ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas
Sayısı:1997/1 (Siyasî Parti Kapatma)
Karar
Sayısı:1998/1
Karar
Günü:16.1.1998
DAVACI : Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı
DAVALI : Refah
Partisi
DAVANIN KONUSU :
Refah Partisi'nin lâiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği
savıyla kapatılması istemidir.
I- DAVA
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 21.5.1997 günlü,
SP.13-Hz.l997/109 sayılı iddianamesinde şöyle denilmektedir:
'Refah Partisi'nin aşağıda ayrıntılarıyla açıklayacağım
eylemleri, Siyasî Partiler Kanununun parti kapatılmasına neden olacak pekçok
hükmünü ihlal etmekle birlikte, 23.7.1995 gün ve 4121 sayılı Yasanın 7 nci
maddesiyle Anayasamızın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrası şu şekilde
değiştirilmiştir.
'Bir Siyasî partinin 68 inci maddenin dördüncü fıkrası
hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına ancak onun bu
nitelikteki fiillerin işlendiği odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince
tesbit edilmesi halinde karar verilir.'
Anılan fıkrada yazılı Anayasamızın 68 inci maddesinin
dördüncü fıkrasında ise; 'Siyasî Partilerin tüzük ve programları ile eylemleri
Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan
haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik
ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü
veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz. Suç
işlenmesini teşvik edemez.' hükmüne yer verilmiştir.
Anayasamızın 11 inci maddesi 'Anayasa hükümleri yasama,
yürütme, yargı organlarını, idare makamlarını, diğer kuruluş ve kişileri
bağlayan temel hukuk kurallarıdır.' hükmünü, 138. maddesi de 'Hakimler,
Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm
verirler' kuralını içermektedir.
Anayasanın 11 ve 138. maddeleri karşısında mahkemelerin
hüküm verirlerken Anayasa hükümlerini dikkate almak zorunda oldukları bir
gerçekliktir. Ancak aynı konuda farklı biçimde düzenlenmiş yasa ve Anayasa
kuralları varsa ne olacaktır'
Bilindiği gibi Anayasadaki yasaklar somut ve soyut olmak
üzere gruplandırılmaktadır. Soyut yasaklar ya da yasaklamalar, içerikleri tam
olarak belirlenmemiş olanlardır. Yasama organı bunları somutlaştırmak ve
Anayasa buyruğunu yerine getirmek zorundadır, yoksa görevini savsaklamış olur.
Soyut yasaklar yasama organınca somutlaştırılmadıkça idare ve yargı tarafından
doğrudan uygulanmazlar. Anayasada yazılı açık ve net yasaklamalar ise,
kendiliklerinden ve doğrudan doğruya uygulanabilir. (Prof. Dr. Bülent Tanör,
Türkiyenin İnsan Hakları Sorunu, s.261-262; Prof. Dr. Tekin Akıllıoğlu, İnsan
Hakları, 1992, 53-54; Prof. Dr. Zafer Gören, Başsavcılığımıza yazdığı görüş
bildirme yazısı).
Anayasa Mahkememiz, 1963 yılında verdiği iki kararda,
Anayasanın, yürürlüğe girdiği tarihte var olan kanunlardaki aykırı hükümleri
kendiliğinden yürürlükten kaldırmasının mümkün olamayacağı belirtilmişse de; o
tarihte yürürlükte olan 1961 Anayasasının geçici 9 uncu maddesinde Anayasa
Mahkemesinin göreve başladığı tarihte yürürlükte olan kanunlar hakkında iptal
davası açılması gerektiği hükme bağlandığından, Anayasa Mahkememizin aksine bir
karar vermesi olanaksızdı. Buna rağmen, 1963 yılından sonra verdiği birçok
karara göre (3.6.1976 gün ve 13/31; 3.7.1964 gün ve 22/54; 13.1.1966 gün ve
26/1; 30.9.1969 gün ve 24/50; 2.8.1967 gün ve 22/22; 30.11.1983 gün ve 8/3;
3.6.1976 gün ve l3/31; 17.8.1971 gün ve 41/67 sayılı kararlar) Anayasada sadece
özü belirlenmiş bir kural değil de, konuyu ayrıntılı ve doğrudan düzenleyen bir
hüküm var ise, Anayasa daha önceki bir kanunun aykırı hükümlerini zımmen ilga
edebilmelidir.
Aslında 1982 Anayasasının 177 nci maddesindeki 'mevcut
kanunların Anayasaya aykırı olmayan hükümleri veya doğrudan Anayasa hükümleri,
Anayasanın 11 inci maddesi gereğince uygulanır.' Açık hükmü karşısında Anayasa
Mahkemesinin değindiğimiz kararlarına tarihi bir değer atfedilebilir.
Danıştay'a göre 'Anayasanın temel hukuk kuralları dışında
bir konuyu ayrıntılarıyla düzenlemesi ve bu hüküm daha önceki kanunlarda
bulunup, aynı konuyu düzenleyen hükümlere aykırı olması halinde, konuyu yeniden
düzenleyen Anayasa hükümlerinin uygulanması tabiidir.'-12.2.1970 gün ve 2/1
sayılı Danıştay İçtihadı Birleştirme Kararı-,
Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararına göre de 'özel kanunun
düzenlediği bir konunun, Anayasa'nın bir hükmüyle açıkça düzenlenmiş olması
halinde zımni ilga bulunduğu, doğrudan doğruya Anayasa hükümlerinin uygulanması
gerektiği belirtilmiştir.' 15.1.1962 gün ve 1/2 sayılı Ceza Genel Kurulu
Kararı-,
23.7.1995 gün ve 4121 sayılı Yasa'nın 7 nci maddesiyle
Anayasamızın 69 ve 68 nci maddesinde, Siyasî Partiler Kanunu'nda yürürlüğe
girmesinden sonra değişiklik yapılmıştır. Bir Siyasî partinin hangi eylemlerin
odağı haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi'nce tesbit edilmesi halinde temelli
kapatılmasına karar verileceği, Anayasamızın 68 inci maddesinin dördüncü
fıkrasında açık, net ve hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde belirtilmiştir.
0 halde, bir Siyasî partinin lâik Cumhuriyet ilkelerine
aykırı eylemlerin odağı haline gelip gelmediği, Siyasî Partiler Kanununun 103.
maddesi gözönünde tutularak değil, Anayasamızın 69 uncu maddesinin altıncı
fıkrası yollamasıyla 68 inci maddesinin dördüncü fıkrası gözönünde tutularak
belirlenmelidir.
Siyasî Partiler Kanunu tümüyle yürürlükten kaldırılsa,
Anayasamız doğrudan uygulanarak bir Siyasî parti kapatılmayacak mıdır' Elbette
kapatılabilecektir ve bu konuda doktrinde oybirliği vardır.
Özel yasa olan Siyasî Partiler Kanunu yürürlükte olduğu
sürece, açık ve net olan Anayasa hükümleri dahi uygulanamaz. Kaldırılsa
uygulanabilir demek de mümkün değildir. Çünkü Anayasa hükümlerinden hiçbiri
'yedeknorm' niteliğinde değildir ve normlar hiyerarşisinde en üst mevkidedir.
Bütün bu nedenlerle Başsavcılığımız, lâiklik ilkesine
aykırı eylemlerin odağı haline geldiği için Refah Partisi hakkındaki kapatma
istemini, Anayasamızın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrası yollamasıyla 68 inci
maddenin dördüncü fıkrasına dayanarak yapmıştır.
Anayasamıza Göre Lâiklik:
1982 Anayasası'nın 1 inci maddesinde, devlet şeklini
'Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.' diyerek belirtmiş ve 2 nci maddede de
Cumhuriyetin niteliklerini saymıştır. Bu maddeye göre;
'Türkiye Cumhuriyeti, toplumun
huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı,
Atatürk Milliyetçiliğine bağlı başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik,
lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.' Değiştirilemeyecek hükümleri düzenleyen
4. madde, 2. maddedeki cumhuriyetin niteliklerinin değiştirilmez ve
değiştirilmesinin teklif edilmez olduğunu hükme bağlamıştır. Böylece Türkiye
Cumhuriyetinin niteliklerinden olan lâiklik ilkesinin değiştirilemeyeceği
açıkça ortaya konmuş, güvence altına alınmıştır.
1982 Anayasası'nın 'Başlangıç' kısmında yer alan; 'Hiçbir
düşünce ve mülahazanın Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının Devleti ve
ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün, tarihi ve manevi değerlerinin,
Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğin karşısında
koruma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği kutsal din duygularının, Devlet
işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı...'
Şeklinde bu ifade ile 'Lâiklik ilkesi'nin açık ve kesin
surette ortaya konulduğunu görmekteyiz. Ayrıca;
'Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz
kahraman Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve 0 nun inkılâp ve
ilkeleri doğrultusundadır...'
Sözleri ile de Atatürk ilkelerinin benimsenmesi sonucu
zımnen 'Lâiklik ilkesinin' Anayasa'ya yön veren ilkeler arasında bulunduğu
anlaşılmaktadır.
Anayasa'nın 176. maddesine göre, Başlangıç kısmı,
Anayasa'nın dayandığı temel görüş ve ilkeleri belirtir ve Anayasa metnine
dahildir. Aynı maddenin gerekçesinde de Başlangıç kısmının Anayasa'nın diğer
hükümleri ile eşdeğer olduğu ifade edilmiştir.
Batı sözlükleri, lâikliği genel olarak 'din ve
ruhbanlıkla ilgisi olmayan' diye tanımlarlar- Yrd. Doç. Dr. Bihterin (Vural)
Dinçkol, 1982 Anayasası çerçevesinde ve Anayasa Mahkemesi kararlarında
lâiklik-,
Aslında lâiklik dini değil, hukuki bir kavramdır. Hukuki
açıdan lâiklik, kısaca ve genel olarak din işleri ile dünya işlerini ayıran bir
rejimdir. Bu ifade ile anlatılmak istenen, sadece devlet içinde din ve dünya
işleriyle, ilgili otoritelerin birbirinden ayrılması değil, aynı zamanda sosyal
hayatın eğitim, aile, ekonomi, hukuk, görgü kuralları, kıyafet vb. gibi
cephelerinin din kurallarından ayrılarak, zamana ve yaşamın zorunluluklarına,
gereklerine göre saptanmasıdır. Aksi düşünüldüğünde, din işleri ile dünya
işlerini birleştiren bir rejim anlaşılır. -Prof. Dr. Niyazi Berkes, Teokrasi ve
lâiklik, s. 25-,
Lâiklik ilkesi ile dinin Siyasî ve hukuki bir güç olması
engellenir.
Dinler, dünya işlerine karışıp Siyasî bakımdan güç
kazandıkları ölçüde asıl ruhani erklerini gözardı edip, soysuzlaşmaya başlarlar
- Hüseyin Batuhan, Lâiklik ve Dini Taassup, s.60-,
'Demokrasi herşeyden önce lâikliğe dayanır. Gerçek
demokrasiler lâik olanlardır. Zira demokrasinin iki önemli unsuru özgürlük ve
eşitliktir. Bu unsurların gerçekleşmesi ancak, dini zorlamaların olmadığı lâik
toplumlarda mümkündür.
Anayasa Mahkememizin 21.10.1971 gün ve 53/76 sayılı
kararında lâiklik ilkesinin şu unsurları kapsadığı belirtilmiştir:
'a- Dinin devlet işlerinde egemen ve etkili olmaması
esasını benimseme,
b- Dinin, bireylerin manevi hayatına ilişkin olan dini
inanç bölümünde aralarında ayırım gözetilmeksizin, sınırsız bir hürriyet
tanımak suretiyle dini Anayasa inancası altına alma,
c- Dinin, bireyin manevi hayatını aşarak, toplumsal
hayatı etkileyen eylem ve davranışlara ilişkin bölümlerinde, kamu düzenini,
güvenini ve çıkarlarını korumak amacıyla, sınırlamalar kabul etme ve dinin
kötüye kullanılmasını ve sömürülmesini yasaklama,
ç- Devlete, kamu düzenini ve haklarının koruyucusu
sıfatıyla dini hak ve hürriyetler üzerinde denetim yetkisi tanıma
niteliklerinden oluşmuş bir ilkedir'.
Anayasa Mahkememizin 25.10.1983 gün ve 2/2 sayılı kararında,
Türkiye'deki lâiklik anlayışının batıdaki Hıristiyan ülkelerinden farklı bir
yapı ve düşünce biçimine sahip olduğu belirtilmiş ayrıca sosyalist ülkelerin
lâiklik anlayışı ile de benzerlik taşımadığı vurgulanmıştır. Hıristiyan ve
İslam dini inanç ve gereklerinin farklılığına değinildikten sonra kararda şöyle
denilmiştir;
'Dini ve din anlayışı farklı olan bir ülkenin lâikliği, o
ülke batı medeniyetine açık olsa dahi batılı ülkelerdeki anlayış içinde
benimsemesi esasen düşünülemez ve beklenemez.
...Atatürk Devrimlerinin hareket noktasında lâiklik
ilkesi yatar ve devrimlerin temel taşını bu ilke oluşturur. Başka bir anlatımla
lâiklik açısından verilecek en küçük ödün, Atatürk devrimlerini yörüngesinden
saptırarak, yok olması sonucunu doğurabilir.'
Davamıza Dayanak Yaptığımız Deliller:
1- 3511 sayılı Yasa'nın 2. maddesiyle 2547 sayılı Yasa'ya
eklenen ek m.16 hükmü şu şekilde idi:
'Yükseköğretim Kurumlarında, dersane, laboratuvar,
klinik, poliklinik ve koridorlarında çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmak
zorunludur. Dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü ve türbanla kapatılması
serbesttir.'
Bu hükmün iptalinin istenmesi üzerine, Anayasa Mahkememiz
sorunu 'bir yasal düzenlemenin din kurallarına, dinsel inançlara ve gereklere
göre yapılıp yapılamayacağı' şeklinde saptadığı 7.3.1989 gün ve 1/12 sayılı
kararında, lâik bir devlette hukuk kurallarının kaynağını dinde değil, akılda
bulunduğu, kişilerin iç dünyasına ilişkin kurallar getiren din prensiplerinin
yasallaştırılmasının düşünülemeyeceği vurgulandıktan sonra:
'Tevhidi Tedrisat Kanunu gereğince dinsel eğitimin bile
lâik devlet anlayışına göre yapılması gerekir.
...Birlikte çalışmalar yapanların kardeşlikleri,
arkadaşlıkları, dayanışmaları yarınları için bile gerekli iken, onları dinsel
gereklerle ayırmak, kimin hangi inançtan olduğunu bir işaretle belli etmek,
onların yakınlaşmalarını, birlikte çalışıp karşılıklı yardımlaşmalarını ve
işbirliğini önler; ayrılıklara, dinsel inanç ve görüşler nedeniyle çatışmalara
yol açar.
...Dersliklerde ve ilgili yerlerde dinsel inançları
simgeleyen belirtilenden uzak kalınması zorunluluğu nedeniyle yükseköğretim
kurumlarında dinsel gereğe bağlanan başörtüleri lâik bilim ortamıyla
bağdaştırılamaz.
...Lâiklik ilkesine ve lâik eğitim kuralına karşı
eylemlerin demokratik bir hak olduğu savunulamaz.
...Belli biçimde giyinmek özgürlüğü, dinsel inancı aynı,
ayrı olanlar ve olmayanlar arasında farklılık yaratmaktadır. Vicdan özgürlüğü,
istediğine inanma hakkıdır. Lâiklikle vicdan özgürlüğü karıştırılarak, dinsel
giyinme özgürlüğü savunulamaz. Giyim konusu Türk Devrimi ve Atatürk ilkeleriyle
sınırlı olduğu gibi vicdan özgürlüğü konusu da değildir.
...Yükseköğretim kurumlarında dinsel giyim esaslarını
içeren düzenleme, dinsel kurallardan arındırılmış devlet düzenine, giyim
nedeniyle dinsel bir elatmada bulunmaktadır.
...Sözkonusu yasa hükmü, Anayasa'nın 174. maddesinde de
yazılı Devrim yasalarına da aykırıdır.'
gerekçesiyle, Anayasa'ya aykırı olduğundan iptaline karar
verilmiştir.
Anayasamızın 138/son maddesi hükmüne göre ' Yasama ve
yürütme organları ile idare; mahkeme kararlarına uymak zorundadırlar; bu
organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların
yerine getirilmesini geciktiremez'.
Okullarda öğrencilerin dinsel kuralların emrettiği
biçimde takılan başörtüsü ile bulunmalarının lâiklik ilkesine aykırı olduğu
kesinleşmiş yüksek mahkeme kararıyla belgelenmesine rağmen, Genel Başkan
Necmettin Erbakan dahil, Refah Partisi'nin tüm yöneticileri, kendilerine oy
getirdiği inancıyla hemen her konuşmalarında okullarda ve hatta Devlet
dairelerinde başörtüsü ile öğrenim görme ve çalışmanın Anayasal bir hak
olduğunu ısrarla iddia ederek halkı kışkırtmışlar, eylemler düzenlemişler,
hatta genel başkan Erbakan 'iktidar olduklarında rektörlerin başörtüsüne selam
duracağını' bir seçim konuşmasında ileri sürebilmiştir.
'Başörtüsü' konusunda yapılan eylemlerin yaygınlığı, bu
hususta parti üyelerince ve yöneticilerince binlerce konuşma yapıldığının
dikkatli televizyon izleyicilerince dahi açıklıkla saptanması karşısında; bu
partinin yalnız bu konudaki eylemleri, söz ve davranışları bile lâikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline geldiğini kabule yeterlidir.
2- 23 Mart 1993 günü, TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk'un
Başkanlığı'nda siyasî parti liderlerinin Anayasa değişikliği konusunda yaptıkları
3. toplantıda Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan;
('Benim inandığım şekilde sen yaşayacaksın' tahakkümünün
ortadan kalkmasını istiyoruz. Çok hukuklu bir sistem olmalı, vatandaş genel
prensiplerin içerisinde kendi istediği hukuku kendisi seçmeli, bu bizim
tarihimizde de olagelmiştir. Bizim tarihimizde çeşitli mezhepler olmuştur.
Herkes kendi mezhebine göre bir| hukuk içinde yaşamıştır ve de herkes huzur
içinde yaşamıştır. Niçin ben başkasının kalıbına göre yaşamaya mecbur
olayım'... Hukuku seçme hakkı inanç hürriyetinin ayrılmaz bir parçasıdır)
diyerek, lâik devlet düzenimizi eylemli olarak ortadan kaldıracak önerilerde
bulunmuştur.(Ek 1)
3- Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan,
13.4.1994 tarihinde Refah Partisi Meclis Gurubunda yaptığı konuşmada:
(Şimdi ikinci bir önemli nokta, Refah Partisi iktidara
gelecek, adil düzen kurulacak, sorun ne' geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak
mı olacak, kansız mı olacak bu kelimeleri kullanmak bile istemiyorum amma,
bunların terörizmi karşısında herkes gerçeği açıkça görsün diye bu kelimeleri
kullanma mecburiyetini duyuyorum. Türkiye'nin şu anda birşeye karar vermesi
lazım Refah Partisi adil düzen getirecek, bu kesin şart, geçiş dönemi yumuşak
mı olacak, sert mi olacak, tatlı mı olacak, kanlı mı olacak, altmış milyon buna
karar verecek) diyebilmiştir.
4- Yine Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın
13.1.1991 günü Sivas'ın Sıcak-Çermik ilçesinde Refah Partisi'nin Eğitim
Seminerinde yaptığı, çeşitli basın organlarında yayınlanan, hatta Deniz
Kuvvetleri Komutanımız Güven Erkaya tarafından 28.2.1997 günü yapılan Milli
Güvenlik Kurulu toplantısında okunduğu pekçok gazete haberine göre sayın
Erbakan'ın sezsizce dinlemekle yetindiği iddia edilen konuşmada (Ek 2);
(...sen Refah Partisi'ne hizmet etmezsen hiçbir ibadetin
kabul olmaz... Çünkü başka türlü müslümanlık olmaz. Başka türlü kurtuluş yok.
Refah bu ordudur. Bütün gücünle bu ordunun büyümesi için çalışacaksın. Çalışmaz
isen patates dinindensin... Bu parti islami cihad ordusudur. Kendi kendine
CİHAD ediyorum diye faaliyette bulunamazsın. Karargaha bağlı olmak zorundasın.
Her faaliyette karargaha bağlı olmak zorundayız. Karargaha danışılmadan yapılan
faaliyetler tefrikadır. Çalışacaksan, burada çalışacaksın. Müslüman mısın' Bu
orduda asker olmaya mecbursun... Cihada para vermeden müslüman olunmaz. Kişinin
müslümanlığı, cihada verdiği para ile ölçülür. Bir müslüman, zekatını götürüp
fakire veremez. Zekatını beytülmale, cihad ordusunun karargahına, ilçe
teşkilatının başkanlığına verecektir. Biz müslümanız. Biz Kur'anı hakim kılmak
isteyene gideceğiz. Hepimiz Refahcı olmaya mecburuz, çünkü cihad ediyoruz...
Şuurla Refaha çalışan cennete gidiyor Neden' Çünkü Refah demek Kur'an nizamını
hakim kılmak için çalışmak demektir.) demiştir.
5- Refah Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Necmettin
Erbakan, lâikliğe aykırı söz ve davranışlarıyla tanınan bazı tarikat
liderlerine, Devrim Yasalarına aykırı kıyafetleriyle geldikleri Başbakanlık
konutunda yemek vererek, bu çeşit kişilerin Devlet katında itibar gördüklerini
ve eylemlerinin hoş karşılandığını kanıtlamaya çalışmıştır.
6- Refah Partisi üyesi olup, lâiklik ilkesine aykırı söz
ve eylemleri tesbit edilen pekçok kişi var. Bunlardan önemli görevler yüklenmiş
olan ve konuşmaları video, kaset ve doğruluğundan kuşku duyulamayacak
tutanaklarla tesbit edilen kişilerin konuşmalarından bazı bölümleri
değerlendirmenize sunuyoruz.
A- Refah Partisi Rize Milletvekili Şevki Yılmaz'ın Adalet
Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü'nün 21.3.1994 gün ve 7444 sayılı yazıları
ekinde gönderilen video-bant çözümünde,
(Biz Kur'an nizamından yüz çevirenlerden, ülkesinde Allah
Resulü yetkisiz kılanlardan mutlaka hesap soracağız.) dediği görülmektedir.
Şevki Yılmaz, Rize Belediye Başkanı seçilmeden kısa bir
süre önce İstanbul'da yaptığı konuşmada;
(Sizleri ahirette Dünyada seçtiğiniz liderlerle
çağıracağız...Bugün Kur'anın kaçta kaçı bu ülkede uygulanıyor hesap ettiniz mi'
Ben hesap ettim. Kur'anı Kerimin % 39'u bu ülkede ancak uygulanabiliyor. 6500
ayeti rafa kaldırılmış... Kur'an Kursu inşa ettin. Yurt yaptın, çocuk
okutuyorsun, öğretmenlik yapıyorsun, vaaz ediyorsun. Bunlar cihad bölümüne
girmez. Ameli salih bölümüne girer hakkın ihkakı için, hakkın yayılması,
Allah'ın kelimesinin yükselmesi için yapılacak iktidar çalışmasına cihad derler.
Cenabı hak bunu Siyasî mücerretten emretmemiş. Cahudiden emretmiş. Ne demek'
Ordu halinde yapılır. Komutanı bellidir... Namaz kılmanın şartı iktidarın
müslümanlaştırılmasıdır. Allah diyor ki, camilerden önce iktidar yolu müslüman
olacak. . Beş vakit namaz kılınacak yerler için kubbeler yapma sizi cennete
götürmez. Çünkü bu ülkede Allah kubbe yapıp yapmadığını sormuyor. Sormayacak,
yetkili olup olmadığını soracaktır... bugün müslümanların yüz lirası varsa, bu
yüzliranın 30 lirasını kız ve erkek evlatlarımızı yetiştirecek Kur'an
kurslarına ayırırken, 60 lirasını da iktidara giden Siyasî kuruluşlara
ayıracağız... Allah bütün Peygamberlerini iktidar için mücadele ettirmiştir.
Bana tarikat menşeinden iktidar için boğuşmayan bir isim gösteremezsiniz. Size
diyorum ki, saçlarım adedince başlarım olsa, herbir baş Kur'an yolunda
koparılsa yine bu sahip davasından vazgeçmeyecektir... Allah'ın size soracağı
soru şöyle; küfür düzeninde islam devleti olsun diye niçin çalışmadın' Erbakan
ve arkadaşları parti görüntüsü altında bu ülkeye islamı getirmek istiyor. Savcı
anladı. Savcı kadar biz anlasak bunu, meseleyi halledeceğiz... Bu ülkede dinin
simgesinin Refah olduğunu Yahudi Abraham bile anlamıştır... Kim iktidar
müslümanın eline geçmeden cemaatı silaha teşvik ediyorsa, ya o cahildir, ya
başkaları tarafından görevlendirilen bir haindir. Çünkü, hiçbir peygamber
devleti ele geçirmeden harbe müsade vermemiştir... Müslüman akıllı olur.
Karşısındaki düşmanı nasıl yeneceğini göstermez. Kurmay çizer, asker uygular.
Eğer kurmay planını açıklarsa, yeni bir plan kurması ümmetin komutanları
üzerine vaciptir. Bizim görevimiz, konuşmak değil, asker olarak ordu içerisinde
harpteki planı uygulamaktır...) demiştir.
Aynı kişi milletvekili seçildikten sonra, 29.11.1996
tarihli konuşmasında şöyle diyor.
(Mecliste 158 tane İmam-Hatip mezunu kökenli milletvekili
var. Bizim derdimiz Lise-İmam Hatip ayırımı değil liselileri de aynı imam hatip
ruhuyla yetiştirmek... insanlara din dersi yetmez. Birde ahiret hazırlık dersi
konulmalıdır... Bu ülkede en büyük terör, en büyük isyan Allah'a ve Resulüne
yapılıyor. Gelin bu ülkede hep birlikte Başbakan'ından Cumhurbaşkanı'na kadar
hepimiz ölüm ve ölümden sonraki hayata hazırlık yaptıralım... Samsunspor'un
taraftarı olur da Allah'ın taraftarı olmaz mı bu Dünyada... Elhamdülillah şimdi
kilit taşı omuzumuzda. Belediyeler merdiven kurdu. Köprünün ortasına ulaştık.
Bir buçuk milyar islam kurtuluş ordusu koruyor. Bak Erbakan hocayı tanımayanlar
duysun, o bu köprünün kuruluş ustası ve mimarıdır.) demiştir.
B- Refah Partisi Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin
Ceylan, 14.3.1993 tarihinde Kırıkkale'de yaptığı konuşmada;
(Bu vatan bizimdir, rejim bizim değildir kardeşlerim.
Rejim ve kemalizm başkalarınındır... Türkiye yıkılacak beyler. Türkiye Cezayir
olur mu diyorlar' Orada %81 nasıl olmuşsa, %20 falan değil, % 81'lere
ulaşacağız. Boşuna uğraşmayın ey emperyalist batının, sömürgeci batının, vahşi
batının ve Dünyayla beraber olacağız diyerek ırz ve namus düşmanlığı yapan,
müslüman kadınının bacakları arasına insan yerine köpek yerleştirecek kadar
köpekleşen ve enikleşen batının taklitçiliğine soyunmuş olan sizlere
sesleniyorum. Boşuna uğraşmayın, Kırıkkalelilerin ellerinde gebereceksiniz.)
demiştir.
Bu konuşmaya ait bant çözümünün tamamını inceleyen Prof.
Dr. Bahri Öztürk. 25.9.1995 tarihli bilirkişi raporunda.
(Konuşmada özellikle belli bir dini görüş ve inanca sahip
olanlarla olmayanlar arasındaki farklılık ön plana çıkarılmakta, bu dini görüş
ve inanca sahip olmayanlar, şayet bu görüş iktidara gelirse 'gebertileceklerine'
kadar varan düşmanca hareketlerin hedefi olarak gösterilmektedir. Nitekim
konuşmanın diğer yerlerinde de, örneğin 'bütün hesapları biz soracağız.
İstiklal Mahkemelerinin hesabını da biz soracağız. İskilipli Atıf Hoca'nın
hesabını da biz soracağız gibi faildeki amacı ortaya koyan ifadelere sıklıkla
yer verilmektedir. Sanığın eylemi TCK.nun 312/2. maddesine göre 'suç işlemeye
dolaylı tahrik' suçunu oluşturur.) denilmektedir.
Refah Partisi Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan'ın
bu konuşmasına ait kasetler çoğaltılarak Refah Partisi teşkilatına dağıtılmış
ve mahalli teşkilatlarca da vatandaşlara dinletilmiştir. Söz konusu kasetlerden
biri Dalaman ilçesinde ele geçince 1995 yılana kadar Refah Partisi Dalaman İlçe
Başkanlığını yapan Süleyman Akbulut ve 1995 yılında bu görevi devralan ilçe
başkanı Ömer Halit Malatyalı, 24.10.1995 tarihinde Dalaman C. savcısı Sinan
Esen'e verdikleri ifadelerde 'üzerinde (Saltanat ve Emperyalizm) yazılı bu
kasetin kendilerine Refah Partisi Genel Merkezi tarafından gönderildiğini'
açıklıkla belirtmişlerdir.
C- Refah Partisi Ankara Milletvekili ve Genel Başkan
Yardımcısı Ahmet Tekdal, 24.11.1996 günü Kanal-D televizyon kanalında görüntülü
olarak verilen konuşmasında şöyle diyor:
(Parlamenter sistemin hakim olduğu yerlerde, eğer bir
millet gerekli şuuru göstermez, hak nizamının tesisi sadedinde gayret sarfetmez
ise, kendisini iki bela karşılayacaktır. Bunlardan bir tanesi bütün münkerler
karşısına gelecek, zulüm görecek ve zulmün neticesinde de helak olup
gidecektir. Bir diğeri mükellef olduğu hak nizamının tesisi için çalışmadığı
için cenabı hakka hesabını veremeyecektir ve bu takdirde de yine zelil
olacaktır. İşte değerli kardeşlerim, bu hassasiyetlere dikkat etmek suretiyle
hak sistemini tesis etmek isteyen ve bu uğurda mücadele eden topluluklara elden
gelen gayretin gösterilmesi elbetteki vazifemizdir. Türkiye'de hak nizamı tesis
etmek isteyen siyasal kadronun adı Refah Partisi'dir)
D- 24.11.1996 günlü Kanal-D'de yayınlanan TEKE-TEK
programına katılan Refah Partisi Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan,
görüntülü bant çözümünden açıkça anlaşıldığı gibi;
(Asker kalkmış diyor ki, PKK.lı olmanıza müsade ederiz
ama, şeriatçı olmanıza asla, bu kafayla çözemezsiniz. Çözüm isterseniz
şeriatçılıktır.) demiştir.
E- Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, 10
Kasım 1996 günü Atatürk'ün hatırasını anmak için yapılan törenden sonra;
(Hakim güçler 'ya bizim gibi yaşarsınız, ya da her türlü
fitneyi, fesadı içinize sokarız.' diyorlar. Bu yüzden de Refah Partili bakanlar
bile kendi dünya görüşlerini bakanlıklarına yansıtamıyorlar. Bu sabah ben de,
resmi görevim, sıfatım nedeniyle bir törene katıldım. Süslü püslü görünüşüme
bakıp da lâik olduğumu sakın sanmayın. inancımıza saygı duyulmadığı, sövüldüğü
bir dönemde, içim kan ağlayarak, bu günkü törenlere katıldım. Belki
Başbakan'ın, bakanların, milletvekillerinin bazı mecburiyetleri vardır. Ancak
sizin hiçbir mecburiyetiniz yok. Bu düzen değişmeli, bekledik, biraz daha
bekleyeceğiz. Gün ola, harman ola, müslümanlar içlerindeki hırsı, kini, nefreti
eksik etmesin) demiş, orada bulunan Refah Partisi Kayseri Milletvekili Memduh
Büyükkılıç: (Başkanımız duygularımıza tercüman oldu.) demiştir.
F- 8 Mayıs 1997 günü Refah Partisi Şanlıurfa Milletvekili
İbrahim Halil Çelik, Meclis kulusinde;
(Refah Partisi iktidarında İmam-Hatipleri kapatmaya
kalkarsanız kan dökülür. Cezayir'den beter olur. Ben de kan dökülmesini
istiyorum. Demokrasi böyle gelecek fıstık gibi olacak. Ordu, 3.500 PKK'lı ile
baş edemedi. Altı milyon islamcıyla nasıl baş edecek. Rüzgara karşı işerlerse
yüzlerine gelir. Bana vurana ben de vururum. Ben sapına kadar şeriatçıyım.
Şeriatın gelmesini istiyorum.) demiş, haber 10 Mayıs 1997 günü yayınlanan çok
tirajlı gazetelerimizin hemen hepsinde yayınlanmıştır.
G- Refah Partili Sincan Belediye Başkanı, Sincan'da
düzenlediği Kudüs Gecesinde salona İslami Terörist örgüt Liderlerinin büyükboy
posterlerini astırdığı, aydınlarımıza 'şeriat enjekte edeceğini' söylediği için
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi'nce tutuklanmasından sonra, Refah Partili Adalet
Bakanı Şevket Kazan, mahkeme kararını protesto ettiği imajını yaratacak biçimde
hapishanede kendisini ziyaret etmiştir.
7- İddianamemizin (6) numaralı bölümde açıklanan
konuşmalar, defalarca görüntülü olarak televizyonlarımızda gösterilmesine,
gazetelerimizde defalarca yer almasına rağmen, bu konuşmaları yapanlar hakkında
Refah Partisi'nce hiçbir disiplin işlemi yapılmamış olması, bu konuşmaların
Refah Partisi yöneticilerince de benimsendiğinin, hatta teşvik edildiğinin en
açık delilidir.
8- Din eğitiminin, lâik ve demokratik düşünebilen
vatandaş yetiştirilmesinin önünde en önemli engel olduğu, en gelişmiş
demokratik ülkelerde bile kavranmış; her demokratik devlet, bazan Anayasa ve
yasalarına hüküm koyarak, bazan da sadece Yüksek Mahkeme İçtihatlarıyla 'din
eğitimini' daima denetim altında bulundurmuştur. Zira 'din adamı' ihtiyacını
karşılamak için açılan okullar dışında, milyonlarca çocuğunun din eğitimi
görerek ve düşünce yapısının bu eğitime göre şekillenmesine rıza gösteren bir
devlet, lâik devlet olarak nitelendirilemez.
Bazı örnekler vermek gerekirse; (örnekler için bakınız
'1982 Anayasası çerçevesinde ve Anayasa Mahkemesi Kararlarında Lâiklik'. Yrd.
Doç. Dr. Bihterin Dinçkol, Kazancı Yayınları, 1992. s. 123-128):
A.B.D'de Anayasa'nın Ek 1. maddesi gereğince, din eğitimi
devletçe desteklenmemektedir: Yani A.B.D'de resmi okullarda dini öğretim
yapılmamaktadır. A.B.D.'de resmi devlet okullarında öğretmenlerin dini kisve
taşımaları yasak edilmiştir.
Ennel V.Vikale davasında (1962) Ameriken Federal Yüksek
Mahkemesi devlet okullarında dua okutulmasını Amerikan Anayasası'na aykırı
görmüştür.
1948 yılında görülen Me Collom Board Of Education
davasına konu olan olayda, kamu okulların da serbest saatlerde, dini ders
öğretmenlerinin ücretsiz olarak ve velilerinden izin de alarak boş odalarda
ders vermelerine ilişkin olarak Yüksek Mahkeme, vergiler ile desteklenen devlet
okul binalarının, dini doktirinleri yaymak için kullanıldıkları dolayısıyla
Evorson prensibinin ihlali olduğu görüşünden hareketle Anayasa'ya aykırılık
yargısına varmıştır.
