu
konuşmanın delil olabilirliği sorununu usule ilişkin sorunlar bahsinde
tartışmış ve Türk pozitif hukuku bakımından bunun mümkün olmadığı sonucuna
varmıştık. Mamafih, bundan dolayı, bu konuşmanın Yüce Mahkememiz tarafından hiç
nazarı itibara alınmayacağını umuyoruz.
Kaldı
ki, özel kişiler tarafından elde edilen bu gibi deliller kendisine ulaştığında
her kamu makamının yurttaşların temel haklarına açık bir müdahale teşkil eden
bu olay hakkında hemen gerekli hukuki işlemi yapması gerekir. Aynı
yükümlülüğün, bir kamu görevlisi olan sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
açısından da söz konusu olduğu şüphesizdir. Sayın Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı'nın kendisine söz konusu bandı getirenler hakkında en azından suç
duyurusunda bulunması gerekirken bu ödevini ihmal etmesinin, üstelik bunu Yüce
Mahkeme'de kullanılacak bir delil olarak dava dosyasına koymasının uygun bir
davranış olmadığı açıktır. Ayrıca, bu tür davranışların kimi yasadışı grupların
yurttaşların özel hayatlarına keyfi müdahalelerini teşvik edici bir etki
yaratacağı da kesindir.
Öte
yandan, söz konusu olayın sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın belirttiği
şekilde gerçekleştiği de tam bir kesinlikle söylenemez. Varsayım olarak şöyle
düşünmek mümkündür: Sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı aslında ERBAKAN'la
Hatipoğlu arasındaki konuşmayı kendisi kayda aldırmış, fakat CMUK'nun
"yasadışı yoldan elde edilen delillerin mahkemede ileri sürülemeyeceği'
yolundaki kuralı nedeniyle, kasetin başkalarınca kendisine getirilmiş olduğunu
ileri sürmüştür. Bundan dolayı, sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın. bu iddiasını
kanıtlamadığı sürece, söz konusu kaseti kendisinin veya memurlarının değil de
dışarıdan birtakım özel şahısların elde edip kendisine ulaştırmış olduğu hususu
sadece bir iddia olarak kalmaya devam edecektir. Kaset bu nedenle de bu davada
delil olarak kullanılamaz.
Kaldı
ki, bu kaset geçerli bir delil sayılsa bile, Necmettin ERBAKAN'la Yasin
Hatiboğlu arasındaki konuşmanın içeriğine bakılarak da Fazilet Partisi'nin
kapatılmış olan Refah Partisi'nin hukuken devamı mahiyetinde olduğu söylenemez.
Çünkü, her şeyden önce, konuşmanın yapıldığı tarih itibariyle TBMM Başkanvekili
olan Yasin Hatipoğlu Fazilet Partili olmakla beraber, TBMM Başkanvekili
sıfatıyla hareket ettiği durumlarda Fazilet Partisi'ni temsil edemez. Çünkü,
Anayasa ve TBMM İçtüzüğü Başkanlık Divanı üyelerinin partilerinden bağımsız
olmalarını öngörmüştür. Nitekim Anayasa'nın 94. maddesinin son fıkrasına göre,
'Türkiye Büyük Millet Meclisi (...) Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi
partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine (...)
katılamazlar." Kapatılmış olan Refah Partisi'nin Genel Başkanı Necmettin
ERBAKAN'la Yasin Hatipoğlu arasında geçtiği iddia edilen konuşma da parti
faaliyetlerinden tamamen bağımsız bir konuyla, TBMM'nin yönetimiyle ilgilidir.
İkinci
olarak, konuşmadan anlaşıldığına göre. Necmettin ERBAKAN kendi konumuyla ilgili
olarak sadece Yasin Hatipoğlu'ndan değil, bazı başka parti mensupları ve
milletvekillerinden de taleplerde bulunmuş ve yardım istemiştir. Bunlar
arasında Demokrat Türkiye Partisi Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk ve Yalım
Erez de vardır. Kaldı ki, bu konuşmadan, ortada Necmettin ERBAKAN'la Yasin
Hatipoğlu'nun birlikte planladıkları bir işin varlığı yerine, ERBAKAN'nın tek
taraflı olarak Yasin Hatipoğlu'nu yönlendirme çabası içinde olduğu ve
Hatipoğlu'nun onun isteklerine direnmeye çalıştığı da anlaşılmaktadır.
Nihayet,
daha genel olarak bu konuşmanın ortak geçmişleri, dostluk ve yakınlıkları
bulunan kişiler arasındaki normal insani ilişkiler açısından da
değerlendirilmesi gerekir. Herhalde, hiçbir politikacının, eski partisinin
kapatılması üzerine eski lideri ile bütün insani ilişkilerini ve dostluğunu
kesmesi beklenemez. ERBAKAN ve Hatipoğlu gibi 30 yıl birlikte siyaset yapmış
kişiler arasında özel hayatlarındaki yakınlıklar ve medeni ilişkiler elbette
devam edecektir. Bu türden bir insani ilişki kapatılmış bir parti (Refah
Partisi) ile yeni bir parti (Fazilet Partisi) arasında hukuken devamlılık
ilişkisi bulunduğunun bir kanıtı olarak görülemez.
9.
"RP Fazilet'e Taşınıyor" Başlıklı Gazete Haberi
Bu
haber de, bir gazetenin Fazilet Partisi üzerinde belli bir yönde kamuoyu
baskısı yaratmak amacıyla kurguladığı ve doğruluğuna dair herhangi bir kanıtın
bulunmadığı bir haberdir. Ortada sadece bir iddia bulunmaktadır. Bu nedenle
hukuki delil olma değeri bulunmamaktadır.
10.
İstanbul Milletvekili Ali Oğuz'un Açıklaması
Sayın
Ali Oğuz'un açıklamaları tamamen kendi kişisel değerlendirmeleri olup Fazilet
Partisi'ni bağlamaz. Kaldı ki, sözkonusu beyanat tarihinde Fazilet Partisi'nin
üyesi de olmayan bir kişinin o partiyle ilgili beyanının hiçbir bağlayıcılığı
olamaz. Fazilet Partisi kendi siyasi kimliğini ve pozisyonunu üyesi bile
olmayan kişilerin temennilerine göre belirlemez; parti kimliğini, yukarıda
açıkladığımız gibi, programıyla ayrıntılı olarak ortaya koymuştur.
11.
Gazeteci Neşe Düzel'in Şevket Kazan'la Yaptığı Konuşma
Şevket
Kazan, Anayasa Mahkemesi'nin kararıyla Anayasa gereğince beş yıl süreyle
siyasetten yasaklanmış bir kişidir; tabiatıyla partimizin üyesi de değildir. Bu
konuşmada sayın Şevket Kazan'ın yaptığı açıklamalar tamamen kendi
temennilerinden ibarettir. Partimizle herhangi bir hukuki ilişkisi bulunmayan
bir eski politikacının yaptığı açıklamaların Partimizi hiç bir biçimde
bağlamayacağı hususu ayrıca izahı gerektirmeyecek kadar açıktır. Şevket
Kazan'ın, "Ben siyasetin her zaman içindeyim, kanun teklifleri hazırlayıp
Mecliste bunları kanunlaştırırım" şeklindeki ifadesi de, kişisel bir
övünmeden ibaret olması bir yana, bir takım hususların yasalaşması hususunda
girişimde bulunmak her yurttaşın hakkıdır. Değil eski bir bakan ve
milletvekili, herhangi bir yurttaş da tanıdığı parlamenterlerle temas kurmak
suretiyle belli bir konuda yasal düzenleme yapılması için girişimde
bulunabilir. Şevket Kazan'ın sözleri de bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Yoksa bu sözler onunla Fazilet Partisi arasında organik bir ilişkinin var
olduğu anlamına gelmez.
12.
Merve Kavakçı'nın Konuşmalarının "Gerçekleştirilmek İstenen Hedefler
Bakımından" Fazilet Partisi'nin RP'nin Devamı Olduğunu Gösterdiği İddiası
Her
şeyden önce, Fazilet Partisi Milletvekili Merve Kavakçı'nın kapatılan Refah
Partisi 'nin de bir üyesi olması ne anayasal ne de yasal anlamda bu iki parti
arasında bir devamlılık ilişkisi olduğunu gösterir. Bir partinin hangi hallerde
kapatılmış bir partinin devamı sayılacağını yukarıda açıklamıştık, bu olayı o
çerçevede düşünmeye hiçbir bakımdan imkan yoktur. Merve Kavakçı Partimizin
sözcüsü veya yetkili bir organı yahut mercii, makamı da değildir. Bundan dolayı
onun şu veya bu toplantıda konuştuklarının partimizi bağlaması da düşünülemez.
13.
Akit Gazetesindeki İlan ve Bir Köşe Yazısı
Sayın
Cumhuriyet Başsavcısı 10 Mayıs 1999 tarihli Akit gazetesinde yer alan
"İBDA" adlı bir örgütün ilanı ile bir 'İslamcı" yazarın köşe
yazısı üzerine Prof. Dr. Nur Sertel'in bir değerlendirme yazısını Fazilet
Partisi aleyhine kanıtlar arasında zikretmiş olmakla beraber, bunun hangi hukuk
mantığı içinde yapıldığı anlaşılamamaktadır. Her halükarda, ne herhangi bir
biçimde Partimizle ilişkisi bulunmayan "İslamcı" olarak nitelenen şu
veya bu adlı örgütün veya bir köşe yazarının açıklamaları partimizi bağlar, ne
de herhangi bir yazarın bunlar hakkındaki yorum ve değerlendirmesinin bu dava
bakımından hukuki bir değeri vardır. Fazilet Partisi'nin kapatılmış olan Refah
Partisi'nin devamı mahiyetinde olduğu iddiasının kanıtlanması bakımından
bunların hepsi dışı saadet hususlardır; bu davayla ilgisizdir.
14.
TBMM'deki "Amerikan Vatandaşlığı" Tartışması
Doğru
Yol Partisi Genel Başkanı ve eski başbakanlardan Sayın Tansu Çiller'in
"Amerikan vatandaşlığı"nın tartışıldığı ve sayın Necmettin ERBAKAN'ın
bu konudaki görüşlerini de içeren 1993 tarihli TBMM Tutanak Dergisi'nin de bu
dava bakımından kanıt olma değeri bulunmamaktadır. Eski bir partinin genel
başkanının (Necmettin ERBAKAN'ın) yıllar önce bu konuda ne söylemiş olduğunun
Fazilet Partisi'nin kapatılması davasıyla herhangi bir ilişkisi yoktur. Sayın
Başsavcı'nın burada Fazilet Partisi İstanbul Milletvekili Merve Kavakçı'nın
"Amerikan vatandaşlığı" konusuna telmihte bulunduğu anlaşılmaktadır;
ne var ki, bu mesele tamamen hukuki olup yargıya intikal etmiştir. Kaldı ki,
halen derdest olan dava Merve Kavakçı'nın aleyhine sonuçlansa bile, bunun
Anayasa Mahkememizin önündeki bu kapatma davasına herhangi bir etkisi olamaz.
Çünkü, bu durum ne Fazilet Partisi'nin kapatılmış bir partinin
"devamı" olup olmamasıyla, hatta ne de yasak eylemlerin
"odağı" olup olmamasıyla ilgilidir.
III.
Fazilet Partisi'nin Kapatılan Refah Partisi'nin Devamı Olduğuna İlişkin
İddianın Genel Bir Değerlendirmesi
Yukarıdaki
ayrıntılı açıklamalardan anlaşılacağı gibi, sayın Cumhuriyet Başsavcısının
Fazilet Partisi'nin Anayasa Mahkemesi'nce kapatılmış olan Refah Partisi'nin
devamı mahiyetinde olduğuna ilişkin iddiası tümüyle dayanaksızdır. Her şeyden
önce, gerek Anayasa'nın 69. maddesinin yedinci fıkrası gerekse Siyasi Partiler
Kanunu'nun değişik 95. maddesi, yeni bir partinin kapatılmış olan başka bir
partinin devamı olduğunun iki temel işaretini vermiştir ki bunlardan hiçbirisi
Fazilet Partisi bakımından söz konusu değildir. Nitekim, ne Fazilet Partisi
yasaklı Refah Partili siyasetçileri "kurucu, üye, yönetici ve
denetçi" yapmıştır, ne de seçimlerde bu kişileri topluca aday
göstermiştir. Esasen, Fazilet Partisi'nin kapatılan Refah Partisi'nin devamı
olması zaman bakımından da mümkün değildir. Çünkü, Fazilet Partisi'nin
kurulduğu 17 Aralık 1997 tarihinde Refah Partisi'nin hukuki varlığı devam
ediyordu. Oysa, bir kuruluşun başka bir kuruluşun "devamı"
sayılabilmesi için, onun diğerinin hukuki varlığı sona erdikten sonra kurulmuş
olması gerekir.
Öte
yandan, Fazilet Partisi gerek tüzük ve programı gerekse bugüne kadar ortaya
koyduğu siyaset anlayışı bakımından tamamen yeni bir partidir. Kapatılan Refah
Partisi ile Fazilet Partisi arasında bu unsurlar bakımından devamlılığın
bulunduğuna ilişkin zikre değer hiçbir gösterge yoktur. Fazilet Partisi'nin
programı liberal demokratik esaslara dayanmakta ve Türkiye'nin muhtelif
sorunlarına çağdaş ve gerçekçi çözüm önerileri içermektedir. Fazilet Partisi
hiç bir platformda kapatılan Refah Partisi'nin program ilkelerinin takipçisi
olduğu yolunda açıkça veya imalı olarak herhangi bir beyanda da bulunmamıştır.
Kapatılan
Refah Partisi'nin bazı üyelerinin Fazilet Partisi "ne katılmış olmaları da
iki parti arasında iddia edildiği gibi bir devamlılık ilişkisi bulunduğunu
göstermez. Çünkü, Siyasi Partiler Kanunu'nun değişik 95. maddesi hükmü
karşısında, devamlılık kavramı açısından göz önünde bulundurulması gereken
sadece yasaklı siyasetçilerin yeni partideki konumudur. Kapatılmış bir partinin
Anayasa Mahkemesi kararıyla siyasetten yasaklanmamış üyelerinin
"yurttaş" sıfatıyla bütün anayasal hakları -bu arada siyasi hakları
da- varlığını elbette korumaktadır. Dolayısıyla bu kategoride yer alan
yurttaşların çeşitli partilerde siyasi faaliyet yapmalarına hiçbir engel
yoktur. Bu duruma göre, kimi eski -yasaklı olmayan Refah Partililerin başka
partiler yanında Fazilet Partisi'nde siyasete devam etmelerini, onun Refah
Partisi'nin devamı olduğunun bir kanıtı olarak değerlendirmek Anayasanın hem
lafzına hem de ruhuna aykırıdır. Bu yargı, Fazilet Partisi'ne geçmiş olan kimi
Refah Partili milletvekilleri ve belediye başkanları açısından da geçerlidir.
Anayasa Mahkemesi tarafından kendilerine yasak getirilmiş olmamak kaydıyla,
milletvekilleri ve belediye başkanları ile sıradan parti üyeleri arasında bir
fark yoktur.
Sonuç
olarak, sayın Cumhuriyet Başsavcısı tarafından ileri sürülen
"kanıtlar"ın hiçbiri Fazilet Partisi'nin kapatılan Refah Partisi'nin
devamı mahiyetinde olduğunu göstermez.
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
FAZİLET
PARTİSİ'NİN LAİKLİK KARŞITI EYLEMLERİN ODAĞI HALİNE GELDİĞİ İDDİASI
A.
İDDİALAR
1.
Anayasal ve Yasal Dayanaklar
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı İddianamesinde Fazilet Partisi'nin kapatılması talebine
gerekçe olarak Partinin laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğini ileri
sürmektedir. İddianamede Anayasa'nın "laiklik" ilkesini Cumhuriyetin
vasıfları arasında sayan 2., dini ve dince kutsal sayılan şeyleri istismar
yasağı getiren 24/son, siyasi partilerin tüzük, program ve eylemleri bakımından
"laik Cumhuriyet" ilkesine aykırı olamayacaklarını belirten 68/4., ve
nihayet siyasi partilerin ancak 68/4. maddede belirtilen eylemlerin işlendiği
bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi'nce tespit edilmesi halinde
kapatılacağını öngören 69/6. maddesi hükümleri kapatma talebinin anayasal
dayanakları olarak zikredilmiştir.
Kapatma
talebinin yasal dayanakları olarak ise, Siyasi Partiler Kanunu'nun siyasi
partilerin Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan Cumhuriyetin vasıflarını (özel
olarak laikliği) değiştirme amacı gütmesini yasaklayan 78/a-l., din ve mezhep
ayrımı yaratmak ve bunlara dayanan bir devlet düzeni kurmak amacı gütmeyi
yasaklayan 78/a-2. ve cemaat, din, mezhep veya tarikat esaslarına dayanma
yasağı getiren 78/b. maddeleri ile aynı kanunun Türkiye Cumhuriyeti'nin laiklik
niteliğini değiştirme amacı gütme ve bu amaca yönelik faaliyette bulunma yasağı
getiren 86. ve dini ve dince kutsal sayılan şeyleri istismar yasağına yer veren
87. maddeleri gösterilmiştir.
II.
İleri Sürülen Kanıtlar
Sayın
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının iddianamesinde Fazilet Partisi'nin laiklik
karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği iddiasının kanıtları olarak ileri
sürdüğü hususlar şunlardır:
a)
Anayasa Mahkemesi kararlarına aykırı olarak ısrarla "türban
yasağı"nın eleştirilmesi ve kaldırılacağının vaad edilmesi,
b)
Yurttaşları devlete karşı kışkırtma sadedinde yasadışı toplantılar ve
yürüyüşler tertip edilerek "başörtüsüne uzanan eller kırılsın"
sloganının atıldığı, bu toplantı ve yürüyüşlerde partili yönetici, milletvekili
ve belediye başkanlarının "birçoğu"nun hazır bulunduğu ve pankart ve
sloganları görüp işitmelerine rağmen başörtüsü yasağının mutlaka kalkması
gerektiğine ilişkin konuşmalar yaptıkları,
c)
Başörtülü bir yurttaşın milletvekilliği için aday gösterildiği ve bu şekilde
görev yapabileceğinin "propaganda"sının yapıldığı; İstanbul
milletvekili Nazlı Ilıcak'ın çeşitli televizyon konuşmalarında bu yönde
tahrikler yaptığı; TBMM'deki and içme günü FP'li milletvekillerinin Merve
Kavakçı'ya tezahüratta bulundukları, aynı milletvekilinin basın toplantısına
Abdullatif ŞENER dahil FP'li pek çok milletvekilinin katıldığı (bütün bunların
Kavakçı'nın "eylemi"nin parti tarafından planlandığını ve teşvik
edildiğini gösterdiği),
d)
FP Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül'ün Kanal 7'de yayımlanan açıklamasında
laikliği (din-devlet işleri ayrılığını) kabul etmediğinin anlaşıldığı ve
böylece Anayasa m. 24/son fıkra hükmünün ve SPK m. 87'nin ihlal edildiği; bu
beyanın SPK 101/b'ye göre partiyi de bağladığı ve tek başına kapatma nedeni
oluşturduğu.
e)
FP Denizli milletvekili Ramazan Yenidedc'nin 15.5.1998 tarihli basın
açıklaması,
f)
Ankara DGM Başsavcılığı'nın "Milli Görüş Hakkındaki iddianamesi" ve
dayandığı deliller,
g)
FP milletvekili Mehmet Sılay'ın 1998 tarihli "Parlamentodan Haber"
kitapçığı,
h) Diğer
kanıtlar.
B-
İDDİA VE KANITLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
I.
"Odak'" Kavramının Anlamı ve Unsurları
1.
Anayasal ve Yasal Durum
Anayasa'nın
69. maddesinin altıncı fıkrası "bir siyasi partinin 68. maddenin dördüncü
fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak
onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa
Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar" verileceğini belirtmiş olmakla
beraber, bu hükümde bir partinin hangi hallerde yasak eylemlerin odağı haline
gelmiş sayılacağı açıklanmış değildir. Mamafih, Siyasi Partiler Kanunu'nun
değişik 103. maddesinde odak kavramının tanımına yer verilmiştir. Bu maddenin
ilgili ikinci fıkrası aynen şöyledir: "Bir siyasi parti; birinci fıkrada
yazılı fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o
partinin büyük kongre, merkez karar ve yönetim kurulu veya Türkiye Büyük Millet
Meclisi'ndeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça
benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca
kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş
sayılır."
Görüldüğü
gibi, Siyasi Partiler Kanunu'nun yeni 103. maddesi odak olmanın unsurlarını
parti üyelerine ve parti organlarına göre ayrı ayrı düzenlemiştir.
a)
Yasak eylemlerin parti üyelerince işlenmesi durumu
Bu
halde bir siyasi partinin yasak eylemlerin odağı haline gelmiş sayılması için
iki şartın birlikte gerçekleşmesi gerekir:
(1)
Söz konusu eylemlerin parti üyelerince "yoğun bir şekilde işlenmiş"
olması,
(2)
Bu durumun partinin 103. maddenin ikinci fıkrasında belirtilen organlarınca
zımnen veya açıkça benimsenmiş olması.
b)
Yasak eylemlerin parti organlarınca işlenmesi durumu
Bu
halde bir siyasi partinin yasak eylemlerin odağı haline gelmiş sayılması için,
bu eylemlerin belli parti organlarınca "kararlılık içinde" işlenmiş
olması yeterlidir.
2.
Odaklaşma Halinin Alt Kavramları
Yasak
fiillerin partide odaklaştığının tespiti sorunu, odaklaşma kavramının analitik
bir incelemesi yapılmadan belirlenemez. Başka bir ifadeyle, gerek hukuki
belirlilik ilkesinin gözetilmesi çerçevesinde siyasi hak ve özgürlükleri
güvence altına alan, belirsizlikten uzak bir hukuki kavrama ulaşılması gerekse
de kelimenin anlamının netleştirilmesi açısından odaklaşma kavramının unsurları
ortaya konulmalıdır.
a.
"Yoğunluk"
Parti
üyelerinin yasak fiilleri yoğun bir şekilde işlemiş olduklarına hükmedebilmek
için bu fiillerin hem nicelik hem nitelik hem de sıklık açısından
değerlendirilmesi gerekmektedir. Daha açık bir deyişle,
"yoğunlaşma"dan söz edilebilmesi için, her şeyden önce partinin
farklı üyeleri tarafından değişik zamanlarda çok sayıda aykırı fiilin işlenmiş
olması gereklidir. İkinci olarak, bu fiilerin aynı zamanda anayasal bakımdan
ağır ihlaller niteliğinde olması ve sıkça vuku bulması da gerekir. Bu duruma
göre, kimi parti üyelerinin tek tük eylemine bakarak bir partinin anayasal ve
yasal anlamda yasak eylemlerin odağı haline gelmiş olduğu söylenemez.
Yoğunlaşma kavramı ayrıca, yasak fiillerin muhtelif parti üyeleri tarafından
düzenli ve sürekli olarak işlenmiş olmasını da gerektirir. Hatta, bu ihlaller
parti teşkilatının çoğunluğunca yurt sathında yaygın olarak işlenmelidir. Buna
göre, parti üyelerinin ara sıra, meydana gelen ve düzenlilik göstermeyen,
münferit ve arızi eylemlerine dayanılarak o partinin bu nitelikteki fiillerin
odağı haline geldiğine karar verilemez.
Nitekim.
Refah Partisi'nin kapatılmasına ilişkin 12.1.1998 tarihli kararında (Anayasa
Mahkemesi Kararları Dergisi, Sayı 34, Cilt 2. s. 1019) Anayasa Mahkemesi
"... 'odak olma' durumunun oluşması için gerekli olan yasak eylemlerdeki
nitelik ve nicelik ile bunların tekrarındaki kararlılık gibi öğelerin varlığı
konusunda, milletvekillerinin (...) söz ve eylemlerinin tümü
değerlendirilmedikçe sağlıklı bir sonuca ulaşılama"yacağına dikkat
çekmiştir.
b.
"Zımnen veya Açıkça Benimseme"
Siyasi
Partiler Kanunu'nun ilgili 103. maddesi, parti üyelerinin yasak eylemleri yoğun
bir şekilde işlemiş olmalarını tek başına odaklaşma için yeterli görmemiş;
ayrıca bu durumun partinin büyük kongre, merkez karar ve yönetim kurulu veya
Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki grup genel kurulu veya grup yönetim
kurulunca "zımnen veya açıkça" benimsenmiş olmasını da şart
koşmuştur. Bu demektir ki, birden çok sayıda partilinin yasak eylemleri yoğun
bir şekilde işlemiş olmaları onlar hakkında (SPK 102. maddeye göre partiden
ihraçlarının istenmesi dahil) birtakım müeyyidelerin uygulanmasını
gerektirebilirse de, bu eylemler parti organlarınca benimsenmedikleri sürece
partinin o eylemlerin odağı haline geldiğinden söz edilemez. Ayrıca, dikkat
edilmesi gereken bir nokta da sadece ismen belirtilen parti organlarının bu
eylemleri "benimsemesi" veya onaylamasının partiyi ilzam edecek
olmasıdır. Yani, partinin bu organlar dışındaki merci, makam ve kurulları ile
varsa yan örgütlerinin tutumu odak olma hali açısından nazara alınmayacaktır.
Anılan
parti organları, üyelerinin söz konusu yasak fiillerini onayladığını, tasvip
ettiğini, beğendiğini, takdir ettiğini vs. alenen ve sözlü olarak ifade etmek suretiyle
onları doğrudan doğruya benimseyebilirler. Ayrıca, Kanun bu gibi eylemlerin
"zımnen" de benimsenebileceğini belirtmiştir. Bu durumda, parti
üyelerinin eylemlerine ilaveten partinin anılan organlarının bir tutum veya
davranışı da söz konusu olmak gerekir. Daha açık bir ifadeyle, parti organları
parti üyelerinin yasak eylemlerini onayladığını açıkça belirtmese bile, söz
konusu kişilere işledikleri yasak fiillerde önceden veya sonradan destek
vererek, onları savunarak da onların tutumunu benimseyebilirler. Fakat bunun
için de, her şeyden önce, partinin anılan organlarının parti üyelerinin yasak
eylemlerinden haberdar olmaları şarttır. Tabiidir ki, bir merciin veya kurulun
bilgisi dışında vuku bulan eylemleri ne benimsemesi ne de onaylaması söz konusu
olabilir.
c.
"Kararlılık"
Yukarıda
belirtildiği gibi, odak kavramı bakımından "kararlılık" şartı özel
olarak parti organlarının yasak eylemleri için öngörülmüş yasal bir şarttır.
Yani, Kanun'da belirtilen parti organlarının yasak fiilleri kararlılık içinde
işlemeleri halinde parti bu eylemlerin odağı haline gelmiş sayılacaktır. Burada
da iki husus önemlidir. Birincisi, eylemleri parti tüzel kişiliğini bu hususta
bağlayacak olan parti organlarının, Kanun'da ismen zikredilmiş olanlardan
ibaret olduğudur, ikinci olarak, bu fiillerin söz konusu parti organlarınca
kararlılık içinde işlenmiş olması halinde odak olma halinden söz
edilebilecektir. Öyleyse, yoğunlaşma durumundakine benzer şekilde, parti
organlarının, ara sıra meydana gelen, tek tük ve arızi eylemlerine bakarak o
partinin yasak eylemlerin odağı haline geldiğine karar verilemez. Keza, bu
fiillerin kararlılık içinde işlenmiş sayılabilmesi için, bu ihlallerin nisbeten
kısa bir zaman dilimi içinde değil, kamu oyunda da bu yönde kanaat hasıl edecek
şekilde uzun süre devam etmiş olması da gerekir.
Kararlılık
kelimesi, ayrıca, eylem iradesindeki sarsılmazlığı, tutumundan hiçbir şekilde
caymamayı ve yılmaz bir ruh halini de ifade eder. Dolayısıyla, şu veya bu
şekilde parti organlarından sadır olan bir aykırı eylemin yarattığı tepki ve
eleştirilere rağmen, tutumunda ısrar etmek ve aynı yolda yürümekten caymamak
odaklaşma yönünde bir kanıt sayılabilir. Buna karşılık, eleştiri ve tepkiler
karşısında geri çekilen, tevil yoluna sapan, kendini mazur göstermeye çalışan
bir iradenin "kararlı" olduğundan söz edilemez.
II.
Fazilet Partisi'ne ve Üyelerine Yöneltilen İsnadın "Odak" Kavramı
Açısından Değerlendirilmesi
Sayın
Cumhuriyet Başsavcısı'nın İddianamesinde Fazilet Partisi'nin laiklik karşıtı
eylemlerin odağı haline geldiği iddiasına kanıt olarak ileri sürdüğü bütün
hususlar parti üyelerinin eylemleriyle ilgili olup, parti organlarının doğrudan
doğruya işlediği herhangi bir yasak eylem gösterilmemiştir. Ancak, Başsavcı'nın
başörtülü bir yurttaşımızın parti listelerinden milletvekili seçilmesi ile
ilgili gelişmeleri parti tüzel kişiliğini bağlayan olaylar gibi takdim etmiş
olması nedeniyle, bu hususun da ayrı olarak gözden geçirilmesi uygun olacaktır.
Önce bu ikinci sorundan başlayalım.
1.
Başörtüsü Sorunu Karşısında Fazilet Partisi'nin Tutumu
İddianamede,
parti listelerinden bir başörtülü milletvekilinin seçilmesi ve kimi
partililerin Merve Kavakçı'ya manevi destek vermeleri Fazilet Partisi'nin
laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğinin başlıca kanıtları olarak ileri
sürülmüştür.
Bu
nedenle, önce hem başörtülü yüksek öğrenim öğrencilisinin hem de başörtülü
milletvekilliğinin anayasallığı sorununu ele almalıyız.
a.
Başörtüsü ve Türk Pozitif Hukuku
Bilindiği
üzere, kız öğrencilerin yükseköğretim kurumlarında başörtülü olarak okumaları
yetkililerce bir süredir ya fiilen engellenmekte ya da bu öğrenciler çeşitli
disiplin cezalarına çarptırılmaktadırlar, ilgili makamlar bu tutumlarını, esas
itibariyle, Anayasa Mahkemesi'nin biri iptal diğeri red olmak üzere vermiş olduğu
iki kararında dayandırmaktadırlar. Sayın Cumhuriyet Başsavcısı'nın
İddianamesinde de Anayasa Mahkemesi'nin söz konusu iki kararı Fazilet Partisi
mensuplarının başörtüsüyle ilgili beyanlarının laiklik karşıtı eylem olarak
nitelenmesinin dayanakları arasında gösterilmiştir.
Anayasa
Mahkememiz, bu bağlamda atıfta bulunulan ilk kararını 7.3,1989 tarihinde
vermiştir. Mahkeme bu kararıyla, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun
"Dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması
serbesttir" şeklindeki Ek 16. maddesini laikliğe aykırılık gerekçesiyle
iptal etmiştir. Mahkemenin bu konuya ilişkin ikinci kararı ise 9.4.1991 tarihli
olup. aynı Kanun'un "Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile,
Yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir" biçimindeki Ek 17.
maddesine karşı açılmış olan iptal davasının reddine ilişkindir. Başörtüsü
yasağını buna dayandıranlar Anayasa Mahkemesi kararının gerekçe kısmında yer
alan bir yorumunu esas almaktadırlar. Bu yoruma göre, Mahkemenin daha önceki (1989
tarihli) karan çerçevesinde, Ek 17. maddede yer alan "kılık ve kıyafet
serbestisi" başörtüsü takmayı kapsamamaktadır. Başka bir ifadeyle,
Mahkeme, kararının gerekçesinde yer alan yorumuyla söz konusu Kanun hükmüne bir
istisna getirmiştir.
Ne
var ki, gerek Mahkeme'nin son zikredilen kararında yer alan yorumun hukuki
bağlayıcılığı konusu gerekse genel olarak yükseköğretim kurumlarında başörtülü
olarak öğrenim görülemeyeceği görüşü doktrinde tartışmalıdır. Nitekim, Anayasa
Profesörü Mustafa Erdoğan daha önceki çeşitli yazı ve konuşmalarında olduğu
gibi, savunmamızın ekinde sunduğumuz bilimsel mütalaasında da halihazırda
yürürlükte olan Türk pozitif hukuku bakımından yükseköğretim kurumlarında
başörtüsü yasağının savunulamayacağı görüşünü dile getirmiştir. Bunun gibi,
Ankara Hukuk Fakültesi'nden Dr. Ali D. Ulusoy da "Türban Sorunu ve
Hukuk" başlıklı makalesinde benzer bir sonuca ulaşmıştır. Esasen, Ankara
Hukuk Fakültesi hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle bu yasağı fiilen
uygulamamaktadır.
Profesör
Erdoğan, mezkur mütalaasında, özel olarak Anayasa Mahkemesi kararlarının hüküm
fıkrası dışında kalan bölümlerinin, özellikle de iptali reddedilmiş bir yasa
hükmünün fiilen geçersiz kılınması etkisini doğuracak bir yorumunun hukuki
bağlayıcılığı ve uygulanabilirliği bulunmadığını ileri sürmektedir.
Şu
halde, eğer bu yaklaşım doğruysa, 2547 sayılı Kanun'un Ek 17. maddesindeki
"kılık ve kıyafet serbestisi"nin yürürlükte olduğu sonucuna varmak
gerekecektir. Sonuç olarak, bu konudaki hukuki hakikat ne olursa olsun, yükseköğretim
Öğrencileri bakımından başörtüsü yasağı bilimsel olarak en azından
tartışmalıdır. Bundan dolayı, hukuka uygunluğu tartışmalı olan bir yasağın
eleştirilmesi "laiklik karşıtı" bir eylem olarak değerlendirilemez.
Bu. tamamen, insan hakları çerçevesinde mütalaa edilmesi gereken bir
eleştiridir. Nitekim Kimi Fazilet Partililer konuşmalarında bu noktaya ısrarla
dikkat çekmişlerdir.
Bu
duruma göre, kimi Fazilet Partililerin "başörtüsü yasağı"nı
eleştirmelerinden hareketle Anayasal ve yasal açıdan laiklik karşıtı yasak
eylemlerde bulunduklarını iddia etmek yerinde değildir. Esasen başörtüsü
konusundaki uygulama hukuki olarak tartışmalı olduğuna göre, tartışmalı bir
sorun hakkında "demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları" olan
siyasi partilerin fikir beyan etmeleri Anayasal laiklik ilkesine aykırılık
teşkil etmemek gerekir. Kaldı ki, "demokratik bir toplum" içindeki
rolleri açısından siyasi partilerin toplumsal sorunları ve özgürlük taleplerini
barışçı yoldan dile getirmeleri doğaldır. Nitekim, başörtüsü sorunu hakkında
görüş belirten Fazilet Partisi mensupları bunu genel olarak insan hakları
savunusu çerçevesinde yapmış ve başörtüsünü dini bir gerek olarak değil, bir
özgürlük ve insan hakları talebi olarak ileri sürmüşlerdir. Bir yasağın
kaldırılmasını istemek genelde Anayasaya aykırı bir tutum olmadığı gibi, somut
olayda başörtüsü yasağına karşı çıkmak da olsa olsa politik tartışmaya bir
katkıda bulunmaktır.
Başörtüsüne
ilişkin uygulamayı eleştirmek kendi başına laikliğe aykırılık teşkil etmez.
Laikliğe aykırılık veya "devletin temel düzenini din esaslarına
dayandırmak" amacının varlığı için başka, ilave kanıtların bulunması
lazımdır. Böyle bir kanıt ancak, başörtüsü uygulamasını eleştirenlerin aynı
zamanda başörtüsü takmanın genel olarak kadınlar için bir zorunluluk haline
getirilmesini de talep etmeleri halinde söz konusu olabilirdi. Oysa ne bir
tüzel kişilik olarak Fazilet Partisi'nin ne de mensuplarının bu türden ne bir
talebi ne de vaadi olmuştur. Hatta Fazilet Partisi bütün kadınlara başörtüsü
mecburiyeti getirilmesini savunmak şöyle dursun, başörtüsü takmayı tavsiye bile
etmemiştir. Bu nedenle, Partimiz İstanbul milletvekili Nazlı Ilıcak'ın
üniversitelerdeki başörtüsü uygulamasını eleştirmesi de laiklik karşıtı bir
eylem olarak görülemez.
Kaldı
ki, başörtüsü sorunu sadece Fazilet Partililer tarafından gündeme getirilen ve
tartışılan bir sorun da değildir. Nitekim Doğru Yol Partisi, Anavatan Partisi,
Demokratik Sol Parti ve Milliyetçi Hareket Partisi gibi başka partiler ve
mensupları da gerek seçim kampanyaları sırasında, gerek Meclis çalışmalarında,
gerekse başka aleni platformlarda başörtüsü uygulamasını şu veya bu ölçüde
eleştirmiş ve bu sorunun çözümü için çalışacaklarını vaad etmişlerdir. Hatta
son 57. hükümetin kurulması çalışmalarının odağında yer alan konulardan biri de
başörtüsü sorunu olmuştur. Ayrıca, sayın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve
sayın Başbakan Bülent Ecevit de yakın geçmişteki çeşitli konuşma ve
beyanlarında hem başörtüsü yasağının insan hakları ve demokrasi ilkelerine
aykırı olduğunu hem de bunun büyük bir toplumsal problem hüviyeti kazanmış
olduğunu belirtmişlerdir. Nihayet, Fazilet Partisi'nin savunduğu görüşlerle
hiçbir ilgisi olmayan bazı sivil toplum örgütleri de (Sivil Haklar İnisiyatifi
gibi) bu uygulamayı demokrasi ve insan hakları açısından eleştirmişlerdir. Bu
durum bir yandan başörtüsü konusundaki uygulamanın hukukiliğinin tartışmalı
olduğunu. Öbür yandan da bunun genel olarak kamuya ve bu arada bütün partilere
malolmuş toplumsal bir sorun haline geldiğini göstermektedir.
b.
Fazilet Partisi Listelerinden Bir Başörtülü Milletvekilinin Seçilmesi Parti
Organlarınca İşlenmiş Bir Yasak Fiil Değildir
Başörtülü
bir yurttaşın Fazilet Partisi'nden milletvekili seçilmiş olması da laiklik
karşıtı yasak fiil işlendiğinin bir kanıtı değildir. Merve Kavakçı ilgili
mevzuata uygun olarak ve Anayasal bir organ olan Yüksek Seçim Kurulu'nun
yönetim ve denetimindeki bir seçim süreci sonucunda milletvekili seçilmiştir.
Merve Kavakçı'nın, Anayasa'nın 76. maddesindeki milletvekili seçilme yeterliğine
sahip olan ve adaylıktan başlayarak bütün aşamaları bağımsız yargının ve en
nihayetinde Yüksek Seçim Kurulu'nun denetimi altında gerçekleşen bir seçim
süreci sonunda milletvekili olmasında laiklik karşıtlığıyla ilgili hiçbir yan
bulunmamaktadır. Dolayısıyla, burada partiye atfedilebilir ne bir yasak fiil ne
de bir suç söz konusudur. Usulüne uygun olarak milletvekili seçilmeyi kendi
başına bir yasak fiil olarak nitelemek genel olarak demokrasi ilkelerine olduğu
kadar, özel olarak milletvekillerinin "bütün Millet"i temsil ettiğini
belirten Anayasa hükmüne de (m. 80) aykırıdır.
Kaldı
ki, başörtülü bir adayın Fazilet Partisi'nden milletvekili seçilebilmiş olması,
bu durum faraza hukuka aykırı olsaydı bile, Siyasi Partiler Kanunu'nun 103.
maddesinin ikinci fıkrası anlamında "parti organlarının bir eylemi
sayılamazdı. Çünkü, yukarıda işaret edildiği gibi, Merve Kavakçı"nın
adaylığından başlayarak seçim süreci bağımsız yargının ve Yüksek Seçim
Kurulu'nun denetimi altında geçmiş, bu kurullar adı geçenin adaylığını
onaylamış ve sonunda usulüne uygun olarak sayın Kavakçı mazbatasını almıştır.
Bu duruma göre, başta anayasa olmak üzere yürürlükteki hukuk düzeninin
öngördüğü şartlar çerçevesinde gerçekleşmiş olan bir hak (seçilme hakkı)
kullanımı olayım, listesinden seçildiği partinin yasak (Anayasaya ve yasalara
aykırı) bir işlemi olarak yorumlamaya elbette imkan yoktur.
Nihayet
Merve Kavakçı'nın Fazilet Partisi'nden milletvekili seçilmesi, Türk hukuk
düzenine aykırı olsaydı ve parti organlarının bir işlemi niteliğinde bulunsaydı
bile, münferit bir olaydır. Burada, "kararlılık" içinde tekerrür eden
bir eylemler silsilesi söz konusu değildir. Bu nedenle de, bu olaya dayanarak.
Fazilet Partisi'nin Siyasi Partiler Kanunu"nün 103. maddesinin ikinci
fıkrası anlamında yasak fiillerin odağı haline geldiği sonucuna ulaşılamaz.
c.
Merve Kavakçı'nın Kimi Fazilet Partililerce "Desteklenmesi" Partiyi
Yasak Eylemlerin Odağı Yapmaz
İddianamede
TBMM'deki resmi and içme gününde partili milletvekilerinin İstanbul
Milletvekili Merve Kavakçı'ya tezahüratta bulunduklarından ve adı geçen
milletvekilinin bu konuyla ilgili olarak yaptığı basın toplantısına "Grup
Başkanvekili" Abdullatif ŞENER dahil pek çok Fazilet Partili
milletvekilinin katılarak destek verdiğinden bahisle, Anayasa'nın 68. maddesinin
dördüncü fıkrası anlamında yasak fiil işlendiği ileri sürülmektedir. Ne var ki,
bu olayların hiçbirinde laiklik karşıtlığı saikinin varlığından söz edilemez.
Bir kere, milletvekili Merve Kavakçı'nın and içme günü TBMM'ye gelmesi
Anayasa'nın 81. maddesinin açık bir buyruğudur. Çünkü, bu maddenin birinci
fıkrası milletvekillerinin göreve başlayabilmeleri için and içmelerini zorunlu
kılmıştır. Merve Kavakçı da, diğer milletvekilleri gibi, Anayasanın bu
buyruğuna uyarak and içmek üzere Meclise gitmiştir; milleti temsil görevini
yerine getirebilmek için başka bir seçeneği de yoktu. Bu duruma göre, anayasal
bir görevini yerine getirmek üzere hareket eden bir milletvekilinin bu
girişimini alkışlamakta bir aykırılık olmadığı gibi, bu o kişiyi anayasal görevini
yerine getirmeye teşvik etmek anlamına gelir. Esasen, bu gibi durumlarda çoğu
milletvekili sadece kendi partisinden olanları değil, zaman zaman başka
partiden olanları da alkışlar. Bu, her şeyden önce, Anayasal görevlerine uygun
davranma konusunda milletvekillerine yönelik bir teşviktir. Başka bir
anlatımla, TBMM'de geçen söz konusu alkış olayının gerçek mahiyeti, başörtüsünü
teşvik olmayıp, hukuk dışı bir engelleme olayına gösterilen bir tepki
niteliğindedir. Nitekim, milletvekili Merve Kavakçı'nın anayasa gereği olarak
and içmesi girişimi herkesçe bilindiği gibi bir grup milletvekili tarafından
alkışlarla ve kürsünün etrafında fiili durum yaratarak engellenmek istenince,
Fazilet Partililer de bu protestoya karşı alkışla tepki göstermişlerdir. Bundan
anayasa karşıtı anlamlar çıkarmak ve milletvekillerine laiklik karşıtlığı gibi
saikler izafe etmek ne maddi olgularla ne de hukuk mantığıyla bağdaşır.
Öte
yandan Merve Kavakçı'nın söz konusu olay üstüne basın toplantısı düzenlemesinde
ve Fazilet Partili kimi milletvekillerinin basın toplantısında ona eşlik
etmelerinde de herhangi bir anayasadışılık yoktur. Laikliği ortadan kaldırma
amacıyla hiçbir biçimde ilişkisi olmayan ve sadece seçilmiş bir milletvekili
olarak Anayasal buyruk gereğince and içmek isteyen Merve Kavakçı'nın, bu
görevini yerine getirmesinin Meclis'te zorla engellenmesinin Anayasaya aykırı
olduğunu düşünmesi ve bunu kamuya duyurmak istemesi olağan bir durumdur; bunda
herhangi bir hukuksuzluk veya laiklik karşıtlığı söz konusu değildir. Dolayısıyla,
kimi Fazilet Partili milletvekillerinin söz konusu basın toplantısında onun
yanında yer alması da Anayasaya aykırılık teşkil etmez.
Kaldı
ki burada daha önemli olan nokta, Merve Kavakçı'nın yapacak olduğu andın
niteliğidir. Söz konusu basın toplantısında kendisinin de açıkça belirttiği
gibi, bu olayda Merve Kavakçı'nın "laik Cumhuriyet" üstüne yemin
etmesi engellenmiştir. Bundan dolayı da, alkışlı ve fiili engellemenin Fazilet
Partililerce alkışlarla protesto edilmesi aynı zamanda laikliğe de sahip çıkmak
anlamını taşır.
Nihayet,
ne Merve Kavakçı'nın basın toplantısı Fazilet Partisi'nin SPK'nın 103/2'de
zikredilen parti organlarından birinin işlemidir ne de bu toplantıya parti
olarak katılma yönünde bir karar alınmış ve uygulanmıştır. Bu toplantıya katılan
Abdullatif ŞENER ise o tarihte Fazilet Partisi'nin Grup Başkanvekili değildi.
Kaldı ki, tek başına Partinin grup başkanvekilinin tutumunun SPK'nın 103.
maddesinin ikinci fıkrası anlamında "parti organlarının bir eylemi"
sayılamayacağı da açıktır.
Sonuç
olarak, bütün bu olaylarda ne bir hukuka aykırılık ve Anayasa ve SPK anlamında
yasak eylem söz konusudur, ne de Fazilet Partisi tüzel kişiliği ile bu
olayların içindedir. Dolayısıyla, yukarıda tartışılan başörtüsü ile ilgili
olayların hiç biri Fazilet Partisi'nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline
geldiği yargısına dayanak teşkil edemez.
d.
Başörtüsü Uygulamasına Karşı Yapılmış Olan Toplantılardaki Konuşmalar Fazilet
Partisi'ni Bağlamaz
İddianamede
yasadışı olarak yapıldığı belirtilen başörtüsü uygulamasını eleştiren
toplantıların hiçbirisi Fazilet Partisi'nce tertip edilmiş olmadığı gibi, bu
toplantılara parti tüzel kişiliği adına herhangi bir katılım da varit değildir.
Dolayısıyla ne bu tür toplantılarda yapılan konuşmalar ne de oralarda atılan sloganlar
partimizi bağlar. Esasen, iddianamede bu toplantıların Partimiz tarafından
organize ve koordine edildiğini gösteren herhangi bir delil de yer
almamaktadır. Öte yandan, bu toplantılara tek tük parti mensuplarının katılmış
olması, onları Anayasanın 69. maddesi anlamında "partinin...
eylemleri" haline getirmez. Parti mensupları da herhangi bir yurttaş gibi
çeşitli sivil etkinliklere münferit olarak katılabilir; böyle bir katılım
partiyi hukuken bağlamaz. Dolayısıyla, bu türden münferit ve parti tüzel kişiliğine
bağlanamayan eylemler nedeniyle parti Anayasaya aykırı eylemlerin odağı haline
gelmiş sayılamaz. Nitekim, Anayasa Mahkemesi de Doğru Yol Partisi'ne karşı
açılmış olan kapatma davasında verdiği 22.5.1984 tarihli kararında
"(p)arti mensuplarının eylemleri yasal yollarla partiye mal olmadıkça, bu
eylemlerden dolayı parti tüzel kişiliğinin sorumlu tutulması(nın)
düşünülemeyeceğini tesbit etmiştir.
Kaldı
ki onbinlerce üyesi bulunan bir partinin bütün mensuplarının her türden
faaliyetlerini ve çeşitli platformlarda yaptıkları konuşmaları denetim altına
alması, hatta kimin nerede ne yaptığını tespit etmesi bile çoğu zaman
imkansızdır. Bundan dolayı, parti üyelerinin parti inisiyatifi dışında
gerçekleştirilen ve partiyle hukuki bir bağlantısı olmayan faaliyetlere
katılmaları dolayısıyla parti tüzel kişiliği ilzam edilemez.
2.
Parti Üyelerinin Eylemleri
Fazilet
Partisi üyelerinin iddianame'de işaret edilen ve laiklik karşıtı olarak
nitelenen eylemleri de gerçekte böyle olmadıkları gibi, bunlar Fazilet Partisi'nin
SPK 103. maddesinin ikinci fıkrası anlamında yasak eylemlerin odağı haline
geldiğini de göstermez. Çünkü, yasak eylem niteliğinde olmamaları bir yana, bu
münferit eylemlerde ne "yoğun"luk şartı gerçekleşmiş, ne de parti
organlarınca açıkça veya zımnen benimsendiklerini gösteren bir kanıt
bulunmaktadır.
Bu
arada işaret edilmesi gereken önemli bir nokta, sayın Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısının yeni "kanıtlar" sunduğu 4.6.1999 tarihli ek
dilekçesinde dile getirdiği bir kısım mütalaalarda ifadesini bulan yaklaşımın
ürkütücülüğüdür. Ek dilekçenin birinci paragrafında, sayın Başsavcı bütün
Fazilet Partili milletvekillerinin milletvekilliklerinin düşürülmesi ve bütün
partililere siyasi yasak getirilmesini talep etmekte ve bu talebini haklı
göstermek üzere de "aksi takdirde Fazilet Partisi'nin kapatılması ile
amaçlanan sonucun sağlanamayacağı ve aynı şahısların benzer partileri kurma ve
benzer eylemlerde bulunmasını(n) engellenemeyeceği" yolunda görüş
belirtmektedir. Bu ifade, sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın genel olarak
şu veya bu nedenle siyasi hayatta bir kere müeyyideye maruz kalan yurttaşların
bütün siyasi haklarının sonsuza dek ellerinden alınması düşüncesinde olduğunu
göstermektedir. Bu ise bu davanın açılmasında hukuki saiklerden çok, demokratik
hassasiyetle bağdaşmayan politik kaygıların hakim olduğunun bir kanıtıdır.
Kaldı ki, böyle olduğu düşünülse dahi, evrensel, özgürlükçü ve çoğulcu
demokrasi anlayışı çerçevesinde, yurttaşlar bir kere siyasi hata yapmış olsalar
bile, bu onların siyasi haklarının sonsuza kadar ellerinden alınmasını haklı
göstermez.
İkinci
olarak, ek dilekçede ileri sürülen "kanıtlar"ın büyük bir bölümü
partili milletvekillerinin TBMM çalışmaları sırasında ve "yasama
sorumsuzluğu" çerçevesinde yaptıkları konuşmalardan oluşmaktadır. Bu konu
Usul Sorunları'na ilişkin Birinci Bölüm'de ayrıntılı olarak ele alınmıştır.
Mamafih, bazı noktaları kısaca yeniden vurgulamak uygun olur. Bilindiği gibi,
Anayasa'nın 83. maddesinin birinci fıkrası, milletvekillerinin "Mecliste
ileri sürdükleri düşüncelerden, (...) bunları Meclis dışında tekrarlamak ve
açığa vurmaktan sorumlu tutulamayacaklarını" öngörmüştür. Bu hükümde yer
alan "sorumlu"luk terimi her ne kadar öncelikle hukuki (medeni ve
cezai) anlamda anlaşılmak gerekirse de, bunun politik imaları ve delaletleri de
bulunduğu açıktır. Daha açık bir anlatımla, milletvekillerinin parlamento
çalışmalarındaki söz ve tutumlarından dolayı kendilerine karşı hukuki ve cezai
sorumluluk yoluna gidilememesi, onlara sağlanmak istenen himaye açısından yeterli
değildir. Eğer bir milletvekili Anayasanın koruması altında olan
konuşmalarından dolayı, partisinin kapatılması ve kendisinin de siyasi
haklarından yoksun bırakılması tehlikesiyle karşı karşıya ise, bu koruma ile
elde edilmek istenen nihai amaç gerçekleşemez. Çünkü, "yasama
sorumsuzluğunun amacı, gerek milletvekillerinin şahıslarının gerekse
partilerinin hiçbir biçimde zarara uğraması tehdidi söz konusu olmaksızın,
demokratik sürecin tam bir güven içinde işlemesinin sağlanmasıdır. Aksi halde,
milletvekillerinin Anayasanın 80. maddesindeki "milleti temsil"
görevini yapabilmeleri mümkün değildir. Açıktır ki, anayasal görevlerini yerine
getirirken yaptıkları konuşmalardan ve bunları dışarıda tekrarlamaktan dolayı
kendilerine ve partilerine siyasi müeyyideler uygulanabilmesi, TBMM üyelerinin
"milleti temsil" görevini hakkıyla yapabilmelerini imkansız kılar.
Kaldı
ki, milletvekillerinin ve onların tutumları yüzünden partilerinin bir takım
siyasi müeyyidelere maruz kalmaları, normal halde suç teşkil eden sözlerinden
dolayı cezai olarak sorumlu tutulmalarından bile daha büyük bir sakınca teşkil
eder. Tersinden ifade etmek gerekirse, cezai sorumluluktan bile muaf tutulması
öngörülen bir milletvekili ve partisi, siyasi müeyyidelerden evleviyetle muaf
tutulmalıdır. Bu nedenlerle, Fazilet Partili milletvekillerinin suç teşkil
etmeleri halinde bile sorumluluktan muaf sayıldıkları eylemlerinden dolayı
partilerinin kapatılmasını ve kendilerine siyasi yasak getirilmesini istemek
yersiz bir taleptir. Kaldı ki, ek dilekçede yer alan konuşmalar, aşağıda
ayrıntılı olarak izah edileceği üzere, suç bile değildir.
a.
Fazilet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül'ün Konuşmaları
Fazilet
Partisi Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül'ün atıfta bulunulan konuşmasını,
İddianamede gösterilmeye çalışıldığı gibi laiklik karşıtı bir tutum olarak
değerlendirmek de hukuki dayanaktan yoksundur. Abdullah Gül'ün söz konusu
konuşmasının amacının başörtüsü yasağının yaygınlaştırılmasının ortaya
çıkaracağı tutarsızlığa ve uygulamadaki çifte standarda dikkat çekmek olduğu
açıktır. Konuşmanın İddianamede aktarılan bölümünden de açıkça anlaşıldığı
gibi, konuşmacı kamu alanının dini esaslara göre tanzim edilmesini
savunmamakta, sadece bir yasağın ima ettiği sonuçların yurttaş özgürlükleri
açısından kaygı verici olduğunu belirtmektedir. Hukukiliği doktrinde tartışmalı
olan başörtüsü yasağının doğurabileceği sonuçların eleştirilmesi ise, yukarıda
açıklandığı gibi, laiklik karşıtı bir eylem olarak değerlendirilemez. Kaldı ki,
bu tür eleştiriler evrensel anlayış -bu arada Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi'nin içtihatları- çerçevesinde hem genel olarak ifade özgürlüğünün hem
de demokratik-çoğulcu siyasetin kapsamı içinde düşünülmek gerekir.
Ek
İddianame'de yer verilen, Abdullah Gül'ün Ekim 1998 tarihinde düzenlenen
Kayseri mitingindeki konuşmasında özetle bazı idari uygulamaların adalet,
hukuk, demokrasi, insan hakları ve özgürlükler ile inanca saygı dikkate
alınmadan ve laiklik maskesi altında gerçekleştirildiğine ve bazı bürokratların
çetelerle ve mafyayla ilişkilerini laiklik zırhı altında gizlediklerine dikkat
çekilmekte, üniversite öğrencilerinin "başörtüsü" ve
"sakal" yüzünden üniversitelere alınmaması uygulamasını
eleştirmektedir, idari kararların kimi zaman siyasi ya da kişisel fayda
gözetilerek, hatta bazı durumlarda husumet duyularak alındığı bir gerçektir.
İdare hukukunda bu şekilde alınmış idari kararların "yetki
saptırması" nedeniyle iptal edileceği genel bir kuraldır. Öte yandan
birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de yolsuzluk olayları görülmektedir.
Yolsuzluğa karışanların kendilerini gizleyebilmek için toplumdaki bazı
hassasiyetleri kullandığı da bir gerçektir. Örneğin İtalya'da devlet
kademelerine sızan Mafya'ya karşı yıllarca bir şey yapılamamasında, bu
kişilerin "anti-komünist" mücadele örtüsü altına gizlenmeleri önemli
bir rol oynamıştır. Demokratik ülkelerde milletvekillerinin en önemli
rollerinden biri gördükleri aksaklıklar konusunda yasama organının ve
kamuoyunun dikkatini çekmektir. Parlamentonun asıl işlevleri yasa yapmak ve
yürütmeyi denetlemektir. Böyle bir organda görev yapan bir üyenin idarede
gözlemlediği bazı eğilimler konusunda uyarıda bulunması doğaldır. Kaldı ki,
Abdullah Gül söz konusu konuşmasında laiklik aleyhinde tek bir söz bile
söylemiş değildir. Üstelik, Abdullah Gül, üniversite öğrencilerine yönelik
kılık kıyafet uygulamaları bakımından sadece başörtüsüne değil, sakal nedeniyle
zorluk yaşayan öğrencilerin durumuna da değinmiştir ki sakal nedeniyle
öğrencilerin üniversiteye alınmaması sadece dini inançları olan kişiler yönünden
değil, sakal bırakan her kesimden öğrenci için bir sorundur. Öğrenciler için
konulmuş kılık kıyafet kurallarını eleştirmek ise bir milletvekilinin en doğal
hakkıdır.
Kaldı
ki üniversite yönetimleri, bazen bizzat mensupları tarafından çok daha sert bir
şekilde eleştirilmektedir. Örneğin, geçtiğimiz Temmuz ayı içinde İstanbul
Üniversitesinde pek çok öğretim üyesi Rektör'e uygulamalarından dolayı karşı
çıkmış, hatta Hukuk Fakültesi eski dekanı Prof. Dr. Aysel Çelikel
üniversitedeki gelişmeleri "çağdaşlık adına çağdışı gelişmeler"
olarak nitelendiren bir açıklamada bulunmuş, yine aynı üniversitenin öğretim
üyelerinden Burhan Şenatalar da, "Hukuku demokrasiyi çiğneyerek, ne özerk
üniversite kurulur, ne de demokratik bir ülke" diyerek üniversite
yönetimini eleştirmiştir. Sayıları çoğaltılabilecek tüm bu örnekler, sayın
Gül'ün eleştirilerinde yalnız olmadığını, farklı kesimlerin üniversite
yönetiminin uygulamalarını eleştirdiğini ortaya koymaktadır.
Abdullah
Gül'ün delil olarak gösterilen ikinci konuşmasında hukukun siyasallaştırma,
yargıçların yürütme organının emri altındaki idareden "birifing"
aldıklarına, bu durumun yargının bağımsızlığını gölgelediğine,
milletvekillerinin Meclis kürsüsünden konuşmaya çekindiklerine, bu kürsüden
yaptıkları konuşmalar nedeniyle sorumlu tutulduklarına değinilmiş, bir rektörün
üniversite için "gerekirse bilime ara versin" şeklindeki konuşması
eleştirilmiştir. Gül bu konuşmasında yargı organının bağımsızlığı, yasama
organı üyelerinin güvenceleri ile üniversitelerin bilim üreten özerk yapılarına
dikkat çekmiş ve kendisine göre bu özerklik ve bağımsızlığı olumsuz etkileyen
bazı uygulamaları eleştirmiştir. Abdullah Gül'ün üzerinde durduğu tüm bu
noktalar en üst belge olan anayasada da düzenlenmiştir. Anayasamızın 83.
maddesinde milletvekillerine yönelik güvenceler, 138. maddesinde mahkemelerin
bağımsızlığı ilkesi, 130. maddesinde ise üniversitelerin bilimsel faaliyette
bulunan özerk kurumlar olduğu düzenlenmiştir. Sayın Gül'ün bu konuşmasındaki
amacı Anayasamızdaki bu düzenlemelere ters düşen uygulamaları göstermekten
ibarettir, dolayısıyla laiklik karşıtı hiçbir yönü bulunmamaktadır.
Anayasamızda
yer alan bu temel hükümlerin savunulması, bırakalım milletvekillerini, her Türk
vatandaşının sorumluluğudur. Üstelik, Sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
buradaki eleştirilerin maddi gerçekliği aleyhinde bir iddiada da
bulunmamaktadır.
Öte
yandan, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay başkanları çeşitli nedenlerle yaptıkları
konuşmalarda benzer eleştirilere yer vermektedir. Anayasa Mahkememizin sayın başkanı
Ahmet Necdet Sezer Anayasa Mahkemesi'nin 37. Kuruluş Yıldönümü nedeniyle
yaptığı Açış Konuşması'nda şu görüşlere yer vermiştir:
"(Türkiye'de)
(T)emel hak ve özgürlükler ve özellikle düşünceyi açıklama özgürlüğü için
Anayasa ve yasalarda öngörülen sınırlama ve yasakların çoğu, çağdaş
demokrasilerde genellikle kabul gören İlkelerle bağdaşmadığı gibi bu sınırlama
ve yasaklar özgürlüklerin evrensel standartlarda kullanılmasını da
engellemektedir.
Türkiye,
insan hakları alanında evrensel normlara uyum sağlamak için Anayasa ve
yasalarında gerekli değişiklikleri yapmak zorundadır. Düşünceyi açıklama
Özgürlüğü ile bağdaşmayan yasa kuralları değiştirilmelidir. Anayasa ve yasalar,
özgürlüğü engelleyen öğelerden arındırılmalı, özgürlük alanı genişletilmelidir.
Düşünce özgürlüğü alanında, demokratik değerlere yer verilmelidir."
Sayın
Sezer, aslında tümü alıntılanmaya değer bu konuşmasının sonuç kısmında ise,
"Yargının öğesi kimi devlet organlarında, mahkeme kararlarına saygının
sağlanamadığı veya yitirildiği durumlarda başkalarından saygı beklenemez. Bu
nedenle, yargının saygınlığı, tarafsızlığı, güvenilirliği ve etkinliği ile
bağdaşmayan, bunları azaltan veya ortadan kaldıran tutum ve davranışları üzüntü
ile karşıladığımızı belirtmek istiyorum." diyerek, yargı bağımsızlığını
tehdit eden gelişmelerden duyduğu üzüntüyü ifade etmiştir.
Yargıtay
Başkanı Sami Selçuk 6.8.1999 tarihinde yeni adli yılın açılışı nedeniyle
yaptığı konuşmada, 1982 Anayasası'nın meşru olmadığı, Türkiye'nin sadece
"cumhuriyet" değil "demokratik bir cumhuriyet" olması
gerektiği, gerçek anlamda 'laiklik ilkesi"nin uygulamaya geçirilemediği.
devletin yurttaşı ile barışık olmadığı, "anayasal" devlet ile
"anayasalı" devletin aynı anlama gelmediği. Türkiye'nin demokratik
toplumlara layık bir anayasal düzeni kurmak zorunda olduğu, hukukun üstünlüğü
ilkesinin hayata geçirilemediği gibi birçok eleştirel görüş sunmuş; başta sayın
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel olmak üzere salonda bulunan tüm üst düzey devlet
yöneticileri de bu konuşmayı alkışlayarak desteklemiştir. Sayın Başbakan Bülent
Ecevit ise vatandaşları bu konuşmanın üzerinde düşünmeye çağırmıştır. Adli
yılın açılışı nedeniyle yapılan bu konuşma, hukuk çevrelerinde ve kamuoyunda
özellikle üslup açısından bazı eleştiriler almışsa da sayın Selçuk, daha
sonraki açıklamasında amacının, mevcut düzeni aşağılamak olmayıp tam tersine
çağdaş demokratik devletlerdekî standartlar çerçevesinde daha nitelikli bir
demokrasiye ulaşmak için destek vermek olduğunu belirtmiştir.
Sayın
Gül'ün iddianamede kanıt olarak ileri sürülen konuşmasında da yukarıdakilere
benzer eleştiriler yer almıştır.
Nihayet,
sayın Gül'ün bu konuşması TBMM çatısı altında yapıldığından "yasama
sorumsuzluğu" kapsamı içindedir.
Abdullah
Gül ile ilgili son delil ise sayın Gül'ün eşiyle birlikte A.Ü. Dil Tarih ve
Coğrafya Fakültesine gitmeleri ve eşinin başörtülü fotoğrafıyla kayıt
yaptırması mümkün olmayınca sarfettiği sözlerdir. Burada Gül gazetecilere,
"bugün Moskova'da yaşıyor olsaydık, böyle bir engelle karşılaşmazdı
eşim" demiştir. Siyasetçiler sık sık karşılaştırmalı örnekler verirler,
böylece savundukları tezleri daha çarpıcı bir biçimde ortaya koymaya
çalışırlar. Bu tür konuşmalar mizahi, alaycı, abartılı, hatta rahatsız edici
olabilir, gerçeküstü unsurlar taşıyabilir. Sayın Süleyman Demirel "yollar
yürümekle aşınmaz" dediğinde, bundan kendisinin halkın duygu ve
düşüncelerini dikkate almadığı sonucunu çıkaramıyorsak, sayın Tansu Çiller'in
"Türkiye son sosyalist ülkedir" sözlerini, rejimimizin hukuki anlamda
sosyalist olduğu şeklinde yorumlanıyorsak, sayın Gül'ün bu beyanından da
demokrasimizin nitelikleri ile ilgili hukuki bir sonuç çıkaramayız. Böyle
düşünüldüğünde ülkemizde ne bir sanatçı, ne bir düşünür, ne de bir siyasetçi
yeterince üretken olabilir. Üslup çeşitliliği ve renkliliği, anayasal sınırlar
içinde kaldığı sürece demokrasinin zorunlu bir sonucudur. Aksini düşünmek
Anayasa'nın 25. maddesinde düzenlenen düşünce ve kanaat özgürlüğünü aşırı bir
sınırlamaya tabi tutmak olur. Burada belirtilmesi gereken bir başka nokta da
olayın aktarılış biçimidir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının hazırladığı
iddianamede "(Abdullah Gül'ün)... eşi Hayrunnisa Gül'ü ... kayıt için ...
getirdiği" ifadesi yer almaktadır. Oysa sayın Gül eşini
"götürmemiş" sadece kendisine "refakat" etmiştir.
Son
olarak, bütün bu konuşma ve olaylarda Abdullah Gül'ün tutumunun herhangi bir
parti üyesininkinden farkı yoktur. Bu nedenle, Fazilet Partisi'nin genel başkan
yardımcısı olsa da, Abdullah Gül SPK'nın 103/2 anlamında bir parti organı
değildir. Dolayısıyla konuşması ne kendi başına parti organlarının işlediği bir
fiil olarak, ne de partinin yasak eylemlere onay verdiğinin bir kanıtı olarak
görülebilir.
b.
"Milli Görüş Hakkındaki İddianame"
İddianamede
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcılığının "Milli Görüş Hakkındaki İddianamesi"nin
Fazilet Partisi aleyhine bir kanıt olarak sunulmasından, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı'nın söz konusu kuruluşu partinin bir yan kuruluşu gibi düşündüğünü
göstermektedir. Ne var ki, bu düşünce gerçeklere büsbütün aykırıdır. Söz konusu
iddianame partimize karşı açılmış olan bu dava bakımından hiçbir biçimde kanıt
olma değeri taşımamaktadır. Bir kere "Milli Görüş" adlı kuruluşun
Fazilet Partisi'yle herhangi bir bağlantısı kesin olarak yoktur; esasen
partimizin hiçbir yan kuruluşu da bulunmamaktadır. Bu husus söz konusu
İddianame okunduğunda da rahatlıkla görülebilir. Çünkü, "Milli Görüş
iddianamesi" bahis konusu kuruluşun Fazilet Partisi'nin kurulmasından
önceki dönemine aittir ve orada işaret edilen fiillerin hepsi zaman bakımından
partimize bağlanamayacak kadar eski tarihlerde geçmiştir. Dolayısıyla, Milli
Görüş Teşkilatının faaliyetleri Fazilet Partisi'ne karşı delil olarak
kullanılamaz.
Öte
yandan, birkaç mensubumuzun adı geçen kuruluşun bazı toplantılarında konuşma
yapmış olması da organik bir ilişki bulunduğunu göstermez. Eğer böyle bir
bağlantının var olduğu ima veya iddia ediliyorsa, bunu kanıtlamak o iddianın
sahibine düşer. Ayrıca, "Milli Görüş Hakkında İddianame"ye konu olan
toplantı ve konuşmalar Fazilet Partisi kurulmadan önce yapılmış olduklarından,
bu konuşmaları yapan kimselerden birkaçının daha sonra partimize katılmış
olması, onların eski tutumlarının partimize mal edilmesini haklı göstermez.
Kaldı ki, "Milli Görüş" İddianamesindeki isnatların hepsi halihazırda
kanıtlanması gereken birer iddia durumundadır, çünkü adı geçen kişiler hakkında
henüz kesinleşmiş bir hüküm bulunmamaktadır. Anayasamızın (m. 38/4) ve Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (m. 6/2) kişiler lehine birer hak olarak tesis
ettikleri "masumluk karinesi" elbette DGM'deki sanıklar hakkında da
geçerlidir.
c.
Fazilet Partisi Eski Milletvekili Ramazan Yenidede'nin Basın Açıklaması
İddianame'de
Fazilet Partisi eski milletvekili Ramazan Yenidede'nin partiden istifasını geri
alması üzerine 15 Haziran 1998 tarihinde yaptığı basın açıklamasında sarfettiği
sözler de Fazilet Partisi'nin "laiklik karşıtı" eylemlerin odağı
haline geldiği iddiasının kanıtı olarak ileri sürülmüştür. Her şeyden önce,
Ramazan Yenidede bu konuşmayı yaptığı tarih itibariyle Parti üyesi değildi,
istifa etmişti. Öte yandan, adı geçen milletvekilinin bu konuşması başörtüsünü
savunmak meselesinde Fazilet Partisi'ne karşı bir delil olarak kullanılamaz.
Çünkü, kendisi bu konuşmasında Fazilet Partisi'ni başörtüsüne sahip çıkmadığı
gerekçesiyle eleştirmektedir.
Kaldı
ki. Ramazan Yenidede nin iddianame ekinde sunulmuş olan deliller arasında yer
alan konuşması herhangi bir biçimde "laiklik karşıtı" olarak da
yorumlanamaz. Çünkü, üslubu bakımından yadırgatıcı olduğu düşünülürse de, bu
konuşmada özünde Atatürk'ün kimi kötü niyetli kişilerce istismar edildiğinden
yakınılmakta ve ülkede haksızlıkların ortadan kalkması ve huzur ortamının tesis
edilmesi ihtiyacı dile getirilmektedir. Bu görüşlere katılınmasa bile, bu
nihayet bir milletvekilinin ülkenin durumu hakkında belli bir anda yaptığı bir
değerlendirmedir, farklı bir görüştür. Adı geçen kişi hakkında DGM
Savcılığı'nca TCK 312/2 maddesi gereğince soruşturma açılmış olması da bu
durumu değiştirmez. Çünkü, Anayasa'nın da açıkça belirttiği gibi (m. 38/4),
"Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz."
Öte
yandan, Ramazan Yenidede söz konusu basın açıklamasını Fazilet Partisi'nden
istifa etmesi nedeniyle yapmıştır. Sayın milletvekili bu konuşmasını Fazilet
Partisi'nin politikalarını tatmin edici bulmadığı için yapmıştır. Kendisi
herhangi bir milletvekili olarak tamamen kendi kişisel görüşlerini açıklamış
olup, bu konuşma hukuken Fazilet Partisi'ni hiçbir biçimde bağlamaz. Kaldı ki
Fazilet Partisi'nin adı geçen şahsı 18 Nisan 1999 milletvekili seçimlerinde aday
bile göstermediği de göz önüne alındığında, onun sözlerinin partiye bağlanması
şöyle dursun, genel gidişatının Parti tarafından beğenilmediğini ortaya
koymaktadır.
d.
Fazilet Partisi Eski Milletvekili Mehmet Sılay'ın "Parlamentodan
Haber" Kitapçığı
İddianame'de
Fazilet Partisi'nin o tarihteki milletvekillerinden Mehmet Sılay'ın kendisinin
parlamentodaki faaliyetlerini anlattığı "Parlamentodan Haber"
kitapçığı da Fazilet Partisi aleyhine bir delil olarak zikredilmiş olmakla
beraber, bu kitapçığın hangi bakımlardan "laiklik karşıtı" sayıldığı
açıkça belli edilmemiş, herhangi bir altına bulunulmamıştır. Öte yandan, bu
kitapçıkta iddia edildiği şekilde bir durum söz konusu olsaydı bile, bir parti
yayını veya resmi belgesi olmayan, hatta Fazilet Partisi'nin hiçbir biçimde
haberi olmadan yayınlanan bu kitapçığın partimizi ilzam eden bir durumu yoktur.
Nihayet, söz konusu kitapçıktan dolayı sayın Sılay hakkında herhangi bir cezai
koğuşturma da başlatılmış değildir. Halihazırdaki durum itibariyle, ortada
sadece hukuki değeri bulunmayan gazete kupürleri bulunmaktadır. Kaldı ki,
Mehmet Sılay da partimiz tarafından son seçimlerde milletvekili adayı
yapılmamıştır.
e.
Fazilet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan'ın Konuşmaları
Ek
dilekçede yer alan konuşmalardan ilkinde Recai Kutan laiklik karşıtı herhangi
bir beyanda bulunmamıştır. Bu konuşmada sadece "Cumhuriyet" ile
"cumhur"un değerleri arasında uyum olması gerektiği varsayımından
hareketle, aksine olduğunu düşündüğü uygulamaları eleştirmektedir. Böyle bir
uyum temennisinin laiklik karşıtı hangi somut talepleri içerdiği hakkında
herhangi bir veri olmaksızın, soyut olarak sırf böyle bir temennide bulunulmuş
olması laiklik karşıtı bir eylem olarak nitelenemez. Başörtülü bir
"hanımefendi"nin parlamentoya girmesi gereği hakkındaki ikinci ve
beşinci konuşmada ise dikkati çeken nokta, bunun "milletin karar
vermesi" şartına bağlanmış ve "millete hizmet" beklentisi içinde
ifade edilmiş olmasıdır. Böyle bir temenni açıktır ki demokratik bir
duyarlılığı yansıtmakta olup, bunun laiklik karşıtlığıyla herhangi bir ilişkisi
yoktur. Esasen, demokratik duyarlılığı yansıtan bir temenni hiçbir biçimde
antilaik olarak nitelenemez. Böyle bir düşünce, iki anayasal ilke olan laiklik
ile demokrasinin birbirinin zıddı olduğunu peşinen kabul etmeyi gerektirir.
Yükseköğretim
Kurulu'nu eleştirdiği üçüncü konuşmasında ise Recai Kutan YÖK uygulamaları ile
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bir kararı arasındaki çelişkiyi hatırlatarak,
bunun kız öğrenciler arasında yarattığı şaşkınlığa dikkat çekmektedir. Bu beyan
da kendi başına laikliğe aykırı değildir. Bir kere, Diyanet işleri Başkanlığı
genel idare içinde yer alan bir kurum olarak Türk anayasal sisteminin ve
laiklik modelinin bir unsuru olup, bu kurumun statüsünün değiştirilmesine
ilişkin herhangi bir öneride bulunmayı yasal olarak yasaklayacak kadar Türk
laikliğinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Dolayısıyla bu anayasal gerçeğe saygı
içeren bir konuşma anayasa karşıtı olarak yorumlanamaz. Kaldı ki, iki kurum
arasında bir bütünlük arayışı, Anayasa nın öngördüğü "İdare'nin
bütünlüğü" (m. 123/1) ilkesinin de bir gereğidir. FP Genel Başkanı sayın
Recai Kutan'ın zikredilen dördüncü konuşmasında da "zulüm" olarak
nitelediği başörtüsü yasağını kaldıracakları vaadi yer almaktadır ki bu da
yukarıda çeşitli defalar vurguladığımız gibi, yurttaşlar için bir zorunluluk
getirme isteğinden tamamen farklı olarak, bir özgürlük talebidir.
Başka
bir husus da, Recai Kutan'ın Ek iddianamede yer alan son konuşmasında, bir
parlamenter olarak zaten eleştirme hakkına sahip olduğu yürütme ve idarenin bir
unsuru olan üniversite idarelerinin hukuka aykırı olduğunu düşündüğü
uygulamalarını eleştirdiğidir. Bunda da herhangi bir hukuk dışılık yoktur;
yürütmenin üst organı olan ve bütün idari birimlerin hiyerarşik üstü
durumundaki bakanlar kurulunu bile anayasal olarak eleştirme yetkisine sahip
olan bir milletvekili ve parti başkanı herhangi bir üniversite idarecisini
evleviyette eleştirebilir. Anayasal bakımdan bunda herhangi bir aykırılık
bulunmadığı gibi, bu demokrasi ilkesi açısından da normal bir durumdur. Bir
demokraside elbette seçilmiş parlamenterler idari makamların uygulamasını
eleştirme hakkına sahiptirler, hatta bu onların milleti temsil görevinin doğal
bir uzantısıdır.
Nihayet,
sayın Recai Kutan Fazilet Partisi'nin genel başkanı olmakla beraber, SPK'nın
103/2 anlamında bir parti organı olmadığından, konuşması ne kendi başına parti
organlarının işlediği bir fiil olarak, ne de partinin yasak eylemlere onay
verdiğinin bir kanıtı olarak görülebilir.
f.
Abdullatif ŞENER'in Konuşmaları
Abdullatif
ŞENER'in yapmış olduğu ve ek iddianamede zikredilen konuşmalar da herhangi bir
hukuk dışılık içermemektedir. Şener, ek iddianamede sunulan ilk konuşmasında
Türkiye'de tüm problemlerin TBMM'de çözüleceğine, yasama organının ülke
içindeki sorunların giderileceği en üstün organ olduğuna, bu organın üstünde
hiçbir organ, kurum ve kuruluşun bulunmadığına dikkat çekmiştir. Demokratik
ülkelerde siyasi partilerin en önemli işlevi değişik toplum kesimlerini yasama
organında temsil etmeleridir. Farklı toplum kesimleri farklı düşünce, öneri ve
istekleri yasama organına taşırlar. Bu düşüncelere katılmasak, hatta tam
tersini düşünsek dahi Meclis çatısı altında oluşan diyalog ortamına saygı
göstermemiz gerekir. Bir ülkede sorunların çatışmasız, barış içinde, başka bireylerin
hak ve özgürlüklerini ihlal etmeden çözülebilmesinin tek yolu "sorunu
olduğuna" inanan herkesin bu organda kendini ifade edebilmesi ve yine bu
organda toplanan diğer temsilcilerle birlikte ortak bir çözüm arayışı içine
girmesidir. Bu nedenle demokratik bir rejimin en büyük güvencesi çoğulculuktur.
Anayasa'nın 6. maddesi egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu ve
milletin egemenliği yetkili organlar eliyle kullanacağı hükmünü içerir; 7.
madde de ise, yasama yetkisinin TBMM'ye ait olduğu ve bu yetkinin
devredilemeyeceği kuralına yer verilmiştir. Bu iki maddenin anlamı TBMM dışında
hiçbir merci, kurum ve kuruluşun yasama faaliyetinde bulunamayacağı,
vatandaşları bağlayan temel normların ancak yasama organı tarafından
oluşturulabileceğidir. Şener'in söz konusu konuşması da bu çerçeve içindedir.
Şener,
delil olarak sunulan ikinci konuşmasında ise toplumdaki farklı yaşama
biçimlerine sahip tüm bireylerin azami özgürlükten yararlandırılmasına ve
özgürlüklerin kullanılması önündeki engellerin kaldırılmasına değinmiştir.
Şener'in bu konuşması sadece çoğulculuğun bir savunusu niteliğindedir. Kaldı
ki, konuşmada belli bir grubun ya da düşüncenin değil, soyut olarak tüm grup ve
düşüncelerin hak ve özgürlükleri savunulmuştur. Demokratik ülkelerde bu ve benzeri
açıklamalarda bulunan kişiler "özgürlükçü" ya da
"hoşgörülü" olarak nitelendirilmekte ve bu tür konuşmalar genellikle
merkez sağ ve sol partiler ile liberal eğilimli partilerin temsilcileri
tarafından yapılmaktadır. Öte yandan, sayın Şener'in bu konuşması TBMM çatısı
altında yapıldığından "yasama sorumsuzluğu" sınırları içindedir.
Ek
iddianamedeki üçüncü konuşmada ise Şener, kapatılan Refah Partisi Genel Başkanı
Necmettin ERBAKAN'ı insan hakları ödülü almaya layık bir şahsiyet olarak
gördüğünü beyan etmiştir. Şener konuşmasında, ne suç sayılan bir fiili övmüş,
ne de herhangi bir hukukdışılığın savunusunu yapmıştır. Konuşmacı sadece bir
kişi hakkında kendi şahsi görüşlerini belirtmiştir. Aynı konuşmada Şener'in
başörtüsü özgürlüğünü savunan sanatçı Ahmet Kaya'yı kutlaması da demokratik
ülkelerde örneğini sık gördüğümüz sıradan beyanlardandır. Niteliği itibariyle
bu davranışın, geçtiğimiz yıllarda yaptığı bir açıklamadan dolayı tepki çeken
Yaşar Kemal'in Mesut Yılmaz tarafından savunulmasından hiç bir farkı yoktur. O
tarihte kimse kamuoyunun hassas olduğu bir konuda Mesut Yılmaz'ın
açıklamalarını bir parti kapatma nedeni olarak görmemişti. Aslında Şener'in
tutumu, benzer örneklerde olduğu gibi, siyasetçilerin birey hak ve özgürlükler
konusunda daha duyarlı bir kesimi oluşturan sanatçılara destek vermesi gibi
demokratik ve çağdaş bir yaklaşımı içermektedir.
g.
Milletvekili Musa Uzunkaya'nın Konuşması
Sayın
Uzunkaya TBMM'de yaptığı konuşmasında özetle, toplumun bir kesiminin imam-hatip
okullarında başörtüsü ile ilgili uygulamalar nedeniyle kendilerini mağdur
hissettiklerini; milli mücadeleyi gerçekleştirmiş bir kuşağın çocuklarının
birbirlerine bu mağduriyeti yaşatmamaları gerektiği üzerinde durmuştur. Sayın
Uzunkaya konuşmasında bir grup seçmenin duygularını TBMM kürsüsünden ifade
etmek sorumluluğu ve gereği duymuştur. Milletvekilinin konuşmasında
vatandaşların birbirlerini incitecek davranışlara girmemesi gereği üzerinde
durmuş, barışçı ve uzlaşmacı bir anlayışla idari bir uygulamayı eleştirmiştir.
Bu eleştiri sadece imam hatip okullarındaki öğrencilerin başörtüsü sorununa
ilişkin olmayıp başörtüsüne ilişkin uygulamalarda idare adına hareket eden
kişilerin konuya yaklaşım biçimlerine yöneliktir. Uzunkaya. bir yandan yasağı
bir yandan da bu yasağın uygulanma biçimini eleştirmektedir. Bir
milletvekilinin idare adına hareket eden kişilerin yetkilerini nasıl
kullandıklarını ve bu yetkilerini kullanırken vatandaşa nasıl davrandıklarını
ele alan bir konuşma yapması demokratik rejimin sağlıklı işlediğinin önemli bir
göstergesidir. Demokratik ülkelerde vatandaşların idare adına hareket edenleri
"kamu avukatı" ya da yaygın adıyla "ombudsman"a şikayet
edebildikleri bir çağda, bir milletvekilinin idarenin uygulamalarını
eleştirmesi nedeniyle partisinin kapatılması demokrasi adına vahim bir gelişme
olacaktır. Sayın Uzunkaya'nın delil olarak sunulan konuşması bakımından
belirtilmesi gereken bir nokta da, milletvekilinin konuşmasının sadece dini
eğitim yapan imam-hatip okulları ile sınırlı olmasıdır. İdare hukukunda statülerin
özel bir önemi vardır ve örneğin, ortaokul öğrencileri, üniversite öğrencileri,
memurlar gibi farklı gruplar farklı statüler içinde düzenlenmiştir. Hatta,
idare bir statü için öngörülen kuralları başka bir statüye uygularsa bu işlem
konu bakımından hukuka aykırı olur. Benzer şekilde bir statü esas alınarak
yapılan açıklamalar diğer statüleri kapsamaz. Bu nedenle anılan konuşmayı
sadece "dini eğitim yapılan okul öğrencileri" ile sınırlı olarak
düşünmek gerekir.
Kaldı
ki sayın Uzunkaya bu konuşmasını dönemin Milli Eğitim Bakam sayın Hikmet
Uluğbay hakkında Muhsin Yazıcıoğlu ve 20 arkadaşı tarafından verilen gensoru
üzerine kendi siyasi parti grubu adına yapmıştır. O gün yapılan konuşmalarda
gensoru üzerine konuşma yapan parti sözcülerinin birçoğu başörtüsü konusuna
değinmişlerdir. Zaten gensoru da başörtüsü nedeniyle oluşan haksızlıkların
önüne geçilmesi amacıyla verilmiştir. Dolayısıyla sayın Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı'nın mantığıyla hareket edilirse bu gensoru için olumlu oy kullanan
tüm partiler ve onların milletvekilleri sorumludurlar. Bu örnek açıkça
göstermektedir ki, yasama dokunulmazlığı kapsamındaki bir konuşmanın sorumluluk
nedeni sayılması yasama fonksiyonunu zedeleyen ve hatta onu işlevsiz kılan,
demokratik devlet düzenine ters düşen bir uygulamadır.
Yukarıdaki
nedenlerle sayın Uzunkaya'nın TBMM çatısı altında yaptığı bu konuşma, laiklik
karşıtı bir yön içermemekte, yasama organında yapılan olağan bir konuşmanın
sınırlarını aşmamaktadır. Üstelik bu konuşma TBMM Genel Kurulu'nda
yapıldığından "yasama sorumsuzluğu" kapsamındadır.
h.
Fazilet Partisi Eski Milletvekili Musa Okçu'nun Konuşması
Musa
Okçu TBMM Genel Kurul'unda yaptığı konuşmasında özetle başörtüsü uygulamasına
karşı halkın meşru yollardan tepkisini gösterebileceğini, demokrat olan ve insan
haklarına saygı gösterenlerin bu tepkilere yasak koyma yoluna gitmemeleri
gerektiğini, aksi takdirde toplumun demokratik tepkisiyle karşılaşacaklarını,
toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü çerçevesinde toplumun tepkisini gösterme
hakkına sahip olduğunu söylemiştir. Sayın Okçu'nun konuşması özü itibariyle
vatandaşların meşru yollardan tepki gösterme hakkıyla ilgilidir. Bir demokratik
ülkede vatandaşların meşru yollardan tepkilerini gösterebileceklerinin Meclis
kürsüsünden söylenmesi parti kapatma gerekçesi yapılamaz. Aksine bir tutum
Anayasa'nın demokratik devlet ilkesinin düzenlendiği 2. maddesine, düşünceyi
açıklama ve yayma özgürlüğünü düzenleyen 26. maddesine ve toplantı ve gösteri
yürüyüşü hakkını düzenleyen 34. maddesine aykırılık oluşturur. Üstelik Sayın
Okçu bu konuşması ile yürütme organını uyararak, vatandaşların meşru haklarını
kullanmalarının engellenmesinin toplumu ve devleti sıkıntıya sokacağını, toplum
içinde rahatsızlık yaratacağını belirterek, bir milletvekili olarak
"toplumsal barış ve huzurun korunması" adına hareket etmiş,
kaygılarını TBMM'ne ve yürütme organının temsilcilerine aktarmıştır. Böyle bir
konuşmanın yasama organının önemli iki işlevinden biri olan denetleme
işlevinden bağımsız düşünülemeyeceği de ortadadır. Milletvekillerinin ülke
sorunları ile bu sorunlar hakkında yönetimin uygulamalarını ele alan konuşmalar
yapmaları, TBMM kürsüsünden eleştirilerini gündeme getirmeleri parlamenter
demokratik sistemin temel özelliklerinden biridir. Kaldı ki, sayın Okçu'nun bu
konuşması TBMM çatısı altında yapıldığından "yasama sorumsuzluğu"
kapsamındadır.
i.
Milletvekili Mehmet Ali Şahin 'in Konuşması
Mehmet
Ali Şahin TBMM Genel Kurulu'nda gerçekleştirdiği konuşmasında özetle
Sosyaldemokrat Halkçı Parti milletvekili Turan Beyazıt'ın Türk hukuk sisteminde
kadın kıyafetiyle ilgili genel bir sınırın varolmadığına ait sözlerini içeren
TBMM tutanağından alıntılar yapmıştır. Sayın Şahin konuşmasında ayrıca
yönetmelikle kanunların değiştirilemeyeceğini ve Anayasa'nın 153. maddesi
gereğince Anayasa Mahkemesinin de kanun koyucu gibi hareket ederek yeni bir
uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemeyeceğini belirtmiştir. Öncelikle
belirtilmelidir ki, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından sunulan Ek
iddianamede sayın Şahin'in konuşması tam olarak verilmediğinden, sanki Anayasa
Mahkemesi'nin millet iradesinin ürünü olan kanunlara hiçbir şekilde müdahalede
bulunamayacağı gibi bir anlam çıkmaktadır. Oysa sayın milletvekilinin burada
anlatmak istediği Anayasa Mahkemesi'nin kanun koyucu gibi hareketle yeni bir
uygulamaya yol açacak nitelikte karar veremeyeceğine ilişkin Anayasa'nın 153.
maddesindeki hükümdür. Sayın milletvekilinin konuşmasının tam metni 20. Dönem
TBMM Tutanak Dergisi'nin 54. cildinin 98. birleşimindeki kayıtlarda yer
almaktadır. Sayın Şahin bu konuşmasında önceki dönemlerdeki bir konuşmaya atıf
yapmış ve normatif hukuk teorisinin de öngördüğü iki düzenlemeye değinmiştir.
Bu nedenlerle söz konusu konuşmanın içeriği dava konusunun tamamen dışındadır.
Kaldı ki, TBMM çatısı altında yapılan bir konuşma olduğundan sayın Şahin'in
sözleri "yasama sorumsuzluğu" kapsamındadır ve TBMM dışında bir organ
tarafından kontrol edilemez.
j.
Milletvekili Bülent Arınç'ın Konuşması
Sayın
Arınç Manisa'da yaptığı konuşmada Anayasa'da kılık kıyafeti düzenleyen ayrı bir
hüküm olmadığını, çağdaş kıyafetin yasalarda net bir tanımının olmadığını,
konuya TBMM tarafından el konulması gerektiği üzerinde durmuş; hükümetin bu
konuda hassasiyet göstermesini talep ederek bireysel hak ve hürriyetlerin
kullanılmasını savunmanın önemini vurgulamıştır. Arınç ayrıca, çağdaş
devletlerde devletin insanların başlarını örtmesini engelleyemeyeceğini
savunmuştur. Arınç bu konuşmasında mevcut yasal çerçevenin yasama organı
tarafından gözden geçirilmesi gereği üzerinde durmuştur. Bir milletvekilinin en
doğal hakkı bir konunun yasamanın gündemine girmesini savunmak, yine benzer
şekilde hükümetten taleplerde bulunmaktır. Kaldı ki sayın Arınç tüm
eleştirisini bireysel hak ve hürriyetler çerçevesinde inşaa etmiştir. Çağdaş
devletlerde devletin insanların başını örtmesini engelleyemeyeceğine yönelik
görüşler ise bir tespitten ibarettir. Üstelik, bugün Avrupa ülkelerinin çoğu
ile ABD'deki uygulama bu tespiti doğrular niteliktedir. Kaldı ki, tespit
niteliğindeki bir konuşmanın yasak fiil sayılması ancak diktatörlükler ve
totaliter yönetimlerde söz konusu olabilir. Demokrasilerde ifade özgürlüğü
ancak başkalarının haklarına zarar veren ya da suça azmettirme niteliği taşıyan
ifadeler bakımından sınırlandırılabilir. Tespitler yanlış dahi olsalar bu nitelikte
değilseler yasak fiil olarak nitelendirilemezler, siyasi partilerin kapatılması
da dahil olmak üzere yaptırıma konu edilemezler.
Bülent
Arınç'ın "Kavakçı elbetteki siyasal simge olarak türban takıyor, peruklu
demokrasi olmaz" şeklindeki sözleri ise demokrasinin, gizlemeye gerek
kalmaksızın bireylerin kendilerini serbestçe ifade ettikleri bir rejim olduğunu
vurgulamaya yöneliktir. Demokrasilerde bireyler başkalarının haklarını
engellemediği sürece istedikleri simge ve sembolleri kullanabilirler, insanların
bıyık biçimlerinden onların siyasi görüşleri hakkında bir sonuca varılması ne
rejime ne de başka insanlara zarar verir. Ancak insanlar bıyık biçimlerinden
dolayı başkalarının herhangi bir hakkını gaspetmeye başladıklarında bir zarar
ortaya çıkar. İnsanların kendilerini serbestçe ifade edemedikleri rejimlerde
kişiler bireyselleşemez, sahtecilik, farklı görünme yaygınlaşır ve etik
değerler tahrip olmaya başlar. Dolayısıyla sayın Arınç'ın bu ifadesinden
demokrasinin bireylerin kendileri ile ilgili tasarruflarda serbest bırakıldığı
bir rejim olduğunu, aksi durumda rejimin niteliğinden şüphe duyulması
gerektiğinden başka bir anlam çıkarmak mümkün değildir.
k.
Milletvekili Mustafa Kamalak'in Konuşması
Sayın
Kamalak konuşmasında özetle başörtüsünü yasaklayıcı bir kanun hükmü
olmadığından bu konuda yasak getirilemeyeceğini, bu yasağın laiklik ilkesinin
tam anlamıyla bir ihlali olduğunu söylemiştir. Sayın milletvekilinin
konuşmasının özü hukuk devleti ve laik devlet ilkeleri ile ilgilidir ve her iki
ilke de Anayasa'nın 2. maddesinde yer almaktadır. Bir hukuk devletinde hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılması konusunda standart uygulama, sınırlamanın
mutlaka yasa ile getirilmesidir. Sayın milletvekili konuşmasında sadece bu
noktaya dikkat çekmiş, aksi bir uygulamanın hukuka aykırı olacağını
vurgulamıştır. Üstelik sayın Kamalak başörtüsü yasağının laiklik ilkesinin bir
ihlali olduğunu vurgulayarak, değerlendirmesinde ölçü olarak Cumhuriyetin temel
niteliklerinden biri olan laiklik ilkesini kullanmıştır. Konuşmacı başörtüsü
yasağını dine aykırı olduğu için değil, laiklik ilkesine aykırılığı nedeniyle
eleştirmektedir. Öte yandan, sayın Kamalak'ın sözleri "yasama
sorumsuzluğu" kapsamındadır ve TBMM dışında bir organ tarafından kontrol
edilemez.
l.
Milletvekili Fetullah Erbaş'ın Konuşması
Sayın
Erbaş konuşmasında 11 Ekim 1998 tarihinde düzenlenen "inanca saygı,
düşünceye özgürlük için el ele" eylemini yasaklamak isteyen idarenin
tutumunu eleştirmiştir. Demokratik ülkelerde milletvekilleri yasa yapmak,
hükümeti kurmak ve millet adına yürütme organını denetlemek üzere seçilirler.
Sayın milletvekilinin bu eleştirisi, yürütme organının denetimine yönelik asli
bir yasama faaliyetidir, idarenin birey hak ve özgürlüklerini ihlal ettiğini
düşünen bir milletvekilinin bunu meclis kürsüsünden dile getirmesi onun en
doğal hakkıdır. Aksi halde yasama organı önemli bir fonksiyonunu yerine
getiremez duruma düşürülür. Öte yandan Sayın Erbaş'ın bu tutumu, onun ya da
partisinin bu eylemi düzenlediğinin bir kanıtı olarak da ileri sürülemez çünkü
milletvekilleri milletin temsilcisidirler ve toplumun her kesiminin sorunlarına
Meclis kürsüsünden serbestçe değinebilirler.
Son
olarak, sayın Erbaş'ın sözleri "yasama sorumsuzluğu" kapsamındadır ve
TBMM dışında bir organ tarafından kontrol edilemez.
m.
Eski Milletvekili Naci Terzi'nin Konuşması
Sayın
Terzi TBMM Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmasında özetle çağdaş, bilimsel, insan
haklarına, hukuka saygılı ve ülke ekonomisine katkıda bulunan bir üniversite ve
üniversite yönetimi istediklerini belirtmekte, aksi tutum ve davranış içinde
olduklarını ileri sürdüğü YÖK ve üniversite yönetimlerinin tavrını
kınamaktadır. Konuşmasından da açıkça anlaşıldığı gibi sayın milletvekili
anılan kurumlara yönelik eleştirisini temel anayasal ilkeleri esas alarak geliştirmektedir.
Yukarıda da değindiğimiz gibi kurum ve kuruluşların insan haklarına ve hukuk
devleti ilkesine saygılı olmasını istemek ve bazı uygulamaları bu temelde
eleştirmek her Türk vatandaşının bir görevidir. Kaldı ki sayın Terzi'nin bu
konuşması "yasama sorumsuzluğu" kapsamındadır ve TBMM dışında bir
organ tarafından kontrol edilemez.
n.
Milletvekili Remzi Çetin'in Konuşması
Sayın
milletvekili konuşmasında başörtüsünün yasaklanmasının milli değerlere,
kültüre, inanca, medeniyetimize, insan karakterine ve bütün dünyada medeni
insanların ve devletlerin kabul ettiği değerlere aykırı olduğu üzerinde
durmuştur. Sayın milletvekilinin bu konuşmasındaki amacı sözkonusu yasak
uygulamasının gerek milli ve kültürel gerekse evrensel değerlerle uyum içinde
olmadığını göstermektir. Öte yandan Sayın Çetin'in bu konuşması "yasama
sorumsuzluğu" kapsamındadır ve TBMM dışında bir organ tarafından kontrol
edilemez.
o.
Milletvekili Mehmet Altan Karapaşaoğlu'nun Konuşması
Sayın
Karapaşaoğlu konuşmasında özetle Anayasa'nın ruhuna aykırı olduğu halde bazı
yönetmeliklerin yürürlükte kalmaya devam ettiğini vurgulamıştır. Bir
yönetmeliğin kanunlara ve anayasaya aykırılığı nedeniyle idari yargıda iptal
edilmesi yöntemi Türk hukuk sisteminde yıllardır uygulanmaktadır. İdarenin
bireysel işlemleri ve eylemleri yanında, idarenin düzenleyici işlemleri de
anayasaya aykırı olabilir. Anayasamızın 125. maddesi "idarenin her türlü
eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır" hükmüne yer vermiştir.
Burada sadece idarenin bir düzenleyici işleminin anayasaya aykırı olduğunu kamu
önünde ileri sürme hakkı kullanılmıştır. Kaldı ki, sayın Karapaşaoğlu bu
konuşmasını Meclis kürsüsünden yaparak konudan yasama organını da haberdar
etmiştir. Bir yönetmeliğin anayasaya aykırılığı iddiasının kamu yararını ilgilendiren
bir boyutu da vardır, bu nedenle Meclis kürsüsünden dile getirilmesinde
demokratik ülkelerdeki uygulamalar bakımından bir anormallik söz konusu
değildir. Nihayet, sayın Karapaşaoğlu'nun bu konuşması "yasama
dokunulmazlığı" kapsamındadır ve TBMM dışında bir organ tarafından kontrol
edilemez.
p.
Altındağ Belediye Başkanı Mehmet Ziya Kahraman'ın Belediye Meclisi İşlemi
Sayın
Kahraman, Fazilet Partili Belediye Meclisi Üyesi Havva Bektaş'ın Belediye
Meclisi çalışmalarına başörtülü olarak katılmasına izin vermiştir. İdare hukuku
statüler hukukudur. Belediye Meclisi üyeleri memur statüsünde değildir ve
yürürlükteki düzenlemeler çerçevesinde başörtüleri ile çalışmalara
katılmalarını engelleyici bir kural getirilmemiştir. Dolayısıyla, hukuka uygun
hareket eden Belediye Başkanının siyasi parti yasaklarını ihlal eden ve
sorumluluk doğuran bir davranışı söz konusu değildir.
r.
Fazilet Partisi Tanıtma Başkanlığı Tarafından Hazırlanan "Sular Tersine
Akmaz" Başlıklı Kaset
Kasette
yer alan görüntüler kılık kıyafetleri nedeniyle üniversiteye alınmayan
öğrencilerin okulları önündeki gösterileri ile ilgilidir. Bu gösterilerin
görüntüleri objektif olarak aktarıldığı gibi, yapılan gösteriler ne Fazilet
Partisi tarafından düzenlenmiş ne de parti teşkilatı bu gösterilere katılmıştır.
Kasetin amacı kılık kıyafet yönetmeliği nedeniyle eğitim haklarının
engellendiği iddia edilen öğrencilerin sorunlarını kamuya aktarmaktır. Üstelik,
aynı görüntüler basın ve televizyon aracılığı ile tüm medya kuruluşları
tarafından da yayınlanmıştır.
s.
Milletvekili Cemil Çiçek'in Fazilet Partisi'ne Katılırken Yaptığı Konuşma
İddianameye
ek dilekçede, laiklik karşıtı eylemlerin bir "kanıtı" olarak
milletvekili Cemil Çiçek'in partiye katılırken yaptığı konuşmanın bir parçası
yer almaktadır. Konuşmanın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından delil
olarak gösterilen kısmında sayın milletvekili "Şimdi bu talihsiz millet ne
yapacaktır' Devleti için dinini mi, dini için devletini mi karşısına
alacak'" demiştir. Konuşmada, alıntı yapılan bu parçanın hemen ön kısmında
"Bir anayasal kuruluş olan YÖK diyor ki; başınızı açacaksınız, devletin
emri budur. Yine bir başka Anayasal kuruluş olan, Diyanet İşleri
Başkanlığı"nın Din işleri Yüksek Kurulu diyor ki, örtünmek Allahın
emridir" sözleri yer almaktadır. Bu iki kısım birlikte ele alındığında
sayın milletvekilinin farklı anayasal organlardan kaynaklanan farklı
açıklamaların yol açtığı belirsizlikler üzerinde durduğu kolayca anlaşılabilir.
Belirtmek gerekir ki, sayın milletvekilinin işaret ettiği belirsizlik ve
"zor tercih" durumu uydurulmuş, hayali bir durum olmayıp, olgusal bir
gerçeğe dayanmaktadır. Adı geçen Başkanlığa bağlı Din İşleri Yüksek Kurulu'nun
işaret edilen 3.2.1993 tarihli ve (6) nolu mütalaasında gerçekten de Müslüman
kadınlar için örtünmenin dini bir emir olduğu belirtilmektedir. Diyanet İşleri
Başkanlığı da bir anayasal organ olduğuna göre (m. 136), Türk anayasa düzeni
bakımından onun varlığının laiklik karşıtı olarak yorumlanamayacağı
şüphesizdir. Tam aksine, Anayasa'ya göre, Diyanet İşleri Başkanlığı
"laiklik ilkesi doğrultusunda" faaliyet gösterir. Bu nedenle Diyanet
İşleri Başkanlığı Türk laiklik modelinin temel taşlarından biridir.
Dolayısıyla, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kendi yetkisi dahilinde verdiği bir
karara atıfta bulunmayı laiklik karşıtı saymak açıkça anayasa karşıtı bir
tutumdur. Öte yandan, Diyanet İşleri Başkanlığı Anayasaya göre genel idare
içinde yer aldığına göre, Anayasa'nın başka bir ilkesi olan "idarenin
bütünlüğü" (m. 123/1) karşısında, yurttaşların iki İdari kurumun çelişkili
kararları karşısında bahsedilen şekilde bir açmaz içine düşmesi kaçınılmaz
görünmektedir. Bu durumda, sayın Çiçek'in var olmayan bir gerilimi veya laiklik
karşıtı bir temennisini gündeme getirerek laikliği zedelemeye çalıştığı elbette
söylenemez. Tam aksine, sayın Çiçek, bu konuşmasıyla tam da Anayasa'nın
gerektirdiği bir arayış içinde olduğunu göstermiştir; yani, idarenin bütünlüğü
ilkesine uygun bir çözümün bulunmasını temenni etmektedir. Kısaca, sayın Cemil
Çiçek söz konusu konuşmasında Din İşleri Yüksek Kurulu'nun bir kararına atıfta
bulunmakla din temelli bir kurala hukuk düzeninin zoraki normatif geçerlilik
kazandırmasını değil, bundan tamamen farklı olarak anayasal organlar arasında
yine anayasanın buyurduğu türden bir uyumun sağlanması lüzumuna işaret
etmektedir.
Üstelik
sayın Çiçek yine iddianamede yer almayan ve alıntı yapılan cümlelerin sonunda
yer alan bölümde "Bir çıkış yolu bulunamaz mı'" diyerek sorunun
çözümünün akli, cumhuriyetin niteliklerine zarar vermeyen, demokratik yollarla
olanaklı olabileceğini, kendisinin hiçbir şekilde sabit fikirli olmadığını
yeterince göstermiştir. Sayın Çiçek aynı konuşmasında "Türkiye gücünü
potansiyelini ideolojiye feda edemez, etmemelidir de", "siyaset
slogan üretmek değil çözüm üretmektir. Birincisi ne kadar kolay, ucuz, gündelik
ve verimsiz ise ikincisi o kadar zor, o kadar meşakkatli ve fakat ülke hayrına
o kadar verimlidir", "Siyasi partiler (...) demokrasi için, hukuk
devleti için, özgürlükler için olmalıdır" şeklindeki görüşlere de yer
vererek cumhuriyetin temel niteliklerine, hukuk devletine ve demokrasiye
bağlılığını her fırsatta vurgulamıştır. Böyle bir konuşma "muhalif
unsurlar taşıyabilir, ancak asla "laiklik karşıtı" değildir. Dini
değerlerin savunulması ile laikliğin temel ilkeleri arasındaki sınır mutlaka
çizilmelidir. Aksi takdirde "muhafazakarlık" ile
"köktendincilik", "dindar" ile "köktendinci"
ayırdedilemez. Bunun sonucu ise örneğin, DEV-SOL ile CHP ya da DSP'nin bir
tutulması kadar vahim ve zarar vericidir. Oysa herbiri "sol"
etiketini kullanan bu anlayışlar arasında büyük bir uçurum vardır.
Son
olarak, sayın Çiçek bu konuşmasını Fazilet Partisi'nin Grup Toplantısı
sırasında yapmıştır. Dolayısıyla. TBMM çatısı altında yapılan bir konuşma
olduğundan yasama sorumsuzluğunun sınırları içindedir.
ş.
11 Ekim 1998 ve 24 Haziran 1998 Tarihli Yürüyüşlere Bazı Fazilet Partili
Milletvekillerinin Katılması
Her
şeyden önce, söz konusu eyleme katılma amacıyla Fazilet Partisi'nin yetkili
organları tarafından ne bir karar alınmış ne de partililerin topluca katılması
söz konusu olmuştur. Bu hususta herhangi bir fiili bir teşvik de söz konusu
değildir. Esasen, bu eylemler tamamiyle Fazilet Partisi'nin dışında oluşmuş ve
gelişmiştir; partinin bu işte herhangi bir şekilde dahi yoktur. Mamafih, bazı
partili milletvekilleri bu eylemlerin düzenlendiği yerlere gitmiş veya
başörtülü öğrencilerle görüşmüş olmakla beraber, bu tamamen onların kendi
kişisel iradeleriyle gerçekleşmiş olup, partiyi hiç bir şekilde bağlamaz. Kaldı
ki, bu yürüyüşlerden 24 Haziran tarihli olanı başörtülü öğrencilerin TBMM
Başkanıyla ve çeşitli partilerle görüşmek üzere İstanbul'dan Ankara'ya
yürümelerinden ibaret olup, yürüyüşe katılanlar zamanın sayın Meclis Başkanı ve
bazı partilerin yöneticileri tarafından kabul edilip yakınmaları dinlenmiştir.
Bu haliyle söz konusu yürüyüş meşru bir hak arama girişimidir.
t.
Eski Milletvekili Abdullah Gencer'in Konuşması
Sayın
Gencer, belediye başkan adaylarını tanıtım konuşmasında özetle başörtüsü
meselesinde istedikleri sonuca ulaşamadıklarını, ancak bu sorunun hissedildiği
yerlere giderek oradaki halka ve öğrencilere manevi destekte bulunduklarını
beyan etmiştir. Sayın milletvekilinin bu konuşmasındaki tutumu demokratik bir
toplum düzeninde olması gereken barışçıl ve düzene saygılı örnek bir davranılmıştır.
Demokratik toplumlarda farklı siyasi ve sosyal kesimler arasında görüş
farklılıkları olması doğaldır. Örneğin ABD'de kürtaj konusunda toplum ikiye
bölünmüştür. Kürtajın yasaklanması ve serbest bırakılmasını savunan farklı
gruplar ortaya çıkmıştır. Sorun farklı grupların ve argümanların ortaya çıkması
değil, bu tür mücadelelerin barışçı ve demokratik bir şekilde yapılmasıdır.
Sayın milletvekilinin konuşması, sözlerinden açıkça anlaşıldığı gibi, insanları
kavgaya sürükleyen, provakatıf ve anayasal çerçeveyi ihlal eden bir içerikten
uzaktır. Sayın milletvekili demokratik yollarla kazanamadıkları bir mücadele
sonucunda, ilgili halk kesimlerine manevi destek verdiğini beyan etmiştir.
Demokrasilerde siyasetçilerin yapması gereken de budur.
u.
Milletvekili Bekir Sobacı'nın Konuşması
Sayın
Sobacı, bir açık hava toplantısında yaptığı konuşmasında başörtüsü yasağını
protesto eden bir grup üniversite öğrencisinin Meclis parti gruplarını ziyaret
etmelerini sağladıklarını, kendilerini ifade edecek ortam sağlamak üzere bir
basın toplantısı düzenlediklerini söylemiştir. Bu olayda sayın Sobacı meşru
yoldan hak arayan bir kısım yurttaşa yardımcı olmaya çalışmış ve onlara
haklarını ararken meşru çerçeve içinde kalmalarını tavsiye etmiştir. Siyasi
partilerin toplumda oynadıkları önemli bir rol de arabuluculuk yapmak ve
isteklerini yetkili mercilere aktarmak isteyen kişilere yardımcı olmaktır.
Siyasi partiler demokratik ülkelerde şiddetten uzaklaşmanın en önemli
araçlarından biridir. Bekir Sobacı'da yaptığı konuşmasında bu nokta üzerinde
durmuş, eylemcilere kanundışılığı değil, isteklerini meşru yollardan ifade
etmenin yollarını gösterdiklerini ve bu şekilde kendilerine yardımcı
olduklarını, bu konuda başka partilerden destek görmediklerini söylemiştir.
Böyle bir tutumla siyasi parti yasakları arasında olsa olsa ters bir ilişki
kurulabilir.
ü.
Fazilet Partisi Eski Milletvekili Ramazan Yenidede'nin Konuşması
Sayın
Yenidede bir basın toplantısında yaptığı bu konuşmasında Atatürkçülüğün, arazi
mafyasından, yüz kızartıcı eylemlerde bulunanlara kadar birçok kişi tarafından
paravan yapılmak istendiğine değinerek, tek bir Türkiye olduğunu, tüm
vatandaşların geleceğinin de bu ülkeye bağlı olduğunu söylemiştir. Ramazan
Yenidede'nin konuşması Atatürk'ü istismar etmek isteyenler ve bu kişilerin
toplumda yaratabilecekleri olumsuzluklar üzerinde durduğundan siyasi parti
yasakları ile bir ilişkisi yoktur.
III.
Fazilet Partisi'nin Yasak Fiillerin Odağı Haline Geldiğine İlişkin İddia ve
Delillerin Genel Bir Değerlendirmesi
Sayın
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın ileri sürdüğü kapatma gerekçelerinden biri
Fazilet Partisi'nin laiklik karşıtı fiillerin odağı haline geldiği iddiasıdır.
Anayasa Mahkemesinin kararlarında da vurgulandığı gibi, "Laiklik, din
düşmanlığı, dinsizlik ya da dine karşı oluş değil, inanç özgürlüğüne saygıdan
kaynaklanan ve dini, kişi özgürlüğünün enginliğine bırakan bir tutum ve
davranış biçimidir" (E.1995/17, K. 1995/16. KT. 21.6.1995, AMKD. S. 31, C.
2. s.546) Bu çerçeve içinde laiklik karşıtı fiil saptanırken, söz konusu fiilin
"özgürlükçü demokratik düzen ile bağdaşmayan ve siyaset bilimi
literatürüne girmiş haliyle "köktendinci" nitelikte olup olmadığı
belirlenmek zorundadır. Toplumun demokratik düzeni içinde vatandaşların
özgürlük alanını genişletmeye yönelik girişimler ise bırakalım laiklik
karşıtlığını Anayasa Mahkemesi'nin kendi ifadesiyle laik düzenin sağlıklı
işlediğinin bir göstergesidir. Yukarıda ayrıntılı olarak değindiğimiz gibi,
Fazilet Partisi üyeleri ile milletvekillerinin yapmış oldukları konuşmalar
birey hak ve Özgürlükleri ile temellendirilmektedir. Konuşmaların hiçbirinde
başka bireylerin haklarına ne bir saldırı ne de olumsuz yaklaşım olmadığı gibi
demokratik düzen ve çoğulculuk temel değerler olarak benimsenmektedir.
İddianamede yer alan konuşmaları yapan üyelerimiz, vatandaşların din
özgürlükleri ile başta kılık ve kıyafet olmak üzere kendi bedenleri üzerindeki
haklarını savunmaktan başka bir amaç gütmemişlerdir. Nasıl sol değerleri
savunan tüm partiler illegal sol gruplar ile bir tutulmuyorsa, nasıl sağ denildiğinde
akla ilk önce aşırı milliyetçi, ırkçı görüşler gelmiyorsa, dini değerlere
saygılı muhafazakar görüşleri savunanlar da "köktendinci" olarak
nitelendirilemezler. Kaldı ki, üyelerimiz yaptıkları bu konuşmalarda üniversite
öğrencileri için konulan kılık kıyafet düzenlemeleri konusunda toplumun her
kesiminin duyduğu rahatsızlıkları dile getirmişlerdir.
Öte
yandan, gerek laiklikle demokrasi ilişkisine dair Giriş Bölümünde yer
verdiğimiz açıklamalar, gerekse Yargıtay'ımızın sayın Başkanı Doç. Dr. Sami Selçuk'un
6 Eylül 1999 günü yeni Adli Yıl'ın açılışı münasebetiyle yaptığı konuşmanın
içeriği göz önünde tutulduğunda, Türkiye'deki cari laiklik uygulamasına yönelik
her eleştiriyi "laiklik karşıtlığı" olarak nitelemek son derece
yersiz bir tutum olur. Üstelik, Fazilet Partililerin laiklik konusundaki
beyanları sayın Başkan"ınkilere nispetle daha yumuşak ve mütevazidir.
Nitekim, Yargıtay Başkanı Türkiye'nin "laiklik" modelini kökten
eleştirmekle, buna karşılık kimi Fazilet Partililer sadece laiklik uygulamasındaki
bazı aksaklıkları eleştirmektedirler.
2820
Sayılı Yasa'nın 4445 Sayılı Yasa ile değiştirilen 102. maddesinde siyasi parti
kapatma davalarında izlenmesi gereken usul belirlenmiştir. Yine aynı yasa ile
değiştirilen 103. madde de ise bir partinin ne zaman yasak fiillerin odağı
haline geldiği tanımlamıştır. Yeni getirilen bu usul ve tanım çerçevesinde
sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının iddianamesinde yer alan ve partinin
odak haline geldiğini kanıtlamaya yönelik belgelerin yasada belirlenen odak haline
gelme durumunu ispatlamaya yeterli olmadığı açıktır. 2820 sayılı Yasa'ya göre,
bir partinin, üyelerinin fiillerinden dolayı yasak fiillerin odağı haline
gelebilmesi için yukarıda da zikrettiğimiz gibi şu iki şartın birlikte
gerçekleşmesi gerekir. Yasak fiillerin parti üyelerince yoğun bir şekilde
işlenmesi ve yasada gösterilen parti organlarının açık ya da zımni olarak bu
eylemleri benimsemesi. Tek tek hiçbir milletvekilinin ya da parti üyesinin
sözleri ve eylemleri partinin tüzel kişiliğini bağlayıcı ve sorumluluk doğurucu
etki yaratmaya yeterli değildir. Öte yandan, Fazilet Partisi'nin Kanun'un 103.
maddesinde belirtilen herhangi bir organı da yasak fiilleri, "kararlılık
içinde" olmak şöyle dursun, tekil olarak da işlemiş değildir.
İkinci
olarak, savunmamızın başında yer alan usul sorunları ile ilgili kısımda ve bir
önceki başlıkta sık sık belirttiğimiz gibi, milletvekillerinin Meclis çatısı
altında yaptıkları konuşmalar "yasama sorumsuzluğu" kapsamındadır ve
bu konuşmaların yürütme ya da yargı organları tarafından ister milletvekiline
isterse partisine sorumluluk yüklemek amacıyla incelenmeleri olanaksızdır.
Kaldı ki, bu konuşmalar "yasama sorumsuzluğu" kapsamında yer almasa
bile, Anayasamızın 26. ve Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi'nin 10. maddelerindeki
düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti düzenlemesi bakımından da ele alınması
gerekir.
Anayasa
Mahkememize göre, "Düşünce özgürlüğü, düşüncenin açıklanması ve
yayılmasını içerir. Açıklanması ve yayılması olanakları tanınmamış olan bir
düşünce zihinsel faaliyetlerden ibarettir ve gerçek bir özgürlük değildir"
(E. 1979/31, K. 1980/59, KT. 27.11.1980, AMKD, S. 18, s. 362) Mahkemenin bir
başka kararında da "Özgürlükler ancak, istisnai olarak ve demokratik
toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlandırılabilirler.
Demokratik hukuk devletinde, güdülen amaç ne olursa olsun, özgürlük
kısıtlamalarının bu rejime özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir
özgürlüğün kullanılmasını ortadan kaldıracak düzeye vardırılmaması"
gerekir görüşüne yer vermiştir (E. 1987/16, K. 1988/8, KT. 19.4.1988, AMKD. S.
24, s. 108). Mahkeme siyasi özgürlüklerle ilgili bir başka kararında ise
"Demokratik bir devletin önde gelen özelliği, çoğulculuğu ve
katılımcılığı, sürekli ve etkin kılmaktır. Vatandaşların Anayasanın 67.
maddesinde belirtilen seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma haklarının
demokratik bir toplum düzeninin gerekleriyle bağdaşmayacak bir biçimde
sınırlandırılması kabul edilemez" (E. 1992/17, K. 1992/30, KT. 21.4.1992,
AMKD, S. 28, C. 1. s. 380) hükmüne varmıştır.
Anayasa'nın
25. ve 26. maddeleri ile yukarıdaki kararlar ışığında, Türk hukuk sistemi
içinde, düşüncelerin açıklanmasının koruma gördüğü, özgürlüklerin ancak
demokratik düzenin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlanabileceği, siyasi
faaliyetlerin demokratik bir toplum düzeninin gerekleriyle bağdaşmayacak
biçimde sınırlandırılamayacağı açıktır.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'nin yerleşmiş içtihadlarında düşünceyi yayma hürriyeti
"demokratik toplumların gelişmelerini sağlayan dinamiklerinden ve bu
toplumların kurucu temellerinden birisi" olarak nitelendirilmiştir
(Handyside Kararı, 7.12.1976). Bu nedenle de Mahkeme düşünceyi açıklama
özgürlüğü söz konusu olduğunda, çoğulculuk, hoşgörü ve sorunlara çok boyutlu
bakmayı temel alarak bu özgürlüğün mümkün olan en geniş sınırlarda
kullanılmasına ağırlık vermektedir. Mahkeme, düşünceyi yayma özgürlüğünün
sınırlarını belirlerken "dış dünyada gözlemlenebilir gerçeklik" ile
"değer yargıları" arasında bir ayrım yapmaktadır. Bu ayrıma göre, düşünce
açıklayan kişilerin görüşleri değer yargılarına dayanıyorsa, sorumluluktan
kurtulmak için, bireylerden bu değer yargılarının doğruluklarının ya da bu
değer yargılarını ileri sürerken iyi niyetli olduklarının ispatı beklenemez
(Lingens Kararı, 8.7.1986). Başka bir ifadeyle, doğaları gereği değer yargıları
ispat konusu yapılamazlar. Öte yandan değer yargılarının toplumda başkaları
tarafından benimsenmeleri ya da reddedilmelerinin de bir önemi yoktur. Hatta,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yerleşmiş içtihatlarına göre, açıklanan
fikirler toplumdaki başka bireylere rahatsızlık veren, onları sarsan ve hatta
altüst eden bir içeriğe dahi sahip olabilirler (Prager ve Oberschlick Kararı,
26.4.1995 ve yukarıda atıf verdiğimiz diğer kararlar). Sayın Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısının İddianamesinde belgelenen konuşmalar değer yargıları üzerine
kurulmuştur. Konuşmalar laiklik karşıtı açık bir içeriğe sahip olmadıkları
halde, yorum yoluyla bu değer yargılarının aslında laiklik karşıtı oldukları
iddiası yukarıda açıklanan nedenlerle ileri sürülemez. Demokratik bir toplumda,
bireyler kendi değer yargılarının iyiniyetli olup olmadığını ispat zorunda
bırakılamazlar.
Nihayet
Siyasi Partiler Kanunu'nda yapılan son değişiklikten sonra. Anayasanın 68.
maddesinin dördüncü fıkrasında işaret edilen "yasak fiiller"in,
hukuki niteliği bakımından, failin mahkumiyetine müncer olacak suç teşkil eden
fiiller olarak anlaşılması gerekmektedir. Nitekim, Kanun'un 102. maddesine 4445
sayılı Kanun'la eklenen fıkraların ilkinde "(p)arti üyeleri 68 inci
maddenin dördüncü fıkra hükümlerine aykırı fiil ve konuşmalarından dolayı hüküm
giyerler ise Cumhuriyet Başsavcılığı bu üyelerin partiden kesin olarak
çıkarılmasını o partiden ister" hükmü yer almaktadır. Bundan dolayı, bir
parti üyesinin herhangi bir fiilini Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası
anlamında yasak fiil olarak nitelendirebilmek için, o kişi hakkında bir ceza
kovuşturması başlatılmış ve mahkum olmuş olması gerekir. Nitekim, Anayasa'nın
genel sistemi içinde, Cumhuriyetin temel niteliklerine aykırı ve/veya hakların
kötüye kullanılması mahiyetinde olan eylemlerin ceza normlarıyla da
müeyyidelendirilmeleri gerekmektedir. Nitekim, Türk Ceza Kanunu'nun bir kısım
hükümleri bu niteliktedir, yani Anayasal yasakları müeyyidelendiren hükümlerdirler.
Oysa,
sayın Cumhuriyet Başsavcısı'nın, partilerinin kapatılmasını gerektirecek
şekilde yasak fiil işlediklerini iddia ettiği Fazilet Partisi üyelerinin hiç
birisi hakkında mahkumiyet karan bulunmadığı gibi, çoğunun hakkında ceza
koğuşturması bile başlatılmış değildir. Bu duruma göre, bu fiillerin Fazilet
Partisi'nin laiklik karşıtı fiillerin odağı haline geldiği iddiasına dayanak
oluşturmaları da düşünülememek gerekir.
DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
SONUÇ
VE TALEP
Sonuç
olarak, sayın Cumhuriyet Başsavcısı'nın "Anayasa Mahkemesi tarafından
kapatılmış olan Refah Partisi'nin devamı olduğu" ve 'laiklik karşıtı
eylemlerin odağı haline geldiği" iddialarıyla Partimizin kapatılması,
bütün üst düzey yönetici ve milletvekillerine beş yıl süreyle siyasi yasak
getirilmesi ve bütün milletvekillerinin milletvekilliklerinin düşürülmesi
talebiyle açtığı işbu davanın,
a)
Demokratik siyasal rejimlerde siyasi partilerin, Anayasamız, Anayasa Mahkememiz
ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından da teyit olunan, vazgeçilmez rolüne,
Demokratik
bir devlette laiklik ve din özgürlüğü konusundaki evrensel esaslara,
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesine ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yerleşik
içtihadına,
"Kanunsuz
suç ve ceza olmaz" şeklindeki genel hukuk ilkesine,
Yasadışı
yoldan elde edilen bilgilerin yargılamada kanıt olarak kullanılamayacağına
ilişkin yasal kuralına,
İfade
özgürlüğü ve yasama sorumsuzluğu ile ilgili anayasal esaslara ve evrensel
anlayışa aykırı olduğu,
için
genel olarak;
b)
"Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış olan Refah Partisi'nin devamı
olduğu" iddiasına dayanan kısmının,
Anayasa'nın
m. 68/2 ve 69/7., 8. ve Siyasi Partiler Kanunu'nun değişik m. 95 ve 96/2
hükümleri gereğince ve
Yasadışı
yoldan elde edilen bilgilerin yargılamada kanıt olarak kullanılamayacağına
ilişkin yasal kurala aykırı olduğu ve Yargıtay'ımızın yerleşik içtihadını ihlal
ettiği için;
c)
"Laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği" iddiasıyla ilgili
olan kısmının ise,
ifade
özgürlüğü ve yasama sorumsuzluğu ile ilgili anayasal esaslara, Anayasa
mahkememizin içtihatlarına ve evrensel anlayışa ters düştüğü için ve
Anayasa'nın
m. 68/ 2 ve 69/ 6 ve Siyasi Partiler Kanunu'nun değişik 103. maddesi hükümleri
gereğince;
d)
Bütün üst düzey yönetici ve milletvekillerine beş yıl süreyle siyasi yasak
getirilmesi ve bütün milletvekillerinin milletvekilliklerinin düşürülmesi
talebine ilişkin kısmının,
Anayasa'nın
m. 69/8 ve 84/5 hükümleri gereğince ve Anayasa Mahkememizin Refah Partisi
davasındaki içtihadına uygun olarak
e)
Davanın bütün unsurları bakımından Yüksek Mahkeme tarafından takdir olunacak
diğer gerekçelerle reddine;
f)
Sözlü savunma yapmak üzere Genel Başkanlığımızın görevlendireceği bir vekilin
dinlenmesine
karar
verilmesini
Fazilet
Partisi Genel Başkanı sıfatıyla arz ve talep ederim.
IV-
ESAS HAKKINDAKİ GÖRÜŞ
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 6.10.1999 günlü esas hakkındaki görüşü şöyledir:
I-
Öncelikle dile getirmek istediğim husus : 12.8.1999 tarihinde kabul edilen 4445
sayılı Yasanın 18 nci maddesiyle 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanununun 103 ncü
maddesine eklenen ikinci fıkranın Anayasamıza aykırı olduğu ve iptal edilmesi
gerektiği yolundaki görüşlerimizdir.
Siyasi
Partiler Kanununun 28.3.1986 gün ve 3270 sayılı Yasa ile değişik 103 ncü
maddesi metni, ikinci fıkrası Anayasa Mahkememizce iptal edilmeden önce şöyle
idi:
(Bir
siyasi partinin, bu kanunun 78 ile 88 ve 97. maddeleri hükümlerine aykırı
fillerin işlendiği bir mihrak haline geldiğinin sübuta ermesi halinde, o siyasi
parti Anayasa Mahkemesi'nce kapatılır.
Bir
siyasi partinin yukarıdaki fıkrada yazılı fiillerin mihrakı haline geldiği, 101
inci maddenin (d) bendinin uygulanması sonucunda bu fiillerin o partinin
üyelerince kesif bir şekilde işlenmiş olduğunun ve bu fillerin kesif olarak
işlenmesinin o partinin büyük kongre, merkez karar ve yönetim kurulu veya
Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu yahut bu grubun yönetim
kurulunca zımnen veya sarahaten benimsendiğinin sübuta ermesiyle olur).
Söz
konusu maddenin ikinci fıkrasının gönderme yaptığı 101 nci maddenin (d) bendi,
değişiklikten önce şöyle idi:
"d)
1- b bendinde sayılanlar dışında kalan ("b" bendinde sayılanlar
şöyledir : Parti büyük kongresi, merkez karar ve / veya yönetim kurulu, TBMM
gurup yönetim veya genel kurulu) parti organı, mercii veya kurulu tarafından bu
kanunun 4 üncü kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı fiilin işlenmesi
halinde, fiilin işlendiği tarihten başlayarak, iki yılı geçmemiş ise,
Cumhuriyet Başsavcılığı söz konusu organ merci veya kurulun işten el
çektirilmesini yazı ile o partiden ister. Parti üyeleri 4 üncü kısımda yer alan
maddeler hükümlerine aykırı fiil ve konuşmalardan dolayı hüküm giyerler
ise,Cumhuriyet Başsavcılığı bu üyelerin partiden kesin olarak çıkarılmasını o
partiden ister.
Siyasi
parti tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde istem yazısında belirtilen
hususu yerine getirmediği takdirde, Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasa
Mahkemesinde o siyasi partinin kapatılması hakkında dava açar. Cumhuriyet
Başsavcılığınca düzenlenmiş iddianamenin tebliğinden itibaren otuz gün içinde ilgili
siyasi parti tarafından söz konusu parti organı, mercii veya kurulunun işten el
çektirilmesi ve parti üyesi veya üyelerinin partiden kesin olarak çıkarılmaları
halinde, o partinin kapatılması hakkındaki dava düşer. Aksi takdirde Anayasa
Mahkemesi dosya üzerinde inceleme yaparak ve gerekli gördüğü hallerde
Cumhuriyet Başsavcısının ve siyasi parti temsilcilerinin sözlü açıklamalarını
ve konu üzerinde bilgisi olanları da dinlemek suretiyle açılmış bulunan davayı
karara bağlar.
Anayasa
Mahkemesi, Refah Partisi aleyhine açılan kapatma davasının görüşülmesi
sırasında "davaya bakmakta olan mahkeme" sıfatıyla Siyasal Partiler
Kanunu'nun 103/2. maddesinin Anayasa'ya aykırı olduğu kanısına vararak davayı
bu aşamada bekletip, adı geçen maddeyi bu açıdan incelemiş ve 22.2.1998 tarihli
Resmî Gazetede yayınlanan 9.1.1998 gün ve 2/1 sayılı kararıyla iptaline karar
vermiştir. Mahkemenin bu konudaki temel gerekçesi şöyledir: TCK.m.163'ün
kaldırılmış olması, parti üyelerinin parti yasaklarına aykırı eylemlerini büyük
ölçüde suç konusu olmaktan çıkarmıştır. Bu durumda 103/2. maddenin uygulanma
olanağı kalmamıştır. Her ne kadar SPK.m. 117 partilerin temelli kapatılmasına
yol açacak eylemlerle ilgili genel bir yasak öngörmekteyse de Anayasa
Mahkemesi'ne göre bu madde, ancak bir kapatma davasının sonuçlanmasından sonra
uygulanabilir. Başka bir deyişle SPK.m.117, TCK.m. 163'ün kaldırılmasıyla doğan
boşluğu dolduramaz. Bu durumda 103/2. maddenin gönderme yaptığı prosedür,
Anayasa'nın 69. maddesinin 6. fıkrasının uygulanmasını olanaksız hale
getirdiğinden, bu madde Anayasa'ya aykırıdır.
Mahkemenizin
söz konusu kararı, bilim adamlarımızca da yerinde bir karar olarak
nitelendirilmektedir. Şöyle ki:
a-
Prof. Dr. Erdoğan TEZİÇ , 1998 yılında beşinci basısı yapılan "ANAYASA
HUKUKU" adlı eserinde şöyle diyor (s.324):
(Hemen
belirtmek gerekir ki SPK.nun 103. maddesinin 2. fıkrası, siyasi partilerin
kapatılmasını güçleştiren bir usul hükmüydü ama, açıkça da Anayasanın değişik
69. maddesinin 6. fıkrasına aykırıydı. SPK.nun 103. maddesinin 2. fıkrasının
iptalinden sonra, Anayasa Mahkemesi doğrudan Anayasa hükmünü (m.69/6)
uygulayarak partinin kapatılmasına karar vermiştir).
b)-
Doç. Dr. Fazıl SAĞLAM, 1999 yılında yayınlanan "Siyasi Partiler Hukukunun
Güncel Sorunları" adlı eserinde şöyle bir değerlendirme yapmaktadır:
(Kanaatimizce,
Anayasa Mahkememizin kabulünün aksine 117. maddenin siyasal partinin
kapatılmasından önce de uygulanabileceği kabul edilse bile, bu görüş Anayasa
Mahkemesi'nin vardığı sonucu etkilemez. Nitekim Ahmet Necdet SEZER de karşı oy
yazısında aynı görüşü belirtmesine rağmen 103/2. maddenin iptali yönünde oy
kullanmıştır. Gerçekten SPK.m. 103/2'nin öngördüğü prosedür esas itibariyle
TCK.nun 141. 142 ve 163. maddelerine konu olan eylemler esas alınarak
düzenlenmiştir. Burada vurgulanması gereken nokta, bu eylemlerin suç olmaktan
çıkarılmasının aynı eylemlerin parti kapatma nedeni olma niteliğinde bir
değişiklik yaratmamasıdır. Bu açıdan 141, 142 ve 163. maddelerin
kaldırılmasının, bu eylemleri 117. maddenin de kapsamından çıkardığı sonucuna
bile varmak mümkündür. Çünkü aksi takdirde yasa koyucu bunları suç konusu
olmaktan çıkarmak yerine bunların cezalarında indirim yapma yoluna giderdi. Bu
bağlamda 141, 142 ve 163'ün kaldırılmasını SPK.m. 117'deki genel yasak
açısından lex specialis hükmünde kabul etmenin ceza hukuku ilkelerine daha
uygun düşeceği kanısındayız, s.136.
103.
maddenin Anayasa Mahkemesi'nce iptali ile ilgili olarak deyinilmesi gereken bir
başka nokta, adı geçen maddenin iptal kararı ile Refah Partisi'nin kapatılmasına
ilişkin kararın aynı Resmi Gazete'de yayımlanmış olmasıdır. Refah Partisi'nin
kapatılması davasında davaya bakmakta olan mahkeme sıfatıyla 103/2. maddenin
Anayasa'ya aykırılığı kanısına varan Anayasa Mahkemesi'nin, bu konuyu karara
bağladıktan sonra parti kapatma davasına devam edip iptal kararının sonucuna
göre davayı sonuçlandırması itiraz davalarının doğasından kaynaklanan normal
bir süreçtir. İtiraz davalarının özelliği, bir başka mahkeme görülmekte olan
bir dava açısından bekletici sorun teşkil etmesidir. Bu özellik nedeniyle
itiraz davasında verilen kararın Resmi Gazete'de yayımlanmasından önce ilgili
Mahkemeye yönelik olarak açıklanması gerekir. Nitekim 152/3. maddesinde de:
"Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere 5 ay içinde
kararını verir ve açıklar" denilmektedir. Aynı fıkranın 3. cümlesinde de
"...karar esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse .."
cümlesi yer almaktadır. "Kararın açıklanması" ve "kararın
gelmesi" ibarelerinden de anlaşılacağı üzere Anayasa Mahkemesi kararının
Resmi Gazete'de yayımlanmadan önce ilgili Mahkemenin bilgisine ulaştırılması
gerekmektedir. İtiraz davalarındaki bu farklılık, ilgili mahkemenin itiraz
davasının sonucunu beklemesinin ve gördüğü ihtilafı bu sonuca göre çözecek
olmasının doğal bir sonucudur. Parti kapatma davalarında ise, bu mekanizma aynı
mahkemede cereyan etmekte Anayasa'ya aykırılık itirazı ile bu itirazın çözümü
aynı mahkemede gerçekleşmektedir. Bu nedenle Anayasa'nın öngördüğü bilgi akışı
da aynı anda gerçekleşmiş olmaktadır. s.137).
Doç.
Dr. FAZIL SAĞLAM, Yasalaşmasından kısa bir süre önce, Uyum Komisyonunun
hazırladığı metni, adı geçen eserinde şu şekilde eleştirmektedir:
(101.
madde yürürlükteki metniyle bir bütündür. Bu bütünlük içinde oldukça anlamlı
bir sıralamanın yapıldığı göze çarpmaktadır. Bu açıdan bakıldığında 101
.maddenin ilk üç bendinde parti tüzel kişiliğini temsil yoğunluğu ve kamuya
yönelik etkisi yüksek olan organ merci ve kişiler bakımından "bir
odaklaşma karinesi"nin kurulduğu, diğerlerinde ise "ihtar" ve
"benimseme" koşullarının eklendiği söylenebilir.
İşte
Partilerarası Uyum Komisyonu bu bütünlüğü kopararak ihtar mekanizmasını daha
geniş bir kapsamda 102. maddeye aktarırken, odaklaşma karinesini öngören
hükümleri tümüyle kaldırmaktadır.
Böyle
bir düzenleme sisteme ters düşeceği gibi, sadeleştirilmiş bulunan parti kapatma
sürecinde karışıklık yaratması bakımından da sakıncalıdır. Özellikle
103/2.maddenin Refah Partisi ile ilgili davada Anayasa Mahkemesi'nce iptal
edilmiş olması karşısında, işlevini önemli ölçüde yitirmiş bulunan 101 /d
maddesi canlandırılırken, 101 a, b ve c bentlerindeki odaklaşma karinelerinin
kaldırılması, odak olgusunun değerlendirilmesinde önemli belirsizliklere ve
yanlışlıklara yol açabilir. Özellikle bu bentlerin kapsamına giren söz ve
beyanların nasıl değerlendirilmesi gerektiği sorusunun tartışmalı bir duruma
geleceğini göz önünde tutmak gerekir...
Öte
yandan ihtar prosedürünün parti üyeleri bakımından yine mahkûm olma koşuluna
bağlı kılınması, Anayasa Mahkemesi'nin 103/2.maddeyi iptal gerekçesiyle de
açıkça çelişmektedir. s.179).
c-
Anayasa Mahkememizin Siyasî Partiler Kanunun 103 ncü maddesinin ikinci
fıkrasını iptal etmeden kısa bir süre önce yayınladığı (1997) adlı eserinde, 9
Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Zafer GÖREN şöyle bir
değerlendirme yapmaktadır (s.285):
(Anayasanın
değişik 69. maddesinin VI. fıkrası Siyasi Partiler Kanunu md.103'e göre daha
farklı bir kural oluşturduğundan ve "odak" haline gelme özelliğinin
belirlenmesini özellikle Anayasa Mahkemesinin takdirine bırakmak istediğinden,
yasama organı tarafından Siyasi Partiler Yasasının Anayasanın değiştirilen
maddelerine uyumu yapılmasa bile Anayasa Mahkemesi, Siyasi Partiler Yasası md.
103 kuralını ihmal ederek Anayasanın doğrudan uygulanması yoluna gidebilmelidir.
Aksi halde Anayasa Mahkemesi Amerikan Anayasa Yargısının eski bir geleneğine
dayanan ve F. Alman Anayasa Mahkemesinin kullandığı "Anayasaya uygun
yorum" tekniğini uygulamalıdır. F. Alman Anayasa Mahkemesi çoğu zaman
iptal kararına varmamak için sözü bakımından Anayasaya aykırı bir kuralı
Anayasaya uygun yorumla korumuştur. Türk Anayasa Mahkemesi de bazı kararlarında
bu tekniği uygulamıştır).
d-
COŞKUN KIRCA. 12 Ağustos 1999 tarihli SABAH GAZETESİ'nde yazdığı "Pusulayı
Şaşırmak" başlıklı makalesinde şöyle diyor :
(Siyasi
Partiler Kanununun 103 ncü maddesinde yapılan değişikliğe göre, bir partinin
üyeleri, temelli kapatılmayı gerektiren fiilleri yoğun bir şekilde işleseler
bile, bu durum partinin genel kongresi, merkez karar ve yönetim kurulu, Meclis
grubu genel kurulu ve grup yönetim kurulundan biri tarafından benimsenmemişse o
parti bu yaptırıma çarptırılamayacaktır.
Yani
o parti üye tabanında fiilen böyle bir "odak" olsa bile merkez
kurulları iyi takiyye yapmasını becerebiliyorlarsa, parti temelli kapatmadan
kurtulacaktır! Oysa Alman Anayasasının 21 inci maddesinin 2 nci bendine göre
"parti üyelerinin tavrı" o partinin kapatılması için yeterli bir
sebep sayılır. Görülüyor ki bu değişiklik Anayasaya aykırıdır ve evrensel bir
içtihat uyarınca Anayasa Mahkemesi bu değişikliği dikkate almamak durumundadır.
Bu metin uygulanırsa pratikte hiçbir bölücü, kökten dinci ve insan hakları ile
hukuk devleti kavramlarına dayalı demokrasiyi inkar eden hiçbir parti temelli
kapatılamayacaktır).
Esasen,
Anayasa Mahkememizin takdir yetkisini Anayasaya aykırı bir biçimde kısıtlayıp,
"bir siyasi partinin Anayasanın dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin odağı
haline geldiği"nin ancak belli delillerle kanıtlanabileceğini kabul
etmenin, Anayasamızın parti kapatmaya ilişkin 68 ve 69 ncu maddelerini
uygulanamaz hale getireceği bilinen ve Anayasa Mahkememizce de kabul edilen bir
gerçektir.
Delillerin
serbestçe değerlendirilebilmesi; başka bir deyişle, hangi deliller esas
alınarak hüküm kurulabileceğinin davaya bakan mahkemece belirlenmesi gerektiği
ilkesi, bütün çağdaş ülkelerde, parti kapatma davalarının olmazsa olmaz ilkesi
olarak benimsenmiştir.
Bir
örnek vermek gerekirse :
Federal
Almanya Anayasa Mahkemesi Komünist Partisi'nin kapatılmasıyla ilgili 17 Ağustos
1956 tarihli kararında, ilke olarak parti kapatma davalarında hangi delillerin
esas tutulacağını belirlerken :
(Anayasaya
aykırı maksatların isbatı için en önemli delil, Anayasanın 21'inci maddesinin
2. fıkrasına göre, partinin gayeleridir. Mezkûr hüküm, önleyici karakterine
uygun olarak, bu hususta "önemsiz" uzak gayeler arasında bir tefrik
yapmamaktadır.
Önemli
olan sadece, bir partinin gayelerine göre, hür demokratik ananizama zarar
vermek veya onu bertaraf etmek maksadının olup olmadığıdır. Gayelerinden bu
maksat halihazırda ispat edilebiliyorsa, onun düşüncelerine göre, bu maksadın
başarıya erişeceği veya erişmesi lazım gelen zamanın hukuki bir önemi yoktur.
Kanun vazıının maksadı. Anayasanın devamı müddetince hür demokratik ananizamı
zedeleyecek hiçbir partinin inkişafına müsaade etmemektir.
Bir
partinin hedefleri kaideten şunlardan anlaşılır: Programından ve diğer parti
makamlarının açıklamalarından, partinin siyasi ideolojisi hakkında söz
söylemeye yetkili olarak tanınmış muharrirlerin yazılarından, ileri gelen görevlilerinin
sözlerinden, partinin içinde kullanılan eğitim ve propaganda vasıtalarından ve
bunlardan başka parti tarafından çıkarılan veya onun nüfuzu altında bulunan
gazete ve mecmualarından bu çıkarılır. Parti organlarının ve taraftarlarının
tutumları, maksadın tespiti hususunda, netice çıkarmaya imkan verebilir.
Bütün
gayelerin yazılı olması veya herhangi bir surette tespit edilmiş bulunması
anlamında, maksadın yazılı delillere dayanması şeklinde, Anayasanın 21
.maddesinin 2. fıkrasında bir hüküm yoktur... Bir partinin Anayasaya aykırı
maksatlarının, hiçbir zaman açıkça ilan edilmediği bilinen bir keyfiyettir.
Geçen on yılın siyasi tecrübeleri, bir partinin kullandığı siyasi vasıtaların
şeklinden, hareketlerinin tarzından, onun hakîki maksadını anlamak ve sahte
olanları ayırt etmek için kafi derecede bilgi vermiştir.) demektedir.
Hal
böyleyken, TBMM si, 4445 sayılı Yasanın 18 nci maddesiyle, Siyasi Partiler
Kanunun 103 ncü maddesinin ikinci fıkrasını, tıpkı TBMM üyelerinin emekli
olmalarına ilişkin ve halkın "kıyak emeklilik" olarak nitelendirdiği
yasalarda olduğu gibi, Anayasa Mahkemesi kararlarını hiçe sayarak ve Anayasaya
eskisinden de aykırı bir biçimde yeniden düzenlemiştir.
Bir
hukuk devletinde Parlamentonun, ülkemizde olduğu gibi, kendi varlığına da vücut
veren Anayasasını ve Anayasa Mahkemesi kararlarını böylesine hiçe saydığının
başka bir Örneğini göstermek mümkün değildir. Bu çeşit yasalar, olsa olsa
parlamento çoğunluğunun "hukuk devleti" ilkesini içine
sindiremediğinin delili olabilir. Anayasamızın 138 nci maddesine göre
"Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak
zorundadırlar". Parlamentolara meşruiyet kazandıran sadece seçimle
işbaşına gelmiş olmaları değildir.
Anayasa
Mahkemesinin iptal ettiği bir yasanın aynısını veya daha da Anayasaya aykırı
olanlarını kabul eden veya kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kasten Anayasaya
aykırı kanun çıkaran Parlamentoların hukukî durumunu Prof. Dr. Doğan SOYASLAN
"Ceza Hukuku Özel Hükümler (Cilt 2. s.311 -348)" adlı eserinde ayrıntılarıyla
incelemiştir.
Benzer
bir durumla sadece İtalyan Anayasa Mahkemesi karşı karşıya kalmıştır. Adı geçen
mahkemenin takındığı tavrı, 1999/2000 Adli Yılını açış konuşmasında, Yargıtay
Başkanımız Doç. Dr. Sami SELÇUK şu şekilde açıklamıştır:
(Savaş
sonrasında İtalya demokrasiye geçti. Faşizm döneminden kalan ve valilere
doğduğu kentten başka kente gidenleri kent dışına çıkarma yetkisi veren Zorunlu
Sürgün Yasasını Anayasa Mahkemesi iptal etti. Halkın sevgilisi Başbakan De
Gasperi, düzeni sağlamak ve suçluluğu önlemek için bu yasaya gerek olduğunu,
yeniden çıkaracaklarını duyurunca Anayasa Mahkemesi Başkanı Prof. Dr. De Nicola
bir bildiri yayımladı. Başbakanı eleştirdi ve hükümet karara uyuncaya değin
Anayasa Mahkemesinin hiçbir davaya bakmayacağını, Roma'dan ayrılıp Napoli'ye
taşınacağını açıkladı. Dediğini de yaptı.
Böylelikle
belki de yargının tarihinde ilk kez bir sivil itaatsizlik olgusu yaşanıyordu.
Kamuoyunda
kıyamet koptu. Grevler başladı. Bunalım çıktı. En sonunda Başbakan De Gasperi,
iptal kararına uyacaklarını bildirmek ve özür dilemek zorunda kaldı. Mahkeme de
Roma'ya döndü).
Amerika
Yüksek Mahkemesi. 25.6.1997 tarihli kararında. Amerikan Kongresi'nin yasa
çıkartma yetkisini tartışmış ve Yüksek Mahkeme'nin iptaline konu olan bir
yasanın yeniden çıkarılamayacağını, Kongre'nin böyle bir yetkisi olmadığını
karara bağlamıştır.
Devletin,
sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini din kurallarına dayandırmak
için faaliyet gösteren bir partinin varlığını korumasına hiçbir hukuk düzeni
izin veremez. Hal böyleyken, Siyasi Partiler Yasasının 103 ncü maddesinin
ikinci fıkrasındaki "odak" tanımıyla ilgili hususlar belgelenemedi
diye kapatılmayıp, bu partinin kanıtlanmış Anayasaya aykırı eylemlerine izin
verilecek öyle mi'
Böyle
bir hukuk düzeniyle Türkiye Cumhuriyetinin varlığını koruyamayacağını
vatandaşlarımız sağduyusuyla zaten biliyor ve Anayasamızın özellikle "ülke
bütünlüğü" ve "Anayasal düzen"imizin korunmasına ilişkin
hükümlerinin eksiksiz ve tastamam uygulanmasını istiyor.
Açıkladığım
hususları gözönünde tutarak, Anayasa Mahkememizin, Siyasi Partiler Kanunun 103
ncü maddesinin değişik ikinci fıkrasını yeniden iptal edeceğine inanıyorum.
2-
DAVANIN ESASINA İLİŞKİN GÖRÜŞLERİMİZ :
A-
"İnsan haklarına en büyük değerin verildiği bir çağda yaşıyoruz.
Ancak
günümüzde, en vahim insan hakkı ihlalleri, artık devletler ve devlet
görevlileri tarafından değil, terörist örgütler tarafından yapılmaktadır.
Bu
sebepten, Anayasa, yasalar ve çeşitli milletlerarası antlaşmalarla kabul edilen
İnsan Haklarını hayata geçirmek, ülke bütünlüğünü korumak ve demokratik düzeni
ayakta tutmak, ancak terörizmle mücadelede başarı kazanmakla mümkündür.
Büyük
hukuk düşünürü ve pek çok teröristin avukatlığını yapan Jacgues VERGES şöyle
diyor : "Bir gerilla grubu ile bir devlet arasındaki savaşın, ellerde
beyaz eldivenler ve İnsan Hakları Bildirisiyle yapılmasını beklemek, ne
ikiyüzlülük!"
Hannah
ARONT'un dediği gibi "Dehşetin mutlak suretle hüküm sürdüğü yerde, herşey
ve herkes susmaya mahkumdur". Terörizmi tanımlayan masuma karşı hesaplanmış
olan saldırıdır. 05.12.1985 tarihli INTERNATIONAL HERALD TRİBÜNE gazetesinde
yayınlanan bir Rand Corporation raporuna göre : Uluslararası terörist eylemler
bir yılda %12 ile %15 oranında artarak artık müesseseleşmiştir. 20 nci yüzyılda
ADOLF HİTLER de korku ve menfaat ile bütün halkların teslimiyete
yönelebileceğini iddia ediyordu: "Terör, en kuvvetli siyasi silahtır ve
ben bazı aptal burjuvaları şok durumuna sokuyor diye ondan mahrum olamam".
Bunu Herman RAUSCINING 1939 da " Hitler Bana Dedi" adlı kitabında
zikretmektedir. FÜHRER'le konuşan bir diğer yazar olan Hanstöngel de Hitler'in
şu sözlerini ilave ediyor : "Demokrasiler, daima böyle saldırılar
karşısında yapıları bakımından aciz kalacaklardır; zira savunmak için
kendilerinin de otoriter bir rejim kurmaları gerekmektedir". (Prof. Dr.
Yılmaz ALTUĞ, İ.Ü.K.F.M. 1986-1987, s.47.)
4-5
Ekim 1991 tarihleri arasında Antalya'da düzenlenen ve Uluslararası Basın
Enstitüsü Direktörü Peter GALLINER, Avrupa İnsan Hakları Divanı Yargıcı Thor
VILHJAMSON, Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi Üyesi Love KELLBERG, Avrupa
Parlamentosu Siyasi İşler Komisyonu Üyesi Maria Loisa CERRETTl, Birleşmiş
Milletler İnsan Hakları Genel Sekreter Yardımcısı Jan MARTENSON gibi
şahsiyetlerin de katıldığı bir sempozyumda konuşan Bruna STEGAGNINI şöyle
diyor: "Terörizm trajedisini yaşamayanlar için, alınan önlemleri ve
sınırlamaları eleştirmek çok kolaydır. Ancak, ben, birincil ve en önemli insan
hakkı olan yaşamı sürdürme hakkını ve yurttaşların güvenliğini korumayı
amaçlayan bu önlemleri ve sınırlamaları getirmenin Türk Devleti'nin görevi
olduğuna inanıyorum".
Anayasamızın
konu ile ilgili çeşitli hükümleri birlikte değerlendirildiğinde şu husus açık
bir biçimde anlaşılmaktadır: Devlet yani iz "İnsan Hakları" için
değil, başka amaçlar için de vardır. Toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet
anlayışı" için de vardır. Toplumun huzurunu sağlamak, ulusal dayanışmayı
gerçekleştirmek ve adalet anlayışını egemen kılmak çerçevesinde varolan, bu
çerçeve içinde yer alan devlet, yine de başıboş ve keyfi davranmayacak, insan
haklarına "saygılı" olacaktır. İnsana değer verilmesi, insan onurunun
yine kollanması gerekecektir. Ama insan hakları, artık devletin varoluş nedeni
olmaktan çıkmıştır. (Prof. Dr. MÜMTAZ SOYSAL, Anayasa Yargısı No:4,100 Soruda Anayasanın
Anlamı, S.188-190.)
Kanunlar
ideallere değil, ideolojilere hiç değil, sadece ve sadece toplumun şartlarına
dayanmalıdır- Türkiye'de Ceza Mahkemesi Hukukunun ilim haline gelmesinde büyük
katkısı olan Prof. Dr. Nurullah KUNTER'in son dersinde söylediklerinden
İ.Ü.H.F.M., 1982, S.797.
Prof.
Dr. Bahri ÖZTÜRK, "Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku" adlı eserinde
(3.Basım, 1994 S.496) şöyle diyor :
(Suçların
işlenmesinde baş döndürücü bir şekilde hızla gelişen teknolojiden
yararlanılması ve bunun için organizasyonlar oluşturulması sadece suçların
önlenmesini zorlaştırmamakta, aynı zamanda işlenen suçların ortaya çıkarılıp
kovuşturulmasını da önemli ölçüde zorlaştırmakta, bazı durumlarda imkansız
kılmaktadır.
Bir
hukuk devletinin bu gelişmelere seyirci kalması beklenemez. Suçlarla mücadele
etmeyen veya edemeyen, onları önlemeye çalışmayan, önleyemediklerini
kovuşturmayan veya kovuşturamayan devlete hukuk devleti denemez. Zira,
bilindiği gibi, hukuk devleti üç sütun üzerinde kurulur. Bunlardan birincisi
insan haklarının gerçekleştirilmesi, ikincisi adaletin sağlanması ve nihayet
üçüncüsü de hukukî güvenliğin, barışın, düzenin temin edilmesidir. O halde
insan hakları ve adaletin yanında ülkesinde düzeni, hukuk güvenliği ve barışı
sağlamak her hukuk devletinin varlık sebebidir. Ne var ki suçlarla mücadele
etmeyen veya edemeyen; işlenen suçları kovuşturmayan veya kovuşturamayan bir
devlet, adaleti ve kamu düzenini, barışı sağlayamaz ve böyle bir devlet hukuk
devleti olarak nitelenemez).
Bu
gerçekten hareketle Avrupa'nın hemen bütün demokratik ülkeleri, terör ve
anayasalarına aykırı eylemlerinin başlamasıyla birlikte, yasalarında değişiklik
yaparak, bu çeşit suçları işleyen sanıklar için kısıtlayıcı, özel hükümler
getirmişlerdir.
Biraz
sonra vereceğim örnekler dikkatlice incelenirse: maruz kaldığı terörün
boyutları, rejimine ve ülke bütünlüğüne yönelik somut ve süre gelen tehlikeler
gözönünde tutulduğunda ve benzer olaylarla karşılaşan diğer demokratik
ülkelerin yasaları ve uygulamalarıyla kıyaslandığında, Türkiye Cumhuriyetini
yeterince demokratik olmamakla suçlayanların ne derecede büyük bir haksızlık
yaptıkları kesinlikle anlaşılacaktır sanıyorum.
Örneklere
geçmeden hemen belirtileyim ki, yirminci yüzyılda yetişmiş en önemli bilim
adamlarından ve 14.5.1998 günü Atatürk Barış Ödülünü de alan BERNARD LEWİS,
Cumhuriyetimizin demokratik yapısını, bazı aydınlarımızdan daha insaflı bir
şekilde değerlendiriyor (Ödülü aldıktan sonra Milliyet Gazetesinde Şahin
ALPAY'LA yaptığı söyleşide) şöyle diyor :
(Türkiye'nin
demokrasi deneyimi, koşullar ve engeller dikkate alındığında çok başarılı.