Amerikan Federal Yüksek Mahkemesi 1943 tarihli West
Virginia V.Barnette davasında da 'Anayasal takım yıldızı içinde eğer bir sabit
yıldız varsa o da, hiçbir resmi makamın, politikada, milliyetçilikte, dinde ya
da düşünce ile ilgili herhangi bir alanda tek doğrunun ne olacağını buyurma
yetkisine sahip olmadığıdır.' şeklinde kararını açıklamıştır. Böylece devletin
dini konularda da insanların inançlarına etkide bulunamayacağı görüşü ortaya
konulmuştur.
İsviçre Anayasası'nın 49. maddesine göre, hiç kimse din
derslerine katılmaya zorlanamaz.
Almanya Federal Cumhuriyeti Anayasası'nın 7. maddesine
göre 'Din dersi devletin denetim hakkına halel gelmeyecek şekilde
yapılmalıdır.' Almanya'da ayrıca çocukların din dersine katılıp katılmamaları
velilerin isteğine tabi tutulmuştur.
İngiltere'de Eğitim Yasası (Educational Act) 'dini inancı
olmayan birine dini eğitim yaptırılamaz.' hükmünü taşımaktadır.
Okulların lâikleştirilmesi, Fransa'da 19. Yüzyılın
sonlarında gerçekleştirilmiştir ve bunun sonucunda devlet okullarında din
öğretimi kaldırılmıştır. Encychopedia Britannica, Volüma 6, 15 th edition,
s.418-.
Yugoslavya Federal Sosyalist Cumhuriyeti Anayasası'nın
174. maddesinde 'Dinsel topluluklar, sadece din adamlarının yetiştirilmesi için
din okulları açabilir' hükmü ile, dinsel eğitimin sınırlarını çizmiştir- Yaşar
Gürbüz. Anayasalar, 1981. s.319-.
3.3.1340 gün ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu'nun 3.
maddesinde 'Maarif Vekaleti Yüksek diniyat mütahassısları yetiştirmek üzere
Darülfünunda bir ilahiyat Fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı
diniyenin ifası vazifesiyle mükellef memurların yetiştirmesi için ayrı
mektepler küşat edecektir'.
Anayasamızın 174. maddesinde sayılan ve 'Anayasaya aykırı
olduğu şekilde anlaşılamayacağı ve yorumlanamayacağı' vurgulandıktan sonra
İnkılâp Kanunlarının en başında yazılı olduğuna göre, Tevhidi Tedrisat Kanunu
Anayasa hükmü haline gelmiştir.
0 halde, 1) Gereğinin fazla ilahiyat fakültesi açılması,
2) İmam-Hatiplik gibi din görevi görecek memurların yetişmesini sağlayacak
adedi geçecek şekilde, başka bir anlatımla milyonlarca çocuğumuzu dini eğitime
tabi kılacak şekilde İmam-Hatip okulları açılması açıkça Anayasaya ve eğitimde
lâiklik ilkesine aykırıdır.
Hal böyleyken politikacılarımız, ihtiyacın katbe kat
üstünde İmam-Hatip okulu açarak ve böylece milyonlarca çocuğumuzun dini
eğitimden geçmesini sağlayarak, Türkiye Cumhuriyetinin 'Lâik devlet',
'Anayasaya uygun şekilde yönetilen devlet' olup olmadığını tartışmalı hale
getirmişlerdir.
Bu durumda Milli Güvenlik Kurulu'nun, görevi gereği
'ihtiyaç fazlası İmam-Hatip okullarının kapatılmasını veya bundan böyle yeni
İmam-Hatip Okulları açılmamasını' hükümetimize tavsiye ve ısrarla takip etme
hakkı doğmuşken; Refah Partisi'nin mütemadiyen yeni İmam-Hatip okulları
açılması gerektiğinin propagandasını yapması; Milli Güvenlik Kurulu'nun aldığı
sekiz yıllık kesintisiz eğitim yapılmasını hükümete tavsiye etme kararı,
İmam-Hatip okullarından bir tanesini bile kapatma sonucu doğurmayacağı,
öğrencilerin bu okullarda dört yıl dini eğitim görmelerini engellemediği halde,
bu tavsiye kararının hayata geçmemesi için düzenlediği eylemler ve tüm
yöneticilerinin bu konuda halkı kışkırtıcı konuşmalar yapmalarının, lâiklik
ilkesine aykırı eylemler olduğundan kuşku duyulmamalıdır.
İstek: Yukarıda açıklanan nedenlerle, Refah Partisi'nin
temelli kapatılmasına karar verilmesi, Anayasamızın 69. Maddesinin altıncı
fıkrası yollamasıyla 68. maddesinin dördüncü fıkrası gereğince talep olunur.'
II- DAVALI PARTİNİN ÖN SAVUNMASI
Refah Partisi'nin 4.8.1997 günlü ön savunması aynen
şöyledir:
I. Bölüm (Giriş)
1. Fasıl: Dünya'da ve
Türkiye'de 'Demokrasi',' İnsan Hakları' ve Özgürlükler'in Gelişmesi
A- Birinci Kısım : Dünyadaki
Gelişmeler :Birinci Kısım :
Dünya Küreselleşiyor Artık Bir
ülkenin Çağdaşlığı 'Demokrasi' 'İnsan Hakları' Ve 'Özgürlük' Standartları İle
Ölçülüyor.
A- 1. Faşist ve Müdahaleci Denemeler İnsanlığa Saadet
Getirmedi.
İnsanlık kısa bir süre sonra
21. asra girecektir. Bulunduğumuz noktada arkamızda kalmakta olan 20. asra genel
bir bakış yaptığımızda 1. Dünya Savaşına kadar olan dönemde yeryüzünde
imparatorlukların geniş yer kapladığını görmemize karşılık, 1. Dünya Savaşından
sonra artık milli devletlerin ağırlık kazandıklarına şahit oluyoruz.
Milli devletler döneminin başlangıcında Almanya, İtalya,
İspanya, Rusya gibi Avrupa ülkeleri başta olmak üzere bir çok ülkede faşist ve
müdahaleci yönetimler iş başına geldiler. Bunlar 'devlet esastır vatandaşlar
devlet için birer vasıtadan ibarettir' zihniyetiyle hareket ettiler. İnsan hak
ve özgürlüklerini tanımadılar, kısıtladılar, çiğnediler. Böylece, insanlık
Hitler, Musolini ve Stalin dönemlerini yaşadı. Bu dönemler ne kendi ülkeleri
halkına, ne de insanlığa saadet getirdi. Tam tersine, dünya çatışmaya
sürüklendi. İkinci Dünya Savaşı kaçınılmaz hale geldi.
İkinci
Dünya Savaşında insanlık en büyük trajedilerinden birini yaşadı. Milyonlarca
insan hayatını kaybetti. İnsanlık en büyük acıları, en büyük ızdırapları çekti.
İkinci Dünya Savaşından sonraki 50 yıllık dönemde,
insanlık bu acı tecrübelerden ders alarak, artık kendisine 'Demokrasiyi, İnsan
Hak ve Özgürlüklerini ana gaye edindi'. Böylece yeni çağa girdik.
A-2. Günümüzde, Bütün Dünyada Demokrasi, İnsan Hak Ve
Özgürlüklerinin Tam Ve Kamil Manada Gerçekleştirilmesi Hedef Alınmıştır.
Son 50 yıllık çağa girerken en önemli adım Birleşmiş
Milletler Teşkilatının kurulması olmuştur.
Türkiye'nin de kurucu üyesi bulunduğu Birleşmiş Milletler
Teşkilatının kuruluşunda temel esası, 'Birleşmiş Milletler İnsan Hakları
Beyannamesi' teşkil etmiştir.
San Francisco'da 26.06.1945 imzalanan ve 24.10.1945'de
yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Andlaşması ile Birleşmiş Milletler
Teşkilatı kurulmuştur.
Birleşmiş Milletler Andlaşmasını imzalayan devletler,
andlaşmada öngörülen amaçları gerçekleştirilmesi, insanlığa ve insan haklarına
yapılagelen saldırıların önlenmesi amacıyla ulusların benimseyeceği kuralların
saptanması için yeni bir çaba içine girmişlerdir. Bunun sonucu olarak
10.12.1948'de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi kabul edilmiştir. Bu Beyannamenin 8. maddesinde 'Her şahsın, fikir,
vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır.
Bu hak din veya kanaat değiştirmek
hürriyetini, dinini veya kanaatini tek başına veya topluca açık olarak veya
özel surette, öğretim, tatbikat, ibadet ve ayinlerle izhar etme hürriyetini
içerir' denilmektedir.
Bu Teşkilatın kuruluşunda isminden de
anlaşılacağı gibi, Milletlerin, halkların haklarının korunması esas alınmıştır.
Yani asıl gaye insanın haklarının teminat altına alınması ve mutluluğudur. Bu
temel gayenin açıkça ortaya konması ve gerçekleştirilmesi için daha başta,
insan hakları beyannamesindeki bir takım insan haklarının gerçek manada tesbiti
ve açıklanması konusundaki Sovyet Blokunun çıkardığı güçlüklerle
karşılaşılmıştır.
Bu yüzden, gerçek demokrasi, insan hakları ve
özgürlüklerden yana olan Avrupa ülkeleri, ayrıca bir 'Avrupa İnsan Hakları
Beyannamesi' hazırlayıp, ilan etmek mecburiyetinde kalmışlardır.
Avrupa'nın ilk siyasî kuruluşu olan Avrupa Konseyi'ne
ilişkin Statü, 10 devlet tarafından 5.5.1949'da Londra'da imzalanmış ve
3.8.1949'da yürürlüğe girmiştir.
Avrupa Konseyi'nin amaçları arasında yer alan ilkelerin
en önemlisi kuşkusuz insan haklarının ve temel özgürlüklerin geliştirilmesi ve
korunmasıdır.
Konsey Statüsünün 3. maddesinde, her üye devletin,
hukukun üstünlüğü ilkesini ve kendi yetki alanı içinde bulunan herkesin insan
haklarından ve temel özgürlüklerden yararlanma ilkesini kabul ettiği, açıkça
belirtilmiştir.
Statü bununla da yetinmeyerek, 8. maddesinde insan haklarına
ve temel özgürlüklere uymayan, bunları ciddi biçimde çiğneyen üye devletlerin
Konsey'den çıkarılması yolunu öngörerek, insan haklarına saygılı olmayı bir
yaptırıma bağlamıştır.
İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair olan bu
sözleşmeye kısaca 'Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi' de denilmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 4.11.1950'de aralarında
Türkiye'nin de bulunduğu 15 devlet tarafından Roma'da imzalanmış 3.9.1953
tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi, yalnız insan haklarının korunmasını sağlayan bir belge değil, aynı
zamanda demokrasiyi de somutlaştıran bir belgedir.
Türkiye, imzaladığı bu Sözleşme ile, insan hakları ve
demokrasi yolunda önemli adımlar atmaya devam etmiştir.
Nitekim Sözleşmenin 9. maddesi, bunun açık bir
ifadesidir.
Madde 9.'Her şahıs düşünme, vicdan ve din hürriyetine
sahiptir. Bu hak, din veya kanaat değiştirme hürriyetini ve alenen veya hususi
tarzda ibadet ve ayin veya öğretimini yapmak suretiyle tek başına veya toplu
olarak dinini veya kanaatini izhar eylemek hürriyetini tazammun eder.'
Bu oluşumları takiben uzun yıllar insanlık 'soğuk harp'
dönemini yaşadı. Ne var ki, İkinci Dünya Savaşından önceki dönemde yaşanan
faşist ve müdahaleci yönetimlerin bir devamı olan Sovyetlerdeki baskıcı yönetim
halkına ve insanlığa mutluluk getiremediği için yaşayamamış ve komünizmin
iflası ve Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla soğuk harp dönemi sona ermiştir.
Şimdi 7-8 yıldır; Bütün insanlık birlikte yeryüzünde her
yerde ve her ülkede demokrasi, insan hakları ve özgürlüğün tam ve kamil manada
yerleşmesi ve yürümesini hedef almış, bunun gerçekleştirilmesi için de el
birliğiyle çalışmaya koyulmuştur.
Bu maksatla:
Helsinki'de 3.7.1973 tarihinde yapılan, Avrupa'da
Güvenlik ve İşbirliği Konferansında bir Nihai Senet ortaya konmuştur.
Helsinki Nihai Senedi'nin 7. bölümünde .'Katılan
Devletler, ırk, cinsiyet, dil ve din ayrımı gözetmeksizin herkes için düşünce,
vicdan, din veya inanç özgürlüklerini de kapsamak üzere, insan haklarına ve
temel özgürlüklere saygı gösterirler.
Katılan Devletler, insan kişiliğinin özündeki onurdan
doğan ve kişinin özgür ve tam gelişmesi için zorunlu bulunan, yurttaşlık hak ve
özgürlükleriyle, siyasî, ekonomik, sosyal, kültürel ve başka hakların ve
özgürlüklerin etkin biçimde kullanılmasını geliştirir ve desteklerler.
Bu çerçeve içinde, Katılan-Devletler kendi vicdanının
buyruğu uyarınca tek başına ya da topluca bir din veya inanca inanmak ve onun
gereklerini yerine getirmek özgürlüğünü kişiye tanırlar.'
Bu çerçeve içinde yapılan çalışmalarının sonuncusu, 21
Kasım 1990 tarihli Paris Andlaşması'dır.
Paris Şartında: 'İnsan Hakları ve temel hürriyetler, tüm
insanlarına doğumlarıyla birlikte iktisap ettikleri vazgeçilmez haklardır ve
kanunlarla garanti altına alınmışlardır. Bunların korunması ve geliştirilmesi
devletin başta gelen görevidir. Bunlara saygı, zorba bir devlete karşı asıl
güvenceyi oluşturur. Bunlara uyulması ve tam olarak uygulanması hürriyetin,
adaletin, barışın temelidir.
Demokrasi, ifade hürriyetinin, toplumun her kesimine
karşı hoşgörünün ve herkes için fırsat eşitliğinin en iyi güvencesidir.
Ayırım gözetmeksizin herkesin: düşünce, vicdan, din ya da
inanç hürriyetine, ifade hürriyetine,
Örgütlenme ve toplantı düzenleme hürriyetine, seyahat
etme hürriyetine sahip olduğunu;..'
Bu sözleşmeler, hem
özgürlüklerin etkili bir güvence sistemine kavuşturulmasını sağlamış, hem de
insan haklarının dokunulmaz ve kutsal olduğunu taahhüt altına almıştır.
Bir demokrasi, insan hakları ve özgürlüğün
tam ve kamil manada yerleşmesi ve yürümesi için elden gelen gayret yandan bütün
dünyanın küreselleşmesi 'aynı standart değerlere' sahip olması ve diğer yandan
da, yer yüzünün her yerinde gösterilmiştir.
Bu gelişmelerin sonucu olarak uluslararası standartlara
uygun 'demokrasi, insan hakları ve özgürlük' mefhumları, özellikleri,
detayları, olmazsa olmaz şartlarıyla açık ve kesin bir şekilde adeta matematik
bir kesinlikle tesbit olunmuştur.
Çağdaş dünyanın, 'demokrasi',
'insan hakları', 'özgürlük'açısından ve bunlara dayalı olarak, 'Siyasî Partiler
Hukuku' bakımından geldiği son nokta aşağıdaki [I. Bölüm, 3. Fasıl, A.]
kısmında belirtilmiştir.
B- İkinci Kısım : Türkiye'deki Gelişmeler.
B -1. Türkiye Bütün Bu Uluslar Arası Demokrasi, İnsan
Hakları Ve Özgürlük Standartlarına Uymayı Taahhüt Etmiş Bir Ülkedir.
Türkiye yukarda açıklanan çağdaş, küresel gelişmeleri
adım adım takip etmiş. Bütün bu uluslararası andlaşmaları onaylamış ve bunların
hükümlerine riayet edeceğini hem kendi vatandaşlarına, hem de Dünya'ya ilan
etmiştir.
Nitekim :
Türkiye 24.10.1945'te yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler
Andlaşmasını 15.5.1945 tarih ve 4801 Sayılı Yasayla onaylamıştır.
Birleşmiş Milletler tarafından 10.12.1948'de kabul edilen
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini de 27.5.1949'da onaylamıştır.
Aynı şekilde Türkiye Avrupa Konseyi'nin 3.8.1949'da
yürürlüğe giren Avrupa Konseyi Statüsünü 5456 Sayılı Yasa ile 12.12.1949'da
onaylamış ve 8.8.1949 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere Avrupa Konseyi
Üyesi olmuştur.
Ve yine Türkiye 3.9.1953'te yürürlüğe giren Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesini 18.5.1954 tarihinde onaylamıştır.
Bunun gibi Türkiye 22 Kasım 1990'da ilan edilen Paris
Şartını aynı toplantıya iştirak ederek imzalamıştır.
B - 2.Uluslararası Taahhütler Milli Hukukun Bir
Parçasıdır.
Anayasanın 90. maddesinde açıkça: 'Türkiye Cumhuriyeti
adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak anlaşmaların
onaylanması, TBMM'nin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır...
Usulüne göre yürürlüğe konmuş milletlerarası anlaşmalar
kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiasıyla Anayasa
Mahkemesine başvurulamaz.' hükmü yer almıştır.
Bu hükme göre, Türkiye usulüne uygun şekilde, yukarıdaki
uluslararası anlaşmaların altına imza koymuş, bu anlaşma hükümlerini
onaylayarak yürürlüğe koymuştur.
Bu anlaşmaların hükümlerinin Anayasaya aykırılığı ileri
sürülemeyeceği gibi, bunlar Milli hukukun bir parçası olduğundan, mer'i hukukta
tatbiki zaruri hükümlerdir.
Aynı şekilde Türkiye;
Birleşmiş Milletler Andlaşmasının 14. bölümü gereği
kurulan uluslararası Lahey Adalet Divanı'nı en yüksek bir hukuk mercii olarak
tanıdığı gibi;
Türk vatandaşlarının ve kuruluşlarının Avrupa İnsan
Hakları Komisyonu'na (AİHK) müracaatını 1987'de, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinin (Divanın) (AİHM) yetkisini ise 1990'da kabul etmiştir.
Böylece Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini de üst mahkeme
olarak kabul etmiş, bu Anlaşmaların ilgili hükümleri gereğince vatandaşlarının
ve kurumlarının bu Mahkemelere müracaat hakkını tanımış, bu Mahkemelerin
hükümlerine uymayı taahhüt etmiştir.
B- 3. Uluslararası Standartlara Göre Lâiklik; Din, Vicdan
Ve İfade Hürriyetinin Teminatı Olduğu Gibi; Dine Karşı Olma Da Değildir. İnanç
Hürriyetini Tahdit Veya Ortadan Kaldırmanın Vasıtası Olarak Kullanılamaz.
Türkiye'nin de taraf olduğu yukarıda zikredilen uluslar
arası anlaşmaların hepsi demokrasi, insan hakları ve özgürlüğün en önemli
parçası olarak 'Din ve Vicdan Hürriyeti'ni kabul etmiştir.
Ve yine gelişmiş batı ülkelerindeki tatbikatta açıkça
görüldüğü gibi, din ve vicdan hürriyetinin 'olmazsa olmaz' şartı olarak kabul
ettikleri ayrılmaz parçaları şunlardır:
1. İfade hürriyeti; İnancını açıklama ve inancına uygun
konuşma hürriyeti.
2. Öğrenim hürriyeti; Dinini öğrenme ve öğretme
hürriyeti. 3. Örgütlenme hürriyeti; İnanan insanların dini hizmetleri
gerçekleştirmek için örgütlü olarak çalışma hürriyeti.
4. İbadet hürriyeti; Dininin emirlerini yerine
getirebilme ve inancına uygun olarak yaşama hürriyeti.
Lâik devlet, akıl ve ilim esaslarına dayalı olarak, kendi
düzenini kurar ve lâik olduğu için de, vatandaşlarına, her türlü inanç sahibine
eşit ve tarafsız bir şekilde davranır ve bu hakları tanır.
Uymayı taahhüt ettiğimiz uluslararası standartlara göre,
diğer insan haklarının tarifinde olduğu gibi lâikliğin de ne olup, ne olmadığı
konusunda batıdaki uygulamalardan yararlanmak mümkündür.
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, daha baştan devletin
temel esaslarının uluslararası standartlara uygun olması benimsenmiş ve buna
uygun olarak da Lozan Anlaşmasıyla Türk vatandaşlarının tamamı için inanç
hürriyetinin olmazsa olmaz mahiyetindeki unsurları çeşitli maddelerde ayrı ayrı
teminat altına alınmıştır.
Nitekim, Lozan Anlaşması'nın 3. faslı 'Azınlıkların
Himayesi' başlığını taşımakta olup, bu fasılda yer alan 38. maddede aynen .
'Türk Hükümeti; doğum yeri., milliyet, lisan, ırk veya din ayırımı yapmaksızın
Türkiye ahalisinin tamamına hayat ve özgürlükler bakımından tam ve kamil bir
koruma bahşetmeyi taahhüt eder' denilmektedir.
Bu hüküm gereğince herkese ve bu meyanda azınlıklara da
tam ve kamil manada özgürlüklerin tanındığı ve bu hakların korunacağı taahhüt
edilmiştir.
Yine aynı maddede yer alan; 'Türkiye'nin bütün ahalisi
kamu düzeni ve genel ahlaka aykırı olmayan her din, mezhep veya itikadın gerek
topluca, gerekse bireysel olarak hakkına sahip olacaklardır.' hükmü ile de
herkese din hürriyeti tanınmıştır.
Aynı şekilde Lozan Anlaşmasının 39.
maddesinde yer alan 'Herhangi bir Türk vatandaşının özel ve ticari
ilişkilerinde, din ve basın yayında, genel toplantılarda herhangi bir dili
serbestçe kullanması kısıtlanmayacaktır.' demek suretiyle din hürriyetinin
ayrılmaz bir parçası olan ifade hürriyeti uluslararası bir Anlaşmayla her Türk
vatandaşı için teminat altına alınmıştır.
Ve yine Lozan Anlaşmasının 40. maddesinde yer alan;
'Gayrimüslim ekalliyetlere mensup olan Türk tebaası hukuken ve fiilen diğer
Türk tebaaya tatbik edilen aynı muamele ve aynı teminattan müstefit olacaklar
ve bilhassa, masrafları kendilerine ait olmak üzere her türlü müesesatı
hayriye, diniye veya içtimaiyeyi, her türlü mektep ve sair müesesatı talim ve
terbiyeyi tesis, idare ve murakabe etmek ve buralarda kendi lisanlarını
serbestçe istimal ve ayini dinilerini serbestçe icra etmek hususlarında müsavi
bir hakka malik bulunacaklardır.' hükümleriyle hiçbir ayırım yapılmaksızın
bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ve bu arada gayrimüslim azınlıkların
da din hürriyetinin ayrılmaz parçası olan öğrenim, örgütlenme ve ibadet
hürriyeti teminat altına alınmıştır.
Ayni şekilde Lozan Anlaşması 42. maddesinde yer alan :
'Türkiye hükümeti gayrimüslim azınlıkların aile hukuku ve şahsi hukuk bahsin de
bu konuların azınlıkların örf ve adetlerine uygun her türlü yasa çıkarmayı
kabul eder. Bu yasalar Türkiye Hükümeti ile ilgili azınlıklardan her birinin
eşit sayıda temsilcilerinden oluşan özel komisyonlar tarafından
düzenlenecektir. Uyuşmazlık halinde Türkiye Hükümetiyle Birleşmiş Milletler
müştereken , Avrupa hukukçuları arasından , tarafların seçtiği hakemlere
ilaveten bir baş hakem seçeceklerdir' Lozan Anlaşmasının 43. maddesinde yer
alan 'Gayrimüslim azınlıklara mensup Türk vatandaşları inançlarına aykırı veya
dini ibadetlerini engelleyen herhangi bir muamelenin ifasına mecbur
tutulmayacakları gibi, (kendi) hafta tatilleri gününde mahkemelerde bulunmaktan
veya herhangi bir kanuni muamele icrasından kaçındıklarından dolayı bunların hiçbir
hakları düşmeyecektir.' hükümleriyle din ve vicdan hürriyetinin ayrılmaz
parçası olan ve ibadet hürriyetinin bir bölümünü teşkil eden dininin emirlerine
örf ve adetlerine uygun şekilde yaşama hürriyeti teminat altına alınmış ve özel
hukuk imkanı verilmiştir.
Görüldüğü gibi Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunun
temeli olan Lozan Anlaşmasıyla uluslararası standartlara uygun olarak din ve
vicdan hürriyetinin bütün ayrılmaz parçalarının bütün çağdaş ülkelerde olduğu
gibi Türkiye'de de uygulanacağının teminatı verilmiştir.
B - 4. Milli Hukukumuzun,
Siyasî Partilerle İlgili Gayesi de; Çağdaş Demokrasi, İnsan Hakları de Özgürlük
Standartlarına Noksansız Uymaktır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Türkiye Cumhuriyetinin
daha kuruluş esnasında bile her sahada çağdaşlık temel ilke olarak
benimsenmiştir. O günden bugüne kadar da daima çağdaş gelişmelere uymak için
elden gelen gayret gösterilmiştir. Çağdaşlığın ölçüsü olan demokrasi, insan
hakları, özgürlük bakımından da en ileri ülkelerdeki uygulamaların ortaya koyduğu
dünya standartlarına ulaşmak ve aynı seviyede olmak Türkiye'nin her zaman temel
gayesi olmuştur.
Siyasî partilerle ilgili Anayasa ve kanuni düzenlemeler
de bu temel prensipler ve hedefe bağlı olarak geliştirilmiştir.
Aşağıdaki bölümde (I. Bölüm, 2. Fasıl, 1. Kısım)
dünyadaki gelişmeye paralel olarak memleketimizde, siyasî partilerimizle ilgili
mevzuatta yapılan değişikliklerin mahiyeti ve ana gayeler bakımından ne ifade
ettikleri açıklanmıştır.
B- 5. Türkiye'nin Uymayı Taahhüt Ettiği Uluslararası Anlaşmalara
Göre Siyasî Partiler Hukukunda Geldiği Son Nokta :
Uluslararası andlaşmalar 'kanun hükmünde' olup doğrudan
uygulanma gücüne sahip olduğundan gerek Lozan Andlaşması gerekse AİHS
hükümleri, Türkiye için bugün gelinen nokta açık ve net ilkeler ortaya koymaktadır.
Siyasî parti davalarında da AİHS hükümlerinin gözönünde bulundurulması
gerekmektedir. Bu gereklilik, yüksek mahkemelerin varlık nedenleri (raison
detre) düşünüldüğünde, kendini daha fazla hissettirmektedir. Anayasa
Mahkemeleri, hak ve özgürlükleri, kamu erkini kullananların muhtemel
ihlallerine karşı korumak için vardırlar. (DURAN, L.: 'The Function and
Position of Constitutional Jurisdiction in Turkey', in: Turkish Public
Administration Annual, 1984, no.11,sh.3),
'Anayasa Mahkemesi eski üyelerinden Sayın Yı1maz
Aliefendioğlu'nun kelimeleriyle ifade edecek olursak', 'Anayasa Mahkemesi,
Anayasa ilkelerini yorumlarken, insan hak ve özgürlüklerinin eriştiği çağdaş
anlayış ve insan haklarına saygıyı sürekli göz önünde tutmak, Anayasa'nın
öngördüğü devlet yetkileriyle temel hak ve özgürlükler arasındaki dengenin
korunmasına özen göstermek durumundadır' ('Karşıoy Yazısı', E.1993/3, K.1994/2,
AMKD, sayı 30, cilt 2, sh.1217/1218.)
Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Yekta Güngör Özden de
Anayasa Mahkemesi'nin 30. Kuruluş Yıldönümünde düzenlenen Sempozyum'un açış
konuşmasında aynı gerçeği belirtmiştir. Sayın Özden'e göre: 'İnsan hakları
evrensel bir ülküdür. Her durum ve koşulda, her zaman yaşanıp savunulmalı,
hiçbir nedenle sınırlanmamalı ve özüne dokunulmamalıdır. İnsan haklarının
çiğnenmesi bağışlanmaz bir suç kabul edilmedikçe bu konudaki yakınmaların
arkası kesilmez. Hukukçuların özellikle anayasa yargıçlarının bu konuda
sorumlulukları büyüktür. Mahkememiz, insan haklarına dayanan, yollamalar yapan
kararlar vermektedir. Yargıçların da uluslararası sözleşmelere daha çok özen
göstermesi gerekir.' ('Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden'in Açış
Konuşması', Anayasa Yargısı, no.9, sh .10/l1.)
Anayasa Mahkemesi Raportörü Sayın Doç. Dr. Mehmet
Turhan'ın da belirttiği gibi: 'Anayasa Mahkememiz, bir siyasî partinin
kapatılması davasında, 'kanun hükmünde' olduğu için AİHS'ni Siyasî Partiler
Yasası ile birlikte değerlendirmek; Anayasaya aykırılığı tespit ederken de,
Anayasa hükümlerini AİHS'de (ve ek Protokollerde) öngörülen hak ve özgürlükleri
dikkate alarak yorumlamak durumundadır.' (TURHAN, M.: 'Demokratik Devlet İlkesi
Açısından Siyasî Partilerin Kapatılmaları ile İlgili Hükümlerdeki
Uyumsuzluklar', in: Yeni Türkiye, sayı 10, yıl: 1996, sh.420.)
Nitekim Anayasa Mahkemesi kimi kararlarında AİHS'nin
örgütlenme hakkını düzenleyen 11. maddesine göndermede bulunmuştur. (Örneğin
bkz. E.1993/3 K.1994/2, 16.6.1994; AMKD, sayı:30, Cilt:2, sh.1207/1208).
Dolayısıyla, Türkiye'de bir Siyasî parti kapatma
davasında şu hususların değerlendirilmesi gerekir:
a- Siyasî parti kapatma kakarı AİHS 11. maddesinin ikinci
paragrafından sayılan sebeplerden hangisine dayandırılmaktadır' Partinin
programı ya da eylemleri kamu güvenliğini mi tehdit etmektedir' Genel ahlaka mı
aykırıdır' Yoksa başkalarının hak ve özgürlüklerini mi ihlal etmektedir'
Öncelikle bu soruları sınırlama temellerini dar bir
yoruma tabi tutarak cevaplamak gerekir.
Anılan sorulara açık ve kesin cevaplar bulunamıyorsa bir
siyasî partinin kapatılması talebiyle dava açılamaz.
Sınırlama nedenlerini keyfi, geniş yoruma tabi tutarak ve
kapsamlarını genişleterek de bu sorular 'olumlu' yönde cevaplandırılamaz.
Anayasa Mahkemesi Raportörü Sayın Doç. Dr. Mehmet Turhan
bu kavramlardan ne anlaşılması gerektiğini şu şekilde açıklıyor:
'Bir siyasî partinin kapatılması sözkonusuysa, örgütlenme
hak ve özgürlüğünün AİHS'nin 11. maddesinin ikinci fıkrasında sayılan 'milli
güvenlik', 'kamu güvenliği' ve '....başkalarının hak ve hürriyetlerinin
korunması' gibi kısıtlama sebeplerinin somutlaştırılması gereklidir. Milli
güvenliğin korunması sebebine dayanmak için, örgütlenmenin, ülke topraklarını
parçalamaya yöneldiği ve bu amaca yönelik hareketlerin bölge barışını bozma
eğilimi gösterdiği delillendirilmeli; kamu güvenliğinin korunması sebebini
ileri sürebilmek için ise parti örgütünün terörü desteklediği veya yönettiği,
halk arasında kin ve husumet duygularını körüklediği ispat edilmelidir. Keza,
başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması sebebine dayanabilmek için de,
terörle örgütün (partinin) bağlantısı kanıtlanmalıdır.' (TURHAN, Yeni Türkiye,
Sayı 10, sh.422)
b- Bu sebeplerden bir ya da daha fazlası ileri sürülerek
partinin kapatılması isteniyorsa, bunun 'demokratik bir toplumda gerekli' olup
olmadığı sorgulanmalıdır. AİHK'nun Sosyalist Parti davasında da vurgulandığı
gibi, rastgele, keyfi sınırlandırmaları önlemek için 'demokratik bir toplumda
gereklilik' katı (strict) bir değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. (Avrupa İnsan
Hakları Komisyonunun 26 Kasım 1996 tarih ve 21237/93 Sayılı kararı: Sosyalist
Parti davası, parg. 81 ) ( E k Bölüm I, No:l)
Burada dikkate alınması gereken husus bir siyasî partiyi
kapatmanın 'acil bir toplumsal gereksinme'ye (presing social need) matuf olup
olmadığıdır. Bir başka ifadeyle, zorunlu, kaçınılmaz ve acil bir sosyal ihtiyaç
olmadığı müddetçe haklar sınırlandırılamaz.
Bu nedenle, yıllar önce söylenmiş olduğu iddia edilen
sözler delil gösterilerek bir siyasî partinin kapatılması mümkün değildir.
Nitekim 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun parti
üyelerinin eylem ve konuşmalarının üzerinden iki yıl geçmişse değerlendirmeye
alınamayacağını belirten hükmü böylesi iddiaların önünü kesmek içindir. (Madde
101/d-1)
Aynı şekilde kapatılması istenen siyasî partinin eylem ve
düşüncelerinin 'potansiyel tehlike teşkil ettiği' ve 'ileride büyük zararlara
sebep olabileceği' gibi faraziyelerle de örgütlenme özgürlüğü kısıtlanamaz.
Bu açıklamalar ışığında iddianamede yer alan ve Sayın
Başsavcının Partimizin kapatılmasına delil olarak ileri sürdüğü görüş ve
beyanların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ile garanti altına alınmış
ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü kapsamında ele alınması gerektiği
açıktır. Aşağıda ayrıntısıyla izah edileceği üzere; iddia konusu görüş ve
konuşmaların AİHS'nin 10. maddesinin 2. fıkrasındaki sebepler kapsamında
mütalaa edilmesi mümkün değildir. Bu ifadelerin, 'geniş' ve 'keyfi'
yorumlanması halinde dahi sınırlandırma sebeplerine dayanılması mümkün
değildir. Ayrıca, bu şekildeki sınırlandırmalar, temel unsurları 'çoğulculuk'
ve 'hoşgörü' olan demokratik bir toplumda 'gerekli'de değildir. Dolayısiyle
parti kapatma davaları bir yandan örgütlenme hakkını ortadan kaldırmakta, diğer
yandan da ifade özgürlüğünun alanını son derece daraltmaktadır. Çağdaş
demokrasilerde şiddet ve terörü savunmayan, başkaları için 'açık', 'ciddi',
'mevcut' ve 'somut' bir tehlike teşkil etmeyen siyasî partiler kapatılamaz ve
kapatılamamaktadır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasının
soğuk savaş şartlarında ve faşist rejimlerin henüz hayaletinin hafızalarda taze
olduğu bir dönemde Federal Almanya Anayasa Mahkemesi'nin Faşist Parti ve
Komünist Partisi'ni kapatma kararları 50 yıl önceki o dönemin şartları içinde
değerlendirilmesi gereken istisnai durumlardır. Bunun dışında çağdaş dünyanın
bugün ulaştığı noktada genel kural olarak siyasî partiler kapatılamaz.
Kapatılamaz, zira siyasî partiler modern demokrasinin olmazsa olmaz
unsurlarıdır. Nitekim, aynı partiler daha sonra tekrar kurulmuş; fakat, bir
daha kapatılmamışlardır.
Helsinki İnsan Hakları İzleme Komitesi
(Human Rights Watch) gibi saygı NGO'ların ve The Ecomomist gibi prestijli
uluslar arası dergilerin partimizin kapatılması istemiyle açılan davaya
gösterdikleri duyarlılık ve tepki de esasen bu hakikatı ifade etmektedir. (Bkz.