Fransız Devrimi'nden bu yana 200 yıldan fazla zaman geçti. Bu süre zarfında
Fransızlar iki monarşi, iki imparatorluk, iki diktatörlük ve beş cumhuriyet
yaşadılar... Bugün Avrupalılar Türkleri yeterince demokrat olmamakla
suçluyorlar. Aynı Avrupalılar 200 yıl önceki değil, dünkü Hitler'in,
Mussolini'nin ve Laval'in mirasçıları. Oysa Türkiye'de bir Hitler ya da
Mussolini hiç olmadı, olacağını da sanmıyorum).
a-
Almanya'da terörizmin artması ve bu suçların sanıkları ile müdafiileri
arasındaki temasların sorunlar yaratması üzerine, müdafiin ve dolayısıyla
sanığın haklarına kısıntılar getirilmiştir. Mesela hakimin okunmasına müsaade
etmediği yazılar kabul edilmemekte, görüşmenin gizlice bir şey verilmesini
önleyecek biçimde yapılması sağlanmakta, hatta bazı hallerde müdafiin müdafilik
görevi yapması yasaklanmaktadır. Bütün bu kısıntıların demokratik Devletin
teröristlere karşı korunması ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin bütün
muhakeme sisteminde uygulanabilmesi için yapıldığı belirtilmektedir. (OTTO
TRIPFTERER, The Criminal Justince System Of The Federal Republic of Germany;
Prof. Dr. Nurullah KUNTER, Ceza Muhakemesi Hukuku, 9.Baskı,s.475.)
b-
Yine Almanya'da, Alman CMUK.nun 148 nci maddesine 1976'da yeni bir fıkra
eklenerek, soruşturmanın konusu terörist eylemler için örgüt kurma olduğunda,
tutuklu sanığa gönderilen veya birlikte getirilen yazılı belge veya diğer
eşyanın hâkime gösterilmeden sanığa iletilmesine izin verilmeyeceği kuralı
getirilmiştir. (NUR BAŞAR CENTEL, Ceza Muhakemesi Hukukunda Müdafi, 1984,
S.147.)
c-
İngiltere'de "Poliçe and Criminal Evidence Act" 1989 yılında
değiştirilmiş ve yakalanan terör suçu sanıklarının polis tarafından yedi güne
kadar gözaltında tutulması kabul edilmiş, poliste alınan ifade sırasında avukat
bulundurma hakkı gibi haklardan terör suçu sanıklarının yararlandırılması yolu
kapatılmıştır. (R.MORGAN, 1992, "Pre - Trial Detantion in England an
Vales"" in Dünkel F.and Vegg eds.)
d-
Alman CMUK.nun 112/11. maddesine göre, bazı ağır suçlarda, teknik anlamda
tutuklama nedeni bulunmaksızın tutuklamaya başvurulabileceği öngörülmektedir.
Bu maddeye göre, mevsuf ve basit adam öldürme, soykırım, terör örgütü kurma,
yaptığı eylemle başkasının yaşamı ya da vücut bütünlüğünü tehlikeye düşürme,
patlayıcı madde kullanma suçlarından birini işlemiş olma kuvvetli şüphesi
altında bulunan kişi, kaçma ve delillere karartma şüphesi mevcut olmasa da,
tutuklanabilir.
Terör
örgütü üyeleri ve yardımcıları, suç sayılan faaliyetlerini gizlemeyi alışkanlık
haline getirdiklerinden, kural olarak, bu örgütlere üyelik ve örgütü koruma,
Alman uygulamasında, delilleri karartma şüphesine dayanak sayılmaktadır.
1965'de
yürürlüğe giren değişiklik yasası ile Almanya'da "tekrarlama
tehlikesi" tutuklama nedenleri arasına alınmıştır. Alman hukukunda, bu
tutuklama nedeninin muhakemeyi güvenceleme aracı değil, toplumu, sanığın
başkaca önemli suçlarından korumak için önleyici tedbir olduğu
belirtilmektedir.
Alman
CMUK.nun 148/11 inci maddesi ile de, terör örgütü kurmakla suçlanan tutuklu
sanıkla müdafiinin yazışmalarının, önce hâkim tarafından kontrolüne olanak
verilmiştir. (NUR CENTEL, Ceza Muhakemesinin Hukukunda Tutuklama ve Yakalama,
1992.S.47, 51,64,65,119.)
e-
Belçika'da bu tür tehlikeli hükümlüler, tek kişilik hücrelerde yatırılırlar.
Bütün eşyaları her gün hücrelerinden dışarıya alınır ve tekrar yerleştirilir,
hücre gece aydınlatılır, hükümlüler gündüz hücrelerinden dışarıya
çıkartılırlar. Avluya çıktıklarında da her gün hücrelerinde arama yapılır.
Bu
hükümlülerin ilk sekiz günlerinde 15 dakika da bir hücreleri gözlenir. Bu
kategoriye giren suçluların çalıştırılmaları kabul edilmemiş, ziyaretçileri ile
görüşmeleri ve mektuplaşmaları engellenmiştir, İngiltere'de bu gruba giren
tutuklu ve hükümlüler bir infaz kurumunda on beş günden fazla
bırakılmamaktadır.
Burada
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ilginç bazı kararlarına değinmek istiyorum :
Almanya'da,
avukatların suça karışmış olması, yargının işlemesini engellemesi, sanıkları
suç işlemeye teşvik ederek tutuklu bulundukları yerlerin güvenliklerinin
bozulmasına neden olması ve nihayet siyasi suçlarda devlet güvenliğinin
tehlikeye atılması gibi hallerde, mahkemeye, avukatı duruşmadan çıkarma yetkisi
tanınmıştır.
Alman
CMUK.nun söz konusu hükümleri çerçevesinde yapılan uygulamalar bir çok davaya
konu olmuştur. Örneğin, cezaevindeki müvekkiliyle görüşmek isteyen bir avukata
üzerini aratmadığı için giriş izni verilmemesi üzerine yapılan şikayeti
inceleyen, Hamm Eyalet Yüksek Mahkemesi, Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun
24.maddesinin, cezaevi yönetimine ziyaretçilerin üst baş arama yetkisi
tanıdığına işaretle, avukatların bu konuda bir ayrıcalığa sahip olmadığına
karar vermiştir.
Aynı
şekilde, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, Alman suç örgütü Baeder-Meinhof (Kızıl
Ordu Cephesi) çetesi mensuplarının bu konudaki tüm başvurularını geri
çevirmiştir. Şikayetler genelde, cezaevi şartlarının kötülüğü, diğer hükümlü ve
tutuklulardan tecrit edilerek hücreye konulma, işkence ve insanlık dışı
muameleye maruz kalma ve yazışma ve haberleşme özgürlüğünün kısıtlanması ve
avukatlarla görüşmelerinin engellenmesi konuları üzerine yoğunlaşmıştır.
Örgüt
mensuplarının Berlinli Avukat Machler'in şikayetini inceleyen Komisyon,
Sözleşmeye herhangi bir aykırılık tesbit etmemiştir. Komisyonun değerlendirmesine
göre. özellikle tutuklunun uzun süre hücrede tecrit edilerek diğer hükümlü ve
tutuklularla temastan men edilmesi arzu edilen bir durum olmamakla beraber, bu
tür bir önlem kendisinin kaçmasını önlemek ve cezaevinin düzenini sağlamak
açısından zorunlu olabilir. Kaldı ki, şikayetçinin ziyaretçileri engellenmemiş
ve hücresinde okuma malzemesi ve radyo bulundurmasına da izin verilmiştir.
Ayrıca, bizzat kendisinin, Kızıl Ordu grubunun, bu olay dolayısıyla mücadeleye
devam edeceğini açıklaması ve diğer mahkumlara kaçmasına yardım için çağrıda
bulunması, tecrit edilerek hücreye konulması için makul ve haklı gerekçelerdir.
Keza
aynı örgütün üyesi olmakla suçlanan bayan avukat Berberich, Ekim 1970'de
tutuklanmış ve Haziran 1974'de 12 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Adı
geçenin aynı gerekçelerle ve özellikle tutukluluk süresinin uzunluğu
dolayısıyla Komisyona yaptığı şikayet reddedilmiştir. Aynı şekilde, anılan
örgüt mensuplarından Baeder Matnz, Meinhof ve Grundman'ın, kendilerinin hücreye
konulmak suretiyle diğerlerinden tecrit edilmeleri, ziyaretçilerinin
kısıtlanması, yazışmalarının ve gazete okumalarının engellenmesi dolayısıyla
Komisyona yaptıkları başvurular da kabul edilmemiştir. Örgüt üyelerinden
G.Ensslin, A.Baeder ve J.Raspe'nin 30 Ağustos 1977 Münip Stammeheim Cezaevinde
esrarengiz bir şekilde intihar etmeleri üzerine Komisyon üyeleri cezaevini
ziyaret ederek cezaevi koşullarını yerinde incelemiş ve adı geçenlere işkence
veya aşağılayıcı muamele yapılmadığı ve ölümlerinde de bir gayrı tabiilik
bulunmadığı sonucuna varmıştır. (Doç. Dr. ŞEREF ÜNAL, Milletlerarası Hukuk
Açısından Güneydoğu Sorunu ve Terörle Mücadele, 1997, S.64 ve devamı.)
f)
Almanya'da 1976 yılında "terör suçu" yaratan Ceza Kanununun 129/a
maddesi kabul edilmiş, usul kanununda değişiklik yapılarak, bu madde ile,
sınırlı sayıdaki belli suçlarda tutuklama yetkisi genişletilmiştir. 1977
yılında SCHLEYER'in kaçırılmasından sonra, terör sanığı ile avukatının
temasları, eylem devam ettiği sürece tamamen yasaklanmıştır. 1978 yılında yapılan
bir başka değişiklikle, terör suçu kuşkusu mevcut bulunan durumlarda "evde
arama yapmak yetkisi" genişletilmiş, terör sanığı ile avukatının görüşmesi
sırasında araya "ayırıcı bir cam" konulması uygulaması getirilmiştir
(m. 148/2). 1986 yılında terör suçunun cezası ağırlaştırılmış, terör suçuna
tahrik suçu yaratılmıştır. (Prof. Dr. Feridun YENİSEY, 13.05.1992 tarihli
Cumhuriyet Gazetesi.)
g-
Yunanistan'da Terörle Mücadele Kanunu basına aşırı kısıtlamalar getirmiştir.
h-
Alman CMUK.nun 1975 değişikliği ile, soruşturmanın hiçbir aşamasında, sanık
tarafından seçilen avukat sayısının üçü geçmeyeceği kuralı konulmuştur.
i-
Fransa'da, 1970 den beri, CMUK.numuzun 110 uncu maddesinde olduğu gibi
tutuklamada üst sınır yoktur.
j-
Tüm demokratik ülkelerde, polise verilen yetkiler genişletilmiş: Telefon
dinleme, bilgisayarın suç araştırmasında kullanılması, adam izleme, gizli ajan
kullanılması, peşine polis takma, belirli durumlarda uzaktan teknik aletlerle
konutların içinin dinlenilmesi yasalaştırılmıştır.
İstanbul
Barosunca düzenlenen ve 3-24 Şubat 1995 tarihleri arasında yapılan "Hukuka
Aykırı Deliller sempozyumu"nda konuşan Prof. Dr. Feridun YENİSEY. bu
konuda şu bilgileri veriyor:
(Devlet
güvenliğini ilgilendiren veyahut da örgütlü suç dediğimiz suçlarda, genel ceza
muhakemesinden farklı bir hüküm gurubu var mı' Evet, var. Dünyanın her
ülkesinde, örgütlü suçluluk nedeniyle, toplumda yaşayan fertlerin hakları ve
özgürlükleri daha çok kısıtlanıyor. Terör işin içine girince daha sıkı bir
kısıtlama olduğunu görüyoruz. Şimdi burada birkaç örnek verelim, Batı
kanunlarında yeni uygulanmaya başlayan, Bunlardan birincisi, Trol-a metodu
dediğimiz metod. Bilgisayar kullanılıyor sanık yakalamak için, Bilgisayar nasıl
kullanılıyor' Belli krimojen özellikler tesbit ediliyor ve bu belli kriminojen
özellikleri taşıyan kişilerin bilgisayardan taraması yapılıyor. İki milyonluk
bir şehirden özellikleri ortaya koyarak yüz bine indiriyorsunuz, tekrar tarama
yapıp elli bine, yirmi bine, on bine, beşyüz, altı yüze iniyor ve o beş yüz, altı
yüz kişinin hayatı izlenmeye başlıyor. Bunlar potansiyel terör eylemcisi yahut
potansiyel örgütlü suçluluk elemanı olarak kabul edilebiliyor. Tabii kriminojen
özellik gösteren davranış taşıyorlarsa. Ve böylece gerçekten birçok suç ortaya
çıkartılmış. Özellikle de mali suçlarda, ekonomik suçlarda bu yapılıyor. Bütün
banka trend aksiyonları bilgisayar vasıtasıyla taranmaya başlıyor, ençok
hareket hangi hesapta var' İsimler birleştiriliyor, birçok formüller filan var.
Onlara göre adamı gözaltına alıyorlar, Fakat bu yakalayarak değil, hareketleri
takip ediliyor, telefonu dinleniyor kapısının önüne sabit bir video kamerası
konuyor ve evinin önü 24 saat kamereya alınıyor, otomobiline bir biker
konuluyor. Nereye giderse adam izleniyor ve daha sonra da eğer bu kişi
gerçekten bir şüphe sebebi bulunarak gözaltına alınırsa, yakalanırsa onunla
temas eden herkes de şüpheli durumuna giriyor, işte Di PİETRO'nun çalışma
sistemi bu:Temiz eller operasyonu bu yöntemlerle yapılıyor).
Yine
Prof. Dr. Feridun YENİSEY, 7.2.1995 tarihli Yeniyüzyıl Gazetesine yazdığı
"Mafyayı Önleme Yasasının Önemi" başlıklı makalesinde, konunun bir
başka yönüne ışık tutuyor:
(İtalya'da
yeni bir Ceza Muhakemesi Kanunu hazırlandı. Bu kanun, halen Amerika'da
uygulanmakta olan taraf muhakemesi sistemini Avrupa'ya taşıdı.
Ancak
yapılan bu değişiklik, bütün iyi niyetlere rağmen başarı sağlamadı. Özellikle
örgütlü suçluluk alanında büyük oranda artış oldu. Bunun üzerine 1991 yılında
çıkarılan bir dizi yasa ile, savcı ve polisin yetkileri genişletildi. Yeni
bilimsel metodların, suç izi araştırılmasında uygulanması kabul edildi.
Bilgisayarın suç izi bulunmasında kullanılması büyük başarı sağladı. Meselâ
vergi kayıtları veya kişisel bilgiler içeren veriler sorgulanarak şüphelilere
ulaşmak mümkün oldu. Gizli ajan kullanılması, telefonların yanı sıra evde
yapılan konuşmaların uzaktan teknik aletlerle dinlenmesi yasallaşınca, örgütler
ardarda su yüzüne çıkarıldı.
Temiz
eller operasyonunun bir tek kişinin başarısı değil. Sistemde yapılan
değişikliğin bir sonucu olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.)
"Gizli
dinleme konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ilginç bir kararına
değinmek istiyorum :
Olayda
ikisi hakim olan 5 hukukçu Komisyona başvurarak, telefonlarının dinlendiği ve
yazışmalarının açıldığından yakınmışlardır. Konuya ilişkin, G-10 tabir edilen
Alman mevzuatı, bazı şartlar altında ilgililere haber vermeden muhaberatın
gizlice izlenmesine imkan sağlamaktadır. Buna karşı yargı yoluna başvuru da
mümkün değildir. Şikayetçiler, söz konusu Alman kanununun, Sözleşmenin, özel
hayatın gizliliğine ilişkin 8. ve hak arama özgürlüğüne ilişkin 6. maddelerine
aykırı olduğunu iddia etmişlerdir. Mahkemeye göre :
"Polis
devletlerinde olduğu gibi, vatandaşların gizlice izlenmesi, ancak demokratik
kurumların korunması açısından zaruri olan hallerde hoş görülebilir. Demokratik
toplumlar günümüzde, çok sofistike bir casusluk ve terörizm tehlikesi
altındadır. Dolayısıyla devlet bu gibi tehlikelere etkin bir şekilde karşı
koyabilmek için gizli izleme ve gözetim yöntemleri uygulayabilmelidir. Bu
nedenle bazı mevzuatın istisnai durumlarda bu imkanı sağlaması demokratik bir
toplumun gereği olarak, milli güvenlik ve suçluluğun önlenmesi bakımından
zaruri sayılabilir." Federal Almanya'da Niedersachen Kriminaloji Araştırma
Enstütüsü Direktörü Prof. Dr. Chiristian PFEİFFER"in anlattıkları çok
ilginç, şöyle diyor sayın PFElFFER (Hukuk Devletinde Terör ve Örgütlü Suçlarla
Mücadele, 1996, s.364 ve devamı):
(Bizde
eksik olan bir hususu bir örnekle açıklamak istiyorum: New York'daki
dostlarımın daveti üzerine uzun bir süre New York Force Against Organized
Crime'de "Organize Suçlara karşı Güç Teşkilatı" bulundum. Buradaki
dostum olan bu teşkilatın lideri, ABD'de organize suça karşı ne şekilde
mücadele ettiklerine dair cömert bir şekilde bilgilendirdi.
Burada
bir şey açıklığa kavuştu: Amerikan polisinin, Alman polisine karşı önemli bir
avantajı vardır; Belirli sınırlar içinde dava ikamesi muhtariyeti sistemini
uygulayabilir. Bunu size bir örnekle açıklamak istiyorum: New York'daki bir
lokanta sahibi koruma parası için şantaja uğramaktadır. Her hafta belirli bir
para meblağını Amerikan mafyasına ödemek zorunda bırakılmıştır. Almanya'da
mahkeme salonunda tanık olarak bulunması ve ailesini tehlikeye atacağı için
polise gitmeye cesaret edemez. Hamburg'daki örneği hatırlayacaksınız. ABD'de
bunu neden yapabiliyor' Çünkü Amerikan polis memuru kendisine şunu
söyleyecektir: Verdiğiniz bilgileri gizlilik içinde kullanacağımı size garanti
edebilirim. Yasa bana bu olanağı tanımaktadır. Ben sadece bu faili takip etmekle
görevliyim. Bunu da bu günden itibaren yapacağım. Sizin bana verdiğiniz
bilgiler temelinde bu kişinin tüm gün boyunca gözetlenmesini sağlayacağım. Bu
kişinin bir örgüt adına para tahsilatında bulunan bir kişi olmasının teyid
olmasından sonra arabasına bir mikrofon yerleştireceğiz.
Belki
de evine de bir mikrofon yerleştireceğiz. Kendisine gizli araştırmacılar
vasıtasıyla yaklaşmayı deneyeceğiz. Aylar boyunca bu kişinin her adımını,
arkasındaki adamları, talimat verenini ortaya çıkarana kadar takip edeceğiz.
Çünkü bu kişi genelde sadece bir cephe askeridir. Bir örgüt adına görevi en ön
cephede yerine getirmek için, parayı tahsil etmek ve şantajları ifade etmek
için faaliyet gösteren bir kişidir. Biz ise arkasındaki adamlarla
ilgilenmekteyiz. Yani bilgiyi aldığımız andan itibaren ceza takibatı
yürütüyoruz., ancak bilgileri aldığımız, bizi harekete geçiren tanığı rahat
bırakıyoruz, bu kişi mahkeme önünde ifade vermeyecektir. İleride bir ceza
davası ikame edilmiş olacak, ancak bu dava bilgileri edindiğimiz günden
itibaren elde edilen polis deneyimlerine dayandırılacaktır.
Diğer
dikkatimi çeken bir husus da, ABD'deki özel polisin organize suçlara karşı
sahip olduğu mükemmel donanım oldu. Sordum : Siyasetçiler tarafından bu husus
bu kadar ciddiye mi alınıyor, yani en son tekniklere, hızlı arabalara ve
muhteşem binalara sahip olmanız. "Hayır" dediler, "biz kendi
kendimizi finanse ediyoruz."
Sordum:
Nasıl' Oldukça Amerikalı sayılabilecek bir yöntemle, ABD'de ispatlama
yükümlülüğünün tersine döndürülmesi esası biliniyor, eğer organize suçlar söz
konusuysa. Yani bir mafya patronunu yakalıyorsanız ve bu kişinin bankada 5
milyon doları, bir gemisi ve çok sayıda evi varsa, bu serveti yasal paralarla
edindiğini onun ispatlaması gerekmektedir. Paranın nereden geldiğini kanıtlayamazsa
veya miras olarak intikal etmemişse, paranın tamamı devlete geçer. Ve para kime
gider' Bu kişiyi yakalayan polis makamına. Bu nedenle bu kadar iyi bir donanıma
sahipler. En azından New York eyaletindeki uygulama bu yöndedir. Polis
ödüllendiriliyor. Araştırmadaki başarıları için (tabii ki aşırı olarak değil,
adam milyarder ise, paranın tamamı onlara gitmiyor) ancak mantıklı bir boyutta,
devletin ispat yükünün tersine çevrilmesiyle elde ettiği gelirlere ortak
oluyorlar.
Bu
da şu anda Almanya'da teklif edilmektedir. Tabii ki çok problemli bir yöntemle.
Muhalefette bulunan Sosyal Demokrat Parti, henüz tutukladığımız bir kişinin tüm
servetine el konulması teklifini getirdi. Ve bu kişinin de bunun üzerine,
soruşturma amaçlı tutuklu iken, paranın kendisine ait olup olmadığını, yasal
yoldan kazanılıp kazanılmadığını kanıtlayacaktır. Bu benim için biraz ileriye
gitmektedir. Tutuklanan bir kişi henüz mahkum edilmemiştir.
İnsan
Hakları Konvansiyonunun 6 ncı maddesindeki suçsuzluk varsayımı (bana göre) her ilgili
kişiyi kesinleşmiş bir mahkumiyet alana kadar korumaktadır. Yapabileceğimiz tek
şey, bu kişinin tutuklu olduğu süre içinde servetine el koymamız ve mahkum
olmasını beklemektir. Ondan sonra olaya el koyabiliriz ve "şimdi bu parayı
nereden temin ettiğini ispatla bakalım" diyebiliriz. Ancak en erken bu
aşamada ve daha önce değil.
Amerikalılarla
Almanların bu önerilerini tartıştım, dediler ki: " Bunu asla Sosyal
demokratlarınızın teklif ettikleri şekilde yapmamanız gerekir, çünkü bu durumda
başınıza tazminat davaları belasını sararsanız." Çünkü bir çok durumda,
söz konusu kişinin fail olmasından emin olmamıza rağmen, istediğimiz kararı
alamamaktayız. Bu arada tüm servetine el koyarsak bize karşı dava açabilir ve
tekrar geri isteyebilir, artı kaybettiği karları da isteyebilir. Bu da devlet
için pahalıya mal olacak bir iştir ve bu nedenle bu kadar hızlı hareket
etmememizi tavsiye ettiler).
k-
1970 de "Quebec FLN" terörist örgütünün saldırısı ile karşı karşıya
kalan Kanada Başbakanı, kamu düzeninin korunmasını insan haklarının önüne
almakta tereddüt etmemiştir. (5 Aralık 1977 tarihli NEWS WEEK Dergisi.)
l-
İngiltere'de 1989 tarihli Terörizmi Önleme Kanunu,daha önceki ayrı başlıklı
1974, 1976 ve 1984 tarihli kanunların yeni bir şeklidir. Kanun, terör
örgütleri, sınır dışı etme, terörizme mali yardımda bulunma ve bu konulara
ilişkin yakalama, tutuklama ve yargılama yetkilerini düzenlemektedir.
Kanunda,
İrlanda Cumhuriyet Ordusu (İRA) ve İrlanda Milli Kurtuluş Ordusu, terör
örgütleri olarak ilan edilmiştir. Ancak İçişleri Bakanı parlamentonun onayı ile
İngiltere ve Kuzey İrlanda'daki terör olayları ile ilgili başka Örgütleri de bu
listeye dahil edebilir. Kanunda terörizm, "siyasi amaçlı şiddet kullanmak
ve toplumun tümü veya bir kısmı üzerinde korku yaratmak" olarak
tanımlanmıştır. Kanunda, terör örgütlerine üyelik, örgütleri desteklemek, örgüt
adına toplantılar düzenlemek, yardım toplamak ve örgüt üyeliğinin sembolü olan
giysileri giymek ceza tehdidi altında yasaklanmıştır.
Kanunun
II. Bölümünde İçişleri Bakanlığına, İngiltere ve Kuzey İrlanda'daki terör
olayları ile ilgisi olduğundan şüphelenilen kişilerin İngiltere'ye girmesini
yasaklamak veya ülkede yaşayanları sınırdışı etmek yetkisi tanınmıştır. Buna
göre, İngiltere'de 3 yıldan az bir süre yaşamış olan bir İngiliz vatandaşının
Kuzey İrlanda'ya girmesi men edilebilir. Aynı şekilde, Kuzey İrlanda'da Ulster
şehrinde yerleşik bir İngiliz vatandaşının İngiltere'nin diğer bölgelerine
girmesi yasaklanabilir. Bu yasak İngiliz vatandaşı olmayan yabancılar hakkında
da geçerlidir. Bunlar genelde, sınırda herhangi bir denetime tabi tutulmayan
İrlanda Cumhuriyeti vatandaşları olup, İngiltere'ye girmeleri engellenebilir
veya girenler sınırdışı edilebilir.
m-
Bu bağlamda en tehlikeli hükümler, 1988 tarihli Kuzey İrlanda Suç Delili
kanununda yer almaktadır, buna göre, bir ceza davasında mahkeme, sanığın tutum
ve davranışlarından sonuç çıkararak kendisini mahkum edebilir. Bu bağlamda,
sanığın, polisteki sorgusu ve mahkemede yargılanması sırasında ifade vermekten
kaçınması, kimliği ve sahip olduğu eşya konusundaki bilgileri gizlemesi,
mahkûmiyetine yeterli bir suç sayılmıştır. (Civil Liberties : Cases and
materials, London 1991, s.261.)
n-
Alman Ceza Kanunu terörle mücadele açısından zaten etkili hükümler ihtiva
etmektedir. Örneğin Kanunun, "Demokratik Hukuk Devletini Tehlikeye
Atma" başlığı altındaki 84 ve onu izleyen maddelerinde, anayasaya aykırı
örgütlerin veya yerlerine kurulan ikame örgütlerin bayrak, flama veya
mensuplarının üniformasını taşımak ya da slogan veya selam tarzlarını taklit
etmek suç sayılmıştır.
o-
İspanya'nın 26 Aralık 1984 tarih ve 9/84 Sayılı Terör Kanunu, "Silahlı
Grupların ve Terörist Unsurların Eylemlerine Karşı Anayasanın 55. maddesinin
Geliştirilmesi" gibi çok uzun bir başlık taşımaktadır.
İspanya
Anayasasında, silahlı gruplar ve teröristerle mücadele amacıyla, kişi özgürlüğü
ve özel hayat ve aile hayatının korunmasına ilişkin hükümlerin askıya
alınabileceği öngörülmüştür. Adından da anlaşılacağı gibi, söz konusu kanun, bu
hükümlerin nasıl uygulanacağını belirlemek amacıyla kabul edilmiştir.
Kanunun
16. maddesinde polise, 1. maddede öngörülen suçlardan birisini işlediği
şüphesiyle herhangi bir kişiyi mahkeme kararı olmaksızın yakalama ve 72 saat
gözaltında bulundurma yetkisi tanınmıştır.
Polis,
yakalanan kişinin gözaltında bulunduğu sürece herhangi bir kimse ile görüşme ve
haberleşmesini de yasaklama yetkisine sahiptir.
Aynı
şekilde, kanunun 16. maddesinde, güvenlik güçlerinin kanun kapsamına giren
suçların kovuşturulması çerçevesinde mahkeme kararı olmadan arama yapabileceği
öngörülmüştür.
Kanunun
11. maddesine göre, terör eylemlerine ilişkin suçların yargılaması, merkezi
olarak Madrit'te, bu amaçla kurulmuş özel yetkili bir mahkemede yapılmaktadır.
İspanya
konuya ilişkin mevzuatının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesiyle çelişebileceği
endişesiyle, Komisyon ve Mahkemenin yetkisini kabul ederken aşağıdaki beyanda
bulunmuştur:
"İspanya,
Hükümeti, Sözleşmenin 15 ve 17. maddeleri hükümlerini, Anayasanın 55 ve 116.
maddelerinde belirtilen önlemlerin alınmasına imkan verdiği şekilde
yorumladığını beyan eder." (Doç. Dr. Şeref ÜNAL, Milletlerarası Hukuk
Açısından Güneydoğu Sorunu ve Terörle Mücadele, S.65.)
p-
Terör olgusuyla karşılaşan İngiltere, daha ileri gitmiş "salahiyetli bir
mahkeme kararı olmadan kimsenin tutuklanamayacağı", "tutuklanan bir
kişiye, tutuklanmasını icap ettiren sebepler ve kendisine vaki isnatların en
kısa zamanda ve anladığı bir dille bildirilir" şeklindeki, imzaladığı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 5 nci maddesi hükümlerini, idari
tutuklamalar yaparak ve tutuklama nedenlerini sanık ve yakınlarına
bildirmeyerek, birçok kez ihlal etmekten çekinmemiştir.
Konu
Brannigan ve Mc Bride davasıyla (28.5.1993) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine
götürülmüştür. Divan kararı şöyledir:
(Divan
Kuzey İrlanda ve İngiltere'de terörist şiddetin sonuçları ve yaygınlığının
ulusun varlığını tehdit eden boyutta olduğunu kabul etmiştir. Alınan Önlemlerin
değerlendirilmesine gelince : Divan 1974 den itibaren İngiliz Hükümetinin
terörizmle mücadele etmek için idari yakalama ve tutuklama yetkisine ihtiyaç
duyduğunu görmüştür. Brogan kararı İngiliz Hükümetini bir tercih karşısında
bırakmıştı. Ya tutuklama kararı aleyhine yargıç önüne çıkarılma usulü
uygulanacaktı, yada bu konuya ilişkin askıya alma bildiriminde bulunacaktı. İngiliz
Hükümeti sonuncuyu seçti.
Denetimin
en duyarlı konusu tutuklamanın yargıç kararı olmadan uzatılması yetkisiydi.
İngiliz Hükümetine göre, tutuklama nedenlerinin şüpheliler ve avukatlarından
gizli tutulması terörle mücadelenin en önemli koşuluydu. Öte yandan tutuklama
kararının yargıca aldırılması onu teröristlerin hedefi haline getirecek yada
halkın eleştirisi ile karşı karşıya bırakacaktı. İngiliz Hükümeti, Kuzey
İrlanda'da sayıları az olan yargıçların halkın güvenini kaybetmesi veya hedef
olmasını yargı bağımsızlığına aykırı saymaktaydı. Divan, kendisini Hükümet
yerine koyamayacağını, olağanüstü hal gerekleri ile, bireysel hakları
bağdaştırmak yada dengede tutmak işinin öncelikte iç hukuk otoritelerine
düştüğünü belirtmekle yetinmiştir. (Karar için bakınız. Prof. Dr. Tekin
AKILLIOĞLU, Terör ve İnsan Hakları, İnsan Hakları Merkezi Dergisi,
1995/Kasım,s.18-28.)
İnsan
Hakları Mahkemesinin ülkemize karşı tarafsız davrandığını iddia eden
hukukçularımıza soruyorum. Daha geniş boyutta terör eylemlerine muhatap olan
Türkiye'de idari makamlarca tutuklamalar yapılıp, tutuklama nedenleri sanık ve
yakınlarına bildirilmeseydi, aleyhimize karar verilmez miydi'
Yine
İngiltere, İnsan Hakları Mahkemesince tazminat ödemeye mahkum edilmesine ve bu
tazminatı ödemesine rağmen "SAS Komandolarının, idari makamlardan emir
aldığında, adam öldürmek dahil her türlü eylemi yapabileceği ve bu
eylemlerinden sorumlu tutulamayacağına" ilişkin iç hukuk düzenindeki yasa
maddelerini kaldırmamıştır. İngiliz hakimleri, iç hukuk düzenindeki İnsan
Hakları Sözleşmeleriyle bağdaşmayan bu yasa maddelerine dayanarak SAS
Komandolarını beraat ettirmeye devam etmektedirler.
Mc
Cann ve diğerleri davasında Komisyon, İRA mensubu oldukları tespit edilerek
takibe alınan 3 Kuzey İrlanda ve aynı zamanda İngiliz vatandaşının, İngiliz SAS
Komandoları (Özel Hava Servisi) tarafından Cebelitarık'ta vurularak
öldürülmeleri ve sanıkların İngiliz Mahkemelerince beraat ettirilmeleri olayını
incelemiştir.
Olay
sonrası ölenlerin yakınları, güvenlik güçlerinin yargısız infaz yaptıklarından
yakınmışlardır. Komisyon, güvenlik güçlerinin görevlerini yaptıklarına,
işaretle, Sözleşmenin yaşama hakkına ilişkin 2. maddesinin ihlal edilmediği
sonucuna varmışsa da davanın daha sonra intikal ettirildiği Mahkeme Sözleşmenin
ihlal edildiğini tespit etmiştir.
Terör
suçu sanıklarına, İngiltere güvenlik kuvvetlerince yapılan uygulamalar, çağdaş
bir hukukçunun içine sindirebileceği nitelikte değildir.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesine, Kuzey İrlanda Hükümeti'nin, İngiltere aleyhine
açtığı ve aşağıda içeriğini açıkladığım davada, bu uygulamalar belgelenmiştir.
İrlanda
- İngiltere Davası (19 Ocak 1978)
Kuzey
İrlanda'daki olaylar nedeniyle Kuzey İrlanda Hükümeti 9 Ağustos 1971 tarihinde
yönetime, yargıç kararı aranması koşulunu kaldırarak tutuklama, gözaltına alma
ve bir yerde zorunlu olarak tutma yetkileri tanıdı. 30 Mart 1972 tarihinde ise
İngiltere otoriteleri yerel yönetimlerin yetkilerini devraldı. Resmi
açıklamalarda bu önlemlerin askeri amaçlı gizli bir örgüt olan İrlanda
Cumhuriyet Ordusu (IRA) mensuplarını hedef aldığı belirtildi. Bu arada taç
yanlısı (loyalistes) şiddet olayına karıştığından kuşkulanılan kişilere karşı
da bu önlemlerin uygulandığı görüldü. 16 Aralık 1971 tarihinde İrlanda Hükümeti
Birleşik Krallığın, Kuzey İrlanda'da AİHS'nin pek çok kuralını, bu arada
işkence ve kötü uygulama yasağını ihlal ettiği yolunda şikayette bulundu.
Komisyon ve Divanın bu konuda verdiği kararlar AİHS açısından kavrama
getirtilen bazı önlemli açıklamalar niteliğindedir.
Komisyon,
örnek olarak seçtiği olayları inceleyerek vardığı sonuçlarda, itiraf ve kanıt
sağlamak amacıyla sistemli bir biçimde ve bir arada yapılan beş kötü
uygulamanın AİHS'nin 3.maddesiyle yasaklanan "işkence ve kötü
uygulamalar" kapsamına girdiğini kabul etti.
"Beş
teknik" deyimiyle adlandırılan bu kötü uygulamalar, sorguya çekilen
kişilerin "çözülme"lerini sağlamak amacına yönelik, yön bulma ve
duyularını yitirmelerine yol açan "ileri" tekniklerden oluşmaktadır.
Bu uygulamalar özetle, ilgilinin başına örtü geçirilmesi, şiddetli ve sürekli
gürültüye maruz bırakılması, uykudan mahrum edilmesi, yiyecek kısıtlaması, ve
dar bir yerde duvara karşı ayakta durmaya zorlamaktır.
Komisyon
kararının bu uygulamaları AİHS'nin 3.maddesi kapsamında görmesi olumlu bir
yaklaşım olmakla birlikte, bunlardan yanlızca birinin tek başına uygulanmasının
işkencenin varlığını kabule yeterli sayılmaması, işkence veya kötü uygulama
sayılması için tümünün bir arada ve sürekli olarak yapılmasını araması
olumsuzdur. Başka bir deyişle işkence kavramının alanını daraltmaktadır.
Divanın
kararı da bir başka açıdan olumsuz niteliktedir.
Divan,
Komisyonun aksine söz konusu uygulamaların "kötü muamele"
sayılmalarına karşın, "işkence" kapsamında olmadığına karar
vermiştir. (Prof. Dr. Tekin AKILLIOĞLU, "İşkencenin, İnsanlık Dışı,
Aşağılayıcı, Zalimce Davranışların ve Cezaların Önlenmesi", Türkiye ve
Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü İnsan Hakları Yıllığı, 1988/1989, S.23.)
Temel
hak ve özgürlüklerin yasalar ile kısıtlanmasının veya zaman zaman ortadan
kaldırılmasının gerekçesini Alman Yasal Sistemi şu şekilde izah etmektedir:
(Terör
ile mücadeleye yönelik yasal düzenlemeler yapılırken, öncelikle bu mücadelenin
gerçek ihtiyaçları doğru tespit edilmeye çalışılmış ve bu ihtiyaçlar ve terörle
mücadelede hedefe ulaşmayı sağlayıcı yasal düzenlemeler getirilmiştir. Bu
yapılırken elbette kişilerin bir takım anayasal hak ve özgürlükleri kısıtlanmış
veya bazı hallerde tamamı ile askıya alınmıştır.
aa.
Terörizmin tehlikelerinden toplumu koruma gerekliliği kişisel özgürlüklerin
kaybından ve terör şüphelisi olan kişinin haklarından daha ağır basar.
bb.
Konu ile ilgili olarak verdiği bir kararda Alman Yüksek Mahkemesi; Alman
Anayasasının Alman Hükümetini, sadece vatandaşları kişisel olarak korumakla
değil, aynı zamanda Alman ulusunu bir bütün olarak korumakta yükümlü tuttuğunu
içtihat etmiştir. (Feyiz ERDOĞAN, Uluslararası Terörizm ve Terörizm ile İlgili
Alman Ceza Hukuku, Askeri Adalet Dergisi, Ocak/1994 S.41-49.)
"Militan
demokrasi" terimiyle nitelendirilebilecek bu yasal düzenlemeler, demokratik
ülkelerin Anayasal ve siyasi partilerle ilgili yasal düzenlemelerine de
yansımıştır. Doktrinde de baskın görüş : "militan demokrasi"
anlayışından asla vazgeçilmemesi gerektiği yolundadır.
Hele
bir ülke : 1- Ekonomik kalkınmasını tamamlayamamışsa, 2- Ekonomik kalkınmasını
tamamlamış olsa bile, o ülkede etnik farklılıklar ve mezhep farklılıktan varsa
ve farklılıklar ülkeyi bölmek isteyen iç ve dış mihraklarca kaşınıyorsa, 3- Bir
ülkede, terör eylemleri yaygınsa ve süreklilik kazanmışsa (bu durumda askeri
darbeler olmasa, iç harp çıkmasa dahi, vatandaşlar sandık başına gittiğinde,
Hitler ve Mussoiini örneğinde olduğu gibi, otoriter ve baskıcı bir rejim vaat
edenlerin partilerine daha çok oy vermektedirler) "militan demokrasi"
anlayışı benimsenmeden, sorunların üstesinden gelinemez.
Ülkelerinin
gerçeklerini ve sorunlarını bilen, sosyoloji ve siyasi tarihin ortaya koyduğu
bilimsel gerçekler üzerinde azda olsa düşünme fırsatı bulmuş iyi niyetli
aydınların aksini iddia edemeyecekleri kanısındayım.
"Militan
demokrasi" anlayışı ile ilgili olarak Başsavcılığımca, Refah Partisi ve
Demokratik Kitle Partisi ile ilgili olarak düzenlenen iddianame, esas hakkında
mütalâa ve sözlü açıklamalarda bazı bilgiler verilmeye çalışılmıştı.
Tekrarlardan kaçınmak için onlara değinmeyeceğim.
Ancak,
Doç. Dr. Fazıl SAĞLAM tarafından hazırlanan ve 1999 yılı Temmuz ayında
yayınlanan "Siyasal Partiler Hukukunun Güncel Sorunları" adlı kitapta
bu konuda yazılanlar, esas hakkında görüşümüzün bundan sonraki bölümüne ışık
tutar nitelikte olduğundan, o kitaptan bazı bölümleri yazmak zorunluluğu
duymaktayım :
(Federal
Almanya, siyasal partilere anayasal bir kurum olarak anayasasında ilk kez yer
veren ülkelerin başında gelmektedir. Siyasal partiler hukukunun İkinci Dünya
Savaşı'ndan sonraki gelişmesinde önemli bir rol oynayacak olan bu Anayasa'nın
21 .maddesi aynen şöyledir :
"Partiler,
halkın siyasal iradesinin oluşumuna katılırlar. Kuruluşları serbesttir. İç
düzenleri demokratik ilkelere uygun olmak zorundadır. Sahip oldukları maddi
araçların kaynağı ve kullanımı hakkında kamusal hesap vermekle yükümlüdürler.
Amaçlan
ve mensuplarının davranışlarıyla özgürlükçü demokratik temel düzeni ihlal
etmeye veya ortadan kaldırmaya veya Federal Alman Cumhuriyetinin varlığını
tehlikeye düşürmeye yönelen partiler Anayasa'ya aykırıdır. Anayasa'ya aykırılık
konusunda Federal Anayasa Mahkemesi karar verir.
Bu
çerçeve içinde diğer hususlar federal yasa ile düzenlenir"
Alman
Hukuku'nun siyasal partiler alanındaki asıl büyük önemi, değişik ölçülerde de
olsa birçok ülkenin yasama sürecini etkilemiş olmasıdır. Bu etki, kendisini
demokrasi anlayışında da göstermiştir.
Bonn
Anayasası'nın 21. maddesinin en önemli özelliği, militan demokrasi anlayışını
yansıtmasıdır. Alman Anayasa Mahkemesi bu anlayışı "streitbare Demokratie"
(mücadeleci, kavgacı demokrasi) terimi ile ifade etmektedir.
Almanya'da
siyasal partilerin demokrasi için taşıdığı vazgeçilmez önemi hukuk alanında
savunan, "partiler devleti" kavramını ortaya atan Gerhard LEIBHOLZ
bir makalesinde Bonn Anayasası'nın "militan demokrasi" anlayışım
benimsemiş olmasını şu görüşlerle desteklemektedir:
"Alman
Anayasası, 21.maddenin 2. fıkrasıyla Veimar Anayasası'nın yanlış bir özgürlük
anlayışıyla kendi zararına yol açacak biçimde gözden kaçırdığı bir düzenlemeyi
getirmiştir. Her anayasa gibi, liberal - demokrat bir anayasanın da
düşmanlarına karşı hukukun silahıyla kendisini koruma hakkına sahip olduğunda
kuşku yoktur. Hiçbir anayasadan, hele liberal bir hukuk devleti demokrasisi
öngören bir anayasadan, kendisini ortadan kaldıracak koşulları onaylaması ve
böylece intiharını yasallaştırması beklenemez. Liberal demokraside de özgürlük,
maddesiz, (substanslos) bir relativizmin ve nihilizmin görmek istediği gibi,
hukuksal bağlardan yoksun değildir. Böylesine yanlış anlaşılmış bir özgürlük,
önce özgürlüğün kendisini ve böylece özgürlükçü demokratik temel düzeni abes
bir noktaya ve sonunda yok olmaya götürür. Özgürlük, siyasal alanda da
keyfilikle özdeş değildir. Liberal bir demokraside de özgürlük, kendisine
siyasal açıdan işlerlik kazandıran varoluş temellerine bağlı olmayı şart kılar.
Bu bağlılığa değişmezlik sağlamak ve buna karşı olanları devlet düşmanı olarak
değerlendirmek liberal demokrasinin hakkıdır."
Büyük
hukukçu MANZİNİ'de :
(Her
halde açıktır ki, ister totaliter, ister liberal, ister demokratik, isterse
sosyalist vs.olsun, her devlet, işlevlerinin ve menfaatlerinin bilincindeyse,
varlığını, düzenini, faaliyetlerini etkili kılmak ve canlandırmak için, zorunlu
olan moral/ahlâki enerji bakımından tehlikeli görünen her şeye karşı kendini
korumak görev ve hakkına sahiptir) demiştir.
Yüzyılımızın
büyük düşünürü Karl POPER'in söylediği gibi, "demokrasi, karşılıklı
anlayış ve hoşgörünün hakim olduğu bir rejimdir. Ne var ki "hoşgörü"
çelişkili bir kavramdır. Sınırsız hoşgörü (tolerance). hoşgörüyü ortadan
kaldırır. Hoşgörü sahibi olmayanlara hoşgörü gösterilmesi, hoşgörülü bir
toplumun dayatmacılara karşı savunmasız bırakılması, hoşgörüsüyle birlikte,
hoşgörülü kişinin kendisini de yok eder.
Gerek
Alman Hukuk Öğretisi ve gerekse Federal Anayasa Mahkemesi içtihatları, militan
demokrasi anlayışı ile özgürlük, özellikle siyasal düşünce özgürlüğü arasındaki
riskli ilişkiyi, oldukça eleştirici bir gözle değerlendirmeye ve hassas bir
denge içinde tutmaya çalışmışlardır. Bu konuda HESSE'yi örnek olarak göstermek
doğru olur. s.10.
Bilindiği
gibi Almanya'da siyasal partilerin yasaklanmasına ilişkin hüküm, Federal
Anayasa Mahkemesi tarafından iki kez uygulanmıştır. 23 Ekim 1952 tarihinde
Sozialistische Reichspartei (SRP) (Sosyalist Devlet Partisi) ve en son 17
Ağustos 1956 tarihinde de Kommunistische Partei Deutschland (KPD) (Alman
Komünist Partisi)'nin kapatılmasına karar verilmiştir.
Bu
tarihten sonra Almanya'da parti yasağı konusunun gündeme gelmemiş olmasını
demokratik düzenin yerleşmesi ve kamu oyu ve geniş yığınlarca benimsenmesiyle
açıklamak mümkündür. Böyle bir ortamda düzen dışı (marjinal) parti ya da
akımların demokratik düzen için somut bir tehlike oluşturmaması parti yasağına
ilişkin Anayasa hükmünün harekete geçirilmesine gerek bırakmamıştır. S.11.
Parti
yasağı sorunu, özellikle ülkemiz bakımından güncelliğini sürekli koruyan bir
konudur. Başka ülkeler bakımından güncel önemi arka planda kalsa da bu sorun
"demokrasilerde parti yasağı yoktur" şeklinde yüzeysel söylemlerle
geçiştirilebilecek bir konu değildir. Bir kere parti yasağı sorununun
"militan demokrasi" anlayışının doğal bir yansıması olduğuna yukarıda
değinmiştik. Ancak parti yasağı, militan demokrasi anlayışının öngördüğü ölçüde
olmasa bile, klasik özgürlük anlayışının egemen olduğu toplumlarda da varlığını
hissettiren bir konudur. Bu ülkelerde, ya da militan demokrasi anlayışının
etkili olduğu bir çok ülkede parti yasağının güncel bir öneminin bulunmaması bu
sorunun, her çeşit hukuk düzeninde şu veya bu biçim ve ölçüde her zaman var
olduğu gerçeğini unutturmamalıdır. S.55.
İsrail'de,
Parlamentoya ilişkin temel Yasanın 7/a maddesinde 1985 yılında yapılan bir
değişiklikle seçime katılamayacak olan partilere ilişkin yeni bir hüküm
getirilmiştir:
"Aşağıdaki
partiler seçimlere katılamazlar: l) İsrail devletinin Yahudi halkının devleti
olduğunu inkar eden partiler ; 2) İsrail devletinin demokratik karakterini
inkar eden partiler ; 3) Irk ayırımını kışkırtan partiler."
İtalya'da
parti yasağı Anayasa'da dolaylı ve sınırlı bir biçimde düzenlenmiştir.
Anayasa'nın geçici XII. maddesi, kapatılmış bulunan Faşist Parti'nin herhangi
bir biçim altında yeniden açılmasını yasaklamaktadır. Bu yasakla ilgili olarak
ayrıca bir de 20.06.1952 tarih ve 645 sayılı bir uygulama yasası çıkarılmıştır.
Bu yasada "siyasal mücadelenin bir aracı olarak güç kullanmayı yüceltmek,
güç kullanma tehdidinde bulunmak veya güç kullanmak, Anayasa'da güvence altına
alman özgürlükleri bastırmak, demokrasiyi ve kurumlarını, mukavemet hareketinin
değerlerini karalamak, ırkçı politikalar geliştirmek veya adı geçen partiye
özgü olan ilke, olay ve yöntemleri yüceltmeye yönelik bir etkinlik yürütmek
veya Faşist görünüşte gösteriler yapmak suretiyle faşist partiye özgü
antidemokratik amaçların izlenmesi" yasaklanmaktadır.
Fransa'da
1901 tarihli Dernekler Yasası'nın 3.maddesinde öngörülen yasaklar partiler için
de geçerlidir. Bu maddeye göre, devletin ülke bütünlüğüne ve cumhuri devlet
biçimine zarar vermeyi amaçlayan dernekler batıldır. Bu durumdaki bir derneğin
feshine, üyelerinden birinin ya da savcının başvurusu üzerine Mahkemece
(Tribünal de grande instance) karar verilir.
Parti
yasağı bakımından bir başka önemli yasa 10 Ocak 1936 tarihli Savaş Grupları ve
Özel Milisler Hakkındaki Yasa'dır. (loi sur les grouppes de combat et les
milices privees). 1934 yılında radikal sağ gruplar tarafından yaratılan
huzursuzluklara karşı çıkarılan bu yasa, oldukça sık uygulanmıştır. Uygulama,
genelde parlamento dışı muhalefete yönelik olmakla birlikte istisnaen partileri
de hedef alabiliyor.
Aşağıda
yazılı örgütler bu yasaya dayanılarak kapatılmıştır, lifue daction franscaise
(1936), Parti national populaire (1936), Parti natianal breton (1936),
Mouvement yor le rriompfe deş libertes demokratiqfes '1954) Parti communiste
algerien (1955), Comite d'entente por l'Algerienc francaise (1961) Organisation
de l'armee secrete (1961) Service d'action civique (1982) Front de liberation
nationalede la Corse (1983) alliance revolutionnaire deş Carabies (1984),
FROMONT 1990, s.243.
Bu
yasanın 1 inci maddesi şöyledir :
Cumhurbaşkanının
Bakanlar Kuruluna danışarak alacağı kararla aşağıdaki dernek ve de facto savaş
grupları yasaklanabilir:
1.
Sokaklarda silahlı gösteri yürüyüşü düzenleyenler;
2.
Veya hükümetten izinli savunma hizmetine hazırlama derneği statüsünde
olmaksızın, askeri biçim ve örgüt düzeni dolayısıyla savaş birlikleri ve özel
milis niteliği taşıyanlar,
3.
veya ülkenin dokunulmazlığına ve cumhuri devlet biçimine saldırı amacı
taşıyanlar;
6.
Veya ayrım amacıyla bir kişiye ya da kişi grubuna karşı (nesli) menşei, bir
halka, ulusa veya dine mensup olması veya olmaması nedeniyle kin gütmeyi veya
güç kullanmayı tahrik eden veya böyle bir ayrımı haklı kılmaya veya teşvik
etmeye yönelik görüş ya da teoriler yayanlar"
11
Haziran 1979 tarihli İdari Usul Yasası'na göre böyle bir kararın gerekçeli
olması gerekiyor. Kapatma kararlarının yargısal denetimi Conceil d'Etafda
yapılıyor.
Kapatılan
siyasi örgütün üyelerinin toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkı ortadan
kalkmıyor. Ancak, bunların aynı örgütü yeniden kurmaları, 6 ay ile iki yıl
arası hapis ve 60 ile 18.000 Frank para cezasını gerektiren bir suç
oluşturmaktadır. S.58.
İspanya
Anayasası militan demokrasi anlayışını benimsemiş olmasına rağmen, parti
yasağına ilişkin bir hüküm içermemektedir. Parti yasağına ilişkin düzenlemeler
Partiler Yasası'nın 6. maddesinde yer alıyor. Bu maddeye göre bir partinin
yasaklanması ya da faaliyetlerinin durdurulması Mahkeme kararı ile ve ancak
aşağıdaki durumlarda mümkündür:
-
İspanya Ceza Yasası tarafından illegal örgüt olarak tanımlanmış bir durumun
ortaya çıkması;
-
Partinin örgütü ya da etkinliği ile antidemokratik bir tutum ve davranış içinde
olması. s.58.
Portekiz'de,
parti kapatmaya neden olan olgular şöyle belirlenmiştir: Parti amaçlarının
samimi olmaması veya kamu ahlakı veya düzenine ters düşmesi (ulusal bağımsızlık
ve Portekiz Devleti'nin birliği alanlarındaki Anayasa'da öngörülen engellerin
aşılması da dahil olmak üzere) parti amaçlarının sistemli olarak ve kamu ahlak
ve düzenine ters düşecek veya silahlı kuvvetlerin disiplinini bozacak biçimde
haksız araçlarla izlenmesi;
faşist
ideolojinin benimsenmesi. S.61.
Avusturya'da,
"Nasyonal Sosyalist Parti'nin Yasaklanmasına İlişkin Yasa" Anayasa
düzeyinde bir kural olup, Siyasal Partiler Yasası'nın 1. paragrafında yine anayasal
düzeyde öngörülmüş bulunan siyasal partilerin kuruluş özgürlüğüne getirilmiş
bir sınırlamadır. Bu yasanın 3/a maddesine göre, kanunen yasaklanmış bulunan
bir nasyonal sosyalist örgütü ayakta tutmaya veya yeniden kurmaya yönelik
girişimler yasaklanmıştır. Ayrıca aynı madde, bunun da ötesinde üyelerinin
nasyonal sosyalist anlamda faaliyeti ile Avusturya Cumhuriyeti'nin
bağımsızlığını yok etme veya kamu düzenini ve Cumhuriyetin yeniden inşasını
bozma amacı güden birliklerin kurulmasını da yasaklamaktadır. S.62.
Ayrıca,
yine Avusturya'da, herhangi bir resmî makam, kurulu bulunan veya kurulacak olan
yasak amaçlı partinin faaliyetleri ile ilgili olarak, o partinin tüzel
kişiliğini tanımamak hakkına sahiptir. Örneğin, tapu dairesi böyle bir partinin
tüzel kişiliğini reddederek parti adına gayrimenkul kaydı yapmayabilmekte,
telefon idaresi partiye telefon bağlantısı kurmayabilmekte, seçim kurulu da
böyle bir partinin seçimlere katılmasını önleyebilmektedir. Böyle bir engelleme
söz konusu olduğunda, tüzel kişiliği tanınmayan siyasi partinin, aleyhindeki
idari kararlara karşı, Anayasa Mahkemesine kadar uzanan bir yasal itiraz hakkı
bulunmaktadır.
Tüm
bu ülkelerde, partilere ilişkin yasağın uygulanması, hukusal nitelik yanında
daha büyük bir ağırlıkla siyasal bir nitelik taşımaktadır. Siyasal partiler,
siyasal yaşamın taşıyıcı unsurları olduğuna göre, bunlardan birinin devreden
çıkarılması, meşru bir hukuksal temele dayalı olsa bile, siyasal etkileri daha
ağır basan siyasal içerikli bir karardır. Bu nedenle karşılaştırma yapılan
ülkelerin çoğunda bu konuda açık bir çekingenlik gözlemlenmektedir. Ancak bu
ülkelerin hiçbirinde parti yasağına ilişkin yürürlükteki kuralların
kaldırılması yönünde bir eğilimin de bulunmadığına dikkati çekmek gerekir.
Bundan şu sonucu çıkarabiliriz. Ülkeler, özgürlükçü demokratik düzenin
yerleşikliği ve mevcut siyasal partilerin rejimle barışıklığı ölçüsünde ve
özellikle uygulama aşamasında parti yasağından uzak kalma eğilimi
gösteriyorlar. Ancak rejime yönelik tehdit ve tehlikelere karşı hukuksal
önlemleri hazır bulundurmaktan da geri durmuyorlar. Bu önlemlerin derecesi,
ülkelerde klasik ya da militan demokrasi anlayışının yaygınlığı ölçüsünde
değişiyor. Ancak, militan demokrasi anlayışının benimsenmediği ileri sürülen
ülkelerde dahi, somut bir tehdit ya da tehlikenin söz konusu olduğu dönemlerde
bu tür yasakların ortaya çıktığı, tehdit ve tehlike ortadan kalkmış gözükse
bile yasağın yürürlükte kaldığı, genel bir gözlem olarak kendini gösteriyor.
Yukarıdaki karşılaştırmada bunun somut örnekleri sergilenmiş bulunmaktadır.
Karşılaştırılan ülkelerde yasağa hiç yer vermeyen Yunanistan ve Japonya'da dahi
somut bir gereksinimin baş göstermesi halinde aynı sürece girileceği
kuşkusuzdur. Zaten Yunanistan'da yasağa dayanak oluşturacak anayasal bir hüküm
varlığı yanında, Japonya'da da dernek özgürlüğü çerçevesinde ölçülülük
ilkesiyle haklı kılınacak bir sınırlamanın tartışma konusu olmaması bu
yargımızı doğrulayan hukuksal verilerdir. s.72.
Birçok
ülkede siyasal partiler, anayasal düzenlemelerle belirli bir siyasal amaca
bağlı kılınmışlardır. Bu amaç, siyasal partilere özgürlükçü demokratik düzene
sadakat yükümlüğü getirmektedir. Ayrıca siyasal partilere dernek özgürlüğü
güvencesi dışında bir varlık tanımadığını ileri süren ülkelerde dahi,
partilerin kazandığı ayrıcalıklı statü, onlara tanınan özgürlüğün böyle bir
amaçsal bağdan soyutlanmasına imkan vermemektedir. İşte parti yasağı sorununun
düğüm noktasını burada aramak gerekir.
Bundan
şu sonuç çıkıyor. Demokrasi anlayışı militan olsun olmasın, her ülke kendi
varlığını ve rejimini tehdit eden siyasal parti ya da hareketleri, bu tehdit ya
da tehlike somutlaştığı ölçüde yasaklama eğilimine girer. Militan olan ve
olmayan demokrasi anlayışları arasında bu açıdan yalnızca bir söylem farkı, bir
derece farkı bulunmaktadır. Burada demokrasinin temel felsefesi açısından her
iki yaklaşım için de önemli olan, "özgürlüğün temel bir değer olarak
korunması ve yasağın bu temel değere hizmet ettiği ölçüde var olması ve
uygulanmasıdır. Bir ülke, bu hassas dengeyi koruyabildiği ölçüde demokrattır.
Bu açıdan bakıldığında bir ülkede salt yasağın varlığı o ülkenin demokratik
niteliğine halel getirmez. Yeter ki yasaklamanın boyutu, özgürlükçü demokratik
düzeni ve ülkenin varlığını koruma amacıyla ölçülü bir denge içinde tutulabilsin.
Bu dengenin korunmasında yalnızca devlete ya da kurulu düzenin partilerine
değil, kurulu düzene karşıt partilere de büyük bir sorumluluk düşmektedir.
İnsan hakları ve ona dayalı demokrasi, evrensel bir değer olduğunu büyük ölçüde
kanıtlamıştır. Öyle ki marjinal partiler bile bundan kendi amaçları yönünde
yararlanma şansına sahiptir. Yeter ki bu yöndeki mücadeleleri, oyunun temel
kuralları içinde kalsın, başka bir deyişle demokratik rejimin kendilerine
sağladığı haklar kötüye kullanılmasın. Bu temel koşullara uymaları kaydıyla
marjinal partilerin bile özgürlükçü demokratik bir düzende yasağa muhatap
olmaksızın demokratik yöntemlerle geniş bir siyasal alan bulmaları mümkündür.
Bu imkanı kullanmak yerine rejimi yıkma amacı güden ve bu amaca ulaşmak üzere demokrasinin
kendilerine sağladığı hakları kötüye kullanan ve gerektiğinde şiddete başvurma
hazırlığına yönelen partilerin, kendilerine yönelik bir yasağın varlığından ve
uygulanmasından yakınmaya hakları yoktur. S.74.
Türkiye'de
siyasal partiler hukukunun önündeki en büyük engel, siyasal partiler
yelpazesinde demokrasiyi içtenlikle benimsememiş partilerin yaygınlığıdır.
Ülkemizde bugün egemen olan siyasal kültürün sağlıklı bir demokrasinin
yerleşmesi için yeterince olgunlaşmış olduğunu söylemek güçtür. "Parti içi
demokrasinin yokluğu", "liderler sultası" gibi söylemlerin
yaygınlığı demokrasi kültüründeki eksikliğin bir göstergesidir. Partilere
egemen olan kadroların büyük bir çoğunluğu demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak
düşünmemekte, onu kendilerini siyasal iktidara götürmekle işlevini tamamlayacak
bir araç olarak görmektedir.
Ama
asıl tehlikelisi, rejimle barışık olmayan, Devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez
bütünlüğünü, üniter yapısını, laik düzenini tartışma konusu yapan kısa ya da
uzun vadede bu niteliklerde şu ya da bu ölçüde değişiklik yapmayı amaçlayan
partilerin siyasal partiler yelpazesinde küçümsenmeyecek bîr yer tutmasıdır. Bu
tür partilerin her somut olayda rejim pazarlığına yönelmesi, Türkiye'de
demokratik bir konsensüsün varlığını şüpheye düşürecek boyutlara varmıştır.
Oysa
böyle bir konsensüs ancak Cumhuriyet Anayasaları'nın ortak mirası olan temel
ilkelerde tam bir birliğin sağlanması ile mümkündür. Bu ilkeler, ulusal
egemenlik ve ulusal bütünlük kavramları ile birlikte insan haklarına dayalı, Atatürk
milliyetçiliği anlamında milli, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olarak
özetlenebilir. Çoğulcu demokrasi, ancak böyle bir temel üzerinde sağlanacak bir
uzlaşma ile yükselip gelişebilir. Demokrasi uzlaşmaya dayalı bir denge
rejimidir, ama temel ilkelerde görüş birliği içinde olmayan siyasal aktörlerin
günlük politikada uzlaşmaya dayalı çoğulcu bir denge kurmaları mümkün değildir.
Yukarıda
parti yasağı konusunda yaptığımız genel değerlendirmede de vurguladığımız gibi
bu dengenin korunmasında yalnızca devlete ya da kurulu düzenin partilerine
değil, kurulu düzene karşıt partilere de büyük bir sorumluluk düşmektedir.
İnsan hakları ve ona dayalı demokrasi, evrensel bir değer olduğunu büyük ölçüde
kanıtlamıştır, öyle ki marjinal partiler bile bundan kendi amaçları yönünde
yararlanma şansına sahiptir. Yeter ki bu yöndeki mücadeleleri, oyunun temel
kuralları içinde kalsın, başka bir deyişle demokratik rejimin kendilerine
sağladığı haklar kötüye kullanılmasın. Bu temel koşullara uymaları kaydıyla
marjinal partilerin bile özgürlükçü demokratik bir düzende yasağa muhatap
olmaksızın demokratik yöntemlerle geniş bir siyasal alan bulmaları mümkündür.
Bu imkanı kullanmak yerine rejimi yıkma amacı güden ve bu amaca ulaşmak üzere
demokrasinin kendilerine sağladığı hakları kötüye kullanan ve gerektiğinde
şiddete başvurma hazırlığına yönelen partilerin, kendilerine yönelik bir
yasağın varlığından ve uygulanmasından yakınmaya hakları yoktur. S.148.
Federal
Almanya Anayasası'nın 21. maddesinde yer alan hükmü, Türk Anayasası ile
karşılaştırmak konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Bilindiği
üzere Alman Anayasası'nın 21. maddesi "Amaçları ve mensuplarının
davranışlarıyla özgürlükçü demokratik temel düzeni ihlal etmeye veya ortadan
kaldırmaya veya Federal Alman Cumhuriyetini ve varlığını tehlikeye düşürmeye
yönelen partileri, anayasaya aykırı" olarak nitelemekte ve bu tür
partileri kapatma yetkisini Anayasa Mahkemesine vermektedir. Burada henüz somut
bir örneği ortaya çıkmadığı için üzerinde fazla durulmayan "Fedaral Alman
Cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürme" hükmüne dikkati çekmek
istiyoruz. Bu hüküm, siyasal partilerin yalnızca özgürlükçü demokratik temel
düzeni ihlal etmeye veya ortadan kaldırmaya yönelen partileri değil, Federal
Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmeye yönelen partileri de yasak kapsamına
almaktadır. Bu bağlamda devletin federal yapısının Alman Anayasasının 79/3.
maddesi uyarınca anayasanın değişmez hükümlerinden olduğunu da eklemek gerekir.
Bu durum, Alman Birliğinin geleneksel federatif yapısını üniter bir devlet
yapısına dönüştüren nasyonal sosyalist düzene bir tepkinin ifadesidir. Bu
nedenle Almanya'da federalizm özgürlükçü demokratik düzenin de bir güvencesi
olarak görülür.
Görülüyor
ki durum Türkiye'dekinin tam tersidir. Türkiye Cumhuriyeti üniter bir devlet
olarak kurulmuş, Cumhuriyet Anayasaları üniter bir yapıyı esas almıştır.
"Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü" ilkesi,
"millet egemenliği", "Atatürk Milliyetçiliğine bağlı
devlet" ilkeleri federatif bir yapıyı olanaksız kılmaktadır.
Ayrıca
1982 Anayasası, 3. maddesinde yer alan : "Türkiye Devleti ülkesi ve
milletiyle bölünmez bir bütündür" kuralına değişmez bir nitelik
kazandırmış, siyasal partilerin aynı ilkeye aykırı tüzük, program ve
eylemlerini temelli kapatma nedeni olarak düzenlemiştir.
Şu
halde nasıl ki Federal Almanya'da bir siyasal partinin devletin federal
yapısını değiştirip üniter bir yapı kurmak amacıyla Federal Cumhuriyetin
varlığını tehlikeye düşürmeye yönelmesi bir parti kapatma nedeniyse, Türkiye'de
bir siyasal partinin, federal bir devlet kurma amacıyla devletin üniter
yapısını tehlikeye düşürecek bir eylem içine girmesi de aynı şekilde bir parti
kapatma nedenidir. Bunun AİHS'nin 11.maddesiyle bağdaşmaz bir yönünün
bulunmaması gerekir. S.161.)
Doç.
Dr. Fazıl SAĞLAM'ın yukarıda ayrıntılarıyla açıkladığım görüşlerine aynen
katılıyoruz. Esasen Anayasa Mahkememizin bugüne kadar verdiği parti kapatma
kararları, bu görüşlere ve "militan demokrasi" anlayışına tamamen
uygundur. Sosyal gerçeklerimize ve Anayasamıza uygun bulunduğunda kuşku
bulunmayan bu kararlar, Anayasa Mahkememize gerçek bir saygınlık
kazandırmıştır.
B-
Anayasa Mahkememizi, istikrarlı, Anayasa ve yasalarımıza uygun çizgisinden
saptırmak için, anayasal düzenimizle hiçbir zaman barışık olmamış, devletimizin
kuruluş felsefesini benimsememiş, bir kısmı Sevr'i hortlatmaya çalışan iç ve
dış mihraklarla hoş karşılanamayacak ilişkiler içinde olduğu bilinen bazı
yazarlar ve sözde bilim adamları, hâkimlerimize ve savcılarımıza Anayasamızı ve
yürürlükteki yasalarımızı uygulatmamak için büyük bir gayret içine
girmişlerdir.
Özellikle,
Anayasamızın 90 ncı maddesinin son fıkrasındaki "usulüne göre yürürlüğe
konmuş milletlerarası anlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasa'ya
aykırılık iddiası İle Anayasa Mahkemesine başvurulamaz" hükmü ile,
"Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi"ni imzalamamız ve "İnsan
Hakları Avrupa Mahkemesi"nin yargı yetkisini kabul etmemiz öne sürülerek,
Anayasa Mahkememiz ve diğer mahkemelerimiz, Anayasamızı ve yasalarımızı uygulayamaz
hale getirilmek istenmektedir. Bu görüşlerin, giderek daha çok hukukçuyu
etkilediği de bilinmektedir.
Bu
nedenle, bu konu üzerinde ne kadar düşünsek ve tartışsak azdır. Çünkü başka
türlü doğruyu bulamayız.
Bu
konudaki görüşlerimizi, çeşitli vesilelerle Anayasa Mahkemesi üyeleri önünde
açıklamak fırsatını bulduk. Bunların hiçbirini tekrarlamadan, son iki yılda
açıklanmış yeni bilimsel görüşleri bilginize sunmakta yarar görüyorum.
a-
Son yılların en iyi araştırmacılarından biri olan Doç. Dr. Metin FEYZİOĞLU,
1998 yılında yayınlanan "Tanıklık ve Dürüst Muhakeme" adlı eserinde
(s.5-9) şöyle diyor:
(AİHS
ve Türkiye tarafından onaylanan ek protokollerinin acaba iç hukuktaki yeri
nedir' Bunlar Anayasa hükmü niteliğinde midir, yoksa sıradan kanun hükümleri midir'
Bilindiği üzere Anayasanın 90/5. maddesine göre"Usulüne göre yürürlüğe
konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında
Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz."
Görüldüğü gibi Anayasa, usulünce yürürlüğe konulmuş antlaşmaların kanun
hükmünde olduklarını kabul etmiştir. Acaba kanun hükmünde olmak ne anlama
gelmektedir' Bir normun kanun hükmünde olması, öncelikle, onun normlar
hiyerarşisinde kanunlarla aynı sırada olması demektir.
Kelsen'ın
normlar hiyerarşisi sistemine göre, her norm geçerliliğini, kendinden önceki
normdan ve sonuç olarak en tepedeki norm olan temel normdan alır.
Milletlerarası antlaşmalar da geçerliliklerini, Anayasadan almaktadır. Peki
geçerliliğini Anayasadan alan ve bu nedenle normlar hiyerarşisinde kanunlarla
aynı sırada bulunan bir milletlerarası antlaşma, gerçekten sıradan bir kanunla
aynı seviyede midir' Örneğin AİHS'nin her ferde yaşama hakkı tanıyan maddesi
ile yine örneğin Bankalar Kanunu'nun banka denetçilerini düzenleyen maddesine
aynı değeri vermek mümkün müdür' Bu soruya, hukuk tekniği açısından ve salt iç
hukuk çerçevesinde kalmak kaydıyla, olumlu cevap vermekten başka çare yoktur.
Bir
milletlerarası antlaşma hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa
Mahkemesi'ne (AYM) başvurulamıyor olması, onu, kanunların üzerinde bir mevkiye
yükseltmez. Bir hukuk normunun diğerinin üzerinde olabilmesi için, alttaki
normun, geçerliliğini, üstekinden alması zorunludur. Oysa yukarıda değindiğimiz
üzere, usulüne göre onaylanmış milletlerarası antlaşmalar, bir iç hukuk kuralı
olarak geçerliliklerini Anayasadan almaktadır. Gerçekten kanun koyucu,
Anayasa'ya aykırı olmamak şartıyla,herhangi bir milletlerarası antlaşmanın
istediği hükmünü, antlaşmayı ihlâl etmek pahasına, tek taraflı olarak kaldırabilir
veya değiştirebilir.
AYM
bir kanunun Anayasaya uygunluğunu denetlerken, AİHS'ni temel ölçü norm olarak
alabilecek midir' Buna, yine normativist-pozitivist pencereden bakıp olumlu
cevap vermek mümkün görünmemektedir. Çünkü, Anayasa Mahkemesinin görevi,
Anayasaya uygunluk denetimi yapmaktır. Monist görüşe göre milletlerarası hukuk,
iç hukukun üzerindedir, ama, AYM, milletlerarası hukuk tarafından kurulmamış ve
görevlendirilmemiştir. AYM'ni ilk elden kuran ve görevlendiren Anayasadır.
AYM'nin ulaşabildiği temel ölçü normlar, bizzat Anayasa tarafından, Anayasa ile
sınırlanmıştır. Devletin milletlerarası hukukun temel ilkesi olan ahde vefaya
aykırı davranması, Anayasa'ya aykırılık değil, onun üzerinde olan bir hukuk
kuralına aykırılıktır. AYM, normlar piramidinin Anayasadan yukarıdaki
basamaklarına çıkamaz. Anayasaya değil de ondan üst basamaklara aykırı iç hukuk
normlarının yaratılmasının müeyyideleri, milletlerarası hukuk tarafından
düzenlenir ve devletler ile milletlerarası kuruluşlarca yerine getirilir).
b-
Prof. Dr. Erdoğan TEZİÇ, 1998 yılında beşinci basısı yapılan "Anayasa
Hukuku" adlı eserinde şöyle demektedir (s.9) :
(Antlaşma
ile Anayasanın açıkça çatıştığı durumlarda, 1982 Anayasasına göre, Anayasa
Mahkemesi antlaşmayı değil, anayasayı uygulamak, sorunun nihai çözümünü
ulaslararası yargı yerlerine bırakmak durumundadır).
c-
Prof. Dr. Rona AYBAY. "Uluslararası Antlaşmalar Anayasa Üstü mü'"
başlıklı makalesinde (6.5.1998 tarihli Cumhuriyet Gazetesi) şöyle diyor :
(Kimi
hukukçular, onaylanmış antlaşmalarla ilgili olarak anayasaya aykırılık iddiası
ileri sürülmesi yolunun anayasayla kapatılmış olduğuna bakarak onaylanmış
uluslararası antlaşmaların kanunlardan daha üst düzeyde, giderek anayasa
düzeyinde olduğunu ileri sürüyorlar. Bu görüş antlaşmaların "anayasa
üstü" bir düzeyde olduğu sonucuna bile varabiliyor. Oysa anayasaya göre
onaylanmış uluslararası antlaşmalar "kanun hükmünde"dir. Anayasanın
bu hükmünün amacı, Türkiye'nin onayladığı antlaşmaların Türk yasalarına girmiş
olduğunu; Türk mahkemelerinde görülmekte olan davalarda Türk yasası imiş gibi
uygulanması gerektiğini belirtmektir.
Anayasanın,
uluslararası antlaşmaların "kanun hükmünde" olduğunu belirten
anlatımının hemen ardından, bu antlaşmalarla ilgili olarak Anayasa Mahkemesi'ne
başvurulması yolunu kapatan düzenlemesi, antlaşmaları "kanun üstü"
konuma getirmiştir, denebilir mi'
Kanımca,
buna olanak yoktur. Türk hukukunda, anayasaya aykırılığı ileri sürülerek
Anayasa Mahkemesi'ne başvurulamayacak başka "yasalar" da vardır.
Örneğin
12 Eylül döneminde "kanun" adı altında yapılmış düzenlemelerin
"anayasaya aykırılığı iddia edilemez" (1982 metni Geç.m.15), Kanımca
, bu anlatıma bakarak, bu tür kanunların öteki kanunlardan daha üst bir düzeyde
olduğu söylenemez. Bu "kanunların, yasama organınca değiştirilmesine ya da
yürürlükten kaldırılmasına bir engel yoktur. Bunun için, nitelikli çoğunluk da
gerekmez. Demek ki soruna bu açıdan bakıldığında, uluslararası antlaşmaların
"kanun-üstü" ya da "anayasa eşiti" bir düzeyde olduğu sonucuna
varılamaz.
Usulüne
göre yürürlüğe konulmuş bir uluslararası antlaşmayı kanun değerinde saymanın
doğal sonucu şudur : Antlaşmanın kapsadığı konulara ilişkin olaylarda, eski
kanunlarda antlaşmayla çelişen hükümler varsa; antlaşma o hükümlerin yerine
geçmiş olacaktır. Ancak bunun gerekçesi, antlaşmanın daha "üstün"
olması değil, daha yeni tarihli ve kanun gücünde olmasıdır. Konunun bir başka
yönü de şu soruyla ilgilidir. "TBMM'nin onaylanmış bir uluslararası
antlaşmayla çelişen bir kanun yapma yetkisi var mıdır'" Konuya Türk hukuku
açısından bakıldığında, bu soruya şöyle yanıt verilebilir. Türk Anayasa
hukukunun geleneklerine göre, yasama organının kanun yapma yetkisi konu
bakımından sınırsızdır. Onaylanmış bir antlaşmayla çelişen hükümler içeren bir
kanun yapmak da TBMM'nin yetkisi içindedir. Onaylanmış bir antlaşmayla çelişen
hükümler içeren kanun yapılması, uluslararası hukuk açısından
"istenilmeyen", "kabul edilemez" ve giderek devletin
uluslararası sorumluluğuna yol açabilecek bir durum olabilir. Ama bütün bunlar,
yasama organının kendi anayasasından almış olduğu kanun yapma iktidarını
(gücünü) ortadan kaldıramaz.
Her
hukuk kuralı gibi, antlaşmaların da, duruma uygun ve gerçekçi sonuçlar verecek
biçimde yorumlayıp uygulanması gerekir.
Buna
olanak bulunmayan durumlarda, yetkili ulusal organlar, uygun düzenlemeler
yapabilmelidirler. Türk Boğazlarına ilişkin olarak 1936 yılında yapılmış Montrö
Sözleşmesi ile ilgili uygulamalar bu konuda canlı bir örnektir. Günün ve
gecenin her saatinde, ticaret gemileri için tanınmış serbest geçiş hakkı, kötü
hava koşullan ya da köprü inşaatı gibi haklı nedenlerle kısıtlanabilmektedir.
Usa uygun ve gerçekçi sınırlar içinde kalan bu uygulamalar, hem İstanbul
kentinde yaşayan milyonların hem de geçiş yapan gemilerdeki insanların can ve
mal güvenliği için zorunludur.
Uluslararası
antlaşmalarla ilgili olarak yapılacak benzeri yasal düzenlemeler, gerçekçi
düzeyde kaldığı sürece, Türk diplomatlarının deneyimi ve becerisiyle uluslarası
forumlarda savunulabilir.
Uluslararası
antlaşmaların Türk hukukundaki yerini incelerken gözden kaçırılmaması gereken
önemli bir nokta vardır. Türkiye Cumhuriyeti, bir ulusal kurtuluş savaşı
sonunda kurulmuştur. Osmanlı Devleti'ne yabancı güçlerce yükletilen çeşitli
yakışıksız, giderek utanç verici antlaşmanın, Kurtuluş Savaşı'nın nedenleri
arasında önemli bir yeri olduğu unutulmamalıdır).
d- Doç. Dr. Fazıl SAĞLAM, yukarıda anılan eserinde, konu ile
ilgili olarak şöyle demektedir (S.152-154):
(Türk
hukuk düzeninde contra constitutionem bir yorumla AİHS'ne. yasalara veya Anayasa'ya
üstün bir yer tanımanın tutarlı bir açıklamasını yapmak mümkün değildir.
Anayasa'ya göre uluslararası antlaşmalar, -insan haklarıyla da ilgili olsalar-
yasa hükmündedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi'nin hem sonraki yasa ve hem de
özel yasa olması ve hem de Anayasa'nın 68/5 ve 69/1. maddelerinin somutlaşmış
bir düzenlemesi olması nedeniyle Siyasal Partiler Kanunu'nun 96/3. maddesini
ihmal etmesi mümkün değildir.
Bu
konuda öğretide gözlemlenen tedirginlik ve çözüm arayışının temelde haklı
yanları olduğu söylenebilir. Ancak öğretinin bir kısmının benimsediği çözümleri
sağlamak için AlHS'nin yasalara ya da Anayasa'ya üstünlüğü tezini savunmak
hukuk dogmatiği bakımından yanlış olduğu gibi, hukuk politikası bakımından da
zorunlu değildir. Çünkü özellikle AİH Komisyonu'na bireysel başvuru hakkını ve
AİH Divanının yargı yetkisini zorunlu olarak tanıyan ülkeler açısından
AİHS'nin, Anayasa dahil olmak üzere iç hukuku dolaylı bir biçimde etkilemesi
kaçınılmaz bir sonuçtur. Ancak bu etkileme, "AİHS'nin iç hukuka olan
üstünlüğü"nün bir sonucu olmayıp, bir yandan yargı organları arasındaki
doğal etkileşimin, öte yandan uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerin bir
ürünüdür.
AİH
Komisyonu'na bireysel başvuru hakkının tanınması ve AİHM'nin yargı yetkisinin
kabul edilmesi ve taraf ülkelerin bu Mahkemenin kararlarına uymayı taahhüt
etmiş olmaları (m.50 ve 53), yukarıda açıklanan etkileşimi AİHM'den ulusal
yargı yerlerine doğru artıran bir etkendir. Ama bunun ülkemizin iç hukuku
açısından "AİHS'nin üstünlüğü" ya da "AİHM kararlarının doğrudan
etkisi" ile bir ilgisi yoktur.
Böyle
bir "üstünlük" ya da "doğrudan etki ilişkisi" kurulamaz mı'
Elbette kurulabilir. Nitekim bazı ülkeler iç hukuklarında buna yönelik adımlar
atmışlardır. Örneğin Hollanda ve Avusturya AİHS'ne anayasal değer tanıyan
ülkelerdir. Bunun gibi Fransa, Yunanistan ve Portekiz gibi ülkeler de AİHS'ne
yasaların üstünde bir değer tanımaktadır. Bazı ülkelerin AİHM kararını bir
yargılamanın yenilenmesi (Lüksenburg, İsviçre Apenzell-Ausserhoden kantonu)
veya temyiz nedeni (İsviçre) olarak benimsemeleri, AİHM kararlarının iç hukuk
üzerinde doğrudan etkisi yönünde atılan adımlara örnek olarak gösterilebilir.
Ancak iç hukukumuzda henüz bu yönde bir gelişme yoktur.
AİHS'nin
11.Protokolün yürürlüğe girmesinden sonra geçerli olan şekliyle 46/1. maddesi,
taraf devletlere "AİHM son kararlarına uyma yükümlülüğü"nü
getirmektedir. Bu madde AİHS'nin eski metnindeki 53. maddesine tekabül
etmektedir. Taraf ülkeler için öngörülen yükümlülük bakımından eski ve yeni
metin arasında bir fark yoktur. Bu bağlamda AİHM kararlarının iç hukuk
düzeninde tesis edilen bir kamu gücü işlemini doğrudan kaldırma sonucunu
doğurmayacağı tartışmasızdır. Bu husus 41. maddenin (eski 50. maddenin)
anlamından çıkarılmaktadır. Zira 41. maddede öngörülen tazminat, ilgili tarafın
iç hukukunun (AİHM tarafından AİHS hükümlerine aykırı bulunan) karar veya
tedbirin sonuçlarını "ancak kısmen gidermeye elverişli olması"
koşuluna bağlı tutulmuştur. Şu halde öncelikle geçerli olan iç hukuk
düzenlemesidir. Bu düzenleme yetersiz olursa tazminata hükmedilecektir. Buradan
da anlaşılıyor ki, AİHM'nin kararlarının kapsamı, sözleşmeye aykırılığın
tesbiti ve 41. madde uyarınca bir tazminata hükmedilmesi ile sınırlıdır).
e-
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarına körü körüne uymanın, başka bir
deyişle, Anayasa Mahkememizin ve diğer mahkemelerin haklı, millî
menfaatlerimize ve Anayasamıza uygun olup olmadığına bakmaksızın sözkonusu
mahkemenin içtihatlarına uygun karar üretmesinin sonuçları ne olur '
Yıllarca
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde savunmalarımızı hazırlamaya çalışan, Marmara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Uluslararası Hukuk Bölümü Öğretim Üyelerinden
Prof. Dr. Aslan GÜNDÜZ, Yeni Türkiye Dergisinde yayınlanan bir makalesinde
(Temmuz/Ağustos, 1998, S.1367) şöyle diyor :
(Önemli
sonuçları olabilecek bir başka karar ise, 25 Mayıs 1998'de, İnsan Hakları
Mahkemesinin bu defa Sosyalist Parti davasında Anayasamız ve devlet
sistemimizle ilgili olarak verdiği karardır. Bu defa ki karar yenilir yutulur
cinsinden olmayan ifadeler taşımaktadır. Türkiye'nin bu kararla ihsas edilen
düzeni kabul edip edemeyeceğini bilmiyoruz. Daha doğrusu bu konuda kimin hangi
kararı alacağını da bilmiyoruz. Ama şurası bir gerçektir ki Mahkeme Atatürk'le
kurulan Cumhuriyet'in temellerini sarsabilecek önerilere yeşil ışık yakmış
görünmektedir. Etkili Türk kamuoyunun bunu bildiğini sanmıyoruz. Sorun,
kamuoyundan sanki saklanmaktadır. Eğer durum böyleyse, bunun kaçınılmaz sonuca
hiçbir olumlu bir etkisi olmayacaktır.
Mahkemenin
kararı, Türkiye'nin tartışılmaz devlet yapısını, üniterliğini, resmi dilini,
bayrağını, tartışma konusu yapan, etnik bir esasa göre değişmesini isteyen
SP.'nin resmi yayınlarını ve yetkililerinin konuşmalarını sözleşmeye uygun
bulmakta ve Anayasamızın ilgili hükümlerini ve Anayasa Mahkemesi'nin bu
konudaki kararını ve devletin yapısını örtülü bir şekilde demokrasiye ve
sonuçta AİHS'ne aykırı bulunmaktadır.
Olayların
cereyan ettiği mekandan soyut bir şekilde davayı ele alan Mahkeme, SP
yöneticisinin sözlerinde samimi olmayabileceğini kabul ediyor ama onları
yalanlayacak somut kanıt olmadığı için onları doğru kabul ediyor. Ancak, aynı
şekilde olaylara Strazburg'daki hakimlerden daha yakın olan milli makamların,
bu arada Anayasa Mahkemesinin milli birlik için gördüğü tehlikeyi neden doğru
olarak kabul etmediği doğrusu kuşkuya yer veriyor. Kanın döküldüğü bir yerde
bir partinin giderek oradakilere "ey ahali sizin hakkınız aslında yeniyor.
Devlet kurma hakkınız var. Ayrılma hakkınız var. Bunlar inkar ediliyor... Bu
devlet de sizin değildir" gibisinden bir program ve söylemle ortaya
çıkarsa bunun barışa katkısı olmayacaktır. Bu gibi bir ifade özgürlüğünü
sözleşme korumamaktadır ve korumamalıdır.
Strazburg'daki
Mahkemenin self-determinasyon konusunda kararlar vermeye yetkisi yoktur. Bu
davada yaptığı değerlendirmede olayları ve sonuçlarını hiç de iyi düşünmediği
açıktır. Bu dava Türkiye'nin devlet yapısını tarihinin en kanlı terör
olaylarının yaşandığı bir sırada sorgulayan ve silahla bir yerlere varmaya
çalışan gruplara cesaret vermeye müsait bir karardır. Bu karar İngiltere'ye
karşı verilemezdi. Almanya'ya karşı verilemezdi. Fransa'ya karşı verilemezdi.
Ama bize karşı verildi.
Şimdi
Türkiye'nin geldiği nokta ilginç bir nokta. Eğer bu Mahkemenin kararlarına
tümüyle uyarsa, sonunda Kemalist devlet yapısı dahil olmak üzere Anayasada
yazılı olan birçok şeyi değiştirmesi gerekecektir. Bu sessiz sedasız bir
şekilde ve Mahkeme vasıtası ile İDEOLOJİSİZ BİR ANAYASA benimsemek anlamına
gelir. Bu haliyle devlet bir arada tutulabilir mi' Onu bilemiyoruz).
f-
Bizim gibi üniter bir devlet olan Fransa yüksek mahkemelerinin benzer
konulardaki tutumu, gerçekten bir vatanseverlik örneğindir. İki örnek vermek
istiyorum:
aa-
1991 yılında Fransa Millet Meclisi, Korsika'yla ilgili bir yasa maddesi kabul
etti. Madde aynen şöyle idi : < Fransız Cumhuriyeti, Fransız halkının bir
birleşim öğesi niteliğiyle tarihi ve kültürel topluluk oluşturan Korsika
halkını, kendi kültürel benliğini muhafaza etmek ve kendisine özgü iktisadi ve
sosyal çıkarlarını savunmak haklarını teminat altına alır. Ada olmak niteliğine
bağlı bu haklar, milli birliğe saygı, Anayasanın, Cumhuriyet Kanunlarının ve
işbu statünün çizdiği çerçeve içinde kullanır). Masum görünen bu maddeyi dahi
FRANSIZ ADALET DİVANI, "Cumhuriyet tekdir ve bölünemez" kuralına
aykırı bularak iptal etmiştir.
bb-
Şu sıralarda Fransa'da ilginç bir tartışma var. Konu "Avrupa Bölgesel ve
Azınlık Dilleri Şartı".
Bu
konuda, Avrupa Konseyi'nin üyelerinin 12'si, 5 Kasım 1992'de şartı imzaladılar.
Aralarından 7'si de bunu parlamentolarından geçirdi.
Ama
Fransa'da işler biraz karıştı. Özetleyerek anlatalım. Jospin hükümetinin
bölgesel ve azınlık dilleri konusunda hazırladığı metni Cumhurbaşkanı Chirac
Anayasa Mahkemesi'ne götürdü 20 Mayıs'ta, Yüksek Mahkeme ya da Fransa'daki
deyimiyle Anayasa Konseyi 16 Haziran'da kararını açıkladı. AK Anlaşması, 1958
tarihli Fransız Anayasası'na aykırıydı. Chirac bunun üzerine Anayasa
Mahkemesi'nin reddettiği bir metne yandaş olamayacağını açıkladı.
Anayasa
değişikliği konusu gündeme gelince de Sosyalist Parti'nin sol kanadından Jean
Pierre Chevenement, "bu anlaşmanın uygulanması halinde Fransa'nın
parçalanacağını ileri sürerek" karşı çıktı. (Ali SİRMEN, Onlar Ki Herkese
Verirler Talkımı, Cumhuriyet Gazetesi, 2.7.1999.)
Sosyalist
Başbakan Lionel Jospin şimdi, ülke anayasasını bu belge ile uyumlu hale
getirmek için çabalıyor. Ancak karşısında Cumhurbaşkanı Jacpues Chirac duruyor.
Chirac'ın sözcüsü konu ile ilgili olarak önceki gün bir açıklama yaparak,
"cumhuriyetimizin temel ilkelerini ihlal edeceğinden Cumhurbaşkanı bu
anayasa değişikliğine karşıdır" diye açıklama yaptı.
Fransa'da
bu değişikliğe karşı çıkanlar, ülkedeki azınlık dillerinin Fransızca ile aynı
statü kazanmasını istemiyorlar. Ülkenin önde gelen Gaulist politikacılarından
Charles Pasqua daha net konuşarak, "bu anayasa değişikliğinin Fransa'nın
ulusal bütünlüğünü tehlikeye düşüreceğini" söylüyor.
Konu
aynı zamanda Jospin hükümetinde de görüş ayrılıklarına yol açmış bulunuyor.
İçişleri Bakanı Pierre Chevenement, "Fransa'yı Balkanlaştıracağı
için" bu değişikliğe karşı olduğunu belirtiyor.
Gözlemciler
bu değişikliğe karşı olanların Bask, Katalan veya Gaskon gibi dilleri konuşan
azınlıklardan çok Alsace'da yaşayan 2 milyon nüfuslu Alman azınlıktan
çekindiklerini belirtiyorlar. Alsace'ın iki dünya savaşında oynadığı rolü
bilenler için bu endişe şaşılacak bir şey değil.
Azınlık
dillerinin sorun yaratığı bir diğer ülke ise Amerika Birleşik Devletleri.
Kaliforniyalıların yüzde 61'i, 2 Haziran 1998 tarihinde yapılan bir
referandumla, 227 sayılı tasarıyı kabul ederek eyalet içinde eğitimin sadece
İngilizce dilinde yapılmasını sağladılar. Üstelik de, federal hükümet adına
konuşan Başkan Bili Clinton'un muhalefetine rağmen. Oysa eğitim, eyalete akın
eden milyonlarca Hispanik göçmenin dil sorunu gözetilerek daha önce İspanyol
dilinde de veriliyordu.
Başta
Vali Pete Wilson olmak üzere, bu tasarının geçmesi için seferber olanlar,
yürüttükleri başarılı kampanyalarını, "İngilizce bilmeyen nesiller
yetişiyor ve bu yüzden dilimiz, kültürümüz elden gidiyor" argümanı üzerinde
kurmuşlardı. (SEMİH İDİZ, Azınlık Diller Sorunu, Star Gazetesi 26.6.1999.)
C-
Burada çok önemli bir hususa değinmek istiyorum.
Sonradan
Dışişleri Bakanlığımızı da yapan bir politikacı yazarımız, terör eylemleri
ülkemizde ilk başlığında "Güzel Huzursuzluk" başlıklı bir makale
yazmıştı. Sonradan çıkardığı kitaba da bu ismi vermişti. Şöyle diyordu bu
makalede sayın yazar : "Bir tek bombayla yüz binlerin öldürülebildiği bir
uygarlık düzeyinde, şiddet eylemleri denen şeyler olsa olsa çatapat eğlencesi
sayılabilir."
İnsanlık
tarihinin muhakkak ki en acımasız terör örgütü olan PKK'nın eylemleri aralıksız
sürerken Türk medyasının köşe başlarını tutmuş yazarlarının, aydınlarımızın
önemli bir kısmının terör olgusuna yaklaşımı pek farklı değil. Sanki görevleri
terörü mazur göstermek.
Aslında
bunların tüm sorunlarımıza yaklaşımları farklı olmamıştır, hep "Batı"
dan, "Bilim"den, "çağdaşlık"tan sözederler. Ancak, bir tek
sorunun dahi bilimsel analizini doğru dürüst yapabildikleri görülmemiştir.
Sorunlara
daima ütopik ve kolay çözüm yolları aramak, popülizm, hiçbir zaman gerçekçi
olmamak; ekonomik, kültürel, sosyal farklılıkları gözönünde tutmaksızın, başka
bir deyişle, adeta sosyoloji bilimini inkâr ederek, her ülkenin sorunlarına, o
günün modasına uygun benzer reçeteler önermek, taklitçiliği bilimsellik sanmak
temel özellikleri.
Kısa
bir süre öncesine kadar "gerçek demokrasi, marksist demokrasidir"
diyerek Anayasal düzenimize karşı silahlı eylem yapmaları için gençlerimizi
kışkırtanlar, dini esaslara dayanan bir devlet düzeni kurabilmek için
"Adil Düzen" safsatasını yaymaya çalışanlar, eli kanlı bölücülerin
paralı veya parasız savunuculuğunu üstlenenler el ele vermişler, hep birlikte,
her sorunumuza aynı reçeteyi öneriyorlar ve giderek daha etkili oluyorlar.
Özellikle
vurguladıkları şunlardır:
Sınırsız
düşünce ve örgütlenme özgürlüğü her derde devadır. Bir sağlansa, ülkemizde
bölücü eylemler de, irticai faaliyetler de taban bulamaz, teröristler
eylemlerinden vazgeçerler. Çoğunluğun her kararına boyun eğmek demokrasinin
gereğidir. Zaten Atatürk bugün yaşasaydı, 1930'larda olduğu gibi bunların
üzerine gitmezdi. Müstemleke idarelerinden daha fazla Avrupa'nın sesine kulak
verelim. Onlar bizim demokratikleşmemizi, çağdaşlaşmamızı bizden çok
istiyorlar. Globalleşen Dünyaya ancak böyle ayak uydurulur...
Halkımızın
çağdaş ve dinamik kesimi ile, sayıları giderek azalmakta da olsa gerçek
aydınlarımız, "bölücü eylemler"in ve "irtica" tehlikesinin
sağlığında olduğundan kat be kat arttığı bugünün Türkiye'sinde yaşasaydı,
Atatürk'ün neler yapacağını çok iyi biliyorlar. Ona ve eserine yeterince sahip
çıkamamanın utancını yaşıyorlar.
Aslında
"Düşünce suç olmaktan çıkarılmalıdır" sloganının ardı ardına ve koro
halinde tekrarlanmasıyla istenen, irtica ve süreklilik kazanan bölücü eylemler "açık
ve somut tehlike" oluşturmaya devam ederken, her gün en az bir erimiz
şehit edilirken, "ülke bütünlüğünü hedef alan yazıları ve sözlü
propaganda"nın, "Halkı ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı
gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik"in serbest bırakılmasıdır.
Acaba,
iddia edildiği gibi, çağdaş demokrasilerde düşünceyi açıklama hürriyeti
sınırsız mı' Dünya tarihinde, teröristlere ve yandaşlarına propaganda ve
örgütlenme özgürlüğü tanıyarak terörü önleyebilmiş ülke var mı' Her iki soruya
da verilebilecek doğru cevap : "Kesinlikle hayır"dır.
Birkaç
örnek üzerinde düşünmek dahi, düşüncelerimizin haklılığını ortaya koyacaktır
sanıyorum.
Eski
tarihlere gidersek, örnek çok. Hitler ve Mussolini, İtalya ve Almanya'da
demokratik ortam, düşünceyi açıklama ve örgütlenme hürriyeti olmadığı için
değil, onların yaptırdıkları propagandalar ve terör eylemleri önlenemediği için
iktidar olup, Avrupa'yı kana bulamışlardır. Akıllı insanlar ve iyi yönetilen
devletler başkalarının hatalarından, akılsız insanlar ve kötü yönetilen
devletler kendi hatalarından ders alırlar. Bizim aydınlarımız ne başkalarının,
nede kendi hatalarından ders almasını biliyorlar. Faturasını da genellikte iyi
niyetli Türk gençlerine ödettiriyorlar.
Pek
çok ülkenin komünizm trajedisini yaşamasının nedenlerini de hepimiz biliyoruz.
Bunların detayına girmeyeceğim. Vereceğim örnekler 90'lı yıllardan ve en
demokratik ülkelere ilişkin olacak.
Bilindiği
gibi, düşünce özgürlüğü ile bağdaşmayan hallerin başında "sansür"
uygulamaları gelir.
Kuzey
İrlanda'da 1971-1994 yılları arasında, terör olayları ile bağlantılı olarak
radyo ve televizyona yayın yasağı konulmuştur. Aynı yasak, 1988-1994 yılları
arasında bütün İngiltere'de uygulanmıştır.
İngiliz
basını ise bu dönemde, örnek bir sorumluluk duygusu sergilemiş ve terörle
bağlantılı olarak toplumda karmaşa, galeyan ve heyecan uyandırıcı yayınlar
yapmaktan özenle kaçınmıştır. Halen bu ülkede, suçu destekleyen ve devlet
otoritesini tahribe yönelik yayınlar yapılması yasaktır.
Örneğin,
İngiltere'de televizyonda Nelson Mandela ile yapılan bir görüşmeye yayın yasağı
konulmuştur. Bu görüşmede, Mandela şu sözleri söylemiştir :"IRA, kendi
mukadderatını belirlemek üzere kurtuluş mücadelesi yapmaktadır. Onlar yabancı
bir devlet olan İngiltere'nin sömürgesinden kurtulmak istemektedirler. Biz
sömürgeciliğin her türüne karşıyız. Buna karşı mücadele edenleri
destekliyoruz."
İngiltere'de,
son yıllara gelinceye kadar uygulanan nın kapsamının anlaşılabilmesi için,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine, İngiltere aleyhine açılan bir davaya
değineceğim :
BETTY
PURCEL VE ARKADAŞLARI DAVASI (NO;89/15404) :
(Bayan
Betty Purcel ve 16 arkadaşı TV veya radyo gazetecisi olup Ulusal Gazeteciler
Birliği ve Sınai Meslek Hizmetleri Teknik Birliği adlı iki sendika üyesidirler.
Şikayetçiler
1960 tarihli Radyo İdaresi Kanunu'nun 31. maddesinde yapılan değişiklikle ifade
özgürlüğü hakkının kısıtlandığını öne sürmektedir.
Buna
göre, Bakan emriyle suç övücü yada Devlet otoritesini zayıflatıcı bulunan
yayınların yasaklanması öngörülmektedir.
Yayın
yasağı 12 ay yürürlükte kalabilmekte ve İrlanda Parlamentosu kararıyla
uzatılabilmektedir.
1989
tarihli Bakan kararı ite yasaklanan yayın konuları şöyle idi:
IRA,
Sinn Fein, Repuhiican Sinn Fein, Ulster Defence Association, Irish National
Liberation Army (INLA) adlı örgütlere ilişkin her türlü yayın yasaktır.
Kuzey
İrlanda'da yürürlükte bulunan 1978 tarihli kanun uyarınca yasaklanan her türlü
örgüt hakkındaki yayınlar da yasaktır.
Bir
siyasi partiye ayrılmış olup da Sinn Fein veya Republican Sinn Fein adlı
örgütler hesabına veya onlarca gerçekleştirilen veya onları destekleyen, teşvik
eden öven yayınlar da yasaktır.
Sinn
Fein ve Republican Sinn Fein'i temsil eden veya o iddiada bulunan kişilerin
bulunduğu her türlü yayın yasaktır.
Komisyona
adı geçenlerin ifade hürriyeti ve bilgilendirme hakkı adına yaptıkları
başvurular, sınırlamaların demokratik bir toplumda terörle mücadele için
zorunlu tedbir niteliği ortaya konulduğu gerekçesiyle Komisyon tarafından
dayanaktan yoksun bulunmuştur. (Prof. Dr. Tekin AKILLIOĞLU, Terör ve İnsan
Hakları, İnsan Hakları Merkezi Dergisi, 1995/Kasım, s.18-28).
Terörle
ilgili yayın yasağının beşinci yılında (1993) süren tartışmalara cevap veren
Kültür Bakanı PETER BROKE, "terör örgütleriyle onların taraftarlarının
hâlâ silahlı mücadeleyi ve adam öldürmeyi meşru siyasî araç olarak gördüğü bir
ortamda, söz konusu yayın yasağını kaldırmayı düşünemeyeceklerini; Muhafazakar
Hükümet olarak, teröristlerin ve yandaşlarının, demokrasiye saygılı insanlarla
aynı yayın haklarından yararlanmaması ilkesinin kamuoyunda hâlâ esaslı destek
gördüğüne inandıklarını" belirtmiştir. (Entellektüel Bakış, Terör/Medya ve
Sansür İngiltere'de Ne Durumda', Sabah Gazetesi, 21.10.1993.)
Bu
yaklaşım demokratik bulunmayarak eleştirilebilir. Jery Robin "Do it"
adlı eserinde "Bir renkli televizyon aleti olmadan ihtilalci olmazsınız, o
bir tabanca kadar elzemdir" diyor. Berlin polis şeflerinden Klaus Türner
"terörizm, kitle medyasının, gazetelerin, radyo ve televizyonun
suikastlere verdiği aleniyet olmadan tasavvur edilemez. Medya ile teröristler
arasında zımni bir ittifak var gibidir. Teröristler kitle medyasına yeni
okuyucu ve dinleyici kitlesi kazandıran ilginç bir malzeme sağlamaktadırlar.
Buna karşı kitle medyası da kamuoyunun teröristleri ciddiye alması için
ihtiyaçları olan aleniyeti sağlamaktadır" diyor. Avrupa Konseyinin kabul
ettiği 852 numaralı tavsiye kararının 10 ncu paragrafında teröristlerin
eylemlerini anlatan medyalar halkın enformasyon hakkı ile eylemlerine
haketmedikleri bir aleniyet sağlayarak teröristlere yardımdan kaçınma gereği
arasında adil bir denge kurmak için bir oto kontrol kurmak mecburiyetini
gözözüne almalıdırlar" diyor. Kanada Ceza Yasası'nın 281 nci maddesi,
Federal Almanya Ceza Yasasının 131 nci maddesi, İspanya'da Tedhişçiliğe Karşı
Kararname'nin 4. ve 19 ncu maddeleri, şiddet hareketlerini yüceltici, tedhiş
gruplarını tahrik edici ve devlet düzenini yıkıcı hareketlerin yayımlanmasını
belirli kurallara bağlamıştır. Ülkemde ise maalesef televizyon kanallarından
çoğu bu kuralların hiç birine uymuyor. Nerede ise PKK lideri Abdullah ÖCALAN'ın
günlük emirlerini yayınlayacaklar, bu gidişe dur diyebilecek maalesef bir
otorite de yok. Avrupa 'da yasalar böyle iken, uygulamalar böyle iken, sık sık
Türkiye'ye imzaladığı milletlerarası sözleşmeler uymuyor diye baskı yapılmaya
çalışılıyor. Bu sözleşmeleri bir tek Türkiye mi imzaladı' Bu tür sözleşmelerin
gereğini en çok yerine getiren ülke biziz, en çok da biz eleştiriliyoruz.
1989
tarihli "İNGİLTERE TERÖRLE MÜCADELE KANUNU"nda düşünceyi açıklama ve
eylem özgürlüğü bakımından, bizim "Terörle Mücadele Kanunu"muza göre
çok daha kısıtlayıcı ve daha ağır cezalar içeren hükümler bulunmaktadır.
Söz
konusu Kanunun bazı maddelerini bilgilerinize arz ediyorum :
1989
TARİHLİ
İNGİLTERE
TERÖRLE MÜCADELE KANUNU
(İLGİLİ
HÜKÜMLER)
TEMEL
SUÇLAR
BÖLÜM
1
KISIM
2:
Her
kim 3 veya daha fazla kişiden müteşekkil ve ...'yi desteklemek için
düzenlediğini bildiği bir toplantıya
a)
Üye olarak katılır veya katıldığını açıklar,
b)
Tahrik eder veya destek sağlar,
c)
Düzenler yardım eder veya ilan ederse 10 YİL HAPİS CEZASI verilir.
KISIM
3:
Her
kim halkın toplu bulunduğu yerlerde kendisinin üyesi/destekleyicisi olduğunu
belli edecek şekilde,
a)
Elbise vb. bir şey giyer ya da,
b)
Müzik çalmak pankart taşımak vb. faaliyetlerde bulunursa ASGARİ 6 AY HAPİS
CEZASI verilir.
BÖLÜM
II
KISIM
8:
1)
Her kim adına tahdit konulduktan hemen sonra ya da adına tahdit konulmasını
icap ettirecek yeterli kanıt hasıl olduğu anda tahdide uymaz ise, yeri
değiştirilir.
2)
Her Kim Büyük Britanya, İngiltere ve Kuzey İrlanda'ya limandan tahditli
olduğunu bildiği veya şüphelendiği bir şahsı sokarsa ya da yardımcı olursa,
5
YIL HAPİS CEZASI verilir.
BÖLÜM
III
KISIM
9:
Her
kim terörizm ilgili faaliyetlerde kullanılmak üzere;
1)
a- Para veya diğer mallardan toplamaya çalışır,
b-
Para veya diğer malları kabul eder,
2)
Para veya diğer malları ile yardımda bulunursa 14 YIL HAPİS CEZASI verilir.
KISIM
10:
Her
kim yasaklanmış bir faaliyet (Kuzey İrlanda'da yasaklanmış faaliyetler dahil)
için;
1)
a- Yardım toplar, toplanmasına çalışır,
b-
Bağışta bulunur, borç verir ve bunların elde edilmesine imkan sağlarsa,
c-
Para ve diğer malların tedarik edilmesi faaliyetlerine katılırsa, 14 YIL HAPİS
CEZASI verilir.
KISIM
11:
Her
kim terörist faaliyetler için toplanan gelirlerin muhafazası ve kontrolü için
yapılan düzenlemelere katılırsa (s.9 ve 10'dan hasıl olan yardımlar ve terörist
bağışların içindeki terörizm faaliyetlerinden elde edilen gelirler) 14 YIL
HAPİS CEZASI verilir.
BÖLÜM
IV
KISIM
18:
Maddi
yardımı olabileceğini bilen veya inanan bilgiye sahip her şahıs:
a)
Terörist faaliyette bulunan bir şahsın yakalanmasını, kovuşturmasını veya
mahkumiyetinin emniyetini, geçerli bir mazereti olmaksızın bu bilgileri polise
vermeyen kişi hakkında 5 YIL HAPİS CEZASI verilir.
Şimdi
ben "bizim Terörle Mücadele Kanunumuzu yürürlükten kaldıralım, yerine
İngiltere Terörle Mücadele Kanununu aynen yasalaştırıp, mevzuatımıza dahil
edelim" desem, yasalarımızı beğenmeyen sözde çağdaş hukukçularımızdan bir
teki dahi "evet, razıyım" diyebilir mi'
ALMAN
CEZA KANUNU'ndan bazı hükümlere burada değinmekte yarar bulunmaktadır :
MADDE
84- (Anayasaya aykırı olduğuna hükmedilmiş bulunan bir partinin devam
ettirilmesi) Her kim bu kanunun yer itibariyle uygulanırlık alanı içinde kalan
1)
Anayasa Mahkemesi tarafından, Anayasaya aykırılığına hükmedilmiş olan bir
partinin veya,
2)
Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklanmış bir partinin yerini alan bir
organizasyon olduğu tesbit edilmiş bulunan bir partinin organizasyona ilişkin
birliğini bu kanunun uygulanırlık alanı içinde devam ettirirse, üç aydan beş
seneye kadar hürriyeti bağlayıcı ceza ile cezalandırılır. Bu suça teşebbüs
cezalandırılmıştır.
MADDE
85/2- Anayasal düzene veya Devletlerin uzlaşmalarına aykırı düşüncelere
yöneldiği için kesin bir kararla yasaklanmış bulunan bir birliğe veya böyle bir
yasak birliğin yerine kaim olan organizasyon olduğu kesin bir kararla tespit
edilmiş olan bir birliği devam ettirirse, beş seneye kadar hürriyeti bağlayıcı
ceza veya para cezasıyla cezalandırılır. Bu suça teşebbüs cezalandırılmıştır.
MADDE
86/4 Eski nasyonal sosyalist örgütün devam ettirilmesi gayretlerine yönelik
muhtevaya sahip propaganda araçlarını bu kanunun uygulanma alanı içinde dağıtır
veya dağıtmak üzere bu alanda imal eder, bulundurur veya bu alana ithal ederse,
üç seneye kadar hürriyeti bağlayıcı ceza veya para cezasıyla cezalandırılır.
MADDE
86 a- (Anayasaya aykırı örgütlerin tanıtım işaretlerinin kullanılması):
Her
kim
1.
86 ncı maddenin 1 nci fıkrasının 1, 2 ve 4 ncü bentlerinde tanımlanmış bulunan
parti ve birliklerin tanıtım işaretlerini dağıtır (verbreiten) veya bir
toplantıda aleni olarak (öffentlich) veya kendisi tarafından dağıtılan
(verbreiten) yazılarda kullanırsa veya,
2)
Bu tür işaretleri tasvir eden veya ihtiva eden eşyaları bir numaralı bentte
tanımlanmış şekilde ve türde imal eder, bulundurur veya bu kanunun yer
itibariyle uygulanma alanı içine ithal ederse üç seneye kadar hürriyeti
bağlayıcı ceza veya para cezası ile cezalandırılır.
MADDE
90 b- (Anayasa kuruluşlarını Anayasaya karşı düşmanlık amacıyla tahkir etme
suçu): Her kim aleni bir şekilde bir toplantıda veya yazı yaymak suretiyle yasa
yapma yetkisine sahip bir organı, veya federal devletin veya bir eyaletin
hükümetini veya anayasa mahkemesini bu sıfatları dolayısıyla üyelerinden
birini, devletin itibarını tehlikeye düşürecek bir şekilde tahkir eder ve bu
şekilde Almanya Federal Cumhuriyetinin varlığına veya anayasal temel ilkelerine
karşı kasten harekete geçerse, üç aydan beş seneye kadar hürriyeti bağlayıcı
ceza ile cezalandırılır.
Fransa
Basın Kanununa göre Fransız siyasi sisteminin temellerini sarsmak ve kamu
düzenini tahrip etmek maksadıyla eleştiride bulunmak yasaktır. Bu yasağın
amacı, halk arasında heyecan ve karışıklık yaratılarak suç işlenmesine
elverişli bir ortam yaratılmasını engellemektir. Bu şekilde, doğrudan teşvik
suretiyle bir suç işlenmesine neden olan kişi, suç ortağı olarak
cezalandırılır. Teşvik sonucunda suç işlenmemiş olsa bile, bu da bazı
durumlarda cezayı muciptir. Örneğin, Vietnam savaşını protesto ederek halkı bu
savaşa son vermek amacıyla eylemde bulunmaya çağırmak veya anarşist veya bölücü
propaganda yapmak bu bağlamda suç sayılarak cezalandırılmıştır.
Almanya'da
hür demokratik temel düzeni yıkmaya yönelik eleştiriler, Ceza Kanununun 90 uncu
Maddesinde 3 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılmıştır. Örneğin, Kızıl Ordu
Çetesi teröristlerinin devlet tarafından sistematik olarak öldürüldüğü iddiası
- 1996 yılında bu iddiada bulunulmuş - bu hüküm çerçevesinde
cezalandırılmıştır.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesinin, KOSlEK PAVASI'nda verdiği karar çok ilginçtir:
Fizik
öğretmeni olan davacı ve şikayetçi KOSİEK, Aşırı sağ kanat Alman Demokratik
Partisi üyesi olarak 4 yıl eyalet parlamentosunda milletvekilliği yapmış ve
Federal Parlamento üyeliği için de adaylığını koymuştur. Adı geçen, yayınladığı
2 kitapta siyasi düşüncelerini açıklamıştır. Kendisinin parlamento üyeliği, 8
yıl sonra düşünce ve eylemlerinin anayasaya sadakatini şüpheye düşürdüğü
gerekçesiyle sona erdirilmiştir. Adı geçenin şikayeti, aynı gerekçelerle,
Komisyon ve Divan kararlarıyla reddedilmiştir.
1999
yılında, Fransa'da sağcı bir partinin Başkanı olan LE PEN'in dokunulmazlığı,
Avrupa Parlamentosunda 20 ye karşı 420 oyla alınan bir kararla "İkinci
Dünya Harbinde gaz odaları bir ayrıntıdır" dediği için kaldırılmıştır.
Alman
Anayasası çok dikkat çekici bir hüküm ihtiva etmektedir. Anayasanın
18.maddesinde, aralarında ifade özgürlüğünün de bulunduğu bazı temel hak ve
özgürlüklerin başka maksatlarla kötüye kullanılması halinde, bunların Anayasa
Mahkemesi kararıyla kaybettirilebileceği öngörülmüştür. Alman Anayasa
Mahkemesine göre, diğerleri meyanında, başkalarının hayat ve kişiliklerini
serbestçe geliştirme hakkına tecavüz, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü,
toplantı ve gösteri hakkının kaybettirilmesi için yeterli bir nedendir.
İspanyol
vatandaşı Miguel Castells, Bask Bölgesinin bağımsızlığını savunan Herri
Batasuna'nm Partisi adlı siyasal grubun listesinden seçilmiş bir senatördür.
Castells'in "İnsafsız Masuniyet" adlı makalesi, haftalık bir derginin
4.11.1979 tarihli sayısında yayınlanır. Castells bu makalesinde, faili meçhul
kalmış bazı siyasî cinayetleri anlattıktan sonra "İktidarda bulunan sağ
kanat, bu çok sayıda suçun faillerini bulmak ve cezalandırmak için, polisiyle,
mahkemeleriyle ve cezaevleriyle hertürlü araca sahip; ama endişelenmeyin, sağ
iktidar kendini arayıp, bulamaz" demiştir. Söyledikleri bundan ibaret.
İspanyol
makamları bu yazısı nedeniyle Castells hakkında "hükümeti tahkir
etmek"ten dava açmış, Senato 27 Mayıs 1981'de oy çokluğuyla Castalls'ın
dokunulmazlığını kaldırmış, Castells önce tutuklanmış, daha sonra kefaletle
salıverilmiş, İspanya Yüksek Mahkemesinin Ceza Dairesi 31 Kasım 1982'de
Castells'i İspanyol Ceza Kanununun 162 maddesine göre, hükümeti tahkir etmekten
suçlu bularak 1 yıl hapis cezasına mahkûm etmiş; Castells'ın iddialarını isbat
talebi de, İspanya Anayasa Mahkemesinin 10.4.1985 tarihli kararıyla
reddedilmiştir.
Gerçi
dava daha sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin önüne gelmiş ve Mahkeme
23.4.1992 tarihli kararında, İspanya Devletinin sözleşmenin ifade özgürlüğünü
düzenleyen 10. maddesini ihlâl ettiği sonucuna varmışsa da; terör eylemlerinin
devamı karşısında, İspanya Yüksek Mahkemesi, düşünce özgürlüğüne daha çok
kısıtlama getirdiği kabul edilebilecek kararlar vermekten çekinmemiştir.
Çarpıcı
bir örnek vermek gerekirse :
1997
yılında, İspanya Başsavcısı Herri Batasuna'nın Partisinin kapatılması için dava
açmıştır. 30.10.1997 tarihli oturumda, savcı JOSE MARİA LUZON konuyla ilgili
raporunu mahkemeye sunmuştur. Raporunda, adı geçen Parti yöneticilerini
"ikiyüzlü" olarak nitelendiren savcı, Parti sözcülerinin kendilerine
tahsis edilen seçim propagandası kuşağında, ayrılıkçı terör örgütü ETA'yı
"Demokratik bir örgüt" olarak nitelendirmesini ve bu örgütün barış
önerisini duyurmasını delil olarak göstermiş, bu delillerin Herri Batasuna'nm
Partisi Başkanlık Divanı üyelerinin silahlı çete ile işbirliği suçunu
işlediklerinin yeterli kanıtı olduğunu ileri sürmüştür.
Sonuçta,
sadece bu delille Herri Batasuna'nın Partisi kapatılmamıştır ama. Başkanlık
Divanı üyesi olan 23 kişi yedişer buçuk yıl hapse mahkûm olmuşlardır.
Amerika'da,
"Kör İmam" lakabıyla anılan kişi, vaazlarının New York Ticaret
Merkezine bomba atan teröristleri etkilendiğinin anlaşıldığı gerekçesiyle
müebbet hapse mahkûm olmuştur. Halen bu cezasını çekmektedir.
Esasen
Amerika, pek çok konuda ilkleri gündeme getiren ülke, Mesela teröristleri
destekleyen bir devleti cezalandırmak için ilk sınır ötesi harekatı Amerika
yaptı. Berlin'de Subay Kulübü bombalanmıştı. Ona misilleme olarak uçakları
gitti. Libya'da Başkanlık Sarayını bombaladı. Eleştirmek için söylemiyorum.
Terörizme karşı ilk ciddi sınır ötesi hareketi yaptığı için söylüyorum.
Bölücülüğün acılarını ilk yaşayan ülkelerden biri Amerika. Bu yüzden bir iç
savaş geçirdi. Yüz binlerce evladını kaybetti, ama sonuçta ülke bütünlüğü
sağlandı. Bununla ilgili çok ilginç bir olayı nakletmek istiyorum. Litvanya'nın
bağımsızlık hakkını savunan New York Times yazarı William Safiha bir Sovyet
diplomatı şöyle demiş, "Siz Litvanya'nın ayrılma hakkını destekliyorsunuz
ama, aynı zamanda 1861'de Amerika iç savaşlarında ayrılıkçı Güney eyaletlerini
dize getiren ve birliği koruyan Abraham Lincoln'ü de savunuyorsunuz. Bu çelişki
değil mi'" Safir, 15.03.1990 tarihli The New York Times Gazetesindeki
yazısında bu suçlamaya şu karşılığı verdiğini anlatıyor : "1861'de
ayrılmak isteyen Güney eyaletleri arasında sadece Teksas. tarihinde bağımsız
bir Cumhuriyet olmuştu. Ayrıca tüm Güney eyaletleri birliğe kendi rızalarıyla
katılmışlardı. Oysa üç Baltık Cumhuriyeti Estonya, Letonya, Lİtvanya kendi
iradeleri dışında Monotof-Ribentrof paktı sonucu Sovyetler Birliği tarafından
zorla birliğe dahil olunmuşlardır". Hemen şunu söyleyeyim. Belki Teksas,
tarihinde bağımsız devlet olmuş, ama Kürtler hiç bir zaman bağımsız devlet olmamışlardır.
1000 yıldır Türklerle iç içe yaşıyorlar, hatta dış düşmana karşı birlikte
bağımsızlık savaşı vermişlerdir. Söz Amerika'dan açılmışken bir Amerikan
hakiminden bahsetmeden geçemeyeceğim. Demin, sözünü ettiğim 1993 yılında New
York Ticaret Merkezinin bombalanması olayının sanıkları cezalandırıldılar. Bu
eylemi yapan 4 terörist, 240'ar yıl hapse mahkum oldu. Cezaları açıklayan hakim
Kevin Dufy cezaların 60'ar yılının eyleme verilen ceza, geri kalan 180 yılının
bombalama sırasında ölenlerin beklenen yaşam süresini yansıttığını belirterek
" sizi böylece ömür boyu hapse mahkum etmiş oluyorum" demiştir.
İtalya'da
olup bitenleri Prof. Dr. Altay GÜNDÜZ şöyle anlatıyor (3.1.1998 tarihli
Cumhuriyet Gazetesi) :
(İtalya'daki
akıl almaz yolsuzluklar 1992 yılında Milanolu yargıçların Temiz Eller
operasyonunu başlatmalarına neden oldu, yaklaşık 1500 işadamı, bürokrat ve
politikacı tutuklandı. Aralarında 250 milletvekilinin bulunduğu üç bin İtalyan
hakkında soruşturma açıldı, on sanık intihar etti. Hıristiyan Demokrat Parti'nin
Sicilya Mafyası'yla ilişkisi olduğunu kanıtlayan belgeler bulundu. Yedi kez
başbakanlık yapmış Hıristiyan Demokrat Giulio Adreotti, mafya türü yapılanmayı
örgütlemek ve cinayete teşvik suçundan yargılandı. Yargıçlar, bu dev
yolsuzluğun kökünü kurutmak için 60 bin kişinin yargılanması gerektiğini
bildirdiler... İtalya'da işlerin yolunda gitmediğini gören Mafya, önce Doğu
Avrupa'da ve sonra kapitalist Rusya'da yatırım yapmaya başladı. 1989 yılında
Mafya'nın Doğu Avrupa'ya akıttığı kara paranın 100 ile 200 milyar ABD Doları
olduğu tahmin edilmektedir.
Gölgede
kal: 1950'li yıllarda hemen hemen tüm NATO ülkelerinde, paramiliter karakterde,
genelde Stay Behind "Geride dur/Gölgede kal" terimiyle adlandırılan
birimler oluşturuldu. Bunların resmi görevi, Doğu Bloku'nun Batı'yı işgal
etmesi halinde düşman cephesinin arkasına sızmak ve kimi özel görevleri yerine
getirmekti: Düşman topraklarındaki stratejik öneme sahip hedeflerin yok
edilmesi, önemli iletişim ve lojistik hatlarının sabote edilmesi, düşmanın hükümet
dairelerine ve karar organlarına sızılması... Örgüt ulusal gizli servislere ya
da ilgili NATO karargahlarına bağlı çalışıyordu. Parlamentonun ve kısmen
hükümet denetiminin dışındaydı. Kimi hükümet başkanlarına örgütün varlığı
bildirilmemişti. Örgüt, ülkelere göre değişik adlar alıyordu : İtalya'da
Gladyo, Yunanistan'da Kızıl Koç Postu ve Türkiye'de Özel Harp Dairesi gibi. Ne
var ki kimi örgütler zaman içerisinde resmi görevlerinin sınırlarını aştılar.
Örnekse, gazetecilerin 1990/91 yıllarında yaptıkları araştırmalar, Gladyo
mensuplarının yurt içinde de faaliyette bulunduğunu, muhalefet politikacılarını
izlediğini, kara listeler hazırladığını, solcuların üst düzeylerde görev
almaması için çeşitli manipülasyonlara başvurduğunu gösterdi. Stay Behind
örgütlerinin kimi ülkelerde büyük skandallara yol açmış olmasının nedeni bu tür
yurtiçi faaliyetleridir.
Nitekim,
Venedikli sorgu yargıcı Felice Casson, ilgili dosyalar üzerindeki "devlet
sırrı" örtüsünün aralanmasından sonra bulgularını şöyle değerlendirmişti.
"Gladyo adlı bu gizli yapılanma, yasanın kriminal silahlı örgütlenmeyle
ilgili koyduğu cezai hükümlerin tüm şartlarını haizdir."
Gladyo
mensupları yalnızca askeri haber alma servislerinden seçilenlerle sınırlı
değildi. İtalya'da açıklanan mensup listesine göre Gladyo, bir bölümü Mafya
klanlarına bağlı işadamlarını, yöneticileri, mimarları ve borsa uzmanlarını da
yapısına almıştı. Devamlı çalışan memur sayısının az olmasına karşılık 5000
kişilik bir Gladyatör kitlesi olduğu tahmin ediliyordu.
Doğu'nun
Batı'yı işgal edemeyeceği anlaşıldıktan sonra da Gladyo faaliyetlerine devam
etmişti. Başbakan Andreotti, 1990 yılında yaptığı bir konuşmada örgütü
lağvetmeyi unuttuklarını (!') söyledi. Ve bir genelgeyle bu yapılanmanın
ortadan kaldırıldığını bildirdi. Ancak bu bildirime karşın 1992 ve 1993
yıllarında, ipuçları Gladyo mensuplarını işaret eden çok sayıda kanlı suikast
oldu).
Tüm
bu hususlardan bahseden yok. Vatandaşlarımızın doğru bilgilendirilmemesi için
herkes elinden geleni yapıyor. Çağdaş (') hukukçularımız sadece, Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesinin çeşitli kararlarına yansıyan şu "genel ilke" yi
tekrarlamakla yetinmektedirler:
(İfade
özgürlüğü, demokratik bir toplumun vazgeçilmez esasını ve toplumun gelişimi ve
her bireyin kendini gerçekleştirmesinin temel koşulunu oluşturmaktadır. Bu
2.fıkraya uygun olarak, yalnızca onaylanan,zararsız olduğu kabul edilen ya da
nasıl olursa olsun farketmeyen "bilgi" ya da "düşünceler"
için değil, hoşa gitmeyen, sarsıcı ya da rahatsız edici olanlar için de geçerlidir.
Bunlar "demokratik toplum'un onlarsız olamayacağı çoğulculuğun, hoşgörünün
ve açık fikirliliğin gereğidir. 10. maddede açıklandığı gibi bu özgürlük, her
halde dar yorumlanmaması ve herhangi bir sınırlama gereksiniminin ikna edici
bir biçimde ortaya koyulması gereken istisnalara tabidir).
Bu
genel ilkeyi elindeki davaya uygularken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bizim
çağdaş (') hukukçularımızdan farklı sonuçlara varabilmektedir.
Mesela
Mehdi ZANA'nın açtığı davada da (25.11.1977 de sonuçlanmıştır), biraz önce
açıkladığım "genel ilke" aynen tekrarlanmış, ancak TCK.nun 312 nci
maddesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin "ifade özgürlüğü"ne
ilişkin 10 ncu maddesini ihlal etmediği sonucuna vardığı gibi; söz konusu
"genel ilke"yi eldeki davaya şu şekilde uygulamıştır:
(.....
52. Bay Zana mahkumiyetinin ve cezasının tamamen haksız olduğunu ileri
sürmüştür. 1960'lardan beri Kürt davasının aktif bir savunucusu olarak her
zaman için şiddete karşı olduğunu söylemiştir. Bay Zana Hükümetin, PKK'nın
silahlı mücadelesini desteklediğini ileri sürmekle sözlerini yanlış yorumlamış
olduğunu savunmuştur. Aslında gazetecilere ulusal kurtuluş hareketini
desteklediğini, ancak şiddete karşı olduğunu söylemiş ve kadın ve çocukların
katledilmesini kınamıştır. Her halde, PKK üyesi değildir ve şiddete başvurmayan
eylemi savunan "Özgürlük Yolu" örgütüne üye olmaktan hapis cezası
almıştır.
53.
Öte yandan Hükümet, başvurucunun mahkumiyetinin ve cezasının 10. maddenin
2.fıkrasına göre tamamen haklı olduğunu ileri sürmüştür. Hükümet, PKK'nın
Güneydoğuda kanlı saldırılarını sürdürdüğü bir sırada başvurucunun
söylediklerinin ciddiyetini vurgulamıştır. Sunuşlarında, toprak bütünlüğünü
tehdit eden bir terör ortamıyla karşı karşıya kalan bir Devletin, böyle bir
durumun yalnızca bireylere yönelik olmasına göre daha geniş bir takdir
yetkisine sahip olması gerektiğini belirtmişlerdir.
54.
Komisyon, Hükümetin görüşlerinin büyük çoğunluğunu benimsemiş ve 10. maddenin
ihlal edilmediği düşüncesini beyan etmiştir.
55.
Divan, yukarıda 51.paragrafta ortaya koyulan ilkelerin terörizme karşı
mücadelede ulusal güvenlik ve kamu güvenliğinin sürdürülmesi için alınan
önlemler açısından da geçerli olduğunu düşünmektedir. Bu bağlamda Divan, her
olayın Özel koşullarını ve Devletin takdir yetkisini özenle göz önünde tutarak,
bireylerin ifade özgürlüğüne ilişkin temel haklarıyla demokratik bir toplumun
meşru hakkı olan kendini terörist örgütlerin eylemlerine karşı korumak arasında
adil bir dengenin kurulup kurulmadığını araştırmalıdır.
56.
Sonuç olarak Divan eldeki davada, Bay Zana'nın mahkumiyetinin ve cezasının
"zorlayıcı bir toplumsal gereksinim'"e yanıt verip vermediğini ve
bunların "izlenen meşru amaçlarla orantılı" olup olmadığını
değerlendirmelidir. Bu amaçta Divan, başvurucunun sözlerinin içeriğini o dönemde
Türkiye'nin Güneydoğu bölgesinde hüküm süren durumun ışığında çözümlemenin
önemli olduğu görüşündedir.
57.
Divan başvurucunun açıklamasını, kendisinin de esas olarak reddetmediği, 30
Ağustos 1987'de günlük ulusal gazete Cumhuriyet"te yayınlandığı biçimiyle
temel alacaktır. Açıklama iki cümleden oluşmaktadır. Birinci cümlede başvurucu,
"katliamlardan yana" olmadığını söylerken "PKK ulusal kurtuluş
hareketi"ni desteklediğini belirtmektedir. İkinci cümlede şunu
söylemektedir: "herkes hata yapar, PKK, kadın ve çocukları yanlışlıkla
öldürüyor."
58.
Bu sözcükler çeşitli biçimlerde yorumlanabilir ancak, her halde, bunlar
çelişkili ve anlamı belirsizdir. Bunlar çelişkilidir çünkü aynı zamanda hem
amaçlarına ulaşmak için şiddet kullanan bir terörist örgüt olan PKK'yı
desteklemek, hem de kendisinin katliamlara karşı olduğunu açıklamak zor
görünmektedir. Bunların anlamı belirsizdir çünkü Bay Zana kadın ve çocukların
katledilmesini uygun bulmazken aynı zamanda bunu herkesin yapabileceği bir
"hata"olarak tanımlamaktadır.
59.
Bununla birlikte, bu açıklamaya tek başına bakılmamalıdır. Bu açıklamanın
başvurucunun da farkında olması gereken, olayın somut koşulları içinde özel bir
anlamı vardır. Divanın daha önce belirttiği gibi bu röportaj, o tarihte
gerginliğin dorukta olduğu Türkiye'nin Güneydoğu bölgesinde PKK'nın sivillere
yönelik kanlı saldırılarıyla aynı zamana denk düşmüştür.
60.
Bu koşullar altında büyük bir ulusal günlük gazetede yayınlanan röportajda,
Güneydoğunun en önemli kenti olan Diyarbakır'ın eski belediye başkanının
-"ulusal kurtuluş hareketi" olarak tanımladığı- PKK'ya verdiği
desteğin, bu bölgedeki patlamaya hazır havayı daha da ağırlaştıracağı
düşünülebilir.
61.
Bu nedenle Divan, başvurucuya verilen cezanın "zorlayıcı bir toplumsal
gereksinime" yanıt verdiğinin kabul edilmesinin uygun olduğunu ve ulusal
makamların ileri sürdüğü nedenlerin "uygun ve yeterli" olduğunu
düşünmektedir.
62.
Bütün bu etkenleri ve böyle bir havada ulusal makamların sahip olduğu takdir
yetkisinin sınırlarını göz önünde tutarak Divan, incelenen müdahalenin izlenen
meşru amaçlarla orantılı olduğunu düşünmektedir.
Sonuç
olarak. Sözleşmenin 10.maddesi ihlâl edilmemiştir).
Bu
çeşit kararlar verilmese, başka bir deyişle "düşünceyi suç olmaktan
çıkarıyoruz" bahanesiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi "militan
demokrasi" anlayışından tamamen vazgeçse ne olur' Hukukçulardan çok
sözettik. İsterseniz büyük bir edebiyat ustasının, SOLJENİTSİN' in dediklerine
kulak verelim:
(Demokrasiler
tarihin uçsuz bucaksız nehirlerinde kaybolmuş adalardır. Su daima yükselir, tarihin
en basit kanunları demokratik toplumlara karşıdır. Dünyanın kaderi hiç bir
zaman böylesine insana bağlı kalmamıştır. Ben öyle sanıyorum ki insanoğlu için
ilk kaide yalanı kabul etmemesidir. Gerçeği söylemek demek, özgürlüğe yeniden
hayat kazandırmak demektir. Modaya, menfaatlere ve baskılara aldırmadan gerçeği
söylemek, bildiğini söylemek, doğru olmak ve onu durmadan tekrarlamak. Batının
geleceğini düşünüyor ve korkuyoruz. Çünkü 70 yıl önce yaşadıklarımızı burada da
görüyorum. Çocuklarının düşüncelerine boyun eğen büyükler, değişik fakat
değersiz düşünceler içinde eriyip giden genç kuşaklar. Moda dışında kalmaktan
korkan profesörler, devrimci aşırı uçlara duyulan sempati, mahkumiyet hükmü
giymişçesine susan çoğunluk, zayıf hükümetler, kendilerini koruyacak
mekanizmaları felç olmuş toplumlar. Bütün bunların sonucunun ne olduğu bizler
tarafından biliniyor).
Alman
şairi Heine demişti. Bu çeşit aydınlar düşüncelerini tutarlı göstermek için,
bulundukları ülkede rejime ve ülke bütünlüğüne yönelik tehlikeler olduğunu,
boyutları ne olursa olsun asla kabul etmezler veya bu tehlikelerin ancak ve
ancak düşünce hürriyetine (tahrik ve propaganda dahili sinir getirilmemesiyle
aşılabileceğini iddia ederler. Ülkemizde de "irtica ve bölücülük tehlikesi
olduğunu" söyleyen, hatta bunca kan dökücü eylemine rağmen P.P.K.yı açıkça
kınayan bir liberal aydın bugüne kadar görülmedi. düşünce hayatımıza renk
kattıkları doğrudur. ancak cehenneme giden yola en güzel taşları da onlar
döşüyorlar. Aslında hiçbir zaman demokrat olmamış ve olamıyacak olan
"siyasal islamcılar" ve "bölücüler"ce baş tacı edilmeleri
bu nedenledir.
D-
Davalı Parti Genel Başkanı, 10.9.1999 tarihli "ön savunma"sında,
Yasin Hatipoğlu ile Necmettin ERBAKAN arasındaki telefon konuşmasının, hukuka
aykırı şekilde ve gizli dinleme ile kasete alındığını, bu şekilde elde edilen
delilin CMUK.nun 254/1 nci maddesi gereğince hükme esas alınamayacağını iddia
etmektedir.
Her
şeyden önce şu hususu vurgulayayım, hukuka aykırı şekilde elde edilen tüm
delillerin hükme esas alınmasını yasaklayan hiçbir hukuk düzeni mevcut
değildir.
Bir
İçtihadı Birleştirme Kararına ilişkin olarak Yargıtayımıza gönderdiği,
21.9.1988 tarihli görüş bildirme yazısında Prof. Dr. Eralp ÖZGEN şöyle diyor :
(CMUK.NUN
GEREKÇESİNDE DE AÇIKLANAN TEMEL PRENSİPLERİ :
-
Herşeyin delil olabileceği,
-
Herkesin delil ileri sürülebileceği,
-
Yargıcın re'sen delil araştırabileceği. hatta zorunlu olarak araştırması
gerektiği,
-
İspat külfetinin mevcut olmadığı,
-
Delilleri değerlendirmede yargıcı bağlayıcı delil sözkonusu olmayıp, yargıcın
tüm delilleri serbestçe değerlendireceği-vicdani kanaat sistemi-dir.
Herhangi
bir ceza mahkemesinde bu ilkelerin birinden dahi vazgeçme, o mahkemede
"ceza muhakemesinin temel felsefe ve yapısına" aykırı davranmak
anlamını taşır).
Prof.
Dr. Öztekin TOSUN (Türk Suç Muhakemesi Hukuku, 2.Bası. Cilt 1) Dünyadaki ve
bizdeki uygulamaları şu şeklide özetlemişti:
(Muhakeme
kurallarına aykırı olarak ele geçirilmiş delillerin kullanılabileceği görüşü,
oldukça eskidir. Bu görüşe göre, görevini verine getirmeyen memur bu yüzden
cezalandırılır veya disiplin cezasına çarptırılır; fakat ele geçirdiği delil
muhakemede görmemezliğe gelinemez. Latince, "Male captum, bene
retentum" yani delil "kötü alınmışsada iyi kullanılır"
denmiştir(CORDERO). Böylece, kolluk memuru arama kurallarını ihlal ederek bir
eve girip suç aletini alsa, kolluk memuru bu yüzden görevini kötüye
kullanmaktan cezalandırabilecek, fakat suç aleti hakim tarafından gözönünde
tutulacaktır. Bunun gibi, bir kimse eve girip bir suç delilini çalsa bu
çalınmış eşya mahkemede bu yüzden delil olmaktan çıkmayacaktır. Hukuka aykırı
sorgu sonucu elde edilen açıklamalar delil olarak kullanılamazken, onlar
dışında kalan delillerin hukuka aykırı olarak elde edilmelerinde
kullanılabilmesini bu görüş yanlıları şöyle açıklamaktadırlar : Sorguda
kurallara uyulmaması çoğunlukla gerçeğe aykırı açıklamalara götürmektedir,
korkulan budur. Halbuki, bir kolluk memurunun hakim kararı olmadan evde arama
yapmasında çoğunlukla hakim kararı olduğu zaman yaptığı aramada bulabileceği
delillerden başkası bulunmuştur denilemez(SCAPA).
Eğer
hakim tarafından verilebilecek bir kararla veya başka koşullara uyularak hukuka
uygun bir biçimde elde edilebildiğinden muhakemede kullanılabilecekse o delilin
hukuka aykırı biçimde elde edilmesi, muhakemede kullanılmasını engellemez.
S.566.
Delilin
elde edilmesinin suç olduğu bir gerçek olabilir; fakat mantık bundan delilin
kullanılmasının yasak olduğu gerçeğini çıkarmaz. Bu iki veri birbirinden
tamamen ayrıdır.
İngiliz
hukukunda bu görüş yerleşmiştir: fakat istisna durumlarda İngiliz hukukunda da
hakim delilin hukuka aykırı elde edilmiş olması nedeni ile onu
reddedebilmektedir. Bu tek istisna, "kabulü sanığa karşı büyük bir adilik
(Slealta) teşkil edeceği düşünülmesi" durumudur. Ancak böyle önemli bir
durumdadır ki, İngiliz hukuku hukuka aykırı olarak ele geçirilmiş delillerin
muhakemede kullanılmamasına razı olmuştur. (CORDERO, SCAPORONE .)
Bizce
hukuka aykırı olarak elde edilmiş delillerin suç muhakemesinde hakim tarafından
görmemezliğe gelinmesi kabul edilemez. Ceza hakiminin maddi gerçeği araması
gereği bunu gerektirir. Doğal olarak, eğer hakime açıkça bu delilleri
kullanması yasaklanmış ise, o zaman bu konu düşünülmüş taşınılmış ve
kanunlaştırılmış olduğu için yapacak pek bir şey kalmaz. Bunun dışında kural
hakimin önüne getirilmiş delilleri incelemeye yetkili olduğudur; delillerin
hukuka aykırı elde etmek suç ise, her suç gibi bununda faili onun yaptırımına
katlanmalıdır.
Amerikan
mahkemelerinin tutumu abartılmamalıdır; Çünkü bu muhakemelerin verdiği kararlar
sadece konut dokunulmazlığını ihlal suçunu ve özel hayatın gizliliğini ihlal
suçunu işleyerek kolluğun delil elde ettiği durumlarda bu delillerin mahkemede
kullanılmayacağı biçimindedir. Demek ki sadece iki suç sözkonusu ise böyle bir
istisna kabul edilmektedir. Ayrıca, önemli bir kararda federal suçlarda böyle
olduğu, federe devletlerin kanunlarına aykırılıklarda ise mahalli mahkemelerin
bu delilleri reddetmelerinin şart olmadığı belirtilmiştir. Almanya'da ise,
böyle bir hükmün sadece sanığın ikrarı bakımından kabul edildiği, bunun ise
böyle bir hükmü kabul etmemiş ülkelerde de böyle olduğu görülmektedir. Öğreti
alanında ise, hukuka aykırı biçimde elde edilmiş delillerin mahkemelerde
kullanılabileceği sadece elde edenlerin sorumluluğu yönüne gidileceğini kabul
edenler olduğu gibi, daha az yazarın bu delillerin kullanılamayacağı fikrinde
olduğu görülmektedir(CORDERO).
Kanımızca,
kanun koyucu hukuka aykırı biçimde elde edilmiş hangi delillerin mahkemede
kullanılamayacağını istisna olarak göstermeli, tehlikeli bir yolu açmamalıdır.
Özetlemek
gerekirse hakimin muhakemede kullanamayacağı delilleri iki büyük gurupta
toplamak mümkün olur: mutlak yasaklı deliller ve nisbi, göreli yasaklı
deliller.
Mutlak
yasaklı delilleri hakim hiç kullanamaz; bunlar tanıklık yapmaktan çekinme hakkı
olanların açıklamaları veya tanıklık yasağı kabul edilmişlerin (devlet sırrı
gibi) açıklamalarıdır. Bunlardan hakimin hiçbir zaman faydalanamayacağı kabul
edilmelidir.
Nisbi,
göreli yasaklı deliller ise, hukuka aykırılığın sadece elde edilmesi işlemine
veya biçimine bağlı olduğu durumlarda sözkonusudur. Bunları hakim kullanır;
fakat elde eden hakkında sorumluluk söz konusu olur. Eğer bunların hakim
tarafından kullanılmaması uygun bulunuyorsa, kanunkoyucu bunu açıkça belirtmelidir;
açıkça yasaklamadığı durumlarda bu deliller kullanılmalıdır. (s.272).
Prof.
Dr. Öztekin TOSUN'un yukarıda yazılı açıklamalarına, 3842 sayılı yasa ile Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunumuzda değişiklik yapılmadan önce tüm Mahkemelerimizin
uygulamaları bu doğrultuda olduğu için değindik. Mesela Anayasa Mahkememiz
İsmail ÖZDAĞLAR hakkında açılan davada, gizli dinleme ile elde edilen bir bandı
hükme esas almıştır, bant çözümünü de kararına aynen yazmıştı.
3842
Sayılı Yasa ile Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunumuzda değişiklik yapılınca,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural SAVAŞ, Yargıtay Üyesi Sadık
MOLLAMAHMUTOĞLU ile birlikte, 1995 yılında yazdıkları "Ceza Muhakemeleri
Usulü Kanununun Yorumu" adlı eserin "ÖNSÖZ"ünde, şöyle bir değerlendirme
yapmışlardı:
(Devletin
en temel görevlerinden biri, insanların bir arada yaşamaları için gerekli olan
ortamı hazırlamaktır.
Hüküm
verilirken, yaşanmış olan gerçek olayın öğrenilmesi önem kazanır. Buna
"maddi gerçek" denir. Maddi gerçeğin öğrenilmesi toplumun menfaatinedir.
Bununla birlikte, maddi gerçeğin öğrenilmesi için yapılacak araştırmalar,
toplumda yaşayan fertlerin hak ve özgürlüklerini çeşitli açılardan kısıtlayan
birer müdahale niteliğindedir. İşte burada iki önemli değer arasında denge
kurulması gerekmektedir: Maddi gerçek ortaya çıkarılırken, haklar orantılı bir
şekilde kısıtlanmalıdır.
Ceza
muhakemesi yaşayan bir varlık gibidir ve ait olduğu toplumdaki değer
yargılarını yansıtır. Ceza muhakemesinin gayesi, insanlık tarihi içinde üç
aşamadan geçmiştir. 1-Suçlunun cezalandırılması, 2-Sanığın korunması, 3-Maddi
gerçeğin araştırılması. Bugünkü gaye "insan haklarına saygılı bir şekilde
maddi gerçeğin araştırılmasıdır. (Prof. Dr. Feridun YENİSEY, Hazırlık
Soruşturması ve Polis, 3. Bası, 1993 s.29, 30.)
Bir
hukuk devletinde, ceza takibine yetkili makamların, bir ceza muhakemesi işlemi
yaparken devleti veya ferdi "kayırması" kabul edilemez. Çünkü
"ferdin kayrılması anarşiye, devletin kayrılması da baskıcı bir yönetime
yol açar" (Prof. Dr. Bahri ÖZTÜRK, Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku, 3.
Bası, 1994.S.78.)
1.12.1992
tarihli Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren 3842 sayılı yasa ile
CMUK.muzda önemli değişiklikler yapılmıştır.
Bazılarına
göre "Bu değişiklikleri hazırlatan ve ısrarlı bir takiple T.B.M.M.de
yasalaşmasını sağlayanların heykeli dikilmelidir... T.B.M.M. Avrupa'dan ileri
bir yasa yapmıştır", Prof. Dr. Zeki HAFIZOĞULLARI'na göre, "genel bir
değerlendirme yapılırsa, değişikliklerin kanun koyucunun bilgisizliğinin
şaheseri olduğu söylenebilir", Prof. Dr. Bahri ÖZTÜRK'e göre "Bu
haliyle CMUK., değil organize suçlulukla mücadele, adi suçlulukla mücadeleye
dahi elverişli değildir", Prof. Dr. Kayıhan İÇEL ve Prof Dr. Feridun
YENİSEY'e göre ise "Trafiğin sağdan aktığı bir ülkede bir kişinin soldan
akan trafiğe göre araç kullanması nasıl olumlu sonuç doğurmazsa, kıta Avrupası
hukuk sisteminin içerisine Anglo-Amerikan sistemine ait bazı öğelerin
yerleştirilmesi, yasa değişikliğinden beklenen olumlu sonuçları belli ölçüde
engelleme tehlikesini taşımaktadır".
Kitabımızda
143, 144 ve özellikle 254 üncü madde altındaki açıklamaları okumak bu
görüşlerden hangisinin haklı olduğunu anlamanıza yeterli fikir verecektir
sanıyoruz.
Belki
de, yapılması gereken tek şey, büyük yasaların bir sistem oluşturduğu
gerçeğinden hareketle, gerçekten demokratik bir Avrupa ülkesi CMUK.nun, ilgili
polis mevzuatıyla birlikte aynen iktibas edilmesidir.
Böylece
bir taşla iki kuş vurabiliriz; hem daha gerçekçi bir yasa yapmış ve hem de
içende ve dışında yasalarımızın demokratik olmadığını iddia ederek ülkemizi
kötülemeyi alışkanlık haline getiren sözde insan hakları savunucularına karşı
" bizim CMUK.muz, mesela, modern İtalya veya Almanya CMUK.nun
aynısıdır" diyebilme olanağına kavuşmuş olacağız).
Hemen
şunu ifade edeyim: "gerçekten demokratik bir Avrupa ülkesinin CMUK.nun,
ilgili polis mevzuatıyla birlikte aynen iktibas edilmesine razıyım" diyen
bir çağdaş (') hukukçuya bugüne kadar rastlamadık.
3842
sayılı Yasa ile, CMUK.muzun 254 ncü maddesine "soruşturma ve kovuşturma
organlarının hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas
alınamaz" şeklinde bir ikinci fıkra eklendi.
Dikkat
edilecek olursa, yasa koyucunun "hükme esas alınamaz" dediği
deliller, "soruşturma ve kovuşturma organlarının hukuka aykırı şekilde
elde ettikleri deliller" dir. Yasa koyucu çağdaş bütün ülkelerin aksine,
hukuka aykırı şekilde elde edilen bütün delillerin hükme esas alınmaması
amacını gütseydi, "hukuka aykırı şekilde elde edilen deliller hükme esas
alınamaz" demekle yetinirdi.
3842
sayın Yasa ile yapılan değişiklikten sonra, "yasak deliller" konusunu
derinliğine inceleme fırsatı bulmuş bilim adamlarımızın görüşleri aşağıda
ayrıntılarıyla açıklanmıştır.
Prof.
Dr. Feridun YENİSEY şöyle diyor :
Amerikan
yüksek mahkemesinin verdiği karara göre, sadece anayasayı ihlal eden bir hukuka
aykırılık, delilin kullanılmamasına yol açar. Anayasadaki kuralları ihlal
etmeyen, başka kuralları, başka hukuk normlarını ihlal eden aykırılıklar,
delilin dosyadan çıkarılmasına sebep olmaz. o halde 254. maddedeki bu
düzenlemeyi bizim de şöyle anlamamız gerekiyor: Anayasal hakları ihlal eden bir
şekilde elde edilen deliller kullanılmaz. yoksa, her türlü hukuka aykırılık
değil,
Alman
anayasa mahkemesinin kabul ettiği sistem, sanık hakları teorisi-recht streit
teori-diye isimlendiriliyor. Bu teoriye göre, her somut olayda sanığın ihlal
edilen menfaatleriyle, toplumun suçla ihlal edilen menfaatleri
karşılaştırılmalı, delilin dosyadan çıkarılıp çıkarılmamasına ondan sonra karar
verilmelidir. Eğer araştırma metodu bizatihi suç ise, bu delil kesinlikle
kullanılmamalıdır.
Mesela
Türkiye'nin Hamburg Konsolosluğu telefonlarını dinleyen Alman Anayasayı Koruma
Teşkilatı, Hapishanede hükümlülerle görüşen bir kişinin konsolosluğa düzenli
olarak siyasi hükümlülerle ilgili bilgi verdiğini tespit ederek, bu kişi
hakkında casusluktan dava açılmıştır. Dava sırasında diplomatik dokunulmazlığı
bulunan konsolosluğun telefonlarının dinlenmesinin hukuka aykırı olduğu ve
bunlardan elde edilen bilgilerin delil olarak kullanılamayacağı ileri
sürülmüşse de mahkeme diplomasi dokunulmazlığı ayrıcalığının konsolosluk
görevlilerini koruduğunu, konsolosluğa bilgi veren kişi bakımından ise bir
koruma getirmediğini kabul ederek delilin kullanılabileceğine karar vermiştir.
Çağdaş
ceza muhakemesinin gayesi, maddi gerçeğin hukuk kuralları çerçevesinde yapılan
araştırmalarla ortaya çıkarılmasıdır. Başka bir ifade ile maddi gerçeği
araştırma ve ortaya çıkartma konusunda Devletin sahip bulunduğu yetkiler
sınırsız değildir. 'Hakikat her ne pahasına olursa olsun, araştırılır' diye bir
kural yoktur. Ceza Muhakemesinde delil elde etme belli kurallara bağlıdır.
Bu
nedenle, kanun koyucu bazı olayların ispat edilmesini hiç kabul etmemiş,
bunları önceden yasaklamıştır. Buna delil elde etme yasağı adı verilir. Bazı
delillerin ise, elde edilmesi konusundaki kurallar ihlal edildiğinde, bu
deliller hukuka aykırı delil niteliğini alırlar. Hukuka aykırı delillerin
duruşmada hüküm verirken kullanılması ise ayrı bir sorundur.
Kanunumuzun
254 üncü maddesinin 2 nci fıkrasındaki delil yasağında ise, mutlak bir yasak
söz konusu olmayıp hakimin takdir yetkisini kullanalabileceği bir düzenleme yer
almaktadır. Kanaatimizce burada hakim takdir yetkisini kullanırken sanığın
anayasal haklarının yapılan işlem ile ihlal edilip edilmediğine bakılmalı ve
anayasal hak ihlal edilmiş olduğunu saptadığında da sanığın işlediği suçun
topluma vermiş olduğu zarar ile, delil toplanırken devlet güçlerininin sanığa
ait anayasal hakkı ihlal etmiş olmalarından doğan toplumsal zararı
karşılaştırmalıdır. Sanığın topluma verdiği zarar daha büyük ise ve 135a
maddede olduğu gibi açıkça yasaklamış bir delil de sözkonusu değil ise, hukuka
aykırı nitelik taşıyan delili, hakim hüküm verirken kullanabilmelidir. (Hukuka
Aykırı Deliller, İstanbul Barosu Yayını, 1995, s.138).
Prof.
Dr. Bahri ÖZTÜRK, şöyle diyor :
(Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanununun 254. maddesine eklenen 2. fıkra hükmüne göre
hukuka aykırı bir delile bağlı olarak ele geçirilen ve hukuki olarak geçerli
olabilecek diğer tüm delillerin de geçersiz sayılmak suretiyle sanığın beraatine
karar verilmesi gerektiği şeklinde düşünceler bulunmaktadır. Bence mahkemelerin
hukuka aykırı olduğu ileri sürülen delillerin hukuka uygun olup olmadığını
somut olarak ayrı ayrı değerlendirmeleri, sanık hakları kadar mağdur haklarının
ve toplum hukukunu da gözönünde tutularak maddi adaletin gerçekleşmesine karar
vermeleri gerekir (adı geçen eser, s.350).
Özel
kişilerin hukuka aykırı yollardan delil elde etmeleri, örneğin bir belgeyi
çalmaları ve bunu yetkili makamlara vermeleri durumunda bu deliller, kural
olarak değerlendirilebilecektir. Çünkü, kanunlarımızda yer alan, özellikle
yasak delil metodları özel kişiler değil, kovuşturma makamları için
öngörülmüştür. "Kovuşturma makamlarına yasak olanın özel kişilere
evleviyetle yasak olacağı" gerekçesi ile bunun aksini ileri sürmek, Kamu
Hukukunun en temel prensiplerine aykırı olur. Zira, Kamu Hukukunda idare
bakımından yetki istisna, yetkisizlik kuraldır. Oysa vatandaşlar için, eğer
ölçümüz hürriyetçi demokratik bir sistem ise, yasak edilmeyen serbesttir. Yasak
koymak, Ceza Hukuku bakımından suç ihdas etmek demek olduğundan, Ceza Hukukunun
cihanşümul ilkelerinden birisi olan; köklerini siyasi liberalizm, demokrasi,
kuvvetler ayrılığı, genel önleme, kusursuz suç ve ceza olmaz prensibinde bulan
ve suçların ve cezaların ancak kanunla konulabileceğini öngören kanunilik
ilkesi debunu gerektirir. Demek oluyor ki, hürriyetçi demokrasilerde vatandaş
hürdür, kanunla yasaklanmayan her türlü davranış onun için serbesttir. Ancak,
insan haklarına yapılan ağır müdahaleler bunun istisnasını teşkil eder. Özel
kişinin sanığa işkence ederek ikrar elde etmesinde durum budur. Böyle hallerde
işkencenin kim tarafından yapıldığının önemi yoktur.
Özel
kişi (Ö), büyük bir kamu bankasının en üst yetkilisi olan (B) den çaldığı ve
içinde (B) nin, kamu bankası ile iş yapan veya bundan kredi alanlardan haksız
olarak aldığı ileri sürülen paraların hesabıyla bazı üst düzey kamu
görevlilerine yine haksız olarak aktardığı paraların hesabına ilişkin notların
yer aldığı not defterini gazeteci (G) ye verse; (G) de bunu programında
kullandıktan sonra C. Savcılığına teslim etse, acaba bu suretle kovuşturma
makamlarına intikal eden ve içinde bazı rakamlarla sembollerin yer aldığı not
defteri ceza muhakemesinde kullanılabilir mi'
Hemen
kaydedelim ki, kovuşturma makamları bakımından burada delil elde etmek söz
konusu değildir. CMUK. m. 254/2 de geçen soruşturma ve kovuşturma organlarının
hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas alınamaz denilirken
geçen elde etmek ibaresinden maksat, soruşturma ve kovuşturma organlarının
aktif olarak delil toplamalarıdır; oysa yukarıdaki olayda söz konusu organlar
pasiftir. Kendilerinin dışında hukuka aykırı surette elde edilmiş bulunan bir
delilin kendilerine sadece teslimi söz konusudur. Kaldı ki, özel kişi not
defterini bu şekilde elde etmemiş olsa idi, belki de kovuşturma makamları
hukuka uygun yollardan aynı delile ulaşabileceklerdi. Hukuka uygun yollardan
yetkili makamlarca elde edilmesi imkan dahilinde bulunan bir delilin, özel
kişilerin hataları yüzünden yetkili makamlarca kullanılmasının yasaklanması
kabul edilemez. Bütün bu gerekçelerle, bu suretle yetkili makamlara teslim
edilen delillerin sırf bu açıdan CMUK. m.254/2 sebebiyle ceza muhakemesinde
kullanılamayacağını ileri sürebilmek mümkün değildir (Prof. Dr. Bahri ÖZTÜRK,
Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku, 1999, s. 558 ve devamı).
Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanununda yer alan ve konusu bakımından yasaklanan deliller,
Devletin kovuşturma organlarını sınırlayan hükümlerdir. Bu nedenle, özel
kişiler tarafından elde edilen delillerin hükümde kullanılması, genellikle
kabul edilmektedir (Prof. Dr. Feridun YENİSEY, Hukuka Aykırı Deliller, S.159).
Özel
hayat, hayatın gizli alanından farklı olarak nisbi bir korumaya mazhardır.