Refah Partisinin Kapatılmasına Dair Davaya İlişkin İnsan Hakları İzleme
Komitesi Helsinki: Endişe Beyanatı, 3 Temmuz 1997 ve 'Generals and Politics:
The Increasing Lonilenes of being Turkey', The Economist, 19 Temmuz 1997) (Ek:
Bölüm I, No:2 - Ek: Bölüm I, No:3)
Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'nun Türkiye
Birleşik Komünist Partisi ve Sosyalist Partisi'nin kapatılma kararlarını
Sözleşme'nin 11. maddesi ile garanti altına alınan örgütlenme özgürlüğüne
oybirliği ile aykırı bulması da bu görüşe somut destek teşkil etmektedir. TC.
Dışişleri Bakanlığı'nın Adalet Bakanlığı'na yazdığı AKGY+387-2614 sayı ve 25
Şubat 1997 tarihli yazı) :
2. Fasıl : Türkiye'de Siyasî Partiler Hukuku İle İlgili
Gelişmeler
A- Birinci Kısım: Türkiye'de Siyasî Partilerle İlgili
Mevzuatın Ve Tatbikatın Gelişmesi
Türkiye Cumhuriyeti, Anayasa'mızın ''Başlangıç' kısmında
belirtildiği gibi 'Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir
üyesi olarak' demokratik ülkeler arasındaki yerini almıştır. Böylece
Anayasa'mız daha 'Başlangıç' kısmında Türkiye'nin demokratik bir ülke olduğunu,
demokrasi ve insan hakları bakımından bütün dünyadaki çağdaş demokratik
ülkelere paralel olarak gelişmekte olan bir ülke olduğunu açık bir şekilde
belirtmiştir.
Demokrasilerde temel esas milletin iradesidir. Bu yüzden
demokrasilerde egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Milli iradeye dayanmayan
hiçbir güç meşru sayılamaz. Milli iradenin baskı ve engellemelerle tecellisinin
önlenmesi demokrasiyle bağdaşmaz. Demokrasilerde iktidarı da muhalefeti de
belirleyen tek güç, milli iradedir. Başka bir deyişle demokrasilerde iktidar
yönetim yetkisini, muhalefet ise denetim hakkını milli iradeden alır. Milli
irade, siyasî partilerle tezahür eder. Bu yüzden siyasî partiler demokrasilerin
vazgeçilmez temel unsurlarıdır. Bundan dolayıdır ki çağdaş dünyada ' kutsal
devlet' anlayışı yerine, 'demokrasinin, insan haklarının ve özgürlüğün
kutsallığı' anlayışı yerleştikçe siyasî partilerin kapatılmaması fikri esas
olmuş ve olmaktadır. Esasen totaliter rejimlerdeki 'kollektif suç' yerine
çağdaş ülkelerde 'suçun şahsi1iği ' prensibinin yerleşmesi de siyasî partilerin
kapatılmaması temel esasını pekiştirmiştir. İşte bu çağdaş gelişmelere paralel
olarak Türkiye'mizde de 50 yıldan beri demokrasimiz çeşitli merhalelerden
geçerek bu çağdaş noktaya ulaşmış bulunmaktadır.
Bilindiği gibi ülkemiz 1946 yılında çok partili hayata
geçmiştir. O tarihten bu yana siyasî partiler mevzuatımızda dünyadaki çağdaş
gelişmelere paralel olarak çok önemli değişimler olmuştur. Bu gelişmeleri
aşağıdaki gibi dört merhale halinde özetlemek mümkündür.
l. 1946 - 1960 Dönemi
2. 1961 Anayasası Dönemi
3. 1982 Anayasası Dönemi
4. 1983 tarih ve 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu'ndan
Sonraki Dönemi
l. 1946 - 1960 Dönemi:
1946 - 1960 Döneminde siyasî partiler 28.6.1938 tarih ve
3512 Sayılı Dernekler Kanunu'na tabi idi. Bu sebeple siyasî partiler, sıradan
dernekler gibi Sulh Ceza Mahkemelerince kapatılabilirdi.
Bir cümle ile o dönemde siyasî partilerimiz başlıca üç
şeyden; müstakil bir Siyasî Partiler Kanunundan, Anayasa teminatından ve
Anayasa Mahkemesi güvencesinden yoksundu. Bu durum, 1961 Anayasası dönemine
kadar devam etti.
2. 1961 Anayasası Dönemi:
1961 Anayasası ile siyasî partilerimiz için yeni bir
dönem başladı. Siyasî partiler 'demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez
unsurları' olarak anayasal kuruluşlar haline geldiler. Bu arada 1961 Anayasası
ile Anayasa Mahkemesi kuruldu. Siyasî partileri kapatma davalarına bakma görevi
Anayasa Mahkemesi'ne verildi. Böylece siyasî partilerimiz büyük bir teminata;
Anayasa Mahkemesi güvencesine kavuştular. 1965 yılında da 648 Sayılı Siyasî
Partiler Kanunu çıkarıldı.
Öte yandan 1971 Anayasa değişikliği ile siyasî partilere,
belli şartlar dahilinde, Devlet yardımı öngörüldü. (mad.56/son).
3. 1982 Anayasası Dönemi:
7 Kasım 1982 günü % 92 nisbetinde halkoyuyla kabul edilen
yeni Anayasamız demokrasinin ruhuna uygun olarak siyasî partilere büyük önem
vermiş hatta özel korumaya almıştır. Bu da gayet tabiidir. Çünkü siyasî
partilerin korunması demokratik rejimin yani milli iradenin korunması demektir.
Siyasî partisiz demokratik siyasî hayat düşünülemez
(TEZİÇ, E.:Anayasa Hukuku, 3. baskı, İstanbul, 1996, sh. 305).
Çünkü; 'demokratik siyasî hayatın motoru
siyasî partilerdir' (DAVER, B.: Siyaset Bilimine Giriş, S. baskı, Ankara-1993,
sh. 166).
Anayasa Mahkemesi'nin bir kararında da belirtildiği gibi:
'.. çağdaş demokrasilerde yurttaşların devlet yönetimine katılmaları temel
koşuldur... Kişilerin ayrı ayrı güçleriyle sonuç almaları zordur. Bireysel
iradelerini birleştirip yönlendirerek onlara ağırlık kazandıran özgün
kuruluşlara gereksinim duyulmuştur. Bu kuruluşlar, ... vazgeçilmez öneme sahip
olan siyasî partilerdir'
'Siyasî partiler, belli siyasî düşünceler çerçevesinde
birleşen yurttaşların özgürce kurdukları ve özgürce katılıp ayrıldıkları
kuruluşlardır. Kamuoyunun oluşumunda önemli etkinliği olan siyasî partiler....
siyasî katılımları somutlaştıran hukuksal yapılardır.'
'Siyasî partiler, demokratik rejimin 'olmazsa
olmaz''şartıdır.' Anayasa Mahkemesi, 6.6.1994, E.1993/3, K.1994/2, AKMD,
sayı.30, (sh.1061-1229) sh.1184)
Bu yüzdendir ki Anayasamıza göre:'Siyasî partiler
demokratik Siyasî hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır' (mad.68, fıkra 2)
'Siyasî partiler önceden izin almadan kurulurlar'
(mad.68, fıkra 3'
Siyasî partiler mahiyetleri itibariyle, hukuken, '
serbest kuruluşlar'dır (TEZİÇ, Anayasa Hukuku, sh. 316).
Kamu yararına çalışan bir dernek veya vakıf hükmünde
değillerdir. Önemleri itibariyle bunları çok aşan kurumlardır. Bu önemlerinden
dolayıdır ki Anayasa'mız siyasî partilere Devlet'in yeterli mali yardım
yapmasını öngörmüştür. (mad.68, fıkra 7)
Yine önemlerinden dolayıdır ki Anayasa'mızın amir hükmüne
göre: 'Siyasî Partilerin kuruluş ve çalışmaları, denetlenme ve kapatılmaları
ile siyasî partilerin ve adayların seçim harcamaları ve usulleri yukarıdaki
esaslar çerçevesinde kanunla düzenlenir' (mad.69, fıkra son)
Anayasa'nın sözünü ettiği Kanun, 22.4.1983 tarih ve 2820
Sayılı Siyasî Partiler Kanunu'dur.
4. 1983 Tarih ve 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunundan
Sonraki Dönem:
Bu yeni dönemde çağdaş gelişmelere paralel olarak siyasî
partilerin kapatı1maması hususunda büyük ve önemli adımlar atılmıştır.
Nasıl insanlık çağdaşlaştıkça 'kutsal devlet' anlayışı
yerine 'demokrasinin, insan hakları ve özgürlüğün kutsallığı' hakim olmaya
başlamışsa, buna paralel olarak milli iradenin serbestçe tecellisinin en mühim
vasıtaları olan siyasî partilerin de ufku açılmış, önündeki yasaklar
kaldırılmış, teminata kavuşmaları için yoğun çabalar harcanmış ve siyasî
partilerin kapatılmaması hedefine paralel olarak bunların kapatılabilmelerine
ait şartlar son derece ağırlaştırılmış ve birçok vazgeçilemez hükümlere
bağlanmıştır.
Nitekim 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu, siyasî
partiler hakkında kapatma davalarının açılabilmesini aşağıda ayrıntılarıyla
izah edeceğimiz 5 unsurun hepsinin yerine getirilmesi şartına bağladığı gibi,
bir üyenin ihracını da tabii hakimince hüküm giymesi şartına bağlamıştır.
Ayrıca Anayasa Mahkemesi'ne kapatma davası açılınca
ilgili üyenin 30 gün içinde ihracı halinde kapatma davasının düşeceği hükmünü
de getirmiştir.
Bunun gibi 1995 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile
de siyasî partiler lehine aşağıdaki (B-1) bölümünde izah edilen yeni esaslar
getirilmiştir.
Türkiye'deki 50 yıllık bu gelişmeyi siyasî partilerle
ilgili Anayasa hükümleri, siyasî parti kanunları ve Anayasa Mahkemesi içtihatları
açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
B- İkinci Kısım: Siyasî Partiler Hukukunda Ulaşılan Son
Merhale:
Yukarıdaki bölümlerde dünyadaki demokrasi, insan hakları
ve özgürlüklerdeki çağdaş gelişmelere genel bir bakış yapılmış, bunlara paralel
olarak Türkiye'deki son elli yıllık gelişmelerde ana hatlarıyla belirtilmiş ve
yine Türkiye'de bu gelişmelere uygun olarak Siyasî Partiler Hukuku'yla ilgili
değişimler ve merhaleler ortaya konulmuştur.
Bu bölümde bütün değişimlerden sonra Türkiye'deki Siyasî
Partiler Hukuku'nun eriştiği son merhale ana hatlarıyla belirtilmiştir.
Halihazır durumu belirtirken:
B-l. Anayasa'da yapılan değişikliklerle erişilen son
merhale,
B-2. Siyasî Partiler Kanunu'nda yapılan değişikliklerle
erişilen son merhale,
B-3. Anayasa Mahkemesi içtihatlarıyla erişilen son
merhale, olmak üzere üç bölümde kısaca özetlenmiştir.
aöyle ki;
B-1. Anayasa'da Siyasî Partiler Lehine Yapılan
Değişiklikler:
Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne dahil etmek için
Anayasa'mızda, 1995 yılında siyasî partiler lehine önemli değişiklikler
yapılmıştır. Değişikliklerin amacı; Siyasî Partiler Hukuku'nda en son çağdaş
normların Türkiye'de uygulanmasını sağlamaktır.
Söz konusu değişiklikleri üç grupta toplayabiliriz.
a. Kapatma Sebepleriyle İlgili Değişiklikler:
1995 Anayasa değişikliği ile çağdaş gelişmeye paralel
olarak Türkiye'mizde de siyasî partilerin kapatılmaması ana prensibi
beninsenmiş, 1982 Anayasası ile 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nda kabul
edilen pek çok kapatma sebepleri ortadan kaldırılmıştır.
Artık bir siyasî partinin kapatılması ancak aşağıdaki üç
sebebin, var olması için belirtilen, açık, kesin deliller ve koşulların sübut
bulması halinde mümkün olabilecektir.
1 ) Bir siyasî partinin tüzük ve programının Anayasa'nın
68. maddesinin 4. fıkrası hükümlerine aykırı olması,
Böylece 1982 Anayasası ve ayrıca 2820 Sayılı Siyasî
Partiler Kanunu'nda daha önce çok daha şümullü bir şekilde yer almış olan
kapatma sebepleri şimdi Anayasa'nın 68. maddesinin 4. fıkrasındaki hususlara
inhisar ettirilmiştir.
2 ) Bir siyasî partinin yabancı devletlerden,
uluslararası kuruluşlar ile yabancı gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım
alması,
Önceleri siyasî partilerin yurtdışından yardım almaları
kat'i surette yasak iken 1995 değişikliği ile Anayasa, yabancı ülkede
bulunmasına rağmen Türk uyrukluğunda olan gerçek ve tüzel kişilerden maddi
yardım alınması yasağını kaldırmıştır. (mad.69, fıkra 9'
3 ) Bir Siyasî Partinin, Anayasa'nın 68. maddesinin 4.
fıkrasında belirtilen fiillerin işlendiği odak haline geldiğinin sübut bulması.
Ancak sübut için 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun
ilgili maddelerinde belirtilen şartların tahakkuku halinde bir siyasî parti
kapatılabilir.
b. Siyasî Partilere Katılım ve Siyasî Parti Organlarıyla
İlgili Değişiklikler:
1995 Anayasa değişikliği ile siyasî haklar genişletilmiş,
Siyasî yasaklar azaltılmış, böylece siyasî partilerin daha köklü, güçlü ve
etkin kuruluşlar haline gelmeleri için zemin hazırlanmıştır.
Eskiden derneklerin, vakıfların, sendikaların, üniversite
öğretim üyelerinin hatta reşit olmasına rağmen 21 yaşını ikmal etmemiş
gençlerin, kısacası çok geniş bir kitlenin siyaset yapması yasak iken 1995
Anayasa değişikliği ile bu yasaklar sona ermiştir.
Ayrıca siyasî partilerin kadın kolları ve gençlik
teşkilatı kurmaları mümkün hale getirilmiştir.
c. 1995 Anayasa Değişikliği İle Bir Siyasî Partinin
Kapatılmasının Sonuçları hafifletilmiştir: Şöyleki;
l. Anayasa Mahkemesi kararıyla bir siyasî parti temelli
olarak kapatıldığı zaman, 1995'ten önce, kapatılma davasının açıldığı tarihte
parti üyesi olan bütün milletvekillerinin vekilliği düşerken artık sadece söz
ve eylemleriyle partinin kapatılmasına sebep olan kimselerin milletvekilliğinin
düşmesi esası getirilmiştir.
2. Anayasa'da 1995'te yapılan değişiklikten önce 'temelli
kapatılan siyasî partilerin kapatılma tarihinde üyeliği devam eden kurucuları,
genel başkanı, merkez karar ve yönetim kurulu ile her kademedeki yönetim ve
disiplin kurulu üyeleri ve Türkiye Büyük Millet Meclisi siyasî parti grubu
üyeleri başka bir siyasî partinin kurucusu, yöneticisi ve deneticisi
olamazlar'dı.
Günümüzde ise bu yasaklar sadece partinin kapatılmasına
sebep olan kimseler için geçerli hale getirilmiştir.
3. Eskiden bir siyasî partinin temelli kapatılmasına
sebep olan kimseler on yıl süreyle siyaset dışı kalırken 1995 değişikliği ile
Anayasa bu süreyi beş yıla indirmiştir. (mad.69/VIII)
B-2. Siyasî Partiler Kanunu'ndaki Değişiklerle Ulaşılan
Son Merhale:
2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu'muz, bir partinin
kapatılmasını, bilhassa odak haline gelme sebebiyle kapatma davası açılabilmesini
beş kesin şartın gerçekleşmesine bağlamıştır.
Çağdaş gelişmeye paralel olarak siyasî partilerin
kapatılmaması ilkesi yönünde adımlar atılırken Türkiye'mizde de 1986 yılında
2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nda çok önemli değişiklikler yapılmıştır. Bu
meyanda bir siyasî partiden Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın bir üyenin
ihracını talep edebilmesi için bu üyenin 'hüküm giymesi' şartı getirilmiş, bir
siyasî partinin suç odağı haline geldiği iddiası ile dava açılabilmesi ise beş
kesin şarta bağlanmıştır. Bu şartlar:
l. Suç sayılan fiillerin parti mensuplarınca işlendiğinin
'hüküm giymeleriyle' sübut bulması,
2. Bu üyelerin partiden ihraçları için Cumhuriyet
Başsavcısı'nın partiye bildirimde bulunması,
3. Partinin bu üyeleri 30 gün içinde ihraç etmemesi,
4. Bu fiillerin üyelerce kesif bir biçimde işlendiğinin
sübut bulması,
5. Partinin bu fiilleri benimsediğinin de sübuta ermesi.
Anayasa koyucu ise bu şartları dahi yeterli görmemiş
olmalı ki yukarıda belirttiğimiz gibi 1995 yılında Anayasa'da siyasî partiler
lehine -ilaveten- önemli düzenlemeler yapmış; siyasî katılımcılığı artırırken
siyasî partilerin kapatılma sebeplerini azaltmış ve daraltmıştır.
Gerek 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nda 1986'da
yapılan değişiklikler gerekse1995'te Anayasa'da yapılan değişiklikler, sonuç
olarak, siyasî parti yasaklarını azaltan, savunmaya daha fazla imkan tanıyan ve
parti kapatmaktan ziyade partilerin sağlıklı bünyeye kavuşmalarını esas alan
çağdaş gelişmelere paralel olan değişmelerdir.
B-3. Anayasa Mahkemesi İçtihatlarındaki Gelişme:
Anayasa Mahkemesi içtihatları da, çağdaş gelişmelere
paralel olarak 'parti kapatılmaması ilkesi' yönünde gelişmiştir.
Yukarıda 1995 Anayasa değişiklikleriyle partilerin
kapatılma sebeplerinin son derece daraltıldığını ve 2820 Sayılı Kanun ve 1986
yılında yapılan değişiklikle de 'odak' olma sebebiyle siyasî partilerin
kapatılmasının birçok şartların sübutuna bağlandığını belirtmiştik.
Bu bölümde ise dünyadaki ve Türkiye'deki çağdaş mevzuat
gelişmelerine paralel olarak Anayasa Mahkemesi içtihatlarındaki gelişmelere,
parti kapatılmaması istikametinde atılan adımlara değinmek istiyoruz.
Nitekim Yüksek Mahkeme, 500'e yakın sanık ve 80'e yakın
eylemle suçlanıp konusu suç teşkil eden fiillerin işlendiği bir 'odak' haline
gelmekle suçlanan Halkın Emek Partisi'nin odak haline gelmediğine karar
vermiştir (Anayasa Mahkemesi, 14.7.1993, E.1992/l, K.1993/l,
(R.G.18.8.1993/21672])
Yine Yüksek Mahkeme'miz, tüzük ve programıyla Anayasa'nın
136., Siyasî Partiler Kanunu'nun ise Anayasa'nın Geçici 15. Maddesinin
korumasında olan 89. maddesine aykırı davrandığı iddiası ile Demokratik Barış
Hareketi Partisi'nin kapatılması için açılan davayı, reddetmiştir (E. 1996/3
[Siyasî Parti-Kapatma) Sayılı dava ile ilgili gerekçeli karar henüz
yayınlanmamıştır).
3. Fasıl : Bu Dava Dünyadaki Ve Türkiye'deki Gelişmelere
Ters Düşmüştür.
A - Birinci Kısım: Çağdaş Demokrasilerde Siyasal
Partilerin Kapatılması İfade Ve Örgütlenme Özgürlükleri İle Bağdaşmaz.
Dünya ve Türkiye'nin bugün demokrasi, insan hakları,
özgürlük, düşünce hürriyeti ve siyasî partiler hukukunda geldiği nokta:
Avrupa insan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Paris Şartı
gibi belgeler İnsan hakları ve demokrasi alanında çağdaş dünyanın geldiği en
son noktayı göstermektedir. Bu noktada siyasî partiler hukukunun eriştiği son
aşamayı tesbit edebilmek için bu belgelerin içeriklerine bakmamız gerekir.
Parti kapatma davalarında AİHS'in ifade özgürlüğünü
düzenleyen 10. maddesi ile örgütlenme hakkını düzenleyen 11. maddesi öncelikle
dikkate alınması gereken hükümler içermektedir. Siyasî partiler birer 'örgüt'
olarak 11. maddede garanti altına alınan örgütlenme hakkının siyasî alanda
tezahürleridirler. Dolayısıyla parti kapatma kararlarının öncelikle 11. madde
kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir. AİHK'nun içtihatları da zaten bu
yöndedir. AİHK Türkiye Birleşik Komünist Partisi ve Sosyalist Parti
kararlarında Sözleşme'nin 11. maddesinin siyasî partilerin kapatılması
konusunda bir lex specialis oluşturduğunu düşünmektedir. (Sosyalist Parti
(SP/PERİNÇEK v. Turkey davası, Başvuru No:21237/93, Avrupa İnsan Hakları
Komitesi Karar Tarihi: 26.11.1996, para.86 (Ek: Bölüm I, No:4). Bununla beraber
AİHS'nin ifade özgürlüğünü düzenleyen 10. maddesi de parti kapatma davaları
için önemli ilkeler ve açık hükümler içermektedir. Bu nedenle biz Sözleşme'nin
11. ve 10. maddelerini birlikte ele alacağız.
AİHS ,11. Maddeye göre:
'1. Herkes, menfaatlerini korumak için sendika kurma ve
onlara katılma hakkı dahil, barışçıl toplanma ve örgütlenme özgürlüğüne
sahiptir.
2. Yasalarla öngörülen ve demokratik bir toplumda gerekli
olan, milli güvenlik veya kamu güvenliği, düzensizliğin veya suçun önlenmesi,
sağlık ve ahlakın korunması ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması
nedenlerinin dışında hiçbir nedenle bu haklara sınırlama konamaz. Bu madde
silahlı kuvvetler, polis ya da devlet memurlarının bu haklardan
yararlanmalarına yasal kısıtlama getirilmesini engellemez.'
AİHS'nin 10. Maddesi de benzer şekilde ifade özgürlüğünü
ve sınırlarını düzenlemektedir. Buna göre:
'1. Herkes ifade özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat
taşıma ve resmi makamlarca karışılmaksızın ve ülke sınırlarına bakılmaksızın
bilgi ve fikirlerin alınıp yayılması özgürlüğünü de içerir. Bu madde,
devletleri radyo, televizyon veya sinema girişimlerini izne bağlamaktan engellemez.
2. Kullanılması ödev ve sorumluluklar içeren bu
Özgürlükler, demokratik bir toplumda gerekli olan, ulusal güvenlik, toprak
bütünlüğü veya kamu güvenliği, kamu düzeninin korunması veya suçun önlenmesi,
genel sağlık yada ahlakın korunması başkalarının ün ve haklarının korunması,
gizli belgelerinin açıklanmasının engellenmesi yada yargının otorite ve
tarafsızlığının sağlanması amacıyla kanunla konulan kural, şart, kısıtlama ve
cezalara bağlanabilir.' (AİHS 10 ve 11. maddeleri İngilizce aslından çevrilmiştir.
Orjinal metinler için bkz. I. Brownlie (ed.), Basic Documents on Human Rights,
Third Edition, Oxford: Clarendon Pres, 1992, sh. 330/331)
Görüldüğü gibi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, ifade öz
gürlüğü ve örgütlenme hakkı konusunda önce genel ilkeleri vermekte ( 10/ 1 ve
11/1), sonrada bu hakların hangi durumlarda sınırlandırılabileceğini
belirtmektedir. (10/2 ve 11/2). Ancak hemen belirtmek gerekir ki Sözleşme
çerçevesinde hakların korunması esas, sınırlandırılması ise kesin şartlara
bağlanmış istisna niteliğindedir.
Uluslararası İnsan Hakları Hukuku literatüründe otorite
olarak kabul edilen Van Dijk ve Van Hool'un da önemle vurguladıkları gibi, bu
maddelerin ikinci paragraflarında yer alan ulusal güvenlik, kamu düzeni, genel
ahlak gibi sınırlandırma sebeplerinin dar yoruma tabi tutulması gerekir. Aksi
takdirde birinci paragrafta garanti altına alınan hakkın yaşama alanı
kalmayacaktır. Sınırlandırma nedenleri geniş yorumlandığında Sözleşme'nin
öngördüğü hakların korunması 'hayal' olmanın ötesine geçemiyecektir. (P.van
DIJK & G.J.H. Van HOOL: Theory and Practice of European Convention on Human
Rights, Second Edition, Deventer: Kluwer, 1990, sh.583, Ayrıca bkz. P.SIEGHART:
The Lawful Rights o Mankind: An Introduction to the International Legal Code of
Human Rights, Oxford: OUP, 1986, sh.81)
Böyle bir tehlikeyi önleyebilmek için AİHS, ifade
özgürlüğüne ve örgütlenme özgürlüğüne getirilen sınırlamaları da sınırlamıştır.
Buna göre 10. ve 11. maddelerinin 2. paragraflarda yer alan nedenlerle haklara
yapılan müdahalelerin 'yasayla öngörülmesi' (prescribed by law) ve 'demokratik
bir toplumda gerekli (necesary in a democratic society) olması gerekir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) çeşitli davalarda
sınırlandırma sebeplerinin nasıl yorumlanmasına ve demokratik toplumun neyi
gerektirdiğine dair genel ilkeler ve açık hükümler ortaya koymuştur. AİHM,
'Silver v.UK' davasında bu ilkeleri dört ana madde altında özetlemiştir:
(a). (Demokratik toplumda) 'gerekli' sıfatı... 'izin
verilebilir,' 'sıradan', faydalı', 'makul', ya da 'arzu edilir' gibi ifadelerin
esnekliğine sahip değildir.
(b) Taraf Devletler sınırlamaları uygulama bakımından
mutlak olmayan bir takdir yetkisine sahip olmakla birlikte, bu sınırlamaların
Sözleşmeye uygunluğu noktasında son söz (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinindir.
(c) 'demokratik bir toplumda gerekli' ifadesi (haklara
yönelik) müdahalenin 'acil bir sosyal gereksinimi' karşılaması ve 'meşru
amacını aşmaması' demektir.
(d) garanti altına alınan hakkı sınırlandırmaya yönelik
istisnaları içeren Sözleşme ifadeleri dar yorumlanmalıdır. (Silver v. United
Kingdom davası, 25 Mart 1983, Series A, No.61; (1983J, 5 EHRR 347, para.97.)
ABD Yüksek Mahkemesi (Supreme Court) da ifade özgürlüğü
ile ilgili kararlarında bir hakkın sınırlandırılabilmesi için o hakkın
kullanımının 'açık ve mevcut bir tehlike' (clear and present danger)
oluşturması gerektiğini belirtmiştir (Bkz. 'Schenk v. United States' davası,
249 U.S. 47 [1919], sh.52).
Supreme Court yargıcı Brandeis'e göre: ciddi zarar
endişesi, konuşma ve toplanma özgürlüğünü sınırlamayı tek başına haklı
gösteremez İnsanoğlu cadılardan korktu ve adınları yaktı. İfade özgürlüğünü
meşru bir şekilde sınırlandırabilmek için bu özgürlüğün kullanımının sonucunda
ciddi zararlar doğacağına dair endişenin makul temellere (reasonable ground)
dayanması gerekir' ('Dennis v. United States' davası, 341 U.S. 494 [1951],
sh.585) Benzer bir yaklaşım için bkz. ('Butler v.Michigan' davası 352 U.S.380
[1957), sh.383).
Ancak başkaları için 'açık', 'mevcut' ve 'ciddi' bir
tehlike sözkonusu ise hakların ve özgürlüklerin kullanımı kısıtlanabilir.
Profesör Ronald Dworkin'in ifadesiyle hınca hınç dolu bir tiyatroda yalan yere
'yangın var!' diye bağırmak sınırlandırmayı gerektiren davranıştır. [R.DWORKIN:
Taking Rights Seriously, London: Duckworth, 1977, sh.204]
Buradaki tehlike 'açık', 'mevcud' ve 'ciddi'dir. Bu
unsunlar gerçekleşmediği halde, 'potansiyel tehlike' yada 'yoruma başvurma'
suretiyle tehlike tesbiti gibi mülahazalarla özgürlüklerin sınırlandırılması
düşünülemez. Bir hakkın kullanımının 'bugün değilse bile ileride tehlike
oluşturabileceği' faraziyesi ile kısıtlanması söz konusu olamaz.
Parti kapatma davalarında AİHS'nin 10. maddesiyle korunan
ifade özgürlüğü de önemli bir yer işgal etmektedir. Handyside davasında ve daha
sonraki davalarda AİHM bu konudaki görüşlerini net bir şekilde ortaya
koymuştur. AİHM'nin 'Handyside' davasında çizdiği 'demokratik toplum' resmi
daha sonra ifade özgürlüğü ile ilgili hemen her davada tekrar edilmiştir. AİHM
düşünceyi açıklama özgürlüğünü çağdaş demokrasinin temel unsuru olarak kabul
etmekte ve bu özgürlüğe yönelik sınırlamalara karşı özel bir hassasiyet
göstermektedir. 'Handyside v.UK' davasında AİHM 'ifade özgürlüğü' ve
'demokratik toplum' arasındaki ilişkiyi şu şekilde ifade etmiştir: İfade
özgürlüğü demokratik toplumun hayati temellerinden biri olup, bu toplumun
ilerlemesi ve her insanın gelişmesi için gerekli temel şartlardandır. O (ifade
özgürlüğü) sadece 'lehte', 'gücendirmeyen' veya 'tarafsız' 'bilgi' ve
'düşünceler' için değil aynı zamanda devleti veya belli bir toplum kesimini
gücendiren, şok eden veya rahatsız eden bilgi ve düşünceler için de geçerlidir.
Bütün bunlar 'demokratik toplum'un vazgeçilmez unsurları olan çoğulculuk,
hoşgörü ve müsamahanın (geniş görüşlülüğün) gerekleridir. (Handyside v. United
Kingdom, 7.12.1976, Series A, No.24;
/I979-80) I EHRR 737, para. 49. Ayrıca bkz. Sunday times
(The) v.United Kingdom, (1979-80) 2 EHRR 245, para.65, Lingens v. Austria,
(1986) 8 EHRR 407, para. 41, Castells v. Spain, (1992), 14 EHRR 445, para. 42,
Thorgeirson v. Iceland, (1992) 14 EHRR 843, para. 63, Prager and Oberschlich
v.Austria, (1995), 21 EHRR 1, para.38, Ivoght v. Germany, (1996), 21 EHRR 205,
para. 52.)
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yukarıda aktarılan sözleri
defalarca tekrarlayarak ifade özgürlüğünün demokratik bir toplum için ne derece
önemli olduğunu vurgulamıştır. İfade özgürlüğünün sadece resmi söylemce
onaylanmış, 'sakıncasız' düşünceler için değil, statükoyu eleştiren hatta
siyasî sistemi 'rahatsız' edebilecek 'aykırı' fikirler için de geçerli olduğunu
AİHM açıkça belirtmiştir. Düşünce ve ifade özgürlüğünün spektrumunun bu kadar
geniş olması, demokratik toplumun olmazsa olmaz şartı olan pluralizm ve
tolerans gibi değerleri yaşatmak için kaçınılmazdır.
B- İkinci Kısım.Bir Hukuk Devleti Olan Türkiye'de Refah
Partisini Kapatmak Mümkün Değildir.
Refah Partisi, 19 Temmuz 1983 tarihinde kurulmuş olup; 14
yıldır Türkiye'de Anayasa ve kanunlara uygun olarak siyasî faaliyet icra
etmektedir. Bu zaman zarfında ülkemizde yapılan milletvekili ve yerel
yönetimler seçimlerine iştirak etmiş olan Partimiz, Mart 1989 Genel Yerel
Seçimlerde, başta 5 ilimiz olmak üzere pek çok belediye başkanlıklarını
kazanmıştır; Eylül 1991 Milletvekili Genel Seçimlerinde 62 milletvekili
kazanarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Grup oluşturmuştur. Kasım 1993
Kısmi Yerel Seçimlerde, Partimiz adayları önemli belediye başkanlıklarını
kazanmışlardır. 27 Mart 1994 Genel Yerel Seçimlerinde ise, başta İstanbul ve
Ankara Büyükşehir Belediyeleri olmak üzere, pek çok ilin belediye
başkanlıklarını, yüzlerce ilçe ve belde belediye başkanlıklarını yine Partimiz
adayları kazanmışlardır. Nihayet 24 Aralık 1995 Milletvekili Genel Seçimlerinde
158 milletvekili kazanan Partimiz, Türkiye'nin en büyük partisi olarak TBMM'nde
grup oluşturmuştur.
Bu zaman zarfında gerek Partimiz adına bulunulan
propaganda faaliyetleri, gerek yönetimlerde işbaşına gelen Partimiz
temsilcilerinin icraatları hep hukuki zeminde kalmıştır. Yerel yönetimlerde
işbaşına gelen Partimiz mensupları, örnek bir yönetim sergileyerek halkımızın
teveccühünü kazanmışlardır.
Bu teveccühün bir sonucu olarak, 24 Aralık 1995
Milletvekili Genel Seçimlerinde Türkiye'nin en büyük partisi hüviyetini kazanan
Partimiz, önce Anamuhalefet partisi görevini üstlenmiştir. Partimiz,
Anamuhalefet Partisi olarak bu dönemde önemli hukuki ve siyasî başarılar elde
etmiştir. Bu başarılar neticesinde Partimiz, büyük koalisyon ortağı olarak
Türkiye Cumhuriyeti'nin 54. Hükümetinin kurulmasında görev almış; Partimiz
Genel Başkanı, Başbakanlık görevini üstlenmiş; 18 bakanlık görevi, Partimiz
mensubu milletvekillerince üstlenilmiştir.
20. Yasama döneminde Türkiye Büyük Millet Meclisi
bünyesinde teşkil edilen, başta Plan ve Bütçe Komisyonu olmak üzere, pek çok
Meclis İhtisas Komisyonundaki başkanlık görevi Partimiz milletvekillerince
deruhte edilmiştir.
Bu dönemde TBMM bünyesinde teşkil olunan Meclis
Soruşturması ve Araştırması Komisyonlarında Partimiz milletvekilleri görev ifa
etmişlerdir.
Partimiz temsilcilerinin bütün bu faaliyetleri hep hukuki
zeminde icra edilmiştir.
Bu arda önemle belirtmemiz gerekir ki; büyük koalisyon
ortağı olarak Partimizin görev aldığı Türkiye Cumhuriyeti'nin 54. Hükümeti
aleyhine muhalefet partilerince verilen 12 Gensoru Önergesi TBMM'nce
reddedilmiştir. Bu vakıa karşısında, gerek Başbakan sıfatıyla, gerek bakan
sıfatıyla 54. Hükümette görev alan Partimiz temsilcilerinin Siyasî
sorumluluklarının söz konusu olmadığı açıkça ortaya çıkmıştır. Siyasî
sorumluluğun söz konusu olmadığı faaliyetleri dolayısıyla Partimiz temsilcisi
siyasî şahsiyetlerin hukuki sorumluluğundan da bahsedilemez.
Nitekim; Prof. Dr. Erdoğan TEZİÇ'in şu görüşleri bu
düşüncemizi açıkça teyid etmektedir:
'Bir iktidar partisi için kapatma mekanizmasının işlemesi
düşünülemez.' (TÜSİAD, Demokratik Standartların Yükseltilmesi Paketi Tartışma
Toplantıları Dizisi, Mayıs 1997) (Ek: Bölüm I, No: 5)
Ayrıca, Refah Partisi 4 milyonu aşkın resmi kayıtlı üyesi
ile Türkiye'nin ve hatta dünyanın en büyük partisi hüviyetini kazanmıştır.
Takriben 35 milyon seçmen kitlesi olan ülkemizde 4 milyon resmi kayıtlı üyesi
ile Partimiz 1989 Genel Yerel Seçimlerde % 10, 1991 Milletvekili Genel
Seçimlerinde % 17, 1994 Genel Yerel Seçimlerinde % 20 ve 1995 Milletvekili
Genel Seçimlerinde % 22 oy almış bir partidir.
Bu görünüm karşısında, 14 yıldan beri yasalar içinde
faaliyet gösteren ve Türkiye'nin en büyük partisi olan Refah Partisi'nin
kapatılması hukuken mümkün değildir. Aksi takdirde, Anayasanın 2. maddesinden
Devlete izafe edilen demokratiklik vasfı inkâr edilmiş olur. Aslında böyle bir
uygulama, Anayasa'ya aykırılık arz edecektir!
Çünkü bu rakamlardan da ve son günlerde yapılan
anketlerden de açıkça görüldüğü gibi Refah Partisi sempatizanlarıyla
Türkiye'nin üçte birini temsil etmektedir.
Bu topluluğun demokratik rejimde yok farz edilmesi de göz
ardı edilmesi de mümkün değildir. Esasen çağdaş dünyada parti kapatmak artık
söz konusu değildir. Çünkü parti kapatmakla herhangi bir sonuca ulaşılması
mümkün değildir. 14 yıldan beri yasalar içerisinde çalışarak gerek yerel
yönetimlerde gerekse merkezi yönetimde halkımıza büyük hizmetleri ifa etmiş
olan Refah Partisi'nin iktidarda iken ve lâikliğe aykırı hareket ettiği
iddiasıyla TBMM'ne verilen Gensorunun TBMM'nce reddedildiği 20 Mayıs 1997
gününün tam ertesi günü, o güne kadar yıllarca bütün sayın Başsavcılar
tarafından Refah Partisi aleyhine bir dava açılmasının hukuken mümkün
olmadığının defalarca açıklanmış ve tekrar edilmiş olmasına rağmen hiç bir usul
hükmü dikkate alınmadan, Partiye haber vermeden birdenbire bu davanın açılması
hem Türkiye'de hem modern dünyada bir büyük hayrete ve reaksiyona sebep
olmuştur.
(The Economist, 19 Temmuz 1997, Ek: Bölüm I, No.3)
(New York Times, 19 Haziran 1997, Ek: Bölüm I, No.6)
(New York Times, 14 Haziran 1997, Ek: Bölüm I, No.7)
(Deutsche Presse Agentur, 30 Mayıs 1997, Ek: Bölüm I,
No.B)
Bütün uluslararası kuruluşlar böyle bir harekete karşı
daha ilk andan şiddetle reaksiyonlarını ortaya koymuşlardır. Bugünkü çağdaş
dünyada ve Türkiye'de böyle bir olayın cereyan etmiş olması Refah Partisi'ne
değil daha çok Türkiye'ye gölge düşürmüştür. Ülkemizin uluslararası görünümünü
demokrasinin ve yasaların gereği olarak hiç bir hukuki mesnede dayanmadan ve
kanunların gösterdiği usul hükümlerinden hiç birini yerine getirmekten açılmış
olan bu davanın bir an evvel esasına bile girilmesizin usul yönünden derhal
reddedilmesi son derece büyük önem taşımaktadır. Yüksek Mahkemenin çağdaşlık,
demokrasi ve ulusumuz adına bu şerefli görevi en kısa zamanda yerine
getireceğine kesinlikle inanıyoruz.
Aşağıdaki bölümlerde neden bu davanın daha ilk incelemede
usul bakımından reddedilmesi gerektiğinin gerekçeleri, davanın esas bakımından
hiç bir hukuki mesneden dayanmadığı, hiç bir tereddüde mahal bırakmayacak
şekilde belirtilmiştir.
II. Bölüm Dava ile İlgili Anayasa ve Kanun Hükümleri
A - Birinci Kısım : Anayasa Hükümleri
23.7.1995 Tarih ve 4121 Sayılı Kanunla Yapılan
Değişiklikten Önceki Metin
MADDE 68- (fıkra 4) Siyasî partilerin tüzük ve
programları, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan
haklarına, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı
olamaz. (fıkra 5) Sınıf veya zümre egemenliğini veya herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayan Siyasî partiler kurulamaz.
23.7.1995 Tarih ve 4121 Sayılı Kanunla Yapılan Değişiklikten
Sonraki Metin
MADDE 68- (fıkra 4) Siyasî partilerin tüzük ve
programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milliyetiyle
bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine,
millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilklerine aykırı olamaz;
sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.
23.7.1995 Tarih ve 4121 Sayılı Kanunla Yapılan
Değişiklikten Önceki Metin
MADDE 69- (fıkra 1) Siyasî partiler, tüzük ve programları
dışında faaliyette bulunamazlar; Anayasanın 14 üncü maddesindeki sınırlamalar
dışına çıkamazlar; çıkanlar temelli kapatılır.
(fıkra 5) Cumhuriyet Başsavcılığı, kurulan partilerin
tüzük ve programlarının ve kurucularının hukuki durumlarının Anayasa ve kanun
hükümlerine uygunluğunu, kuruluşlarını takiben ve öncelikle denetler;
faaliyetlerini de takip eder.
(fıkra 6) Siyasî partilerin, kapatılması, Cumhuriyet
Başsavcılığının açacağı dava üzerine, Anayasa Mahkemesince karara bağlanır.
(fıkra 7) Temelli kapatılan Siyasî partilerin kurucuları
ile her kademedeki yöneticileri; yeni bir Siyasî partinin kurucusu, yöneticisi
ve deneticisi olmayacakları gibi, kapatılmış bir Siyasî partinin mensuplarının
üye çoğunluğunun teşkil edeceği yeni bir Siyasî parti de kurulamaz.
(fıkra 8) Siyasî partiler, yabancı devletlerden, uluslar
arası kuruluşlardan, yabancı ülkelerdeki dernek ve gruplardan herhangi bir
suretle ayni ve nakdi yardım alamazlar, bunlardan emir alamazlar ve bunların
Türkiye'nin bağımsızlığı ve ülke bütünlüğü aleyhindeki karar ve faaliyetlerine
katılamazlar. Bu fıkra hükümlerine aykırı hareket eden Siyasî partiler de
temelli kapatılır.
(fıkra 9) Siyasî partilerin kuruluş ve faaliyetleri,
denetleme ve kapatılmaları yukarıdaki esaslar dairesinde kanunla düzenlenir.
23.7.1995 Tarih ve 4121 Sayılı Kanunla Yapılan
Değişiklikten Sonraki Metin
MADDE 69- (fıkra 4) Siyasî partilerin kapatılması,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesince
kesin olarak karara bağlanır.
(fıkra 5) Bir Siyasî partinin tüzüğü ve programının 68
inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli
kapatma kararı verilir.
(fıkra 6) Bir Siyasî partinin 68 inci maddenin dördüncü
fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak,
onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa
Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verilir.
(fıkra 7) Temelli kapatılan bir parti bir başka ad
altında kurulamaz.
(fıkra 8) Bir Siyasî partinin temelli kapatılmasına beyan
veya faaliyetleriyle sebep olan kurucuları dahil üyeleri, Anayasa Mahkemesinin
temelli kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmi Gazetede gerekçeli olarak
yayımlanmasından başlayarak beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi,
yöneticisi ve deneticisi olamazlar.
(fıkra 9) Yabancı devletlerden, uluslararası
kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi
yardım alan Siyasî partiler temelli olarak kapatılır.
(fıkra 10) Siyasî partilerin kuruluş ve çalışmaları,
denetlenme ve kapatılmaları ile Siyasî partilerin ve adayların seçim
harcamaları ve usulleri yukarıdaki esaslar çerçevesinde kanunla düzenlenir.
B- İkinci Kısım: Siyasî Partiler Kanunundaki Hükümler
'Görevli mahkeme ve savcılık
MADDE 98- Siyasî partilerin kapatılması, Cumhuriyet
Başsavcısı veya Cumhuriyet Başsavcıvekilinin açacağı dava üzerine, Anayasa
Mahkemesince, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle,
dosya üzerinde inceleme yapılarak karara bağlanır. Anayasa Mahkemesi gerekli
gördüğü hallerde sözlü açıklamalarını dinlemek için ilgilileri ve konu hakkında
bilgisi olanları çağırır.
Anayasa Mahkemesince verilen kararlar kesindir.
Cumhuriyet Başsavcılığı, iddianamesine esas teşkil edecek
olayların araştırılması ve soruşturulmasında ve davanın açılması ve
yürütülmesinde Cumhuriyet savcılarına ve sorgu hakimlerine tanınan bütün
yetkilere sahiptir. Ancak; Anayasanın ve kanunların sadece hakimler tarafından
kullanılabileceğini belirttiği yetkiler bunun dışındadır.
Cumhuriyet Başsavcısının görevlendireceği Cumhuriyet
Başsavcıvekili veya Cumhuriyet Başsavcısı yardımcıları Siyasî partilerin
kongrelerini izleyebilecekleri gibi, Cumhuriyet Başsavcılığı Siyasî partilerden
incelemek üzere gerekli gördüğü belgeleri de isteyebilir.
Siyasî partiler, Cumhuriyet Başsavcılığının isteklerine
en geç onbeş gün içinde cevap vermek zorundadırlar.
Cumhuriyet Başsavcısı, soruşturmayı Cumhuriyet
Başsavcıvekili veya yardımcıları eliyle de yürütebilir.
Cumhuriyet Başsavcısının soruşturma için görevlendirdiği
Başsavcı yardımcılarının, Yargıtay üyeliğine seçilmeleri hali hariç, soruşturma
sonuçlanıncaya kadar süreli veya süresiz başka bir göreve atanmaları Cumhuriyet
Başsavcısının yazılı muvafakatına bağlıdır.
Siyasî Partilerle İlgili Yasakları İnceleme Kurulu
MADDE 99- Siyasî partilerin kapatılmasına ilişkin
isteklerin, Cumhuriyet Başsavcılığınca reddi halinde, yapılan itirazları
incelemek üzere Siyasî Partilerle ilgili Yasakları İnceleme Kurulu kurulmuştur.
Bu Kurul, Yargıtay ceza daireleri başkanlarından kurulur.
Bunların en kıdemlisi Kurulun Başkanıdır. Daire başkanlarının özürleri halinde
dairenin en kıdemli üyesi Kurula katılır. Kurul üye tamsayısı ile toplanır.
Karar yeter sayısı, üye tamsayısının salt çoğunluğudur.
Siyasî partilerle ilgili yasaklara aykırılık halinde dava
açılması
MADDE 100- Bir Siyasî partinin, bu Kanunun dördüncü
kısmında yer alan hükümleri ihlal etmesi sebebiyle Cumhuriyet Başsavcılığı
tarafından partinin kapatılması davasının açılması:
a) Resen,
b) Bakanlar Kurulu kararı üzerine Adalet Bakanının
istemiyle,
c) Bir Siyasî partinin istemi üzerine,
Olur.
Ancak, bir Siyasî partinin Cumhuriyet Başsavcılığından
dava açılmasını isteyebilmesi için, bu partinin son milletvekili genel
seçimlerine katılmış olması, Türkiye Büyük Millet Meclisinde grubu bulunması,
ilk büyük kongresini yapmış olması, partinin merkez karar ve yönetim kurulunun
üye tamsayısının salt çoğunluğunun oyu ile dava açılmasının istenmesi yolunda
karar alınmış bulunması ve istemin parti adına parti genel başkanı tarafından
Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı olarak yapılmış olması gerekir.
Cumhuriyet Başsavcılığı, Adalet Bakanının veya partinin
yazılı isteminde yeterli delil bulunduğu kanısına varırsa davayı açar. Yeterli
delil bulunmadığı kanısına varırsa dava açmayacağını istemde bulunan Adalet
Bakanına veya Siyasî parti genel başkanlığına yazı ile bildirir.
Adalet Bakanının veya Siyasî
partinin, Cumhuriyet Başsavcılığının bildirimi üzerine, bu bildirimin tebliği
tarihinden başlayarak otuz gün içinde Siyasî Partilerle ilgili Yasakları
inceleme Kuruluna yazı ile itirazda bulunma hakkı vardır.
Kurul,
itirazı ivedilikle en geç otuz gün içinde inceler; itirazı haklı görmezse dava
açılmaz; haklı görürse, Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasa Mahkemesine dava
açmakla yükümlüdür.
Bu maddenin birinci fıkrasının
(b) ve (c) bentlerinde yer alan hükümler milletvekili genel seçimiyle, bu
seçimin yenilenmesine veya milletvekili ara seçimlerine dair verilen kararın
Resmi Gazetede yayımlandığı tarihten başlayarak oy verme gününün ertesi gününe
kadar geçecek süre içinde uygulanamaz.
Dördüncü kısımdaki yasaklara aykırılık halinde partilerin
kapatılması
MADDE 101- Anayasa Mahkemesince bir Siyasî parti hakkında
kapatma kararı:
a) Parti tüzüğünün veya
programının yahut partinin faaliyetlerini düzenleyen ve yetkili parti organları
veya mercilerince yürürlüğe konulmuş olan diğer parti mevzuatının bu Kanunun
dördüncü kısmında yer alan hükümlerine aykırı olması,
b) Parti büyük kongresince,
merkez karar ve yönetim kurulunca veya bu kurulun iki ayrı kurul olarak
oluşturulduğu hallerde ilgili kurulca veya Türkiye Büyük Millet Meclisi grup
yönetim veya grup genel kurullarınca bu Kanunun dördüncü kısmında yer alan
maddeler hükümlerine aykırı karar alınması veya genelge veya bildiriler
yayınlanması veya karar alınmamış olsa bile bu kurullar tarafından aynı
hükümlere aykırı faaliyette bulunulması veya parti genel başkanı veya genel
başkan yardımcısı veya genel sekreterinin sözü edilen bu maddeler hükümlerine
aykırı olarak sözlü ya da yazılı beyanda bulunması,
c) Parti merkez karar ve
yönetim kurulunca Yüksek Seçim Kuruluna partiyi temsilen konuşma yapacağı
bildirilmiş olan kimsenin, radyo veya televizyonda yaptığı konuşmanın bu
Kanunun dördüncü kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı olması,
Hallerinde verilir.
d) 1- (b) bendinde sayılanlar
dışında kalan parti organı, mercii veya kurulu tarafından bu Kanunun 4 üncü
kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı fiilin işlenmesi halinde, fiilin
işlendiği tarihten başlayarak iki yılı geçmemiş ise, Cumhuriyet Başsavcılığı
söz konusu organ, merci veya kurulan işten el çektirilmesini yazı ile o
partiden ister. Parti üyeleri 4 üncü kısımda yer alan maddeler hükümlerine
aykırı fiil ve konuşmalarından dolayı hüküm giyerler ise, Cumhuriyet Başsavcılığı
bu üyelerin partiden kesin olarak çıkarılmasını o partiden ister.
Siyasî parti, tebliğ tarihinden itibaren
otuz gün içinde istem yazısında belirtilen hususu yerine getirmediği takdirde,
Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasa Mahkemesinde o Siyasî partinin kapatılması
hakkında dava açar. Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenmiş iddianamenin
tebliğinden itibaren otuz gün içinde ilgili Siyasî parti tarafından söz konusu
parti organı, mercii veya kurulunun işten el çektirilmesi ve parti üyesi veya
üyelerinin partiden kesin olarak çıkarılmaları halinde, o partinin kapatılması
hakkındaki dava düşer. Aksi takdirde Anayasa Mahkemesi dosya üzerinde inceleme
yaparak ve gerekli gördüğü hallerde Cumhuriyet Başsavcısının ve Siyasî parti
temsilcilerinin sözlü açıklamalarını ve konu üzerinde bilgisi olanları da
dinlemek suretiyle açılmış bulunan davayı karar bağlar.
2- (I ) numaralı bend gereğince bir Siyasî
partiden kesin olarak çıkarılan veya çıkarılmayıp da bir Siyasî partinin
kapatılmasına olan üyeleri, çıkarma kararının veya Anayasa Mahkemesinin kapatma
kararının kendilerine yazı ile bildirilmesinden başlayarak on yıl süre ile
başka hiçbir Siyasî partiye alınamaz, parti kurucusu olamaz, seçimlerde parti
listelerinde bağımsız aday da gösterilemez ve milletvekilliği için aday
olamazlar. Aksi takdirde bu gibileri üye kaydeden veya parti kurucusu olarak
kabul eden veya seçimlerde bağımsız aday gösteren Siyasî partiler hakkında da
(1 ) numaralı bend hükümleri uygulanır.
Bir Siyasî parti üyesinin, bu
madde gereğince partisinden kesin olarak çıkarılması veya çıkartılmayıp da
partinin kapatılmasına sebep olması halinde, hakkında ayrıca genel hükümlere
göre işlem yapılır.
95 inci madde hükmü saklıdır.
Cumhuriyet Başsavcılığının isteklerine uyulmaması halinde
yapılacak işlem:
MADDE 102- Siyasî partilerin
denetimi ve faaliyetlerinin takibi hususlarında Cumhuriyet Başsavcılığının
istediği bilgi ve belgeleri, belli edilen süre veya belli edilmemesi halinde
makul süre içinde vermeyen Siyasî partiye Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ikinci
bir yazı tebliğ olunur. Bu yazıda, belirtilen süre içinde cevap verilmediği ve
istek yerine getirilmediği takdirde o Siyasî partinin kapatılması için dava
açılabileceği de belirtilir. Bu tebliğde bildirilecek süre içinde yine istek
yerine getirilmez veya cevap verilmezse Cumhuriyet Başsavcılığı o Siyasî
partinin kapatılması için Anayasa Mahkemesinde resen dava açabilir.
Kanunsuz Siyasî faaliyetlere mihrak olma sebebiyle
kapatma:
MADDE 103- Bir Siyasî partinin,
bu Kanunun 78 ila 88 ve 97 inci maddeleri hükümlerine aykırı fiillerin
işlendiği bir mihrak haline geldiğinin sübuta ermesi halinde, o Siyasî parti
Anayasa Mahkemesince kapatılır.
Bir Siyasî partinin yukarıdaki
fıkrada yazılı fiillerin mihrakı haline geldiği, 101 inci maddenin (d) bendinin
uygulanması sonucunda bu fiillerin o partinin üyelerince kesif bir şekilde
işlenmiş olduğunun ve bu fiillerin kesif olarak işlenmesinin o partinin büyük
kongere, merkez karar ve yönetim kurulu veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki
grup genel kurulu yahut bu grubun yönetim kurulunca zımnen veya sarahaten
benimsendiğinin sübuta ermesiyle olur.'
III. Bölüm- Davanın Usul Bakımından Reddi Gerekir
A -1. Parti Kapatma
Davalarında, Yargılamanın Güvencesi, Usul Kurallarıdır.
Yukarıda da açıklandığı gibi
Siyasî partilerin uymadıkları takdirde kapatma sebebi olabilecek hususlar ile
kapatma kararı verilebilecek haller, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nda
düzenlenmiş ve 1995 Anayasa değişikliği ile kapatma sebepleri ve halleri,
yasadakilere oranla daha da dar kapsamlı ve mantıklı bir hale getirilmiştir
(TANÖR. B: Türkiye'de Demokratikleşme Perspektifleri, TÜSİAD Raporu, s.51 )
Siyasî partilerin kapatılması davalarının iki safhası
vardır:
a. Davanın açılmasından önceki safha
b. Yargılama safhası.
a. Davanın açılmasından önceki safha :
Davanın alt yapısının
hazırlandığı safhadır. Bu hazırlığı, Yargıtay C. Başsavcısı yapacaktır. Siyasî
partiler hakkında, ancak hangi şartlar kapatma davası açılabileceği, Siyasî
Partiler Kanunu'nun 101 ve103. maddelerinde düzenlenmiştir. 1995 yılında
Anayasa'da yapılan değişikliklerle ilgili olarak TBMM Anayasa Komisyonu da,
1995 Anayasa değişikliği sırasında, bu hususu şu şekilde belirtmiştir;
'.....partinin tüzüğü gibi
programı da Anayasa ve kanunla partiler için konan yasaklara veya emredici hükümlere
aykırıysa, parti, esasen Anayasa Mahkemesi'nce temelli veya basit olarak
kapatılacaktır... Aynı sistematiğe uygun olarak komisyonumuz, Siyasî partilerin
bu ilkelere uygun hareket etmemelerinin iki ayrı şeklini açıkça düzenlenmiştir.
Bunlardan birincisi, partinin tüzük ve programının bu ilkelere aykırı olması;
ikinci durum ise, partinin beyan ve eylemlerinin bu ilkelere aykırı
olmasıdır.....Komisyonumuz, bu ayrımı yapmış ve ikinci halde temelli
kapatılmayı ancak partinin bu tür eylemlerin işlendiği bir odak haline gelmiş
olmasına bağlamıştır.' (Anayasa Komisyonu Raporu: TBMM, Dönem: 19, Yasama Yılı:
4 (S.Sayısı:861 sh: 32/33)
Görülmektedir
ki, Siyasî partilerin mevzuatı, parti tüzük ve programının, yasaklara aykırı
olması halini, kapatma nedeni olarak saymış, ancak bu konuda Başsavcıya bir
mükellefiyet yüklemeyerek, doğrudan kapatma davası açabilme yolunu açık
bırakmıştır. Fakat buna mukabil bir Siyasî parti hakkında, yasak eylemlerin
işlendiği bir odak haline gelmiş olması iddiasıyla kapatma davasının açılması
bir takım usuli işlemlere bağlanmıştır.
Buna göre bir Siyasî partinin, yasak eylemlerin mihrakı
(odağı) haline gelmesi, iddiasının ileri sürülebilmesi için ancak aşağıdaki 5
şartın hepsinin de sübut bulması ile mümkündür. Bu şartlar:
l. Suç sayılan fiillerin parti mensuplarınca işlendiğinin
'hüküm giymeleriyle' sübut bulması
2. Bu üyelerin partiden ihraçları için Cumhuriyet
Başsavcısı'nın partiye bildirimde bulunması,
3. Partinin bu üyeleri 30 gün içinde ihraç etmemesi,
4. Bu fiillerin üyelerce kesif bir biçimde işlendiğinin
sübut bulması,
5. Partinin bu filleri benimsediğinin de sübuta ermesi.
Yukarıdaki şartların hepsinin
birden sübut bulması halinde bir partinin odak olma iddiasıyla kapatma davası
açılabilecektir.
b. Yargılama Safhası :
Bilindiği gibi, Siyasî
partilerin kapatılması davalarına, Yargıtay C. Başsavcısının, açacağı dava
üzerine, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle Anayasa
Mahkemesi'nce bakılmaktadır (Any. mad.69, fıkra4; Siyasî Partiler Kanunu,
mad.98, fıkra 3; Anayasa Mahkemesi'nin Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun,
mad.33).
Yukarıda belirttiğimiz prosedür işletilerek açılan
kapatma davalarında Yüksek Mahkeme, parti yasaklarına aykırı eylemlerinden
ötürü bir partinin temelli kapatılmasına, ancak yukarıdaki beş şartın mevcut
olduğunu tesbit ettikten sonra davaya bakabilecek ve bu şartların varlığından
sonra partinin üyelerinin yoğun bir şekilde iddia edilen yasa dışı hareketi
yapıp yapmadıklarına bakarak, partinin odak haline gelip gelmediğine tespit edip,
takdir hakkını kullanacaktır.
Siyasî Partiler Yasası'nın 103. maddesi yollaması ile
101. maddesinin (d) bendinde belirtilen usule uyulmadan, Yüksek Mahkeme'de, her
nasılsa, bir dava ikame edilmişse ne olacaktır'
Bu durum kanunun ihtar mecburiyeti aradığı davalarda, bu
vecibenin yerine getirilmeden dava açılmasına benzer ki; bu ahvalde sırf bu
sebeple davanın esasa girmeden usul yönünden reddi gerekir.
Parti kapatma davalarının açılabilmesi için kanunun
belirlediği bu ön şartların yerine getirilmesi mecburiyeti ayrıca Yüksek
Mahkemenin kararlarıyla teyid edilmiştir.
Anayasa Mahkemesi, 14.7.1993 günlü, 1992/1 E, 1993/1 K.
sayılı kararında: '2820 sayılı Yasa'nın getirdiği düzenlemeye göre, Siyasî
partilerin 101. maddenin (b) bendinde sayılan organ ve görevlilerinin, dördüncü
kısımda yazılı yasaklara aykırı davrandıklarının saptanması durumunda doğrudan
doğruya kapatma davası açılabilmesine karşın, aynı yasak eylemlerin (d)
bendinde sayılan organ, merci ya da kurullar veya parti üyeleri tarafından
işlenmesi durumunda kapatma davasının açılabilmesi kimi koşullara bağlanmıştır.
Bunlar, parti üyeleri bakımından 'hüküm giyme' ve bunun sonucunda üyelikten
çıkarılması için yasa metninde belirlenen 'tebligat' ve buna karşın üyelikten
çıkarma' koşuludur. Cumhuriyet Başsavcılığı'nın Yasa'nın 103. maddesinin en
önemli öğesi olan '101. maddenin (d) bendinin uygulanmasını' gözetmediği, eş
anlatımla, parti üyelerinin Dördüncü Kısım'da yer alan hükümlere aykırı eylem
ve konuşmalarından dolayı 'hüküm giyme' ile tebligatta bulunma ve buna karşın
üyelikten çıkarma koşulunu aramadığı ve parti üyeleri hakkında açılmış ve devam
etmekte olan kamu davalarının varlığını yeterli görerek davalı Siyasî partinin
kapatılmasını istediği görülmektedir. Bu durumda, Siyasî Partiler Yasasının 103.
Maddesinde yazılı kapatma nedeninin öğeler yönünden gerçekleşmediği açıktır.
Buna dayalı kapatma isteminin reddi gerekir' (Resmi Gazete: 18 Ağustos
1993/21672) demek suretiyle bu sorunun cevabını net olarak ortaya koymuş ve
dava konusu olayda bu prosedür uygulanmadığı için Başsavcılığın odaklaşma
iddiasına dayanan kapatma talebini reddetmiştir.
Görülmektedir ki, Anayasa Mahkemesi kurulduğu günden beri
usül kurallarına çok büyük önem vermiştir. Usül kuralları, Yüksek Mahkemeye
göre, yargılamanın güvencesi açısından çok önemlidir. O kadar önemlidir ki,
bizzat kendisi Anayasa'da ve yasalarda öngörülmeyen bir güvence kurumu
oluşturmuş ve kanunların yürürlüğünün durdurulmasını içtihad yolu ile adeta
kurumsallaştırmıştır.
Böylece Yüksek Mahkeme, usuli kuralların ne kadar önemli
olduğunu açıkça göstermiş ve bu konuda hep hassas davranmıştır.
A - 2. Bu Davanın Açılmasında Kanunun Öngördüğü Şartlar
Yerine Getirilmemiştir.
Görülmekte olan işbu dava iki bakımdan eksik ve hatalı
açılmıştır.
a ) İddianamede davanın dayandırıldığı kanun maddeleri
zikredilmemiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Partimiz hakkında açtığı
davanın iddianamesinde, dayanılan yasa maddeleri olarak, Anayasamızın 69.
maddesinin 6. fıkrası yollamasıyla 68. maddenin 4. fıkrasını göstermektedir.
Gerekçe olarak da '...Anayasada sadece özü belirlenmiş bir kural değil de,
konuyu ayrıntılı ve doğrudan düzenleyen bir hüküm var ise, Anayasa daha önceki
bir kanunun aykırı hükümlerini zimnen ilga edebilmektedir.. '' düşüncesini
ileri sürmüştür.
Bu görüşe katılmak mümkün değildir. Çünkü Anayasanın
anılan maddeleri, sadece özü belirlenmiş kuralları içermektedir ve ayrıca bu
kurallar, yürürlükte olan yasa hükümleri ile mübayenet halinde de değildir.
Keza Anayasa'nın 69. maddesinin son fıkrasında Siyasî
parti kapatma ile ilgili Anayasa hükümlerinin kanunla düzenleneceği açık bir
şekilde belirtilmiştir.
Hal böyleyken, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın, halen
yürürlükte bulunan ve Anayasa'nın değişik 68 ve 69. Maddeleriyle mübayenet
halinde bulunmayan Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. ve 103. maddelerine
dayanmaması hatalı olmuştur. İddianamedeki sevk maddesi isabetli değildir.
Çünkü; 'Kuralların üstünlük sıralaması ile uygulama sıralaması ters
orantılıdır.' (AKILLIOĞLU, T.: İnsan Hakları I, Ankara, 1995, sh. 54)
b ) Davanın açılması yönünden odaklaşma iddiası ile
ilgili usuli şartlar da yerine getirilmemiştir.
Görülmekte olan dava, Partimizin, Anayasa'nın lâiklik
ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği iddiası ile açılmıştır. Delil
olarak da bir kısım üyelerimizin, muhtelif konuşmaları gösterilmiştir. Ancak bu
üyeler hakkında Siyasî Partiler Kanunu'nun öngördüğü; -'Hüküm giyme', 'Uyarı da
bulunma' -'Üyelikten çıkarma' -'Kesif şekilde işlenme' ve -'Yetkili kurullarca
benimseme' şartlarının sübut bulması gereğince Başsavcılıkça uyulmamıştır.
Böyle bir davanın açılabilmesi için bu beş şartın
hepsinin birden yerine getirilmesi kanuni gerekliliktir. Halbuki gerçekte bu
şartların beşinin birden yerine gelmesi şöyle dursun, hiç biri varit değildir.
Hal böyle iken birkaç üyemizin sübut bulmamış konuşmaları
yeterli görülmüş ve partimizin suç odağı haline geldiği varsayılarak işbu dava
açılmıştır. Öte yandan Siyasî Partiler Kanunu'nun 98. Maddesi, Başsavcıya,
iddianamesine esas teşkil edecek olayların araştırması ve soruşturulmasında ve
davanın açılması ve yürütülmesinde Cumhuriyet Savcılarına tanınan bütün
yetkileri ve görevleri vermiştir. Buna rağmen, Başsavcı, lehimizde olan
delilleri de toplama cihetine gitmeyerek, savunma hakkımızı hiçe saymıştır.
Nitekim bu davanın açılışında kanunun amir hükümlerinin
birbir yerine getirilmesi şöyle dursun herhangi bir konuda Partiye, ne bir şey
sorulmuş, ne de haber verilmiştir. Tamamen Partinin gıyabında birden bire
Anayasa Mahkemesi'ne müracaat edilmiş ve Parti bunu medyadan duymuştur. Halbuki
Anayasa'nın ve yasanın tarif ettiği odak olma fiili, öyle bir fiildir ki, 14
yıl boyunca bununla ilgili hiçbir şey cereyan etmemişken, birden bire hasıl
olabilecek bir olay değildir. Bu ancak yıllar içinde birçok üyelerin fiilerinin
sübut bulması, partiye bildirilmesi, partinin bu üyeleri ihraç etmeyerek
fiillerini üslenmesi ve 4 milyon üyesi bulunan bir parti için binlerce üye
hakkında aynı işlemin cereyan etmesi ile meydana gelebilecek bir olaydır.
Hal böyleyken, çağdaş demokrasilerin olmazsa olmaz koşulu
olan Siyasî partilerden biri olan ve halen ülkemizin en büyük Siyasî kuruluşu
bulunan Partimize, Başsavcılıkça Dernekler Kanunu'nun 53. maddesinin, dernek
kapatma davalarında derneklere tanıdığı haklar kadar dahi imkan tanınmaması
kabul edilemez.
Netice olarak;
Bu dava, Anayasa'nın hem lafzına, hem de ruhuna aykırı
açılmıştır.
Bu dava, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'na aykırı
açılmıştır.
Bu dava hukukun temel prensiplerine aykırı açılmıştır.
Bu nedenle Yüksek Mahkemenin bu davada da, teminat olma
özelliği taşıyan usül kurallarını, öteden beri olduğu gibi, büyük bir
duyarlılıkla dikkate alacağından ve usule aykırılık sebebiyle dosyanın
Başsavcılığa iade edileceğinden kuşkumuz yoktur. Kaldı ki muhterem Mahkemenizce
bu davanın esas yönünden reddedileceğinden hiç bir şüphemiz bulunmamaktadır.
B- İkinci Kısım: Siyasî partilere ilişkin kapatma
davalarında Anayasanın 68. ve 69. maddelerinin doğrudan uygulanması mümkün
değildir. 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun uygulanması gerekir.
B-1. Sayın Başsavcının Bu Konudaki İddiası:
Kural olarak Anayasa Hükümleri, doğrudan uygulanmazlar.
Anayasa Kuralının uygulanabilirliğini temin için, ayrıca kânûni düzenlemelere
ihtiyaç vardır. Bu nedenledir ki; Anayasa'nın muhtelif hükümlerinde Anayasa'da
belirtilen esaslar çerçevesinde kânûni düzenlemeler yapılması gerektiği ifade
edilmiştir.
Hal böyleyken sayın C.Başsavcısı, Anayasa'nın 23/7/1995
tarih ve 4121 sayılı Kanunla değişik 68 ve 69. maddeleri ile 2820 Sayılı Siyasî
Partiler Kanunu'nun parti kapatmaya ilişkin hükümlerinin 'Zımnen İlga'
edildiğini ileri sürerek, doğrudan Anayasa'nın 68 ve 69. maddelerine istinaden
Parti'mizin kapatılmasını talep etmiştir. Sayın Başsavcının iddianamesine göre:
'... Bir siyasî partinin lâik cumhuriyet aykırı ilkelerine eylemlerin odağı
haline gelip gelmediğini Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. maddesi gözönünde
tutularak değil Anayasa'mızın 69 uncu maddesinin altıncı fikrası yollamasıyla
68 inci maddesinin dördüncü fıkrası gözönünde tutularak belirlenmelidir.'
Sayın Başsavcı'ya göre 1995 yılında yapılan değişiklikten
sonra Anayasa'nın 68 ve 69. maddeleri ile 2820 Sayılı Siyasî Partiler
Kanunu'nun 103. maddesi arasında bir 'mübayenet' ortaya çıkmıştır. Bu
'mübayenet' karşısında, 2820 Sayılı Kanun'un 103. Maddesinin 'zımnen ilga' edilmiş
olduğu ve dolayısiyle, davada Siyasî Partiler Kanunu hükümlerinin değil,
doğrudan Anayasa hükümlerinin uygulanması gerektiği kabul edilmelidir.
Bu iddia ve yorum tarzı, 1982 Anayasası'nın temel
hükümlerine, usul ve yasalarımıza, Anayasa Mahkemesi'nin 1982 Anayasası'ndan
sonraki içtihatlarına tamamen aykırıdır.
aöyleki:
B - 2. Anayasa Hükümleriyle Siyasî Partiler Kanunu
Hükümleri Arasında Bir Mübayenet Yoktur.
Bir Siyasî partinin kanunen yasaklanmış belli
faaliyetlerin icrası bakımından odak (mihrak) haline gelmesi dolayısiyle
kapatılmasına ilişkin esaslar açısından 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu
hükümleriyle 1982 Anayasası'nın 1995 değişikliğinden sonraki 69. maddesi hükmü
arasında bir mübayenet mevcut değildir.
Anayasa'nın değişik 69. maddesinin 6.
Fıkrasına göre; 'Bir Siyasî partinin 68 nci maddenin dördüncü fıkrası
hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu
nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa
Mahkemesi'nce tespit edilmesi halinde karar verilir'
Burada, bir Siyasî partinin yasaklanmış belli
faaliyetlerin odağı haline gelip gelmediğinin Anayasa Mahkemesi'nce tespit
edileceği hükme bağlanmıştır. Bununla 'tabiî' olan bir husus, Anayasa hükmü
haline getirilmiştir. Çünkü, gerek Anayasa'nın 69. maddesine ve gerekse 2820
Sayılı Kanun'un 98. maddesine göre Yargıtay C.Başsavcılığı, sadece bir iddia
makamıdır. Yargıtay C.Başsavcılığı, ancak belli şartların gerçekleştiğinden
bahisle bir Siyasî partinin kapatılması gerektiği iddiasında bulunabilir. Bu
husus Anayasa'nın 69. Maddesinin gerekçesinde açıkça belirtilmiştir. Buna
göre;'Siyasî partilerin bütün bu yönleri ile faaliyetlerinin Anayasa, kanunlar
ve kendi tüzük ve programlarına uyup uymadıklarını öncelikle denetleme;
faaliyetlerini de sürekli olarak takip ederek, bunlar hakkında Anayasa ve
kanunlara uymadığı takdirde dava açma ve hatta kapatma talep etme yetki ve
görevi Cumhuriyet Başsavcılığı'na verilmiştir.'