Bunun konumuz açısından anlamı şudur; Şayet özel hayat ihlal edilerek bir delil
elde edilmişse, bakarım. Bu delilin ceza muhakemesinde kullanılması GEREKLİ
ise, başka bir ifade ile, hüküm kurulabilmesi için mutlaka kullanılması
gerekiyorsa KAMU YARARI açısından bir değerlendirme yaparım. Kamu yararı varsa
kullanır, yoksa kullanmam. Bilindiği gibi, kamu yararının bulunup bulunmadığını
tespit ederken keyfi bir değerlendirme yapılmamakta; iki kriterden
yararlanılmaktadır. Bunlar da HAKKIN NİTELİKSEL ÜSTÜNLÜĞÜ ile SAYISAL ÜSTÜNLÜK
kriterleridir. Gerçekten, örneğin kavşaktaki trafik lambası sizin gideceğiniz
istikamet için yeşil yansa dahi, sizin yolu kesen yoldan gelen bir ambulansa
yol vermenizin sebebi, ambulansın içindeki hasta veya yaralının hakkının yani
YAŞAMA HAKKININ sizin idrak edeceğiniz haktan (yolu kullanmaktan) niteliksel
olarak üstün olmasıdır. Öte yandan bir şahsa ait bir tarlanın yol veya okul
yapmak amacıyla kamulaştırılmasında da, okulu veya yolu kullanacak olanlar
tarlayı kullanan bir kişiye nazaran sayısal üstünlüğe sahiptir; bu nedenle,
hukuk devleti ilkesi esaslarına uygun olarak yapılan böyle bir kamulaştırmada
kamu yararı vardır denir (Prof. Dr. Bahri ÖZTÜRK, adı geçen eser, s.560).
Seydi
KAYMAZ "Uygulamada ve Teoride Ceza Muhakemesinde Hukuka Aykırı Deliller
(1997)" adlı eserinde, şu hususları vurguluyor:
(Delil
yasaklarının amacı zabıtayı disiplin altına almak olarak kabul edilirse,
zabıtanın tekrar hukuka aykırı yöntemlere başvurmasının önüne geçmek amacıyla
hukuka aykırı şekilde elde ettiği tüm deliller yargılamada değerlendirilemeyecektir.
Ancak, delil yasaklarının amacı, insan haklarını korumak olarak kabul edilirse,
hukuka aykırı şekilde elde edilen deliller sırf bu nedenle peşinen
değerlendirme dışı tutulamayacaktır. Bu açıdan delil yasaklarının amacının
tespiti büyük önem taşımaktadır.
Kıta
Avrupası hukuk sistemine göre delil yasaklarının görevi insan hakları ile temel
hak ve hürriyetleri korumaktır. Bu bakımdan zabıta tarafından hukuka aykırı
şekilde elde edilen deliller bu nitelikleri dolayısıyla peşinen değerlendirme
dışı tutulamayacaktır.
3842
sayılı yasa ile CMUK 254. maddeye eklenen 2. fıkrada yer alan "Soruşturma
ve kovuşturma organlarının hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme
esasa alınamaz" şeklindeki hüküm de bu amaca hizmet edecek şekilde yorumlanmalıdır.
Buna göre, işkence ve benzeri yasak sorgu yöntemleri uygulanarak elde edilen
deliller veyahut temel hak ve hürriyetlerin ihlal edilmesi suretiyle elde
edilen deliller yargılamada kullanılamayacaktır. Bununla birlikte, önemli bir
hak ihlaline neden olmayan basit hukuka aykırılık hallerinde zabıtanın elde
ettiği deliller yargılamada kullanılabilecek, değerlendirme dışı
tutulmayacaktır.
Gerçekten,
önemli bir hak ihlaline neden olmayan hukuka aykırılıklar nedeniyle elde edilen
delillerin değerlendirme dışı tutulması, haksız beraat kararlarının verilmesine
ve yargılamanın kilitlenmesine neden olacaktır. Delil yasaklarına böyle bir
fonksiyonun yüklenmesi hukuk devleti ilkesi ile de bağdaşmamaktadır. Çünkü
hukuk devleti, kısaca, insan haklarını gerçekleştiren, güvenliği sağlayan, adil
devlet olarak tanımlanmaktadır. Hak ihlaline neden olamayan kurallara
aykırılıklar nedeniyle, elde edilen delillerin değerlendirilmemesi halinde,
hukuk devletinin "hukuki güvenlik" ve "adalet" ilkeleri çiğnenmiş
olacaktır. Sonuç olarak, hukuk devleti ilkesinin gerçekleşmesi ve hukuki barış,
ancak delil yasaklarına, insan hak ve hürriyetlerini koruma görevinin verilmesi
halinde mümkün olabilecektir.
Hayatın
gizli alanı ile ilgili elde edilen delillerin de ceza yargılamasında değerlendirilmemesi
lazımdır. Hayatın gizli alanı; hayatın sadece bireyi ilgilendiren ve ondan
başkasının bilemeyeceği kısmı olarak tanımlanmış ve hayatın gizli alanının
mutlak olarak korunduğu, bu nedenle, hayatın gizli alanı ile ilgili delillerin
yargılamada delil olarak değerlendirilemeyeceği ileri sürülmüştür. Buna göre,
örneğin, suç teşkil etmemek şartıyla kişinin cinsel yaşamı yalnızca kendisini
ilgilendirdiğinden, yargılamada bu hususlarla ilgili olarak kişiye herhangi bir
soru sorulamayacak, keza bu hususta herhangi bir araştırma yapılamayacaktır.
Aynı şekilde kişinin dini düşüncesi ile, belli bir konuda ne gibi bir düşünceye
sahip olduğu da bireyin yaşamının gizli alanına ait olduğundan bu hususlar
yargılama konusu olamayacak, delil olarak değerlendirilemeyecektir.
Özel
hayat ise, herkesin değil, yalnızca insanın yakınları tarafından bilinen yahut
bilinebilen hayat olarak tanımlanmıştır. Hayatın gizli alanından farklı olarak
özel hayatın nisbi bir korumaya mazhar olduğu, özel hayat ile ilgili olarak elde
edilen delillerin değerlendirilip, değerlendirilmemesinin Anayasa ve yasalar
çerçevesinde kamu yararı ve oranlılık ilkesi nazara alınarak belirlenmesi
gerektiği belirtilmektedir.
Doktrinde
genel eğilim, CMUK.nda yer alan delillerin toplanması ile ilgili kuralların
devletin soruşturma ve kovuşturma organlarını sınırlayan kurallar olduğu, bu
nedenle özel şahıslar tarafından hukuka aykırı şekilde elde edilen delillerin
kural olarak değerlendirilebileceği şeklindedir.
Gerçekten
CMUK..254/2. maddesinde yer alan "soruşturma ve kovuşturma organlarının
hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas alınamaz."
şeklindeki hüküm yalnızca kamu görevlilerine, soruşturma ve kovuşturma
organlarına hitap eder şekilde kaleme alınmıştır. Burada şu soru akla gelmektedir:
Acaba yasa koyucu özel şahısların hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller
için bilinçli olarak mı bir değerlendirme yasağı koymamıştır, yoksa bu ihtimal
düşünülmediği için mi bu yönde bir hüküm yasaya konmamıştır' Hemen belirtelim
ki bu sorunun cevabı, yani özel şahısların hukuka aykırı şekilde delil elde
etmesi konusunun yasada açık şekilde düzenlenmemesinin nedeni yasadan ve
yasanın gerekçesinden anlaşılmamaktadır. Devlet görevlileri dışındaki kişilerin
delil elde etmeleri ve bu arada hukuka aykırı şekilde delil elde etmeleri
ihtimali düşünülmediğinden yasaya bu hususta bir hüküm konulmamış olabileceği
gibi, özel şahısların hukuka aykırı şekilde elde ettikleri delillerin bilinçli
olarak değerlendirme yasağı dışında tutulmak istenmiş olması da mümkündür.
Ancak bu son ihtimalin kabulü halinde bile eğer özel şahıslar tarafından delil
elde etmek için uygulanan yöntemler, kişinin temel hak ve hürriyetlerini ihlal
edici nitelikte ise, örneğin kişilere işkence yapılmak suretiyle delil elde
edilmiş ise, elde edilen deliller yine yargılamada kullanılamaz. Doktrindeki
görüşler de bu merkezdedir.
CMUK.ndaki
mevcut hükümlere göre hukuka aykırı delillerin hazırlık aşamasında hukuka
aykırı olduğuna karar vermek mümkün değildir. Son soruşturma aşamasında mahkemeye
bu konuda tali bir dava açılması da olanaksızdır, çünkü hukukumuzda tali dava
açılabilecek haller kanunda belirtilmiştir, -Hakimin reddi ve yer itibariyle
yetkisizlik davası gibi- bunlar arasında delil yasakları davası gibi bir dava
öngörülmemiştir. Tarafların talebi üzerine veya resen mahkemenin bîr ara kararı
ile delilin hukuka aykırı olduğuna karar verme olanağı da yoktur. Delilleri
serbestçe değerlendirme yetkisine sahip olan ve vicdani kanaatine göre hüküm
vermek durumunda olan mahkeme, elbette ki bazı delilleri hükmüne esas
almayabilir. Ancak mevcut hukuk sistemimiz içerisinde, henüz daha yargılama
devam ederken, mahkemenin ara kararı ile de olsa bir delilin hukuka aykırı
olduğuna karar vermesinin mümkün olmadığı görüşündeyiz (Seydi KAYMAZ, Adı Geçen
Eser, s.249 ve devamı).
Prof.
Dr. Timur DEMİRBAŞ, "Sanığın Hazırlık Soruşturmasında İfadesinin Alınması
(1996)" adlı eserinde, konuyu şu şekilde değerlendirmektedir:
(Bizim
de katıldığımız hakim görüş ise, özel şahıslar tarafından elde edilen hukuka aykırı
delillerin değerlendirilmesini esaslı olarak kabul eder. Somut olaydaki
değerlendirmeye göre, işkence gibi özel göze batan insanlık onuruna karşı
ihlaller altında kazanılmış deliller bir istisnadır. Yani, üçüncü kişilerin
aşırı insan hakkı ihlali ile hukuka aykırı bir şekilde elde ettikleri deliller
değerlendirme yasağını sonuçlar. (KLEİNKNECEHT, NJW 1996.)
Özel
kişilerin hukuka aykırı şekilde delil elde etmeleri ve bunu yetkili makama
vermeleri durumunda, bu deliller kural olarak kullanabilecektir. Bu bakımdan
üçüncü kişi tarafından gizlice kaydedilen bandın kovuşturma organlarına
verilmesi durumunda veya sanığın anılarının üçüncü kişi tarafından ceza
kovuşturma organına verilmesinde, bunlar değerlendirilebilirler (KARLSRUHER
KOMMENTAR, HAHN). Çünkü, kanunlarımızda, yasak delil metodları, özel kişilere
karşı değil, kovuşturma makamlarına karşı öngörülmüştür. Buna rağmen,
"kovuşturma makamlarına yasak olanın özel kişilere karşı da öncelikle
yasak olacağı" gerekçesiyle bunun aksini ileri sürmek, " kamu hukukunda
idare bakımından yetkinin istisna, yetkisizliğin kural olması" ilkesine
aykırıdır. Demokratik rejimlerde vatandaş özgür olduğundan, kanunla
yasaklanmayan her türlü davranış bunun için serbesttir. Burada, kovuşturma
makamları tarafından delil elde etmek söz konusu olmadığından, CMUK.m.154/2 nin
uygulanması mümkün değildir. CMUK.m.254/2 de ki "soruşturma ve kovuşturma
organlarının hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas
alınamaz" hükmünde yer alan "elde etmek" ibaresinden maksat, soruşturma
ve kovuşturma organlarının aktif olarak delil toplamalarıdır. Buna karşılık
özel kişilerin delil toplamalarında, yukarıda sayılan organların konumu
pasiftir, yani özel kişiler tarafından hukuka aykırı şekilde elde edilmiş bir
delilin, sadece kendilerine teslimi söz konusudur. Kaldı ki, örneğin özel kişi
önemli bilgilerin bulunduğu ve çalmak suretiyle ele geçirdiği not defterini bu
şekilde elde etmemiş olsa idi bile, belki de kovuşturma makamları hukuka uygun
yollarla aynı delile ulaşabileceklerdi. Bu bakımdan, yetkili makamlara teslim
edilen delilerin CMUK.m. 254/2.nedeniyle ceza muhakemesinde kullanılamayacağını
ileri sürmek mümkün değildir).
Ön
savunmada sözü edilen Yargıtay 8. C. D.nin 9.6.1999 gün ve 9021/9538 sayılı
kararı soruşturma organlarının gizli dinleme ile elde ettiği bir delile
ilişkindir ve konumuzla bir ilgisi bulunmamaktadır.
Sabahattin
ÖNKİBAR, "Telekulak'ın Perde Arkası" başlıklı yazısında (Türkiye
Gazetesi, 9.6.1999) şu bilgileri veriyor :
(Bakın
size, bize dün intikal eden dinleme olayları sonucunda devletin önüne geçtiği
eylem ya da suikastlardan bir demet sunacağız.
1)
1995 Mart ayında Çiller, Menzir ve Kozakçıoğlu'na suikast.
2)
7-11, 96'da Kenan Evren ve Doğan Güreş'e suikast.
3)
Yıldırım Aktuna, Jeti Kamhi, Abdulkadir Aksu, Şevket Can Özbay, Turgut Altınok,
Şerafettin Elçi ve Ayvaz Gökdemir'e suikast.
4)
Söylemez Çetesine ulaşılması ve çökertilmesi.
5)
Adana Orduevine bomba atılması eylemi.
6)
Nusret Demiral ve Cem Boyner"e yönelik suikast hedefleri.
7)
Alanya plajına halkın bulunduğu saatlerde bomba atılması hedefi.
8)
İstanbul Aksaray Metro İstasyonu ve çarşılara sabotaj hedefleri.
9)
15-7, 96'da İstanbul Valiliği'ne bomba atma hedefi.
10-
Antalya'daki turistik tesislerin bombalanması ve Elmalı'daki Ziraat Bankası
soygununun faillerinin yakalanması.
11)
Ankara Polis Akademisi ve askeri tesislere yönelik olarak maket uçakla bomba
atma hedefi.
12)
Hizbullah'ın 30 olayının aydınlatılması.
13)
1996 Martında Uzan ve Karamehmet ailelerine ait villalara suikast hedefi.
14)
Petlas Fabrikası'na sabotaj eylemi.
15)
Yahudi vatandaşlara ait işyerlerine sabotaj hedefi.
16)
İstanbul'da CHP, DYP ve MHP binalarının önündeki araçlarda bulunan zaman ayarlı
bombaların patlatılması.
17)
Batman'da Mehmet Sincar'ın öldürülme olayı.
18)
Tunceli'deki muhtelif eylemler.
Liste
daha bunun gibi onlarca olayla uzayıp gidiyor.
Bütün
bunlar Devletin telefon izlemesi ile önlenmiştir. Şimdi hal bu iken devlet
telefon dinlememeli diyebilir misiniz ').
Başsavcılığımca
talep edilmesi üzerine, telefonla yapılan görüşmelerin gizlice dinlenmesinin
hukuki sonuçları hakkında, Prof. Dr. Feridun YENİSEY. 11.6.1999 tarihli
Bilirkişi Raporunu düzenlemiştir. Tamamını daha önce mahkemenize gönderdiğim bu
Bilirkişi Raporunda şöyle denilmektedir:
(Önleme
Dinlemesi: Haberleşmenin dinlenmesi, suç öncesi önleme dinlemesi ve suç
sonrasında yapılan adli dinleme olmak üzere ikiye ayrılır.
Önleme
dinlemesi gerek Amerikan hukukunda ve gerekse Alman hukukunda hakim kararı
olmadan yapılabilen ve bütün telefonları kapsayabilen genel bir dinlemedir.
Amerika
Birleşik Devletlerinde haberleşmenin dinlenmesi ile ilgili düzenlemeler
yapılırken (Title III: section 2511/3), Başkana, Devletin birlik ve
bütünlüğünü, cebir ve diğer hukuka aykırı yöntemlerle bozmaya yönelik yakın ve
filhal mevcut bir tehlike mevcut bulunan hallerde, hakim kararı olmadan
telefonları dinletmek yetkisi verilmiştir.
Bu
doğrultuda olmak üzere, Kongre 1978 yılında "Foreign Intelligence
Survellience Act" (FISA) adlı yasayı yürürlüğe koymuştur. Bu yasa
hükümlerine göre Başkan, Başsavcı aracılığı ile, yabancı devletlerden
gelebilecek tehlikeleri sezebilmek amacıyla, bir seneye kadar süre ile
telefonları dinletebilir. (KAMİSAR, LAFAVE.)
Önleme
dinlemesi Alman Hukukunda da kabul edilmiştir. Alman Anayasasının 10. maddesine
ilişkin olarak çıkartılan (G 10) Kanunu 1968 yılında yürürlüğe girmiştir.
1.12.1994 tarihinde yürürlüğe giren Suçlulukla Mücadele Kanunu
(Verbrechensbekampfungsgezetz) "G 10" Kanununun 12. maddesini
değiştirmiştir. Yapılan değişiklik, hakim kararı olmadan gerçekleştirilen
telefon dinlemelerinin alanını genişletmek ve bu şekilde elde edilen bilgilerin
istisnai hallerde delil olarak kullanılmasına yasal zemin hazırlamak amacına
hizmet etmiştir. Demokratik hukuk devletini tehdit eden bir tehlike mevcut
bulunduğu hallerde, bazı devlet organlarına (Verfassungsschııtzbehörden des
Bundes und der Lander, das Amt für den Militarischen Abschirmdienst und der
Bundesnachrichtendienst) telefonları dinleme ve bunları kaydetme yetkisi ile,
mektup ve posta gizliliği ile korunan gönderileri inceleme yetkisi verilmiştir.
Almanya
Federal Cumhuriyetine karşı silahlı bir saldırı veya terör eylemleri yapılması
tehlikesi, çok miktarda uyuşturucu maddenin Almanya'ya ithal edilmesi tehlikesi
ve yurt dışında işlenen paralarda sahtecilik suçları ile, kara paranın
aklanması suçlarından doğan tehlikeleri, "geç kalmadan" tesbit etmek
ve bu tür tehlikelere karşı Devletin tedbir alabilmesini sağlamak amacı ile,
hakim kararı olmadan ve geniş kapsamlı bir şekilde telefon dinleme yetkisi tanınmıştır
(CLAUS ARNDT),
...Hukuka
aykırı deliller teorisi çerçevesinde yabancı sistemlerin "hukuka
aykırılıktan" anladıkları, sanığın Anayasa ile teminat altına alınmış olan
haklarından birinin bir "devlet organı" tarafından yapılmış olan bir
işlemle ihlal edilmesidir.
Hukuka
aykırı deliller teorisi, "devletin ajanları tarafından" yapılan
hukuka aykırılıklardan doğan devlet sorumluluğuna dayanan bir teoridir. Gerek
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve gerekse Amerikan Anayasası, hukuka aykırı
delilleri sadece devlet memuru olan kişilerin yaptıkları ve Anayasadaki sanık
haklarını ihlal eden aykırılıklarda gündeme getirmektedirler. Diğer bir ifade
ile hukuka aykırılık yaparak bilgi toplayan ve daha sonra bunu devlete sunan
özel şahıslar bakımından hukuka aykırı delil teorisi tesirini göstermemektedir.
Radyo
dalgaları ile bağlantı kuran araç telefonlarında da aynı frekansa giren
herkesin konuşmayı manyetik ortamda kolayca zaptetmesi mümkün olduğu için,
genel kullanıma açık radyo dalgaları yayarak yapılan haberleşme, Amerika'da,
hukuka uygunluk halleri arasında zikredilmiştir. Bu anlamda olmak üzere Federal
Ceza Kanununun 2510 ncu maddesinde tanımlar verilirken, herkesin kolayca
alabileceği tarzdaki iletişim, hukuka uygunluk halleri arasında gösterilmiştir
("readily accessible to the general public"means, with respect to a
radio communication..."). Hukuka uygunluk hallerini gösteren 18 USC 2511/2
(g) de, bu hali düzenlemektedir.
Cep
telefonları ayrı bir sistem ile çalıştığı için, bu kurala tabi değildir.
Ancak
FM radyo alıcıları tarafından dahi alınabilen araç telefonları bakımından, elde
edilen konuşma kayıtları hakkında istisna söz konusudur (Prof. Dr. Feridun
YENİSEY'in, 11.6.1999 tarihli Bilirkişi Raporu).
Açıklanan
hususlar birlikte değerlendirildiğinde, Necmettin ERBAKAN ile Yasin Hatiboğlu
arasında bir araç telefonuyla yapılan ve bir özel şahıs tarafından banda
kaydedilen konuşmanın hükme esas alınması değil, alınmamasının yasaya aykırı
olacağı kanaatindeyiz.
Anayasa
Mahkememiz "Hukuka aykırı şekilde elde edilen deliller hiçbir şekilde
hükme esas alınamaz" şeklinde bir karar verirse, bunun doğuracağı korkunç
sonuçları bir örnek olayla açıklığa kavuşturmak istiyorum :
Önce
Leyla ZANA ve arkadaşlarına İlişkin, Ankara 1 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi
tarafından 8.12.1994 tarihinde verilen ve kamuoyunda "DEP Kararı"
diye anılan kararın gerekçesinden 112,113 ve 114 ncü sahifeleri aşağıya aynen
alıyorum :
(Sanık
Leyla ZANA'nın 20 Ekim 1991 seçim kampanyasındaki konuşmaları, TBMM'nde
yeminini eda ettikten sonra Kürtçe slogan atması, Alman Bavyera ve SAT.
Televizyonlarında yaptığı röportajlar, Suruç ilçesinde Belediye Başkanı seçimi
münasebetiyle kadınlardan oluşan topluluğa yaptığı konuşma, Kopenhag'da
düzenlediği basın toplantısındaki açıklamaları, Sanık Leyla ZANA'nın Milletvekili
dokunulmazlığı korumasında yaptığı siyasi çalışmalarıdır. Siyasi
çalışmalarından Leyla ZANA'nın PKK ile aynı paralelde faaliyet gösterdiği
anlaşılır. PKK.nın amacı Devletin bir kısım toprakları üzerinde
Marksist-Leninist esaslara dayalı müstakil bir Kürt Devleti kurmaktır. Leyla
ZANA'nın 1991 seçim kampanyasından itibaren yaptığı konuşmalar, basına verdiği
demeçler incelendiğinde Leyla ZANA'nın da aynı kasıtla siyasi çalışma yaptığı
görülür. Bunlar Leyla ZANA'nın açıktan yaptığı çalışmalardır. Dosyada Leyla
ZANA'nın PKK örgütü içinde illegal faaliyet gösterdiğini açıklayan deliller de
mevcuttur.
Bucak
ailesi Siverek ve Hilvan'a yayılmış, kalabalık ve köklü ailedir. Başlangıçtan
itibaren Bucak ailesi PKK.ya karşı çıkmış, PKK.yla silahlı çatışmaya girmiştir.
PKK örgütünün Bucak ailesinin hakim olduğu Siverek ve Hilvan'a giremediği,
Bucak ailesinin PKK'ya karşı çıkması sebebiyle aileden 140 kişinin PKK
militanları tarafından öldürüldüğü, Bucak ailesi büyüğü Serhat Edip BUCAK'ın 20
Ekim 1991 seçimlerinde Milletvekili seçilmesinden sonra SHP'den Milletvekili
seçilen Zübeyir AYDAR, Leyla ZANA, Sedat YURTTAŞ ile tanıştığı, bu tanışmadan
sonra 1992 yılı Bahar aylarından bir akşam Zübeyir AYDAR'ın önceden haber
vererek Sedat Edip BUCAK'ı evinde ziyaret ettiği, ziyaret sırasında Zübeyir
AYDAR :
-
PKK'nın Bucak ailesine 12 Eylül 1980 öncesi yanlışlar yaptığını söyledikten
sonra "Ben PKK adına Bucak ailesinden özür diliyorum. Siverek ve Hilvan'da
PKK'nın faaliyet göstermesine karşı gelmeyin. Biz Bucak Ailesine ve mensuplarına
hiç bir zarar vermeyeceğiz. Siverek ve Hilvan'da kamu kurum ve kuruluşları,
askeri ve polis tesisleri ve insanları bizim hedefimiz olacak. Size zarar
vermeyeceğiz. PKK'ya müsade edin" dediği, Sedat Edip BUCAK'ın:
-
Biz PKK'ya müsade edemeyiz. PKK, Siverek ve Hilvan'a girmesin" demesi
üzerine, Zübeyir AYDAR'ın:
-
"PKK, Kürdistan'da her karış toprağa girmek zorundadır. Hilvan ve Siverek
de Kürdistan'dır. Buralara da girmek zorundadır" dedikten sonra evden
ayrıldığı, 1992 yılı sonbaharında Leyla ZANA, Zübeyir AYDAR ve Ali YİĞİT'in,
Sedat Edip BUCAK'ı Oran'daki Milletvekili Lojmanlarının içerisinde bulunan
Meclis Lokantasına akşam yemeğine davet ettikleri, akşam yemeğinde Zübeyir
AYDAR, Ali YİĞİT ve Sanık Leyla ZANA'da başka o tarihlerde HEP Genel Sekreteri
olan Ahmet KARATAŞ'ında bulunduğu, Ahmet KARATAŞ'ın Sedat Edip BUCAK'a :
-
PKK'nın Hilvan ve Siverek'de Devlet aleyhtarı faaliyet yürütmesine ses
çıkarmamasını, karşı çıkmamasını, örgütün Bucak ailesine zarar vermeyeceğini
söylediği, Sedat Edip BUCAK'ın Hilvan ve Siverek Bölgesinde Bucak ailesinin
bulunduğunu, örgütün fikir ve görüşlerini benimsemediklerini, örgüte karşı
çıkacaklarını söylemesi üzerine sanık Leyla ZANA'nın:
-
"Bir hemşehrinle görüş, daha iyi olur", diyerek söze karıştığı, Leyla
ZANA'nın ısrarla bir hemşerinle görüş demesi üzerine Sedat Edip BUCAK'in:
-
"Benim hemşerim kim ' " diye sorduğu, sanık Leyla ZANA'nında ;
-
" Benim Genel Sekreterim sayın Abdullah ÖCALAN, senin hemşehrin. Telefon
numarasını verelim. Abdullah ÖCALAN'la görüş. PKK'nın Hilvan ve Siverek'e girip
girmemesi konusunda daha rahat anlaşırsınız" cevabını verdiği, Sedat Edip
BUCAK'ın Abdullah ÖCALAN'la görüşmeyi kabul etmediği;
8
Nisan 1993 günü sanık Leyla ZANA'nın yanında Abdülcebbar GEZİCİ olduğu halde
Sedat Edip BUCAK'ı evinde ziyaret ettiği, Abdülcebbar GEZİCİ'yi, Sedat Edip
BUCAK'a Abdülcebbar YILDIZ adıyla tanıttığı, Abdülcebbar GEZİCİ'nin Kürtlerle
Kürdistan üzerine bir giriş konuşması yaptıktan sonra Sedat Edip BUCAK'a:
-
"PKK'nın Siverek'e gireceğini, Bucak ailesine zarar vermeyeceğini, buna
karşılık Bucak ailesinin devlete yardım etmesi halinde cezalandırılacağını,
Bucak ailesinin PKK'ya karşı tavır almaması gerektiğini, Bucak ailesinin
gerillaya örgüte yani PKK'ya zarar vermesi halinde Bucak ailesi mensuplarının
da cezalandırılacağını" söylediği, Sedat Edip BUCAK'ın:
-"
Seni buraya gönderen kim'" sorusunu Abdülcebbar GEZİCİ'nin:
-
"Ben Kürdistan Halkının isteği doğrultusunda geldim" dediği, Sedat
Edip BUCAK'ın;
-
"Bu cevap yeterli değil" demesi üzerine, Abdülcebbar GEZİCİ'nin;
-
"Sayın Genel Sekreter Abdullah ÖCALAN benî buraya gönderdi. Leyla hanımla
da yanına geldik." cevabını verdiği, Sedat Edip BUCAK'ın ;
-
"Siverek ve Hilvan'a girmeyin " demesine karşılık Abdülcebbar
GEZİCİ'nin:
-
"Biz Siverek ve Hilvan'da size zarar vermeyeceğiz. Askere, Polise, Kamu
Kurumlarına yönelik Devletle mücadelemiz var. Devlete eylem yapacağız"
dediği. Sedat Edip BUCAK'ın ;
-
"Hilvan ve Siverek'de havaya sıkılacak bir kurşunu dahi bize Bucak
ailesine sıkılmış addederiz. Halka sıkılmış addederiz. Müsaade edemeyiz."
diye karşı çıkması üzerine Abdülcebbar GEZİCİ'nin Sedat Edip BUCAK'a;
-
"Senin bu teklifin çok anlamsız. Biz Kürdistan'da her karış toprağa girmek
zorundayız. Gireceğiz." dediği, bu sözler üzerine Sedat Edip BUCAK'ın
sinirlendiği, ayağa kalktığı ve Abdülcebbar GEZİCİ'ye hitaben;
-"
Siverek'de, Hilvan'da, oraya gidin, girin, " diye bağırdığı, bunun üzerine
sanık Leyla ZANA'nın araya girerek;
-
"Sedat çok çabuk sinirleniyorsun, bunu konuşarak çözeriz, anlaşalım. Eğer
sen Abdullah ÖCALAN'la görüşürsen daha iyi olur. Ama sen ben aramam dersen,
senin vereceğin telefona ve saate göre Abdullah ÖCALAN seni arar." dediği,
Sedat Edip Bucak'ın; Abdullah ÖCALAN'ın da kendisini aramasını kabul etmediği
anlaşılmaktadır).
Yukarıda
içeriği yazılı suç konusu konuşmalar, "gizli dinleme" ile, başka bir
ifade ile "hukuka aykırı şekilde" elde edilmiştir.
Şimdi
Anayasa Mahkememiz "Hukuka aykırı şekilde elde edilen hiçbir şekilde hükme
esas alınamaz" şeklinde bir karar verirse:
1-
Yargıtayımız, bu şekilde elde edilen delillere dayanarak verilen kararları
onadığından, iki yüksek mahkememiz arasında, çok önemli bir konuda uygulama
farklılığı ortaya çıkacaktır.
2-
Devlet güvenliğimizle ilgili böylesine vahim suçlar işleyen pek çok sanık,
delil yetersizliğinden cezalandırılmayacaktır.
3-
Böyle bir delili hükme esas almayacak yeryüzünde hiçbir hukuk düzeni mevcut
olmadığından ve hiçbir zaman da olmayacağından; Anayasa Mahkememiz daima
"sanığın haklarını", "kamu güvenliği"ne üstün tutan
"ilk" ve "tek" mahkeme olarak anılacaktır.
Takdir
yüce heyetinizindir.
F-
Son günlerde "yeni bir Anayasa" ve "yeni bir laiklik
anlayışı" tartışmaları yoğunluk kazanmıştır.
Başsavcılığım,
Anayasamızı eleştirmek değil, uygulamakla görevli olduğundan resmi bir belge
olan "esas hakkında görüş"ümüzü bildirirken, bu tartışmalara ilişkin
şahsi görüşümü yazmayı uygun görmüyorum.
Anayasamızın
24/son maddesinde "Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki
temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma veya siyasi veya
kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne surette olursa olsun, dini
veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez veya
kötüye kullanamaz."
Anayasamızın
açıkça yasakladığı eylemlere kayıtsız kalırsak, başka bir deyişle hukukçular
olarak görevimizi yapmaz, Anayasamızı uygulamaktan vazgeçersek ne olur ' Hemen
söyleyelim ki kamu düzenimiz bozulur. En azından bir karmaşa ortamına
sürükleniriz.
Türkiye
Cumhuriyeti, bunca düşmanına karşın bugüne kadar ayakta kalabilmişse ve
ulusumuzun çeşitli din ve mezheplerden oluşan fertleri uyum içinde bir arada
yaşayabilmişse, bunu; Cumhuriyetimizi kuran, gerçekçi vatansever
insanlarımızın, sonraki yönetici ve hukukçularımızın, tarihimizi, sosyal ve
kültürel durumumuzu, dinimizin özelliklerini de gözönünde tutarak hayata
geçirdikleri laiklik anlayışına borçluyuz.
Bugüne
kadar ki tüm Anayasa Mahkemesi kararlarına da yansıyan bu laiklik anlayışını,
Refah Partisinin kapatılması davasına ilişkin olarak düzenlediğimiz iddianame,
esas hakkında görüş ve sözlü açıklamamızda ayrıntılarıyla dile getirmiştik. Bu
belgeler elinizde mevcut olduğundan, "aynen tekrarladığımızı"
söylemekle yetiniyoruz.
Burada
sadece, o belgelerde değinme olanağını bulamadığımız, bizi daha gerçekçi
yapacağına ve görüş ufkumuzu daha da genişleteceğine inandığım bir söyleşiye,
bir makaleye, bir "fıkıh yazarı"nın vurguladığı hususlara, son
yıllarda Avrupa ve Amerika'da laiklikle ilgili olarak verilen bazı kararlara ve
uygulamalara değinmekle yetineceğim:
a-
Gazeteci Sedat ERGİN, ilahiyat Profesörü Ethem RUHİ FIĞLALI ile yaptığı
söyleşiyi, 12.9.1999 tarihli HÜRRİYET Gazetesinde söyle anlatıyor :
(Muğla
Üniversitesi Rektörü Prof. FIĞLALI Türkiye ve İslamiyet'e ilişkin farklılıkları
dikkate almayanları eleştiriyor:
"İslamiyet'te
üç temel unsur vardır. Bunlar Kuran-ı Kerim'de üç ayrı grupta
toplayabileceğimiz inanç, ibadet ve muamelat dediğimiz hüküm ayetleridir.
Bunlardan inanç ve ibadet evrensel olarak bir değişmezlik vasfı taşırlar. Bu
ilkeler İslamiyet'in ilk gününden itibaren geçerlidir, yarın da geçerli
olacaktır."
Prof.
Fığlalı, üçüncü gurupta bulunan ve sayısını 228 olarak verdiği hüküm
ayetlerindeki farklılığa şöyle dikkat çekiyor:
"Bu
ayetlerin çoğu bugün pozitif hukukun alanına girmektedir. Bunlar içinde ceza
hukuku, miras hukuku, borçlar hukuku, devletler hukukunu alakadar eden ayetler
vardır. Bunların her biri İslam tarihi içinde içtihadi ve yoruma dayalı ayetler
olmuştur. İçinde yaşanılan şartlara göre ve kamu yararı düşünülerek yeniden
biçimlendirilebilirler."
Prof.
Fığlalı'ya göre, buradaki en önemli sorun, İslamiyet'in ilk dönemlerinden
itibaren bu ayetlerin de değiştirilemezliğine ilişkin yaygın bir karşı görüşün
varlığından kaynaklanıyor. Prof. Fığlalı, "Oysa değiştirilemezliğin ileri
sürülmesi Kuran'ın mantığına ve mesajına da aykırıdır" diye ekliyor ve
şöyle devam ediyor:
"Türkiye'deki
grupların her biri çoğunlukla ahkam ayetlerinin de aynen uygulanmasını
istemektedirler. Bu isteklerini Kuran'ın 'Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler
kafirdirler' ayetine dayandırıyorlar. Bu ayeti esas almak suretiyle Kuran-ı
Kerim'deki her ayetin, her cümlenin, her hükmün mutlaka, bir değişikliğe
uğratılmaksızın uygulanmasını istemektedirler. Oysa laikliğin temel kuralı
hukukun din kurallarına göre değil, insan aklına göre düzenlenmesidir. Çelişki
buradadır."
Prof.
Fığlalı, bir adım daha ileri gidiyor:
"Bu
grupların çoğunluğu, kendi doğrularını ortaya koymayı bir cihat gibi
değerlendirip, kendi doğruları dışındaki görüşlere hayat hakkı tanımama
eğilimindedir. Bu anlayıştan hareketle başkalarının haklarını kısıtlamayı,
cihadın yani dinin bir gereği olarak görmektedirler"diyor).
b-
Değerli yazar Gündüz AKTAN, 17.7.1999 tarihli RADİKAL Gazetesindeki
makalesinde:
(Sorun
sanılandan büyük. Tarihte dine ilişkin sorunlar hep büyük olmuş ve bazen
şiddetli çatışmaların da yer aldığı uzun tarih süreçlerinde, o da kısmen,
çözümlenebilmiş.
Türkiye
çözmediği sorunlarıyla birlikte yaşayan bir ülke. Sorun çözmeyi sistem
değişikliklerinin otomatik sonuçlarına bırakıyor. Demokrasi tüm şartlarıyla
gelirse, insan haklarına saygı gösterilirse ve 'çağdaş' çok kültürlülük
benimsenirse, sorunların kendiliğinden çözümleneceği sanılıyor. Bu yaklaşım bir
tür sorumluluktan kaçmak demek. Tersine, din sorununun halli, demokrasi ve
insan haklarının yerleşmesi açısından çok daha etkili olabilir.
Dev
bir göçmen ülkesi olan Amerika bir yana bırakılırsa, derin toplumsal bölünme
yaratan bir farklılaşmayı, çok kültürlülük çerçevesine sığdırabilen herhangi
bir Batı ülkesi yok. Batı Avrupa tehlikeli bir ırkçılığa yol açmadan sayıca
küçük yabancı grupları dahi bünyesinde barındırmaktan aciz.
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesinin 9. maddesi, din ve inanç özgürlüğünün 'ortaya
konması' (manifest) ile ilgili. Bir ülkede iki farklı toplum kesimi oluşturacak
şekilde din ve inançların 'yaşanması'na imkan vermiyor. Kaldı ki din ve inanç
özgürlüğü adına, örneğin, kadın haklarının daraltılmasını demokrasi gereği
olarak sunmak mümkün değil) demektedir.
c-
AKİT GAZETESİ, Fıkıh (İslam hukuku) yazarı olduğu iddiasıyla yazılar yazan
Yusuf KERİMOĞLU. 1.4.1998 günü şöyle yazıyor:
(Isparta'dan
Songül Akman/Mektubunuzda: "Ben Isparta Meslek Yüksek Okulu öğrencisiyim.
Lise olarak İmam-Hatip çıkışlıyım. Biz İmam-Hatip okulunda iken hocalarımıza;
Darü'l İslam ve Darü'l Harp konusunu sorar, hepsinden farklı cevaplar alırdık!
Hocalarımızın suallerden memnun olmadıklarını hisseder ve muğlak cevaplar
kalbimizi mutmain etmezdi. Şimdi Isparta'da "Türkiye'nin Darü'l İslam
değil, Darü'i Harp olduğunu söyleyen bir grup Müslüman vardır. Bu konuya bir
açıklık getirir misiniz' İkinci sualim masonluk ile ilgilidir. Masonluk nasıl
bir itikadı sistemdir'" diyorsunuz.
CEVAP:
İçinde yaşadığımız toplumda "Vatan" ve "Vatandaşlık"
tabirlerini herkes bilir. Namaz kılan kimseler "Vatan-i Asli, Vatan-ı
İkamet ve Vatan-ı Sefer mefhumlarına yabancı değildirler. Ancak "Dar"
mefhumunu unutmuşlardır. Halbuki bu mefhum, İslami siyaset ve mücadele fıkhı
açısından oldukça önemli bir kavramdır. Şemsu'leimme (İmamların güneşi)
Serahsi, meseleyi açık olarak ortaya koymuş ve "Dar mefhumu; idare ve
hakimiyete göre mahiyet kazanır. Müslümanların hakimiyeti altında olan ve İslam
ahkamının tatbik edildiği beldelere Darü'l İslam denilir" tarifini
yapmıştır. Yine fakih İmam-ı Kuhistani: "Darü'l İslam; mü'minlerin
emirinin sultası (iktidarı) altında olan ve İslam ahkamının tatbik edildiği
beldedir. Darü'l Harp ise; kafirlerin reisinin idaresi altında olan ve küfür
ahkamının icra (tatbik) edildiği yerdir" diyerek, iktidarın önemi üzerinde
durmuştur. İmam-ı Kasani, "Bir dar'ın (ülkenin) İslam'a veya küfre nisbet
edilmesinden maksad; bizzat İslam ve küfrün kendisi değildir. Maksat emniyet ve
korkudur. Eğer bir beldede emniyet ve hakimiyet Müslümanlara, korku da aynı
şekilde kafirlere ait ise orası, "Darü'l İslam'dır. Ancak emniyet ve
hakimiyet kafirlere, korku da Müslümanlara ait ise orası Darü'l Harptir. Zira
ahkamın tatbiki, emniyet ve korku ile ilgilidir" şeklinde izah etmiştir.
Hanefi fükahası, bu tarifler üzerinde kesinlikle ittifak etmiştir. Tek bir
ihtilaf dahi gösterilemez. "Dar" mefhumunun nüfus oranları ile bir
ilgisi yoktur. Nitekim Molla Husrev: "İçerisinde küfür ahkamının tatbik
edildiği Darü'l Harb olan bir belde, İslam ahkamının tatbik edilmesi ile
birlikte Darü'l İslam'a dönüşür. Her ne kadar o beldede mukim olan kafirler,
orada ikamete devam etseler de, o belde Darü'l İslam'a bitişik olmasa da durum
aynıdır" hükmünü beyan etmiştir. Fukaha arasında "Darü'l İslam olan
bir belde, hangi şartlarda Darü'l Harb'e dönüşür" sualine cevap verirken,
farklı içtihadlar gündeme girmiştir. İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra)'ya göre üç
şartın tahakkuk etmesi gerekir. İmameyn kavline göre ise: "Darü'l İslam
olan bir belde, küfür ahkamının icra edilmesi ile birlikte, Darü'l Harb haline
gelir. Kıyas budur". Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi rejimi; laikliği esas
almış ve İslam şeriatını reddetmiştir. Müslümanların, cemaat haline gelmelerine
dahi müsaade edilmemiştir. Ukubat, muamelat ve sair hükümlerin tatbiki de
yasaklanmıştır. Meselenin özü budur).
Laik
eğitim veren okullarda tek tip insan yetiştiği görülmemiştir ama, dini eğitim veren
okullar için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Türkiye Cumhuriyeti Eğitim
Birliği (Tevhidi Tedrisat) Kanununu uygulamaktan hiçbir zaman vazgeçmemelidir.
d-
7.1.1999 tarihli Milliyet Gazetesi şöyle bir havadise yer verdi:
(FRANSA'nın
batısında yer alan Normandiya bölgesindeki Flers kentindeki bir lisenin
öğretmenleri, Esmanur adındaki bir Türk öğrencinin sınıfa türbanla gelmesini
protesto etmek için yarın greve gidiyor.
800
öğrencinin okuduğu Jean Monnet kolejinde görev yapan 70 öğretmenin büyük
bölümü, önceki gün bir oylama yaptılar. Oylama sonucu, Fransız eğitim
yasalarına ve laikliğe karşı olduğu gerekçesiyle Türk öğrencinin türbanla okula
gelmesini protesto için grev kararı alındı. Kısa süre önce bu okula kayıt
yaptıran 12 yaşındaki Türk öğrenci Esmanur'un, Eylül ayında, kentteki diğer 2
liseden de öğretmenlerin protestoları üzerine uzaklaştırıldığı belirtildi).
e-
Türkiye Barolar Birliği Dergisi (1997/3-4) ve Manisa Barosu Dergisinde
yayınlanan İsviçre Yüksek Mahkemesinin 12.11.1997 sayılı kararının içeriği
aşağıda yazılı olduğu şekildedir:
(İsviçre
Yüksek Mahkemesi (Federal Mahkeme), "Devletin dinsel tarafsızlığına
(laikliğine) ve dinsel barışı koruma işlevine "öncelik" tanıyarak,
bir Müslüman bayan öğretmenin, sınıfta, başına "Türban" takarak
girmesini yasaklayan, idari makam kararını onayladı. Federal Mahkeme, bu kararı
alırken, tarafların yararlarını tüm yönleri ile karşılaştırarak, dava konusu
olayda, inanç özgürlüğünün ihlal olunduğu savını reddetti.
Cenevre
Kanton Hükümeti, 16 Ekim 1996 tarihli kararı ile, Kantonal Eğitim Müdürlüğünün,
Müslüman bir bayan öğretmenin, derslere, İslam dini geleneğine uyarak, başına
türban takıp girmesini yasaklamıştı, Bu karar üzerine, bayan öğretmen,
Lozan'daki Yüksek Mahkeme'ye (Federal Mahkeme) başvurarak, karara itiraz
etmişti. Bayan öğretmen, verdiği temyiz dilekçesinde "bol elbise"
(ferace) giymesinin ve başına "türban" takmasının, dinsel simge
olmadığını, tersine, Batı Ülkelerindeki çağdaş giysilere uygun düştüğünü
savlamıştı. Buna karşılık, Yüksek Mahkeme ise, bayan öğretmenin estetik bir
nedenle değil, aksine, dinsel zorunluluk olduğuna inandığı için böyle
giyinerek, bu tür giysinin "kuvvetli bir dinsel simge" (un symbole
religieux fort) oluşturduğuna karar verdi.
Oy
Birliği ile Alınan Karar
İsviçre
Yüksek Mahkemesi II. Kamu Hukuku Dairesi'nin kararında kişilerin "din ve
vicdan özgürlüğü"nün, İsviçre Federal Anayasası'nın 49. maddesi ve
"Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 9 uncu maddesi ile güvence altına
alınmış olduğunu açıklamıştır. Her ne kadar, ilgili yönünden, kendi giysileri
ile açığa vurulan dinsel kimliği büyük bir önem taşımakta ise de, belli
koşullarda bu tür giysilerin yasaklanması, "inanç özgürlüğü"nün özüne
tecavüz sayılamaz. Çünkü, idari merci tarafından yapılan bu yasaklamada,
"önemli derecede kamu yararı"nın varlığı söz konusudur. Yüksek
Mahkeme, dava konusu olayda, bütün bu olasılıkların gerçekleştiği kanısına
varmış ve bayan öğretmenin itirazını oybirliği ile reddetmiştir.
Yüksek
Mahkeme kararına göre, "Kanton Eğitim Müdürlüğü"nün, kişilerin inanç
özgürlüklerine müdahalesi, dinsel yönden yansız (nötr) bir öğrenim yapılmasını
güvence altına alma amacına yönelik olduğundan, onaylanır bir davranıştır. Bu
davranış, aynı zamanda, "Devlet ve Kilise Ayrılığı"nı (Laiklik)
açıkça hükme bağlayan Kanton Anayasası'na uygunluğun da gereğidir. Bütün bu
açıklamalar, öğretim personeline getirilen "dinsel simgeli giysilerle
derslere girme yasağı"nın, İsviçre Federal Anayasası ile doğrudan bir
ilişkisi bulunmadığı savını havada bırakmaktadır. Kaldı ki, Federal Anayasa
dahi, resmi okullarda dinsel yönden yansız (nötr) bir öğrenim yapılmasını
emretmektedir. (Anay. Mad. 27-3). Son olarak. Yüksek Mahkeme, idari merciin,
Müslüman bayan öğretmenin, derslere İslami giysilerle (bol elbise/ferace ve
türban) girmesinin yasaklanmasında, "önemli derecede kamu yararı
bulunduğu" yolundaki görüşünü de onaylamıştır. Zira bu konuda, sadece
çocukların ve ana-babalarının dinsel etkilemelere karşı korunması değil, fakat
aynı zamanda giderek daha da frajil (kırılgan) hale gelme eğilimi gösteren
"dinsel barış"ın korunması da söz konusudur.
Tarafların
yararları inceden inceye karşılaştırıldı.
Yüksek
Mahkeme, karar aşamasında, tarafların karşılıklı yararlarını inceden inceye
karşılaştırmıştır. Bu karşılaştırmayı yaparken, bayan öğretmenin, dinsel
inançlarının gereğini yerine getirememe veyahutta işinden olma gibi ağır bir
seçenekle karşı karşıya geldiğini de göz önünde tutmuştur. Ancak, öğretmenin,
okul otoritesini temsil etmekle yükümlü bir görevli olarak, dinsel açıdan
yansız (nötr) öğrenim sağlanmasına aktif katkıda bulunma zorunluluğu ağır
basmıştır, öğretmen, çeşitli dinsel inançlı çocukların inançlarına saygılı
olmak ve de kendi dinsel görüşünü sergilemekten kaçınmak zorundadır.
Bu
arada Yüksek Mahkeme daha önce aldığı bir başka karara da atıfta bulunmuştur.
Buna göre, sınıflarda, Hz. İsa'nın çarmıha gerilisini simgeleyen heykelciliğin
(Kruzifix) bulundurulmasının dinsel yansızlıkla (nötralite) bağdaşmadığını
kararlaştırmıştır (Kar. No. 116/a 252). Buradan, örnekleme ile, öğretmenin, sınıfa,
dinsel giysilerle girmesinin, onaylanmayacağı vurgulanmıştır. Öte yandan,
öğretmenin bu davranışının Federal Anayasada güvence altına alınan
"kadın-erkek eşitliği"ne aykırı olduğuna deyinilmiştir).
e-
Amerika'dan bir örnek:
Daha
çok Minesota eyaletinde yasayan bir özel tarikatın mensuplarının dini inancı
parlak renkleri yasaklamaktadır. O yüzden çoğu çiftçilikle uğraşan tarikat
mensupları mat renkli giysileri, gri, siyah gibi elbiseleri tercih etmektedir.
Eyalet Motorlu Araçlar Kanunu, traktör gibi, biçerdöver gibi özel amaçlı
araçların trafikte dolaşırken parlak kavuniçi renkli bir özel işaret taşımaları
gerektiğini emretmektedir. Tarikat mensupları bu işareti traktörlerine takmayı
reddederler. Konu Yüksek Mahkeme'ye kadar gelir. Mahkeme 'kamusal alanda dinsel
özgürlüklerin sınırsız olmadığına, aksine sınırlanabileceğine' karar verir
(İsmet BERKAN, Kamusal Alanda Dinsel Özgürlükler, Radikal Gazetesi, 2.5.1998).
f-
Şu sıralar Amerika'da ilgiyle izlenen laiklik davalarından birkaç örnek vermek
istiyorum. İlk örnek, Republic adlı bir Missouri kasabasından. Bu kasabanın
kent armasının üzerinde bulunan balık resminin kaldırılması için dava açılmış.
Çünkü bu balığın Roma İmparatorluğu zamanında yaşamış ilk Hıristiyanlarca
kullanıldığı öne sürülmüş. Böyle bir simgenin kullanılması, anayasanın din ile
devlet işlerinin kesin olarak ayrılmasını emreden maddesini ihlal ediyormuş.
Kısacası, Amerika'da kent armalarına kilise, havra, cami, haç, ay ya da başka
bir dinsel sembolün konması laikliğe aykırı sayılıyor.
Daha
ötesi de var. İndiana'nın Elkhart kentinde de, kamuya ait bir parkın
ortasındaki Hazreti Musa'nın 10 Emri anıtının kaldırılması istenmiş.
Wisconsin'de ise bir parka konmuş olan Hazreti İsa heykeli dava konusu olmuş.
Kent yönetimi parkın girişine 'Burada Hazreti İsa'nın heykelinin olması
Hıristiyanlığı savunduğumuz anlamına gelmiyor1 diye bir levha koymuş
ama, dava devam ediyor. Dikkat edilsin: Buralarda karşı çıkılan Hazreti
Musa'nın emirleri ya da Hazreti İsa'nın kendisi değil, bu dinsel sembollerin
kamuya ait yerlerde bulunması (HALUK ŞAHİN, Amerika Laikliğin neresinde',
Radikal Gazetesi, 4.7.1998).
g-
Oregon kararı, Amerikan yerlilerinin dinsel törenlerinde, "peyote"
kaktüsünün uyuşturucu özünün kullanılışına ilişkindi. Yerli ibadetindeki bu
uygulama, eyaletin "narkotik" yasalarına aykırı bulununca Yüksek
Mahkeme'ye başvuran davacılar, dinsel kısıtlamaları yeni ve daha esnek bir
koşula bağlayan, şu karar ile karşılaştılar:
"Bir
eyaletin yasaları, özgürlükleri sınırlasa bile, dinsel inancı değil, dinsel uygulamaları
ilgilendirdiği sürece Anayasa'nın birinci maddesi'nin ihlaline yol açmaz."
Böylece "dinsel uygulama - dinsel inanç"ayrımı kıstas oldu.
Oregon
kararını emsal alan ilk adımı, Mesleki Güvenlik ve Sağlık İdaresi (OSHA) attı.
Dinleri gereği türban takan Sihler, 1975'ten itibaren inşaat vb. yerlerde baret
giyme mecburiyetinden muaftılar; OSHA Kasım 1990'da bu muafiyeti kaldırdı.
Aynı
gerekçe ile, izleyen yıllarda Yahudilere otopsi uygulanmaması, cezaevlerindeki
Müslümanlar'a domuz eti yedirilmemesi, Amiş dinindekilerin üniforma giymemesi
gibi talepler de reddedildi.
"Uygulama
- İnanç" ayrımına karşı yasal mücadele kongre de iki yıl sürdü. 1993'te
geçen Dinsel Özgürlüklerin Restorasyonu Yasası (RFRA). Anayasa'nın Birinci
Maddesi'ne dayanarak, eyaletlerin dinsel hakları kısıtlama yetkisini ortadan
kaldırdı.
-Haziran
1997'deki Yüksek Mahkeme kararı ise bu kez. RFRA'yı iptal etti. Gerekçe.
Anayasa'daki dinsel özgürlük tanımının yorumunu Kongre'nin değil, ancak
bağımsız yargının yapabileceğiydi.
Karara
Texas'taki bir olay yol açtı. Boerne kentinde kilise yaptırmak isteyen San
Antonio Katolik Başpiskoposu, eyalet yetkililerinin söz konusu araziyi
"tarihi koruma alanı" göstererek, inşaat izni vermemesine karşı
çıktı. Ancak Mahkeme, "dinsel uygulamayı yasanın üstünde tutan"
RFRA'nın, "anayasa dışı" olduğuna karar verdi; Yüksek Mahkeme de bunu
teyid etti (Yasemin ÇONGAR, Dinsel Haklar ve Devlet, Milliyet Gazetesi,
20.4.1998).
SONUÇ:
İddianamemiz, 4.6.1999 tarihli yazımızla Mahkemenize sunduğumuz ek deliller,
esas hakkında görüşümüz birlikte değerlendirilerek:
1-
12.8.1999 tarihinde kabul edilen 4445 sayılı Yasanın 18 nci maddesiyle 2820
sayılı Siyasî Partiler Kanununun 103 ncü maddesine eklenen ikinci fıkranın
Anayasamıza aykırı olduğundan İPTALİNE,
2-
FAZİLET PARTİSİNİN TEMELLİ KAPATILMASINA,
Karar
verilmesi gerektiği görüşünde olduğumuzu bilgilerinize arz ederim.
V-
SON SAVUNMA
Davalı
Parti'nin yazılı olarak verdiği 12.11.1999 günlü son savunması şöyledir:
A-
GENEL OLARAK
Son
Savunmamıza başlarken, sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın "Esas
Hakkında Görüş"ü ile ilgili bazı gözlemlerimizi ifade etmek isteriz.
"Esas Hakkında Görüş" birkaç özelliğiyle dikkat çekmektedir.
Bunlardan birincisi, sayın Başsavcı'nın genel olarak hukuk meselelerine ve özel
olarak da bu davaya bakışına hakim olan yaklaşımının niteliğiyle ilgilidir.
Maalesef belirtmeliyiz ki, bu yaklaşım insan haklarına dayanan demokratik hukuk
devleti anlayışıyla pek bağdaşır görünmemektedir. O kadar ki, bu
"Görüş", hakkaniyet ve adalet güdülerinin yönlendirdiği bir hukuk
adamının değil de, neredeyse, ana ilgisi "düzen ve disiplin" olan
herhangi bir kamu görevlisinin kaleminden çıkmış olduğu izlenimi doğurmaktadır.
Bu durum, kanaatimizce, "Esas Hakkında Görüş"ün bu davayla ilgisi
bakımından hukuki değerini azaltmaktadır. Esasen, aşağıda açıklayacağımız
üzere, "Esas Hakkında Görüş"te bu davanın konusuyla doğrudan doğruya
ilgili olan hukuki sorun hakkında hemen hemen hiç bir argüman yer almamaktadır.
"Esas
Hakkında Görüş"ün ikinci özelliği, sayın Başsavcı'nın bu davayı görevi
gereği yürüttüğü kamusal bir mesele olmaktan çıkarıp kişiselleştirmiş ve adeta
kendisinin şahsi bir meselesi haline dönüştürmüş olmasıdır. Bu nedenle, sayın
Başsavcı Fazilet Partisi hakkında kimi zaman açık kimi zaman imalı olarak insaf
ölçülerine sığmayan iddialarda bulunmaktadır. Bu durumun, işbu kapatma
davasının medya önünde gösterişli bir biçimde açıklanmasından, "Esas
Hakkında Görüş"ün kitap haline getirilip dağıtılmasına ve bu
"Görüş"te hakim olan üsluba kadar birçok emaresi var. Bu da, sayın
Başsavcı'nın partimize karşı yönelttiği iddiaların hukuki güvenilirliğini
azaltan başka bir noktadır.
Bu
nedenlerle olmalı ki, "Esas Hakkında Görüş"te, sayın Başsavcı'
iddianamede daha önce ileri sürmüş olduğu ve Ön Savunmamızda hepsini ayrıntılı
olarak karşıladığımız iddialarını ispatlamaya veya desteklemeye yönelik kanıt
ve argümanlara hemen hemen hiç yer vermemiştir. Buna karşılık, sayın Başsavcı
bu davanın konusuyla doğrudan doğruya ilgili olmayan kimi görüşleri uzun
uzadıya aktarmakla yetinmiş ve kendi görüşlerine katılmayanlar hakkında hoş
olmayan sıfatları sert bir üslupla kullanmayı tercih etmiş, bu arada partimizi
haksız yere zan altında bırakacak mahiyette imalı açıklamalarda bulunmaktan da
çekinmemiştir. Ayrıca, "Esas Hakkında Görüş"te yer verilen kimi
teorik bilgiler eksik ve yanıltıcıdır.
İşbu
Son Savunmamızda, sayın Başsavcının dile getirdiği hususlar tek tek ele alıp
incelediğimizde partimiz hakkındaki gerçek durum daha iyi anlaşılacak ve
meselenin hukuki yönü aydınlığa kavuşacaktır.
B-
ANAYASA'YA AYKIRILIK İTİRAZI
Sayın
Cumhuriyet Başsavcısı, "Esas Hakkında Görüş"ünde, Siyasi Partiler
Kanunu'nun 103. maddesinin ikinci fıkrasını yeniden düzenleyen 12.8.1999 tarih
ve 4445 sayılı Kanun'un 18. maddesinin Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle
Anayasa Mahkememiz tarafından iptal edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Sayın
Başsavcı'ya göre, TBMM yaptığı bu yeni düzenlemeyle Anayasa Mahkemesi'nin
9.1.1998 gün ve 2/1 sayılı iptal kararını etkisizleştirmeye yönelmiştir. Bu
görüşün dayandığı muhakeme tarzı şöyle özetlenebilir: Anayasa Mahkememiz söz
konusu kararıyla, Siyasi Partiler Kanunu'nun, üyelerinin işledikleri yasak
fiillerin "mihrak"ı haline gelmeleri nedeniyle kapatılmaları için,
siyasi partilerin bu tür eylemlerin mihrakı olduklarının 101. maddenin (d)
bendinde gösterilen usule göre belirleneceğini öngören 103. maddesinin ikinci
fıkrasını iptal etmiştir, iptal gerekçesi, Türk Ceza Kanunu'nun 163. maddesinin
kaldırılması parti üyelerinin parti yasaklarına aykırı fiillerini suç olmaktan
çıkardığı için, 103. maddenin ikinci fıkrasında gönderme yapılan ve artık
uygulanma olanağı kalmayan usulün Anayasa'nın 69. maddesinin 6. fıkrasının da
uygulanmasını olanaksız hale getirdiği, bu nedenle de Anayasaya aykırı olduğu
düşüncesidir. Oysa, Siyasi Partiler Kanunu'nun 103. maddesine 4445 sayılı
Kanunla eklenen ikinci fıkra, Anayasaya aykırı olan eski durumu iade
etmektedir.
Kanaatimizce,
sayın Başsavcı'nın Siyasi Partiler Kanunu'nun 103. maddesinin yeni ikinci
fıkrasının Anayasaya aykırı olduğu iddiası bütünüyle dayanaksızdır. Çünkü, bu
hükmün iptal edilen hükümle herhangi bir benzerliği bulunmamaktadır. Tam
tersine bu yeni düzenleme hem Anayasanın 69. maddesinin altıncı fıkrasını
uygulanabilir hale getiren bir nitelik taşımaktadır, hem de Anayasa Mahkememizin
Refah Partisi davasındaki "odak" kavramıyla ilgili içtihadına
uygundur. Yeni düzenleme eskisinden tamamen farklı olup, Anayasa'nın 69.
maddesinin altıncı fıkrasının Öngördüğü "odak" kavramını diğer
düzenlemelerden bağımsız olarak uygulanabilir bir tanıma kavuşturmaktadır. Yeni
103/2 bu haliyle Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrasının öngördüğü
düzenlemeyi yapmakta, böylelikle Anayasal bir buyruğu yerine getirmektedir. Bu
düzenlemenin Anayasa Mahkememizin işaret edilen iptal kararının gerekçesiyle
çelişkili olduğu da söylenemez.
Nitekim,
Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrası yasa koyucuyu ilgilendiren başlıca
iki uyruk içermektedir. (1) Partiler Anayasada (ve Siyasi Partiler Kanunu'nda)
belirtilen yasak fiillerin "odağı" haline gelince kapatılırlar. (2)
Bir partinin bu türden eylemlerin odağı haline geldiği Anayasa Mahkemesi'nce
tespit edilir. Bu duruma göre, yasa koyucunun söz konusu Anayasa hükmüne
ilişkin olarak yapacağı bir düzenlemenin bu hükme aykırı olması için ( l )
"Odak" olmayı kapatma nedeni olmaktan çıkaran bir düzenleme yapması
ve/veya (2) Anayasa Mahkemesi'nin, bir siyasi partinin yasak eylemlerin odağı
haline geldiğini "tespit" yetkisini kaldırması gerekir. Bu iki nokta
dışında kalan hususlarda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin düzenleme
serbestisine sahip olduğunda demokratik teori ve hukuk tekniği bakımından şüphe
yoktur. Dahası, odak kavramının yargısal olarak uygulanabilirliğini sağlamak
üzere düzenleme yapması TBMM'nin anayasal bir ödevidir.
Bu
çerçevede Anayasa'nın zikretmekle yetindiği "odak" kavramının ne
anlama geldiğini ve hangi unsurlardan oluştuğunu yasayla düzenlemeye TBMM hem
yetkili hem de ödevlidir. Bu nedenle, TBMM 4445 sayılı Kanun'un 18.
maddesini koymakla açık bir anayasal buyruğu yerine getirmiş olmaktadır. Mamafih,
TBMM'nin bu konudaki düzenleme yetkisinin elbette bir sınırı vardır.
Kanaatimizce, bu sınır, "odak" kavramını kelimenin semantik anlamına
uygun olarak tanımlamak olarak özetlenebilir. Daha açık bir anlatımla, yasa
koyucu "odak" kavramını sadece isim olarak muhafaza edip, içeriğini
tümüyle boşaltmaya ve kavramla mantıken ilgisi bulunmayan unsurlara dayalı bir
tanım yapmaya yetkili değildir. Oysa, anayasaya aykırı olduğu iddia edilen
Siyasi Partiler Kanunu'nun 103. maddesinin yeni 2. fıkrası hükmüne baktığımızda,
bunun belirtilen açıdan son derece makul bir düzenleme getirmiş olduğu ve
"odak" kavramının tanımı ve unsurları bakımından işaret edilen
sınırların kesinlikle aşılmadığı görülmektedir.
Öte
yandan, bu düzenleme Anayasa Mahkememizin içtihadına da uygundur. Nitekim,
yüksek Mahkeme, 16.1.1998 gün ve E.1997/1 ve K. 1998/1 sayılı kararında,
'"odak olma' durumunun oluşması için gerekli olan yasak eylemlerdeki
nitelik ve nicelik ile bunların tekrarındaki kararlılık gibi öğelerin varlığı
"nı gerekli görmüştür (AMKD, Sayı 34, C. 2, s. 1019. vurgu bizim). Bu
tanım, özünde, 4445 sayılı Kanun'un 18. maddesiyle getirilen düzenlemeyle
uyumludur. Bu hususta TBMM'nin Anayasa Mahkemesi'nin belirttiğinden farklı
olarak yaptığı, özüne sadık kalarak bu tanımı ayrıntılandırmaktan ibarettir.
Konuya bu açıdan bakıldığında, TBMM yaptığı yeni düzenlemeyle, sayın
Başsavcı'nın iddia ettiğinin tersine, Anayasa Mahkememizin kararını
etkisizleştirmeye çalışmamış, aksine onun gereğini yerine getirmiş olduğu
kolaylıkla görülebilir.
İkinci
olarak, Siyasi Partiler Kanunu'nda yapılan bu değişikliğin, Anayasa
Mahkememizin Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrasında belirtilen
"tespit" yetkisine bir müdahale teşkil ettiği de söylenemez. Çünkü,
Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrasındaki "tespit etme" ibaresi
kural koyma anlamında değildir; bununla kastedilen, yürürlükteki normlar
çerçevesinde kanıtları değerlendirme ve iddia edilen durumun maddi olarak
gerçekleşmiş olup olmadığını belirlemedir. Anayasa Mahkemesi'nin bu konudaki
takdir yetkisinin, yasal bir normun bulunmaması veya iptal edilmesi halinde
(Refah Partisi davasında olduğu gibi) doğrudan doğruya Anayasayı uygulaması
ile, yasal düzenlemenin varlığı halinde farklı olacağı tabiidir. Bu konuda
yasal düzenleme yapılmış olması Anayasa Mahkememizin takdir yetkisine müdahale
ile ilgili olmayıp, kuvvetler ayrılığının doğal bir sonucudur. Esasen, TBMM bu
konuyu ilk defa düzenliyor da değildir; bu konuda yeni bir düzenleme
yapılmasının nedeni, daha önceki hükmün Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilmiş
olmasıdır. Bu iptal kararı TBMM'ne konuyu yeniden düzenleme sorumluluğunu
yüklemiştir.
Hukuki
durum bu merkezde iken, sayın Başsavcı'nın Anayasaya aykırılık itirazında
bulunmasının, hukuki görüş ve içtihat farklılığından başka bir nedeni olmalıdır.
Kanatimizce, bu neden, sayın Başsavcı'nın kişiliğiyle ilgilidir. Bu konuda
sayın Başsavcıyı -ve onun kimi referanslarını- rahatsız eden nokta, satır
aralardan kolaylıkla anlaşılacağı gibi, "odak" kavramına açık bir
tanım getirilmiş olması dolayısıyla, bu nedene dayalı parti kapatmanın
zorlaşmış olduğuna ilişkin düşüncesidir. Sayın Başsavcı'nın gönlünün, kendi
görüşünce "uygunsuz", "zararlı", "tehlikeli" olan
partilerin kolayca kapatılmasından yana olduğu gerek dava açan iddianamesinden
gerekse "Esas Hakkında Görüş'ünden zaten anlaşılmaktadır. Ne var ki, bu
anlayışın siyasi partileri demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları
olarak gören düşünceyle uyuşmadığı aşikardır.
Sayın
Başsavcının bu konudaki yaklaşımı Anayasa'nın ruhuyla da bağdaşmazlık içindedir.
Çünkü, bir siyasi partinin parti yasaklarına aykırı fiillerden dolayı
kapatılmasını zorlaştıran, Siyasi Partiler Kanunu'ndan önce, Anayasa'nın
kendisidir. Anayasa'nın kapatılmayı "odak olma" şartına bağlamış
olması bunun en belirgin kanıtıdır. Çünkü, "odaklaşma" zaten
gerçekleşmesi zor olan bir durumdur. Bu terimin anayasa koyucununun bilinçli
bir seçimi olduğu anlaşılmaktadır. Aksi halde Anayasa "ilgili olma",
"bulaşma", "karışma", "sempati besleme",
"yakınlık duyma", "destek verme" gibi ibareler kullanırdı.
Bu demektir ki, Anayasanın kendisi bir siyasi partinin kapatılması için onun
yasak fiillerle herhangi bir bağlantısını veya böyle bir izlenimi yeterli
görmemekte, onun bu fiillerin "odağı haline gelmesi"ni şart
koşmaktadır. "Odak" kelimesinin "haline gelme" ibaresiyle
bir arada bulunması da anlamlıdır. Bu anlatım biçimi, yasak fiillerle arızi bir
ilişki veya bağlantı durumundan farklı olarak, kararlılık gösteren bir sürecin
göz önünde bulundurulduğunu göstermektedir. Yani, olaylar o şekilde akıp
gidecektir ki, bu akış bir bütün olarak nazara alındığında bir yoğunlaşmayı,
merkez oluşturmayı, odaklaşmayı teşhis edebilelim. Kanun'un yeni 103/2 hükmü,
bu bakımdan da isabetli bir düzenleme getirmiştir.
Öte
yandan, 2820 Sayılı siyasi Partiler Kanunu'nda yapılan değişiklikler TBMM'de
oluşan güçlü bir uzlaşma ile gerçekleştirilmiştir. Mecliste temsil edilen tüm
siyasi partiler bu değişiklikleri benimsemiştir. Aslında 103. maddede yapılan
değişiklik iki yıllık bir geçmişe sahiptir. TBMM 1995 Anayasa Değişikliği'nden
sonra Siyasi Partiler Kanunu'nunun yeni anayasal çerçeveye uyum sağlaması
amacıyla, 1997 yılında bu kanun üzerinde çalışmıştı. 31.7.1997 tarihli Partiler
Arası Uyum Komisyonu'nda, DSP Zonguldak milletvekili sayın Prof. Dr. Mümtaz
Soysal, 1995 Anayasa Değişikliği'nden sonra odak kavramının yasada tanımlanması
gerektiği üzerinde durarak şu konuşmayı yapmıştı:
"...
(B)en şöyle bir şey öneriyorum. 69 uncu maddenin bu odaktan söz eden altıncı
fıkrayı başlangıç olarak alıp, yani onu tekrar ederek "bir siyasi partinin
68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü
kapatılmasına; ancak, bu nitelikteki fiillerin o partinin üyelerince"
ondan sonra tanıma geçelim, "yoğun bir şekilde işlenmiş olduğunun ve bu
fiillerin yoğun olarak işlenmesinin o partinin merkez karar ve yönetim kurulu
veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu yahut bu grubun
yönetim kurulunca zımnen veya sarahaten benimsendiğinin sübuta ermesiyle bu
partinin söz konusu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin
Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verilir."
Uyum
Komisyonu'nda ittifak sağlanamaması üzerine, TBMM, 20. Dönemde 2/932 sıra
sayısıyla işlem gören "Siyasi Partiler Kanununda Değişiklik Yapılmasına
ilişkin Kanun Teklifi'nin 18. maddesine, sayın Soysal'ın bu önerisi
eklenmemiştir. Daha sonra bu teklif sonuçlandırılamamış ve hükümsüz kalmıştır.
Aynı
teklif, 30.7.1999 tarihinde Doğru Yol Partisi Amasya Milletvekili Ahmet İyimaya
tarafından İçtüzük'ün 77/1. hükmü çerçevesinde yemden TBMM'ye sunulmuştur,
(böylece teklif bir kez daha Meclis gündemine girmiştir. Bu kez 18. madde
üzerinde, iki yıl önce sayın Soysal'ın geliştirdiği öneri doğrultusunda
Mecliste bulunan tüm partiler uzlaşmışlardır (EK-2). Üzerinde uzlaşılan bu metin
sayın Soysal'ın hazırladığı öneriyle esas itibariyle aynıdır. Anayasa Komisyonu
Başkanlığına sunulan bu uzlaşı metni aynen şöyledir:
"Bir
siyasi parti, birinci fıkrada yazılı fiiller o partinin üyelerince yoğun bir
şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre, merkez karar ve yönetim
kurulu veya Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki grup genel kurulu veya grup
yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan
doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde söz
konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır."
Bu
metin, Anayasa Komisyonunda aynen benimsenmiş ve Meclis Genel Kurulu'na
sunulmuştur. Anayasa Komisyonu E. 2/258, K. 9 nolu raporunda, önerge ile,
belirsiz bir hukuk kavramı olan odağın semantik yapısına uygun olarak
"kararlılık" ve "yoğunluk" kriterlerinin getirildiğini
vurgulamıştır. Teklif, Meclis Genel Kurulu tarafından aynen kabul edilerek
yasalaşmıştır.
Görüldüğü
gibi, Siyasi Partiler Kanunu'nun 103. maddesinde değişiklik yapan 4445 Sayılı Yasa'nın
18. maddesi hükmü, Anayasa Mahkemesinin 9.1.1998 gün ve E. 1998/2, K. 1998/1
sayılı kararından çok daha önce sayın Mümtaz Soysal tarafından öneri haline
getirilmiş, 20. Dönem boyunca yasalaşamayan bu teklif, 1999 yılında sayın Ahmet
İyimaya tarafından yeniden canlandırılmış ve bu kez yasa olarak kabul
edilmiştir.
C-
İDDİALARIN KARŞILANMASI
1.
Terörizmin Önlenmesi ve İnsan Hakları
Sayın
Cumhuriyet Başsavcısının "Esas Hakkında Görüş"ü, yukarıda işaret
ettiğimiz gibi, büyük kısmı itibariyle bu davanın "esası"yla ilgili
değildir. Bu ilgisiz kısımlardan birini de terörün önlenmesiyle ilgili olarak
çeşitli demokratik ülkelerdeki durumu açıklayan bölümler oluşturmaktadır. Bu
kesimde sayın Başsavcının ileri sürdüğü temel argümanlardan biri, günümüzde
insan hakları ihlallerinin "devletler ve devlet görevlileri tarafından
değil, terörist örgütler tarafından yapılmakta" olduğu, bundan dolayı da
terörizmi önlemek için insan haklarının daha fazla kısıtlanmasının kaçınılmaz
olduğu görüşüdür. Sayın Başsavcı aynı akıl yürütme biçimini "mafya"
ile mücadele bakımından da ileri sürmüştür. "Esas Hakkında Görüş"ün
14-32. sayfaları tamamen bu temel iddiayı kanıtlamak üzere serdedilmiş akıl
yürütmeler ve çeşitli ülkelerden devşirilmiş örneklerle doludur. Bu kesimde
dile getirilen düşünceler ve işaret edilen yabancı ülkelere ilişkin yasal
düzenlemeler hakkında fikir yürütmek mümkün olmakla beraber, bu dava bakımından
Fazilet Partisi olarak bizim bunlara cevap vermemizi gerektiren bir durum
yoktur.
Çünkü,
açıkça bellidir ki, bu davanın terörizmle veya mafyayla mücadele meselesiyle
uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Yüksek Mahkemenin önündeki dava, Türkiye'de
"demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarından biri olan Fazilet
Partisi'nin, kapatılmasını gerektirecek şekilde, ilgili Anayasal ve yasal
normları ihlal edip etmediği hakkındadır. Keza, terörizmle ve mafyayla
mücadeleye ilişkin kısıtlayıcı tedbirlerin analoji yoluyla partimize -ve tabii
hiç bir meşru partiye- uygulanması da düşünülemez. Esasen, meşru olarak
kurulmuş ve barışçı bir biçimde faaliyet gösteren bir siyasi partinin hukuki
akıbeti konusunun "terörizmle mücadele" meselesiyle birlikte
düşünülmesi bir demokraside akıl alacak iş değildir. Sayın Başsavcı'nın bu
yaklaşımı, Ön Savunmamızda da işaret ettiğimiz üzere, kendisinin
"demokratik siyaset"ten pek hazzetmediğinin tipik bir göstergesidir.
Ama her halükarda, Fazilet Partisi'nin kapatılması veya kapatılmaması
meselesinin bu tartışmanın tamamen dışında olduğu şüphesizdir.
2.
Militan Demokrasi ve Siyasi Partiler
Sayın
Başsavcı'nın bu davanın konusuyla doğrudan doğruya ilgili olmayan başka bir
argümanı, demokrasilerin "militan" karakterde olmalarının zorunluluğu
düşüncesidir. Bu görüşün doğal bir sonucu, siyasi parti kapatma müessesesinin
varlığının meşru görülmesidir. Bu çerçevede, "Esas Hakkında Görüş"te,
çeşitli Batılı ülkelerden örnekler getirilerek, "düzen dışı",
"marjinal", "rejimi yıkma amacı güden", "Cumhuriyetin
varlığını tehlikeye düşürmeye yönelen" siyasi partilerin kapatılmasının
zorunlu olduğu uzun uzadıya açıklanmıştır.
Bu
iddialarla ilgili olarak başlıca iki noktaya dikkat çekmek isteriz. Birinci
olarak, partimize karşı açılmış olan bu davanın konusu, yukarıda işaret
ettiğimiz üzere, partimizin kapatılmasını gerektirecek bir durumun var olup
olmadığının ilgili Anayasal ve yasal kurallar muvacehesinde
değerlendirilmesidir. Başka bir ifadeyle, bu davanın konusu demokratik
sistemlerde parti kapatma müessesesinin uygun ve gerekli olup olmadığı sorunu
değildir. Esasen, Türk pozitif hukuku, şu veya bu nedenle, parti kapatma
müessesesine zaten yer vermiştir. Bundan dolayı, bizim veya sayın Başsavcı'nın
bu konudaki görüşünün şu veya bu yönde olmasının bu dava bakımından önemi
yoktur. Anayasa Mahkememiz dava konusu uyuşmazlığı, bu hukuki durumu veri
alarak ve fakat ilgili pozitif normları hukukun genel ilkelerini ve
demokrasinin evrensel gereklerini gözeten bir anlayışla yorumlayarak
çözecektir. Bundan dolayı, parti kapatma müessesesine zaten yer veren Türk
anayasal sistemi bakımından demokrasimizin "militan" olup olmaması
meselesinin tartışılmasının bu davaya doğrudan bir katkısı olmayacaktır.
Söz
konusu tartışma bu davayı ancak dolaylı olarak ilgilendirebilir. Bu ilgi şu
şekilde kurulabilir: Bir yandan "demokratik toplum düzeni"ne atıfta
bulunan ve siyasi partileri demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları
(aktörleri) olarak niteleyen, ama öte yandan da "siyasi parti
kapatma" kurumuna yer veren bir anayasal sistemde, kapatmaya yetkili
mahkemenin, ilgili uluslararası, anayasal ve yasal normları nasıl yorumlayacağı
hususu önem arzetmektedir. Biz, Ön Savunmamızın Giriş kısmında açıkladığımız
gerekçelerle:, yetkili yargı organının (Türkiye'de Anayasa Mahkemesi'nin)
siyasi partilerin kapatılmasıyla ilgili normları mümkün olduğunca dar
yorumlanmasının ve "mübrem", zorlayıcı ciddi nedenler olmadıkça Parti
kapatmaya karar vermekten kaçınmasının doğru olacağı kanaatindeyiz.