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Anayasa'nın 69. maddesinin
6. Fıkrasına göre Yargıtay C. Başsavcılığı'nın parti kapatmaya dönük
iddialarının doğru olup olmadığını tespit görevi, yargılama mevkiinde bulunan
Anayasa Mahkemesi'ne verilmiştir. Bu husus, Siyasî partilerin kapatılması
davalarında Anayasa Mahkemesi'nin 'görevli Mahkeme' olmasının tabiî bir
sonucudur.
Bir Siyasî partinin yasaklanmış belli faaliyetler
açısından odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi'nce tespit edilmesi halinde
partinin temelli kapatılacağı hususundaki Anayasa hükmü; hangi hallerde bir
Siyasî partinin bu faaliyetlerin odağı haline gelebileceği hususunda bir ölçü
getirmemiştir. Aynı maddenin 10. fıkrasındaki; 'Siyasî partilerin ...
denetlenme ve kapatılmaları.. yukarıdaki esaslar çerçevesinde k a n u n l a
düzenlenir' hükmü gereğince bu husus, Kanuna bırakılmıştır. Yani, bir Siyasî
partinin yasaklanmış belli faaliyetlerin odağı haline gelip gelmediği, 2820
sayılı Kanun'un 103. ve bu maddenin atıfta bulunduğu 101. maddenin l.
fıkrasının (d) bendinde belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde
belirlenecektir.
Değişiklikten önceki ve sonraki metinler karşılıklı
olarak birbirleriyle mukayese edildiğinde görülecektir ki; 1995 değişikliğinden
önce sadece parti tüzük ve programlarında yasaklanmış belli amaçlara ve
fiillere yer verilmiş olması dolayısıyla kapatma cihetine gidileceği belirtilmişti.
Buna karşılık, 1995 değişikliği ile bu kapsama 'eylemler' de dahil edilmiştir.
Böyle bir düzenlemeye gerek duyulmasının sebebi; özellikle ülkenin bölünmez
bütünlüğü aleyhine propaganda yapan partilerle ilgili olarak açılan kapatma
davalarında 'eylem' konusunda Anayasal dayanağının bulunmadığının ve bu
nedenle, Siyasî Partiler Kanunu'nun ilgili hükümlerinin Anayasa'ya aykırı
olduğunun savunma olarak ileri sürülmesidir. 69. maddenin 6. fıkrası hükmü ile
Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. maddesinin anayasal dayanağı oluşturulmuştur.
B - 3. Bir an için böyle bir mübayenetin varlığı kabul
edilse bile, 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanununun 101 ve 103. maddelerinin
uygulanması gerekir:
Daha evvel Anayasa'nın 4121 Sayılı Kanun'la değişik 68 ve
69. maddeleri ile ilgili Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. maddesi arasında bir
mübayenetin bulunmadığını belirtmiştik. Bir an için böyle bir mübayenetin
varlığı kabul edilse dahi, konuyu özel olarak düzenleyen Siyasî Partiler
Kanunu'ndaki parti kapatmaya ilişkin usul ve esasları bir kenara iterek, genel
esasları belirten Anayasa hükümleri doğrudan tatbik edilerek parti kapatma
davası açılamaz.
Bu hususun aydınlanabilmesi için şu iki sorunun
cevaplandırılması gerekmektedir:
a. 22.4.1983 tarih ve 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu,
1982 Anayasası'nın 177. Maddesi kapsamına girer mi'
b. Siyasî Partiler Kanunu'ndaki hükümlerle Anayasa
hükümleri arasında 'açık-seçik' bir mübayenetin mevcudiyeti kabul edilse dahi,
acaba halen yürürlükte bulunan kanun hükmünün uygulanması 'ihmal' edilerek,
olaya doğrudan Anayasa hükmünün uygulanması mümkün müdür' Bir başka ifadeyle;
daha önce yürürlüğe girmiş kanun hükümleriyle bilahare yapılan Anayasa
değişikliği neticesi Anayasa'ya konan yeni hükümler arasında mübayenet
bulunması halinde; bu kanun hükümleri zımnen ilga edilmiş sayılır mı'
Birinci Soru İle İlgili Açıklamalarımız:
Sayın Yargıtay C. Başsavcısı, 2820 Sayılı Kanun'un
'Anayasa'nın yürürlüğe girmesi' kenar başlığını taşıyan 177. madde kapsamına
dahil olduğunu düşünmektedir. Bu itibarla, Sayın Başsavcı, davayı Siyasî
Partiler Kanunu yerine, doğrudan Anayasa'nın 68 ve 69. Maddelerine istinaden
açmıştır.
İddianamede yer alan bu görüş ve yorum tarzı, doğru
değildir.
aöyle ki:
177. maddenin (e) bendine göre; 'Anayasa'nın halkoylaması
sonucu kabulünün ilanıyla birlikte yürürlüğe girecek hükümleri ve mevcut ve
kurulacak kurum, kuruluş ve kurullar için y e n i d e n kanun yapılması veya
mevcut kanunlarda değişiklik yapılması gerekiyorsa, bunlara ilişkin işlemler
mevcut kanunların Anayasa'ya aykırı olmayan hükümleri veya doğrudan Anayasa
hükümleri, Anayasa'nın 11 . maddesi gereğince uygulanır'
Anayasa'nın 177. maddesi, yeni Anayasa'nın yürürlüğe
girmesini sağlamak için aşamalı bir usul öngören 'bir geçiş dönemi' hükmüdür.
Maddenin (e) bendi münhasıran yeni Anayasa yürürlüğe girdikten sonra, yeni
kanunlar çıkarılıncaya kadar nasıl bir yol izleneceği hususunu düzenlemektedir.
Nitekim bu husus, maddenin gerekçesinde açıkça
belirtilmiştir: 'Yeni kabul edilen Anayasaların yürürlüğü hakkındaki maddeler,
diğer kanunların yürürlük maddelerinden değişik bir şekilde hazırlanmaktadır.
Bu farklılığa neden olan en önemli etkenlerden biri de anayasalarda yer alan
maddelerden bir kısmının bu maddelere dayalı olarak hazırlanıp kabul edilecek
kanunlarla uygulamaya konulabilecek hükümleri ihtiva etmesidir. Aynı şekilde
kurulması öngörülen yeni organlar da bunlara ilişkin kanunlarla
düzenlenecektir. Örneğin, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin üye sayısını
gösteren kuruluş maddesi Siyasî Partiler ve seçime ilişkin hükümler, Türkiye
Büyük Millet Meclisi üyelerinin seçimi hakkındaki hükümler ve bunlarla aynı
nitelikteki diğer hükümler; kanunkoyucuya hitap etmekte olup, Kanun'un
hazırlanması bakımından yürürlükte olacaktır ki, kanunkoyucu bunlara dayanarak
kanunları düzenleyecek ve dolayısıyla Anayasa'nın bu konudaki hükümleri bu
esaslar içinde uygulanacaktır.'
Anayasa'nın 177. , maddesinin (e) bendinde sözkonusu
edilen 'mevcut kanunlar' ifadesine gelince, bu ifadeler ile 1982 Anayasası'nın
yürürlüğe girdiği anda mevcut olan kanunlar kastedilmiştir. Bu sebepten dolayı
24.4.1983 tarih ve 18027 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren
2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu bu madde kapsamına giren bir kanun olarak
mütalâa edilemez. I77. maddenin (e) bendindeki 'mevcut kanunlar' ifadesiyle
kastedilenin, 1982 Anayasası'nın yürürlüğe girdiği anda mevcut olan kanunlar
olduğu hususu Yüksek Yargıtay'ın pek çok kararında açıklanmıştır. Yargıtay
Hukuk Genel Kurulu'nun 14.9.1983 T. ve E.1980/4-1714, K.1983/803 (YKD, Kasım
1983, sh. 1587 vd.); Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun 28.3.1988 T. ve E.1988/5-76
K.1988/135 (YKD, Haziran 1988, sh. 840 vd.) S.lı kararları örnek olarak
zikredilebilir.
İkinci Soru İle İlgili Açıklamalarımız:
1995 yılında yapılan değişiklikten sonra Anayasa'nın 68
ve 69. maddeleri hükümleriyle 2820 sayılı Kanun'un 103. maddesi hükmü arasında
bir 'mübayenet' bulunduğu fikrinden hareket eden Sayın Başsavcı -açık olarak
telaffuz etmese de- 103. madde hükmünün 'zımnen ilga' edilmiş olduğunu iddia
etmektedir.
Sayın Başsavcı, bu iddiasını ispatlamak için Anayasa
Mahkemesi'nin, Danıştay'ın ve Yargıtay'ın çeşitli kararlarına atıfta
bulunmaktadır.
Ezcümle Sayın Başsavcı, iddianamenin 3. sahifesinde:
'Anayasa Mahkemesi'nin verdiği birçok karara göre, Anayasa'da sadece özü belirlenmiş
bir kural değil de, konuyu ayrıntılı ve doğrudan düzenleyen bir hüküm var ise,
Anayasa daha önceki bir Kanun'un aykırı hükümlerini zımnen ilga edebilmelidir.
' demiş ve yüksek Mahkemenin: (3.6.976 gün ve 13/31; 3.7.964 gün ve 22/54;
13.1.966 gün ve 26/l; 30.9.1969 gün ve 24/50; 2.8.1967 gün ve 22/22; 30.11.983
gün ve 8/3; 17.8.1971 gün ve 41-67) sayılı kararlarını emsal göstermiştir.
Sayın Başsavcının, iddiası ve kabulü bu davada hukuken
geçersizdir. Çünkü: Anayasa Mahkemesi, 1961 Anayasası ile kurulmuştur. İlk
kararlarında ilke olarak Anayasa kurallarının doğrudan uygulanmasını kabul
etmemiştir.
Bilahare 1961 Anayasası'nın geçici 9. ve 151.
maddelerindeki Anayasa'nın yürürlüğe konmasını temin için sevkedilmiş olan
istisnai hükümlerden dolayı 1982 Anayasası'ndan önceki dönemde bazı özel haller
için, adı geçen Anayasa maddelerinin cevaz vermiş olması münasebetiyle, hak ve
hürriyetleri genişletme ve ilgili kişiler ve kurumların lehine hareket etme
maksadıyla, Anayasa'da daha ayrıntılı ve doğrudan tatbik edilebilir hükümlerin
mevcudiyeti halinde Anayasa'yı uygulama istikametinde kararlar vermiştir.
Ancak 1982 Anayasası 1961 Anayasası'ndaki 151. ve geçici
9. maddelerini iptal edip, bunların yerine 152, 177 ve geçici 15. Maddeleri
yürürlüğe koyunca, artık kanunları ihmal kapısı kesinlikle kapanmış, bundan
dolayı da 1982 Anayasası'ndan sonraki bütün Anayasa Mahkemesi kararlarında
mer'î kanun hükümlerinin uygulanmasının ihmal edilemeyeceği, bilakis özel hüküm
olması dolayısiyle kanunun tatbiki gerektiği tekrar tekrar vurgulanmıştır.
Sayın Başsavcının iddianamede zikrettiği kararlar 1982
Anayasası'ndan önceki döneme ait kararlardır. 1982'den sonra 1982 Anayasası'nın
getirdiği hükümlerle bu kararlar geçerliliğini kaybetmiştir. Bu kararlar, işbu
davada mesned ittihaz edilemezler.
Bu hukuki gerçek, Anayasa Mahkemesi'nin aşağıdaki bölüm
de iktibas etmiş bulunduğumuz kararlarında mesnetleriyle açıkça ortaya
konulmuştur.
B - 4. Anayasa Mahkemesi kararları sayın Başsavcının
iddiasının kabulüne imkan olmadığını göstermektedir.
a. Anayasa Mahkemesi ilk dönemdeki kararlarında, temel
ilke olarak Anayasa hükümlerinin doğrudan uygulanmasını kabul etmemiştir.
Bu görüş, Yüksek Mahkeme'nin 1963 tarihli aşağıdaki
kararından açıkça anlaşılmaktadır. Karara göre: 'Anayasa hükümleri, ister
yalnız ilkeleri ana çizgileri ile ve kısaca, ister ele aldığı konuyu bütün
ayrıntılarıyla tam olarak belirtmiş bulunsun, etki ve değer bakımından hep aynı
niteliktedir. Yani bunlar üstün, bağlayıcı temel hukuk kurallarıdır. ... Ancak,
uyuşmazlık ve çelişme durumlarında sonraki Kanun'un bazı hallerde önceki
Kanun'un aykırı hükümlerini, dolayısıyla kendiliğinden yürürlükten kaldırılışı
gibi, temel hukuk kuralının uyuşmazlığı ve çelişmeyi meydana getiren kanun
hükmünü kendiliğinden kaldırarak onun yerine geçmesi mümkün değildir.
Aykırılığın giderilmesi için mutlaka bir eylem ve işlem gerekir ki, bu da ya
yasama yoluyla yahut iptal müessesesinin işletilmesi ile olur. Eğer
Anayasa'nın, yürürlüğe girdiği tarihte var olan kanunlardaki aykırı hükümleri
kendiliğinden kaldıracağını düşünmek mümkün ve caiz bulunsaydı, bu çeşit
hükümlerin ayrıca iptali için bir yolun öngörülmesi hiç de gerekmezdi' (Anayasa
Mahkemesi,ll.11.1963, E. 1963/106, K.1963/270 [AMKD, y. I, sh. 468 vd.) Ayrıca
bkz. Anayasa Mahkemesi, 22.5.1963, E.1963/205,K.1963/123 (AMKD, sy. 2, sh. 20]
)
b ) 1982 Anayasası ve bundan sonra verilen Anayasa
Mahkemesi Kararları, Sayın Başsavcının iddiasını dayandırmak istediği Anayasa
Mahkemesi Kararlarını hukuki mesnet olmaktan çıkartmıştır.
Her ne kadar Anayasa Mahkemesi 1970'li yıllarda, bazı
özel hallerde Anayasa hükümlerinin doğrudan uygulanması gerektiği konusunda
bazı kararlar vermiş ise de; Yüksek Mahkeme, 1982 Anayasası'nın getirdiği yeni
hükümlere uyarak hususen Siyasî parti kapatma davalarıyla ilgili olarak verdiği
kararlarında bu görüşten kesin olarak ayrılmıştır.
Diğer bir ifadeyle, Anayasa Mahkemesi, 1982 Anayasası
yürürlüğe girdikten sonra 'ihmal tekniği'ni kullanarak 2820 Sayılı Kanun'un
Siyasî parti kapatılmasına ilişkin hükümlerinin uygulanmasından sarfınazar
edilemeyeceği neticesine ulaşmıştır. Nitekim bu husus; Yüksek Mahkemenin 1993
tarihli kararında açık bir şekilde vurgulanmıştır: Anayasa'nın, Geçici I5.
maddesinin kapsamında olan ve böylece Anayasal koruma altında bulunan yasa
hükümlerinin sırf bu nedenle Anayasa'ya aykırı oldukları ileri sürülemeyeceği
gibi, bunların (uygulanmasının) Anayasa Mahkemesi'nce ihmal edilmesinden de söz
edilemez. Bu durumdaki hükümlerin ancak Anayasa'nın temel ilkelerine ve bu
ilkelere egemen olan hukukun ana kurallarına olabildiğince uygun düşecek
biçimde yorumlanmaları düşünülmelidir. -Öte yandan, Anayasa yargısında bir yasa
kuralının ihmal edilebilmesi için aynı konuyu düzenleyen ve birbiriyle çelişen
bir yasa ile Anayasa kuralının bulunması ve yasa kuralının iptal edilebilir
nitelikte olması gerekir. Geçici 15. Madde nedeniyle iptali istenilemeyen
kuralın ihmali de söz konusu olamaz. Bu durumda çözümün Anayasa kuralları
yönünden aranması doğaldır. Anayasa'nın geçici I5. maddesinin varlığı,
Anayasa'nın tümlüğü içinde bir çelişkiyi değil, ayrık bir durumu
yansıtmaktadır. Geçici 15. maddenin içeriği, konuyu açık bir biçimde ortaya
koymuştur. Anayasa Mahkemesi'nin bu kuralı yok sayması olanaksızdır. - Kaldı
ki, Siyasî Partiler Yasası'nın getirdiği yasaklar, Anayasa'nın 68 ve 69.
Maddelerinde yer alan kapatılma nedenlerini somutlaştırmaktadır.... (Nitekim)
Anayasa'nın 69. maddesinin son fıkrasında 'Siyasî partilerin kuruluş ve
faaliyetleri, denetleme ve kapatılmaları yukarıdaki esaslar dairesinde kanunla
düzenlenir' denilmektedir...' (Anayasa Mahkemesi, 14.7.1993, E.,1992/l,
K.1993/1) [RG.: 18 Ağustos 1993/21672, sh. 184]. Aynı temel görüşler aşağıdaki
Anayasa Mahkemesi kararlarında da tekrar tekrar teyit olunmaktadır: Bakınız;
Anayasa Mahkemesi kararları; 10.07.1992, E.1991/2, K.1992/1 [RG.:
25.10.1992/21386]; 23.11.l 993, E.1993/ 1, K.1993/2 [RG.: 14.2.1994/21849);
16.06.1994, E.1993/3, K.1994/2 [RG.: 30.06.1994/21976]; 28.09.1984, E.1984/l,
K.1984/1 [RG:14.2.1985/18666, sh.39]; 18.02.1997, E.1996/2, K.1997/2 [RG: 18.7.1997/23053];
Bu hususa müteallik doktriner görüşler için bkz. ÖZBUDUN,
E., Türk Anayasa Hukuku, Ankara, 1993, sh. 387/388; ALİ EFENDİOĞLU Y., Anayasa
Yargısı ve Türk Anayasa Mahkemesi, Ankara, 1996, sh. 318, 323).
c. Anayasa Mahkemesi 1995 değişikliğine rağmen, Anayasa
hükmünün değil 2820 sayılı Partiler Kanunu'nun uygulanmasına karar vermiştir.
Anayasa Mahkemesi'nin, Diriliş Partisi ile ilgili olarak
açılan parti kapatma davası münasebetiyle verdiği 18.2.1997 tarihli kararında
aşağıdaki hükümler yer almış bulunmaktadır. 'Anayasa'nın 69. maddesinde, Siyasî
partilerin kuruluş ve çalışmaları, denetleme ve kapatılmaları ile Siyasî
partilerin ve adayların seçim harcamaları usul ve esaslarının Anayasa'da
öngörülen ilkeler doğrultusunda yasayla düzenleneceği kurala bağlanmış, buna
uyularak da 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası çıkarılmıştır.'
'Anayasa'nın anılan buyurucu kuralı uyarınca 2820 sayılı
Siyasî Partiler Yasası çıkarılmış, Siyasî partilerin kuruluşlarından başlayarak
çalışmaları, denetimleri, kapatılmaları konularında, belirli bir sistem
içerisinde, çok ayrıntılı kurallar getirilmiştir.'
Bu hükümlerde açıkça belirtildiği gibi 1995
değişikliklerine rağmen Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın değişen hükümlerini
Sayın Başsavcının iddia ettiği gibi doğrudan uygulamamış, 2820 sayılı Siyasî
Partiler Kanunu'nun kararına mesnet yapmıştır.
Keza 1995 yılında Anayasa'nın 68. maddesinin 4.
Fıkrasında yapılan değişiklik sonucunda iki devre üst üste seçime girmediği
için Siyasî partilerin kapatılması hakkında bir hüküm mevcut olmadığı halde,
Yüksek Mahkeme Anayasayı değil, 2820 sayılı Kanun'un ilgili hükümlerini
uygulamıştır.
Görülüyor ki; Sayın Başsavcının 2820 sayılı Kanun'un
ihmaline dair -davamızda- serdettiği görüş, Yüksek Mahkemenin zikrettiğimiz bu
kararlarına ters düşmektedir.
(d )Anayasa Mahkemesi, Dernekler için bile Anayasa'nın
1995 Değişikliğine Rağmen Anayasa Hükmünün Değil, Dernekler Kanunu Hükümlerinin
Uygulanmasına Karar Vermiştir.
Anayasa Mahkemesi'nin 1995 değişikliğinden sonra, Anayasa
ile Dernekler Kanunu arasında açıkça mübayenet bulunmasına rağmen; doğrudan
Anayasa hükmünü değil, Dernekler Kanunu hükmünün uygulanması gerektiğini karara
bağlaması da, işbu dava açısından büyük bir önemi haizdir. Şöyle ki:
1995 yılında Anayasa'da yapılan değişiklikle, derneklerin
Siyasî faaliyette bulunmasını yasaklayan 33. madde hükmü de değiştirilmiştir.
Buna karşılık, dernekler açısından siyaset yasağı getiren 6.10.1983 Tarih ve
2908 Sayılı Dernekler Kanunu'nun 5. maddesinin 11. bendi halâ yürürlüktedir.
Giresun Halkevleri Derneği'nin olağanüstü genel kurulunda
verdikleri siyasal içerikli önergenin kabul edilmesi nedeniyle Dernekler
Yasası'nın 5. ve 37. maddeleri yoluyla 76. maddesine göre cezalandırılmaları
için Yönetim Kurulu üyeleri hakkında açılan kamu davasının duruşmasında; olaya
uygulanması gereken 2908 Sayılı Kanun'un 11. maddesinin 5. bendi Anayasa'nın
1995 yılında değişik 33. maddesine aykırı duruma geldiği için ve iptali
talebiyle Anayasa Mahkemesi'ne gidilmesi gerektiği hususundaki iddianın ciddi
olduğu kanısına varan yerel mahkeme, 2908 Sayılı Yasa'nın 5. maddesinin 11.
bendinin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurmuştur.
Bu başvuru üzerine Anayasa Mahkemesi şu kararı vermiştir:
'Anayasa'da belirli konuları düzenleyen genel kurallar yanında, özel kurallara
da yer verilmiştir. Bir konu, özel kurallarla düzenlenmemişse sorunların
çözümünde genel kurallar uygulanır. Ancak, o konuda özel düzenlemeler varsa
artık genel kurallara başvurulmaz. Anayasa kuralları etki ve değer bakımından
eşit olup hangi nedenle olursa olsun birinin ötekine üstün tutulmasına olanak
bulunmadığından, bunların birarada ve hukukun genel kuralları gözönünde
tutularak uygulanmaları zorunludur. Sözü edilen geçici I5. Maddenin de bir
Anayasa kuralı olarak, Anayasa'da yer almış bulunan diğer kurallarla etki ve
değer bakımından eşit olduğunda kuşku yoktur. Anayasa'da belli bir konuyu
düzenleyen özel kural varken, o konuyu da kapsamı içine alabilecek nitelikte
bir genel kural bulunsa bile onun değil, konuya özgü Anayasa kurallarının
uygulanması gerekir.
Söz konusu maddenin, 'Geçici Madde' olarak adlandırılmış
bulunması etki ve değer bakımından Anayasa'nın öteki maddelerinden daha zayıf
ve önemsiz olduğu biçimde yorumlanmasına neden olamaz. Çünkü, geçici maddeler
genellikle geçiş dönemlerine ilişkin işlemlerin uygulama yöntemini ve kapsamını
gösteren ayrık hükümleri içerirler. Hukukta genel kural olarak, yasalar,
yayımından sonraki olaylara ve durumlara uygulanırlar. Bu ilkenin en çarpıcı
ayrıklığı, yasalardaki geçici kurallardır. Bu nedenle yasaların geçici
maddeleri ile esas maddeleri arasında çelişiklik varsa özel niteliği nedeniyle
esas maddeden önce uygulanırlar. Çünkü, yasa koyucu, kuralın ayrıklığında kamu
yararı görmüştür. Özel düzenlemenin genel düzenlemeden önce geleceği hukukun
genel bir ilkesidir. Bir yasada öncelik alan geçici maddeler uygulanıp
sonuçları tümüyle alındıktan sonra yürürlükten kalkmış olurlar. Aksi takdirde,
yasalardaki geçici maddeler, yasanın bir ayrıklık olarak kapsadıkları konularla
birlikte geçerliliklerini sürdürürler. Başka bir anlatımla yasakoyucu, kamu
hizmetinin niteliği ve yasama politikasının gereği olarak ayrık kurallar
koyabilir.
Yasa metinlerinin, kullanılan sözcüklerin, hukuk
dilindeki anlamlarına göre anlaşılması gerekir. Yasa kuralının, günün sosyal ve
ekonomik gerekleriyle çeliştiği sanılsa bile, yürürlükte kaldığı sürece
uygulanması hukukun gereğidir. Kimi gerekçelerle bu kuralın dışına çıkılması,
metinlerin anlamlarından başka biçimlerde yorumlanması, metnin bir tür
düzeltilmesine kalkışılması, aslında yasada olmayanı yasaya yakıştırmak ve
yorum yoluyla amacını değiştirmek ya da yasa koyucunun yerini almak olur.
Anayasa'nın uluslararası andlaşmaları uygun bulma ile
ilgili 90. maddesinin son fıkrasında 'Usulüne göre yürürlüğe konulmuş
milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasa'ya
aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi'ne başvurulamaz' denilmektedir. Bu ve
geçici I5. maddede düzenlenmesi, Anayasa'da yer alan genel hukuk ilkelerinin
ayrıklığını oluşturan kurallardır.
Geçici I5. madde kapsamındaki, olağanüstü yönetimin
olağanüstü koşulları altında çıkarılan yasalarla yasa hükmündeki kararnamelerin
geçilen demokratik düzen içinde değiştirilmesine ya da yürürlükten
kaldırılmasına değin Anayasa'ya uygunluk denetimi yapılmamasında kamu yararı
görülmüştür. Ancak, yasa koyucu, siyasal ve sosyal gelişmelere ve
gereksinimlere göre, söz konusu yasal kurallardan gerekli gördüklerini
değiştirebileceği ya da kaldırabileceği gibi Anayasa'da öngörülen koşullara
uyarak Anayasa'daki geçici maddeleri de kaldırabilir. Bunun dışında, yorum
yoluyla Anayasa'nın geçici 15. maddesinin etkisiz duruma getirilmesi
olanaksızdır.
Anayasa geçici 15. maddesi ile bir dönemin yasama
işlemlerinin Anayasa'ya aykırılığı savında bulunulmasını yasaklamıştır. Ancak,
bunların hukuk devleti ilkesine uygun biçimde yargı denetimine açılması
Anayasa'ya aykırılık savında bulunma ve inceleme yasağının kaldırılmasına bağlı
olup, bu da Anayasa'nın 87. maddesi uyarınca doğrudan yasama organının görev
yetkisi kapsamına girmektedir.
Bu durumda söz konusu kural hakkında, Anayasa'ya
aykırılık savında bulunulmasına Anayasa'nın geçici 15. maddesi olanak
vermediğinden itirazın reddi gerekir' (Anayasa Mahkemesi, 14.2.1996, E.1996/6,
K.1996/6 [RG.: 13.7.1996/22695, sh. 9 vd.]).
Anayasa Mahkemesi, bu kararıyla konuya açıklık
getirmiştir. Derneklerin siyaset yapma yasağı Anayasa'dan çıkarıldığı ve buna
karşılık, Dernekler Kanunu'nun konuya ilişkin 5. maddesinin 11. bendi Anayasal
dayanaktan yoksun kaldığı halde; Anayasa Mahkemesi, çok açık bir şekilde,
Dernekler Kanunu'nun ilgili hükmünün halâ yürürlükte bulunduğunu kabul
etmiştir.
(e) Sayın Başsavcının iddiasına emsal olarak gösterdiği
Yargıtay ve Danıştay kararları da 1982 Anayasası ile hukuki mesned olma
niteliğini kaybetmiştir.
Sayın Cumhuriyet Başsavcısı, 'zımnen ilga' konusundaki
iddiasını ispatlamak için Danıştay'ın 1970 yılında verdiği bir kararı dayanak
göstermektedir. 0 tarihlerde yürürlükte olan 6785 sayılı İmar Kanun'un 45.
maddesinde 'ilan, tebligat addedilir' şeklinde bir kural mevcuttu. Halbuki 1961
Anayasası', 'İdarenin işlemlerinden dolayı açılacak davalarda süre aşımı,
yazılı bildirim tarihinden başlar' hükmünü amirdi (mad. 114, fıkra 3).
Parselasyon planlarının iptali amacıyla açılmış olan bir davada Danıştay,
Anayasa'nın bu açık, ayrıntılı ve kesin ifadesi karşısında, somut olayda kanun
hükmünün değil, Anayasa hükmünün uygulanması gerektiği yargısında bulunmuştur.
(Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulu, 12.2.1970, E.1969/2, K.1970/1
[Danıştay Dergisi, sayı 1, yıl 1971, sh.90])
Danıştay'ın bu kararı 1970 yılında alınmış bir karardır.
1970 yılında 1961 Anayasası yürürlükte idi. 1961 Anayasası'nın 151. maddesinde
ise aşağıdaki hükümler yer almaktaydı:
Madde 151- Bir davaya bakmakta olan, Mahkeme, uygulanacak
bir Kanun'un hükümlerini Anayasa'ya aykırı görürse veya taraflardan birinin
ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa
Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır.
Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak
üzere üç ay içinde kararını verir. Bu süre içinde karar verilmezse, mahkeme,
Anayasa'ya aykırılık iddiasını, kendi kanısına göre çözümleyerek davayı
yürütür.
Görüldüğü gibi, 1961 Anayasası'nın 151. maddesinin 3.
Fıkrası hükmüyle Anayasa Mahkemesi dışındaki mahkemeler de, Anayasa Mahkemesi
kendisine yapılan müracaatı süresi içinde sonuçlandırmadığı takdirde kendi
kanaatine göre çözümleyerek yürütmesi yetkisini vermiş idi. Yani bu hallerde
Mahkemelerin belli şartlar teşekkül ettiği takdirde kanunları Anayasa'ya aykırı
kabul edip, ihmal yetkileri verdi.
Halbuki 1982 Anayasası Mahkemelerden bu yetkiyi almakla
kalmamış tam tersine bir kanun un Anayasa ya aykırı olduğu kanaatinde olsa dahi
Mahkemeye davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırma görevini
vermişti. Nitekim, 1982 Anayasası'nın 152. maddesinin 3. fıkrasında aynen şu
hüküm yer almıştır: 'Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak
üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse
Mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak,
Anayasa Mahkemesi'nin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar
gelirse, Mahkeme buna uymak zorundadır'
Böylece 1982 Anayasası hiçbir Mahkemenin kendisini
Anayasa Mahkemesi yerine koyarak, bir kanunun Anayasa'ya aykırı olduğuna karar
vermesine veya ihmal etmesine izin vermemiştir.
1982 Anayasası'nın açık hükümlerine her bakımdan aykırı
olan ve 1961 Anayasası'nın yürürlükten kaldırılmış bulunan 151. Maddesine göre
verilmiş olan bu Danıştay kararını emsal kabul ederek, iptal edilmeyen
yasaların ihmal edilebileceğini veya mülga sayılabileceğini iddia etmesinin
kabule şayan bir tarafı mevcut değildir.
Diğer yandan, Sayın Başsavcı, doğrudan Anayasa hükmünün
uygulanması gerektiği hususundaki iddiasına Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun
15.01.1962 Tarih ve 1/2 Sayılı Kararını da dayanak göstermiştir.
Bu dayanak dahi, geçerliliğini kaybetmiştir. Bu karar,
görüldüğü gibi 15.1.1962 tarihlidir. O zamanların özel şartları gözönünde
tutularak verilmiştir. O günün şartları tamamen değiştiği gibi, bu konuda
uygulanacak Anayasa hükmü de değişmiştir. Bu meyanda uygulamada bir kanunun
ihmaline geçici olarak müsamaha eden 1961 Anayasası'nın 151. maddesi
yürürlükten kaldırılmış 1982 Anayasası'nın 152. Maddesi yürürlüğe konmuştur. Yukarıda
Danıştay Genel Kurulunun emsal gösterilen kararı gibi, bu karar da yeni Anayasa
hükmüne ters düşmüştür. Dolayısiyle, sözkonusu kararlar, işbu davada mesnet
ittihaz edilemezler. Zira 1982 Anayasası'nın 152. maddesine göre, Anayasa'ya
aykırı olduğu ileri sürülen kanun Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilmedikçe veya
Yasama Meclisi tarafından yürürlükten kaldırılmadıkça tatbik edilecektir.
B - 5. 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun Anayasaya
aykırılığı iddia eEdilemez.
1982 Anayasası'nın geçici 15. maddesinde aşağıdaki hüküm
yer almıştır: '12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak
T.B.M.M.'nin Başkanlık divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde ...
çıkarılan kanunların Anayasa'ya aykırılığı iddia edilemez'
2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu bilindiği gibi 24
Nisan 1983 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Dolayısıyle Anayasa'nın gecici 15.
maddesinin koruması altındadır.
Bundan dolayı bu Kanundaki kural ve hükümlerin Anayasa'ya
aykırılığı iddia edilemez.
Yukarıdaki bölümlerde belirtilen müteaddit Anayasa
Mahkemesi kararı da bu gerçeği teyid etmiştir. Özellikle Siyasî partilerin
kapatılması davalarında yine yukarıda belirttiğimiz gibi 2820 sayılı Siyasî
Partiler Kanunu'nun Anayasa'ya aykırılığı iddialarını red ettiği gibi, bu
Kanun'un hükümlerinin uygulanmasını ihmal ederek doğrudan Anayasa hükmünü
uygulama yoluna da gitmemiştir.
Anayasa Mahkemesi'ne göre 'iptali istenemeyen kararların
ihmali de söz konusu olamaz.'
Diğer taraftan, önemle belirtelim ki; gerek Anayasa
Mahkemesi gerekse Yargıtay ve Danıştay tarafından eski Anayasa hükümlerine göre
doğrudan Anayasa kurallarının uygulanması yoluna, hak ve özgürlüklerin
kısıtlanmasını önlemek amacıyla gidilmiştir. Sayın Başsavcı, Yüksek Mahkeme'nin
aksine, bu yöntemi bir Siyasî partinin kapatılması davasında kullanmak
istemektedir. Bu yaklaşım tarzı, Yüksek Mahkemelerimizin 1982 Anayasası'ndan
önce kanunların Anayasa'ya aykırı hükümlerini 'ihmal' ederek doğrudan Anayasa
kurallarını uygulamadaki esprisine aykırıdır.
B - 6. Sadece buraya kadar açıkladığımız hususlar bile
açıkça gösteriyor ki; İddianame herşeyden önce usul bakımından hukuki mesnetten
mahrumdur.
Sayın Başsavcısı'nın davayı 2820 sayılı Siyasî Partiler
Kanunu'nun ihmal edilmesinin mümkün olduğu faraziyesine dayandırmış olması,
iddianameyi herşeyden önce usul bakımından hukuki mesnetten mahrum bırakmıştır.