Fakat,
yeri gelmişken işaret etmeliyiz ki, uygar ve çağdaş ülkelerin "anayasal
demokrasi" (bu konuda bkz. Mustafa Erdoğan, Anayasal Demokrasi (Ankara:
Siyasal Kitabevi, 3. b.) yolunda kararlı bir şekilde ilerlediği bir sırada
"militan demokrasi" gibi Soğuk Savaş sonrası dünyada artık anlam ve
değerini büyük ölçüde yitirmiş olan bir anlayışı, demokrasi kavrayışının odak
noktasına yerleştirmekteki anakronizma gözlerden kaçacak gibi değildir. Sayın
Başsavcı'nın bütün "Görüş" boyunca "anayasal demokrasi" ile
ilgili literatüre hiç atıfta bulunmamış olması ve gündeme getirdiği istisnasız
bütün konularda kısıtlayıcı ve zecri tedbirleri savunması da ayrıca dikkat
çekilmesi gereken bir noktadır. Bu konu son zamanlarda kamuoyunda ve medyada da
dile getirilmektedir.
İkinci
olarak, sayın Başsavcı'nın "militan demokrasiyi savunduğu bölümde (ss.
32-44), görüşünü haklılaştırmak Jizere işaret .ettiği kimi durumlar veya
kullandığı kimi kavramlar, Fazilet Partisi hakkında menfi ve karanlık bir imaj
oluşturmaya yöneliktir. Bu akıl yürütme çerçevesinde 'düzen dışı",
"marjinal", "rejimi yıkma amacı güden", ve
"Cumhuriyetin varlığının tehlikeye düşürmeye yönelen" gibi ibareler
kullanılmak suretiyle, Fazilet Partisi'nin de bu mahiyette bir parti olduğu
için kapatılmasının istendiği ima edilmektedir. Sayın Başsavcı bu kesimde
Fazilet Partisi'nin adını açıkça zikretmemekle beraber, bu görüşleri partimizin
kapatılması gerektiğini ispatlama sadedinde dile getirdiği açıktır. Sayın
Başsavcı'nın bu suretle muhataplarının adeta bilinç altını etkileme
düşüncesinden hareket ettiği ve böylece Fazilet Partisi hakkında olumsuz bir
izlenim oluşturmayı hedeflediği anlaşılmaktadır. Ne yar ki, bu tutumun insafla
bağdaştığı çok şüphelidir.
Bir
kere, Ön Savunma'mızda Fazilet Partisi'nin programı hakkında verilen bilgiler
ve Parti'nin siyasi meselelerde aldığı somut tutumlar göz önüne alındığında,
onu "düzen dışı" veya "marjinal" bir parti olarak tanımlamak
kesinlikle yanlıştır. Eğer "düzen"den kastedilen "anayasal
düzen" ise -ki öyle olduğunu varsaymak durumundayız- bunun genel
çerçevesini "insan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal hukuk
devleti" ilkelerinin oluşturduğunda kuşku yoktur. Oysa, Fazilet Partisi
programı ve politik tutumu itibariyle bu çerçevenin tam da içindedir. Parti
olarak Anayasamızın temel ilkelerine aykırı bir tutumumuz olmadığı gibi, tam
tersine bugüne kadar bu ilkelerin ısrarlı savunucusu olageldik. Bu nedenle,
Fazilet Partisi, "düzen dışı" veya "marjinal" bir parti
olmak şöyle dursun, anayasal düzenin dayandığı esasları benimsemiş olan ve
siyasi eksenin merkezinde yer alan meşru bir siyasal partidir. Kaldı ki,
partimizin Tüzük ve Programı, görevi gereği sayın Başsavcı'nın incelemesinden
geçmiş olduğuna göre, partimiz Anayasal düzenin esaslarına aykırı amaçlar güden
bir parti olsaydı, kendisi bunu daha önceden de bilebilecek ve dolayısıyla
gerekli yasal işlemleri başlatabilecek durumdaydı.
Fazilet
Partisi'nin "rejimi yıkma amacı güden" veya "Cumhuriyetin
varlığını tehlikeye düşürmeye yönelen" bir parti olduğunu ima etmek de
insafa sığmaz. Bu, partimize yöneltilmiş apaçık bir bühtandır. Fazilet
Partisi'nin değil böyle bir parti olması, bu nitelikteki teşekküllerle hiç bir şekilde
duygusal bir yakınlığı bile yoktur. Fazilet Partisi çoğulcu-demokratik rejimin
ve Anayasayla tanımlanmış Türkiye Cumhuriyetinin inançlı bir savunucusudur. Öte
yandan, "marjinal" sıfatı toplumda genel olarak hakim olan
değerlerden uzak olma ve toplumun desteğine mazhar olamamışlık durumunu da ima
etmektedir ki Fazilet Partisi'nin bu anlamda da "marjinal" bir parti
olmadığı açıktır. Aksine, Fazilet Partisi girdiği ilk genel seçimden üçüncü
büyük parti olarak çıkmak suretiyle ciddi boyutlarda bir toplumsal desteğe
sahip olduğunu göstermiştir.
3.
Uluslararası Antlaşmaların İç Hukuktaki Etkisi ve İnsan Hakları
Sayın
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı "Esas Hakkındaki Görüş"ünde, Anayasa
Mahkemesi'nin normlar piramidinde Anayasadan yukarıdaki basamaklara, çıkamayacağını
ve bu çerçevede Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni ölçü norm... olarak
alamayacağını, aksi bir tutumun normatif anlayışla bağdaşmayacağını iddia
etmektedir. Sayın Başsavcı, ayrıca, ülkemizin özellikle Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'nin kurduğu koruma mekanizmasına dahil olmak suretiyle üstlenmiş
olduğu yükümlülüklerden ulusal makamlarımızın tek taraflı olarak sarfı nazar
edebileceklerini kanıtlamak üzere, Anayasamıza göre uluslararası antlaşmaların
alelade kanunlarla aynı hukuki değere sahip oldukları tezini gündeme
getirmektedir.
Uluslararası
antlaşmaların iç hukuka etkisi konusundaki hukuki yaklaşımların farklı
olmasında bir sakınca bulunmamakla beraber, sayın Başsavcının bu meseleyi
ortaya koyuş tarzında da garip olan bir nokta vardır. Kendisi bunu bir teknik
hukuk sorunu olarak değil de, bir ulusal onur, hatta bağımsızlık meselesi
olarak göstermeye çalışmakta ve bu hususta kendisiyle aynı hukuki görüşü
paylaşmayanları "Anayasamızı ve yürürlükteki yasalarımızı uygulatmamak
için" gayret sarfeden aymazlar olarak, hatta neredeyse "hainler"
olarak takdim etmektedir. Nitekim, Fransız yüksek mahkemelerinin tutumu
hakkında kullandığı "vatanseverlik örneği" ifadesi (s. 52) bu ruh
halinin açık bir göstergesidir. Demek ki, sayın Başsavcıya göre, bir hukuk
devletinde_mahkemelerin görevi teknik bir iş (hukuku uygulamak) olmayıp,
"vatanseverlik" ölçümü yapmaktır. "Adalet dağıtma'',
"haklıya, hakkını verme", "haklı ile haksızı ayırma" işinin
bir hukuk adamı tarafından "vatanseverlik-vatansevmezlik" ikiliği çerçevesinde
mütalaa edilmesi son derece yadırgatıcıdır. Kaldı ki, bu gibi meselelerde sözde
"vatanseverlik" kaygısıyla hareket edenlerin tuttukları yolun fiili
sonucunun vatanlarına zarar vermek olması ihtimal dışı da değildir.
Önemli
bir nokta da, teknik hukuk sorunlarına "vatanseverlik-vatansevmezlik"
ikiliği açısından bakan bir kişinin "tarafsız" adalete hizmet eden
bir hukuk adamı nasıl olabileceği sorusudur.
Meselenin
teknik yönüne gelince: Kanımızca sayın Başsavcı'nın uluslararası antlaşmaların
iç hukuktaki etkisine ilişkin olarak ileri sürdüğü iddialar hem normatif hukuk
teorisine, hem Türk mahkemelerinin içtihatlarına, hem de Avrupa Konseyi'ne üye
olan devletlerin anlayış ve uygulamalarına ters düşmektedir. Bir kere, normatif
hukuk teorisi, ulusal hukukun üstünde yer alan hukuk kural ve ilkelerinin
yargıç tarafından dikkate alınıp uygulanmasına kapalı değildir. Bu çerçevede,
devletleri bağlayan ve sorumluluk doğuran yazılı uluslararası sözleşmelerin
ötesinde, yazılı olmayan ama uygar toplumlarda kabul edilen hukukun genel
ilkeleri de yargıca yol gösterici niteliktedir. Anayasa Mahkememize göre de,
"Kanunlarımızın, Anayasa'nın açık hükümlerinden önce hukukun, bilinen ve
bütün uygar memleketlerde kabul edilen, prensiplerine uygun olması şarttır."
(E. 1963/166, K. 1964/76, KT. 22.12.1964, AMKD S. 2, s. 291).
Anayasa
Mahkememiz başka bir kararında,
"Hukuk
devletinin temel unsuru, bütün devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun
olmasıdır. Hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu,
adil bir düzen kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün
faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan bir devlet olmak gerekir. Hukuk
Devletinde kanun koyucu organ da dahil olmak üzere, Devletin bütün organları
üstünde hukukun mutlak bir hakimiyeti haiz olması, kanun koyucunun yasama
faaliyetlerinde kendisini her zaman Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile
bağlı tutması lazımdır. Zira kanunun da üstünde kanun koyucunun bozamayacağı
temel hukuk prensipleri ve Anayasa vardır ve kanun koyucu bunlardan uzaklaştığı
takdirde meşru olmayan bir tasarrufta bulunmuş olur. (Anayasa Mahkemesi'nin E.
1963/124. K. 1963/243 sayılı kararı, AMKD, S. l, s. 422).
Görüşüne
yer vererek, devletin bütün organlarının Anayasa'nın yanında tüm uygar
ülkelerce kabul edilmiş ve yasakoyucunun dahi bozamayacağı hukukun üstün
kurallarına uygun faaliyette bulunması gereğini vurgulamıştır. Mahkeme ayrıca
hukukun genel ilkelerine uygun davranmanın hukuk devletinin bir özelliği
olduğuna da işaret etmiştir.
Bir
başka Anayasa Mahkemesi kararında ise bu görüş şöyle ifade edilmiştir:
"Anayasa
ilkeleri etki ve değer bakımından eşit olup, hangi nedenle olursa olsun birinin
ötekisine üstün tutulması mümkün olmadığından, bunların birarada birbirine
getirdiği sınırlamalar içerisinde ve hukukun genel kuralları da gözonünde
bulundurulmak suretiyle uygulanmaları zorunludur."
Anayasa
Mahkememiz hukukun genel ilkelerine uyulmamasını hukuk devleti niteliğine ters
düşen bir uygulama olarak görmektedir. Mahkeme bir kararında bunu açıkça ifade
etmiştir:
(...)
yasaların, Anayasa'ya kaynaklık eden, hukukun bilinen ve bütün uygar ülkelerde
uygulanan ilkelerine de uygun olması gerektiği, yasa koyucunun, yasama
çalışmalarında, kendisini her an Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile bağlı
tutması zorunlu bulunduğu halde bu ilkelere uyulmaması da, hukuk devleti
niteliğine ters düşmektedir. ( E. 1979/38, K. 1980/11, KT. 29.1.1980, AMKD, S.
18, s. 98).
Özet
olarak, Türk Anayasa Mahkemesi hukukun genel ilkelerinin, Anayasal normların
yorumlanmasında esas alınması gereken, hukuk devleti anlayışının vazgeçilmez
bir parçasını oluşturan temel ilkeler olduğu görüşündedir. Bu ilkelere
uyulmaması hukuk devleti niteliğiyle bağdaşmaz.
Hukukun
genel ilkelerinin yanında uluslararası antlaşmalar da hukukun bağlayıcı kaynakları
arasındadır. Nitekim Anayasa Mahkememiz de İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi ve
İnsan Haklan Avrupa Sözleşmesi gibi bildiri ve sözleşmelerin normatif
içeriğinin buyurucu ve imzalayan devletleri bağlayıcı olduğunu belirtmiştir.
(E. 1979/38, K. 1980/11, KT. 29.1.1980, AMKD, S. 18, s. 98).
Bu
çerçevede, uluslararası antlaşmaların Anayasamız açısından hukuki değeri ve
etkisi sorununa bakarsak: Her şeyden önce, Anayasamıza göre (m. 90/son) usulüne
uygun olarak yürürlüğe konmuş uluslararası antlaşmalar "kanun
hükmünde" olup bunlara karşı anayasaya aykırılık iddiasında bulunulamaz.
Bu antlaşmaların "kanun hükmünde" olmaları, anayasaya
aykırılıklarının iddia edilemeyeceğinden ayrı olarak düşünüldüğünde, iki anlama
gelebilir. Birincisi, bu antlaşmaların Türk yasalarıyla aynı hukuki etkiye
sahip olmaları, yani Türk yasaları imiş gibi mahkemelerimiz tarafından doğrudan
doğruya uygulanabilmeleridir. Başka bir anlatımla, uluslararası antlaşmalar
Türk hukuk düzeninde doğrudan etkili işlemlerdir. Bunların mahkemeler
tarafından uygulanabilmeleri için ayrıca iç hukuk düzenlemeleri yapmaya,
uygulama yasaları çıkarmaya ihtiyaç yoktur, ikinci olarak, "kanun
hükmünde" ibaresi, antlaşmaların hiyerarşik olarak kanunlarla eşit konumda
bulunmaları, bağlayıcılık derecesi bakımından onlarla eşit olmaları anlamına
gelebilir.
Bununla
beraber, uluslararası antlaşmalara karşı Anayasa'ya aykırı olduklarının iddia
edilemeyeceğinin de öngörülmüş olması karşısında, kanunla uluslararası
antlaşmanın eşit hukuki değere sahip olduğuna ilişkin bu ilk yargının gözden
geçirilmesi gerekmektedir. Daha açık bir ifadeyle, uluslararası antlaşmaların
iç hukuktaki etkisi bakımından, bunların "kanun hükmünde" olmaları
ile "Anayasaya aykırı" olduklarının iddia edilememesini birlikte
değerlendirerek bir sonuca varmak gerekir. Kanaatimizce, böyle bir
değerlendirmenin sonucunda ulaşılması gereken genel yargı, kanunlarla
çatışmaları durumunda uluslararası antlaşmaların öncelikli olarak uygulanacak
olmalarıdır. Yani, uluslararası antlaşmalarla kanunlar arasında çatışma olması
durumunda, Anayasa sorunun "özel kanun-genel kanun", "önceki
kanun-sonraki kanun" ilişkisi çerçevesinde çözülemeyeceğini buyurmaktadır.
Aksine bir yorum yapılması halinde, Anayasa'nın uluslararası antlaşmaların
"Anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceği" yolunda bir kayıt
getirmiş olmasının hiç bir hukuki değeri kalmaz.
Ama
öte yandan, Anayasamızda uluslararası antlaşmalara göndermede bulunan başka
kurallar da vardır. Bu kurallara geçmeden önce kısaca Anayasa'nın temel hak ve
hürriyetleri düzenleyen kısmının genel gerekçesine bakmamız faydalı olacaktır.
1982 Anayasası'nın Temel Hak ve Özgürlükler başlıklı ikinci kısmının genel
gerekçesinde İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ve Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'ne yer verilmiştir. Bu genel gerekçenin ilk paragrafı aynen
şöyledir:
"1.
'İnsan hakları ve temel hürriyetler'in düzenlendiği bu bölüm hükümlerinde,
insan hakları doktrininin günümüzdeki gelişmesi ve durumu, geçirmiş
bulunduğumuz kötü deneyimlerden çıkarılan sonuçlar; insan hakları konusunda
Türkiye'nin imzalayıp onaylamış bulunduğu ve bu sıfatla milli hukukumuza dahil
sayılan uluslararası andlaşma ve sözleşmeler, özellikle 1948 Birleşmiş
Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve 1950 İnsan Haklarının ve Temel
Hürriyetlerin Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi gözönünde tutulmuştur."
Anayasa
koyucu Anayasa'nın temel hak ve hürriyetler kısmının genel gerekçesinde bu
kısmın, söz konusu iki uluslararası sözleşme gözönünde bulundurularak
düzenlendiğim belirtmek suretiyle, ilgili sözleşmelere anayasal değer
yüklemiştir. Bir başka deyişle, ilgili sözleşmeler, bizzat anayasa tarafından
referans norm olarak kullanılmışlardır. Bu durumda, 1982 Anayasası'nın
referansı haline getirilen hukuk metinlerinin, diğer yasalarla birlikte ele
alınarak aynı anayasanın altında bir normatif hiyerarşide ele alınması hukuk
mantığına aykırıdır. Çünkü, bir hukuk kuralı aynı anda hem referans ya da ölçü
norm niteliğine hem de alt norm niteliğine sahip olamaz.
Bu
gerekçe dışında Anayasamızın uluslararası hukuka yollama yapan başka hükümleri
de vardır. Nitekim, 1982 Anayasası'nın 15., 16., 42. ve 92. maddeleri de
uluslararası hukuka atıfta bulunmaktadır. Bu maddeler çerçevesinde uluslararası
antlaşmaların anayasal değerde oldukları doktrinde kabul edilmektedir. (Tekin
Akıllıoğlu, "Uluslararası İnsan Hakları Kurallarının İç Hukuktaki Yeri ve
Değeri", İnsan Hakları Merkezi Dergisi, Cilt l, Sayı 2-3, s. 41)
Anayasamızın
15. maddesine göre,
"Savaş,
seferberlik, sıkıyönetim, veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan
doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel
hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya
bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir."
1982
Anayasası savaş, seferberlik, sıkıyönetim ve olağanüstü hallerde dahi
milletlerarası hukuktan doğan yükümlülüklerin ihlalini engellemektedir. Bu
olağanüstü durumlar dışında kalan normal dönemlerde ve hakların kullanımının)
durdurulmasından daha hafif bir etkiye sahip hakların sınırlandırılması söz
konusu olduğunda, milletlerarası yükümlülüklerin ihlal edilmesinin evleviyetle
mümkün olmadığı açıktır. Uluslararası yükümlükler içine nelerin girdiği Anayasa
Mahkemesi tarafından belirlenmiştir. Mahkeme'ye göre, "milletlerarası
hukuktan doğan yükümlülükler içine öncelikle milletlerarası hukukun genel
ilkeleri, sonra da Devletin taraf olduğu sözleşmelerden doğan yükümlülükler
girer." (E. 1991/1, AMKD, S. 27, C. l, s. 65, 96-98) Kısaca, Türk hukuk
sisteminde temel hak ve özgürlükler bakımından milletlerarası yükümlülüklerin
ihlal edilemeyeceği bizzat Anayasa tarafından öngörülmüştür. Dolayısıyla 1982
Anayasası'nın 90. maddesini 15. madde ile birlikte ele almak gerekir.
Anayasanın 15. maddesi 90. madde karşısında özel bir hüküm içermektedir.
Anayasa
hukukçusu Fazıl Sağlam'ın Temel Hak ve Özgürlüklerin Sınırlanması ve Özü
(Ankara: AÜSBF yayını, 1981) adlı eserinde normlar arasında özel-genel
ilişkisinin ne zaman doğacağı Larenz'in genel hukuk öğretisi temelinde ele
alınmıştır: "iki hukuk normu arasında özel-genel ilişkisinin doğabilmesi
için, özel normun uygulama alanının genel norm tarafından kapsanması, başka bir
deyişle özel normun düzenlediği bütün hallerin, aynı zamanda genel normun
düzenlediği haller arasında yer alması gerekir. Özel normun vakıalar bütünü
genel normun tüm özelliklerini kendinde topladıktan başka, en az bir ek
özelliğe daha sahip ise, bu iki norm arasında özel-genel ilişkisi
kurulmuştur."
Bu
iki koşul bakımından Anayasa'nın 15. ve 90. maddeleri özel-genel ilişkisi
içindedir. Nitekim, 15. maddenin., birinci fıkrasındaki "milletlerarası
yükümlülüklerin ihlalini" yasaklayan kural milletlerarası antlaşmalar ile
ilgili genel kuralı koyan 90. maddenin sınırları içinde kalan bir alanla ilgili
düzenlemede bulunmaktadır. Bu nedenle 15. madenin düzenlediği bütün haller 90.
maddenin kapsamındadır. Öte yandan, 15. madde bir ek özelliğe daha sahiptir:
temel hak ve hürriyetlerle ilgili uluslararası antlaşmalardan doğan
yükümlülüklerin ihlalini önleyen ve bunu bir iç hukuk normu olarak düzenleyen
Anayasa kuralı.
Bu
ek özelliğin iki anlamı vardır. Bir kere, 15. madde kapsamına giren
uluslararası antlaşma hükümleri, normlar hiyerarşisi bakımından kanunların
üzerindedirler, ikinci olarak, bu kapsamda düşünebilecek uluslararası antlaşma
normlarının ihlali salt bir uluslararası hukuk sorunu olarak ele alınamaz.
Yani, milletlerarası yükümlüklerin ihlal edilmesini önlemek için gerek yasa
koyucu organ gerekse yargı organları söz konusu antlaşmaları doğrudan gözönünde
bulundurmak. Yasaları ilgili antlaşma hükümlerine göre değerlendirmek ve
yorumlamak zorundadırlar. Anayasa'nın 15. maddesiyle 90. maddesi arasındaki bu
ilişki, Türk Anayasa sisteminde uluslararası normlarla iç hukuk düzenlemeleri
arasında iki farklı çatışma kuralına yer verildiğine işaret eder. Bunlardan
ilki, 90. maddede düzenlenen "yazılı çatışma kuralı"dır. Anayasa'nın
15. maddesi söz konusu olduğunda ise bir "yazısız çatışma kuralından
bahsetmek mümkündür. Anayasa'nın 15. maddesinin lafzı, madde kapsamına, giren
uluslararası antlaşmaların statüsüne ilişkin açık bir ifade içermemekle
birlikte, maddenin içeriğinden bu kapsamda düşünülebilecek uluslararası
düzenleme hükümlerinin kanunlardan üstün bir konuma sahip oldukları anlamı
çıkmaktadır. Normatif teoride kanunlardan üstün hukuk metinleri anayasalar ve
anayasa üstü metinlerdir. Anayasa'nın 15. maddesindeki düzenlemeden sadece
insan haklarına ilişkin antlaşmaların kanun üstü konumda oldukları sonucu
çıkılabileceğinden bu metinlerin anayasal üstü konumda olmaları bizim hukuk
sistemimiz açısından olanaksızdır. Bu durumda tek alternatif söz konusu
düzenlemelerin anayasal normlara eşit bir statüleri olduğudur.
Anayasa
hukuku profesörü Bakır Çağlar'a göre de Anayasa'nın 15. madde kuralından
"milletlerararası hukuka açıklık prensibi"ni çıkartmamız mümkündür.
Bu görüş açısından, Anayasa'nın 15. maddesi yazısız bir çatışma normu
içermektedir: Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması uluslararası
antlaşmalara aykırı olamaz. (Bakır Çağlar, "Anayasa Yargısının Güncelliği:
'Yargıçlar Zamanı'", Anayasa Yargısı, S. 15, 1998, s. 51).
Özet
olarak, Anayasanın 15. maddesi ile 90. maddesi arasında lex specialis derogat
legi generali, yani özel normun yerini alması ve tek başına uygulanması genel
ilkesi geçerlidir. Bu açıdan bakıldığında, Türk hukuk sisteminde antlaşmaların
genel statüsü, bu kesimin başında belirttiğiniz anlamda olmak kaydıyla,
kanunlar ile eşit olmakla birlikte, 15. maddenin kapsamına giren uluslararası
antlaşmalar açıkça kanun üstü bir statüye sahiptir. Hukuk sistemimizde kanun
üstü düzenleme ise anayasadır. Bu hiyerarşik yapı karşısında 15. maddede
zikredilen milletlerarası yükümlülükleri getiren uluslararası antlaşmaların da
anayasal norm niteliğinde olduğu sonucuna varmak zorunludur.
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesinin anayasal norm niteliğinde olmasının bir başka
normatif nedeni ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile ulusal mahkemeler
özellikle de Anayasa mahkemeleri arasındaki ilişkinin doğasından
kaynaklanmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'ni yorumlayan, iç hukukta verilen nihai kararların Sözleşmeye uygun
olup olmadıklarına hükmeden, kararlarının hukuka aykırılıklarını tespit eden ve
gerekli gördüğünde tazminata hükmeden bir yargı organıdır. Bireyler bu organa
iç hukuk sistemindeki başvuru yollarını tükettikten sonra başvurabilirler.
Başvuru yollarının tüketilmesi demek, iç hukuk sisteminde bir kesin hüküm
verilmesi anlamına gelir ki, bu çoğunlukla mahkeme kararı ile mümkün olur. Bu
durumda, diğer mahkemeler gibi Anayasa Mahkemesi'nin vermiş olduğu kararlar
nedeniyle de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gidilmesi mümkündür.
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'nin kanun hükmünde olmadığının bir diğer gerekçesi de
bu noktada ortaya çıkmaktadır. Aksini kabul edecek olursak, Sözleşme, klasik
işlevi bakımından Anayasa Mahkemesi'nin kararlarında esas alınması gereken bir
hukuki işlem olmayacaktır. Anayasa Mahkemesi'nin klasik işlevi yasaların
Anayasaya aykırılığının denetimi olduğuna göre, Mahkeme bu denetimde sadece
anayasal normlara başvurabilir. Hiçbir mahkeme kararı, veren mahkemenin
uygulamak durumunda bulunmadığı normlar esas alınarak hukuka aykırı bulunamaz.
Başka bir deyişle, niteliği ne olursa olsun, mahkemenin uluslararası bir
sözleşme çerçevesinde isabetli karar verip vermediğim belirleyen hukuki inceleme,
ancak söz konusu sözleşme o mahkemenin kendisi tarafından uygulanan bir hukuk
metni ise mümkündür. Aksini düşünmek şu iki sonuçtan birini kabul etmek
demektir. İnceleme yapan mahkeme meşru değildir ya da hukuki olmayan salt
siyasî bir güçle karar vermekte, meşruiyetin kolonyal bağ gibi siyasî bir
nedene dayandırmamaktadır. Gerçekten kolonyal sistemlerde sömürgeci devlet tüm
sömürgelerine kendi hukukunu siyasi yoldan zorla kabul ettirir. Sömürgelerin
yarı bağımsız bir yargı sistemleri olabilir, ama sömürgeci devlet sisteme her
zaman müdahale edebilir.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi ile; Türk yargı, anlarımın ilişkisi bakımından yukarıda
zikredilen her iki sonuç da kabul edilemez olduğundan, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'nin kanunun ökesinde bir hiyerarşik güce sahip olduğunu ve Anayasa
Mahkemesi'nin verdiği kararlarda Anayasa'nın yanında bu sözleşme hükümlerine de
dayanması gerektiği sonucuna varmamız gerekir. Ancak bu şartla, Anayasa
Mahkemesi'nin karalarının sözleşmeye aykırı olduğuna karar verilebilmesi meşru
bir temel kazanabilir.
Ancak,
nihai bir görüşe ulaşabilmek için tüm bu teorik mülahazaların ötesine geçmek ve
Türk Anayasası'nın bağlayıcı yorumunu yapma yetkisine sahip tek organ olan
Anayasa Mahkemesi'nin konuyu nasıl ele aldığına bakmak gerekir. Kesin olan bir
şey vardır: Anayasa Mahkememiz kararlarında uluslararası sözleşmeleri
"ölçü norm" olarak ele almaktadır. Nitekim Mahkeme, örneğin
kadınlarla erkekler arasında eşitliği bozduğu gerekçesiyle kocanın zinasını
düzenleyen Türk Ceza Kanunu'nun 441. maddesini iptal ederken Anayasa'nın 10.
maddesini "Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi
Sözleşmesi" ile birlikte ele almıştır. Anayasa Mahkemesi bu kararında
çağdaş hukuk anlayışındaki gelişmelerin hukuk düzenlerinin yeniden gözden geçirilmesini
gerektirdiği düşüncesinden hareketle uluslararası antlaşma hükümlerinin 'ölçü
norm' niteliğine sahip olduğuna işaret etmiştir. Mahkeme'ye göre,
"Anayasa'ya uygunluk denetiminde dayanılmamakla birlikte değerlendirmede
gözetilen uluslararası belgelerin, cinsiyete dayalı ayırım ya da eşitsizliği
reddeden bu hükümleri ile Anayasa'nın 'Kanun önünde eşitlik' başlıklı 10.
maddesi arasında özde bir farklılık bulunmamaktadır. (...) Uluslararası
metinlerde temel bir ilke olarak yerini koruyan 'eşitliğin zaman içinde insana
verilen değerin artmasına bağlı olarak hak ve özgürlükler listesinin
genişlemesiyle soyuttan somuta indirgenerek birçok alanda düzenlemelerin
kaynağını oluşturduğu görülmektedir. Çağdaş hukuk anlayışında görülen bu
gelişmeler ulusların hukuk düzenlerinin yeniden gözden geçirilmesini, saptanan
aykırılıkların giderilmesini gerektirmektedir." (E. 1996/15, K. 1996/34,
KG. 23.9.1996, AMKD, S. 32, C. 2, s. 807).
Anayasa
Mahkemesi, zina nedeniyle çocuğun babalığına hükmedilemeyeceğini öngören yasa
kuralını iptal ettiği kararında ise anayasaya aykırılık değerlendirmesini
doğrudan uluslararası sözleşmeyi esas alarak yapmıştır:
"İtiraz
konusu kural, çocuğun kişiliğine bağlı temel haklarına engel oluşturarak
Anayasa'ya ve bu konudaki uluslararası güvencelere aykırı düşmüştür." (E.
1990/15, K. 1991/5, KG. 28.2.1991, AMKD, S. 27, C.l, s.178).
Öte
yandan, uluslararası antlaşmalar, onları imzalayan devleti bir tüzel kişilik
olarak bağlar; devletin bütün anayasal organlarına bu antlaşmalarla üstlenilen
taahhütlerine uygun davranma yükümlülüğü getirir. Bu nedenle, yasama organının
bu taahhütlere aykırı yasal düzenleme yapmaması en azından politik bir
gerekliliktir. Uluslararası antlaşmaların anayasaya aykırı olduğunun ileri
sürülememesinin asıl anlamı burada kendisini gösterir. Daha açık bir ifadeyle,
devletin bir tüzel kişilik olarak, uluslararası hukukun bir öznesi olarak
yaptığı bir işlemi, onun bir organının (burada, Anayasa Mahkemesi'nin) geçersiz
kılması tutarsızlık olurdu. Bu devletin uluslararası önünde verdiği sözlerin ve
üstlendiği taahhütlerin güvenilmez olması anlamına gelir. Eğer devlet bu
taahhütlerden kesin olarak caymak dolambaçlı yolara başvurması gerekmez;
antlaşmadan çekildiğini açıkça beyan eder ve bu işleminin siyasi sonuçlarına
katlanır.
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi sui generis yapısı nedeniyle hem iç hukukta hem de
uluslararası hukukta etki yaratır. Sözleşmeden doğan yükümlülüklerin ihlal
edilmemesi anayasal bir emir olduğu gibi, aynı ihlal uluslararası hukuk
bakımından da sonuçlar doğurur. Bu sonuçların en ciddisi ise ihlalde bulunan
devletin Avrupa Konsey 'inden çıkarılmasıdır. Avrupa Konseyi'nin bu müeyyide
konusunda müsamahakar olmadığını söylemek mümkündür. Örneğin taahhütlerini
yerine getirmeyen Ukrayna böyle bir müeyyide ile yüz yüzedir. Kaldı ki, 1969
Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesi'nin 27. maddesine göre, uluslararası
sözleşmelerin tarafları, kendi iç hukuklarını ileri sürerek bir sözleşmeyi
yerine getirmekten kaçınamazlar. Diğer bir deyişle, bir uluslararası sözleşmeyi
iç hukuk nedeniyle uygulamak ilgili ülkeyi uluslar arası hukuk sorumluluğundan
kurtarmaz
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'nin niteliği konusunda diğer yüksek mahkemelerimizin
kararları da bu görüşü teyit etmektedir. Örneğin Danıştay 5. Dairesi 22.5.1991
tarih ve E. 86/1723 K. 91/933 sayılı kararında şöyle demektedir:
"Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'ni onaylamakla Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, bu
sözleşmede yazılı hak ve özgürlükleri kendi vatandaşlarına da tanımak ve iç
hukukunda sözleşme hükümleri doğrultusunda gerekli düzenlemeleri yapmak
konusunda sözleşmeye taraf diğer devletlere karşı uluslararası bir yükümlülük
altına girdiğine kuşku yoktur. Nitekim Sözleşmenin 1. maddesinde 'Yüksek Akid
taraflar kendi kaza haklarına tabi her ferde işbu sözleşmenin birinci bölümünde
tarif edilen hak ve hürriyetleri tanırlar.' şeklinde kesin ve bağlayıcı bir
kurala yer verilmekte; 57. maddesinde de 'Her Yüksek Akid Taraf kendi dahili
mevzuatının, işbu sözleşmenin bütün hükümlerinin fiilen tatbikini ne surette
temin ettiği hususunda Avrupa Konseyi Genel Sekreterinin talebi üzerine izahat
verecektir.' denilmek suretiyle taraf devletlerin iç hukuklarında gerekli
düzenlemeleri yapmak yükümlülüğü altında bulunduklarına işaret edilmektedir. 15
Ocak 1989 tarihli Viyana Belgesiyle de, Viyana toplantısına katılan Devletler,
iç hukuklarının, eylemlerini ve politikalarını taraf oldukları uluslararası
anlaşmalar ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı belgelerindeki kararlarla
uyumlu hale sokma taahhüdünde bulunmuşlardır. Doktrinde de belirtildiği üzere
bunun anlamı, bundan böyle, insan hakları ve temel hürriyetleri ile ilgili
hiçbir şeyin sadece bir iç hukuk sorunu olarak görülemeyeceğidir".
(Danıştay Dergisi, C. 22, Sayı 84-85, 1992, ss. 321-28)
4.
İfade Özgürlüğü ve Terörist Örgütlenme
"Esas
Hakkında Görüş"ün terörizmin önlenebilmesi için ifade özgürlüğünün niçin
kısıtlanması "gerektiği"nin açıklanmasına ayrılan bölümü de (ss.
54-73) bu davanın konusuyla hiç bir biçimde ilgili değildir. Bundan dolayı, bu
bölümde ileri sürülen görüş ve tezlere cevap vermemizi gerektirecek bir durum
yoktur. Açıktır ki, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olan siyasi
partileri "terörist örgütler"le bir arada düşünmek hiç de makul ve
kabul edilebilir bir düşünce değildir. Bu bakımdan, bu dava çerçevesinde bir
siyasi partinin, kapatılmasını gerektirecek şekilde Anayasal ve yasal esaslara
aykırı hareket edip etmediğinin hukuki olarak tespiti meselesi, terörizme karşı
alınması gereken tedbirler çerçevesinde mütalaa edilemez. Dolayısıyla, bu bölümde
geliştirilen muhakeme tarzının ve ileri sürülen "kanıtlar"ın Anayasa
Mahkememiz tarafından bu davada nazarı itibara alınmasını beklemiyoruz.
Bununla
beraber, "Esas Hakkında Görüş"ün bu bölümüne hakim olan bakış açısı,
sayın Başsavcı'nın daha önce işaret ettiğimiz bilinen üslubunun başka bir
göstergesi olmak bakımından kısaca üzerinde durulmaya değer. Belirtmek
zorundayız ki, sayın Başsavcı'nın sözkonusu üslup ve muhakeme tarzı ne
tartıştığı konunun ciddiyetiyle ne de bu davanın hukuki manasıyla bağdaşır
görünmektedir. Sayın Başsavcı burada da meselenin hukuki-teknik yönünü
tartışmaktan çok, bu davanın konusuyla tamamen ilgisiz biçimde, tutumlarını
beğenmediği liberal-demokrat aydınları kınama ve onları neredeyse vatan haini
ilan etme çabası içinde görünmektedir. Nedense, sayın Başsavcı mütemadiyen hep
de özgürlükçü aydınları ve perspektifleri beğenmiyor, hatta lanetliyor!...
Keşke bir hukuk devletinde terörizmi, insan haklarına saygıyı muhafaza ederek
çözme meselesi "yanlış" görüş sahiplerini lanetlenebilecek kadar
basit olsaydı!...
Bundan
belki de daha önemli olan başka bir nokta, sayın Başsavcı'nın, insan haklarına
saygının geliştirilmesi ve demokratikleşmenin artırılması yönündeki görüş ve
talepleri ülkemizde anayasal demokrasinin tesisi ihtiyacını karşılamaya dönük
ciddi bir arayışın ifadesi olmak yerine, aydınlar arasında bir
"moda"nın yaygınlaşması (s. 55) olarak görmesidir. Doğrusu, bu hayret
verici bir durumdur. Bir hukuk adamının insan hakları, hukuk devleti ve
demokrasi gibi Anayasamızın da temel değerlerini oluşturan toplumsal idealleri
ve evrensel ilkeleri toplum hayatındaki gelip-geçici "moda"lar
çerçevesinde değerlendirmesinden daha yadırgatıcı bir şeyi tasavvur etmek bile
neredeyse imkansızdır. Bir kısım hukuk adamlarına böyle bir yaklaşımın hakim
olduğu bir yerde "hukuk" nasıl yurttaşların güvencesi olarak
işleyebilirki'...
5.
Hukuka Aykırı Şekilde Elde Edilen Delillerin Değeri
"Esas
Hakkında Görüş"te, Fazilet Partisi'nin kapatılmış olan Refah Partisi'nin
devamı olduğu iddiası çerçevesinde daha önce dile getirilmiş olan bir iddia
tekrarlanarak, hukuka aykırı olarak elde edilmiş olan ve Necmettin ERBAKAN'la
Yasin Hatipoğlu arasında geçtiği belirtilen bir telefon konuşmasına ait bant
kaydının yargılamada delil olarak kullanılması gerektiği görüşü yeniden gündeme
getirilmektedir. Ne var ki, insan hakları, hukukun genel ilkeleri ve ilgili
pozitif hukuk normları açısından bu görüşün yanlış olduğunu ve kabulü halinde
hukuk politikası bakımından da vahim sakıncalar yaratma ihtimali bulunduğunu Ön
Savunmamızda açıklamıştık. Oradaki görüşlerimizi aynen tekrar ediyoruz.
Bununla
beraber, Sayın Başsavcı'nın bu konudaki iddiasıyla ilgili olarak bir iki
noktaya daha işaret etmekte yarar görüyoruz, ilki yine üslupla ilgilidir. Sayın
Başsavcı kendisinin bu konudaki yaklaşımının doğruluğundan o kadar emindir ki,
Anayasa Mahkememizin bile bu konuda başka türlü bir yorumu benimseyemeyeceğini
ve kendisi gibi düşünmeye mahkum olduğunu çok garip bir tarzda dile
getirmektedir. Ona göre, "Böyle bir delili hükme esas almayacak yeryüzünde
hiçbir hukuk düzeni mevcut olmadığından ve hiçbir zaman da olamayacağından;
(aksine karar vermesi halinde) Anayasa Mahkememiz daima 'sanığın hakları'nı
'kamu güvenliği'ne üstün tutan 'ilk' ve 'tek' mahkeme olarak anılacaktır."
Her ne kadar izleyen cümlede "Takdir yüce heyetinizindir" denmekteyse
de, bu ifadenin yüksek mahkemenin takdir yetkisini inkar eden bir düşünceyi
yansıttığı, hatta yüce mahkemeye adeta gözdağı verdiği bile söylenebilir. Sayın
Başsavcı Anayasa Mahkememize, "böyle bir yorumda bulunmaya cesaret
edemezsiniz" der gibidir.
Sayın
Başsavcı'nın ifade tarzına ilişkin bu notu düştükten sonra, bu cümlede üzerinde
durulması gereken başka noktalara da işaret etmeliyiz. Bir kere, sayın
Başsavcı'nın ileri sürdüğü türden bir hukuk düzeni yeryüzünde fiilen var olmasa
bile, bunun ebediyyen böyle kalacağını iddia etmek hukuken savunulabilir bir
görüş değildir. Bunu söylemek, kanaatimizce, daha ziyade psikolojik bir taktik
olup Yüksek Mahkemeyi etki altına almak amacına yöneliktir. Öyle ya, ebediyyen
insanoğlunun gündemine girmeyecek kadar "tuhaf, "akıl dışı" ve
dolayısıyla "olağandışı" bir yaklaşımı benimsemeye kim cesaret
edebilir'...
İkinci
olarak, iktibas ettiğimiz cümlede yer alan, sanığın haklarıyla kamu güvenliğini
her durumda birbirinin karşıtı olarak gören yaklaşım da son derece sakıncalı
olup bir hukuk devletinde kabul edilebilir değildir. Çünkü, bu, hukuk
devletinden ziyade polis devleti anlayışına yakın düşen bir görüştür. Oysa,
polis devletinden tamamen farklı olarak, bir hukuk devletinde kamu makamlarının
kişilere yönelik işlemlerinde hareket noktası "düzen" ve
"güvenlik" olmayıp, insan haklarıdır. Bu, hukuk devletinde "kamu
düzeni" ve "kamu güvenliği" gibi toplumsal değerlerin hiç nazara
alınmayacağı anlamına gelmez. Bunun anlamı, daha ziyade, demokratik bir hukuk
devletinde bu toplumsal değerlerin kişilerin insan ve yurttaş olarak
haklarından bağımsız olarak tanımlanamayacağıdır. Esasen, kamu güvenliği ile
kişi hakları arasında prensip olarak genel bir bağdaşmazlık söz konusu değildir;
bir demokratik hukuk devletinde kamu güvenliğinin özünü insan haklarına saygı
temeli üstüne kurulu toplumsal barışın korunması oluşturur. Bu çerçevede kamu
düzeni de bu hakları birbirleriyle uyumlu bir biçimde bir arada tutabilme
durumundan başka bir şey değildir. Böyle bir anlayış, kamu düzeni ve kamu
güvenliği ile insan haklarının kategorik olarak birbirinin zıddı olduğunu
değil, fakat bunlar arasında zaman zaman çatışma çıkmasının sadece muhtemel
olduğunu söyler.
Bu
çerçevede, insan haklarının bir parçasını oluşturduğunda şüphe bulunmayan
"sanığın hakları"nı kamu güvenliği karşısında ikinci plana atmayı
genel bir kural olarak önermek bir hukuk devletinde kesinlikle kabul edilebilir
bir yaklaşım değildir. Çünkü, sanığın sözgelişi "savunma hakkı" veya
"masumluk karinesi" hiç bir durumda kamu güvenliğine zarar
vermeyeceği gibi; tam tersine, ancak bu gibi temel haklar güvence altında
olduğu zaman "kamu" güven içinde olabilir ve toplumda "düzenli
bir barış" tesis edilebilir. Ayrıca, kamu yararı masum bir kişinin hiç bir
biçimde mahkum edilmemesini gerektirir. Bir hukuk devletinde bu evrensel ilkeye
"kamu düzeni" gerekçesiyle bile olsa istisna getirilemez.
Kaldı
ki, yasadışı yoldan elde edilen bir "delil"in somut içeriği -yani,
maddi hakikati doğru olarak yansıtması durumu- da her zaman şüphelidir. Çünkü,
hukuka aykırı yoldan elde edilen bir delilin "imal edilmiş" ve
içeriği bakımından çarpıtılmış veya belli bir surette tertip edilmiş olması
ihtimali vardır. Esasen, bu tür yollara başvurulmasının nedeni, çok kere, şu
veya bu düşünceyle siyasi, medeni veya cezai müeyyideye uğratılmasına zaten
karar verilmiş olan kişi veya kişilere hukuk devleti kuralları çerçevesinde
kalınarak kusur veya suç yüklenememesidir. Bu nedenle hukuk dışı yoldan delil
elde etme çabası hemen hemen her zaman ağır insan hakları ihlalleri biçiminde
gerçekleşir.
Ayrıca,
hukuka aykırı yoldan elde edilen delillerin yargısal karara esas
alınabileceğinin kabulü, kamu makamlarının kendilerini hukukla bağlı saymama ve
yurttaşların temel haklarına istedikleri zaman keyfi olarak müdahale
edebilmeleri için genel bir ruhsat vermek anlamına gelir. Bunun ciddi bir
sakıncası da, toplumun, kamu görevlilerinin tanınmış meşru sınırlar içinde
faaliyet yaptığına olan güveninin sarsılmasına yol açacak olmasıdır. Hukuka
aykırılığın özel kişilerce yapılmış olması da ortaya çıkacak sakınca bakımından
bundan farklı değildir. Çünkü, böyle bir durumun yaygınlaşması, toplum
hayatını, kişilerin karşılıklı olarak birbirlerinin haklarına saygı gösterdiği
düzenli bir barış rejimi olmaktan çıkarır ve kaba güç ilişkilerini belirleyici
hale getirir. Daha açık bir deyişle, özel kişi ve grupların yasadışı yollardan
kişiler hakkında bilgi toplamaları, bu yoldan elde edilen bilgileri hukuki
delil olarak kullanmak suretiyle meşrulaştırılması, mafya benzeri
örgütlenmelere davetiye çıkarılması anlamına gelir. Bu aynı zamanda, devletin
kolluk ve adalet sisteminin etkinlik ve güvenilirliği bakımından da onarılması
son derece zor tahribatlara yol açabilir.
Esasen,
Sayın Başsavcı'nın "Esas Hakkında Görüş"te dikkat çektiği iki nokta
var ki, bunlar özel kişilerce bile olsa yasadışı yoldan elde edilen delilin
yargılamada kullanılamayacağının dolaylı birer itirafıdır. "Esas Hakkında
Görüş"ün 86. sayfasında şöyle denmektedir: "Devlet görevlileri
dışındaki kişilerin delil elde etmeleri ve bu arada hukuka aykırı şekilde delil
elde etmeleri ihtimali düşünülmediğinden yasaya bu hususta bir hüküm konulmamış
olabileceği..." (vurgu bizim). Bu demektir ki, yasakoyucunun öngörmediği
bir ihtimali -ki öngörülmemiş olan ihtimal de hukuk dışı bir durumla ilgilidir-
sayın Başsavcı kendi iddiasının hukuki bir dayanağı olarak kullanmaktadır.
Oysa, yasakoyucunun böyle bir ihtimali öngörmemiş olmasından yasadışı bir
davranış için bir "ruhsat" çıkarılamaz. Bu olsa olsa, yasakoyucunun
böyle bir durumun insan haklarına dayanan bir hukuk devletinde caiz
görülemeyeceğini bir ön kabul olarak benimsemesine bağlanabilir. Bu noktada,
"kişiler için yasaklanmamış olan her şey serbesttir" ilkesi de
geçerli değildir. Çünkü, başka bir temel ilke ile -hakların doğal/objektif
sınırının başkalarının temel haklarına zarar vermemek olduğu ilkesiyle-
çatıştığı durumda, bu genel ruhsat ilkesi geçerli değildir.
İkinci
nokta şudur: Sayın Başsavcı'nın kendisi yine aynı sayfada, özel kişilerce
hukuka aykırı şekilde elde edilen delillerin yasakoyucu tarafından bilinçli
olarak delil yasağı dışında tutulmuş olduğunun "kabulü halinde bile eğer
özel şahıslar tarafından delil elde etmek için uygulanan yöntemler, kişinin
temel hak ve hürriyetlerini ihlal edici nitelikte ise, ... elde edilen deliller
yine yargılamada kullanılamaz." olduğunu belirtmektedir. Bu davayla ilgili
olarak da, sayın ERBAKAN ile sayın Hatipoğlu arasındaki konuşmanın özel
kişilerce dinlenmesi açıkça temel haklara bir tecavüz teşkil etmektedir. Bundan
dolayı da, hükme esas alınamaz.
Son
olarak, sayın Başsavcı'nın Ön Savunma'mızda ileri sürdüğümüz çok önemli bir
iddiayı cevapsız bırakmış olması nedeniyle, orada işaret ettiğimiz bir hususun
üzerinde yeniden durmayı gerekli görüyoruz. Hatırlanacağı gibi, sayın Başsavcı
söz konusu konuşmaya ilişkin bant kaydını kendisine özel şahısların getirdiğini
iddia etmişti. Buna karşılık, durumun gerçekten de böyle mi olduğu, yoksa sayın
Başsavcı'nın bir iddiasından mı ibaret kaldığı bir soru işareti olarak
kalmıştı. Çünkü dava dosyasında söz konusu ses kayıtlarının kimden, nasıl,
nerede ve ne zaman elde edildiğine ilişkin hiçbir belge mevcut değildi. Buradan
hareketle sayın Başsavcı'nın iddiasını ispatlayacak inandırıcı kanıtlar
göstermediği sürece bu iddianın doğruluğunun şüpheli olduğunu belirtmiştik.
Başka
bir anlatımla, söz konusu bant kaydının Başsavcılık tarafından doğrudan doğruya
yasadışı dinleme yoluyla elde edilmiş olmadığına ilişkin hiç bir objektif bilgi
bulunmamaktadır. Yani, durum sadece Başsavcı açısından, kendisinin iddia ettiği
gibidir; gerçekte öyle olduğunu kendisi dışında hiç kimse bilebilecek durumda
değildir. Başsavcı dışındaki herkes ve her makam açısından (tabiatıyla buna
Anayasa Mahkememiz de dahildir) bu olayla ilgili olan yalın gerçek şudur: Sayın
Başsavcı yasadışı yoldan elde edildiğini itiraf ettiği bir delili yüksek
mahkememize geçerli bir delilmiş gibi sunmuştur. Yasadışı yoldan elde edildiği
hususunda tartışma bulunmayan bu "delil"in özel şahıslar tarafından
elde edilmiş olduğunu hiç birimiz bilmiyoruz, bu sadece Başsavcı'nın bir
iddiasıdır. Sonuç olarak, sayın başsavcı söz konusu bant kaydını kendisine özel
kişilerin ulaştırdığını kanıtlamadığına göre, bu bandın doğrudan doğruya
kendisi tarafından yasadışı yolla elde edilmiş olduğunu kabul etmekten başka
çıkar yol yoktur. Söz konusu bant kaydı, bu nedenle de işbu kapatma davasında
delil olarak kullanılamaz.
6.
Laiklik ve Kılık Kıyafet Özgürlüğü
"Esas
Hakkında Görüş"ün son bölümü (ss. 96-105) Anayasal bir ilke olarak
"laiklik" hakkındaki açıklamalara ayrılmıştır. Bu bölümdeki iddiaları
tek tek gözden geçirelim.
a)
Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı'nın Görüşleri
Sayın
Başsavcı Prof. Dr. Fığlalı'nın İslam laiklik ilişkisi hakkındaki görüşünü
gazeteci Sedat Ergin'den naklen kaydetmiştir. Adı geçen gazetecinin aktardığı
kadarıyla, Prof. Dr. Fığlalı'ya göre, Kur'an'ın "hüküm ayetleri"nin
mahiyetleri icabı içtihadi ve yoruma dayalı olmalarına rağmen, Türkiye'de kimi
gruplar bu ayetlerin değiştirilemezliğini iddia etmekte ve aynen
uygulanmalarını istemektedirler. Bu ise "hukukun din kurallarına göre
değil, insan aklına göre düzenlenmesini öngören laiklik ilkesine aykırıdır.
Her
şeyden önce, belirtmek gerekir ki, eğer burada dile getirilen görüşten
hareketle Fazilet Partisi'nin laiklik-karşıtı bir parti olduğu sonucuna
varılmak isteniyorsa, bu tamamiyle dayanaksız bir akıl yürütme biçimidir.
Çünkü, ön savunmamızda da açıkladığımız üzere, Fazilet Partisi'nin Tüzük ve
Programında ifadesini bulan siyasî kimliği herhangi bir şüphe ve tereddüde yer
bırakmayacak şekilde onun laiklikten yana bir parti olduğunu açıkça
göstermektedir. Fazilet Partisi "hukukun din kurallarına göre...
düzenlenmesini savunan bir parti değildir.
Öte
yandan, laiklik herhangi bir dinin mahiyetinden hareketle tanımlanacak bir ilke
olmayıp, devletin tutumunu belirleyen bir prensiptir. Laiklik bireylerin
tutumunun değil, sosyo-politik sistemin bir niteliğidir. Bu nedenle laiklik,
devletin temel haklara bu konudaki Anayasal ilkelere ve Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'nin ve Avrupa İnsan Hakları Divanı'nın öngördükleri esaslara aykırı
olarak müdahale etmesini haklı gösteren bir ilke olarak anlaşılamaz. Laiklik,
esas itibariyle, devleti sınırlayan, dolayısıyla da devletin nasıl hareket
etmeyeceğini gösteren bir ilkedir. Daha açık bir ifadeyle, laik devlet belli
bir dini veya seküler görüşü yurttaşlarına empoze edemeyeceği gibi, din ve
vicdan özgürlüğünün kullanımını da güvence altına almak zorundadır. Laikliğin
bu iki yönü de devletin kişilerin sivil ve siyasal haklarına müdahale etmesini
değil, etmemesini gerektirir. Bu açıdan, laik bir devletin yurttaşları dinin
mahiyeti hakkında şu veya bu görüşte olabilir ve sırf birer görüş ve kanaat
şeklinde olmaları durumunda bunlar anayasal koruma altındadırlar. Laikliğe
aykırı olan, toplumda din konusunda farklı görüşlerin bulunması değil, devlet
yetkisi kullananların belli bir dini görüşü yasal ve idari kural veya
uygulamalar şeklinde cebir yoluyla yurttaşlara dayatmalarıdır. Özetle, herhangi
bir dinin hükümlerinin devlet kuralı haline getirilmemesi gerekir.
Nihayet,
bir dinin mü'minlerinin kendi dinlerini şöyle veya böyle anlamaları da laik
devletin sorunu değildir. Esasen, bir dinin "doğru" yorumunun ne
olduğu siyaseten belirlenebilecek bir husus değildir. Yurttaşlar kendi dinlerini"
yanlış" da yorumlamış olsalar, kanunların açıkça tanımladığı suç teşkil
eden fiilleri işlemedikleri sürece bu husus devleti ilgilendirmez. Bundan
dolayı, bireysel din yorumları veya anlayışları nedeniyle laiklik ilkesinden
hareketle yurttaşların temel hakları kısıtlanamaz.
b)
Gündüz Âktan'ın Yazısı
Gündüz
Aktan'ın "Esas Hakkında Görüş"te aktarılan gazete yazısı da bu dava
bakımından bilimsel veya hukuki bir kanıt teşkil etmemekle beraber, bu yazının
içeriği bakımından da sayın Başsavcı'nın iddialarını destekleyici bir yönü
bulunmamaktadır. Bir kere, çok kültürlü bir toplumsal yapıyı başarılı bir
biçimde sürdüren sistemlerin dünya üzerinde istisnai olduğuna ilişkindir. Bu
görüşün Anayasa Mahkememizin önündeki davayla doğrudan doğruya bir ilişkisi
bulunmamaktadır, ikinci olarak, dini inançlara dayalı hayat tarzı tercihinin
toplumu ikiye bölmesi durumunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 9.
maddesinin öngördüğü koruma çerçevesinde mütalaa edilemeyeceği dile
getirilmektedir. Kanaatimizce burada ortaya konduğu şekliyle "toplumsal
bölünmüşlük"ün laiklikle ilişkisi yoktur. Açıktır ki, burada söz konusu
olan, siyasal iktidarın veya egemenliğin bölünmesi olmayıp, toplumsal
farklılaşma veya çeşitlilik şeklinde kendini gösteren sosyolojik bir durumdur.
Dolayısıyla böyle bir toplumsal gerçeğin hukuku ve laiklik ilkesini
ilgilendirmesi beklenemez. Esasen, hukuk düzeni toplumun kendiliğinden
çeşitliliğini tanımak ve onun gereklerine saygı göstermek durumundadır. Hayat
tarzı tercihi konusundaki toplumsal farklılaşma, devlet gücü kullanılarak
yaratılmadığı ve inançların barışçı bir biçimde ve serbestçe ifadesinin doğal
bir sonucu olarak ortaya çıktığı sürece, bunun laikliğe aykırı olduğu
söylenemez. Böylesi bir toplumsal farklılaşmanın devleti doğrudan doğruya
ilgilendirmesi, ancak bunun toplumsal barışı bozacak somut eylemlere yol açması
halinde söz konusu olabilir. Bu çerçevede, din ve inanç özgürlüğü adına söz
gelişi kadın haklarının daraltılması yolundaki sivil bir talep de, çağdaş
anlayışa -ve partimizin görüşlerine- ne kadar aykırı görünse de, kendi başına
laikliğe aykırı değildir. Laikliğe ve tabii insan haklarına aykırı olan, bu
talebin bir devlet uygulamasına dönüşmesi ve hukuk yoluyla dayatılmasıdır.
Sayın Başsavcı'nın anlaması gereken, devletin bir niteliği olarak laikliğin,
"yanlış" veya "aykırı" fikirlerin kimi kişi veya gruplarca
açıklanmasına değil, bu gibi görüşlerin zorunlu hukuk kuralları haline
dönüştürülmesine engel olduğudur.
Kaldı
ki, Fazilet Partisi ne toplumu din temelli olarak ikiye bölmekten yanadır ne de
kadın haklarının dini gerekçelerle kısıtlanmasını savunmaktadır. Esasen,
Fazilet Partisi kendisini belirli bir dine referansla tanımlayan veya öyle
tanımlanabilecek bir parti de değildir. Fazilet Partisi toplumsal barışın
idamesini ve insan haklarının genişletilmesini talep eden bir partidir. Fazilet
Partisi'nin bütün diğer temel haklarla birlikte savunduğu "din ve inanç
özgürlüğü"nün güvence altında olması ise hem insan haklarına saygının hem
de laikliğin bir gereği olduğu kadar toplumsal barışın sağlanmasının da ön
şartlarındandır.
c)
Akit Gazetesi Yazarı Yusuf Kerimoğlu'nun Görüşleri
"Esas
Hakkında Görüş"te "Dar-ül islam" ve Dar-ül Harb"
terimlerinin anlamına ilişkin olarak Akit Gazetesinin bir yazarının görüşlerine
yer verilmiştir. Ne var ki, bu görüşler Partimizle hiç bir biçimde ilgili
olmayıp, bunların dini, ahlaki ve hukuki sorumluluğunun sadece yazarına ait
olduğunda şüphe yoktur. Üyemiz bile olmayan bir gazete yazarının görüşlerinin
Partimizi hiç bir şekilde ilzam etmeyeceği izahtan varestedir. Bundan ayrı
olarak, Fazilet Partisi olarak, biz söz konusu yazarın, Dar-ül İslam-Dar'ül
Harb terimleri açısından Türkiye'nin durumu hakkındaki değerlendirmelerine de
katılmıyoruz.
Öte
yandan, Tüzük ve Programında açıklanmış olan görüşleri bakımından Partimizin
"dinci" bir parti olarak nitelenemeyeceği açıktır. Aynca, Fazilet
Partisi'ni hukuken bağlayacak şekilde hareket etmeye yetkili olan hiç bir organ
veya makamdan da bu yönde bir beyan sadır olmamıştır. Esasen, Fazilet Partisi
bu tür dini meseleler konusunda bir yorum ve değerlendirme yapabilecek konumda
da değildir. Çünkü, dini sorunlar hakkında "doğru" görüşün ne
olduğunu belirlemek herhangi bir siyasi partinin, bu arada Fazilet Partisi'nin
görevi olmadığı gibi, bu konular hakkında hüküm vermeğe siyasi partilerin
yetkisi de yoktur. Bu çerçevede Fazilet Partisi dini yorum makamı veya dini bir
kurum olmayıp, bir siyasi partidir. Bu sıfatla Fazilet Partisi kimi
yurttaşlarımızın dini sorularına cevap vermekle meşgul olan bir fetva makamı
değildir; onun ilgilendiği, ülkenin çeşitli sosyal, iktisadi, iç ve dış
politikayla ilgili sorunlarının politik olarak tartışılmasına katkı yapmak ve
bu sorunlar hakkında çözüm önerileri geliştirip bunları kamunun bilgisine
sunmaktır.
d)
Fransa'daki Uygulamayla İlgili Bir Gazete Haberi
Milliyet
gazetesinden aktarılan haberde Fransa'nın bir şehrindeki lise öğretmenlerinin
bir Türk-Müslüman öğrencinin okula türbanlı olarak gelmesini protesto etmek
üzere greve gittikleri bildirilmektedir. Ne var ki, bu tekil olay ne genel olarak
laikliğin anlamının aydınlatılmasını sağlayabilir ne de Fransa'daki genel
uygulama hakkında doğru bir fikir verebilir. Olayın bütün boyutlarını
göstermeyen ve hukuki bir bakış açısını yansıtmayan bir gazete haberine
dayanarak laiklik kavramı hakkında genel-geçer bir hükme ulaşmanın mümkün ve
doğru olmayacağı aşikardır. Şüphe yok ki, Fransa'da laikliğin nasıl anlaşılıp
uygulandığı ancak konuyu genel olarak ele alan ve yargı içtihatlarını da
bütünlüğü içinde göz önünde bulunduran bir yaklaşımla tespit edilebilir. Bu
çerçevede, daha önce Ön Savunma'mızın ekinde sunduğumuz Dr. Ali Ulusoy'un
"Türban Sorunu ve Hukuk" başlıklı ve şimdi sunacağımız "Fransız
ve Türk Laikliğinin Karşılaştırılması" başlıklı makaleleri bu tür bir
genel değerlendirmeyi yansıtmaları bakımından son derece aydınlatıcıdırlar.
Dr.
Ulusoy'un adı geçen makaleleri, Fransa'da laiklik anlayış ve uygulamasının
nasıl geliştiğini açık-seçik bir biçimde göstermektedir. Bunlardan -ve ilgili
diğer literatürden- anlaşıldığına göre, Fransa'da laiklik anlayışı gitgide
yumuşayarak daha özgürlükçü bir nitelik kazanmakta ve uygulama da bu yönde
seyretmektedir. Bu çerçevede laiklik, toplumu kutuplaştırıcı bir dogma olarak
anlaşılır olmaktan çıkmış ve somut toplumsal ihtiyaçları gözeten ve sorunlara
rasyonel çözümler getirmeye elverişli bir biçimde algılanır hale gelmiştir. Dr.
Ulusoy'un işaret ettiği gibi, "(L)aikliğin anayasal bir ilke olarak
benimsendiği Fransa'da bile bu ilkenin din ve vicdan özgürlüğünü sınırlama
işlevi terkedilmiştir." Fransız yargısı da artık bir dini inanca aidiyeti
sembolize eden bir işaretin taşınmasının somut durumda kamu hizmetini
aksatmaması ve kamu düzenini bozmaması kaydıyla, kendi başına laikliğe aykırı
olmadığına hükmetmektedir. Örneğin, Conseil d'Etat 27 Kasım 1989 tarihli kararlarında
okullarında türban takmanın laikliğe aykırı olmadığına hükmetmiş ve inanç
özgürlüğünün öğrencilerin dini sembolleri okul içinde teşhir edebilmelerini de
kapsadığı sonucuna ulaşmıştır. Conseil d'Etat sonraki bütün davalarda bu
içtihadını korumuştur (Ulusoy, A., "Fransız ve Türk Laikliğinin
Karşılaştırılması", Liberal Düşünce, n. 14, Bahar 1999, ss. 98-101; aynı
yönde Ulusoy, A., "Türban Sorunu ve Laiklik", Türkiye Günlüğü, n. 56,
Yaz 1999, ss. 17-20).
e)
İsviçre Federal Mahkemesi'nin Kararı
Sayın
Başsavcı'nın özet olarak aktardığı 12.11.1997 tarihli İsviçre Yüksek
Mahkemesi'nin başörtülü bir öğretmenle ilgili kararına gelince: Her şeyden önce
şu hususu belirtmek gerekir ki, bu kararın Fazilet Partisi'ne karşı açılmış
olan kapatma davasıyla doğrudan doğruya bir ilgisi yoktur. Çünkü, Fazilet
Partisi ve/veya Fazilet partililer öğretmenlerin başörtülü olarak görev
yapmaları gerektiğini savunmuş değildir. Esasen kimi Fazilet Partililerin
başörtüsü meselesiyle ilgili olarak zaman zaman yapmış oldukları yorum ve
değerlendirmelerin tümü kamu görevlileriyle değil, fakat "kamu hizmetinden
yararlanan" konumunda olan yükseköğrenim öğrencileriyle ilgili olduğunu
daha önce Ön Savunmamızda da uzun uzadıya açıklamıştık.
Kaldı
ki, üniversitelerdeki başörtüsü yasağını dile getirenler hiç bir zaman
başörtüsü takılmasının bütün kadın yurttaşlar için zorunlu hale getirilmesini
değil, aksine bu konudaki yasağın kaldırmasını ve isteyen öğrencinin başörtüsü
takmasına izin verilmesini insan haklarına saygılı devlet bir gereği, olduğunu
belirtmişlerdir. Kimi Fazilet Partili milletvekillerinin dosyada bulunan
konuşmalarında savundukları görüş, üniversite öğrencilerinin başörtü
takmalarını teşvik değil, kılık-kıyafet özgürlüğü bağlamında isteyenin başı
açık, isteyenin başörtülü okula gidebilmesini savunmaktan ibarettir.
Dolayısıyla, bu tutum insan haklarıyla ilgili bir yorum ve içtihat farklılığına
ilişkin olduğundan, bu görüşü savunmayı bırakalım temsilcilerini, yurttaşlar
bakımından dahi laiklik karşıtı bir tutum olarak değerlendirmeye imkan yoktur.
Gerek doktrinde gerekse yargı içtihatlarında ihtilaf konusu olan bir mesele
hakkında şu veya bu görüşten yana olmanın kendi başına laikliğe aykırı amaç
güdüldüğünün bir kanıtı olamayacağı açıktır. Esasen, hukuki meselelerde çoğu
zaman içtihat ve yorum farklılıkları var olduğundan, "yanlış" bile
olsa bir hukuki görüşü savunmanın hukuk düzenine karşı çıkmak olarak
değerlendirilmeyeceği hukuk tekniğinin evrensel gereklerinden biridir. Aksi
halde mahkemelerin varlığına bile gerek olmaz ve hukuk uygulamasını mekanik bir
sisteme bağlamak yeterli olurdu. Bunun gibi, suç teşkil etmeyen farklı
görüşleri savunamasalardı, siyasi partiler de gereksiz kuruluşlar olurdu.
Öte
yandan, söz konusu mahkeme kararının Türk hukuku bakımından bağlayıcı bir değeri
de bulunmamaktadır. Çünkü, İsviçre Federal Mahkemesi ne Türk mahkemelerinin bir
üst denetim organıdır ne de Türkiye'nin kararlarına uymayı uluslararası
antlaşmalarla taahhüt ettiği bir uluslarüstü mahkemedir. Ayrıca, İsviçre
Federal Mahkemesi'nin kararlarının, kamu hukuku uygulamamız bakımından değil,
bilinen nedenlerle, olsa olsa Türk medeni hukuku bakımından yol gösterici
değeri olabilir. Malumdur ki, İsviçre kamu hukuku kavram ve kurumları Türk kamu
hukuku geleneğinin arkasında yatan referanslar arasında yer almamaktadır.
Dini
semboller meselesine gelince: Genellikle, bir şeyi "sembol" olarak
nitelendirmek, onu yaygın görünümden ve genel kültürel tercihlerden ayırmak
anlamını da taşır. Bu bakımdan, Müslüman kültürün baskın olduğu bir ülkede
olağan olan bir giyim veya işaret mesela Katolik kültür çevresinde
farklılığıyla dikkat çeker ve bu yüzden de o toplum tarafından
"sembol" olarak yaftalanır. Buna karşılık, söz gelişi Yahudi takkesi
giyen bir kişi de Müslüman kültür ortamında göze batar, herkes bu başlığın onu
giyen kişinin farklılığını sembolize ettiğini düşünür. Başörtüsü meselesi de
böyledir. Kadınlarda başörtüsü Türkiye'de yaygın bir görüntü olduğundan toplum
tarafından olağan karşılanır ve birileri onun bir "sembol" olduğu
fikrini yaygınlaştırmaya çalışmadığı sürece, kimsenin aklına başörtüsünün bir
sembol olduğu gelmez. Ama, sözgelişi İsviçre'de Müslüman kadının başörtüsü
genel kültürden bir farklılığı temsil ettiği için ona bir "sembol"
gözüyle bakılır.
Gerçi,
denebilir ki, İsviçre Federal Mahkemesi başka bir kararında çarmıha gerilmiş
İsa'yı tasvir eden heykelciğini (crucifix) de dini bir sembol saymıştır.
Kanaatimizce, bu durum da sembol meselesine ilişkin olarak burada dile
getirmeye çalıştığımız temel düşünceyi geçersiz kılmaz. Çünkü, başörtüsü ile
böyle bir tasvir arasında son derece önemli bir fark vardır. Başörtüsü, onu
giymeyi seçen kişi bakımından, kıyafetinin olağan bir parçasıdır ve onun
kişiliğinden ayrılamaz. Buna karşılık, harici bir obje olan dini bir
heykelciğin durumu bundan tamamen farklıdır. Belli bir dine ilişkin bir mitosu
temsil eden heykelciğin sınıfta bulundurulması, insanın kişiliğinin doğal bir
uzantısı olarak değil, ancak okul veya eğitim idaresinin bir eylemi sonucunda
gerçekleşebilecek bir durumdur. Bu nedenle, böyle bir heykelciği sınıfa koyan
kamu idaresi elbette dini tarafsızlığı ihlal etmiş olur. Bu açıdan
bakıldığında, başörtüsü böyle bir heykelciğe değil, Hıristiyanların üstlerinde
taşıdıkları haçlara veya dini, ideolojik rozetlere yahut günlük hayatın akışı
içinde insanların sürekli olarak karşılaştıklar diğer sembollere
benzetilebilir. Bildiğimiz kadarıyla, uygar ülkelerin hiç birinde bu türden
takı veya rozetlere müdahale edildiği vaki değildir; esasen böyle bir şeye
tevessül edilirse, bu o ülkelerde ilgililerin kişilik haklarına bir tecavüz
olarak değerlendirilir.
Nitekim,
Federal Alman Anayasa Mahkemesi de çarmıha gerilmiş İsa heykelinin kamu
okullarında teşhir edilmesiyle ilgili bir kararında buna benzer bir muhakeme
tarzı geliştirmiştir. Anayasa Mahkemesi 1995 tarihli bu kararında (Donald P.
Kommers, The Constituîional Jurisprudence ofthe Federal Republic of Germany,
Durham and London: Duke University Press, 1997, ss. 472-82) kamu okullarında
İsa heykeli ve haç bulundurulmasını Anayasa'nın -devletin din ve inançlar
karşısında tarafsız kalmasını öngören- 4. maddesine aykırı bulmakla beraber, bu
gibi semboller ile kişilerin günlük hayatlarında karşılaştıkları dini semboller
arasında bir ayrım yapmış ve şöyle demiştir: "Zorunlu eğitim çerçevesinde
sınıflarda haç bulundurulması, onu görmekten kaçınmak mümkün olmadığı için,
devletin 'haç altında öğrenim'e zorlaması anlamına gelmektedir. Bu, bir sınıfta
haç teşhiri ile insanların günlük hayatlarında sıkça karşılaştıkları semboller
arasındaki canalıcı farkı oluşturmaktadır. Bu ikinciler herhangi bir devlet
faaliyetinin sonucu değil, toplum içinde çeşitli dini inançların ve dini
toplulukların varlığının bir sonucundan ibarettir... Sokaklarda yürüyen, toplu
ulaşım araçlarını kullanan, binalara giren insanlar dini semboller ve
ifadelerle kendi kontrolleri dışında karşılaşmaktadırlar. Aksine bunlar
gelip-geçicidirler, hatta öyle olmasalar bile, devletin müeyyidelerle
desteklenen tercihinin sonucu değildirler..."
f)
Amerika'da Laiklik ve Din Özgürlüğü
Sayın
Başsavcı laikliğe ilişkin özgürlükçü olmayan kendi yorumunun doğruluğuna
Amerika birleşik Devletleri'nden de örnekler getirmek üzere bazı gazete
yazılarına başvurmuştur. Ne var ki, laiklikle din özgürlüğü ilişkisinin
Amerika'daki durumu hakkında, birkaç olayı yarım yamalak anlatan gazete
yazılarına dayanılarak hüküm verilemeyeceği şüphesizdir. Bu nedenle, söz konusu
ülkede laikliğin kamu otoriteleri ve bu arada Federal Yüksek Mahkeme tarafından
nasıl yorumlandığı konusunu daha kapsayıcı bir şekilde ele almak gerekmektedir.
(David M. O'Brien, Consüiuiional Law and Politics, New York: W.W. Norton and
Company, 1995, ss. 644-786; David P. Barnum, The Supreme Court and American
Democracy, New York: St. Martin's Press,1993, Chapters 5, 8; J. A. Barron and
C. T. Dienes, Consîiîutional Law (St. Paul, MN: West Publishing Co: 1995), ss.
432-70).
Bilindiği
gibi, Amerika Birleşik Devletleri Anayasası'nın 1791 tarihli Birinci Tadil'i
laiklikle ilgili olarak şu hükmü ihtiva etmektedir: "Kongre bir dinin
tanınmasına ilişkin veya dinin serbestçe icrasını yasaklayan hiç bir yasa
yapamaz..." Bu hüküm laikliğin iki temel unsurunu özlü bir biçimde
tanımlamaktadır; bir yandan devletin herhangi bir dini benimsemesini veya
resmileştirmesini yasaklarken, öbür yandan dini özgürlüklerin kullanılmasını güvence
altına almaktadır. Birinci husus literatürde "din ile devletin
ayrılması" (separation of church and state) olarak anılmaktadır. Bu
nedenle, Ön Savunma'mızda da açıklamış olduğumuz gibi, Amerikan laikliğinin
"ayrılık"çı modelin tipik örneğini oluşturduğu yaygın olarak kabul
edilmektedir.
(l)
Din ile Devletin Ayrılması
"Din
ile devletin ayrılığı" ilkesinin birinci gereği devletin çeşitli din ve
mezhepler açısında tarafsız olmasıdır. Ne var ki, "tarafsızlık"ın
anlamı konusunda ilgili literatürde tam bir görüş birliği yoktur. Bu konudaki
görüşleri üçe ayırarak inceleyebiliriz.
Kesin
tarafsızlık: Kimilerine göre, tarafsızlık "kayıtsızlık" anlamına
gelmektedir; yani, devlet dini meselelere hiç bir biçimde karışmamalı, dinlere
ve dini gruplara ne müzahir (yardımcı, destek) olmalı ne de onlara engel
çıkarmalıdır. Federal Yüksek Mahkeme'nin 1948 tarihli McCollum v. Board of
Educaîion davasındaki kamu okullarındaki öğrencilerin boş saatlerinde kampus
içinde dini eğitim almasını laikliğe aykırı bulan karan buna bir örnektir.
Mahkemeye göre, dini eğitim veren öğretmenlerin ücreti kamu parasıyla
karşılanmamakla beraber, kamu okullarının sınıflarının dini eğitimde
kullanılması laiklik ilkesine aykırıydı. Yüksek Mahkeme 1961 tarihli Toracso v.
Waîkins kararında da kişilerin kamu görevine başlayabilmek için "Tanrı'nın
varlığına inanç"larını ifade eden bir yemin etmelerini şart koşan Maryland
eyaletinin bir yasasını anayasanın laiklik ilkesine aykırı bulmuştur. Federal
Yüksek Mahkeme'nin önüne 1963 yılında karara bağladığı, kamu okullarında dua
okunmasına ilişkin davada da (School District ofAbingîon Tovvnship v. Schempp)
laikliği kesin tarafsızlık anlamında yorumlamıştır. Davanın konusu, okulların
her günkü açılışında İncil'den en az on ayet okunmasını, aksine davranan öğretmenin
görevine son verilmesini, fakat duaya katılmayan öğrencilere herhangi bir
müeyyide uygulanmamasını öngören Pennsylvania eyaletinin bir yasasının
Anayasaya uygunluğu sorunu idi. Yasaya göre, herhangi bir öğrenci
"ailesinin veya velisinin yazılı talebi üzerine" duaya
katılmayabilirdi. Yüksek Mahkemeye göre, dinin veya İncilin incelenmesi
"laik bir eğitim programının içinde objektif olarak yer alması
durumunda" laikliğe aykırı olmamakla beraber, bu olayda sözkonusu olan
uygulamalar zorunlu olduğu için, bu durum "devletin dine yardım etmesini
de engel çıkarmasını da yasaklayan kesin tarafsızlığa" aykırıdır. Yüksek
Mahkeme bu yöndeki içtihadını zaman zaman yenilemiştir (Örnek olarak, Wallace
v. Jaffree (1985); Lee v. Weisman (1992)).
Kesin
ayrılık: Buna karşılık. Yüksek Mahkeme'nin kimi kararları açısından laiklik,
devletin tarafsız ve yasaları laik amaçlı olmasını öngörmekle beraber, devletin
dine bazı kolaylıklar ve dolaylı yardımlar sağlamasına da engel değildir.
Nitekim, Yüksek Mahkeme 1947 tarihli Everson v. Board ofEducalion ofEwing
Township kararında bu görüşü benimsemişti. Bu davada Mahkeme, dini olanları da
dahil olmak üzere, özel okullara öğrencilerin otobüsle taşınma masraflarının
eyalet tarafından ailelere ödenmesine ilişkin New Jersey programını laikliğe
aykırı bulmamıştır. Mahkemeye göre, Birinci Tadil'in amacı "Kiliseyle
Devlet arasında bir ayırma duvarı" inşa etmek olmakla beraber, "kesin
ayrılık" ilkesi bir eyaletin dine karşı "hayırhah tarafsızlığını
engelemez. Bundan kırk yıl sonra verdiği Corporation ofPresiding Bishops v.
Amos kararında da (1987) Yüksek Mahkeme aynı yorumu benimseyerek, Mormonlara
ait işyerlerinde sadece dindar işçilerin çalıştırılmasına izin vermenin
laikliğe aykırı olmadığına karar vermiştir.
Dine
Sempatik Laiklik: Nihayet dine sempatik olan üçüncü bir görüş, belirli bir dini
onaylamaksızın, devletin din özgürlüğünü çeşitli biçimlerde destekleyici
faaliyetler yapmasına cevaz vermektedir. Söz gelişi devletin dini cemaatlere
-özellikle eğitim faaliyetleri bakımından- yardımcı olması, onlara birtakım
kolaylıklar sağlaması (sübvansiyon, vergi indirimi vb. yollarla) laikliğe
aykırı sayılmamaktadır. Esasen, bugün ABD'nin birçok eyaletinde bu türden
yardım programları uygulanmakta ve dine genel olarak sempatik yaklaşılmaktadır.
Yüksek Mahkeme de özellikle son yıllarda laikliğe ilişkin bu anlayışı
destekleyen bazı kararlar vermiştir.