Yukarda açıklandığı gibi, 1960 ve 1970'li yıllardan bu
yana gerek Anayasa ve gerekse Siyasî partiler hukukumuzda köklü gelişmeler
olmuştur. Geçmişte kalan, zamanının şartları içerisinde bir süre yürürlükte
kaldıktan sonra, gelişmeler karşısında geçerliliğini yitiren mevzuata ve o
mevzuata göre düzenlenmiş olan bir takım Mahkeme kararlarına dayanılarak
günümüzün meselelerine çözüm üretilemez. Bu nedenlerle terkedilmiş olan ihmal
tekniğine dayandırılmak istenen bu dava, herşeyden önce usul bakımından hukuki
mesnetten mahrumdur. Şöyleki;
a. 1982 Anayasası'nın 152. maddesi, Anayasa'ya aykırılığı
iddia olunan bir kanunun ya usulüne uygun olarak Anayasa Mahkemesi'nce iptal
edilebileceğini, yada Yasama Organı tarafından değiştirileceğini tesbit
etmiştir. Böylece 1961 Anayasası'nın ihmale müsait hükmü yürürlükten
kalkmıştır.
b. Böyle olunca Sayın Başsavcının dayandığı 1961
Anayasası döneminden kalma tüm Mahkeme kararları da mesnet olmaktan çıkmıştır.
c. 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu sonradan çıktığı
için 1982 Anayasası'nın 177. maddesinin (e) bendinin kapsamı dışındadır. 2820
sayılı Kanun hükümleri bu geçici hükümle ihmal edilemez.
d. 2820 Sayılı Kanun, Anayasa'nın Geçici 15. maddesi ile
koruma altına alınmıştır. Anayasa'ya aykırılığı iddia edilemez, tartışılamaz.
e. Anayasa Mahkeme'mizin emsal kararlarına göre,
Anayasa'ya aykırılığı iddia edilemeyen bir kanunun, ihmal edilmesi de söz
konusu değildir.
f. Kaldı ki, Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. ve 103.
maddeleri ile Anayasa'nın değişik 68. ve 69. maddeleri arasında iddia edildiği
gibi bir mübayanet de mevcut değildir. Bu hükümler birbirini tamamlayan
hükümlerdir.
g. Ayrıca, Anayasa'nın 69. maddesinin son fıkrası Siyasî
partilerin kapatılmasına dair hükümlerin kanunla düzenleneceğini emretmiştir.
Bu kanun 2820 sayılı Kanun'dur. 1982 Anayasa'sı Siyasî partilerle ilgili
konularda doğrudan Anayasa hükümlerinin uygulanmasına asla izin vermemiştir.
h. Anayasa'nın geçici 177. maddesinin (b) bendi de Anayasa'nın
69. maddesinin son fıkrasını teyit etmiştir.
i. Anayasa Mahkeme'miz 1995 değişikliğinden sonra 1996
senesinde verdiği bir kararla Geçici 15. maddenin koruması altında olan
Dernekler Kanunu'nun 5. ve 11. maddelerinin, Anayasa hükmü ile çelişmesine
rağmen, uygulanması gerektiğine hükmetmiştir.
Netice olarak; yürürlükten kalkmış, tatbik
kabiliyeti kalmamış mevzuata, Mahkeme kararlarına ve görüşlere dayandırılan
iddianame, hukuki ve kanuni mesnetten mahrumdur. Davanın usul ve esastan
reddine karar verilmesi gerekir.
B - 7. Ceza ve Ceza Yerine Geçen Güvenlik Tedbirleri
Ancak Kanunla Konulur:
'Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
Kanunla konulur' prensibi, Anayasa'mızın 38. maddesinin üçüncü fıkrasının
ihtiva ettiği amir bir hükümdür. 'Kanunsuz suç ve ceza olmaz' şeklinde ifade
edilen bu kural, bütün modern ceza hukuku sistemlerinin vazgeçilmez
temellerinden biridir. Kişiler ve kurumlar hareketlerini belli ve kesin
hükümlerin ışığı altında tayin etmek ihtiyacı içindedirler. Siyasî Parti yasaklamaları
da ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri cümlesindendir.
Eğer, Sayın Başsavcının ileri sürdüğü gibi, ceza
sınırlarını belirlemeyen, sadece temel prensipler koyan Anayasa hükümleri özel
ceza kanunu veya cezai nitelikte olan güvenlik tedbirleri hükümleri yerine
doğrudan uygulama alanına konulacak olursa, Anayasa'nın tam tersine 'kanunsuz
ceza olabilir' hükmü hayata geçirilmiş olur.
'Cezalar ancak kanunla düzenlenir' prensibi asla ihmal
edilemez. Aksi takdirde hukuk devleti niteliklerine aykırı keyfi bir
belirsizlik ortamı ihdas edilmiş olur. Bu bakımdan kanunkoyucu bu prensibin
korunması için olağanüstü bir titizlik göstermiştir. Nitekim 1995 değişikliği
ile yürürlüğe konulan Anayasa'nın Siyasî partilere ilişkin 69. maddesinin son
fıkrasında da bu titizlik kendisini göstermiştir. Bu fıkrada aynen: 'Siyasî
Partilerin kuruluş ve çalışmaları, denetleme ve kapatılmaları ile Siyasî
partilerin ve adayların seçim harcamaları ve usulleri yukarıdaki esaslar
çerçevesinde kanunla düzenlenir' denilmektedir.
Bu hüküm, kanunsuz suç ve ceza olmaz prensibinin ikinci
bir teyidi mahiyetindedir.
Kanunkoyucu, bu ikinci teyid ile de iktifa etmemiş, bu
konuda Anayasa'nın 177. maddesinin (b) bendinde, çok önemli bir hüküm daha
getirerek, özel kanun hükmüne öncelik verilmesi konusunda üçüncü teyidini
yapmıştır. Kanunkoyucu, Siyasî partilerle ilgili Anayasa hükümlerinin yürürlüğe
girme tarihini, bu konuda çıkartılacak özel kanunun yani 'Siyasî Partiler
Kanunu'nun' yürürlüğe girmesi şartına bağlamıştır. Önce Anayasa yürürlüğe girsin,
sonra Siyasî Partiler Kanunu çıkartılsın dememiştir. Bu takdim tehir etme olayı
dahi Kanunkoyucu'nun, Anayasa'nın 38. maddesindeki prensiplere ne kadar
ehemmiyet atfettiğinin kesin bir ifadesidir. Hal böyleyken, özel kanun ihmal
edilmeli veya mülga sayılmalı, onun yerine genel Anayasa hükmü uygulanmalı
demek, hiçbir surette şayanı kabul bir görüş olamaz. İçtihatlarla veya emsal
kararlarıyla ceza tedbirleri konulamaz. Konulursa Anayasa'ya aykırı olur.
Yukarıdaki prensiplerin ışığı altında bu bölümü özetleyecek
olursak:
a. Anayasanın 1995 yılında değiştirilen, 68 ve 69.
maddelerinin, bir ceza kanunu hükmü gibi doğrudan uygulanması mümkün değildir.
b. Anayasa'nın değişik 69. maddesinin 5. Fıkrasında; 'Bir
Siyasî partinin 68. maddenin 4. fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü
temelli kapatılmasına, ancak onun bu nitelikte fillerin işlendiği bir odak
haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi'nce tesbit edilmesi halinde karar verilir'
denilmektedir.
Bu maddenin doğrudan uygulanabilmesi için herşeyden önce 'odak
haline gelme' fiilinin unsurlarının belli olması gerekir. Bu maddede bu konuda
açıklık mevcut değildir. Odak haline gelmenin gerek sübut ve gerekse esas
bakımından ayrıntılarıyla, kesin olarak belirtilmiş olması, kanunsuz 'suç ve
ceza olmaz' temel kuralının gereğidir. Bu bakımdan Sayın Başsavcının Siyasî
Partiler Kanununun 101. ve 103. maddelerinin mülga sayılmasına ve Anayasanın
doğrudan uygulanmasının mümkün olduğuna dair isteminin kabul edilmesine imkân
yoktur.
c. Tıpkı bunun gibi, 69. maddenin atıfta bulunduğu
Anayasanın 68. maddesinin 4. fıkrasında sayılan fiillerin cezai unsurları da
belirtilmemiştir.
68. Maddenin 4. fıkrasında sayılan fiiller şunlardır.
Siyasî partilerin tüzük ve programları ile eylemleri - Devletin bağımsızlığına,
ülkesiyle milletiyle bölünmez bütünlüğüne, - İnsan haklarına, eşitlik ve hukuk
devleti ilkelerine, - Demokratik ve lâik cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz -
Sınıf ve zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlayamaz. -Suç işlenmesini teşvik edemez.
Görülüyorki bu hükümler, genel olarak suç ve yasak
sayılan temel konuları ifade etmektedir. Bu ifade tarzı, Anayasalara has normal
üsluptur. Ancak bu genel kuralların uygulanabilmesi için her bir yasağın ve
suçun, ayrıntıları ile unsurlarının da belirtilmesi gerekir. Bu metinlerde bu
unsurlar mevcut değildir.
Ancak bu unsurları belirleyen özel kanun hükümlerinin
yürürlüğe konması halinde; vatandaşlar, Siyasî partiler, mahkemeler ve diğer
resmi kuruluşlar, hangi fiillerin yasak olduğunu, hangi fiillerin yasak
olmadığını ayırt edebilecektir. Böylece temel kurallar netleşecek Siyasî
partilerin, parti örgüt ve üyelerinin sorumlu tutulmaları ancak bundan sonra
mümkün olacaktır.
d. Nitekim bu ihtiyacın karşılanması için kanun
çıkartılması mecburiyeti bir Anayasa emridir. Yukarıda da açıkladığımız gibi bu
emredici hüküm hem Anayasa'nın 38. maddesinde, hem 69. maddesinin son
fıkrasında ve hem de 177. maddenin (b) fıkrasında tekrar tekrar teyid
edilmiştir. Bilindiği gibi 2820 sayılı Kanunun 4. bölümünde yer alan parti
yasakları ve bu yasak ve suçların unsurları ayrıntılarıyla mezkur amir
hükümlerin gereği yerine getirilmek için tedvin edilmiştir.
Anayasanın 68. ve 69. maddelerinin değişikliğinden sonra
da ayrıntıları ile değişikliklerin uygulamaya konulması için Siyasî partiler
yasasında değişiklikler yapılmadığına göre; bu konuda 2820 sayılı Siyasî
Partiler Kanunu'nun hükümlerinin uygulanması zorunluluğu vardır.
Sayın Başsavcılığın istediği gibi, 2820 sayılı Siyasî
Partiler Kanunu'nun davamız ile ilgili 101. ve 103. maddeleri mülga sayılacak
olursa; ortada uygulanacak bir kanun hükmü kalmayacaktır. Yukarıda
açıkladığımız sebeplere binaen, Anayasanın 68. maddesinin 4. fıkrası ve 69.
maddesi de uygulanamayacaktır.
Anayasa Mahkemesinin içtihatlarla ceza hükümleri veya
ceza tedbirlerini belirlemesi de istenemez. Zira bu görev Yasama Organına
aittir.
Netice olarak: Tabii çözüm, yürürlükte olan 2820 sayılı
Kanun hükümlerinin uygulanmasıdır. Yasama Organı eğer bir kanunu
değiştirmiyorsa o kanunun uygulanmasına dair iradesini sürdürüyor demektir.
B - 8. İşbu davada Anayasa kurallarının doğrudan
uygulanması, Anayasa Hukuku Doktrininde öne sürülen görüşlere göre de mümkün
değildir.
Doktrinde pek çok yazar tarafından Anayasa kurallarının
doğrudan uygulanabilirliği genel olarak reddedilmiş, ancak muayyen şartlarla
kabul edilmiştir. Meselâ Prof. Dr. AKILLIOĞLU'na göre: 'Anayasa kurallarının
doğrudan uygulanmaları istisnai bir durumdur. Anayasa yasalarla uygulanır.
Kuralların üstünlük sıralaması ile uygulama sıralaması ters orantılıdır. Üstün
kural en sonda uygulanır. Anayasa'nın üstünlüğü ve kamu düzeni niteliğinde
oluşu derhal etki göstermesini gerektirirse de bu doğrudan uygulama anlamına
gelmez. Anayasa'nın doğrudan uygulanması bazı koşulların gerçekleşmesine
bağlıdır. Başlıca koşulları sıralamak gerekirse; Anayasa kuralının yasalar gibi
uygulanması, bu alanda yasa bulunmamasına bağlıdır. İlgili Anayasa kuralının
ayrıca bir uygulama yasasına gerek göstermeyecek ölçüde açık, kesin ve
ayrıntılı bir kural olması aranır. Kısacası arada yasa yoksa, Anayasa kuralı da
uygulamaya elverişli açıklık taşıyorsa doğrudan uygulama olanaklıdır.'
(AKILLIOĞLU, T: İnsan Hakları I, Ankara 1995, sh.54) 'Doğrudan uygulama; açık,
kesin, ayrıntılı Anayasa kurallarının, yasa bulunmadığı takdirde uygulanması
anlamına gelir.' (AKILLIOĞLU, T.: age, sh. 57)
Prof. Dr. Necmi YÜZBAŞIOĞLU'na göre de: 'Anayasa'nın 177.
maddesinin her türlü önceki kanun, sonraki Anayasa kuralı çatışmasının
çözümünde uygulanabilen bir çatışma kuralı olmadığını da vurgulamak gerekir. Bu
kural, 1961 Anayasası'nın geçici 4. maddesindeki çatışma kuralının tersine, '
zımnen yürürlükten kıldırılmış olan kanunlar' için öngörülmüş bir çatışma
kuralıdır. Diğer bir ifade ile bu kural önceki Kanun'un düzenlediği bir konunun,
sonraki Anayasa ile genel olarak düzenlenmeyip 'ayrıntılı olarak düzenlendiği'
ve böylece Anayasa'ya aykırılığın açık olduğu aykırılıkların çözümü için
öngörülmüş bir çatışma kuralıdır. Anayasa'da ayrıntılı düzenleme olmayıp, genel
hüküm varsa ve çatışma önceki kanunla genel hüküm içeren sonraki Anayasa kuralı
arasında ise, bu tür aykırılıklar zımni ilga teşkil etmez ve 177. maddedeki
çatışma kuralı uygulanamaz. Bu tür aykırılıklar, itiraz başvurusu üzerine
Anayasa Yargısı ile iptal yaptırımı uygulanarak çözülebilir... '(YÜZBAŞIOĞLU,
N.: Türk Anayasa Yargısındaki Anayasallık Bloku, İstanbul,l993, sh.245)
Yukarıda, eserlerinden alıntılar yaptığımız yazarlar;
arada yasa yoksa ve Anayasa hükmünün önceden çıkmış kanun hükümlerine göre
meseleyi farklı ve ayrıntılı bir biçimde düzenlediği durumlarda, Anayasa
kurallarının doğrudan uygulanabileceğini savunmuşlardır. Bu görüşün doğruluğu
kabul edilse dahi, Sayın Başsavcının iddia ettiği gibi, Anayasa'nın 68. ve 69.
maddelerinin davamızda uygulanma şartları mevcut değildir. Yukarıda ısrarla
belirttiğimiz gibi, Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. ve 103. maddelerindeki açık
ve ayrıntılı düzenlemeler karşısında Anayasa'nın 68. ve 69. maddeleri 'genel
hüküm' niteliğindedir.
B - 9. Sayın Başsavcının bizatihi kendi beyan ve uygulamaları
karşısında da, işbu davada Siyasî Partiler Kanununun 101. ve 103. maddeleri
ihmal edilerek Anayasanın 68. ve 69. maddeleri doğrudan uygulanamaz. Şöyle ki:
a. Sayın Başsavcı, İddianamesinde bir taraftan 2820
Sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101-103. maddelerinin Anayasa'nın 1995
yılında değişikliğe uğrayan 68. ve 69. maddeleri ile zımnen ilga edildiğini
ileri sürmüş, bir taraftan da Refah Partisi'nin -ilga edildiği ileri sürülen-
Siyasî Partiler Kanunu'ndaki parti kapatma nedeni olan fiil ve eylemleri
işlediğini ileri sürmüştür.
Sayın Başsavcı; 'Refah Partisi'nin aşağıda ayrıntılarıyla
açıklayacağım eylemleri, Siyasî Partiler Kanunu'nun parti kapatılmasına neden
olacak pek çok hükmünü ihlal etmekle birlikte.. 'şeklindeki ifadesiyle Siyasî
Partiler Kanunu'nun parti kapatmaya ilişkin hükümlerine atıfta bulunmuştur
(İddianame, sh.l). Bu bir çelişkidir.
Bu durum, Sayın Başsavcının, Anayasa'nın 68 ve 69.
maddelerinde yapılan değişiklik ile Siyasî Partiler Kanunu'nun 101-103.
maddelerinin yürürlükten kaldırıldığına kendisinin de inanmadığını ortaya
koymaktadır.
b. Diğer taraftan Sayın Başsavcı, Türkiye Büyük Millet
Meclisi Başkanlığı'na gönderdiği 4.3 .1997 Tarih ve SP. Muh. 1997/ 124 yazısı
ile Yasama Organından 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. maddesinin
yürürlükten kaldırılmasını ve bu maddenin Anayasa'nın 69. maddesine uygun
olarak yeniden düzenlemesini talep etmiştir. [EK: Bölüm III, No:l]
Sayın Başsavcının bu yazısı da; Onun Siyasî Partiler
Kanunu'nun 101 ve 103. maddelerinin halen yürürlükte olduğunu, bu hükümlerin
Anayasa'nın 68 ve 69. maddelerindeki değişiklik ile zımnen kaldırılmadığını
kabul ettiğinin açık delilidir.
c. Sayın Başsavcı, Cumhuriyet Gazetesi'nin 17 Mayıs 1997
günlü nüshasında yayınlanan Yalçın DOĞAN'la yaptığı söyleşide de Siyasî
Partiler Kanunu'nun parti kapatmaya ilişkin 101. ve 103. Maddelerinin
yürürlükte olduğunu açıklamıştır. Sayın Başsavcı bu görüşünü şu şekilde ifade
etmiştir: '... Siyasî Partiler Yasası, partilere çok sayıda sınırlama
getiriyor. Bunların bir kısmı bence de demokratik değil. Parti kapatma davası
açılmasında Yasa, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na üç konuda yetki veriyor.
Partinin genel başkan, yardımcısı ve genel sekreterinin konuşmaları nedeniyle
kapatma istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne dava açabiliyoruz. Yani bir partinin 100
milletvekili, I milyon üyesi varsa, bu 3 kişi 'en iyi Atatürkçü biziz, en
Cumhuriyetçi, lâik biziz. Rejimden yanayız' desin, geri kalan 97 milletvekili
ve üyeleri sabahtan akşama kadar rejim aleyhine suç unsuru içeren konuşmalar
yapsın. Ben, Ancak Bu Konuşmalar Nedeniyle Ceza Verildiği Zaman Partiden İhraç
Edilmesini İsteyebilirim... Diğer yetkimiz, partilerin tüzük ve programlarını
inceleyip Anayasa'ya aykırılık bulunması durumunda kapatma davası açmak.
Sonuncusu ise, partinin yasa dışı eylemlerinin odağı olmasının saptanması
durumunda kapatma davası açabiliyoruz..' (EK: Bölüm III, No.2)
Sayın Başsavcının bu ifadelerinden de açıkça görüldüğü
gibi kendisi gerçekte 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101 ve 103.
maddelerinin yürürlükte olduğunu kabul etmektedir. Ve Sayın Başsavcının bu
samimi görüşüne göre de bir partinin odak olabilmesi için üyelerinin büyük bir
çoğunluğunun Siyasî parti yasaklarını ihlal etmesi gereklidir.
d. Yine, Sayın Başsavcı Vural SAVAŞ'ın 'Bir Başsavcılık
Yetkilisi' adı altında 13 Mayıs 1997 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nin 4.
sahifesinde yayınlanan açıklaması ile de, Siyasî partilerin herhangi bir
üyesinin kapatma nedeni sayılan suçları işlemesi durumunda kapatma davası
açılabilmesini öngören yasa değişikliği önerisinin TBMM'nden bir an önce
çıkarılması istenmiştir. Bu açıklama ile dolaylı olarak Siyasî Partiler
Kanunu'nun 101-103. maddelerinin yürürlükte olduğu belirtilmiştir. (EK: Bölüm
III, No.3)
e. Daha da önemlisi, Başsavcılığın Refah Partisi Kayseri
İl Yönetim Kurulu'nun işten el çektirilmesi talebi ile ilgili olarak Partimize
gönderdiği 30.01.1997 günlü ve SP. l 3 Muh. 1997/57 sayılı yazısında Siyasî
Partiler Kanunu'nun 101. ve 103. maddesine dayanılmıştır. Şöyle ki;
Başsavcılığın yukarıda belirtilen yazısı ile 27 Ocak 1997 tarihinde Başbakan ve
Refah Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ın Kayseri'deki ziyaret
ve incelemeleri sırasında bazı kişilerin üniformalı kıyafetler giydiği
iddiasıyla Partimizin Genel Başkanlığı'ndan, Siyasî Partiler Yasasının 101.
Maddesinin (D-1) Bendi Uyarınca Kayseri Refah Partisi İl Yönetim Kurulunun
İşten El Çektirilmesi Ve Sonucundan 30 Gün İçerisinde Bilgi Verilmesi
İstenmiştir (Ek: Bölüm III, No.4)
Yine, Başsavcı 17.2.1997 Tarih ve SP.l3 Muh. 1997/57
Sayılı yazısı ile Refah Partisi Genel Başkanlığı'nın yukarıda açıklanan olayla
ilgili olarak 30 günlük süre uzatım talebini Siyasî Partiler Kanunu'nun
101/d-l. maddesinin hükümlerine istinaden reddetmiştir. Sayın Başsavcının bu
konudaki cevabi yazısı aynen şöyledir: '... Elde edilen delil ve dokümanlardan
ilgi (b) yazılı yazınız içeriği yerinde görülmemiş olup, 2820 Sayılı Siyasî
Partiler Yasasının 101 1d-1. maddesinin açık hükümleri karşısında ek süre
verilmesi mümkün görülmemiştir' (Ek: Bölüm:III, No:5)
Görüldüğü gibi, Başsavcılık da Anayasa'nın 68. ve 69.
maddeleri ile Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. ve 103. maddelerinin zımnen
yürürlükten kaldırılmadığına inanmaktadır. Aksi halde, Sayın Başsavcının işbu
davayı açtığı tarihlerde Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. ve 103. maddelerine
istinaden işlem yapmasının ve TBMM'den Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. ve 103.
maddelerinin değiştirilmesini istemesinin bir anlamı olmazdı.
f. Sayın Başsavcılığın diğer bir çelişkisi de, 18/6/1997
tarihinde Yüksek Mahkeme'niz nezdinde, Demokratik Kitle Partisi aleyhine açtığı
kapatma davasının iddianamesiyle ortaya çıkmıştır. Sayın Başsavcılık bu kapatma
davasını 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. maddesine dayandırmıştır.
Bilindiği gibi 101. madde ile 103. madde birbirini tamamlayan maddelerdir. 103.
maddede bir partinin belli fiillerinin işlendiği bir odak haline gelip
gelmediğinin tayini açısından yapılması gereken işlemler tek tek belirlenmiş,
bu hususta 101. maddeye atıfta bulunulmuştur.
101. maddenin geçerli olduğu, yürürlükten kaldırılmadığı
kabul edilince; onun uygulanmasını öngörmüş olan 103. maddenin de yürürlükte
olduğu zımnen veya serahaten ilga edilmediği de kabul edilmiş olur. Bu da Sayın
Başsavcının 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101 ve 103. maddelerinin yürürlükte
olduğunu kabul ettiğini gösteren açık bir delilidir.
g. İşbu dava, aşağıdaki çelişkiler nedeniyle de
dinlenemez Çünkü;
1. Eğer, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanununun 101/d ve
103. maddeleri yürürlükte ise bu maddelerin, 'odak kavramı' için öngördüğü
şartlar gerçekleşmemiştir. Zikredilen maddelerin aradığı şartlar gerçekleşmeden
açılmış olan işbu davanın, esasa girmeden, usul yönünden reddi gerekir.
2. Sayın Başsavcının iddia ettiği gibi 1995 Anayasa
değişiklikleriyle, 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101/d ve 103.
maddeleri mülga kılınmış olduğunun kabul edilmesi halinde ise; işbu dava,
konusuz kalacaktır ve bu sebeple dinlenemez duruma düşecektir. Zira Refah
Partisine ve mensuplarına isnat edilen fiillerin hemen tamamı 1995 Anayasa
değişikliğinden önceki tarihlere aittir.
Başka bir deyişle Sayın Başsavcının davayı dayandırdığı
'odak' kavramı Anayasa'ya 23.07.1995 tarih ve 4121 sayılı Kanun'la girmiştir.
Partimiz, Anayasa'nın 68. maddesinin 4. fıkrasında belirtilen yasakların
işlendiği bir 'odak' haline gelmekle suçlandığına göre; bu kavramın oluşumunda
1995 yılından önceki eylemlerin dikkate alınmaması gerekir. Çünkü Anayasa'da
1995 değişikliğinden önce parti kapatma nedenleri arasında odak olma hali
mevcut değildi.
Zira Anayasa'ya göre, 'Kimse, işlendiği zaman yürürlükte
bulunan Kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz' (mad.38,
fıkra 1) 'Suç ve cezalar geçmişe yürütülemez' (mad.l5, fıkra 2)
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne göre, 'Hiç kimse,
işlediği zaman ulusal ve uluslar arası hukuka göre bir suç sayılmayan bir eylem
ya da ihmalden ötürü mahkum edilemez' (mad.7, fıkra 1)
Türk Ceza Kanunu'na göre; İşlendiği zaman kanuna göre
cürüm veya kabahat sayılmayan fiilden dolayı kimseye ceza verilemez' (mad.2,
fıkra 1 )
Şimdi hem Partimize hem de Parti mensuplarımıza atfedilen
fiil ve beyanların tarihlerine bakalım :
1) Şevki Yılmaz'a izafe edilen konuşmalar, 1989-1990
yıllarında
2) Hasan Hüseyin Ceylan'a izafe edilen konuşma, 1990
yılında
3) Necmettin Erbakan'a izafe edilen Sivas-Çermik
konuşması, 1993 yılında
4) 'Çok hukukluluk' konuşması, 1993 yılında
5) Grup konuşması, 1994 yılında
6) Ahmet Tekdal'a izafe edilen konuşma ise, 1986 yılına
tekabül etmektedir.
Görülüyor ki, iddianameye göre yapıldığı ileri sürülen bu
konuşmalar Anayasada odak olma kavramı bulunmadığı döneme ait isnatlardan
ibarettir.
Bilindiği gibi, sonradan yürürlüğe giren bir kanun,
yargılanan kişi ve kurumların aleyhinde bir hüküm getirmişse, bu hüküm asla
geriye yürütülemez.
Bu isnatlarla ilgili olarak Siyasî Partiler Kanunu'nun
103 ve atıfta bulunduğu 101. maddeleri hükümleri uygulanacaksa; o takdirde
Sayın Başsavcı bu maddelerin hükümlerini işleterek odaklaşmanın ispatı için
gereken işlemlerin hiçbirisini yapmadığından, dava yine redde mahkumdur.
B -10. Davada 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu
hükümleri uygulanmalıdır.
Yukarıda belirtiğimiz gibi, Anayasa'nın 69. maddesinin
son fıkrasına göre, 'Siyasî Partilerin ... denetleme ve kapatılmaları..
yukarıdaki esaslar çerçevesinde kanunla düzenlenir '
Bu kanun, 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunudur. Bu
itibarla, Anayasa'mıza göre, bir siyasî partinin kapatılması davası 2820 Sayılı
Kanun hükümlerine göre görülecektir.
Bir siyasî partinin yasaklanmış belli faaliyetlerin odağı
haline gelip gelmediğinin tespitinde de 2820 Sayılı Kanun'un 103. maddesinin
atıfta bulunduğu 101. maddenin d-1 fıkrasındaki usulün uygulanması gerekir.
Netice olarak; İşbu davada Sayın Başsavcı, a. Davaya
mesnet yaptığı iddialarla ilgili olarak Siyasî Partiler Kanunu'nun 101.
maddesinin (d) bendinde ayrıntılı olarak açıklanan işlemlerden hiçbirini
yapmamış, dolayısiyle b. Partimize savunma hakkı tanımamıştır.
Bu nedenlerle, işbu dava, Parti'mizin gıyabında
hazırlanmış, Sayın Başsavcı tarafından haklı olduğuna inanılmadığı halde, usul
ve kanuna tamamen aykırı olarak ikame olunmuştur. Aşağıda Bölüm III, Kısım
A-2'de ayrıntıları ile belirttiğimiz gibi iddianamenin Başsavcılığa iadesine
veya davanın esastan reddine karar verilmesi gerekir.
IV. Bölüm Bu Davanın Esas Bakımından da Reddi Gerekir
A- Birinci Kısım:Refah Partisine Yapılan İthamlar Hukuken
Geçersizdir.
A -1. Dünyada Ve Türkiye'de Lâikliğin Hukuki Anlamı
a. Batıda Lâikliğin Doğuşu ve Gelişmesi
Lâik (Laic-laique) latince (laicus) aslından alınmış
Fransızca bir kelimedir. Ve lügat manasıyla ruhani olmayan kimse, dini olmayan
şey fikir, müessese, sistem, prensip demektir. (A.F. Başgil, Din ve Lâiklik
Sh.l47)
1789 Fransız ihtilali öncesinde Fransa'da -ve genel
olarak, Avrupa'da- etrafı surlarla çevrili şehirlerde bir teokratik yönetim
hakimdi. Bu yönetimde kilise ile soylular, toprak ağaları ve derebeyleri
işbirliği içindeydiler. Fakat bir de surlar dışında yaşayan, sur içindeki
insanların ihtiyaçlarını karşılayan bir halk tabakası mevcuttu. Bunlar da
aslında dini inançlarına bağlı kişilerdi, ancak, bu bağlılık geleneksel bir
bağlılıktı. Bunlar din hakkında teorik ve sistematik bir bilgiden yoksundular.
Bunların dini yaşantısı taklidi bir yaşantıydı. Dinin esasından yetirince
haberleri yoktu. Bunun içindir ki; bu insanlara 'laicien' (Lâikler) denilirdi.
Bu insanlar, kendilerinin yönetiminde, kendileri söz sahibi olmak istediler. Bu
amaçla, surun içindeki iktidarı yıkmak için harekete geçtiler. İşte bu
insanların, sur içindeki teokratik yönetimi devirerek, kendilerinin de
yönetimde söz sahibi olmak için başlattıkları harekete 'lâiklik' denmiştir. Bu
anlamda ele aldığımızda lâikliğin dine karşı olmak şeklinde hiçbir yönü söz
konusu değildir. Bu anlamda lâiklik, s a d e c e teokratik bir yapıya kiliseyle
feodal yapının işbirliğine karşı olmayı ifade etmektedir.
'Lâiklik, Batı toplamlarında üç aşamadan geçerek bugünkü
geniş anlamını kazanmıştır. Birinci aşamada, devlet organlarınca güdülen mezhep
yobazlığının kaldırılması... ikinci aşamada, devlet dini denen şeyin
kaldırılması... üçüncü aşama olarak, hukuk sisteminin ve kamu hizmetlerini
düzenleyen kuralların dinsel ya da dinle ilgili kurallar olmaktan
çıkarılması'dır. (Mümtaz Soysal, '100 Soruda Anayasa')
b. Türk Hukuk Sisteminde Lâiklik
Bu kelime literatürümüze meşrutiyet yıllarında girmiş ve
o zaman (la dini) diye tercüme olunmuştur. (Başgil, a.g.e. Sh.l48)
Cumhuriyet Döneminde CHP'nin 1931'deki kongresinde parti
doktrinini meydana getiren 6 ana hedef parti programında gösterildi, bu
hedeflerden biri olan lâiklik 1937 yılında 3115 sayılı kanunla yapılan bir
değişiklikle 1924 Anayasasına girdi.
Türkiye'de lâiklik sadece din ile devletin ayrılığını
ifade eden bir nitelik değil, aynı zamanda vicdan hürriyetine imkan veren ve
akılcılığı sağlayan bir temel kural olarak ortaya çıktı. (M.Laurose)
1924 Anayasasının 2. maddesinde sonradan (1937) yer alan
bu ilke, bilahare 1961 Anayasasının 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyetinin temel
niteliklerinden biri olarak öngörülmüştür.
Son olarak da 1982 Anayasası'nın 2. maddesinde yer alan
bu temel ilke, mezkür Anayasanın 4. maddesiyle koruma altına alınmıştır.
Öte yandan, latince bir kelime olan 'lâiklik', devletin
dili Türkçe olmasına rağmen, hiçbir zaman Anayasa ve kanunlarda Türkçe
karşılığı ile ifade edilmedi, edilemedi. Bu yüzden uygulamadaki aksaklıklar da
sürüp gidince lâiklik, dar bir kesimin ters tutumu yüzünden halk nazarında
dinsizlik ve din düşmanlığı şeklinde algılanmaya başlandı.
Üzülerek ifade etmek gerekir ki, bu anlayış bir takım
çevrelerin taassubu ve katı tutumları yüzünden hala ortadan kalkmış değildir.
c. Dünyada İnsan Hakları, Din Vicdan ve Düşünce Özgürlüğü
'Din ve inanç özgürlüğü, tarihte ancak uzun mücadeleler
sonunda kazanılabilmiştir. Bu özgürlük günümüzdeki anlamıyla ilk kez 1776
tarihli Amerikan Virginia Haklar Bildirisinde..., 3 Eylül 1791 tarihli Fransız
İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisinde... daha sonra BM İnsan Hakları Evrensel
Bildirisi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde ayrıntılı bir şekilde
düzenlenmiştir' (Dr. Şeref Ünal, 'AİH Sözleşmesi' Sh.207)
'Böylece insanın doğuştan devredilemez bir takım haklara
sahip olduğu, Siyasî düşünce tarihi ilgilendiren felsefi bir tartışma konusu
olmaktan çıkmış, devletin anayasal ve hukuk düzenini ilgilendiren bir konu
olarak Siyasî mücadele alanına girmiştir. Bu dönemde mutlak egemen devlet
anlayışı zayıflamış. kişiler ve sınıflar arasındaki dengesizlikler ve
eşitsizlikler giderilmeye çalışılmış ve insan hakları anayasalarda yer alan
haklar olarak pozitif hukuk alanına girmiştir. ' ((Dr. Ş. Ünal a.g. e. Sh.68)
'10 Aralık 1948'de Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel
Bildirisi'nin yayımlanmasıyla kişiler; yabancı, vatandaş farkı gözetilmeden,
insan olmak sebebiyle Milletlerarası Hukukun himayesi altına alınmıştır. ' (Dr.
Ş. Ünal, a. g. e. Sh.81-82)
Aynı yılda Lahey'de toplanan Avrupa Kongresi, bir İnsan
Hakları Anayasası hazırlanmasına ve bunun hükümlerine uyulmasını sağlamak
üzere, gerekli müeyyideyi uygulamakla görevli bir mahkeme kurulmasına karar
vermiş ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS), 4 Kasım 1950 tarihinde,
aralarında, Türkiye'nin de bulunduğu 15 Avrupa devleti tarafından imzalanmış ve
3 Eylül 1953'de yürürlüğe girmiştir.
Sözleşmenin 9. Maddesine göre, yukarıda da belirttiğimiz
gibi: 'Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, din ve inanç
değiştirme özgürlüğü ile açık veya özel biçimde ibadet, öğretim, uygulama ve
tören yapmak suretiyle tek başına veya toplu olarak dinini ve inancını açıklama
özgürlüğünü de içerir' Sözleşme aynı maddede; 'Bu özgürlüğün ancak kamu
güvenliği, kamu düzeni, genel sağlık, genel ahlak ya da başkalarının hak ve
özgürlüklerinin korunması için, gerekli olan tedbirlerle ve kanunla
sınırlanabileceğini' belirtmiştir.
d. 1982 Anayasasında Lâiklik; Din, Vicdan ve Düşünce
Özgürlüğü
Yukarda da ifade edildiği gibi, ilk defa 1937 yılında
Anayasa mevzuatımıza dahil olan ' L a i k 1 i k ' kavramına, 1961 ve 1982
Anayasalarının 2. maddelerinde, devletin temel niteliklerinden biri olarak yer
verilmiştir.
Şu farkla ki; 1961 Anayasasında sadece 'insan haklarına'
dayanan...devlet; 1982 Anayasasıyla 'toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet
anlayışı içinde, insan haklarına saygılı...' bir devlet olarak tarif edilmiş ve
böylece diğer temel nitelikler gibi, lâiklik niteliğinin de toplumun huzuruna,
milli dayanışmaya ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygıyı esas aldığı
ifade edilmiştir.
İç barış ve insan hakları lehine yapılan bu isabetli
ilavelerle, lâikliğin, hiç bir zaman katı bir ilke olmadığı, hele hele
'dinsizlik' anlamında bir kelime hiç olmadığı açıkça kabul edilmiş ve böylece
bu kavramın ne anlama geldiği, tanımının ne olduğu, uygulamada hangi hedeflerin
gözetileceği ihtilafa meydan vermeyecek şekilde ortaya konulmuştur. Nitekim
bahse konu 2. maddenin gerekçesinde; 'Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen
lâiklik, her ferdin istediği inanca, sahip olabilmesi,, ibadetini yapabilmesi
ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi
kılınmaması anlamına gelir' denilmek suretiyle bu husus vurgulanmıştır.
Yine 1961 Anayasasında olmadığı halde 1982 Anayasasında
yer alan 5. madde ile; '.. kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk
devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal,
ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmayı..' devletin temel amaç ve görevlerinden
saymıştır.
1982 Anayasasının 10. maddesinde; 'Herkes, dil, ırk,
renk, cinsiyet, Siyasî düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir' temel esasına yer
verilmiştir.
Keza Anayasanın 13. maddesinde, temel hak ve
hürriyetlerin genel sınırlandırılmasından bahsedilirken, bu sınırlamaların
Anayasanın özüne ve ruhuna uygun olacağına 'demokratik toplum düzeninin
gereklerine aykırı olamayacağını' hükme bağlamıştır.
1982 Anayasası, din ve vicdan hürriyetlerine saygıda o
derece titiz davranmıştır ki; Temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının
durdurulmasını tanzim ederken 15. madde de 'Savaş halinde dahi, kimsenin din,
vicdan, düşünce ve kanaat hürriyetlerine dokunulamayacağını' kesin hükme
bağlanmıştır.
Öte yandan, 1982 Anayasasında, din ve vicdan hürriyetine
24. maddede, düşünce hürriyetine 25. maddede, düşünceyi açıklama hürriyetine
26. maddede yer verilmiştir.
24. maddeye göre; 'Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere
katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve
kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve uçlanamaz' (1982 Any., Mad. 24, fıkra 3)
'İbadet, dini ayin ve törenler' prensip olarak serbesttir (1982 Any., Mad. 24,
fıkra 2) Ancak, 'İbadet, dini ayin ve törenler', Anayasa'nın 14. maddesi
hükümlerine aykırı olamaz. (1982 Any., Mad.24, Fıkra 2)
Tüm bu Anayasal hükümler ve gerekçeler açıkça gösteriyor
ki, lâiklik, toplum huzurunu ve milli dayanışmayı ve insan haklarına saygıyı
temin için öngörülmüş bir temel ilkedir.
e. Siyasî Partiler Kanununda Lâiklik
2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 3. Maddesi 'Siyasî
Partileri, Anayasa ve kanunlara uygun olarak tüzük ve programlarında belirlenen
görüşleri doğrultusunda, çalışmalar ve açık propagandalar ile milli iradenin
oluşmasına sağlayan ve ülke çapında teşkilatlanan kuruluşlar' olarak tarif
edilmiş;
4. maddesi de 'Siyasî partileri, demokratik hayatın
vazgeçilmez unsurları olarak belirlemiş; Siyasî partilerin faaliyet ve
kararlarının Anayasada nitelikleri belirlenen demokrasi esaslarına aykırı
olamayacağı' hükmünü vaz etmiştir.
Kanunun 84. Maddesinde; 'Siyasî Partilerin, Türk
toplumunu çağdaş uygarlık, seviyesinin üstüne çıkarmak ve Türkiye
Cumhuriyeti'nin lâik niteliğini korumak amacını güden devrim kanunları
hükümlerine aykırı amaç güdemeyeceklerini ve faaliyette bulunamayacaklarını...'
hükme bağlamıştır.
Kanunun 86. Maddesi; 'Siyasî partilerin Türkiye
Cumhuriyeti'nin lâiklik niteliğinin değiştirilmesi amacını güdemeyeceklerini,
bu amaca yönelik faaliyetlerde bulunamayacaklarını' parti yasakları arasında
saymıştır.
Keza 87. Maddesinde; 'Siyasî Partiler, devletin sosyal ve
ekonomik veya Siyasî veya hukuki temel düzeninin, kısmen de olsa dini esas ve
inançlara uydurmak amacıyla veya Siyasî amaçla veya Siyasî menfaat temin ve
tesis eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyat veya dince mukaddes tanınan şeyleri
alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapamaz, istismar edemez
veya kötüye kullanamazlar' denilmiştir.
Ancak 87. maddenin öngördüğü yasak uygulanırken, din
hizmetlerinin, Anayasa tarafından devlete görev olarak verildiği gözardı
edilmemelidir. (An. 136 m.)
İleride 3. bölümde açıkça ifade edileceği gibi, Siyasî
partiler ister iktidar, ister muhalefette olsunlar, Anayasanın Devlete verdiği
bütün görevler meyanında din hizmetleri hakkında da parti programlarına
hükümler koymak ve bunları halka tanıtmak mecburiyetindedirler.
Bu sebepten dolayı Siyasî parti mensuplarının gerek
halkın dini hizmetlerini nasıl yapacaklarını ve gerek din, vicdan ve düşünce
özgürlüklerinin tatbikatını nasıl yürüteceklerini, aksine tatbikat varsa
bunları nasıl düzelteceklerini açıklamaları, hiçbir zaman bir istismar veya
kötüye kullanma sayılamaz; tam tersine yapmaları gereken görevlerinin bir
parçası olarak telakki edilmesi gerekir.
Siyasî Partiler Kanununun yukarıda zikredilen 87.
maddesinde de açıkça fiilin lâikliğe aykırı telakki edilebilmesi için, devletin
temel düzenini değiştirme amacı, unsur olarak esas alınmıştır. Her ne kadar
maddede 'kısmen de olsa' ibaresine yer verilmişse de, bu ibare temel düzeni
değiştirme kasdı çerçevesinde değerlendirilmelidir.
f. Anayasa Mahkemesi İçtihatlarına Göre Lâiklik
İlk kurulduğu yıllarda, Anayasa Mahkemesi, lâiklik
prensibinin 'din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması' anlamına geldiği
ifade ile yetinmiştir: 'Hukuki yönden, klasik anlamda lâiklik, din ve Devlet
işlerinin birbirinden ayrılması anlamına gelmektedir. Ayrılık, dinin Devlet
işlerine, Devletin de din işlerine karışmaması biçimindedir... ' (Anayasa
Mahkemesi, 21.10.1971, 53/76 'AKMD, sayı 10, sh.61 ')
Buna rağmen Yüksek Mahkeme aynı kararında Diyanet İşleri
Başkanlığının Devletin Genel İdare Yapısı içinde yer almasını (1961) An.m.l54)
lâikliğe aykırı bulmamıştır. 'Ancak toplumumuzdaki din ve devlet işlerine
ilişkin tarihi tecrübeler dolayısı ile lâiklik kavramının 'devletin din
işlerine karışmaması' şeklindeki anlamından ayrılınmış ve genel idare içinde
'Diyanet İşleri Başkanlığı ' adıyla sui generis bir kuruluşa yer verilmiştir.
Böyle bir kuruluşa genel idare teşkilatı içinde yer verilmiş olması, lâiklik
ilkesine aykırı bulunmamıştır.'Anayasa Mahkemesi, 21.10.1971, 53/76 AMKD, sayı
10, sh.52 vd.')
1982 Anayasasından sonra Yüksek Mahkeme Kararlarında
Lâiklik hakkında daha geniş ve evrensel yorumlar yapılmıştır: 'Lâiklik ortaçağ
dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve
demokrasi anlayışını, uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve
insanlık idealinin temeli kılan bir uygar yaşam biçimidir. Çağdaş bilim,
skolastik düşünce tarzının yıkılmasıyla doğmuş ve gelişmiştir' (Anayasa
Mahkemesi, 7.3.1989, 1/12 'AMKD, sayı 23, sh. 144')
'Çağdaşlaşmayı hızlandıran ve Türk Devrimi'nin kaynağı
olan lâiklik ilkesi toplumun akıl ve bilim dışı düşüncelerle yargılardan uzak
kalmasını amaçlar Anayasa Mahkemesi, 7.3.1989, 1/12 AMKD, sayı 23, sh. 147')
'Lâiklik, bireysel, toplumsal düzeyde ve devlet işlerinde
metafizik dışında özgür düşünce gereklerine bağlanır. Kişisel ve toplumsal
yaşamın siyasal yönden düzenlenmesinde aklın ve bilimin gereklerini zorunlu
kılar. ' (Anayasa Mahkemesi, 7.3.1989, Ill2 'AMKD, sayı 23, sh. 1511')
Bütün bu kararlarda görüldüğü gibi, Anayasa Mahkemesi,
Lâikliği, bir inanış şekli ve ölçütü olarak kabul etmemekte; tam tersine,
lâikliğin bir düşünce tarzı, bir davranış biçimi, bir üslup olduğunu kabul
etmektedir. Diğer bir ifade ile, vatandaşlar inançlarında özgür olacaklar;
devlet buna müdahale etmiyecek; devlet işlerinde de doğmatik ve skolastik
zihniyet değil, bilim ve akıl esas alınacaktır.
Yine bu ifadeler açıkça, lâikliğin din düşmanlığı
olmadığını; dinleri tanımayıp onların yerine getirilmiş yeni bir din
niteliğinde olmadığını, tam tersine bir düşünce tarzı, bir üslup, bir metod
olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu hususları te'yiden, ayrıca Yüksek Mahkemenin
lâikliğin, din ve vicdan özgürlüğü ile uyumluluğunu belirtmek amacı ile yaptığı
yorumlar da vardır. 'Modern Devlette din, kimi haklara sahip olmanın bir şartı
değildir. Günümüzde Devlet, vicdan hürriyetine olabildiğince, saygılı,
bünyesinde çeşitli din ve mezheplere inananlara ve bunlara ait teşekküllere yer
veren bir kurumdur. Lâik Devlette herkes dinini seçmekte ve inançlarını açığa
vurabilmekte, tanınmış olan din ve vicdan özgürlüğünün sınırları içerisinde
serbesttir. Hiçbir dine itikadı olmayanlar içinde durum aynıdır. Lâik bir
toplumda herkes istediği dine ya da inanca sahip olabilir. Bu husus yasa
koyucunun her türlü etki ve müdahalesinin dışındadır. Gerçek vicdan
hürriyetinden ancak lâik olan ülkelerde söz edilebilir. Dinlerden birini Devlet
olarak tercih fikri ayrı dinlere mensup vatandaşların kanun önünde eşitlik
ilkesine aykırı düşer. Lâik Devlet, din konusunda, inancına bakmaksızın,
yurttaşlara eşit davranan, yan tutmayan devlettir' (Anayasa Mahkemesi Kararı,
21.10.1971, ve 53/76 s - Anayasa Mahkemesi Kararı, 9.4.1991, ve E.90/36, K:91/8
)
g. Doktrinde Lâiklik, Din, Vicdan ve Düşünce Özgürlüğü
'Şüphesiz ki din, yapısı ve dış teşkilatı itibariyle,
içtimai bir müessesedir ve cemiyet realitesinden ayrılmayan bir vakıadır. En
iptidai kavimlerden, bugünün en yüksek medeniyetli milletlerine kadar, insanlar
her devirde, unsur ve esasları değişik inançlara bağlanmıştır' (A.F. Başg i l,
a. g. e. Sh. 71 ).
İçtimai sulhu temin edip, gönüllerde huzur ve emniyeti
temin için din ile devleti aynı bir ülkede yanyana ve barışık bir halde
yaşatmak üzere, modern devlet hukuku ortaya bir kaç esaslı prensip koymuştur ki
bunlardan başta gelenleri... din hürriyeti ve lâiklik prensipleridir. (A.F.
Başgil a.g.e. Sh.87).
.. din hürriyeti prensibinden fert için bir takım haklar,
yani selahiyetler doğar ki bunlar evvela inanma hakkıdır. Sonra serbestçe
ibadet ve dua etme hakkı, talim ve tedris, neşir ve telkin faaliyetlerinde
bulunma, nihayet dinin emrettiği şekilde hareket etme,, ferdi ve içtimai ahlak
ile bezenme hakkıdır. (Başgil, a.g.e. Sh.96)
Din hürriyetinin, birçok değil, yanlız bir düşmanı
vardır: o da bir kelime ile, taassuptur. Taassup. bir kimsenin kendi inancından
ve kendince hakikat kabul ettiği görüş ve kanaatten başka olan inanç. görü,s ve
kanaatlere ve bunları taşıyanlara karşı düşmanlık beslemesidir. Taassup... kötü
bir ruhi hastalıktır. Ve dini olduğu gibi, Siyasî, felsefi de olabilir.
(Başgil, a.g.e. Sh.149)
... Siyasî taassup da bu hürriyetin (din hürriyetinin)
düşmanıdır... Siyasî taassup koyu bir surette materyalisttir. Onun inandığı ve
bağlandığı şey yalnız madde ve menfaattir. (Başgil, a.g.e. sh.156)
Din hürriyetinin ve bundan doğan hakların. bu iki düşmana
karşı korunması lazımdır. Bu hürriyeti. hem dini. hem de Siyasî taassuba kar,sı
kovmak için alınacak tedbir, tek kelime ile lâikliktir. (Başgil. a.g.e.)
'Lâiklik ilkesi, devletin, vatandaşları arasında dini
inançları açısından bir ayırım yapmamasını gerektirir. Yani devlet kişilerin
dini inançları karşısında tarafsız davranmak ve her türlü dini inanç ve
düşünceye saygı göstermek zorundadır' (Dr. Ş.Ünal, a.g.e. Sh.215)
'Lâiklik hiçbir şekilde dinsizlik veya din düşmanlığı
olarak algılanmamalıdır. Tam tersine, bu ilke ve vicdan özgürlüğünü güvence
altına almaktadır. ' (Dr. Ş. Ünal a.g.e. sh. 215)
... vicdan hürriyeti din hürriyetinden daha geniştir ve
yalnız dini değil, aynı zamanda herhangi bir Siyasî, iktisadi ve felsefi akide
ve kanaat serbestliğini de ifade eder. (Başgil a. g. e. Sh. 96)
Şu halde lâik hukuk devince. bundan dini olmayan.
esaslarını dinden almayan hukuk; lâik devlet devince de dini akide ve esaslara
dayanmayan devlet anlamak lazım gelir. (Başgil a.g.e. sh.145)
Lâik rejimde devlet dine karışmaz demek.. resmen muayyen
bir dinin ahkamını kendi işlerine rehber almaz demektir. Yoksa mesela Türkiye
gibi, nüfusunun büyük bir ekseriyeti müslüman olan bir memlekette, devlet dini
teşkilata ve müslüman halkın dini ihtiyaçlarını temine vardım etmez demek
değildir. Bir halk hükümetinin başta gelen prensibi halk için çalışmaktır.
(Başgil, a.g.e. sh.172)
Doktrinde lâiklikle ilgili olarak Anayasal açıdan çok
önemli bir hususa daha işaret edilmektedir. Bu husus Anayasanın özgürlük ve
özgürleştirmeye yönelik özelliğidir;
'Anayasa. Batıdaki gelişmelere uygun olarak, bir yandan
herkesin kişiliğine bağlı. dokunulmaz. devredilmez. vazgeçilmez temel hak ve
hürriyetlere sahip olduğunu belirterek özgürlük anlayışsını (Madde 12), diğer
yandan da kişinin temel hak ve hürriyetlerini. sosyal hukuk devleti ve adalet
ilkeleri ile bağdaşmıyacak surette sınırlayan siyasal. ekonomik ve sosyal
engelleri kaldırmayı. insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli
şartları hazırlamayı Devletin görevlerinden savarak 'özgürleştirme' anlayışını
benimsemiştir. (md.5) Prof. Dr. S. Gözübüyük. Anayasa Hukuku Sh.147)
Yine doktrinde, temel hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılması konusunda kurallar öngörülmüştür.
Prof. Dr. Şeref Gözübüyük, Anayasa Hukuku isimli
kitabında; 'Temel hak ve özgürlüklerin, ancak kanunla sınırlanabileceğini,
sınırlama nedenlerinin Anayasada belirtilmesi gereğini, sınırlamanın hakkın ve
özgürlüğün özüne dokunamayacağını. sınırlamanın demokratik toplum düzeninin
gereklerine aykırı olamıyacağını ve sınırlamada eşitlik kuralına mutlaka
uyulması' gereğini tafsilatıyla izah etmiştir. (a.g.e. Sh. I50-165)
Görülüyor ki doktrin temel hak ve hürriyetlerin
kısıtlanmasını benimsememiş, bu sınırlamaların son derece zorunlu hallerde yapılabileceğini
ifade etmiştir.
h. Genel Değerlendirme
Görülüyor ki, gerek doktrin, gerek literatür ve gerekse
yüksek mahkeme içtihatları; lâikliğin, değişik biçimlerde yorumlanabileceğini
açıkça kabul etmiştir. Ancak lâiklik hangi şekilde yorumlanırsa yorumlansın,
hukuki açıdan Anayasa ve yasalarda belirtilen temel esaslara uyulmak
mecburiyeti vardır.
Bu esaslar iki ana grupta toplanmaktadır.
l. Lâiklik, din düşmanlığı veya din hürriyeti engeli
olmayıp, her türlü din ve vicdan düşünce hürriyetinin teminatıdır.
2. Devlet, kendi düzenini herhangi bir dinin kurallarına
göre değil; değişik sosyal ihtiyaçları göz önünde tutarak akıl ve ilim yoluyla
kurar.
Bu sebeplerden dolayı, lâikliği din hürriyetini daraltıcı
veya ortadan kaldırıcı bir nitelik olarak tanımlamak mümkün değildir. Zira
yukarıda da belirtildiği gibi, Anayasanın 2. maddesinde devletin niteliği
olarak belirtilen lâikliğin, yine aynı maddeye göre, demokrasi ve insan hakları
esas alınmak suretiyle yürütülmesi prensibi temel alınmış, Yine Anayasanın 13.
maddesinde hangi sebeple olursa olsun temel hak ve özgürlüklere konulacak
tahditlerin dahi demokratik toplum düzeni gereklerine aykırı olamayacağı, esası
vazedilmiş; Ve yine 15. md.de de din ve vicdan hürriyetinin, savaş hukukunun
geçerli olduğu ahvalde dahi kısıtlanamayacağı hükmü getirilmiştir.
Aynı şekilde, Türkiye'nin taraf olduğu Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi'nin 17. maddesinde de: 'Bu sözleşmenin hiçbir hükmü, bir
devlet, grup ya da kişiye burada öne sürülmüş olan hak ve özgürlüklerden
herhangi birini yok etmeyi ya da sözleşmede hükme bağlanmış olandan daha geniş
ölçüde sınırlandırmayı amaçlayan bir etkinlikte ya da eylemde bulunma hakkı
verir biçimde yorumlanamaz' hükmü yer almıştır.
Ve yine Türkiye'nin vatandaşa başvuru hakkı tanıdığı
AİHS'nin 9. maddesi, (Yukarıda I. Bölümde belirtildiği gibi) din, vicdan ve
düşünce hürriyetinin sınırlandırılmasını son derece dar ve zaruri sebeplere
hasretmiş, herkese en geniş manada bu özgürlüğü tanımayı çağdaşlığın ölçüsü
saymıştır.
AİHS'nin temel ve hak hürriyetlere koyduğu sınırlamalar,
1982 Anayasası'nın 90. maddesine göre Milli Hukukumuzun da bir parçası
olmuştur.
ı- Sonuç
Yukardaki bölümlerde lâikliğin, uluslararası sözleşmeler,
Anayasa, Siyasî Partiler Kanunu, doktrine göre hukuki anlamının ne olduğu
ortaya konulmaya çalışıldı.
Bütün bu tahliller topluca dikkate alındığında lâikliğin
hukuki anlamı bakımından aşağıdaki sonuçlar ortaya çıkmaktadır:
l. İlk tezahürü itibariyle lâiklik, dine karşı değil,
kiliseyle feodal yapının işbirliğine karşı bir hareketin adıdır.
2. 'Türkiye'de devletini temel bir niteliği olan lâiklik,
sadece din ile devletini ayrılığını ifade eden bir nitelik değil, ayını zamanda
vicdan hürriyetine imkan veren akılcılığı sağlayan bir temel kuraldır; devletin
sadece dinler karşısında değil, felsefi ve Siyasî görüşler karşısında da
tarafsızlığını ifade eder' (An.2, l0.m.leri)
3. Çağımızda mutlak egemen devlet anlayışı zayıflamış,
kişiler ve sınıflar arasındaki dengesizlikler ve eşitsizlikler giderilmeye
çalışılmış ve insan hakları Anayasalarla güvence altına alınmıştır.
4. Artık herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne
sahiptir. Bu hak, din ve inanç değiştirme özgürlüğü ile açık veya özel biçimde
ibadet, öğretim, uygulama ve tören yapmak suretiyle tek başına veya toplu
olarak dinini ve inancını açıklama özgürlüğünü de içerir. (AIHS. m.9)
5. Lâiklik kavramı, Anayasadaki tabirle, hiçbir zaman
'dinsizlik' olarak yorumlanamaz. Lâiklik, her ferdin istediği inanca, mezhebe
sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan
farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir. (1982 An.2. Mad.
Gerekçesi)
6. Dolayısıyla lâiklik toplum huzuru, milli dayanışma ve
adalet anlayışı içinde insan haklarına saygıyı temin için bir araçtır. (An.m.2)
7. Lâiklik konusunda yasak olan, istismar etme ve kötüye
kullanma eylemidir. Böyle bir eylemsel tehlike niteliği taşımayan düşünceleri
sırf lâikliğe aykırı oluşlardan ötürü cezalandırma yoluna gitmekten kaçınmak
lazımdır. (M.Soysal, 100 Soruda Anayasa)
8. Lâiklik, ortaçağ doğmatizmini yıkarak aklın
öncülüğünü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışını...
ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli olan bir uygar yaşam biçimidir.
(AMK - 7.3.1989, E:l, K:12'
9. Lâiklik, bir düşünce modeli olmayıp, din ve vicdan
hürriyetini güvence altına almaya matuf olarak devlete izafe edilen bir
niteliktir, bir davranış biçimidir.
10. Din hürriyeti ve lâiklik, din ile devleti aynı bir
ülkede yanyana ve barışık bir halde yaşatmak üzere modern devlet hukukunun
ortaya koyduğu prensiplerdir. (a.g.e. Sayfa:87)
11. Din hürriyetinin yanlız bir düşmanı vardır; o da
taassuptur. Taassup, bir kimsenin, kendi inancından ve kendince hakikat kabul
ettiği görüş ve kanaatten başka olan inanç, görüş ve kanaatlere ve bunları
taşıyanlara düşmanlık beslemesidir. Taassup, dini olduğu gibi, Siyasî ve
felsefi de olabilir. Din hürriyetini ve bundan doğan hakları taassuba karşı
koruyacak tek kelime lâikliktir. (a.g.e. )
12. Lâik rejimde, devlet dine karışmaz demek, devlet,
dini teşkilata ve (ülkede) halkın dini ihtiyaçlarını temine yardım etmez, demek
değildir. (a.g.e. )
13. Temel hak ve hürriyetlerin özüne dokunulamaz. Din ve
vicdan hürriyeti bu çerçevede yeralan bir hürriyettir.
14. Temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması son
derece katı kurallara bağlanırken aksine temel hak ve hürriyetlere konulan
engellerin kaldırılması Devlete Anayasal bir görev olarak tahmil edilmiştir.
(An. m.5)
15. Siyasî partiler demokratik hayatın vazgeçilmez
unsurları olup, çalışmaları ve açık propagandalarıyla milli iradenin oluşmasını
sağlarlar. (SPK)
16. Siyasî partilerin her konuda olduğu gibi lâiklik
konusunda da gerek Anayasa'nın devlete yüklediği gerekse halkın dini
hizmetlerinin görülmesi veya layıkı veçhile yürütülüp yürütülmediğinin takibi
hususunda Anayasa açısından farklı görüş ve düşüncelere sahip olması doğaldır.
17. Klasik demokrasi anlayışı sağ yada sol bütün
düşüncelerin serbestliğine ve bu serbestlik sonunda ortaya çıkacak sonucun en
iyi sonuç olacağına inanır. ( a.g.e. )
A - 2. Başsavcının Lâiklik Anlayışı Hukuken Kabul
Edilemez
Sayın Başsavcı, İddianamesini tanzim ederken, lâiklik
anlayışını ortaya koymak için, doktrinden, Anayasa Mahkemesi Kararlarından bir
takım alıntılar yaparak iddiasını haklı göstermeye çalışmıştır.
a. İddianameye Doktrinden Yapılan Alıntıların
Değerlendirilmesi
Sn. Başsavcı İddianamesinin (5-6) sahifesinde, Prof. Dr.
Niyazi Berkes'in 'Teokrasi ve Lâiklik' kitabından aldığı bir tanımı iddialarına
mesnet göstermek istemiştir.
Bahse konu kitaptan seçilip alınan tanıma göre; 'Aslında lâiklik
dini değil. hukuki bir kavramdır. Hukuki açıdan lâiklik, kısaca ve genel olarak
din işleri ile dünya işlerini ayıran bir rejimdir. Bu ifade ile anlatılmak
istenen, sadece devlet içinde din ve dünya işleriyle, ilgili otoritelerin
birbirinden ayrılması değil, aynı zamanda sosyal hayatın eğitim, aile, ekonomi,
hukuk, görgü kuralları, kıyafet vb. gibi cephelerinin din kurallarından
ayrılarak, zamana ve yaşamın zorunluluklarına, gereklerine göre saptanmasıdır'
'Aksi düşünüldüğünde, din işleri ile dünya işlerini birleştiren bir rejim
anlaşılır' (Prof. Dr. Niyazi Berkes, Teokrasi ve Lâiklik, Sh.25)
Yine Sayın Başsavcı, iddianamesinde Hüseyin Batuhan'ın
'Lâiklik ve Dini Taassup' isimli kitabından da bir alıntı yapmıştır; 'Dinler,
dünya işlerine karışıp Siyasî bakımdan güç kazandıkları ölçüde asıl ruhani
erklerini göz ardı edip, soysuzlaşmaya başlarlar' (Hüseyin Batuhan, Lâiklik ve
Dini Taassup, Sh.60)
Sn. Başsavcının dayandığı bu görüşlerin, önce eserlerin
bütünü içerisindeki tutarlılığı açısından tahlilinde fayda vardır. Sn. Prof.
Dr. Niyazi Berkes aynı eserinde şu ifadelere de yer vermiştir; 'En üst ilke,
kişilerin inanç özgürlüğünü korumaktır. Gerçek lâikliğin anlamı da budur. İslam
dininin yaşanması; modern yaşam kurallarına en uygun olan bir koşul olduktan
başka, başından beri ve tarihi boyunca bütün din örgütlenişlerine özgürlük
tanıyan İslamlığın tarihsel karakterine de uygun bir tutumdur.'(Sh.23)
Görülüyor ki; Sayın Başsavcı lâiklik anlayışını
belirlerken, bu ifadeleri tek taraflı, eksik ve yanlış yorumlamış, bu
ifadelerin hem eserin hem Anayasanın bütünlüğü içerisinde yorumlanması gereğine
riayet etmemiştir. Sayın Başsavcının lâiklik konusunda Anayasa ve lâikliğin
gerçek hukuki anlamına uymayan görüşü, dolayısıyla yanılgısı, şuradan ileri
gelmektedir:
Sayın Prof. Niyazi Berkes'in bu ifadelerinden kastı,
yukarıda belirttiğimiz gibi lâiklik niteliğinin doğal sonucu olarak, Devletin
kendi kurallarını koyarken, herhangi bir dinin kurallarına bağlı olmaksızın,
zaman ve yaşamın gereklerine göre ilim ve akıl yoluyla hareket edilmesidir. Bu
bakımdan, bu, doğru bir tespittir. Ancak eserin ve Anayasanın bütünlüğü
içerisinde konu değerlendirildiğinde açıkça görülür ki, Devlet kurallar
koyarken, halkıyla, halkının inancı, örf ve adetleriyle mücadele etmez,
etmemelidir.
b. İddianameye Anayasa Mahkemesi Kararlarından Yapılan
Alıntıların Değerlendirilmesi
Sn. Başsavcı İddianamesinde, Anayasa Mahkemesinin iki
kararından aldığı pasajlarla iddiasını te'yid etmek istemiştir.
Sn. Başsavcı iddianamesine, 21.10.1971 gün ve 53/76
sayılı Anayasa Mahkemesi Kararı'ndan sadece belli bir bölümü almıştır. Oysa
aynı kararda, yukarıda da zikredildiği gibi Yüksek Mahkemenin şu görüşlerine de
yer verilmiştir: 'Modern Devlette din, kimi haklara sahip olmanın bir şartı
değildir. Günümüzde Devlet, vicdan hürriyetine olabildiğince, saygılı,
bünyesinde çeşitli din ve mezheplere inananlara ve bunlara ait teşekküllere yer
veren bir kurumdur. Lâik Devlette herkes dinini seçmekte ve inançlarını açığa
vurabilmekte, tanınmış olan din ve vicdan özgürlüğünün sınırları içerisinde
serbesttir. Hiçbir dine itikadı olmayanlar içinde durum aynıdır. Lâik bir
toplumda herkes istediği dine ya da inanca sahip olabilir. Bu husus yasa
koyucunun her türlü etki ve müdahalesinin dışındadır. Gerçek vicdan
hürriyetinden ancak lâik olan ülkelerde söz edilebilir. Dinlerden birini Devlet
olarak tercih fikri ayrı dinlere mensup vatandaşların kanun önünde eşitlik
ilkesine aykırı düşer. Lâik Devlet, din konusunda, inancına bakmaksızın,
yurttaşlara eşit davranan, yan tutmayan devlettir' (Anayasa Mahkemesi Kararı,
21.10.1971, ve 53/76 s) Anayasa Mahkemesinin 1971 yılındaki lâiklik
anlayışında, 1982 Anayasasından sonra, özellikle Anayasanın 2. maddesinde bu
ilke için öngörülen hedefler de dikkate alınarak önemli gelişmeler olmuştur.
Bu hususta burada ayrıca bir değerlendirme yapmaya gerek
yoktur. (Bkz. IV. Bölüm, A-l.f'
Yüksek Mahkemenin 25.10.1983 gün ve 2/2 Sayılı diğer
kararına gelince: Herşeyden önce bu karar Tüzük ve Programına 'Lâiklik ilkesini
benimsemediğini' açıkça yazan Huzur Partisi hakkındadır.
Diğer taraftan, Sn. Başsavcının İddianamesinde özetlediği
hususlar, Karar metninde aynen şöyledir: 'Yapılan araştırma ve incelemelerin
ortaya koyduğu veriler, Türkiye'deki lâiklik ilkesinin anlamıyla uygulamasının
hiçbir sosyalist ülkedeki lâiklik anlayışı ile ilgili ve ilişkisi olmadığını,
batıdaki Hıristiyan ülkelerin lâiklik anlayışından da farklı bir yapı ve
düşünce biçimine sahip olduğunu açıklamaktadır.
Lâikliğin, dinle devlet ilişkilerini düzenleyen bir ilke
olması nedeniyle, her ülkenin içinde bulunduğu ve her dinin bünyesini oluşturan
koşullardan esinleneceği, bu koşullar arasındaki uyum ve ya da uyumsuzluğun
lâiklik anlayışına da yansıyarak farklı ve değişik modelleri ortaya çıkarması
doğal sayılmalıdır.
Hukuki yönden ve klasik anlamda lâiklik, dinle devlet
işlerinin birbirinden ayrılması anlamına gelmektedir. Buna rağmen, Hıristiyan
ve İslam dinlerinin koşulları inanç ve gerekleri aynı olmadığından ülkemizde ve
batı ülkelerinde oluşan durumlar ve ortaya çıkan sonuçlar birbirinin aynı
olmamış, aksine büyük farklılıklar göstermiştir. Dini ve din anlayışı tamamen
farklı olan bir ülkenin,, lâikliği, o ülke batı medeniyetine açık olsa dahi
batı ülkelerindeki anlayış içinde benimsemesi esasen düşünülemez ve beklenemez.
Görülüyor ki, Sn. Başsavcı karardan özenle seçerek sadece
altı çizilen kısımları almış, Türkiye'deki lâikliğin nasıl bir lâiklik olduğu
konusundaki paragrafı nedense ihmal etmiştir.
Oysa Sn. Başsavcının Partimizle ilgili İddianamesindeki
ithamlar, Karardan alınan ifadelerle değil, ihmal edilen ifadelerle ilgilidir
ki; İşte bu ihmal edilen ifadeler, Refah Partisi olarak, yukarıdan beri
savunduğumuz bir gerçeği, yani Anayasal Lâikliği ortaya kovmaktadır.
Kaldı ki, Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine
bireysel başvuruyu kabul ettiği 1987 ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin
yargı yetkisini kabul ettiği 1990 yılından sonra, Anayasa Mahkemesi, Anayasanın
90. maddesini dikkate alarak ve sözleşmenin milli hukukun bir parçası olduğunu
kabul ederek, verdiği son kararlarında Türkiye'deki lâiklik anlayışıyla,
Batıdaki lâiklik anlayışını mutabık hale getirmeye çalışmıştır. Bundan dolayı,
Sayın Başsavcının; lâiklik, din ve vicdan hürriyeti hususunda, Türkiye'nin
ulaştığı noktada, 1987'den önceki değil, daha sonraki kararları emsal alması
gerekirdi.
Bu bölümle ilgili maruzatımıza son vermeden şunları da
belirtmek gerekir ki; Devlet lâiklik prensiplerini uygularken demokrasinin
gereklerini ve insan haklarını ön planda tutar. Bir diğer ifade ile, Devlet
halka hizmet için vardır.
Devlet bu hizmeti görürken, halkın ihtiyaçlarını, hiç bir
inanç arasında, ayırım yapmaksızın, onların isteğine göre ifa ve icra eder.
Anayasanın başta 2. madde olmak üzere lâiklikle ilgili tüm maddeleri bu temel
esası vurgulamaktadır.
Yine Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşuna esas
teşkil eden Lozan Anlaşmasının ilgili maddeleri, hangi dinden olursa olsun,
bütün vatandaşlara din ve vicdan hürriyetinin vazgeçilmez unsurlarıyla tam ve
kamil manada tatbik edilmesini esas almıştır.
İşte Sayın Başsavcının yanılgısı, uluslararası hukuku,
doktrini, Anayasayı ve Anayasa Mahkemesi Kararlarını bir bütün olarak ele
almayışından ve iddiasına mesnet olarak aldığı ifadeleri eksik alıp yanlış
yorumlamasından ileri gelmektedir.
Buraya kadar yapılan izahattan açıkça görülüyor ki; Sayın
Başsavcının iddianamesine esas aldığı lâiklik görüşü Anayasa ve yasalarda
belirtilen hukuki lâiklikle bağdaşmamaktadır, mesnetsizdir, tamamen indidir,
uluslararası kurallara ve Anayasal esaslara, aykırı olduğundan, kabule şayan
değildir.
A - 3. Refah Partisinin Lâiklik Anlayışı Hukuka Uygundur
a. Refah Partisi, Anayasa'da belirtilen lâiklik
ilkesinin, gerçek savunucusu ve teminatıdır.