Nitekim,
Mahkeme 1981 tarihli Widmar v. Vinceni kararında, Missouri eyaletinin
üniversite kampüsünün ve binalarının, "dini ibadet amaçlarıyla" kullanılmasını
yasaklayan bir yasasını Anayasaya aykırı bulmuştur. Yasa dindar öğrencilerin
bir eyalet üniversitesinin imkanlarını kullanmalarını engelleyici şekilde
uygulanıyordu. Mahkeme bu kararında "(ü)niversite öğrencilerinin... daha
genç öğrencilere nispetle daha az etki altında kalabildiklerine ve
üniversitenin politikasının dine karşı tarafsızlık politikası olduğunu takdir
edebilecek durumda olduklarına dikkat çekmişti. Mahkeme'nin bu içtihadı Kongre
üyelerini bu ilkeyi ilk ve orta dereceli okullara teşmil etmek konusunda
cesaretlendirmiş ve Kongre 1984 yılında Eşit Yararlanma Kanunu'nu çıkarmıştır.
Bu Kanun, öğrenci etkinlik gruplarının okul bölgesindeki toplantılarına ilişkin
olarak, "bu gibi toplantılarda dini, siyasi, felsefi veya başka içerikli
konuşmalar" yapılması nedeniyle kamu okullarının ayrım yapmalarını
yasaklıyordu. Bu Kanunun anayasaya aykırılığı iddiasını Yüksek Mahkeme 1990
yılında (Board of Educaiion of the Wesl$ide Community Schools v. Mergens}
reddetmiştir. Bu davada okul yönetimi bir İncil Klübü'nün okul alanı içinde
toplantı yapmasını yasaklamıştı. Mahkemeye göre, okul yönetimi bu davranışıyla,
laikliğe uygun olan Eşit Yararlanma Kanunu'nu ihlal etmişti. Her ne kadar
öğrencilerin dini toplantıları okul arazisi içinde ve okulun himayesi altında
yapılacak idiyse de, ne Kanun'un birincil etkisi dini teşvik etmekti, ne de bu
faaliyetlere izin vermekle devletle din birbiriyle aşırı biçimde içice geçirmiş
oluyordu. Yüksek Mahkeme bu içtihadını daha sonra da korudu ve 1993 yılında
verdiği yeni bir kararda (Lamb's Chapel v. Center Moriches Union Free School
Disîrict) bir bölge (district) eğitim idaresinin, bir dini grubun ders
saatlerinin sona ermesinden sonra yapacağı toplantılar için okulun imkanlarını
kullanmasını reddeden kararının Anayasayı ihlal ettiği sonucuna varmıştır.
(2)
Dinin Gereklerinin Serbestçe Yerine Getirilmesi
Öte
yandan, laikliğin ikinci ayağını oluşturan dini özgürlüklerin hukuk tarafından
güvence altına alınması konusunda Amerika Birleşik Devletleri'nde genel ve
yaygın bir şikayet söz konusu değildir. Bu konuda zaman zaman ortaya çıkan
sorunlardan biri kamu kurumlarında ve/veya kamu hizmetlerinin yerine
getirilmesi sırasında dini sembollere izin verilip verilmeyeceğiyle, diğeri ise
kişilerin dini inançları nedeniyle genel kamusal düzenlemelerden ne derece muaf
tutulacaklarıyla ilgilidir. Bu husustaki Yüksek Mahkeme içtihadına göz atmadan
önce, ABD Başkanının 1997 yılında kamu kurumlarında dini ifadenin
serbestleştirilmesini sağlamaya dönük bir kararname çıkarmış olduğunu (bkz.
Liberal Düşünce, n. 12, Güz 98, ss. 64-74) hatırlatalım.
Amerikan
Yüksek Mahkemesinin bu konularla ilgili ilk önemli karan 1925 tarihli olup,
Pierce v. Society ofSisîers davasında verilmiştir. Yüksek Mahkeme bu kararıyla,
ebeveynlere çocuklarının sekizinci sınıfı tamamlayıncaya kadar kamu okullarına
gönderme mecburiyeti getiren Oregon eyaletinin bir yasasını, ailelerin
çocuklarının eğitim ve öğretimini belirleme özgürlüğüne makul olmayan bir
müdahale teşkil ettiği ve dini okulları mülkiyet ve girişim özgürlüğünden
yoksun bıraktığı gerekçesiyle anayasaya aykırı bulmuştur. Mahkeme bundan çok
sonra (1972'de) verdiği Wisconsin v. Yoder kararında da aynı içtihadını
tekrarlayarak, Amishlerin çocuklarının sekizinci sınıftan sonra zorunlu okul
eğitiminden muaf tutulabileceğine hükmetmiştir. Mahkemeye göre: Öğrencilere
temel becerileri kazandırmak için zorunlu sekiz yıl eğitim yeterli olduğu
halde, Amishlerin inancına göre, lise öğretimi kendi değerlerine aykırı
tutumlar geliştirmeye yöneliktir ve bu arada çocukları Tanrı'dan uzaklaştırıcı
etkiye sahiptir. Eyaletin zorunlu genel eğitimdeki çıkarı ("kamu yararı)
hiç bir zaman bütün diğer çıkarların bir yana bırakılmasını gerektirecek kadar
önemli ve mutlak değildir.
Yüksek
Mahkeme'nin din özgürlüğünün korunmasından yana olan en radikal kararı Yahova
Şahitleri'nin bayrak selamlamayı reddetmesini onaylayan 1943 tarihli kararıdır.
Mahkeme bu kararında insan haklarıyla ilgili bazı genel ilkeleri
hatırlatmaktadır: "Bir Haklar Yasası'nın asıl amacı, belirli konuları siyasi
tartışmaların iniş çıkışlarından kurtararak onları çoğunlukların ve memurların
elinin uzanamayacağı bir yere koymak ve mahkemeler tarafından uygulanacak hukuk
ilkeleri olarak tesis etmektir. Bir kişinin hayat, hürriyet ve mülkiyet hakkı,
ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, ibadet ve toplanma özgürlüğü hakları ve diğer
temel haklar oylamaya konu olamaz; bunlar hiçbir seçimin sonucuna bağlı
değildir." Karar devam ediyor: "Bizim anayasal takım yıldızımızda
eğer herhangi bir sabit yıldız varsa o da hiçbir yüksek veya küçük memurun
politikada, milliyetçilikte, dinde veya başka kanaat meselelerinde neyin
Ortodoks olacağını tesbit edemeyeceği ve yurttaşları bu konulardaki inancını
sözle veya yazıyla açıklamaya zorlayamayacağıdır." Mahkeme 1963 yılında
karara bağladığı Sherbert v. Verner davasında Cumartesi günü çalışmayı reddeden
Adventist tarikatının bir üyesine o gün için ücret ödenmemesini öngören bir
Güney Karolina Yasasını, eyaletlerin amaçlarını, din özgürlüğüne müdahale
etmektense daha başka ve daha yumuşak araçlarla gerçekleştirmeleri gerektiği
gerekçesiyle anayasaya aykırı bulmuştur. Yüksek Mahkeme daha sonra yine Yahova
şahitleriyle ilgili olarak verdiği bir kararda (Wooley v. Maynard, 1977),
"Özgür Yaşa Yahut Öl" şeklindeki eyalet mottosunun yolcu otomobillerinin
plakalarına yazılmasını gerektiren bir New Hampshire Yasasını, Yahova
şahitlerinin bunun kendi ahlaki, dini ve siyasi inançlarını rencide ettiği
yolundaki itirazı münasebetiyle, Anayasaya aykırı buldu. Mahkemeye göre, hiçbir
birey, kendi özel mülkünde teşhir etmek suretiyle, bir ideolojik mesajın
yayılmasına katılmaya zorlanamaz.
Yüksek
Mahkeme, hayvan kurban etmeyle ilgili bir uyuşmazlıkta da, din ve ibadet
özgürlüğünün korunmasını kamu yararına üstün tutmuştur. Mahkeme 1993 tarihli bu
kararında (Church of Lukumi Babalu Aye v. City ofHialeah), genel olarak hayvan
boğazlamayı değil de sadece dini amaçlarla hayvan kurban etmeyi yasaklayan
Hialeah şehri düzenlemesinin görünüşteki "vahşeti önleme ve kamu sağlığını
koruma" amacının tarafsız olmadığını, aksine belli bir dini hedef aldığını
tespit etmiş ve söz konusu düzenlemenin din ve ibadet özgürlüğünü ihlal ettiği
gerekçesiyle söz konusu düzenlemeyi oybirliğiyle anayasaya aykırı bulmuştur.
Buna
karşılık Yüksek Mahkeme zaman zaman da bireylerin dini inançları nedeniyle
genel kamusal düzenlemelerden muaf tutulamayacağına karar vermiştir. Mahkeme bu
istikametteki bir kararını Goldman v. Weinberger (1986) davasında vermiştir. Bu
kararında Yüksek Mahkeme Hava Kuvvetlerinin Ortodoks Yahudi subayların yarmülke
giymelerini yasaklamasını onaylamıştır. (Mamafih, ertesi yıl Kongre,
görevlerine mani olmaması ve sade olması (göze batıcı olmaması) şartıyla,
askerlerin karargahlarda dini elbise giyebilmelerine izin veren bir yasa
çıkarmıştır.) Yüksek Mahkeme'nin 1988 yılında verdiği, Kızılderili kabileleri
tarafından öteden beri dini amaçlarla kullanılan ulusal orman alanlarında kamu
otoritelerince yol inşa edilmesini din özgürlüğüne bir müdahale teşkil
etmediğine ilişkin kararı da (Lyng v, Northwest Indian Cemetery Protecîive
Association) aynı yöndedir. Mahkeme 1990 tarihli başka bir davada (Minnesota v.
Hershberger) Amishleri karayolları güvenlik yasalarından muaf tutan bir eyalet
yüksek mahkemesi kararını bozmuştur. Mahkeme nihayet 1990 tarihli bir kararında
da (EmploymenîDivision, Department ofHuman Resources ofOregon v. Smith)
Anayasanın ibadet özgürlüğüne ilişkin hükmünün, Amerikan Yerlileri Kilisesi
tarafından törensel amaçlarla peyote (peyote kaktüsünden üretilen, sarhoşluk
verici bir uyuşturucu) kullanılmasının uyuşturucu kullanımını yasaklayan ceza
hükümlerinden muaf tutulamayacağına ve bu kilisenin mensuplarının
"peyote" kullandıkları için görevlerinden uzaklaştırılmalarında
anayasaya aykırılık bulunmadığına hükmetmiştir.
(3)
Değerlendirme
Görüldüğü
gibi, Amerikan Yüksek Mahkemesi, genel tutumu itibariyle, bir yandan devletin
dini inançlar karşısında tarafsızlığını korumasını ve dinle devletin içi içe
geçmesini önlemeye, öbür yandan da dini inancın gereklerinin serbestçe yerine
getirilmesini güvence altına almaya çalışmaktadır. Mamafih, Mahkeme'nin
içtihadı, devletin tarafsızlığının, dini inançlar arasında ayrım yapmamak
kaydıyla, kimi dini kurumlara devlet yardımı veya çeşitli şekillerde devlet
desteği sağlanmasına engel olmadığı yönündedir. Özellikle son dönemde (Başyargıç
Burger [1969-1986] ve Rehnquist [l986-] dönemlerinde) Mahkeme din ile devlet
arasında ayrılıktan çok uyumlu bir beraberlik olması gerektiği anlayışına
geçmiştir. Bunun pratik anlamı, kesin tarafsızlığın sempatik veya olumlu
tarafsızlığa kayması demektir. Öte yandan, dine devlet yardımı yapılması
devletin düzenlemelerinde laik amaçlar (eğitimi desteklemek gibi) gütmesine de
engel değildir. Başka bir ifadeyle, Yüksek Mahkeme'nin kimi kararlarında şart
koştuğu gibi, kamusal düzenlemelerin ilk (doğrudan) amacı dini desteklemek
olmadığı halde, bu türden yardımlar yapılabilir. Ayrıca, devlet faaliyetinin
belli bir dini inancın dayatılması mahiyetinde de olmaması gerekir.
Yüksek
Mahkeme'nin bu genel tutumu din özgürlüğünün kamu alanında ifadesini bulması
bakımından da prensip olarak değişmemektedir. Bunun tek istisnası, yukarıda
zikredilen karar örneklerinden de kolaylıkla anlaşılabileceği gibi, somut
durumlarda, din özgürlüğünün kamu alanında serbestçe ifadesine ağır basan bir
kamu yararının varlığında şüphe bulunmaması durumudur. Örneğin, dini inançları
nedeniyle karayolları güvenliğine ilişkin kurallardan muafiyet talep edenlerin
bu özgürlüklerinin korunmasındaki çıkar ile bu talepte bulunanlar da dahil
olmak üzere bütün bir toplumun karayollarında güvenlik içinde seyahat etmek
konusundaki yararı çatıştığında ikincisini tercih etmek gerektiği gayet
açıktır.
D-
DELİLLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Ön
Savunma'mızda sayın Başsavcı'nın hazırladığı iddianame ve ekinde delil olarak
sunulan tüm belgelere karşı cevaplarımızı sunmuştuk. Bu savunmamızda ise
iddianamede yer alan ve almayan tüm belgeler hakkında genel bir değerlendirme
yapacağız.
1.
Fazilet Partisi'nin Laiklik Karşıtı Faaliyetlerde Bulunduğu İddialarına İlişkin
Gazete Haberleri
Sayın
Başsavcı iddianamesinde Fazilet Partililerin, partinin kapatılmasını gerektiren
eylemlerde bulunduklarını ileri sürmektedir. Ancak bu konuya ilişkin olarak ne
ilk iddianamesinde ne de daha sonradan sunduğu ek iddianamede yer vermediği
oldukça hacimli miktarda gazete haberini ayrı bir klasör halinde Anayasa
Mahkemesi'ne sunmuştur, iddianame ve ekinde hiç değinilmeyen hususlara ilişkin
belgelerin yüksek heyetinize sunulmuş olmasının ötesinde, bu haberlerin delil
olma değerleri üzerinde kısaca durulmalıdır.
Burada
belirtilmesi gereken ilk nokta, sayın Başsavcı'nın gazete haberlerine aksi
ispatlanıncaya kadar belge niteliği taşıyan birer noter işlemi gibi değer
vermesidir. Ön Savunmamızda da belirttiğimiz gibi, ceza yargılaması usulünde
herşey delil olabilir ve bu çerçevede gazete haberlerinin de delil olma değeri
vardır. Ancak bu haberlerin kendi başına ne tür bir değere sahip olduklarını
araştırmak, doğruluklarını teyit etmek, hukuki bir boyutları varsa gazete
haberi içinde yer alan iddiaların kovuşturma ve yargı organlarına intikal edip
etmediklerini takip etmek, maddi olaylara ilişkin iseler o maddi olayların
gerçek olup olmadıklarına bakmak dava taraflarının öncelikli görevidir. Bu
bağlamda sayın Başsavcı'nın bu haberleri dosyaya koymakla yetindiğini, haberden
kalkarak bir araştırma yapmaya gerek duymadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu konuyu birkaç örnekle açıklayalım:
31
Mart 1999 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde yer alan FP'li Güngören Belediyesi'nde
çalışan müdürlerin sakallarının bilgisayar hilesi ile gizlendiğine ilişkin
haber partimizin kapatılması davasıyla ilgisi olmadığı gibi, maddi olarak bu
olayın gerçekliği araştırılmadan 'magazin' niteliğindeki bir haberi bu
savunmanın sunulmasıyla yetinilmesi de yadırgatıcıdır.
Bu
savunmanın başka bir yerinde de zikrettiğimiz gibi, bir günlük gazetemizde
yayınlanan Sayın Recai Kutan'a ilişkin bir habere 'Biz Emanetçiyiz' başlığı
konulmuştur. Oysa haberin içeriğinden böyle bir sözün söylenmediği ortaya
çıkmaktadır. Burada Başsavcının yapması gereken gerçekten bu sözlerin söylenip
söylenmediğini tespit etmek ya da bu haberi dosyaya hiç koymamaktır.
Ülkemizde
Özellikle seçim öncesi dönemlerde gazetelerin kendi savundukları görüşlere
sahip partilere destek amacıyla diğer görüşleri temsil eden partiler hakkında
negatif haberler yaptıkları bilinen bir gerçektir. Üstelik söz konusu tarafgir
yaklaşımlar sadece Fazilet Partisi için değil, tüm partiler için bir sorun
olmaktadır. Aslında bir demokratik sistemde bu normaldir, gazetelerin tarafsız
olma zorunluluğu yoktur.
Bu
nedenle iddia makamının, dosyalarda onlarca benzeri olan bu bilgi ve belgeleri
bir süzgeçten geçirmesi, sistematik hale getirmesi ve doğruluklarını
araştırması, habere konu olan olayı hukuki açıdan değerlendirmesi gerekirdi.
Doğruluğu dahi şüpheli magazin nitelikli haberlerin "tek başlarına"
belge olarak sunulmasının ve özellikle de ülkemizdeki en yüksek yargı organının
baktığı bir davada bunun yapılmasının yargılamanın ciddiliği ile ne kadar
bağdaştığını yüksek heyetinizin takdirlerine bırakıyoruz.
2.
Hukuka Aykırı Olarak Elde Edilen Necmettin ERBAKAN ile Yasin Hatipoğlu
Arasındaki Konuşmaya Ait Ses Kayıtlarının Delil Olarak Kullanılması Durumunda
Oluşabilecek Sorumluluk
Bu
konu gerek Ön Savunma'nın gerekse işbu Son Savunma'nın çeşitli kısımlarında ele
alınmıştır. Burada sadece söz konusu delilin kullanılabilmesi sorunu Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde gözden geçirilecektir.
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'nin Özel Yaşam ve Aile Yaşamına Saygı Hakkı başlıklı
8. maddesi aynen şöyledir:
"1.
Herkes özel ve aile yaşamına, konutuna, haberleşmesine müdahaleden korunma
hakkına sahiptir.
2.
Bu hakların kullanılmasına ulusal güvenlik, kamu güvenliği, ülkenin ekonomik
refahı, suçun ya da düzensizliğin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın
korunması, başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla, hukuka uygun
olarak yapılan ve demokratik bir toplumda gerekli bulunan müdahalelerin
dışında, kamu makamları tarafından hiçbir müdahale yapılamaz."
Bu
hüküm karşısında, özel kişilerin hukuka uygun olmayan yöntemlerle elde
ettikleri ses kayıtlarının kullanılması durumunda, devletin Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi'nin 8. maddesinden kaynaklanan pozitif yükümlülüğüne aykırı
davranılmış olur. Sözleşme'nin 8. maddesi ile taraf devletlerin üstlendikleri
pozitif yükümlülükler, bireylerin özel yaşamlarını korumak ve bireylerin özel
yaşamına ancak hukuka uygun yöntemlerle müdahale edilmesini sağlamaktır. Burada
özellikle belirtilmesi gereken bir nokta, bu kayıtların hukuka aykırı elde
edildiklerinin bizzat sayın Başsavcı tarafından kabul edilmesi, bu hususta bir
tereddüdün bulunmamasıdır.
Bu
sorumluluğun doğacağının bilinmesine karşın, partimizin kapatılmasına yetecek
bir kanıt niteliğinde olmayan söz konusu ses kayıtlarının Başsavcılık
tarafından delil olarak kabul ettirilmeye çalışılması sırf hukuki nedenlerle
açıklanabilecek bir durum değildir.
3.
İstihbarat Raporu Niteliğindeki Dökümanların Delil Olarak Sunulması
Sayın
Başsavcının yüksek heyetinize sunduğu dosyalarda, devletin hangi kurum ya da
kuruluşundan alındığı belli olmayan ve istihbari nitelikte bilgileri içeren,
bazılarının üstünde "GİZLİ" kaşesi yer alan bir dizi döküman yer
almaktadır. Bu dokümanların sayın Başsavcı tarafından delil adı altında
sunulması dahi kendi başına bir skandaldır. Çünkü, demokratik bir hukuk devleti
olan Türkiye Cumhuriyeti'nin mahkemelerinden "jurnal" niteliğindeki
bu dokümanlara dayanarak karar vermesi beklenmektedir. Üstelik, bu belgeler
içinde DYP Bursa il Başkanı Mehmet Gazioğlu ve YDP Genel Başkanı Hasan Celal
Güzel hakkındaki "raporlar" da yer almaktadır. Benzerlerini sadece
totaliter ülkelerde görebileceğimiz ve bireylerin ve olayların
"fişlenmesi" olarak nitelendirilebilecek bu belgelerin geçerli delil
niteliğine sahip olmamaları bir yana, bunların hiçbir resmi kuruluşa ait
olmaması da konunun ne kadar vahim olduğunu göstermektedir.
4.
Bazı Milletvekillerinin Gündem Dışı Konuşmalarının Delil Olarak Sunulması
Sayın
Başsavcı tarafından kimi milletvekillerinin Meclis Genel Kurulu'nda yaptıkları
gündem dışı konuşmalar delil olarak sunulmuştur. Bu ve önceki savunmamızda bu
konuşmaların delil olma değerleri ve içeriklerinin iddia edilen hususları
içerip içermediği tartışılmıştı. Burada sadece bu konuşmaların diğer partilerin
milletvekilleri tarafından yapılan konuşmalardan bir farklılık
göstermediklerini ve bireysel hak ve özgürlükleri savunmaya yönelik olduklarını
vurgulamakla yetiniyoruz.
Bir
başka yerde de zikrettiğimiz gibi, Fazilet Partisi milletvekillerinin içinde
kılık-kıyafet nedeniyle eğitim haklarını kullanamayan üniversite öğrencileri ve
bu yüzden toplumda yaşanan sıkıntılar konularına yer verilen konuşmaları,
toplam gündem dışı konuşmaların %10'u oranındadır. Bunun dışında kalan
konuşmalar iktisadi sorunlar başta olmak üzere Türkiye'nin başka gündem
konularıyla ilişkilidir. Fazilet Partisi milletvekillerinin gündem dışı
konuşmalarına ilişkin ayrıntılı bir döküm ektedir.
5.
Partimizin Kurulmasından Önce Yayınlanmış Bazı Gazete Haberlerinin Delil Olarak
Sunulması
Sayın
Başsavcının yüksek heyetinize sunduğu dosyaların içinde partimizin kuruluş
tarihinden önce yayınlanmış bazı gazete haberlerine de yer verilmiştir.
Partimiz bir tüzel kişilik olarak ancak kuruluş tarihinden sonraki eylem ve
faaliyetlerinden dolayı sorumlu tutulabilir. Ekte örneklerini sunduğumuz bu
belgelerin partimizin hiç de haketmediği bir genel izlenim yaratma amacına
yönelik olarak dosyaya konulduğu ortadadır.
6.
Genel Bir Bakış
Her
iki savunmamızda da delillere ilişkin değerlendirmelere kapsamlı bir yer
verdik. Bu değerlendirme sonucunda ulaştığımız sonuç, delil olarak sunulan tüm
belgelerin Fazilet Partisi'nin Anayasa ve 2820 sayılı Yasa'da düzenlenmiş olan
parti yasaklarına uymadığına ilişkin maddi gerçekliği ortaya çıkarmak yerine,
partimiz hakkında genel bir izlenim ya da imaj doğurmaya yönelik olduğudur.
Anayasa
ve yasada yer alan yasakları ihlal etmek ancak bu yasakların çiğnendiğinin
kanıtlanması ile olanaklıdır. Dolayısıyla iddia makamı, bu yöndeki kanıtları
hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde ortaya koymalıdır. O halde, partimizin
kapatılmasına karar verilebilmesi için genel izlenimlerin değil, yasakların
ihlal edildiğine ilişkin tartışma kabul etmez somut delillerin varlığı gerekir.
Aksi halde, yasanın partilerin kapatılması için öngördüğü nedenlerin
genişletilmesi, yasak eylem ve faaliyetlerin tipikliğinin kaybolması tehlikesi
ortaya çıkar ki böyle bir gelişme siyasi hak ve özgürlüklerin Anayasa'nın ve
yasa koyucunun amaçladığından fazla ve temel insan hakları düzenlemelerine
aykırı bir şekilde sınırlanması anlamına gelir.
Hangi
kuruma ait olduğu bilinmeyen istihbarat raporları, hukuka aykırı yollardan elde
edilen ses kayıtları, indi kanaatler, doğrulukları teyit edilmemiş gazete
haberleri, parti üyesi dahi olmayan kişilerin beyanları, partimizin kuruluş
tarihinden önceki dönemlere ait dokümanlar, Fazilet Partisi ile hiçbir bağı
olmayan kurum, kuruluş, yayın organı ve kişilerce yapılan açıklamalar ile dolu
olan delil dosyası hakkında son sözü söyleyecek olan yüksek heyetinizin tüm bu
yönleri dikkate alacağına ve Anayasa Mahkememizin birey hak ve özgürlüklerinin
teminatı olan bir yüksek mahkeme sıfatıyla gereken tüm özeni göstererek bir
inceleme yapacağına dair en küçük bir şüphemiz yoktur.
E-
FAZİLET PARTİSİ HİÇBİR PARTİNİN DEVAMI DEĞİLDİR
1.
Konunun Son Savunma Bakımından Önemi
Sayın
Başsavcı'nın sunduğu Esas Hakkındaki Görüş'te hukuka aykırı yollardan elde
edilen ses kayıtları konusu ağırlıklı bir şekilde yeniden ele alınmıştır.
Aslında hukuka aykırı yollardan ele geçirilen bu ses kayıtları Fazilet Partisi
Davası bakımından bu kadar merkezi bir öneme sahip değildir ve bu kayıtlar
hukuka uygun bir şekilde ele geçirilseydi dahi partimizin bir başka partinin
devamı olduğunu ispatlamaktan çok uzaktır. Ancak sayın Başsavcı'nın varlığı
iddia edilen bu delil üzerinde aşırı bir vurguda bulunması başka bir siyasi
partinin devamı olma gerekçesiyle partilerin kapatılması konusuna daha
ayrıntılı bir bakışı zorunlu kılmaktadır. Çünkü hukuka aykırı bir şekilde ele
geçirilen bir konuşma bandına dayanılarak ileri sürülen iddialar partimizin
kapatılan başka bir siyasi partinin devamı olduğunu kanıtlamaya yöneliktir.
2.
Türk Hukukunda ve Anayasa Mahkemesi Kararlarında "Bir Siyasi Partinin
Devamı Olma" Kavramı 1982 Anayasası'nın 69. maddesinin yedinci fıkrasında
Temelli kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz" hükmü yer
almaktadır. 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 96. maddesinin ikinci
fıkrasında ise kurulacak siyasî partilerin Anayasa Mahkemesince kapatılan
siyasî partilerin devamı olduklarını veya beyan edemeyecekleri ve böyle bir
iddiada bulunamayacakları kuralı bulunmaktadır.
Bu
düzenlemeler bakımından asıl önem taşıyan nokta bir partinin ne zaman Anayasa
Mahkemesi tarafından kapatılan partinin devamı olduğunu "beyan" ve
"iddia ettiğinin" tespiti sorunudur. 2820 sayılı Siyasi Partiler
Kanunu'nun yürürlüğe girdiği 24.4.1983 tarihinden bugüne kadar Anayasa
Mahkememiz tarafından bu hükme dayanılarak bir siyasi parti kapatılmamıştır.
Dolayısıyla bu konuda oluşmuş bir Anayasa Mahkemesi içtihadı da söz konusu
değildir.
Bununla
birlikte Anayasa Mahkememiz çok benzer bir konuda emsal teşkil edebilecek üç
önemli karar vermiştir. Bilindiği gibi Siyasi Partiler Kanunu'nun 96.
maddesinin 19.6.1992 tarihinde değişiklik geçirmeden önceki halinde Anayasa
Mahkemesi kararı dışındaki nedenlerle kapatılan siyasi partilerin devamı olma
beyan ve iddialarını da siyasî parti yasakları arasında olan bir hüküm vardı.
Bu hüküm ile bugün yürürlükte olan ikinci fıkra hükmü arasındaki temel
farklılık düzenlemelerin kapsamına ilişkindi. Gerçekten, ilk düzenlemede sadece
"kapatılan siyasi partiler" ibaresi yer almasına karşın halen
yürürlükte olan düzenlemede "Anayasa Mahkemesince temelli kapatılan"
sözcükleri bulunmaktadır. Bir başka deyişle, ilk düzenleme hem Anayasa
Mahkemesi kararı hem de başka organlarca kapatılmayı kapsama alırken yeni
düzenleme sadece Anayasa Mahkemesi kararları ile kapatılmayı esas alarak
kapatılan parti kavramının anlamını kapsam bakımından daraltmıştır. Buna karşın
"devamı olma" ile "devamı olduğunu beyan etme ve iddiada
bulunma" unsurları bakımından her iki düzenleme arasında bir farklılık
yoktur.
Bu
nedenle, Anayasa Mahkemesi'nin bir yargı kararı olmaksızın kapatılan siyasi
partilerin devamı oldukları iddiasıyla kapatılması istenilen partiler hakkında
verdiği kararlarda yer alan görüşlerinden yararlanılabilir. Bu görüşler
özellikle''devam" ve "devamı olduğunu beyan etme ve iddiada
bulunma" unsurlarının Mahkemece nasıl yorumlandıklarının tespiti
bakımından önemlidir.
Anayasa
Mahkememizin bu çerçevede yararlanacağımız kararları 28.9.1984 tarihli Doğru
Yol Partisi Kararı, 16.7.1991 tarihli Türkiye Birleşik Komünist Partisi Kararı
ve 24.9.1991 tarihli Cumhuriyet Halk Partisi Kararı'dır. Bu üç karar gözönüne
alındığında, "devam" ve "devamı olduğunu beyan ve iddia
etme" unsurları bakımından Anayasa Mahkememizin oluşturduğu görüşler şu
şekilde özetlenebilir:
(i)
Genel ideolojik benzerlikler, ortak duyarlılıklar tarihsel mirası sahiplenme
benzer noktaları bir başka yorum ve bakış aaçısıyla vurgulama, önceki birikim
ve deneyimlerden yararlanma ilgili partinin Anayasa Mahkemesince kapatılan bir
siyasi partinin devamı olduğunun tesbitinde yeterli değildir. Anayasa
Mahkememiz Türkiye Birleşik Komünist Partisi Kararında bu konu hakkında açık ve
doyurucu bir yorum geliştirmiştir. Mahkemeye göre,"Ülkemizdeki bir kısım
Marksist hareketlerin daha önce çoğulcu, çok partili ve seçime dayanan
demokratik devlet düşüncesine sahip olmamaları, hatta Stalinist yorumları
benimseyerek Sovyetler Birliği'nde bir dönemdeki katı diktatörlüğü ve insanlık
dışı uygulamaları eleştirmemeleri ve Sovyetler Birliği'nin komşu ülkelere
askeri müdahalelerini desteklemeleri, bunların düşünce ve eylem boyutunda
birbirleri ile ilişkilerini ve tarihin akışından doğal halefıyetle ilgili
sosyal ve tarihsel gerçeği değiştirmez. Davalı siyasi partinin daha önce
düşünce, siyasal eylem ve hukuksal örgütlenme bağlamında varlık gösteren
çeşitli siyasi hareketlerin kültürel mirasına talip olması ya da böyle bir
savda bulunması son derece doğal ve demokratiktir.
Bundan
davalı partinin kapatılan bir partinin devamı olduğunu beyan ettiği anlamını
çıkarma olanağı yoktur. ...(M)arksist hareketin farklı örgütlenmelerine,
siyasal kültürüne ve partilerine ve bunların kültürel mirasına sahip çıkılması,
kapatılan bir siyasi partinin devamı olmak değil, Marksist örgütlenmenin
birikim ve deneyiminden yararlanıp yeni bir parti oluşturmaktır." (E.
1990/1 (SPK), K. 1991/1, KG. 16.7.1991, AMKD, S. 27, C. 2, s. 968).
(ii)
Tutum, davranış ve jestler beyan ve iddia kavramlarının kapsamının dışında
kalırlar. Anayasa Mahkemesi Doğru Yol Partisi kararında bu konuya şöyle yer
vermiştir.
"...'(B)eyan'
ve 'iddia" kavramları ... sözle ya da yazı ile yapıla(bilirler). Başka bir
deyişle, tutum, davranış ya da jestle kapatılan bir siyasi partinin devamı
olduğunun beyan ya da iddia edilmesine olanak yoktur. Bu bakımdan, kapatılan bir
siyasi parti liderinin ziyaret edilmesi, birlikte resim çektirilmesi, bir
toplantıda hazır bulunulması gibi eylemler 'beyan' ve 'iddia' kavramları içine
girmezler. Bu tür davranışlar belki 'izlenim' kavramı içinde
değerlendirilebilir. Ancak bu gibi davranışlardan hangilerinin yasaklandığı 96.
maddenin ilk fıkrasında sayılmıştır." (E. 1984/1 (SPK), K. 1984/1, KG.
28.9.1984, AMKD, S. 20, s. 511)
(iii)
Aşikarlık beyan ve iddia kavramlarının bir diğer özelliğidir:
"Beyan
ve iddia üçüncü kişilerin bilgilerine ya da yararlanmalarına sunulmadıkça,
yasak eylem oluşmaz." (E. 1984/1 (SPK), K. 1984/1, KG. 28.9.1984, AMKD, S.
20, s. 511)
(iv)
Beyan ve iddiaların içeriği Anayasa Mahkemesi tarafından ciddi, inandırıcı,
etkileyici bulunmalı, beyan ve iddialar arızi kalmamalı belli bir yoğunluğa
ulaşmalıdır: "Anayasa Mahkemesi (bu konudaki incelemesini), beyan ve
iddiaların içeriğine, ciddiyetine,
inandırıcılığına,
etkileyiciliğine, yoğunluğuna göre değerlendirecektir." (E. 1984/1 (SPK),
K. 1984/1, KG. 28.9.1984, AMKD, S. 20, s. 511-512; E. 1990/2 (SPK), K. 1991/2,
KG. 24.9.1991, AMKD, S. 28, C. 2, s. 691).
(v)
Kapatılan bir siyasi partinin devamı olmaya ilişkin beyan ve iddiaların siyasi
partinin yetkili organları veya siyasi partiyi temsil eden kişilere
yüklenebilmesi gerekir.
"...
Maddeye aykırı davranıştan söz edebilmek için yasak eylemin siyasi partinin
yetkili organlarınca veya siyasi partiyi sözleri ya da yazılarıyla ilzam eden
kişilerce işlenmiş olması gerekir. Bunların kimler olduğu 101. maddenin (b)
bendinde belirtilmiştir. Başka bir anlatımla, madde fail olarak siyasi
partileri öngördüğüne göre, temsil yetkisi bulunmayan kişilerin eylemleri
nedeniyle partinin sorumlu tutulması düşünülemez." (E. 1990/2 (SPK), K.
1991/2, KG. 24.9.1991, AMKD, S. 28, C. 2, s. 690).
Bu
kararın verildiği tarihte yürürlükte olan 2820 sayılı Kanun'un 101. maddesinin
(b) bendindeki hüküm, bazı küçük değişikliklerle bugün yürürlükte olan kanunun
102. maddesinde yer almaktadır. Bu hüküm ve Anayasa Mahkemesi'nin yaklaşımı
çerçevesinde, beyan ve iddiada bulunma suretiyle bir siyasi partinin yasak
fiili işlemesine neden olabilecek kişi ve organlar şunlardır:
-
Parti büyük kongresi,
-
merkez karar ve yönetim kurulu (veya bu kurulun iki ayrı kurul olarak
oluşturulduğu haller),
-
TBMM grup yönetim kurulu,
-
TBMM grup genel kurulu,
-
parti genel başkanı dışında kalan parti organı, mercii veya kurulu.
(vi)
Sadece imaj yaratmak kapatılmış bir siyasi partinin devamı sayılmak için
yeterli değildir. Kapatılmış bir siyasi partinin devamı izlenimi doğurmak ise
sadece 2820 Sayılı Kanun'un 96. maddesinin birinci fıkrasında tanımlandığı
şekliyle yasak kapsamındadır. Bu konuya Ön Savunmamızda Doğru Yol Partisi
Kararı'ndan yaptığımız bir alıntıyla yer vermiştik. Anayasa Mahkememiz
Cumhuriyet Halk Partisi Kararı'nda da aynı konuyu ele almıştır:
"...
'izlenim', 'imaj', 'ima' gibi sözcükler nesnel ölçüleri olmayan öznel
değerlendirmelere açık kavramlardır. Bu yola girildiğinde, kapatılan bir
partinin simgesi olmuş bir renk, bir slogan; parti isimleri ya da amblemlerindeki
küçük bir benzerlik, kapatılan bir partinin tüzük ve programındaki bazı
maddelere paralel hükümlerin yeni kurulmuş olan partinin tüzük ve programına
alınması, kapatılan parti yöneticileri ile yakınlık gibi hususlar madde
kapsamına girebilecektir. (E. 1990/2 (SPK), K. 1991/2, KG. 24.9.1991, AMKD, S.
28. C. 2, s. 690).
Anayasa
Mahkemesi, tüm izlenim yaratıcı fiillerin ise sadece 96. maddenin birinci
fıkrasında yer verilenlerle sınırlı olduğuna karar vermiştir:
"...
Bu tür davranışlar belki 'izlenim' kavramı içinde değerlendirilebilir. Ancak bu
gibi davranışlardan hangilerinin yasaklandığı 96. maddenin ilk fıkrasında
sayılmıştır." (E.1984/1 (SPK), K. 1984/1, KG. 28.9,1984, AMKD, S. 20, s.
511).
2820
sayılı Kanun'un birinci fıkrasında düzenlenen ve izlenim yaratma sayıldığı
halde yasak kapsamına giren bu fiiller şunlardır:
-
kapatılmış siyasî partilerin isimlerini kullanmak,
-
amblemlerini kullanmak,
-
rumuzlarını kullanması
-rozetlerini
kullanmak,
-
benzeri işretlerini kullanmak.
Anayasa
Mahkememizin sözkonusu kavramların anlamlarını yukarıdaki kıstaslar çevresinde
sınırlandırmış olması birey hak ve özgürlüklerine saygılı olmanın, hukuk
devleti ve demokratik devlet, ilkelerinin doğal bir sonucudur.
Şüphesiz
Anayasa'mızın 68. ve 69. maddelerinde düzenlenen siyasî hak ve özgürlükler,
örgütlenme ve siyasî parti kurma hakkı bakımından bu daraltıcı yorumlar
gereklidir.
Öte
yandan, Türk hukuk sisteminde siyasi partileri kapatma nedenleri dört ana
başlık altında toplanmıştır: Siyasi partinin tüzük ve programının Anayasanın ve
ilgili yasanın hükümlerine aykırı olması Anayasa ve yasayla yasaklanmış
birtakım faaliyetlerin odağı haline gelmesi, kapatılmış bir siyasi partinin
devamı olduğunu beyan ve iddia etmesi ve nihayet yurt dışından yardım alması.
Bunlardan ikincisi anayasal kurumları korumak amacıyla siyasi özgürlüklere
sınırlar getirilmesi üçüncüsü ise getirilen bu sınırlara uymayan Partilerin
Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasından sonra tekrar aynı partiye varlık
kazandırılmasını ve dolayısıyla mahkeme kararlarının etkisiz hale
getirilmesinin önüne geçilmesi amacıyla düzenlenmiştir. Başka bir deyişle,
"odaklaşma" nedeni doğrudan siyasi hak ve özgürlükleri
sınırlandırmaya yönelik iken "devamı olma" nedeni kendi başına bir
sınırlandırma değil, hukuki sınırlandırmaların etkisini ortadan kaldırmaya
yönelik girişimleri önlemeyi hedefler. Bu nedenle kapatılmış olan bir siyasi
partinin devamı olma nedeniyle bir siyasi partinin kapatılması siyasi hak ve
özgürlükler ile diğer birey hak ve özgürlüklerine, anayasa ve yasalarda
sayılmayan yeni sınırlamalar getirmeyecek biçimde ve mahkeme kararlarına
uyulmasını sağlama münhasır amacına uygun olarak gerçekleştirilmelidir.
Örneğin,
Anayasa Mahkemesi'nin izlenim, imaj gibi kavramları kapatılan bir partinin
devamı sayılması için yeterli görmemesi hem siyasi partiler hem de bireyler
için çok önemlidir. Eğer imaj yeterli görülseydi, bu, siyasi partilerin hareket
alanlarının kendi işlevlerini aksatacak derecede aşırı bir şekilde daralmasına
neden olabilecekti. Daha önce kapatılan bir parti dolayısıyla yasaklı hale
gelenler de, aynen totaliter devletlerde olduğu gibi, kimsenin kendilerine
yaklaşmaya cesaret edemediği, kendilerinden uzak durulması gereken bireyler
olacaklardı. Oysa, kapatılan bir partinin devamı iddiası ve beyanı nedeniyle
parti kapatılması bu tür bir durumu öngörmeyen ve amacı yukarıda açıklandığı
gibi mahkeme kararlarının etkisiz kılınmasını önlemek olan bir yaptırımdır. Bu
nedenle Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda daha önceden geliştirdiği daraltıcı
yorum yerindedir ve bir hukuk devleti için gereklidir.
Konuya
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi açısından baktığımızda Anayasa Mahkemesi'nin
tutumu daha iyi anlaşılabilir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 11.
maddesinde toplanma ve örgütlenme özgürlükleri düzenlenmiştir. Bu düzenlemeye
göre, "Herkes, barışçıl amaçla toplanma özgürlüğü ile, kendi çıkarlarını
korumak için sendika kurma ve sendikalara girme hakkını da kapsayan örgütlenme
özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hakların kullanılmasına, ulusal güvenlik, kamu
güvenliği, suçun ve düzensizliğin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın
korunması, başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amaçlarının dışında,
hukukun öngörmediği ve demokratik bir toplumda gerekli bulunmayan hiç bir
sınırlama koyulamaz. Bu madde, silahlı kuvvetler, polis teşkilatı ve kamu
idaresi mensupları tarafından bu hakların kullanılmasına hukuka uygun
sınırlamalar koyulmasını engellemez."
Bu
maddede yeralan örgütlenme kapsamı içine siyasi partilerin de girdiği Avrupa
İnsan Hakları Komisyonu tarafından şüpheye yer bırakmayacak şekilde kabul
edilmiştir. (Bu konudaki ilk karar için bkz. Başvuru 250/57, Alman Komünist
Partisi Kararı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Yıllığı, C. I, 1955-1957, s.
222). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de aynı görüştedir. (Sigurdur Kararı,
30.6.1993, A. 264, s. 14; Vogt Kararı, 26. Eylül.1995, A. 323, s.31).
Komisyon
örgütlenme özgürlüğünü şöyle tanımlamaktadır: "Örgütlenme özgürlüğü,
vatandaşların çeşitli amaçları gerçekleştirmek amacıyla devlet müdahalesi
olmaksızın örgütlere katılma kapasitesine sahip olmalarıdır" (Başvuru
6094/73, D ve R Kararı, 1978, s. 5).
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 11. maddesi devletlere negatif sorumluluklar kadar
pozitif sorumluluklar da yüklemektedir. Yani Sözleşmeye taraf devletler sadece
vatandaşların örgütlenme haklarına müdahale etmemekle kalmayacak, ama aynı
zamanda vatandaşların çıkarlarını koruyabilmeleri için gerekli ortamı da
yaratacaklardır. Bu pozitif sorumluluk, iç hukuk düzenlerinin kişilerin
amaçlarına erişmesine yardımcı olmalarıyla değil ortak amaçlarını
gerçekleştirmek isteyen bireylerin kurdukları örgütlere varlıklarını
sürdürebilecekleri yeterli bir alanı yaratmalarıyla sağlanabilir. Bu pozitif
sorumluluk örgütlenme özgürlüğünü kağıt üzerinde kalmaktan kurtarır.
Bu
yükümlülük çerçevesinde Türkiye'deki devlet organları da bireylerin örgütlenme
özgürlüğünü kullanabilecekleri yeterli bir alanı yaratacaklardır. Anayasa
Mahkemesi bu organlardan biridir ve Siyasi Parti Kapatma davaları bakımdan
Anayasayı ve yasaları yorumlarken bu pozitif sorumluluğu da gözönünde
bulundurmalıdır. Anayasa Mahkemesi'nin yukarıdaki kararları bu noktanın
gözetildiğini göstermektedir. Benzer şekilde yasama organı da bu konuda
sorumluluk sahibidir. 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 95. maddesinde yer
yeni kurulan partide kapatılmış parti mensuplarının çoğunluğu
oluşturamayacağına ilişkin kural, siyasi madde metninden çıkarılmıştır. Bu
hükmün çıkarılması TBMM'nin Sözleşme'den kaynaklanan pozitif yükümlülükleri
gözettiğini ortaya koymaktadır.
3.
Anayasa Mahkemesi Tarafından Kapatılan Bir Siyasi Partinin Devamı Olmanın
Tespiti Sorunu
Yukarıda
da değinildiği gibi, Anayasa Mahkemesi bugüne kadar kendisi tarafından
kapatılmış bir partinin devamı olduğu gerekçesi ile bir başka parti hakkında
karar vermemiştir. Bununla birlikte, devamdan ne anlaşılması gerektiği ve
"beyan etme", "iddiada bulunma" kavramlarının anlamları,
beyan ve iddiada bulunanların kimler olabileceği konularında Anayasa Mahkemesi
içtihat geliştirmiştir.
Bu
nedenle, yapılması gereken şey bu içtihat temelinde Anayasa Mahkemesi
tarafından kapatılmış olma ek unsurunu da göz önünde bulundurmaktır. O halde
siyasi parti Anayasa Mahkemesi'nin bir çok kararıyIa kapatılmış ise, kapatılan
parti hakkında Mahkeme'nin oluşturduğu somut gerekçelere bakmak ve bu somut
gerekçelerin aynı şekilde kapatılması istenen parti açısından da gerçekleşip
gerçekleşlemediğini kontrol etmek gerekmektedir. Sonuç olarak, bir siyasi
partinin Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılmış başka bir siyasî partinin
devamı olduğunu beyan etmesi ve bu yolda iddiada bulunması nedeniyle
kapatılabilmesi için, 2820 sayılı Kanun'da gösterilen yetkili organ ve makamlar
tarafından; kamuoyunun bilgisine ulaşabilecek kadar aşikar ve bir siyasî
gereğin ya da genel bir ideolojik çerçevenin yahut siyasî mirasın savunusunu
aşan bir şekilde kapatılmış bir siyasî partinin devamı olduğuna ilişkin yazılı
ya da sözlü beyan ve iddialar ileri sürmesi ve bu beyan ve iddiaların Anayasa
Mahkemesi tarafından ciddi, inandırıcı ve etkili bulunması bu fiillerin şüpheye
yer bırakmayacak kadar yoğunlaşmış olması gerekir. Anayasa Mahkemesi yapacağı
bu değerlendirmede yukarıdaki ölçütlere ek olarak kapatılmış siyasi parti
hakkındaki kararın somut gerekçelerinden de yararlanabilir.
4.
Fazilet Partisi Davası Bakımından "Kapatılmış Bir Siyasi Partinin Devamı
Olma" Durumu
a)
Fazilet Partisi'nin Siyasi Söylemi Bakımından
Fazilet
Partisi diğer tüm siyasi partiler gibi Cumhuriyetimizin ilk yıllardan beri
varolan siyasi bir geleneğin günümüz şartlarına göre yeniden yorumlanmış bir
versiyonudur. Bu bakımdan partimiz Serbest Fırka, Terakkiperver Fırka, Demokrat
Parti, Adalet Partisi, Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Anavatan
Partisi, Doğru Yol Partisi ve Refah Partisi tarafından oluşturulmuş siyasi
mirası, bu partilere hizmet eden kişileri, bu partiler tarafından ortaya
konulan genel ideolojik yaklaşımları şu ya da bu ölçüde bünyesinde barındıran
muhafazakar bir merkez sağ partidir.
Partimizin
bu siyasi mirasa sahip olması hukuki değil sosyolojik bir konudur ve ülkemizde
siyasete sahip olmayan bir parti de yoktur. Bu mirasın içinde kapatılmış
partilerin bulunması da ülkemizde yadırgatıcı bir durum değildir. Çünkü
Cumhuriyet tarihinin en köklü partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi'nin ismini
alan bir parti dahi bugün yürürlükte olmayan ve hiç bir zaman yürürlükte
olmasını istemediğimiz bir yasa yüzünden kapatılmıştır. Nitekim bu sosyolojik
durum Anayasa Mahkemesi'nin bir kararıyla da tespit edilmiştir:
"...(Siyasi
partiler toplumun siyasi yaşamında yalnız hukuksal değil, aynı zamanda
sosyolojik bir gerçeğin yapısıdır. İmparatorluk döneminin 1908 yılından sonraki
çalkantılı yaşamında siyasi gruplaşmaların ve toplulukların Cumhuriyet
dönemindeki siyasi yapılaşmaya etkileri açıktır. Cumhuriyet dönemindeki yasal
ve yasal olmayan örgütlerin arkasında bulunan siyasal görüşler ve gruplar
etkinliklerini ve varlıklarını bugüne kadar değişik adlarla sürdürmüşlerdir.
Cumhuriyet dönemine ilişkin bu siyasal gelişimin akışı, Cumhuriyet Halk
Partisi, Serbest Fırka ve Terakkiperver Fırka ile başlamış ve çeşitli siyasal
kesintilere karşın bugüne kadar gelmiştir" (E. 1990/1 (SPK), K. 1991/1,
KG. 16.7.1991, AMKD, S. 27, C. 2, s. 968).
Anayasa
Mahkemesi aynı kararında yukarıda alıntısını verdiğimiz gibi geçmişte faaliyet
gösteren siyasi partilerin kültürel mirasına sahip olmayı son derece demokratik
ve doğal bulmaktadır. Bununla birlikte Fazilet Partisi yukarıda sözü edilen
gelenek içinde yer alan hiçbir partiyle özdeş ve o partinin devamı değildir.
Türkiye Cumhuriyeti tarihi özellikle merkez sağ muhafazakar partilerin çok
çeşitli renklere sahip olduklarını göstermektedir. Bu partiler bazen daha
liberal bazen daha devletçi, bazen sosyal politikalara bazen de iktisadi
politikalara önem veren partiler olmuşlardır. Çağın koşulları, demokrasinin
algılanış tarzı, ulusal ve uluslararası boyuttaki iktisadi ve sosyal, kültürel
sorunlar bu değişimlere neden olmuştur. Partilerin geçmişten çıkardıkları
dersler, edindikleri deneyim, hatta kimi zaman acı sonuçlar doğuran politikalar
da bu değişimde etkili olmuştur.
Fazilet
Partisi de benzer deneyimleri yaşayan kişilerce kurulmuş bir parti olarak tüm
sayılan bu partilerden farklı bir siyasi program kabul etmiştir. Partimizin
iktisadi politika bakımından daha liberal, siyasi konularda daha özgürlükçü ve
birey hak ve özgürlüklerine daha fazla vurgu ...yapan,. muhafazakar değerleri
yenilikçilik ekseninde yorumlayan, uluslararası ilişkilerde bütünleşmeyi ve
Avrupa Birliği'ne dahil olmayı savunan bir genel çizgiye sahiptir.
Kısacası,
üyeleri, duyarlılıkları, siyasi ideolojisi bakımından ortak bir mirastan
beslenen Fazilet Partisi, çağın gereklerine uygun yeni bir parti kurma çabası
içinde, liberal ve muhafazakar değerlerin bir sentezini kurmaya çalışan,
toplumumuzun kültürel kimliğini koruyarak dünya ile bütünleşmenin yollarını araştıran,
bireyin ve insan haklarının çağımızdaki önemini kavramış yenilikçi bir
partidir. Bu nedenle, partimizin genel ve ortak bir siyasi mirasın sınırlarını
aşacak kadar kapatılmış bir başka bir partiyle özdeşleştirilmesi olanaklı
değildir.
b)
Fazilet Partisi'nin Yetkili Organ ve Makamlarının Tutumları Bakımından
Yukarıdaki
genel açıklamalarda değinildiği gibi bir partinin başka bir siyasi partinin
devamı olduğu gerekçesiyle kapatılabilmesi için o partinin yetkili organ ve
makamlarının kamuoyunun bilgisine sunulacak biçimde aşikar beyan ve iddialarda
bulunması gerekmektedir.
Bu
konuda sayın Başsavcı tarafından delil olarak sunulan iddianame ve ek
iddianamedeki belgelerden hiçbiri Fazilet Partisi'nin bir yetkili organının
veya makamının beyan ve iddiada bulunduğunu kanıtlayamamaktadır. Bu iddialara
Ön Savunmamızda değindiğimiz için burada sadece dosyada bulunan ama iddianamede
zikredilmemiş iki gazete haberi üzerinde duracağız
3.4.1999
tarihli Radikal gazetesinde Fazilet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan'ın
"Biz Emanetçiyiz" dediği iddia edilmektedir. "Biz Emanetçiyiz
haberin başlığı yapılmakla birlikte sayın Kutan'ın haber içinde yer alan
konuşmasında bu sözcükleri kullanmadığı görülmektedir. Zaten daha haberin
başında "Kutan 'emanetçi olduğunu ima etti" denilmek suretiyle
yazının başlığı ile çelişkili bir ifade kullanılmıştır. Acaba sayın Kutan'ın bu
konuşmasında "ima" varmıydı sorusuna da olumlu yanıt vermek olanaklı
değildir. Sayın Kutan'ın konuşması aynen şöyledir: " Hoca'nın 30-40 yıllık
siyasi hayatında o kadar çok önemli hadiseler cereyan etti ki, hiçbirinde
sarsılmadı. Öyle bir ruh hali var ki, bu inancından gelen birşeydir. Hoca'yı
yıkmak kesin olarak mümkün değildir." Bu sözlerden "Biz
emanetçiyiz" sonucuna "ima" olarak dahi ulaşmak olanaklı değildir.
Daha Önce değindiğimiz gibi demokratik bir hukuk devletinde bireyler kime saygı
duyacaklarına kendileri karar verir ve bireylerin öznel değerlendirilmeleri
sansür edilemez. Aksi durumda totaliter devletlerde olduğu gibi belli kişilerin
adlarının anılmasını dahi yasaklamak gerekir. Sayın Necmettin ERBAKAN Anayasa
Mahkemesi kararı ile siyasetten yasaklanmış bir eski parti lideridir. Bu durum,
ona saygı duyanların bu duygularını açıklamalarına engel oluşturmaz. Sayın
Kutan'ın "ima" da dahi bulunmadığı bir konuşmasından "Biz
emanetçiyiz" sonucu çıkaran bu gazete haberi konunun hukuki bakımdan
incelenmesi sırasında ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini ortaya koyan güzel
bir örnektir.
İddianamede
yer almamakla birlikte dosyada bulunan bir başka haber ise sayın Lütfı
Esengün'ün "Sadece tabelamız değişecek. Adımız başka bir ad, amblemimiz
başka bir amblem olacak" sözleridir. Ancak bu sözlerin, bir yetkili organ
veya makam tarafından söylenmesini bir yana bırakalım, somut bir parti
tüzelkişisi adına sarfedildiği dahi ileri sürülemez. Haberin içeriğinde Fazilet
Partisi'nin adı dahi geçmemektedir. Refah Partisi'nin kapatıldığı gün yapılan
bu açıklamada sayın Esengün ileriye yönelik konuşmaktadır, "bunu
önümüzdeki günlerde planlayacağız", "kurulacak yeni parti" sözleri
sayın Esengün'ün henüz Fazilet Partisi'ne katılma kararı dahi vermediğini
göstermektedir.
Hukuka
aykırı bir şekilde elde edilen ve sayın Necmettin ERBAKAN ile sayın Yasin
Hatipoğlu arasında gerçekleşen konuşma ise bu ölçütler çerçevesinde, hukuka
aykırı olmasının ötesinde, kapatılan bir partinin devamı olmayı kanıtlayıcı
içerikte de değildir: Bir kere bu konuşma iki kişi arasında cereyan eden özel
bir konuşmadır. Beyan ve iddia üçüncü kişilerin bilgilerine ya da
yararlanmalarına sunulmadıkça, yasak eylem oluşmaz. Zaten bu delilin hukuka
aykırı bir şekilde elde edilmesine neden olan şey özel bir konuşmanın yasal
olmayan bir şekilde kaydedilmiş olmasıdır. Yani aşikarlık unsuru yoktur.
Partiyi temsile yetkili bir organ ya da makamın beyan ve iddialarından bahsetmek
de olanaklı değildir. Yasin Hatipoğlu konuşmanın cereyan ettiği tarihte Meclis
Başkanı sıfatına sahiptir. Konuşmanın iki tarafı da partinin ne yetkili bir
organı ne de makamıdır.
c)
Beyan ve İddiaların Yoğunluk Kazanması Bakımından
Anayasa
Mahkemesi içtihatlarında bir siyasi partinin kapatılmış bir başka partinin
devamı olması nedeniyle kapatılabilmesi için beyan ve iddiaların arızi
nitelikte olmaması, yoğunluk kazanması gerektiği de vurgulanmaktadır. Sayın
Başsavcının "devamı olma" başlığı altında toplanabilecek iddialarının
hiçbirinde partinin yetkili organ ve makamlarının beyan ve iddiada
bulunmadıklarının yanında bu başlık altında ileri sürülen delillerin birkaç
gazete haberi ile sınırlı olduğu ortadadır. Belki de bu nedenle sayın Başsavcı
hukuka aykırı elde edilmiş bir ses bandının delil olarak kabul edilmesinde bu
kadar ısrar etmektedir. Ancak, bu bandın, hukuka aykırı elde edilmiş olması bir
yana bırakılacak olursa, Anayasa Mahkemesi içtihatları çerçevesinde hiçbir
anlamı yoktur.
d)
Refah Partisi'nin Kapatılma Gerekçeleri Bakımından
Fazilet
Partisi genel olarak vatandaşların ve kendi seçmenlerinin hak ve
özgürlüklerinin korunmasına önem veren bir partidir. Bu hak ve özgürlüklerin
içinde din ve vicdan özgürlüğü de yer almaktadır. Bu nedenle partimiz
mensupları, partimizin yetkili organ ve makamları din özgürlüğüne ilişkin
beyanlarda bulunmaktadır ve bu gayet normal, demokratik bir tutumdur. Sayın
Başsavcı tarafından iddianame ve ekinde delil olarak gösterilen partimiz
milletvekillerine ait başörtüsü ile ilgili konuşmalar sadece toplumda yaşanan
sıkıntıların Meclise yansıtılması amacıyla yapılmıştır.
İddianameden
sanki Fazilet Partisi milletvekillerinin başörtüsü dışında hiçbir konuşma
yapmadıkları gibi bir izlenim edinilmektedir ki, gerçek böyle değildir. Fazilet
Partisi kurulduktan sonra TBMM çatısı altında toplam 320 adet gündem dışı
konuşma yapılmıştır. Bu konuşmaların 80 tanesi, yani %25'i Fazilet Partisi
milletvekillerine aittir. Bu 80 konuşmanın 12'si, yani %15'i sayın Başsavcı
tarafından yüksek heyetinize delil olarak sunulmuştur. Sunulan bu konuşmalardan
ise sadece 8 tanesi din özgürlüğü ve başörtüsü ile ilişkilidir. Yani Fazilet
Partisi adına yapılan toplam konuşma miktarının %10'u başörtüsü ile ilgilidir.
Kaldı ki, bu konuşmalardan hiçbiri salt konuya değinmek maksadıyla
yapılmamıştır. Bu sekiz konuşmadan her birinde milletvekilleri kürsüye kendi
illerinde ortaya çıkan bir sorun nedeniyle çıkmışlardır. Bu sekiz konuşmanın
bir başka ortak özelliği ise, dini görüş bildirmek, din adına yargıda bulunmak
vs, nedenle değil, sadece din ve vicdan özgürlüğü sınırları içinde kalarak
toplumun bir kesiminin sorunlarını dile getirmek amacıyla yapılmış olmalarıdır.
Mecliste temsil edilen diğer partilerin temsilcileri de benzer ve hatta üslubu
daha sert konuşmalar yapmaktadırlar. Aslında demokratik bir sistemde toplumda
tartışılan konuların ağırlığı ile siyasetçilerin gündemi paralellik arz eder.
Ülkemizde son zamanlarda kılık-kıyafet özgürlüğü bir çok siyasi parti
tarafından gündeme getirilmektedir. Siyasetin gündeminde olan bu konu hakkında
diğer siyasi parti üyelerinin ne tür konuşmalar yaptıklarını araştıran bir
çalışmamız atıfta bulunduğu gazete haberleri ile birlikte ekte sunulmuştur.
Ayrıca bu savunma yüksek heyetinize sunulmadan Önce yine aynı konuda TBMM'de
yapılan son konuşmayı da ekte sunuyoruz. Bu ekler "onlarda yapıyor bizim
suçumuz ne'" türünden basit bir mantıkla hazırlanmamıştır. Kılık-kıyafet
özgürlüğü bakımından başörtüsü konusunun güncel, birçok siyasi parti ve parti
üyeleri tarafından ele alınan, gündelik bir konu olduğunu ortaya koymada
yardımcı olduğu için bu ekleri savunmamıza dahil ettik.
Vatandaşların
dini hak ve özgürlükleriyle ilgili olanlar hariç olmak üzere Fazilet Partisi
dinle, ilgili hiçbir açıklama ve beyanda bulunmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nde
dini konularla hangi otoritelerin ilgilendiği bellidir. Fazilet Partisi
dinlerin içeriği ile ilgili tüm sorunları siyasî partilerin faaliyet alanı
dışında kaldığı görüşündedir. Bu çerçeve dışında kalan laiklik karşıtı
faaliyetler partimiz tarafından asla gerçekleştirilmemiştir. Fazilet Partisi
laiklik ilkesi bakımından Batı Demokrasilerinde yerleşmiş uygulamalardan
yanadır. Eleştirilerimiz laiklik ilkesine değil, onun uygulanmasında ortaya
çıkan sorunlara yöneliktir. Partimizin en büyük dileği bu sorunların bir an
önce çözülerek, kendimize ait tüm bireylerin tatmin oldukları ve birey hak ve
özgürlüklerini sonuna kadar gözeten bir temelde ülkemizin tüm dünyaya örnek
olmasıdır. Fazilet Partisi bugüne kadar elde oldukları delillerin edilmiş tüm
kazanımlara da sahip çıkmakta, bu hususta kimi yazar ve düşünürlerin kötümser
yaklaşımlarını da paylaşmamaktadır.
F-
GENEL DEĞERLENDİRME
Fazilet
Partisi'ne karşı açılmış olan işbu kapatma davasında kapatma nedeni olarak
ileri sürülmüş olan iki temel iddia vardır. Birincisi, Fazilet Partisi'nin
laikliğe aykırı fiillerin "odağı haline geldiği" iddiasıdır. Bu
hususla ilgili olarak sayın Başsavcı, esas itibariyle, partimizin bazı
mensuplarının veya partimiz üyesi olmayan kimi milletvekili veya eski milletvekillerinin
söz ve beyanlarından oluşan "kanıtlar" göstermiş ve ayrıca
Anayasamızın laiklik ilkesinin anlamı üstüne birtakım yorum ve değerlendirmeler
yapmıştır. Gösterilen "kanıtların büyük kısmı Ön Savunmamızda bir kısmı da
işbu Son Savunma'mızda tek tek ele alınarak bunların neden kapatma iddiasına
temel oluşturamayacakları uzun uzadıya açıklanmıştır.
Özetlemek
gerekirse, "kanıt" olarak gösterilen beyanların Partimizin
halihazırdaki üyelerine ait olanlarının hiç biri laiklik karşıtı olarak
nitelenemeyecekleri gibi, bunların önemli bir kısmı da yasama sorumsuzluğu
çerçevesinde ifade edilmiş görüşlerdir. Ayrıca, Siyasi Partiler Kanunu'nun 103.
maddesinin 4445 sayılı Kanun'un 18. maddesiyle değişik ikinci fıkrası
çerçevesinde, laiklik karşıtı oldukları iddia edilen bütün bu beyanlardan
hareketle Fazilet Partisi'nin bu türden eylemlerin odağı haline gelmiş olduğu
da söylenemez. Çünkü, ne söz konusu eylemlerin parti üyelerince "yoğun bir
şekilde" işlenmeleri söz konusudur ne de kanunda belirtilen parti organlarının
bunları zımnen veya açıkça benimsediğini gösteren kanıtlar vardır. Öte yandan,
söz konusu fiiller "parti organları"nın fiilleri de değildir ki
bunların "kararlılık içinde işlenmiş" olmaları da söz konusu olsun.
Bütün bunlardan dolayı, Fazilet Partisi'nin laikliğe aykırı, fiillerin odağı
haline geldiği gerekçesiyle kapatılması talebi, hukuki dayanaktan yoksundur.
Fazilet
Partisi'nin kapatılması talebinin dayandırıldığı ikinci iddia ise, onun
kapatılmış olan Refah Partisi'nin devamı olduğu şeklindedir. Ön Savunmamızda,
Anayasamızın 69. maddesinin yedinci fıkrası ve Siyasi Partiler Kanunu'nun 4445
sayılı Kanunla değişik 95. maddesi çerçevesinde, kapatılmış bir partinin devamı
olmanın ne anlama geldiğini analiz etmiş ve Fazilet Parti'sinin bu anlamda Refah
Partisi'nin devamı mahiyetinde bir parti olmadığını ayrıntılarıyla
açıklamıştık. Pozitif hukukumuz açısından bakıldığında, Siyasi Partiler
Kanunu'nun 95. ve 96. maddelerinde bir partinin hangi hallerde kapatılmış bir
partinin devamı sayılabileceğine ilişkin olarak derpiş edilen unsurların hiç
birisinin Fazilet Partisi bakımından söz konusu olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu
meyanda, Fazilet Partisi'nin tüzük ve programı ile kuruluşundan bu yana
izlediği politik çizgi bakımından, kapatılmış olan Refah Partisi'nden tamamen
farklı, yepyeni bir parti olduğunu da göstermiştik. Fazilet Partisi keza, Ön
Savunmamızda da açıklamış olduğumuz gibi, Türkiye'nin gelecekteki yerini de
çağdaş Batı dünyası içinde düşünmekte ve politikasını da o yönde
şekillendirmektedir. Nitekim, Fazilet Partisi yönetimi dış dünyaya ilişkin
olarak öncelikle Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri ile temas
kurmaya öncelik vermiştir.
Hukuki
durum bu olmakla beraber, sayın Başsavcı kimi Fazilet Partililerin kapatılmış
olan Refah Partisi ile bir bağlantının var olduğunu düşündürecek bazı
beyanlarına ve/veya ilişkilerine atıfta bulunarak iki parti arasında bir
devamlılık ilişkisi bulunduğunu ileri sürmektedir. Kanaatimizce, bu noktada iki
şeyi birbirinden ayırmalıyız. Bir siyasi partinin pozitif hukuk bakımından
kapatılmış bir partinin devamı olmasıyla, onun sosyolojik bakımdan kapatılmış
olan eski bir partinin tabanına da hitap ediyor olması birbirinden tamamen
farklı durumlardır. Bu çerçevede, Fazilet Partisi'nin bir "kitle partisi
olarak toplumun çeşitli kesimlerinin desteğini almaya çalışması gayet doğaldır.
Bu kesimler arasında, kapatılmış olan Refah Partisi'nin bir kısım tabanının yer
almasından da yanlış olan bir şey yoktur. Çünkü, toplumda temeli bulunan
"Fikir" ve "çıkar"ların kendilerini bir biçimde ifade
etmeleri sosyolojik bakımdan engellenebileceği gibi, demokratik bir toplumda
siyasi partilerin çıkar ve talepleri temsil etmek için birbirleriyle
yarışmaları da doğal bir durumdur.
Nitekim,
ülkemizde sadece Fazilet Partisi için değil kimi başka partiler bakımından da
bu tür sosyolojik sürekliliklerin söz konusu olduğu açıktır. Söz gelişi, Doğru
Yol Partisi'nin, hukuki anlamda değilse de siyaset geleneği bakımından
kapatılmış olan Adalet Partisi'nin bir uzantısı olduğu sosyolojik bir gerçektir.
Kaldı ki, kapatılmış olan Refah Partisi'nin tabanına hitap etmeye çalışan
sadece Fazilet Partisi de değildir. Sosyolojik temeli bulunan siyasi gelenek ve
yönelimlerin meşru siyasi partilerde kendilerine bir yer bulabilmeleri
toplumsal barışın idamesi bakımından da son derece hayatidir. Avrupa İnsan
Hakları Divanı'nın, Avrupa Sözleşmesi çerçevesinde "Avrupa kamu
düzeni"nin özünü oluşturduğunu tespit ettiği "demokratik toplum"
anlayışı bakımından da başka türlü düşünmeye imkan yoktur. Böyle bir anlayış
çerçevesinde, siyasi geleneklerin sosyolojik anlamda devamlılığının parti
kapatma nedeni olarak görülemeyeceği de açıktır.
Bu
sorunla ilgili olarak işaret edilmesi gereken başka bir nokta da kimi Fazilet
Partililerin bazı eski Refah Partililerle insani ve medeni ilişkilerini
sürdürüyor olmalarının bu dava bakımından ifade ettiği anlamdır. Bu hususta
hemen belirtmeliyiz ki, kapatılmış olan Refah Partisinin kimi önde gelen
şahsiyetleriyle yapılmış olsalar bile, bu tür ilişkiler iki parti arasında
hukuki anlamda bir devamlılık ilişkisi olduğunu göstermez. Pek tabiidir ki,
uzun yıllar arkadaşlık ve dostluk etmiş, birlikte siyaset yapmış insanlardan,
on yıllara varan bu türden insani ilişkilerini kesmeleri beklenemez.
Siyasetçilerin güvendikleri başka kişilerin akıl ve tecrübesinden yararlanmak
istemeleri, zaman zaman onlara danışmaları da olağan bir durumdur. Bu kişilerin
arasında siyasi bakımdan yasaklı olan eski politikacılar da olabilir. Böyle bir
ilişkinin varlığı hukuki bir yargıya esas oluşturamaz. Kaldı ki, siyasi
partilerin toplumdan sağlayacağı siyasi desteği azamileştirmek arayışı içinde
olmaları doğaldır.
Nihayet,
Fazilet Partisi hakkında açılmış olan işbu kapatma davasında, sayın
Başsavcı'nın onun kapatılmış olan Refah Partisi'nin devamı olduğu yolundaki
iddiasında da garip olan bir yön vardır. Şöyle ki: Sayın Başsavcı iki parti
arasında bir devamlılık ilişkisi bulunduğu yolundaki iddiasının en önemli maddi
"kanıt'ı olarak, kapatılan Refah Partisi'ne mensup 147 milletvekili ile
belediye başkanlarının tamamına yakınının 24.2.1998 tarihinde ve izleyen
günlerde Fazilet Partisi'ne geçmiş olmalarını ve yine Refah Partisi
milletvekillerinden iddianamede adları belirtilenlerin 17.12.1997 tarihinde
Fazilet Partisi'nin Genel İdare Kurulu ve Disiplin Kurulu üyesi olmalarını
göstermiştir. Öte yandan Fazilet Partisi hakkında açılan işbu kapatma davasının
tarihi ise 7.5.1999'dur. Bu duruma göre, eğer eski Refah Partili
milletvekillerinin büyükçe bir bölümünün Fazilet Partisi'ne katılması ve
bunlardan bazılarının partinin yönetim ve denetim kurullarında görev almaları
sayın Başsavcı tarafından iddia edildiği gibi Siyasi Partiler Kanunu'nun 95.
maddesine aykırı idiyse, Fazilet Partisi hakkında kapatma davası açmak için
neden bir yıldan fazla bir süre beklemiştir' Sayın Başsavcı'nın anayasal ve
yasal konumu bu duruma muttali olduğu andan itibaren görevinin gereğini yerine
getirerek dava açmasını zorunlu kılmaz mı'...
Bize
göre sayın Başsavcı'nın böyle davranmasında iki ihtimal söz konusudur: Birinci
ihtimal, sayın Başsavcı'nın kendisine Anayasa ve yasayla verilmiş olan görevini
"kamu yararı" anlayışına uygun olarak kullanmak gibi bir duyarlılıkla
davranmamış, aksine keyfi bir biçimde hareket etmiş, belki de dava açmak için
"uygun" bir konjonktür beklemiş olmasıdır, ikinci ihtimal, sayın
Başsavcı'nın işbu kapatma davasını açarken kendi vicdani kanaatine ve takdirine
göre olmaktan çok, mahiyetleri bizce meçhul olan kimi harici etkiler altında
hareket etmiş olmasıdır. Bu ihtimallerden hangisi doğru olursa olsun, her
halükarda sayın Başsavcı'nın hukuka uygun davranmadığı açıktır. Ayrıca bu
durum, işbu davanın açılmasının kamu yararına hizmet etmek amacıyla fazlaca bir
ilişkisi bulunmadığını ve hukuki ciddiyetinin kuşkulu olduğunu da
göstermektedir.
Ön
Savunmamızda, iddianamede yer alan, Fazilet Partisi'nin gerek "laiklik
karşıtı fiillerin odağı haline geldiği" gerekse "kapatılmış olan
Refah Partisi'nin devamı olduğu" yolundaki iddialarla ilgili olarak ileri
sürülmüş olan bütün "kanıtlar"ı ayrıntılı olarak cevaplandırmış ve
bunların hiç birisinin partimizin kapatılması için haklı nedenler
oluşturamayacağını göstermiştik. Sayın Başsavcı "Esas Hakkında
Görüş"ünde bunların hiç birisine değinmediği gibi, yeni bir kanıt da
getirmiş değildir. Aksine, "Esas Hakkında Görüş", çok büyük ölçüde,
bu davanın konusuyla doğrudan doğruya ilgili olmayan açıklamalarla doldurulmuş
ve Siyasi Partiler Kanunu'nun değişik 103/2. maddesi hakkında anayasaya
aykırılık itirazına yer verilmiştir, işbu Son Savunma'mızda iddiaların da
hukuki dayanaktan yoksun olduklarını göstermiş bulunuyoruz.
Nihayet,
sayın Başsavcı'mn iddianamesinde Fazilet Partisi'nin Aydın Menderes dışındaki
bütün üst düzey yönetici ve milletvekillerinin beş yıl süreyle siyasetten
yasaklanmaları ve milletvekillerinin bu sıfatlarının düşürülmesi yolundaki
talebi de hiç bir hukuki temele dayanmayan bir istektir. Çünkü, yüksek
heyetinizce malum olduğu üzere Anayasa'nın ilgili 69. maddesinin sekizinci
fıkrasının açık hükmü karşısında Anayasa Mahkemesi'nin bir siyasi partinin
kapatılmasına karar vermesi halinde siyasi yasak getirme müeyyidesini
uygulayacağı kişiler "siyasi partinin temelli kapatılmasına beyan ve
faaliyetleriyle sebep olan kuruculara dahil üyeleri"nden ibarettir. Siyasi
Partiler Kanunu'nun 95. maddesi açısından da hukuki durum aynıdır. Yani,
kapatılan bir partinin üyeleri bakımından genel bir yasak getirilmesi ne
Anayasamız ne de Siyasî Partiler Kanunu öngörmüştür. Oysa sayın Başsavcı'nın
iddianamesinde bile Fazilet Partisi'nin kapatılması için söz ve eylemleri
gerekçe gösterilen parti mensupları sınırlı sayıdadır. Başka bir ifadeyle,
sayın Başsavcının kendi iddiasına göre bile Fazilet Partisi'nin bütün üyeleri
kapatmaya neden olacak mahiyette söz ve eylemlerde bulunmuş değildir. Şu halde,
baştan beri açıkladığımız gerekçelerle, partimizin kapatılmasını gerektirecek
hiç bir neden bulunmadığı açık olmakla beraber, farzı muhal böyle bir durum
vaki olsa bile partimizin bütün üyelerine siyasî yasak getirilmesini talep
etmek anti-Anayasal bir tutumdur.
Aynısı,
sayın Başsavcı'nın partimizin üyesi olan milletvekillerinin
milletvekilliklerinin düşürülmesi talebi bakımından da geçerlidir. Çünkü,
Anayasamızın 84. maddesinin son fıkrasına göre, milletvekillikleri düşürülecek
olanlar, sadece, "partinin temelli kapatılmasına beyan ve eylemleriyle sebep
olduğu Anayasa Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin, kesin, kararıyla
belirtilen" milletvekilleridir. Bu nedenle, sayın Başsavcı'nın bu
husustaki talebi de hukuki dayanaktan tümüyle yoksundur.
G-
SONUÇ VE TALEP
Sonuç
olarak, Fazilet Partisi'nin "Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış olan
Refah Partisi'nin devamı olduğu" ve "laiklik karşıtı eylemlerin odağı
haline geldiği" nedenleriyle kapatılması, bütün üst düzey yönetici ve
milletvekillerine beş yıl süreyle yasak getirilmesi ve bütün milletvekillerinin
milletvekilliklerinin düşürülmesi talebiyle açılan ve Anayasamızın siyasi
partilerle ilgili hükümleri, hukukun evrensel ilkeleri, Avrupa insan Hakları
Sözleşmesi ve bu çerçevede görev yapan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin
içtihatları ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu, Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanunu ve diğer ilgili kanunlar hükümleri karşısında hukuki temelden yoksun
olan işbu davanın, reddine karar verilmesini Fazilet Partisi Genel Başkanı
sıfatıyla arz ve talep ederim."
VI-
SÖZLÜ AÇIKLAMA
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı'nın 18.1.2000 tarihli sözlü açıklaması şöyledir:
"BAŞKAN
- 14.12.1999 gününde verilen karar gereğince, Başkan Ahmet Necdet Sezer,
Başkanvekili Haşim Kılıç; üyeler, Samia Akbulut, Yalçın Acargün, Mustafa Bumin,
Sacit Adalı, Ali Hüner, Mustafa Yakupoğlu, Fulya Kantarcıoğlu, Mahir Can Ilıcak
ve Rüştü Sönmez'den oluşan Anayasa Mahkemesi, 18.1.2000 günü saat 10.00'da
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının sözlü açıklamalarını dinlemek üzere toplandı.
Raportör
Mehmet Turhan ile evvelce yeminleri yaptırılan stenograflar; Alaaddin Ayten ve
Cengiz Tanrıverdi hazır. Sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş'ın
sözlü açıklamalarının dinlenilmesine başlandı.
Sayın
Savaş, buyurun.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş - Anayasa Mahkememizin Değerli Başkan ve
üyeleri; sözlü açıklamama başlarken hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Mahkemeniz,
Refah Partisi aleyhine açılan kapatma davasının görüşülmesi sırasında
"davaya bakmakta olan mahkeme" sıfatıyla Siyasî Partiler Kanununun
103/2 nci maddesinin Anayasaya aykırı olduğu kanısına vararak, davayı bu
aşamada bekletip, söz konusu maddeyi bu açıdan incelemiş ve 22.2.1998 tarihli
Resmî Gazetede yayınlanan 9.1.1998 gün ve 2/1 sayılı kararıyla iptaline karar
vermiştir.
7.5.1999
tarihli iddianamemizle Fazilet Partisinin kapatılması için dava açmamızdan
sonra kabul edilen 4445 sayılı Yasanın 18 inci maddesiyle 2820 sayılı Siyasî
Partiler Kanununun 103 üncü maddesinin ikinci fıkrası yeniden düzenlenmiştir.
6.10.1999
tarihli "Esas Hakkındaki Görüşümüz"de ayrıntılarıyla açıkladığımız
nedenlerle, bu düzenleme de Anayasamıza aykırıdır. Mahkemenizce, söz konusu
maddenin ikinci fıkrasının öncelikle incelenerek, yeniden iptal edileceğine
inanıyoruz.
A-
Anayasamızın 24/son maddesinde; "Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasî
veya hukukî temel düzenini, kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya
siyasî veya kişisel çıkarlar için yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle
olursa olsun dinî ve din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri
istismar edemez ve kötüye kullanamaz" 2820 sayılı Siyasî Partiler
Kanununun 87 nci maddesinde ise; "Siyasî partiler, devletin sosyal veya
ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini, kısmen de olsa dinî esas ve
inançlara uydurmak amacıyla veya siyasî amaçla veya siyasî menfaat temin ve
tesis eylemek maksadıyla dini veya dinî hissiyatı veya dince mukaddes sayılan
şeyleri alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapamaz, istismar
edemez veya kötüye kullanamazlar" hükümlerine yer verilmiştir.
Refah
Partisinin kapatılmasına ilişkin Anayasa Mahkememizin 16.1.1998 gün ve 1/1
sayılı kararında; "Kamusal kuruluşlarda ve öğretim kurumlarında başörtüsü
ve onunla birlikte kullanılan belli biçimdeki giysi, bir ayrıcalıktan öte ayrım
aracı niteliğindedir. Dinsel kaynaklı düzenlemelerle girişimler Anayasa
karşısında geçerli olamaz ve bu tür eylemler Anayasadaki laiklik ilkesine
aykırılık oluşturur."
Anayasanın
153 üncü maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama,
yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri
bağlayacağı, 138 inci maddesinde de, yasama ve yürütme organları ile idarenin
mahkeme kararlarına uymak zorunda oldukları, bu organlarla idarenin mahkeme
kararlarını hiçbir surette değiştiremeyeceği ve bunların yerine getirilmesini
geciktirmeyeceği öngörülmüştür. Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü
fıkrasında siyasî partilerin hukuk devleti ilkesine uymakla yükümlü oldukları
belirtilmiştir. Anayasanın 153 üncü maddesinin son fıkrasına göre, gerçek ve
tüzel kişileri bağlayan Anayasa Mahkemesi kararları siyasî partileri de bağlar.
Anayasa
Mahkemesinin 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununa eklenen ek madde 16'nın
iptaline ilişkin 7.3.1989 günlü ve 1/12 sayılı kararında, laik bir devlette
hukuk kurallarının kaynağının dinde değil akılda bulunduğu, kişilerin iç
dünyasına ilişkin olması gereken dinî inançlara göre yasal düzenleme
yapılmasının Anayasanın 2, 10, 24 ve 174 üncü maddelerine aykırı olduğu
belirtilmiştir.
Öte
yandan, Danıştay Sekizinci Dairesinin 23.2.1984 günlü 207/330; 16.11.1987 günlü
128/486; 27.6.1988 günlü 178/512 sayılı kararlarıyla ve Danıştay İdari Dava
Daireleri Genel Kurulunun 16.6.1994 günlü 61/327 sayılı kararlarında da, Yüksek
Öğretim Kurumlarında başörtüsü ve türban takan öğrencilerin Atatürk
devrimciliğiyle laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı davrandıkları ve dine dayalı
devlet düzenini benimsedikleri kabul edilmiştir. Buna karşın, davalı Parti
Genel Başkanı Necmettin Erbakan ile kimi parti yetkililerinin mahkeme
kararlarını etkisiz hale getirmek için resmî daire ve üniversitelerde türban
kullanmayı teşvik eden laiklik ve hukuk devleti ilkelerine aykırı konuşmalar
yaptıkları anlaşılmıştır.
Anayasa
Mahkemesinin Anayasanın laiklik ve düşünce özgürlüğüne ilişkin kurallarına
verdiği anlam ve içerikle İnsan Hakları Avrupa Komisyonunun konuya ilişkin
değerlendirmelerinde birçok ortak nokta bulunmaktadır. Komisyon 18783/91;
5.3.1993'e, 16278/90; Türkiye K. t. 3.5.1993 sayılı kararlarında yüksek
öğrenimini laik bir üniversitede yapmayı seçen bir öğrencinin bu üniversitenin düzenlemelerini
kabul etmiş sayılacağını, üniversitelerce getirilen düzenlemelerin, farklı
inanışdaki öğrencilerin birlikteliğini sağlamak amacına yönelik olarak,
öğrencilerin dinsel inançlarını açığa vurma özgürlüklerini yer ve biçim
bakımından sınırlayabileceklerini, özellikle nüfusun büyük bir çoğunluğunun
belirli bir dine mensup olduğu ülkelerde, bu dinin tören ve simgelerinin
herhangi bir yer ve biçimde sınırlama olmaksızın sergilenmesinin, sözü geçen
dini uygulamayan veya başka bir dine mensup öğrenciler üzerinde baskı
oluşturabileceğini, laik üniversitelerin, öğrencilerin kılık ve kıyafetlerine
ilişkin kurallar koyarken, kimi kökten dincilerin yüksek öğretimde kamu
düzenini bozmamalarını ve diğerlerinin inançlarına zarar vermemelerini
sağlamaya özen gösterebileceklerini açıklayarak L.B ve Ş.K isimli öğrencilere,
laik üniversite düzeninin gereklerine uygun biçimde fotoğraf vermedikleri
gerekçesiyle okul diploması verilmemesi, din ve vicdan özgürlüğüne müdahale
olarak görülmemiş ve şikâyetin kabul edilemez olduğuna karar verilmiştir.
Parti
genel başkanı Necmettin Erbakan'ın laiklik ilkesine ilişkin Anayasa ve yasa
kuralları ile Anayasa Mahkemesi kararlarını gözardı ederek, resmî daire ve
üniversitelerde türban ve başörtüsü kullanmayı teşvik eden konuşmaları, laik
düzen karşıtları için bir mesaj oluşturmuştur" denilmektedir.
Bu
karar, 22.2.1998 gün ve 23266 sayılı Resmî Gazetede yayınlanarak, tüm siyasî
partilerimiz ve vatandaşlarımızca öğrenilmiştir.
Bilindiği
gibi, siyasal İslamcıların faaliyetlerinin o ülkede açık ve yakın tehlike
oluşturmamasına rağmen Cenevre Kanton Hükümeti, 16.10.1996 tarihli kararı ile,
Kantonal Eğitim Müdürlüğünün, Müslüman bir bayan öğretmenin, derslere, İslam
Dini geleneklerine uyarak, başına türban takıp derslere girmesini yasaklamıştı.
Bu
karara yapılan itirazı değerlendiren İsviçre Yüksek Mahkemesinin 12.11.1997 gün
ve 419/1996 sayılı kararında - bu karar Manisa Barosu Dergisinin Nisan 1998
sayısında yayınlanmıştır- şöyle deniyor: "Her ne kadar, ilgili yönünden,
kendi giysileriyle açığa vurulan dinsel kimliği büyük bir önem taşımakta ise
de, belli koşullarda bu tür giysilerin yasaklanma; inanç özgürlüğünün özüne
tecavüz sayılmaz. Çünkü, idarî merci tarafından yapılan bu yasaklamada, önemli
derecede kamu yararının varlığı söz konusudur" denilmektedir.
Hal
böyle iken ve hiçbir uluslararası sözleşmede dinsel kimliğini açığa vuran
giysilerle öğrenim görme veya kamu kuruluşlarında görev yapmanın inanç
özgürlüğünün bir parçası olduğu veya insan haklarından sayıldığına dair
herhangi bir hüküm bulunmamasına rağmen, Fazilet Partisi Genel Başkanı dahil,
tüm yöneticileri, milletvekilleri ve belediye başkanları, vatandaşlarınızın bir
kısmının dinsel inançlarını en kolay bu yoldan sömürüp, laik devlet düzenimizle
çatışmaya sokabileceklerinin bilincinde olarak ve Anayasa Mahkememizin anılan
kararını hiçe sayarak, meydan meydan, köy köy dolaşıp, tüm televizyonlardaki
açık oturum ve söyleşilere katılarak kamu kurumlarında ve üniversitelerde
başörtüsüyle çalışma ve öğrenim görmenin vazgeçilmez bir insan hakkı olduğunu
yasaklar getiren mevzuat ve bunları uygulayan kamu görevlilerinin laikliğe
aykırı davranışta bulunarak suç işlediklerini iddia ederek, halkımızın bir
bölümünü devletimize karşı kışkırtmayı alışkınlık haline getirmişlerdir.
Bu
kışkırtmaların sonucu, "başörtüsüne uzanan eller kırılsın" sloganının
atıldığı, bu sloganın yazıldığı pankartların taşındığı toplantılar ve
yasalarımıza aykırı yürüyüşler düzenlenmiş, televizyon ekranlarına da yansıyan
bu toplantı ve yürüyüşlerde, Fazilet Partisi yöneticisi, milletvekili veya
belediye başkanlarından birçoğunun hazır bulunduğu, bu sloganve pankartları
işitmeleri ve görmelerine rağmen, başörtüsü yasağının mutlaka kalkması
gerektiğine ilişkin konuşmalar yaptıkları görülmüştür.
18
Nisan 1999 tarihinde yapılan milletvekili seçimlerinden önce, annesi türbanını
çıkartmadığı için bir kamu kuruluşundan uzaklaştırılmak zorunda bırakılmış,
kendisi de türbanlı ve hiçbir zaman ve hiçbir yerde türbanını çıkarmayacağını
her zaman söyleyen Merve Kavakçı adlı hanım, Fazilet Partisi yöneticileri
tarafından seçilebilecek bir yerden önce milletvekili adayı gösterilmiş; başta,
Recai Kutan olmak üzere, Fazilet Partisinin tüm yöneticileri, Merve Kavakçı'nın
özel olarak seçildiği ve Mecliste yapacağı eylemi tüm Fazilet Partisi milletvekilleri
ve parti yöneticilerinin önceden bildiği anlaşılmaktadır.
Yine,
bilginize sunduğum görüntülü kasetlerin incelenmesinden, başörtüsüyle yemin
etme eylemi yapmak için Türkiye Büyük Millet Meclisine Nazlı Ilıcak'ın
refaketinde gelen Merve Kavakçı için yapılan tezahürat ve yemin töreninin
sonuna doğru salonda bulunmadığı halde, Merve Kavakçı'nın ismi okununca,
Fazilet Partisi milletvekillerinin tümünün katıldığı tezahürattan; 3.5.1999
günü Merve Kavakçı'nın Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı ve başörtüsü
eylemini, insafsız ve ancak bir ajan provakatöre yakışacak biçimde, Amerika'da
zencilerin insan hakları için yaptığı mücadeleye benzettiği basın toplantısına,
Fazilet Partisi Grup Başkanvekili Abdullatif Şener'le birlikte, Fazilet
Partisinin pek çok milletvekilinin katılması, eyleminin Fazilet Partisi
yöneticileri tarafından planlandığını ve teşvik edildiğini açık bir biçimde
göstermektedir.
Olay,
tarafsız, içtiği andın anlamını bilen ve pek çok kamu görevlisinin aksine,
içtiği anda bağlı kalan Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel tarafından, olay
gecesi, TRT l'de yayınlanan "Politikanın Nabzı" programda şu şekilde
değerlendirilmiştir:
"Türkiye
Büyük Millet Meclisi bu çeşit hadiselere sahne olmamalıydı. Olayı herkesin
kınadığını hissediyorum. Bu münferit hadise, aslında, bugünün hadisesi
değildir, günlerdir planlanan bir hadisedir; yani, bir hadise çıkarılacaktır.
Bu, aslında provakatörlüktür. Bu tip ajan provakatörler çok görülmüştür. Gemi
azıya alınmıştır. Bu işi bu hale getiren kişi, bunu yapmaya memurdur. Eğer,
bunu İslamın şartı sayıyorsa bu, bölücülüktür. İslamda fitne çıkarmak, katilden
beterdir. Açıkça söylüyorum; bu, bir cereyandır; demokratik Cumhuriyete karşı
bir cereyandır. Bu cereyanın sahiplerine, devlet dairelerinde, Meclis gibi, nizamı
75 yıldır uygulanan bir yerde gösteri yapmalarına imkân verilemez"
demiştir.
Olgun
kişiliğiyle tanınan Başbakanımız Bülent Ecevit dahi çileden çıkmış, Meclis
kürsüsünden ve olay anında "Türkiye'de hiç kimse hanımların özel yaşamında
giyimine, kuşamına, inançları gereği başını örtmesine karışmıyor; ancak,
Türkiye Büyük Millet Meclisi hiç kimsenin özel yaşam mekânı değildir. Burası
devletin en yüce kurumudur. Burada görev yapanlar, devletin kurallarına,
geleneklerine uymak zorundadırlar. Burası devlete meydan okunacak yer
değildir" demek zorunda kalmıştır.
İddianamemizin
düzenlenmesinden sonra, Mahkemeniz soruşturmanın genişletilmesi kararına
varmış, 13.5.1999 gün ve 106/429 sayılı yazınızla Başsavcılığımdan,
iddianamemize dayanak yaptığımız tüm delilleri istemiştir.
4.6.1999
tarihli yazımızla, Başsavcılığımızın arşivine girmiş, Fazilet Partisi üst düzey
yöneticilerinin başörtüsü konusunda yaptığı eylemler ve yaptıkları konuşmalar
13 sahifede özetlenerek görüntülü kasetler, Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanak
Dergileriyle birlikte mahkemenize gönderilmişdi.
Bu
belgelerin incelenmesinden açıkça anlaşılacağı gibi, Fazilet Partisi
yöneticilerinin yaptığı ve yaptırdığı başörtüsü eylemleri Refah Partisi
yöneticilerin yaptığı eylemlerden çok daha fazladır.
Fazilet
Partisi Genel Başkanı Recai Kutan, üniversitelerimizdeki başörtüsü yasağını
bahane ederek Türkiye Cumhuriyetini "muz cumhuriyet" olarak
nitelendirmekten çekinmemiştir.
Türban
konusunu, partilerinin kapatılmasını göze alarak daimî olarak gündemde tutmaya
çalışmalarının gerçek nedeni nedir'
Profesör
Doktor Cahit Tanyol, 1999 yılında yayınlanan "Neden Türban" adlı
kitabında, Başsavcılığımın görüşlerine uygun şekilde konuya açıklık
getirdiğinden, söz konusu kitaptan birkaç bölümü aynen okumak istiyorum:
(İmam
hatip okullarının amacı din adamı yetiştirmektir; fakat, bu okullar
fırsatlardan yararlanarak eski medreselerin hortlatılmasına zemin
hazırlamıştır. Refah Partisinin yer almış olduğu koalisyon döneminde meslek
okullarına üniversiteye girme hakkı tanındı. Refah Partisinin bu kanunu
çıkarmaktaki amacı, imam hatip çıkışlıların devletin köşe başlarını tutmasını
sağlamaktı. Bütün çabalarına rağmen yalnız Harbiyeye giremediler; biraz
mırıldandılar, pabuç pahalı geldi. Öğrenim hakkı dediler. Devletin diğer örgütlerine
sızmak suretiyle subaşlarına kendi adamlarını yerleştirdiler. Bir de görüldü
ki, mülkî idare başta olmak üzere, devlet mekanizmasının bütün köşe başları
imam hatip kökenlilerle doldurulmuş. Millî Eğitim Bakanlığı, Talim Terbiye
Kurulu onların eline geçmiş. Üniversitelerin her dalında molla kılıklı öğretim
üyelerinin sayısı çoğalmış. Liselerde felsefe ve sosyoloji dersleri itelenerek
kapı önünde atılmış, onların yerine bütün sınıflara zorunlu din dersi
konulmuştur. Her üniversitede bir ilahiyat fakültesi, her ilde bir İslam
enstitüsü, sayısı yüz binleri bulan kız ve erkek imam hatip okulları ve
öğrencileri ve bir o kadar Kur'an kursları, bütçesi ve kadroları alabildiğine
şişkin bir Diyanet İşleri Başkanlığı, sayısı milyonların çok üstünde cami ve
mescit yapma seferberliği... Bütün bunlar tabanda bir siyasî sömürü ağının
dayanakları. Şu anda Türkiye, bir irtica ve din sömürüsüne teslim olmuş
durumda. Şu anda Türkiye'de her gün Menemen olaylarına taş çıkartacak irtica
suçları işlenmektedir. Her gün üniversitelerin önü, camilerin çevresi polis
kordonu altında. Yapılan gösterilerin amacı devleti çürütmek, kanunları işlemez
hale getirmek. Türban gibi anlamsız bir olayın, ikide bir insan hakları maskesi
altında Türkiye Büyük Millet Meclisini, Anayasa Mahkemesini, üniversiteleri
işgal etmesi ülkede anarşik bir ortam yaratmaktan öte bir yarar sağlayamaz.
Gazetelere
yansımış şu olay üzerinde ibretle, dikkatle durmak ve düşünmek gerek; devletin
kimler tarafından işlenmez hale getirildiğinin somut örneğidir, aktarıyorum:
"Fazilet
Partisi Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül'ün eşi 18 yıl sonra yeniden
üniversiteye dönmek için üniversite sınavına girdi; Dil Tarih ve Coğrafya
Fakültesi Arap Dili Edebiyatı bölümünün sınavını kazandı. Başı açık fotoğraf
vermediği için kayıt yaptıramadı. Gül, eşinin üniversiteye kaydını yaptırmak
için refakatinde avukatlarını ve bir de Ankara 16 ncı Noter Başkâtibini
fakülteye getiriyor. Abdullah Gül'ün eşi bayan Gül, evraklarını kayıt
görevlisine veriyor; fakat, kayıt görevlisi 'başı açık vesikalık fotoğraf
vermek zorundasınız, yoksa kaydınızı yapamayız' diyor. Araya beraberinde
getirdikleri avukat ve noter başkatibi giriyorsa da, onların tanıklığı da işe
yaramıyor ve Gül hanımın kaydı yapılmıyor. Bu zulüm (!) karşısında Abdullah
Gül:" Türkiye'de 18 yıl önce olağanüstü bir durum vardı; eşim o yıllarda
da üniversitede başörtüsü sıkıntısı olduğu için aynı nedenle üniversiteye
kaydını yaptıramamıştı. Üç çocuk büyüttükten sonra girdiği üniversite sınavını
kazandığı halde fakülteye yine kaydını yaptıramıyor. Görünen o ki, Türkiye'de
18 yıldır değişen bir şey yok. Bugün Moskova'da yaşıyor olsaydık, eşim böyle
bir engelle karşılaşmazdı"diyor.
Üstelik,
bu büyük Müslümancının beyanatının da yalan olduğunu gazeteler yazdı. Bu zat,
ikinci Refah Partisinin Başkanvekili ve birinci Refah Partisi iktidarı
döneminde de bakanlık koltuğunu işgal etmiş. Beyninde en ufak bir devlet
bilinci, en ufak kanunlara saygı bulunmuş olsaydı, üniversitedeki basit bir
kayıt görevlisinin uyarısı karşısında utançtan yerlere geçmesi gerekirdi. '18
yıldır değişen bir şey yok' dernek, o şaibeli sayılan iktidarlarına rağmen
devleti çürütememişlerdir ve 18 yıl içinde bu zatın kafasında da en ufak bir
gelişme olmamış. Eğer, bu olay kendi iktidarları döneminde geçmiş olsaydı, bu
zihniyetteki adamlar görevlinin karşısına, kolluk kuvvetleriyle değil,
magandaları "Öl de ölelim, vur de vuralım!" narasını atan
fedaileriyle çıkardı.
Bu
Abdullah Gül bir istisna değil. Belli zihniyetdeki bir siyasi partinin
prototipidir. Aslında, bunların onayladığı ve savunduğu bu türbanlılar
taifesinin ve yandaşlarının amacı, ne din özgürlüğü ne de insan haklarıdır.
Bunların amacı, laik devleti tutan bütün payandaları yıkmak, inanç maskesi
altında insanların din duygusunu sömürerek devleti ele geçirmektir. Abdullah
Gül ve takımı bugün bizi yaygın-bir irtica tehlikesiyle yüz yüze getiren bir
zihniyeti temsil etmektedirler.
İrticanın
tipik ve somut kanıtı olan bu türban olayı, ülkeyi bir iç ayaklanmaya doğru
itmektedir. Amacına ulaşıncaya kadar bu türban olayı üniversitelerde sürüp
gidecektir. Bunun iki utanç verici yanı vardır; biri, ülkenin sosyal, ekonomik
ve siyasal bir yığın derdi varken, bütün devlet kurumlarının, başta Parlamento
olmak üzere, bu zorlama sorun üzerinde durmalarıdır. İkincisi, önemsizliğine rağmen
önemli hale getirilen bu olay, gerici çevreler tarafından din ve namus
duygularını kışkırtma aracı olarak kolayca kullanılabiliyor. Yönetmeliğe rağmen
üniversitenin direnme gücünü yıpratabiliyorlar.
Nitekim,
Başbakan bunun işaretini verdi bile. Yalnız, Başbakanın bu tutumunun ne kadar
tehlikeli olduğunu, olayın türbanla kapanamayacağını, bunun arkasından çarşaf,
çarşafın arkasından Arap alfabesinin, ardından, irtica şehitleri, onun
arkasından Menemen yobazlarının aklanması, çorap söküğü gibi birbirini
izleyecektir.
Ben,
bir fantazi sergilemiyorum. Görünen köy klavuz istemez.
Başta
eski ve yeni genelkurmay başkanları olmak üzere, benim bu kuşkum, bir çok
yazarlar tarafından tekrarlanmıştır. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı,
emekli olmadan önce giderayak bu irtica tehlikesine şöyle parmak basıyor:
"28
Şubat 1997'de Millî Güvenlik Kurulunun tavsiye kararıyla yeni bir süreç
başlatıldı. Bu çerçevede başlatılan iktidar değişikliği ile, Önce, 8 yıllık
kesintisiz eğitim uygulamaya konuldu. Başbakanlık Takip ve Koordinasyon Kurulu
teşkil edildi. Bu konunun çözümü için yeni mevzuat çıkarılmasında güçlükler
yaşandı. Diğer yandan hâlâ tasfiye edilmemiş irtica kadroları mevzuatın dahi
uygulanmasında yetersiz kaldı. İrtica ile mücadele kapsamında 13 adet yasa tasarısı
14 Ocak 1998 ve onu izleyen tarihlerde hükümet tarafından Türkiye Büyük Millet
Meclisine sevk edildiği halde bugüne kadar hiçbir yasa tasarısı kanunlaşmadı.
Birtakım çevrelerin irtica ile mücadeleyi tartışmaya açması dikkat çekicidir.
İrtica kesimini cesaretlendiren bu beyanlar, irticanın 28 Şubat öncesine göre
daha örgütlenmesine ve örgütsel faaliyette bulunmasına zemin hazırlıyor."
Bu
satırları yazdığım sırada İzmir Üniversitesinde türban tartışması yüzünden bir
genç bıçaklanıyor. Daha geçenlerde, bir okul öğretmeni, kıyafet yönetmeliğine
aykırı bir kılıkla sınıfa girdiği için okulda öğrenci velileri arasında bir
tartışma ve dövüşme çıkıyor. Bu gidişle okulların kapıları da sokağa teslim
edilecek.
Diğer
taraftan da imam hatip okullarının orta kısmı kapatıldı diye siyasî partiler ve
irtica çevreleri tarafından kışkırtılan kalabalıklar, aylardan beri
yumruklarına Allahu Ekber'i siper ederek kanunu protesto ediyorlar.
İrticanın
kaynakları, yuvalandıkları yerler belli; neden din ve vicdan özgürlüğü başörtüsünün
içine yerleştirilerek, üniversitelerin kapısına engizisyon mahkemeleri yaftası
yapıştırılıyor' Bursa'da kız imam hatip okullarına başörtüsüyle girmek isteyen
öğrencilere görevi gereği engel oldu diye vali protesto ediliyor. Halk
kitleleri devlete, kanunlara karşı kışkırtılıyor. Bu eylem, başta, sabık Refah
Partisi olmak üzere, bütün gerici basın ve siyasî partiler tarafından destek
gördüğü halde kimsenin kılı kıpırdamıyor. Cuma namazlarının, Ramazan aylarının
ve bayramlarının türban eylemi için uygun bir ortam olarak seçilmesindeki amaç
belli olduğu halde Diyanet İşleri Başkanlığı bu başörtüsü sömürüsüne karşı
neden olumlu veya olumsuz bir tavır almıyor da Sağlık Bakanlığını ilgilendiren
alanlarda fetva veriyor' Onun bu tutumunu "sukut ikrardan gelir" diye
mi yorumlamak gerek' Görevi ve işlevi halkın inanç ve ibadetleriyle sınırlı
olması gereken bu kuruma, her yıl, milyarları aşan bir bütçe ayrılmaktadır. Her
an yön değiştirmeye ve ülkeyi bir iç savaşın eşiğine getirmeye yatkın olan bu
anlamsız türban olayı karşısında Diyanet İşleri Başkanlığı tavrını belli
etmezse büyük bir vebal ve günah altında kalmış olur. Gazetelerin yazdığına
göre, Diyanet, türbancıların safında imiş. Öyle ise, büyük tehlikedeyiz. Belli
ki, irtica, ucuz ve tehlikeli bir araç olarak kendisine başörtüsünü almış
bulunmaktadır. Başörtüsü yüzünden üniversite rektörü yuhalanıyor. Öğretim ve
eğitim kurumları ürkütülüyor, siyasi partiler için bu, ucuz bir oy deposu
olarak düşünülüyor. Bunlar iktidara geldikleri takdirde üniversitelerden türban
yasağını kaldıracaklarını propaganda etmeleri, gün meselesidir. Biz diyoruz ki,
türbanı savunmak, şeriatı savunmaktan daha ağır bir suçtur; çünkü, biri,
tartışmaya açık, bir kanunun çiğnenmesidir, içeriğinde çağın ihtiyaçlarını
gideremeyen bir hak ve adalet kavramı bulunmaktadır. Diğeri, giyim kuşam gibi
bireysel özgürlüğe yasak koyan bir devlet terörü olarak propaganda edilmekte ve
bu terörün aynı zamanda Kur'an'ın emirlerini mümine yasaklamakta olduğu ileri
sürülmektedir. Din sömürücüleri bu noktada iffet ve namus kavramlarını eklemek
suretiyle toplumu kışkırtmaya çalışmaktadırlar. Olaylar şimdiden okul
sınırlarını aşmış ve toplumsal bir direnişe dönüştürülmüştür. Türk tarihinin
hiçbir döneminde ne irtica böylesine güçlenmiş ve ne de devlete kafa tutacak
bir duruma gelmiştir. Günümüzdeki irtica, Atatürk devrimlerinin sınırlarını
aşarak, Türk milletinin geleneksel inançlarını tahrip etmekte ve devleti bu
zamana kadar hiç olmadığı bir tehlikeli ortama itmektedir.)
Profesör
Doktor Cahit Tanyol'un, ayrıntılarıyla açıklamaya çalıştığım görüşleri,
fikirlerini köşebaşlarını tutmuş bazı gazete ve yazarlarını okuyarak veya
televizyonlardaki güdümlü tartışma programlarını izleyerek yapan aydınlarımıza
abartılı olarak görülebilir; ancak, bir tek belge üzerinde düşünmek dahi
böşörtüsü eylemlerinin Fazilet Partisi yöneticileri tarafından ne amaçla ve
planlı şekilde tezgâhlandığını ve Cahit Tanyol'un ne kadar haklı olduğunu
göstermeye yeterlidir sanıyorum.
Görüntülü
kasetini daha önce Mahkemenize sunduğum, Sivas - Suşehri İlçesi, Karşıyaka
Mahallesinde, bir kahvehanede, 8.3.1999 tarihinde yaptığı bir konuşmada,
Fazilet Partisi Grup Başkanvekili Abdullatif Şener şöyle diyor:
(Peki,
bunlar niye imam-hatip okullalarını kapattılar, Kur'an kurslarına gidişi
zorlaştırdılar, üniversitelerdeki, imam-hatip okullarındaki kız öğrencilere
müdahale ediyorlar; çünkü, bunların, vatandaşların inançları, değerleri,
menfaatleri diye bir telaşları, endişeleri yok. Hiçbir Avrupa ülkesinde,
Amerikasında, Asyasında, nereye giderseniz gidin, rahibe okullarında, rahibe
olmak için okuyan öğrencilerin başlarındaki örtüyü çıkarmaya hiçbir siyasi
partinin gücü yeter mi' Hiçbir siyasî iktidarın gücü yeter mi' Hiçbir devletin
gücü yeter mi' Yetmez; kimsenin aklına da gelmez oralarda. Bırakın Avrupa ülkelerini,
Türkiye'de ruhban okulları var. Türkiye'deki ruhban okulları öğrencilerinin
başlarında örtüyü açmaya, kimsenin cesaret etmesi değil, niyet etmesi bile
mümkün değil. Peki, ne oluyor da, Türkiye'de imam-hatip okuluna giden...
imam-hatip okulu nedir; dinî bir okul. "Oraya giden kız öğrenci başını
açacak" diyor. Kim diyor; vali, genelge çıkarıyor.
Aslına
bakarsanız, Bursa'da yaşanan olay bir deney; orada tutarsa, bütün Türkiye'de
yaygınlaştıracaklar ve de milletin oyu ile iktidara gelen siyasiler, milletin
inançlarına uygun, saygılı davranış içinde bulunması gerektiğini hiç
düşünmüyorlar, aldırış da etmiyor, onu bir problem olarak da görmüyorlar...
Bunun hesabının sorulması lazım. Üniversitelerde de aynı hadiseler yaşanıyor.
Dünyanın hiçbir yerinde görülmez bir hadisedir. Bütün bunların çözümünün tek
adresi var; bu adres. Fazilet Partisidir. Neden öyledir'
Bakın,
Merve Kavakçı ismi, kazanacak bir yerdedir; o bölgeden inşallah, 10 civarında
milletvekili çıkaracağız, dördüncü sıradadır. Bu kardeşimiz Meclise girecektir.
Kim bu arkadaşımız, hanım bacımız; Türkiye'de tıp fakültesinden,
"başörtülüdür" diye atılmış kaydı silinmiş bir insan. Ama, babası
üniversiteden arkadaşımızdır, profesördür. Babası bir ihtisas sebebiyle Amerika
Birleşik Devletlerine gitmiş, 5-6 sene kalmıştır. Kızını da yanına almış,
Amerika'ya götürmüştür. Bu kız, Amerika'da bilgisayar mühendisliği
fakültesinden başörtüsü ile diplomasını almış, gelmiştir. İşte, Türkiye ile
Amerika arasındaki fark! Bir yerden başörötüsü ile diploma alıp geliyor, bir
yerde kayıt yaptıramıyor; kaydını yapmış öğrenciyi okuldan atıyorlar; aradaki
fark bu.
İnanıyoruz
ki, Türkiye'de bütün problemlerin çözüleceği merci Türkiye Büyük Millet
Meclisidir ve Türkiye Büyük Millet Meclisine milletin inançlarını ve menfaatlerini
taşıma niyetinde olan siyasî kadrolar girdiği takdirde, bütün dertler ve
meseleler çözülür. Böyle bir misyondaki bir insanın Meclise milletvekili olarak
girmesi demek, artık, Türkiye'de bu konuda hiçbir mercide, hiçbir makamda,
hiçbir kurumda böyle bir sorunun tartışılmayacağı anlamına gelir). Bunu,
Abdullatif Şener söylüyor.
Mahkemeniz
başörtüsü meselesini bugüne kadar doğru değerlendirmiş, bu konuyu istismar
konusu yapan bir partiyi kapatmıştır. Fazilet Partisi bu konuyu daha geniş
boyutlarda istismar konusu yapmış ve âdeta, Mahkemeniz kararlarına meydan
okurcasına istismar konusu yapmaya devam etmektedir. Bu konuda, propaganda
kervanına daha çok bilim adamı, hukukçu ve köşe yazarını katmayı
başarmışlardır. Öylesine güçlenmişlerdir ki, bu akıma karşı çıkmak cesaret işi
haline gelmiştir. Havlu atmanın gerekçesini bulmak çok kolay "biz, artık,
Atatürkçü ve laiklik anlayışından yana değil, daha çağdaş bir laiklik
anlayışından yanayız. Bu eylemler, düşünce ve inanç özgürlüğünün bir
parçasıdır. Jakoben tutumlarla Avrupa Birliğinin kapısından içeri giremeyiz.
Yeni bin yılda çağdaş görüntü vermenin tek yolu, irtica yanlılarına ve
bölücülere her türlü örgütlenme, propaganda ve eylem özgürlüğünü tanımaktır.
Gerçi,
Anayasamız ve bazı yasalarımız kısıtlamalar getiriyor; ancak, ben, kendimi o
kurallara bağlı kılamam, bağlı olduğum tek şey, kendi anlayışıma göre
yorumladığım evrensel hukuk normlarıdır"der, sorumluluklarımızdan
kolaylıkla sıyrılabiliriz ve epeyce de alkış toplarız.
Ben,
şahsen, yüksek mahkemelerimizin, aslında, çağdaşlaşmamız için tek yol olan
geleneksel çizgisinden sapmasının binbir emekle kurulan Türkiye Cumhuriyetinin
sonunu getireceğine inanıyorum.
B-
Anayasamızın 69 uncu maddesinin yedinci fıkrasına ve Siyasî Partiler Kanununun
95 inci maddesine göre "kapatılan siyasî parti, bir başka ad altında
kurulamaz".
Bir
siyasî partinin, kapatılan bir siyasî partinin başka bir ad altında kurulan
yeni bir şekli olup olmadığı, hangi delillerle belirlenecektir'
Fazilet
Partisinin kapatılması istemini içeren iddianamemizde "malûm olanın ayrıca
isbatı gerekmez "demiş, epeyce de eleştiri almışdık.
Halbuki,
Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 238 inci maddesinin ikinci fıkrasına göre
"maruf ve meşhur olan veya ikrar olunan hususlar münazaalı sayılmaz."
Usul
hakkında kıyas yapılabilir. Şekli hakikatle yetinen hukuk usulünde dahi bu ilke
geçerli olduğuna göre, maddî gerçeğin arandığı ceza usulünde ve parti kapatma
davalarında bu ilke daha çok geçerlidir.
Daha
önce defalarca vurguladığımız gibi, anayasal düzenlerini koruma kararlılığında
olan Alman Anayasa Mahkemesi, malum olanın isbatı konusunda delil serbestliğini
çok geniş ölçülerde kabul etmiş. Komünist Partinin kapatılması davasına ilişkin
kararın gerekçesinde -ki, bu gerekçe İnsan Hakları Mahkemesince de haklı bulunmuştur-
şöyle deniyor:
Batı'nın
liberal demokrasilerinin Alman Anayasasının 21 inci maddesinin ikinci fıkrasına
tekabül eden bir parti yasağını kabul etmemeleri bir tesadüf değildir. Bu, 1919
tarihli Alman Devleti Anayasası ve o zamanki eyalet anayasaları için de yabancı
bir müessese idi. Anayasada olduğu gibi, partileri daha henüz teminat altına
almamış ve onları sarahaten ve hakuken müesseseleştirememiş anayasa
sistemlerinde, vatandaşların tahditsiz olarak siyasî partilere iltihak etmeleri
serbest bırakılmış ve hatta bu, 1947 tarihli İtalyan Anayasasında olduğu gibi,
sarih olarak teminat altına alınmış ve yürürlükte olan devlet nizamına bir
partinin prensip itibariyle aykırı tutumu bile bilinerek göze alınmıştır.
Devlete zarar vermenin en aşırı hallerinde mes'ul şahıslara karşı ceza
hukukunun müeyyideleri hazır bulundurulmaktadır. Hür demokratik bir devlette en
iyi garantinin, vatandaşların zihniyetlerinde bulunduğu iyimser görüşü, bunun
sebebi olabilir. Serbest seçim hakkı bulunduğundan, devletin düşman partilere
karşı korunması, seçmenlerin oylarını vermemeleri şeklinde ifadesini bulabilir
ve bulmalıdır."
Bu,
eski görüşleri anlatıyor burada.
"Böylece
onlar, sisteme uygun bir şekilde devletin siyasî iradesinin teşekkülüne
iştirakten uzaklaştırılacaklardır.
...Liberel
anayasalar 20 nci Asrın başlarına kadar, hür devlet nizamının esaslarıyla
mücadele eden siyasî partileri hemen hemen hiç hesap etmemişlerdir. Bunlara
göre, bütün partilere karşı, mutlak bir müsamaha ve tarafsızlık tutumu uygundu.
Bu nevi partiler için, insanın değerlerini müdafaa eden ve teminat altına
almakla mükellef olan, hür demokrasiye karşı, bitaraf bir tutum takınmak bugün
için artık mümkün değildir ve onlar için yani, şimdi ortaya çıkan
"hürriyetin düşmanlarına kayıtsız şartsız hürriyet" verilmesi ile
ilgili problemi çözmek için, hangi hukukî vasıtanın tesis edileceği bir anayasa
politikası problemi olmaktadır.
Weimar
Anayasası bir hal tarzından sarfınazar etmiş, politik bitaraflığını muhafaza
etmişti ve bu sebepten, bu totaliter partilerin en mütecavizi tarafından yok
edilmişti.
Bu
nevi siyasî istikametlerin ilerde yeniden devlet üzerinde nüfuz kazanabilmesine
karşı tesirli hukukî teminatların tesisi, Anayasayı yapanların düşüncelerine
hakim olmuştur. Şayet, Anayasa bu suretle bir taraftan siyasî partilere karşı
prensip itibariyle müsamahayı hâlâ isteyen ananevi hür demokrasi istikametini
takip etseydi bile, sadece bitaraf kalma yüzünden kendi değer sistemini tesis
ve korumaktan sarfınazar edecek kadar ileriye gidemezdi.
Almanya'da
Anayasaya aykırı maksatların isbatı için en önemli delil, Anayasanın 21 nci
maddesinin ikinci fıkrasına göre, partinin gayeleridir. Söz konusu hüküm
önleyici karakterlerine uygun olarak, bu hususta, önemsiz, uzak gayeler
arasında bir ayırım yapmamaktadır.
Önemli
olan sadece, bir partinin gayelerine göre, hür demokratik ana nizama zarar
vermek veya onu bertaraf etmek maksadının olup olmadığıdır.
Gayelerinden
bu maksat halihazırda isbat edilebiliyorsa, onun düşüncesine göre bu maksadın
başarıya erişeceği veya erişmesi lazım gelen zamanın hukukî bir önemi yoktur.
Kanun vazıının maksadı, Anayasanın devamı müddetince, hür demokratik ana nizamı
zedeleyecek hiçbir partinin inkişafına müsaade etmemektir.
Bir
partinin hedefleri kaideten şunlardan anlaşılır:
Programından
ve diğer parti makamlarının açıklamalarından, partinin siyasî ideolojisi
hakkında söz söylemeye yetkili olarak tanınmış muharrirlerin yazılarından,
ileri gelen görevlilerin sözlerinden, partinin içinde kullanılan eğitim ve
propaganda vasıtalarından ve bunlardan başka parti tarafından çıkarılan veya
onun nüfuzu altında bulunan gazete ve dergilerden bu çıkarılır. Parti
organlarının ve taraftarlarının -yalnız üyelerinin değil- tutumları, maksadın
tesbiti hususunda, netice çıkarmaya imkân verebilir.
Bütün
gayelerin yazılı olması veya herhangi bir suretle tespit edilmiş bulunması
anlamında, maksadın yazılı delillere dayanması şeklinde Anayasanın 21 inci
maddesinin ikinci fıkrasında bir hüküm yoktur. Bir partinin Anayasaya aykırı
maksatlarının, hiçbir zaman açıkça ilan edilmediği bilinen bir keyfiyettir.
Geçen on yılın siyasi tecrübeleri, bir siyasî partinin kullandığı siyasî
vasıtaların şeklinden, hareketlerinin tarzından, onun hukukî maksadını anlamak
ve sahte olanları ayırt etmek için kâfi derecede bilgi vermiştir.)
Yani,
Alman Anayasa Mahkemesi, ancak bu çerçevede değerlendirme yapılırsa sonuç
alınabilir diyor.
Bu
genel açıklamalardan sonra Fazilet Partisinin Refah Partisinin devamı
niteliğinde bir parti olup olmadığının değerlendirilmesini yapabiliriz:
1-
Sokaktaki çocuktan, en olgun ve deneyimli kişilere kadar halkımızın tamamına
yakınında, Fazilet Partisinin, Refah Partisinin devamını sağlamak için
muvazaalı bir şekilde kurdurulmuş bir parti olduğu kanaati vardır. Hâlâ
anlayamayan varsa, sokaktaki ilk rastladığı kişiye sorup öğrenebilir.
2-
Saygınlığı olan ve objektif yayın ilkelerini benimsemiş tüm basın ve yayın
organlarında aynı kanaati vurgulayan manşetler yer almıştır. Birkaç örnek
vermek gerekirse;
"Refah
Partisi Fazilet'e taşınıyor. Erbakan talimatı verdi, milletvekilleri akın akın
Fazilet'e geçti" başlıklı 24.2.1998 tarihli Yeni Yüzyıl Gazetesiyle,
"Fazilet'e akın. Erbakan işareti verdi, eski Refahlılar yeni partiye
koştu" başlıklı 24.2.1998 tarihli Milliyet Gazetesi, "Hoca yapacağını
yaptı. Fazilet Partili Kavakçı, Erbakan'ın talimatıyla Genel Kurul Salonuna
türbanlı girdi. Tahrik tutmadı" başlıklarıyla çıkan 3.5.1999 tarihli
Radikal Gazetesi (söz konusu gazeteler 7 numaralı zarfta bulunmaktadır)
Refah
Partisinin kapatılmasına ilişkin gerekçeli kararın Resmî Gazetede yayınlandığı
gün 22.2.1998 günü, saat 14.00'te Necmettin Erbakan'ın, Balgat'taki konutuna
gelen İstanbul Milletvekili Ali Oğuz "yeni oluşumdaki parti liderliği
görevi kime verilirse verilsin en iyi şekilde yerine getirilecektir. Bu emanet
kime tevdi edilirse bihakkın yapar. Şu anda Recai Bey, Tayyip Bey, Bülent Bey
üzerinde duruluyor. Ama, bunlardan hiçbirine isabet etmez de Hoca, sıradan bir
arkadaşımıza 'sen yap' diyebilir" dedi. Gazetede... Pardon, bu
söylediklerim, Anadolu Ajansı Bülteninden, bütün gazetelere verilmiş.
"Hoca, sıradan bir arkadaşımıza 'sen yap' diyebilir dedi. Ali Oğuz 'yeni
kurulacak parti konusunda bir netlik var mı' ' şeklindeki soruya 'zaten bir
tane kurulmuş partimiz var, onunla yürürüz' dedi" diyor.
3.5.1999
tarihli Radikal Gazetesinde Neşe Düzel ile, temelli kapatılan Refah Partisinin
Genel Başkan Yardımcısı Şevket Kazan arasında "Pazartesi Konuşmaları"
başlığıyla verilen bir söyleşi yayınlandı. Bu söyleşide:
"NEŞE
DÜZEL - Fazilet'te yeni bir hareketin başladığı ve bu hareketin eskileri
tasfiye etmek istediği söyleniyor. Tasfiye edilebileceğinizi düşünüyor musunuz'
Yoksa sizi tasfiye edebilecek bir güç yok mu'
ŞEVKET
KAZAN - Tasfiye diye bir şey söz konusu değil; öyle olması isteniyor. Bazı yeni
gelmiş, bizi tam tanımamış insanlar üzerinde birtakım etkiler oluşturulmak
istenebilir; ama, onlar da gelip bizi tanıyacaklar. Ben, bu camianın abisiyim.
Ne bana ne de Erbakan Hoca'ya dargın, kızgın kimse yok. Hem Tayyip meselesi
yeni değil; on yıldan beri söyleniyor. Bu çocuk benim yanımda büyüdü. Ben,
1977'de İstanbul Belediye Başkanı adayı iken, bu, duvarlara afiş yapıştıran bir
delikanlıydı; yanımızda gelişti.
NEŞE
DÜZEL - Bülent Arınç başkanlığa aday olacağını söyledi.
ŞEVKET
KAZAN - Bülent Arınç güzel konuşmakla parti lideri olamaz. Başkan olmaya layık
olan, Recai Bey gibi konuşur. Genel başkan olacağım demekle kimse genel başkan
olamaz. Bu, yetenektir. Biz, Refah'ta, kendimizden sonra lider kadro
hazırladık. Her şeyin bir zamanı vardır.
NEŞE
DÜZEL- Siz ve Erbakan bugün yasaklı iki politikacısınız. Yeniden siyasete
dönmeyi düşünüyor musunuz'
ŞEVKET
KAZAN - Siyasetten kopmadık ki, dönelim. Ben, siyasetin her bakımdan içindeyim,
kanun teklifleri hazırlayıp 'Mecliste bunları kanunlaştırın' diye arkadaşlarıma
gönderiyorum" şeklinde konuşmalar bulunmaktadır. (Bu gazete de 7 numaralı
zarfın içindedir)
3-
Kapatılan Refah Partisinin eski milletvekilleri, kapatılma tarihinden çok kısa
bir süre sonra ve toplu halde Fazilet Partisine geçmişlerdir.
4-
Anayasamızın 69 uncu maddesinin sekizinci fıkrasına göre "Bir siyasî
partinin temelli kapatılmasına beyan ve faaliyetleriyle sebep olan kurucuları
dahil üyeleri. Anayasa Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararının
Resmî Gazetede gerekçeli olarak yayınlanmasından başlayarak beş yıl süreyle bir
başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve denetçisi olamazlar."
Bir
siyasî partinin kapatılmasına beyan ve faaliyetleriyle sebep olmamış üyelerinin
hepsi bir başka partide görev yapabilirler mi' Buna Fazilet Partisinin
kapatılması istemiyle dava açtığımız tarihte verilecek cevap kesinlikle
"hayır" dır.
Zira,
değişiklikten önce kanun koyucu, temelli kapatılan bir partinin başka bir parti
adı altında devamını önlemek için önemli bir tedbir düşünmüştür. 2820 sayılı
Siyasî Partiler Kanununun değişiklikten önceki ve Anayasamıza aykırı bir yönü
bulunmayan 95 inci maddesine göre "temelli kapatılan siyasî partilerin
kapatılma tarihinde üyeliği devam eden..." dikkat edin " kapatılma
tarihinde üyeliği devam eden kurucuları, genel başkanı, merkez karar ve yönetim
kurulu ile her kademedeki yönetim ve disiplin kurulu üyeleri ve Türkiye Büyük
Millet Meclisi siyasî parti grubu üyeleri..." yani, bütün milletvekilleri
"... başka bir siyasî partinin kurucusu, yöneticisi ve denetçisi
olamazlar." Parti kapatma davası açtığım tarihte bu hüküm yürürlükte.
Yasanın
bu açık hükmüne rağmen ve âdeta Fazilet Partisinin Refah Partisinin devamı
olduğunu kanıtlamak istercesine, bir kısmı kurucu da olan Refah Partisinin
Merkez Karar ve Yönetim Kurulu üyelerinden Recai Kutan, Abdullah Gül, Rıza
Ulucak, Fehim Adak, Musa Demirci, Abdülkadir Aksu, Oğuzhan Asiltürk, İsmail
Kahraman, Cevat Ayhan, Necati Çelik, Bülent Arınç, Azmi Ateş, Temel
Karamollaoğlu, Süleyman Arif Emre, Bahri Zengin, Fuat Fırat, Refah Partisinden
Fazilet Partisine geçen Türkiye Büyük Millet Meclisi Refah Partisi Grubu
üyelerinden İbrahim Ertan Yülek, Mehmet Altınsoy, Ömer Vehbi Hatipoğlu, Mustafa
Kamalak ve Şeref Malkoç yasaya aykırı olarak Fazilet Partisi Merkez Karar
Yönetim Kurulu Üyesi, Ali Güneri ise, Denetim Kurulu Üyesi olmuşlardır. (Bu
husustaki belgeler 9 numaralı zarftadır)
Her
ne kadar Siyasî Partiler Kanununun 95 inci maddesi, dava açmamızdan sonra
"Bir siyasî partinin kapatılmasına söz ve eylemleriyle neden olan
kurucuları dahil, Anayasa Mahkemesinin kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmî
Gazetede gerekçeli olarak yayınlanmasından başlayarak beş yıl süreyle bir başka
partinin kurucusu, üyesi ve denetçisi olamaz" şeklinde değiştirilmişse de;
bu değişiklik de eskiden milletvekili dahil, işte, yönetici, merkez karar...
olamazken, ki, buradaki hükme rağmen oldular, şimdi sadece kapatılmaya neden
olanlarla sınırlandı... Refah Partisinin Merkez Karar ve Yönetim Kurulu
Üyelerinin hemen hepsinin, Fazilet Partisinin Merkez Karar ve Yönetim Kurulu
üyesi olmalarının. Fazilet Partisinin Refah Partisinin devamı niteliğinde bir
parti olduğu izlenimini yaratmak için yapıldığı herkes tarafından
bilinmektedir.
5-
a) " Erbakan son sözünü söyledi -bu, Radikal Gazetesinin 13 Mart 1999
tarihli nüshası, 6 numaralı zarftadır- 'Meclise gidin ve gereğini yapın' Hoca
Gemileri Yaktı. Erbakan, Fazilet Partisini bölme pahasına küskünleri
desteklemekte kararlı; Kutan'a 'seçimlere bensiz girmek içine siniyor mu ''
diye çıkışan Hoca, partililerin 'vazgeçelim' çağlılarını umursamıyor" manşetiyle
çıkan...
Buna
paralel olarak Demokrat Türkiye Partisinin "22 Mart 1999 Pazartesi günü
yapılacak güven oylamasından sonra, yani, 23 Mart 1999 Salı gününden itibaren
Genel Kurulda kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesine devam olunması"
önerisinin, Fazilet Partili Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanvekili Yasin
Hatipoğlu tarafından, tamamen usule aykırı şekilde gündeme alınıp oylanmasının
sağlandığını belgeleyen, 21.3.1999 tarihinde yapılan 60 ncı Birleşime ait
Türkiye Büyük Millet Meclisi tutanak dergisi, dosyada bulunmaktadır
Nitekim,
Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri Ahmet İyimaya, Nejat Arseven ve 151
milletvekilinin başvurusu üzerine Mahkemeniz, 26.3.1999 gün ve 14/6 sayı ile,
söz konusu önergenin doğrudan gündeme alınmasıyla ilgili 21.3.1999 günlü, yani,
Yasin Hatipoğlu'nun usulsüz olarak yönettiği Genel Kurul kararının Anayasaya
aykırı olduğuna ve iptaline karar vermiştir.
Genel
Kurul toplantısından sonra, araç telefonuyla yaptığı konuşmada Yasin Hatipoğlu.
Necmettin Erbakan'a "Şu yaptığımız işlerin hiçbiri, ne usule uygun ne
kitaba uygun; ama, yaptık; bir noktaya götürdük, bundan sonra arkadaşlar gayret
edecekler, indirecekler aşağıya" demiş, güven oylamasının da usule aykırı
bir şekilde yapılmasını isteyen Necmettin Erbakan, Yasin Hatipoğlu'na
"Başladığın işi tamamlarsan madalyayı tam alırsın, yarıda bırakıp gidersen
madalya yarım olur"demiştir.
Tüm
bu delillerden, Fazilet Partisinin, kapatılan Refah Partisinin başka bir adla
kurulmuş devamı niteliğinde bir parti olduğu açıklıkla anlaşılmaktadır.
c)
Başsavcılığımın da, Mahkemenizin de karşılaştığı en büyük güçlük, Anayasa
Hukuku, Ceza Muhakemeleri Usulü Hukuku ve Siyasî Partiler Hukuku sahalarında
uzman kişilerin, özellikle:
1-
Demokrasilerde siyasî parti kapatılamaz,
2-
Çağımız özgürlükler çağıdır; düşünce, ülkemizde suç sayılıyor,
3-
Hukuka aykırı şekilde elde edilen deliller, hiçbir zaman hükme esas alınamaz
şeklinde görüşleri mütemadiyen ileri sürerek ve Anayasamızın 90 ncı maddesine
yanlış anlamlar yükleyerek, biz uygulamacıları yanıltmaya çalışmaları ve
giderek de daha çok taraftar kazanmalarıdır.
Bu
gidişle, anayasal düzenimizi hukuk yoluyla savunmamız, suçlarla yasal yollardan
mücadele edebilmemiz olanaksız hale gelecek.
Uzmanlarımız
niçin bu haldedir'
8.3.1992
tarihli New York Times Gazetesinde de yayınlanan, 1994 yılında Harp Akademileri
Yayınları arasında çıkan "Bugünün ve Geleceğin Güç Merkezleri ve
Genelgeleri ile Türkiye'ye Etkileri" adlı kitapta yer alan 1963 yılında
Başbakanken yaptığı bir konuşmada İsmet İnönü şu gerçekleri dile getiriyor:
"Daha
bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlenmesini istiyorsunuz. Herkes aynı
şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu' Karar vereceğim ve işi
teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar' ve
öneriler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu' Hepsinin çevresinde 'uzman'
denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi
sürüncemede bırakmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir
görev veriyorum, sonucu bana gelmeden Washington'un haberi oluyor. Sonucu
memurdan önce sefirden öğreniyorum. Bağımsızlık savaşından sonra Lozan'da esas
mücadele bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa sınırlar zaten fiilî durum idi.
Tazminat işini iki devlet arasında çözerdik. Bütün mücadele, idaremize yapılmak
istenen müdahale yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük ödünlerde
bulunmaya hazırdılar. Dayattık. Biz, onların neden ısrar ettiklerini
biliyorduk. Onlar bizim neden inatla reddettiğimizi biliyorlardı. Böyledir bu
işler, peygamber edasıyla size dünyaları vaadederler. İmzayı attınız mı ertesi
gün gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, -üsleri gelmiştir.
Ondan sonra sökebilirsen sök, gitmezler. Ancak bu sorunun üzerine vakit
geçirmeden gitmek gerek. Yoksa ne bağımsız dış politika, ne bağımsız içpolitika
güdemezsiniz, havanda su döversiniz. Fakat, sanmayınız ki, bu kolay bir iştir.
Denediğinizde başınıza neler geleceği de bilinmez."
1999
yılında yayınlanan, kısa bir sürede tükendiği için genişletilmiş ikinci baskısı
yapılan. Metin Aydoğan tarafından yazılan "Bitmeyen Oyun" adlı eserde
yer alan belgeye göre. Amerikan yardım teşkilatından Richard Podol,
Washington'a gönderdiği raporda "Türkiye'de önemli mevkilerde Amerikan
eğitimi görmemiş bir Türk'ün bulunduğu bakanlık ya da iktisadî devlet kuruluşu
hemen hemen kalmamıştır. Müsteşarlık ve genel müdürlük mevkilerinden de daha
yüksek görevlere kısa zamanda geçmeleri beklenmektedir. Amerikan Yardım
Teşkilatı, bütün çabalarını bu guruba yönetmelidir." diyor.
Bizleri
yanıltmaya çalışan hukukçu uzmanların bir kısmı sadece dış güdümlü değildir;
içlerinde çıkar amaçlı suç örgütlerinin avukatlığını üstlenmemiş veya irticaî
faaliyette bulunan veya bölücü örgütlerden ve partilerden "bilirkişi
ücreti veya danışmanlık ücreti" adı altında astronomik ücret almamış pek
az kişi kalmıştır. Bu örgütlerin dış destekli parasal güçleri astronomik
boyuttadır ve şimdi Türk basınını tamamen kendi güdümlerine almaya
çalışmaktadırlar. Amaçlarına bilerek ve bilmeyerek hizmet eden kişiler
desteklenecek, başta Türk ordusu ve adliyemiz olmak üzere kamu düzenimizi ve
ülke bütünlüğümüzü korumaya çalışan kişi ve kurumlar yıpratılacaklardır.
Bir
kısmını Fazilet Partisi hakkında hazırladığım "Esas Hakkında Görüşde"
de açıklığa kavuşturmaya çalıştığım gibi;
1.-
Devlet nizamına aykırı bir partinin tutumunun bilinerek göze alınması; devletin
düşman partilere karşı korunmasının, seçmenlerin oylarını vermemesi şeklinde
ifadesini bulması gerektiği görüşü, biraz önce açıkladığım gibi eski bir
görüştür.
Demokratik
ülkelerde, anayasa dışı eğilimi olan veya bölücülük yapan siyasî partilere
ilişkin kısıtlayıcı hükümler ve örgütlü suçlarla mücadele edebilmek için
kişisel özgürlüklerin kısıtlanması, son elli yıl içinde her geçen yıl biraz
daha artarak devam etmektedir.
Hukuk
devletlerinde, yasalar mutlaka uygulanır. Batılı hukukçular için söylenen, işte
o yasalar varda uygulanamıyor, uygulanmıyor sözü, kesinlikle geçerli değildir.
Orada yasa varsa, değiştirilinceye kadar mutlaka uygulanır.
Demokratik
ülkelerde partiler anayasal düzenlerine aykırı eylemler yapmadıkları, mahkeme
kararlarına saygılı davrandıkları için kapatılmıyorlar, yoksa yasalar müsait.
Bunun
aksi bir tek şekilde kanıtlanabilir. Refah Partisi gibi söylemleri olan veya
HADEP gibi eylemleri olan bir parti, gerçek bir demokratik ülkede ortaya çıkar
ve kapatılmaz veya İngiltere ve Fransa'da olduğu gibi kapatılmıştan beter hale
sokulmaz. O zaman biz de, doğruları söylemeyi alışkanlık haline getirmiş bir
kişi olarak "demokrasilerde siyasî parti kapatılmaz veya böyle partilere
karşı yasal tedbirler alınmaz" deriz.
Burada
denebilir ki, Türkiye Birleşik Komünist Partisi ile Sosyalist Partinin
kapatılmasını, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, sözleşmeye aykırı buldu.
Gerçekten, hiçbir eylem olmadığı halde, Anayasamız ve Siyasî Partiler Kanunumuz
böyle emrettiğimiz için Türkiye Birleşik Komünist Partisi kapatılmıştı.
12.8.1999
tarihinde kabul edilen 4445 sayılı Yasa ile Siyasî Partiler Kanununun 104 üncü
maddesinin birinci fıkrası değiştirilmiş, tüzük ve programları nedeniyle
partilerin kapatılması zorlaştırılmıştır. Ancak, sözkonusu fıkranın atıfta
bulunduğu Siyasî Partiler Kanununun değişik 101/a maddesi gereğince -bu
değişiklikten sonraki metin- yine de "Bir siyasî partinin tüzük ve
programının, devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğün,
insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğin,
demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı olması, sınıf ve zümre
diktatörlüğünü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlaması, suç işlenmesini teşvik
etmesi halinde -yani, sadece tüzük ve programda bunların bulunması- Anayasa
Mahkememiz, o parti hakkında kapatma kararı vermek zorundadır. Bu yılın yaz
aylarında yapılan değişiklikte de, bu hüküm korunuyor.
Anayasamızın
90 ıncı maddesinden ne anlaşılması gerektiği ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi
kararlarının bağlayıcılığı konusundaki görüşlerimizi, Fazilet Partisine ilişkin
esas hakkındaki görüşümüzü bildirirken açıklamıştık. Burada tekrarlamayacağım;
ancak, 12.1.2000 günü, Ankara Barosunun düzenlediği Hukuk Kurultayında, Prof.
Dr. Ergun Özbudun'un da -ki, onun görüşlerine değinmemiştim- benzer görüşleri
yinelediğini söylemekle yetineceğim; yani, benim 90 ıncı madde konusunda
söylediklerimi Ergun Özbudun bu toplantıda aşağı yukarı aynen söyledi.
Yeri
gelmişken soruyoruz: İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin ilkelerine uymuyor diye
1999 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisinin kabul ettiği bir yasayı
uygulamayacak mıyız' Elbette uygulayacağız. Bizi bağlayan İnsan Hakları Avrupa
Mahkemesi Kararlarındaki gerekçeler değil, Anayasamız veya yasalarımızdır.
İnsan
Hakları Avrupa Mahkemesinin, Sosyalist Parti hakkında verdiği karar sözleşmeye
uygun değildir. Bu mahkemenin işleyişini en yakından bilen ve yıllarca
mahkemede savunmalarımızı hazırlamış olan Prof. Dr. Aslan Gündüz, Yeni Türkiye
Dergisinin Temmuz-Ağustos sayısında yayınlanan makalesinde, bu konuda, şöyle
diyor:
"Önemli
sonuçları olabilecek bir başka karar ise, 25 Mayıs 1998'de İnsan Hakları
Mahkemesinin bu defa Sosyalist Parti davasında, Anayasamız ve devlet
sistemimizle ilgili olarak verdiği karardır. Bu defaki karar yenilir yutulur
cinsinden olmayan ifadeler taşımaktadır. Türkiye'nin bu kararla ihdas edilen
düzeni kabul edip etmeyeceğini bilmiyoruz. Daha doğrusu, bu konuda kimin hangi
kararı alacağını da bilmiyoruz; ama, şurası bir gerçektir ki, mahkeme, Atatürk
ile kurulan cumhuriyetin temellerini sarsabilecek önerilere yeşil ışık yakmış
görünmektedir. Etkili Türk kamuoyunun bunu bildiğini sanmıyoruz. Sorun,
kamuoyundan sanki gizli tutulmaktadır. Eğer durum böyleyse, bunun kaçınılmaz
sonuca hiçbir olumlu etkisi olmayacaktır.
Mahkemenin
kararı, Türkiye'nin tartışılmaz devlet yapısını, üniterliğini, resmî dilini,
bayrağını tartışma konusu yapan, etnik bir esasa göre değişmesini isteyen
Sosyalist Partinin resrnî yayınlarını ve yetkililerin konuşmalarını sözleşmeye
uygun bulmakta ve Anayasamızın ilgili hükümlerini ve Anayasa Mahkemesinin bu
konudaki kararını ve devletin yapısını örtülü bir şekilde demokrasiye ve
sonuçta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı bulmaktadır.
Olayların
cereyan ettiği mekandan soyut bir şekilde davayı ele alan mahkeme, Sosyalist
Partisi yöneticisinin sözlerinde samimi olmayabileceğini kabul ediyor; ama,
onları yalanlayacak somut kanıt olmadığı için, onları doğru kabul ediyor.
Ancak, aynı şekilde olaylara Strazburg'daki hâkimlerden daha yakın olan millî
makamların, bu arada Anayasa Mahkemesinin millî birlik için öngördüğü tehlikeyi
neden doğru olarak kabul etmediği doğrusu kuşkuya yer veriyor. Kanın döküldüğü
yerde bir partinin, giderek oradakilere 'ey ahali, sizin hakkınız var, aslında
hakkınız yeniliyor, devlet kurma hakkınız var, ayrılma hakkınız var, bunlar
inkâr ediliyor... Bu devlet sizin değildir" gibisinden bir program ve
söylemle ortaya çıkarsa, bunun barışa katkısı olmayacaktır. Bu gibi bir ifade
özgürlüğünü sözleşme korumamaktadır ve korumamalıdır.
Strazburg'daki
mahkemenin self-determinasyon konusunda kararlar vermeye yetkisi yoktur. Bu
davada yaptığı değerlendirmede olayları ve sonuçlarını hiç de iyi düşünmediği
açıktır. Bu dava, Türkiye'nin devlet yapısını, tarihin en kanlı terör
olaylarının yaşandığı bir sırada sorgulayan ve silahla bir bir yere varmaya
çalışan gruplara cesaret vermeye müsait bir karardır. Bu karar. İngiltere'ye
karşı verilemezdi, Almanya'ya karşı da verilemezdi, Fransa'ya karşı da
verilemezdi; ama, bize karşı verildi.
Şimdi
Türkiye'nin geldiği ilginç bir nokta var. Eğer bu mahkemenin kararlarına
tümüyle uyulursa, sonunda Kemalist devlet yapısı dahil olmak üzere Anayasada
yazılı olan birçok şeyin değiştirilmesi gerekecektir. Bu, sessiz sedasız bir
şekilde ve mahkeme vasıtasıyla ideolojisiz bir anayasayı benimsemek anlamına
gelir. Bu haliyle devlet bir arada tutulabilir mi' Onu bilemiyoruz diyor bu
değerli ve bizi yıllarca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde savunmaya çalışmış
profesörümüz.
2.-
Ülkemizde düşünce değil "Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedef alan yazılı ve sözlü propaganda
ile toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak ile "halkı, sınıf, ırk, din,
mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik
etmek" yasaklanmıştır.
Ord.
Prof. Dr. Sulhi Dönmezer'in, 18.4.1998 tarihinde Milliyet Gazetesinde Nilgün
Cerrahoğlu ile yaptığı söyleşide belirttiği gibi "bu çeşit yasaklar hemen
bütün demokratik ülkelerin yasalarında vardır. Zaten böyle yasaklar olmasa
millet birbirinin boğazına saldırır." Bunu söyleyen Dönmezer.
İnsan
Hakları Avrupa Mahkemesi dahi, TCK'nun 312 nci maddesini sözleşmeye aylan
bulmamıştır. Bunu açıkça, büyük heyet olarak, verdiği bir karara yazmıştır.
Bu
çeşit maddeler, açık, somut ve yakın tehlike şartlarının oluştuğu ülkelerde
daha fazla uygulanır. Ülkemizde bu çeşit yasaları ihlâlden daha çok mahkumiyet
kararı veriliyorsa, irtica ve bölücü eylemlerin hiçbir demokratik ülkede
olmadığı kadar artmış olmasından dolayıdır. Tehlike arttı diye yasaların
uygulanmasından vazgeçilemez, aksine o yasalar acımasızca ve aynen
uygulanmalıdır, yoksa tehlikeyi bertaraf edemeyiz.
Ne
çeşit propaganda ve tahriklerin açık, somut ve yakın tehlike oluşturacağını her
ülkenin hâkimi daha iyi takdir eder.
İnsan
Hakları Avrupa Mahkemesini oluşturan hâkimlerin, bizim bazı uygulamalarımızı
doğru değerlendirememeleri doğaldır. Nitekim biz de, onların bazı
uygulamalarını anlayamıyoruz. Mesela düşünce hürriyetine getirilebilecek en
büyük kısıtlama olan ve İngiltere'nin yıllarca yaptığı sansür uygulamalarını,
yine İngiltere'nin sözleşmeyi ihlâl ederek, hâkim kararı olmadan tutuklama
yapması ve tutuklulara tutuklama nedenlerinin bildirilmemesinin İnsan Hakları
Avrupa Mahkemesince toleransla karşılanmasını biz anlayamıyoruz.
Türkiye
Cumhuriyeti, maruz kaldığı tehlikelere oranla, en az yasal kısıtlamalara
başvurmuş, en demokratik davranabilmiş ve insan haklarını ihlal etme bakımından
sicili en temiz ülkedir.
Ülkemizde
en vahim insan hakkı ihlallerine, devlet görevlileri değil. Birleşmiş Milletler
kararlarına aykırı olarak dünyanın gelmiş geçmiş en kanlı terör Örgütü olan
PKK'ya destek veren ve çoğu Avrupa Birliğine üye olan devletler sebep oluyor.
Türkiye
Cumhuriyeti, yasaları çağdışı olduğu için değil, sözde insan hakları
savunucuları sayesinde alınması gereken yasal ve idarî tedbirleri alamadığı,
mevcut yasalarını da uygulayamaz hale getirildiği için hukuk devleti olmaktan
çıkmıştır. Terör örgütleri, binlerce okulda eğitim yaptırmıyor, milyonlarca
çocuğumuzu yıllarca öğrenim hakkından yoksun bırakabiliyor. Benim devlet
görevlilerim cezaevi koğuşlarına bile giremiyor. Terör örgütleriyle organik
bağlantısı olduğu belirlenen siyasî partiler dahi faaliyetten alıkonamıyor.
Devletimizin, devlet güvenliğini ilgilendiren konularda bile, yasal yollardan
bilgi toplaması olanaklı hale getirilemiyor. Ülkenin belli yörelerinde
cangüvenliği, korkusuzca yaşama, seyahat ve yatırım yapma özgürlüğü yok
edilmiş, çıkar amaçlı suç örgütleri her yıl bir önceki yıla göre daha etkin
hale geliyor. Mahkemelerimizde, tüm demokratik ülkelerin mahkemelerinde
sanıkların cezalandırılabilmesi için rahatlıkla kullanılabilen delillerin bir
kısmı kullanılamıyor. Ülkem bir suçlular cenneti haline getirilmiş, masumu korumanın,
sanığı korumak kadar önemli bir insan hakkı olduğunu düşünen yok. Yasalarımıza
en saygılı olması gereken bazı barolarımızdaki yasalarımızı açıkça ihlal
etmekten çekinmiyorlar. Mesela terör örgütüne üye olmak ve yataklık yapmak
suçlarından, TCK'nun 168 ve 169 uncu maddelerinin uygulanması suretiyle devlet
güvenlik mahkemelerince mahkum olan avukatların, yasalarımıza aykırı bir
şekilde avukatlık yapmalarına "biz devlet güvenlik mahkemelerinin
kararlarını tanımıyoruz" diyerek izin veriyorlar. Siyasî partiler, mahkeme
kararlarına uymayacaklarını açıkça ilan edebiliyorlar. Böyle bir devlete hukuk
devleti denebilir mi' Böyle bir ülkede hukukun üstünlüğünden söz edilebilir mi'
Gerçek insan haklarının hayata geçirilmesi için atılan her adımın, insan hakkı
ihlali olarak ilan edildiği başka ülke dünyada yok.
3.-
Hukuka aykırı şekilde elde edilen delillerin mahkemelerimizde kullanılıp
kullanılamayacağına ilişkin olarak bazı hukukçularımızca ileri sürülen
görüşlerin hiçbiri, çağdaş ülkelerin uygulamalarıyla bağdaşmıyor. Şöyle ki;
a-
Bu konuda bilim adamlarının görüşlerini ve çağdaş ülkelerin uygulamalarını
kitap haline getirdiğim "Fazilet Partisi Hakkında Esas Hakkında
Görüş"ün 73-96 ıncı sayfalan arasında ayrıntılarıyla açıkladığım için
burada tekrarlamayacağım.
b-
Ancak, aksi görüşte olanlar, özel şahıslarca, hırsızlık suretiyle bile olsun,
hukuka aykırı şekilde elde edilmiş delillerin hükme esas alınamayacağına
ilişkin, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi dahil, çağdaş ve demokratik ülke
mahkemelerinden verilmiş bir tek örnek karar dahi gösteremezler. Ben de bu
konuda iddialıyım. Desinler ki, herhangi bir hukuka aykırı delili, bir özel
şahıs, hatta hırsızlık suretiyle getirdi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bunu
kabul etmiyor veya dünyanın herhangi bir çağdaş ülkesindeki mahkeme bunu kabul
etmiyor. Veremezler, ben çok iddialı söylüyorum, versinler görelim.
Ben
burada, görüşlerimi doğrulayan pekçok karara, söz konusu kitapçıkta değindiğim
için, orada değinmediğim telefon dinlemeyle ilgili çok önemli karara burada
değineceğim.
İnsan
Hakları Avrupa Mahkemesi Schenk davasında, kendisinden karısını öldürmesini
isteyen kocasının telefon konuşmasını gizlice banda kaydeden katilin verdiği
bandın delil olarak kullanılmasını "mahkemenin bütünüyle dürüst bir
şekilde yargılama yapması şartıyla hukuka aykırı bir şekilde yapılan bant
kaydının sözleşmeye uygun olduğu" gerekçesiyle kabul etmiştir.
c-
Dünyanın hiçbir yerinde savcılar, ama özel şahıslarla, ama devlet
görevlilerince getirilsin, bir delil, hukuka aykırı şekilde elde edildi diye o
delili dosyadan çıkarmak, başka bir deyişle davayı gören mahkemenin bilgisine
sunmamak hakkına sahip değildir. Savcının böyle bir eylemi suç oluşturur. Böyle
bir delilin dosyadan çıkarılması için dava açma hakkı bir tek Amerika'da kabul
edilmiştir. Ona da görevli hâkim karar verir, savcı değil. Bizim hukukumuzda
böyle bir dava hakkı yoktur. Hiçbir mahkeme, herhangi bir delilin dosyadan
çıkarılmasına karar veremez, o delili de incelemek zorundadır. Ancak, bir
halde, o da soruşturma ve kovuşturma organlarınca hukuka aykırı şekilde elde
edildiği kanaatine varırsa, sadece hükme esas alamaz -yasa böyle diyor- yani
mesela mahkumiyet kararında bu delile de dayandığını vurgulayamaz. O kadar;
yani, mahkemenize verilmiş yetki bundan ibarettir.
d-
CMUK'nun 254 üncü maddesindeki "soruşturma ve kovuşturma organlarının
hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas alınamaz" hükmünü
de, doğru ve yasanın amacına uygun bir şekilde yorumlamak gerekir. Yasa koyucu,
bu hükmüyle, Anayasal düzenimize kastedenler, caniler, çıkar amaçlı suç örgütü
mensupları kolaylıkla cezalandırılmaktan kurtulsun diye kabul etmemiştir.
Dikkat edilirse, kanuna aykırılıktan söz edilmiyor, hukuka aykırılık
vurgulanıyor. Kanun ve hukuk kelimeleri her zaman aynı anlama gelmez. Mesela Hitlerden
bahsederken, Hitlerin kurduğu devlet için -kanun devletiydi, ama-hukuk devleti
değildi diye söz edilir. Burada hukuk kelimesi, hak kelimesinin çoğulu olarak
kullanılmıştır. Herhangi bir insan hakkı ihlaline yol açmayan kanuna
aykırılıklar, hükme esas alınmamasında gerekçe olarak gösterilemez.
Değerli
yazar Türker Alkan, 16.1.2000 tarihli Radikal Gazetesine yazdığı
"Amerika'da Din Neden Güçlüdür" makalesinde, Amerika'da kiliseler,
pekçok diğer toplumdaki kiliselerden farklı olarak herhangi bir politik akımla
işbirliğine girmekten kaçınmışlardır. Yıllardır "Amerika'daki kadar
laiklik, Amerikan türü laiklik" deyip duruyor bazıları. Amerikan Anayasası
ve yüksek mahkemesinin çeşitli kararlarıyla oluşan ayırım duvarını görmezden
gelerek, devlet okullarında İncil okunmasının, dua etmesinin hatta dua
niyetinde bir dakikalık sessiz duruşun bile anayasa mahkemesi tarafından
yasaklandığı Amerika'daki laiklik uygulamasını yumuşak, din derslerinin anayasa
ile zorunlu kılındığı, devletin din adamı yetiştirdiği Türkiye'deki uygulamayı
ise, nedense sert buluyorlar ve laikliği dine karşı bir komplo olarak
görüyorlar. Oysa dinî, en etkin biçimde egemen olacağı, bireysel vicdana
yönlendiren laiklik, hiç de başarılı olamadığı, olmadığı devlet yönetiminden
dini ayırmakla, hem dine hem de devlete büyük bir iyilikte bulunmaktadır. Dine
asıl kötülüğü edenler, din kurumunu devlet işlerine sokarak yıpratanlar, dinî
siyasî ihtiraslarına ve çıkarlarına alet edenlerdir. Amerikan örneğinin de
sergilendiği gibi, din ve devlet işlerinin ayrılması, ancak dinin güçlenmesi ve
etkin olması sonucunu doğurabilir. Bir de bizdeki duruma bakın: Erbakan'dan
Adnan Hocaya, İBDA-C'ye kadar uzanan dine dayalı siyaset girişimleri sonucunda
din güçlendi mi' Yoksa zayıfladı mı; ne dersiniz'
Ord.
Prof. Dr. Sulhi Dönmezer'in, 24.1.2000 tarihinde Ankara Barosunca düzenlenen
Hukuk Kurultayı 2000'e sunduğu 27 sayfalık bildiriyi, sözlü açıklamama ek
olarak bilginize sunuyorum. Bu zarfın içerisindedir. Üye adedince ve karşı
tarafa da tebliğ edilecek kadar getirdim, ek olarak sunduğum için, burada
okuyup, vaktinizi almayacağım.
Burada,
çok istismar edilen bir konuyu daha açıklığa kavuşturarak sözlerime son
vereceğim. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek l nolu protokolün 2 nci
maddesinde şu hükme yer verilmiştir: "Kimse, tahsil etmek hakkından mahrum
edilemez. Devlet, eğitim, öğretim sahasında deruhte edeceği vazifelerin
ifasında ebebeynin bu eğitim ve öğretime kendi dini ve felsefi akidelerine göre
temin etmek hakkına riayet edecektir." Bu sözleşmede yer almış.
Bu
maddede yanlış yorumlanarak, sekiz yıllık eğitim ve imam hatip okullarının
sayısına devletimizce yapılan müdahalelerin Avupa İnsan Hakları Sözleşmesinin
ek l nolu protokolünün andığım 2 nci maddesine aykırı olduğu söylenmektedir.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesinde yıllarca hâkimlik yapan Prof. Dr. Feyyaz Gölcüklü ve
Komisyon Üyesi Prof. Dr. A. Şeref Gözübüyük tarafından yazılan ve 1998'de
ikinci baskısı yapılan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması"adlı
eserde bu madde şöyle açıklanmaktadır;
"Ders
programlarının yapımı ve düzeni ilke olarak devletin takdir yetkisi içindedir.
Aksi halde kurumlaşmış bir öğretim düzeni kurmak imkânsız olacaktır. Buna
karşılık 2 nci madde, devletin eğitim, öğretim alanında üstlendiği görevi
yerine getirirken, programlarda yer alan bilgilerin dağıtımının objektif,
eleştirisel ve çoğulcu olmasına özen göstermesini gerektirir. Başka bir
deyişle, bu hüküm, ana, babanın dinî ve felsefî inançlarına aykırı nitelikte
belli bir fikri aşılama ve amacı gütmesini yasaklamaktadır. İşte, aşılmaması
gereken sınır budur. Amaç, okullardaki ders programlarında ana, babanın inanç
özgürlüğünü korumak ona saygılı olmaktır.
Devletin,
mevcut eğitim düzeni içinde bu inançlara saygılı olması yeterlidir. Devletin,
ana, babanın inançları yönünde eğitim sağlama zorunluluğu yoktur. Devletler,
devlet okullarındaki