Nitekim, bu husus, Refah Partisi'nin tüzük ve programı,
yöneticilerinin konuşmaları, mahalli yönetimlerdeki hizmetler ve hükümet
icraatları ile sabittir
1. Refah Partisi'nin Tüzük ve Programı;
Refah Partisi'nin Programında; 'Bu program Türk
milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyet ve
Demokrasiyi korumak... kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk
devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal,
ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak, insanın maddi ve manevi varlığının
gelişmesi için gereken şartları hazırlamak amacıyla.. hazırlanmıştır. ' (Program,
Başlangıç)
Partimiz fikir, vicdan ve düşünce hürriyetlerine inanır;
fikir, vicdan ve inanç hürriyetlerine yapılacak her türlü baskıyı lâikliğe
aykırı sayar.' (Program md.4) 'Lâiklik din düşmanlığı olmayıp, bilakis din ve
vicdan hürriyetlerini her türlü ihlalden koruyucu bir prensip olarak
geliştirilmiş ve uygulama alanına konulmuştur' deni1mektedir. (Program md.4)
Görüldüğü gibi Refah Partisi Tüzük ve Programında,
lâikliği devletin temel niteliği olarak almış, lâikliğin Anayasal ve yasal
anlamını teyit etmiş ve lâikliğe aykırı uygulama yapılmaması için nelere dikkat
edilmesi geldiğini ortaya koymuştur.
2. Refah Partisi adına yapılan konuşmalar
Öte yandan Refah Partisi adına bugüne kadar yapılan bütün
konuşmalarda da bu husus tekrar tekrar belirtilmiştir.
Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın bugüne
kadar TBMM içersinde ve dışında yaptığı tüm konuşmalar bunu doğrulamaktadır.
(Ek: Bölüm IV, No:l)
Burada bu dosya içinden sadece bir kaç örnek sunuyoruz:
'...Lâikliğe aykırı olarak hareket etmek demek, skolastik
zihniyetle hareket etmek, körü körüne hareket etmek demektir. Cahil bir insanın
ortaya çıkıp 'dinimiz öyle emrediyor, hepiniz buna uyacaksınız' diye dayatması,
cahilane bir şekilde baskı yapması, dogmatik, skolastik bir zihniyetle hareket
etme üslubudur. Biz, ülkede böyle bir üslup olmasın istiyoruz... '
'Lâiklik demek, ilim ve akıl yoluyla hareket etmek
demektir'
'... Şimdi bir toplum düşünün. Bu toplamda çeşitli
düşüncede insanlar var. Bu insanlar birarada yaşacaklar. Birinci şart nedir'...
Bu insanların birbirlerinin düşüncelerine hoşgörü, saygı göstermeleridir.
Lâikliğin bir yüzü budur. Peki ülke nasıl yönetilecek' Oturacak, millet
temsilcisini seçecek, ilim ve akıl yoluyla TBMM kanunları yapacak. Demokrasi ve
milletin iradesi var. Öyleyse, TBMM ne karar aldıysa bu karar yürüyecek. Öbür
yüzü budur' 11 Mart 1997 tarihli grup konuşmasından,
'...Deminden beri ben neyin savunmasını yapıyorum'
Demokrasinin ve lâikliğin. İşte gerçek, işte gerçek. Böyle düşünmeyenleri
nereye davet ediyorum. Demokrasiye ve lâikliğe'
'Bugün lâiklik demek; herkesin din hürriyeti demektir.
Bunun teminatıdır. Bakınız şu çok önemlidir. Bir ülkede trafik kuralları
vardır. Arabaların trafiğe çıkmasına müsaade edersiniz, herkes arabasına biner.
İstediği gibi dolaşır. Ama bir şartınız vardır nedir o' Arabanızda fren olacak,
arabanızın freni olmazsa, trafiğe çıkmamanız gerekir. Neden' Çünkü gider
başkasına çarparsınız. İşte fikir hürriyeti, arabaların serbestçe dolaşabilmesi
demektir. Lâiklik ise, arabanda fren olması demektir. Araba başka, Fren başka
yani Lâiklik, dinin karşıtı değil'
'... Fikrinizi, 'Dinimiz böyle emrediyor, siz de buna
uyacaksınız' diye kaba lafla softa eklinde, körü körüne ortaya koymaya
kalkmayacaksınız. Her türlü fikrinizi söyleyebilirsiniz, hiçbir fikri yasaklamıyoruz.
Ama bunu söylerken lâikliğe aykırı davranmayacaksınız. Yani lâikliğe aykırılık
ve bir uslüp, bir muhteva değil, bir davranış şekli... ' 25 Şubat 1997 tarihli
grup konuşmasından:
'. . Türkiye'mizin demokratik, lâik bir hukuk devleti
olarak, insan haklarına saygılı hürriyeti parlamenter sisteme sahip bir ülke
olarak kısa zamanda beklenen kalkınmasını yapması hususunda tam bir görüş
birliği içindeyiz. '
'... Çünkü Refah Partimiz, lâikliğin bekçisidir. Gerçek
lâikliğin gerçek teminatıdır. Türkiye'mizin en büyük partisidir.' 21 Mayıs 1997
tarihinde BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ile yaptığı görüşmenin ardından
yaptığı açıklama:
Türkiye, müslüman bir ülkedir. Ama aynı zamanda
demokratik ve lâik bir ülkedir. Bunun herhangi bir şekilde tehdidi, tehlikesi,
değişmesi söz konusu değildir. Bu husustaki bir takım mihrakların çıkartmak
istedikleri propagandalar varsa, bunlar temelden yanlıştır ve hatadır. '9 Mayıs
1997 tarihli Observer gazetesine verdiği mülakattan:
'Lâiklik, din hürriyetinin teminatıdır' ( 18. 02 .1997
TBMM Grp.K.)
'Lâiklik ne dinsizliktir, ne din düşmanlığıdır. Lâiklik
bütün inançlara saygı göstermektir.' (25.02.1997 TBMM Grp.K.)
'Bakınız, lâiklik demek, ilim ve akıl yoluyla çalışılacak
demektir. Dogmatik bir şekilde, dinimiz böyle emrediyor, öyleyse kanunlar böyle
olacak diye dayatamazsınız. Lâiklik demek kanunları TBMM yapar demektir.'
(11.03.1997 TBMM Grp.Kon.)
'Refah Partimiz lâikliğin bekçisidir. Gerçek lâikliğin
gerçek teminatıdır.' (21.05.1997 TBMM Grp. Kon.)
'Türkiye'de gerçek demokrasinin teminatı Refah
Partisi'dir. Gerçek lâikliğin teminatı Refah Partisi'dir. Lâiklik adı altında
lâikliğe aykırı davranışların yapılmamasının teminatı Refah Partisi'dir.
(17.06.1997 TBMM Grp. Kon.)
'Şayet lâiklik; inanç ve din özgürlüğü, herkesin inandığı
gibi yaşayabilmesi, hiç kimseye dininden ve inancından dolayı baskı yapılmaması
ve devletin bu hususları teminat altına alması şeklinde anlaşılacaksa, Refah
Partisi göstermelik değil, samimiyetle, herkesin inanç özgürlüğüne, hiçbir
kimsenin diğerlerine, inancından dolayı baskı yapmaması şartına herkesten daha
fazla bağlıdır.' (10 Ekim 1993, 4.B.Kongre Konuşması)
Dünya'nın hiçbir yerinde, lâiklik, din düşmanlığı
değildir. Bilakis her türlü inanç hakkının teminat altında alınması demektir.
(Refah Partisi 24 Aralık 1995 Seçim Beyannamesi)
'Lâiklik demek herkesin inancına saygı demektir. Lâiklik
demek, din düşmanlığı demek değildir. Halkın inancına saygı göstermek, hizmet
etmek demektir.' (26 Aralık 1995 Basın Toplantısı)
Tüm bu örnek konuşmalardan açıkça görüldüğü gibi, Refah
Partisi'nin lâikliğe aykırı hiç bir eylemi olmamış, tüm bu konuşmalarda gerçek
lâikliğin ne olduğu anlatışmış, lâikliğin özüne aykırı davranışlar tenkit
edilmiştir.
2. Refah Partisi Yerel Yönetim Hizmetlerinden Örnekler
Refah Partili Belediye Başkanlarının, göreve başlar
başlamaz ilk işleri, şayet bölgelerinde varsa, farklı dinlere mensup cemaatleri
ziyaretle ihtiyaçlarını tesbit ve bunları yerine getirmek olmuştur. Bu hususta
cemaat temsilcilerinden gönderilmiş sayısız teşekkür yazılarından bir kaç örnek
ekte sunulmuştur. (Ek: Bölüm IV, No:2)
Refah Partili Belediye Başkanları, lâikliğin
uygulamasında çağdaş örnekler sergilemişlerdir. İstanbul Beyoğlu Belediye
Başkanı Nusret Bayraktar, Üsküdar Belediye Başkanı Yılmaz Bayat, belediye hudutları
içindeki tüm inanç sahiplerinin kilise ve sinagog hizmetlerine destek verirken,
Trabzon Belediye Başkanı Asım Aykan tarihi kilisede çan çalınma izni vermiştir.
Refah Partisi'nin kurulduğu tarihten bu yana Refah
Partili hiçbir belediye başkanı hakkında lâikliğe aykırılıktan dolayı işlem
yapılmamıştır.
4. 54. Hükümet icraatından
54. Hükümet programının 4. sahifesinde,'Türkiye
Cumhuriyeti'nin, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olması, Atatürk
İlkeleri; Koalisyon Hükümetinin vazgeçilmez ortak uzlaşma zemininin teşkil
edecektir. '
'Milli ve manevi değerlere bağlı olmayı, din ve vicdan
hürriyeti, teşebbüs hürriyeti ve düşünce hürriyetinin demokrasimizin
vazgeçilmez uınsurları olduğunu Hükümetimiz temel bir kabul olarak ortaya
koymuştur. ' ifadelerine yer verilmiştir.
Ve 54. Hükümetin icraatında lâikliğe aykırı olarak ne bir
kararnameye, ne bir kanun tasarısına, ne de herhangi bir idari tasarrufa
rastlamak mümkün değildir.
Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel dahi bir TV
proğramındaki konuşmasında bu hususu açıkça dile getirmiştir.
b. Refah Partisine Göre Lâiklik, Kanunların Yapılmasında
Skolastik Düşüncenin Değil Ancak Bilim ve Aklın Esas Alınmasıdır.
Bu gerçeği Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin
Erbakan'ın sayısız açıklamaları içersinden alınan ve yukarıki bölümde
zikredilen konuşma örnekleri açık bir şekilde gösterilmeye yeterlidir.
c. Refah Partisi İster Dini, İster Siyasî Kaynaklı Olsun
Her Türlü Taassuba da Karşıdır.
Yukarıda da belirtildiği gibi taassup, bir kimsenin kendi
inancından ve hakikat kabul ettiği görüş ve kanaatten başka olan inanç, görüş
ve kanaatlere ve bunları taşıyanlara karşı düşmanlık beslemesidir.
Halbuki Refah Partisi, Türkiye'nin en büyük Siyasî
partisi olarak, kurulduğu günden bu yana hep demokrasiden, hep çoğulcu demokrasiden,
hep uzlaşmadan, hep hoşgörüden yana olmuş ve böyle de hareket etmiştir.
Refah Partili yöneticilerin 1995 seçimlerinden sonra
hükümet kurulması çalışmalarında sergilediği hoşgörü; 54. Hükümette ortağına
karşı ortaya koyduğu anlayış ve protokole saygı, hatta Refah Partili
yöneticilerden bazılarının 1974'lü yıllarda MSP yöneticileri olarak önce CHP
ile, daha sonra Adalet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Cumhuriyetçi Güven
Partisi ile birlikte iktidar olup uyum içinde çalışmaları, bunun neticesinde
Kıbrıs Harekatının zaferle , Ağır Sanayi Hamlesinin başarıyla neticelenmesi, O
gün MSP, bugün Refah Partisi yöneticisi olan zevatın hoşgörülü olmaları,
taassuba karşı tavır almaları sayesinde gerçekleşmiştir.
d. Diğer Bütün Partiler gibi Refah Partisi'nin de
Anayasal ve Yasal Devlet Görevleri Hakkında Görüşlerini Açıklaması Dini
İstismar Olarak Yorumlanamaz.
Diğer partiler gibi Refah Partisi'nin de, program ve
propagandalarında, gerek lâiklik, gerek din ve vicdan özgürlüğü ve gerekse
Anayasa tarafından devlete görev olarak verilen din hizmetleri ve din eğitimi
konusunda Siyasî görüşlerini açıklaması ve bu konularla ilgili yanlış
tatbikatları eleştirmesi görev ve sorumluluk gereği olup bunların lâikliğe
aykırı sayılması, dini istismar olarak yorumlanması mümkün değildir.
Yukarıda da açıklandığı gibi, Anayasa, halka yapılacak
hizmetler arasında, din hizmetlerini de, Devlete görev olarak yüklemiş, din
hizmetlerinin yürütülmesi konusunda Diyanet İşleri Başkanlığı'nı Anayasal bir
kurum olarak düzenlemiş (An.M.l36); din hizmetleri için eleman yetiştirmek
üzere, MEB bünyesinde 'Din Eğitimi Genel Müdürlüğü'nü kurmuş; din hizmeti gören
kamu görevlilerini 657 sayılı 'Devlet Memurları Kanunu' çerçevesine almış; dini
eserlerin onarılması ve yeni yapılanların desteklenmesi konusunda Vakıflar
Genel Müdürlüğüne görev vermiştir.
Bütün bu hususlar açıkça bir devlet görevi olarak
yürütüldüğü ve bu konular üzerinde konuşmak ve eleştiride bulunmak, her Siyasî
parti yetkilisi için en tabii bir hak ve ödev olduğu halde, Sayın Başsavcının
Refah Partisi yöneticilerini, 'neden bu konularda konuşuyorlar' diye suçlaması
ve bunu 'dini istismar' olarak tavsif etmesi; Anayasa ve Kanun gerekleri ile
Sayın Başsavcının tavsifi arasında çok büyük bir tezat olduğunu açıkça
göstermektedir.
Sonuç
Görülüyor ki Sayın Başsavcının bu konudaki yanılgısı
hilafına, Partimizin bu güne kadar Anayasa'daki tanımıyla lâiklik ilkesine
aykırı herhangi bir politikası ve faaliyeti olmamıştır.
Diğer bir ifade ile partimiz, 1982 Anayasası'nın gerek
'Başlangıç', kısmında, gerek 2. maddesinde belirlenmiş ve 4. maddesinde de
'değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez' olarak tavsif edilen, Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin lâik devlet olduğu hususundaki temel ilkeyi
benimsemiştir. Kurulduğu tarihten bu güne kadar da Refah Partisi'nin tüm
faaliyetleri bu ilkeye uygun olarak gerçekleşmiştir.
A - 4. Refah Partisi'nin Lâikliğe Aykırı Faaliyetlerin
Odağı Olduğu İsnadı Varit Değildir
Sayın Başsavcı Refah Partisi hakkındaki işbu kapatma
davasını 'Anayasa'nın lâiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği'
iddiasıyla açmıştır.
Bu iddia mesnetsizdir, varit değildir. Bahse konu iddia,
iki sebebe dayandırılmaya çalışılmıştır.
l. Refah Partisi'nin Başörtüsünü savunması,
2. Refah Partisi'nin İmam-Hatip Okullarının, orta kısımlarının
kapatılmasına dair MGK Kararına karşı çıkması.
Bu bölümde, işbu iddianamede odak olmanın sebebi olarak
gösterilen bu iki hususun, hukuki açıdan tahlili yaparak varit olmadığı ortaya
konulacaktır.
a. Refah Partisi'nin Kılık Kıyafet Yasasını Savunmasının
Hukuka Aykırı Hiçbir Tarafı Yoktur.
Refah Partisi'nin Kılık Kıyafet ve Başörtüsü Konusundaki
Görüşleri Lâikliğe Aykırı Değildir.
Refah Partisi'nin kılık kıyafet hakkındaki görüşü, ifrata
tefrite yer vermeyen, katı kurallara dayanmayan, itidale, toleransa bağlı makul
bir görüştür.
Refah Partisi 'Yürürlükteki mevcut kanunlara aykırı
olmamak kaydıyla Yüksek Öğretim Kurumlarında kılık, kıyafet serbesttir' diyen
2547 Sayılı Kanunun EK-17. maddesinde ifadesini bulan yasal ve Anayasal çerçeve
içerisinde kalınmasını kabul eder. Bu kanun hükmünün uygulanmasından yanadır.
Bilindiği gibi bu kanun hükmünün iptali için, Yüksek
Mahkemeye açılan dava reddedilmiş. Böylece kılık kıyafet konusuna bu yasal
çerçevede yaklaşılması gerektiğine dair olan görüşler, teyit edilmiştir.
Anayasa Mahkemesi'nin bu kararı elbette bu konuda Siyasî
ve siyaset dışı yapılmakta olan tartışmalara berrak bir çözüm getirmiştir.
l. Kılık kıyafet ve bilhassa başörtüsü konusunun,
tartışmalı olmasının en önemli sebebi ise, bu konuda mevcut yasalarda, müspet
veya menfi bir hüküm bulunmayışıdır.
Bu kabil hallerde konu üzerinde, vatandaşların, sivil
toplum kuruluşlarının, Siyasî parti sözcülerinin kendi görüşlerini ortaya
koyarak çözüm üretmeye çalışmaları doğaldır. Böyle olması aynı zamanda söz ve
fikir hürriyetinin zaruri bir sonucu sayılmalıdır.
2. Bununla beraber, Refah Partisi üyelerinin kılık
kıyafetle ilgili açıklamalarının hepsi, Anayasa Mahkemesi'nin hakkındaki iptal
davasını reddettiği ve böylece halen yürürlükte bulunan 2547 S.K.nun EK 17.
maddesi yani (Yürürlükteki mevzuta aykırı olmamak kaydıyla Yüksek Öğrenim
kurumlarında kıyafet serbesttir) hükmünün savunulmasından ibarettir.
3. Böyle bir konu üzerinde bir Siyasî Partinin temel
görüşünü tespit için parti adına konuşan hatiplerin konuşmalarından ziyade
Merkez Karar Organlarının kararları ve ondanda daha önemlisi o partinin icraatı
esas alınmalıdır.
4. Refah Partisi bilindiği gibi yakın geçmişte bir sene
müddetle koalisyonun büyük ortağı olarak iktidarda kalmıştır. Bu iktidar
süresince başörtüsü ve kılık kıyafet konusunda, yukarıdaki yasal çerçeve içinde
kalmış, Sayın Başsavcının iddianamesinde anlatmak istediği şekilde yasa dışı
veya lâikliğe aykırı bir icraatta bulunmamış, bir karar almamıştır. Yine aynı
şekilde parti ileri gelenleri 1974 tarihinden 1980 tarihine kadar kurulmuş olan
dört cumhuriyet hükümeti içinde de Başbakan Yardımcısı ve Bakan olarak mühim
görevler ifa etmişler Diyanet İşleri Başkanlığı Vakıflar dahil devleti
yönetmişler hiçbir icraatlarında lâikliğe aykırı davranmamışlardır.
Dolayısıyla Refah Partisinin ne merkez karar organlarının
ve ne de Hükümetinin böyle bir icraatı yoktur.
İddianamedeki Mülahazalar Yersiz ve Mesnetsizdir
Yukarıdaki açıklamalarımız da gösteriyor ki, Sayın
Başsavcılığın Refah Partisini itham etmek için iddianamenin 8. sahifesinde
ileri sürdüğü bütün mülahazalar geçersizdir, mesnetten mahrumdur.
l. Sayın Başsavcı bu konudaki iddiasında ezcümle: 'Genel
başkan Necmettin Erbakan dahil, Refah Partisi'nın tüm yöneticileri, kendilerine
oy getirdiği inancıyla hemen her konuşmalarında okullarda başörtüsü ile öğrenim
görme ve çalışmanın Anayasal bir hak olduğunu ısrarla iddia ederek halkı
kışkırtmışlardır... ' demektedir.
Sayın Başsavcının bu paragraf içinde yer alan 'Anayasal
bir hak olduğunu iddia ederek' şeklindeki beyanına muhterem Mahkemenizin
dikkatlerini çekmek isteriz. Yukarıda da açıkladığımız gibi, partimizin bu
konuya yaklaşımı, Yasal ve Anayasal çerçeve içinde olmuştur. (Sayın Başsavcının
Refah Partisi'nin 'Anayasal bir hak olduğunu iddia ederek' şeklindeki
tespitinin Partimizin bu hususta gösterdiği titizliğin bir tezahürü olarak
değerlendirilmesi gerekir.)
Bu çerçevenin tatbikatta gözetilmesi için çaba sarf etmek
elbette iyi niyetin delilidir. Bu ise yasaları ihlal kastının bulunmadığını
ispat eder. Tatbikatta 2547 sayılı kanunun 17. maddesine ve bu konuda
çıkarılmış olan Anayasa Mahkemesi kararlarına aykırı davranışlarında bulunduğu
malumdur. Bu türlü aykırılıkların önlenmesini istemek, kesinlikle kışkırtma
sayılmaz.
2. Yine bu iddiasında Sayın Başsavcı, Partimizin bu
konuda eylemler düzenlediğini de ileri sürmüştür. Bu mülahaza da yersiz ve
mesnetsizdir. Refah Partisi kılık kıyafet konusunda hiçbir eylem
düzenlememiştir.
Ayrıca bilindiği gibi, herhangi bir konuda haksız
uygulamalara işaret etmek kamuoyunu ve yöneticileri uyarmak için yasalar
çerçevesinde yürüyüş, miting, kapalı salon toplantıları gibi eylemler
düzenlemek, demokratik ve Anayasal bir haktır. Bu haktan yararlanmak için eylem
düzenleyenlerin iddialarında çeşitli görüşler savunulmuş olabilir. Bu kabil
yasal etkinliklerin demokratik hukuk devletinin toleransa dayanan geniş ve
ılımlı ortamının gereklerine göre değerlendirilmesi, bütün resmi kuruluşların
göz önünde tutması gereken bir realitedir.
3) Sayın Başsavcılık tarafından parti yöneticilerince bu
konuda yapıldığı iddia edilen konuşmalarda da hiçbir kanun dışı söz sarf
edildiği, usulüne uygun olarak ispat edilmemiştir.
Türkiye bir hukuk devletidir. Bir fiil yasaları ihlal
etmişse onun ait olduğu Ceza Kanunu maddesine göre, takibata tabi tutulması
gerekir. Böyle yapılamamış olması ortada kanunsuz bir fiil olmadığını gösterir.
Böyleyken kişileri veya kurumları suçlamak hukuk devleti ilkelerinin kabul
edebileceği bir hareket tarzı olamaz. Aksi halde temel hukuk kurallarından biri
olan kanunsuz suç ve ceza olamaz prensibi ihlal edilmiş olur.
4) Kılık kıyafet ve başörtüsü konusundaki uygulamaları
eleştirmek lâikliğe aykırı sayılamaz. Zira bu eleştirileri yapmayan Siyasî
parti yok gibidir.
Böyle olunca bütün Siyasî partilerin aynı iddia ile itham
edilmesi mümkündür. Hatta 2547 S.lı K. Ek.l7.m.sini savunanlardan önce, bu
kanunu çıkartanların lâikliğe aykırı harekette bulunmakla itham edilmeleri
gerekir. Refah Partisi'nin henüz içinde olmadığı bir Parlamento'dan o kanunu
çıkartanları bırakıp da, yürürlükte olan bir kanunu savunanları ithama
kalkışmak hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz. Bu konularda hemen hemen her
partiye mensup grup temsilcilerinin (özellikle ANAP ile DYP Grp. Sözcülerinin)
TBMM içinde ve dışında sayısız beyanatı vardır. (EK: Bölüm IV, No:3, ANAP ve
DYP Grup sözcüleri ve üyelerinin başörtüsünü savunan konuşmaları)
Sayın Başsavcılık her nedense bu iddianamesinde
İmam-Hatip Okulları konusunda olduğu gibi ülkemizin gelmiş geçmiş bütün Siyasî
partilerini, bütün hükümetlerini ve Başbakanlarını itham edecek şekilde
sınırsız bir suçlama mantığıyla hareket etmiştir. Bu hareketiyle Sayın Demirel
dahil eski yeni bütün başbakanları ve onların partilerini sanık sandalyesine
oturtmak istediğini sanmıyoruz. Ancak kendilerinin, yasakların sınırlarını
bilerek veya bilmeyerek bu kadar anormal şekilde genişletmedikçe, Refah
Partisinin asla itham edilemeyeceği mülahazasından hareket ettiklerini tahmin
ediyoruz.
Bu tür bir abartma ve bu tür davranışlar ortada kanuni
mesnet ve ciddi fiiler olmadan ille de bir dava açma sıkıntısı içinde olma
haleti ruhiyesinin bir tezahürü olarak değerlendirilmelidir.
Yoksa bir hanım veya bir kız öğrencinin inancının gereği
olarak başını örtebileceğini savunmak bütün medeni alemde suç sayılmayan bir
fiildir. Her ne kadar ülkemizdeki lâiklik anlayışı diğer ülkelerin lâiklik
anlayışından farklı sayılmakta ise de, İnsan Hakları konusunda dünyamızın
müşterek bir standartlaşmaya gittiğini göz önünde tutacak olursak ülkemizin de
ergeç bu gelişmeler doğrultusunda ufkunun açılması gerektiği realitesiyle karşı
karşıya olduğu anlaşılır.
Nitekim ülkemiz Paris Şartına, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesine ve bu konudaki diğer bütün beynelminel anlaşmalara imza koymuştur.
İmzalanan bu anlaşmaların normları milli hukukumuzun bir parçasıdır. Anayasamızın
90 ıncı maddesine göre bu metinlerin Anayasaya aykırılıkları bile iddia
edilemez. Bu kurallar ne yasal ve ne de yargısal tasarruflarla değiştirilemez.
Bu sebeplere binaen, bundan sonra gerek insan hakları
gerek, söz ve vicdan hürriyeti, gerekse örgütlenme hürriyetleri ve gerekse,
inanç, din ve lâiklik konularından yapılacak uygulamalarda, milli hukuk
normlarımızın yanında, imza attığımız bütün bu anlaşmaların vazgeçilmez
prensiplerini de göz önünde tutarak milli hukukumuzla bu kuralların bağdaştırılması
yönünde çaba sarf etmeye mecbur bulunduğumuzu göz önünde tutmak zorundayız.
Bilhassa Yargıya ait tasarruflarımızda ve mahkeme
kararlarımızda hedefimiz, milli hukukumuzun da bir parçası haline gelmiş olan
bu kuralları uygulamada insan haklarına uymada göstereceğimiz titizlik
bakımından, aynı kurallara imza atmış olan bütün ülkelerin ulaşmış oldukları
seviyenin de üstün çıkmak olmalıdır. Aksi halde yargı organlarımızın vereceği
kararların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde bozulması gibi bir olayla karşılaşabiliriz.
Bu bakımdan herşeyden önce Sayın Başsavcılığın İddianamesinde ifadesini bulan
insan haklarını kısıtlayıcı mantığını bırakmak zorundayız.
b. Refah Partisinin (İmam Hatip Okullarının, Orta
Kısımlarının Kapatılmasına Dair) Milli Güvenlik Kurulu Kararına Karşı Çıkması
İddiasının Lâiklik ve Lâikliğe Aykırılıkla Hiçbir Alakası Olmadığı gibi, Siyasî
Parti Yasakları İçinde Milli Güvenlik Kurulu Kararlarına Uymamak gibi Bir Yasak
da Yoktur.
b -1. Sayın Başsavcının din eğitimi konusundaki ''
görüşleri ve Partimize yaptığı suçlamalar
Sayın Başsavcı, iddianamesinde; 'Din eğitiminin lâik ve
demokratik düşünebilen vatandaş yetiştirilmesinin önünde en önemli engel
olduğunu; her demokratik devletin, bazan Anayasa ve Yasalarca hüküm koyarak,
bazan da Yüksek Mahkeme içtihatlarıyla, din eğitimini denetim altında
bulundurduğunu, milyonlarca çocuğun, dini eğitim görerek, düşünce yapısının, bu
eğitime göre şekillenmesine rıza gösteren bir devletin lâik devlet
olamayacağını' ifade ederek dini eğitim konusundaki şahsi görüşünü ortaya
koymuştur.
Yine Sayın Başsavcı, hiçbir ciddi araştırma yapmadan, ABD
ve Batı Avrupa ülkelerindeki dini eğitim konusunda, duyumlarına göre gerçeklere
uymayan bilgiler aktarmış, Refah Partisi icraatı ile hiçbir ilgisi olmadığı
halde, gereğinden fazla İlahiyat Fakültesi ve İmam Hatip Okulu açılmasını,
milyonlarca çocuğun dini eğitimden geçmesini 'böyle lâik devlet olmaz' diyecek
kadar ifrata varan bir ifade kullanmıştır.
Bütün bunlardan sonra Refah Partisi hakkında itham; 'İmam
Hatip Okullarının kapatılmasına ve bundan böyle yeni İHO'ları açılmamasına'
dair Milli Güvenlik Kurulu tavsiye kararı ile bunu takip hakkına, RP'nin karşı
çıkması bu yönde eylemler düzenlenmesi, tüm yöneticilerin halkı kışkırtan
konuşmalar yapması ve bu davranışların lâikliğe aykırı olması' şeklinde ortaya
konulmuştur.
Herşeyden evvel Sayın Başsavcının dine ve ülkemizdeki din
eğitime karşı duyduğu bu infialin sebebini anlamakta gerçekten zorluk
çekmekteyiz.
Yüksek malumları olduğu üzere, Siyasî partiler ister
iktidarda ister muhalefette olsunlar şu iki görevi ifa etmek zorundadırlar;
l. Anayasanın devlete verdiği görevler hakkında parti
programlarında açıklama yapmak,
2. İnsan haklarının korunması ve aykırı tatbikatın
önlenmesi için gereken çalışmaları yapmak.
Şüphe yok ki % 99'u Müslüman olan bir ülkede din
hizmetleri, halka yapılacak hizmetler arasında önemli bir yer tutmaktadır.
Sadece Türkiye'de değil, sayın Başsavcının tesbiti hilafına bütün dünyada da bu
böyledir.
Sayın Başsavcı İddianamesinin 16/7.sh.lerinde; ABD ve
bazı Batı ülkelerindeki (Din Eğitimi) üzerinde uzun uzadıya durmuş bu konuda
kendine göre kabullerde bulunmuştur.
Sayın Başsavcıya göre; '- ABD.de resmi okullarda dini
öğretim yapılacaktır. -İsviçre Anayasası'nın 49. m. ne göre (hiç kimse din
derslerine katılmaya zorlanamaz.)--Almanya'da Federal Anayasaya göre. devletin
din derslerini denetim hakkı vardır.-İngiltere'de 'dini inancı olmayan birine
dini eğitim yaptırılamaz '.
Oysa ABD ve Batı ülkelerinde dini eğitime verilen önem
hiçte Sayın Başsavcının ifade ettiği gibi değildir. 1996 yılında Türkiye
Diyanet Vakfı tarafından yayınlanan 'Türk Eğitim Sistemi Alternatif Perspektif'
isimli araştırmada ABD ve Batılı ülkelerde dini eğitimin durumu söyledir:
ABD.de din eğitimini özellikle kilise teşkilatları üstlenmişlerdir. (sh.102)
ABD'de özel ilk ve orta dereceli okullarda kayıtlı öğrenci sayısı 6 milyon
civarında olup, bunların 3 milyonu Katolik, 2 milyonu ise diğer dinler üzerinde
eğitim görmektedir. (sh.131 tablo)
Fransa'da, 1958'de yapılan Anayasa değişikliğinden sonra
(m.8) 'Devleti çeşitli dini grupların bulunduğu bir ülkede, inançlara saygılı
olacağı ve hiç bir şekilde bu sahaya müdahale edilemeyeceği' hükmü esas
alınmıştır... (sh.128)
Fransa'da özel okulların % 95'i Katolik Kilisesine bağlı
olduğu için bu okullarda dini eğitimi tabii ki devlet okullarından farklı bir
yere sahiptir. (sh.l28)
Hollanda'da eğitimde özel eğitimin payı % 73.2'dir ve
bunlar da büyük çoğunlukla Katolik ve Protestan okullardır. (sh.128)
Belçika'da özel öğretimin oranı % 57.7, İspanya'da %
36.8'dir. (sh.128)
Skandinav ülkelerinde ise ... 'Tarihin ve milli kimliğin
temeli olan din ile yurttaşlık bilgisi okullarda mecburi dersler olarak
okutulmaktadır'. (sh.128-129)
İngiltere'de din eğitimi ve hizmetleri Kilise tarafından
yürütülür. Ayrıca din dersleri resmi müfredatın bir parçasıdır. (sh.l28)
Din eğitimi 5-14 yaş grubuna mecburi iken bu mecburiyet
1988 yılından itibaren 5-18 yaş olarak yükseltilmiştir. (sh.95-128)
Ancak ebeveynler isterlerse çocuklarını din eğitiminden
çekip alma hakkına haizdir. (sh.l29)
Avusturya Anayasası'nın 2'nci maddesinde: 'Devlet, eğitim
ve ders konularında üzerine aldığı görevi ailenin kendi dini inançlarını ve
dünyaya bakış açılarını dikkate alarak ve haklarına riayet ederek yerine
getirmelidir. ' (sh.l32) denilmektedir.
17. maddenin 4.ve S. fıkralarında ise; 'Okullardaki din
derslerini ilgili dini cemaat vermekle yükümlüdür. Devlet, ders ve eğitim
müessesesinin en üstün eğitimi yönetmek ve denetlemekle yükümlüdür. '(sh.132)
(Ek: Bölüm IV, No.4)
Söz konusu eserde yapılan değerlendirmeye göre; 'Batılı
devletler dinsizliğin artışı karşısında Kiliselerin propaganda çalışmalarına
azami destek vermektedir. Artık sosyal devlet kavramının yanı sıra 'Kültür
Devleti' tabiri de kullanılmaya başlanmıştır'. (sh.136)
Görülüyor ki; Sayın Başsavcı; 'Batı ülkelerinde, dini
eğitim yok denecek derecede azdır, biz de onları örnek almalıyız' görüşünü
ileri sürmeye tevessül ederken yukarıdaki ilmi gerçekleri Sayın Başsavcının
iddiasının tam tersine ortaya koymaktadır.
Kaldı ki, Türkiye'nin özel şartlarında Batının örnek
alınması da isabetli bir tutum değildir.
b - 2.Din Eğitimi Hakkındaki Görüşler, Ulusal ve
Uluslararası Uygulamalar
l. Doktrinde Din Eğitimi
'Dini talim ve tedris hakkını indi kararlar ile kısmak ve
vatandaşın bu hürriyetini bir takım entrikalı politika mülahazalarıyla baskı
altına almak yalnız Anayasaya ve hukukun yüksek prensiplerine aykırı değildir,
hem de .... halk kitleleri arasında dini cehalet ve delalete meydan açmaktır.'
(BAŞGİL, sh. 134)
'.....bir memlekette din ihtiyacını salim mecrasına
koymak ve en iyi şekilde tatmin etmek için her şeyden evvel, yüksek bilgili ve
sağlam seviyeli din adamlarına ve alimlerine lüzum vardır...memlekette yüksek
dini kültür veren tahsil ve tedris müesseleri yok olursa, bu husustaki ihtiyaç
ortadan kalmış olmaz; sadece yüksek seviyeli din adamı ve alim yok olur. Diğer
taraftan bu yokluğu fırsat bilerek sahneye din adamı ve alim diye gayet sathi,
yarı cahil bir takım kimseler çıkar. Ve tabiatiyle etrafı din adına hurafe ve
cehalet bürür.' (BAŞGİL, sh.135)
'Kişilerin düşünce ve görüşleri seçme (kanaat sahibi
olma) ve bu düşüncelerini açıklama serbestliğinde söz edebilmek için, öncelikle
düşüncelere ulaşabilme hürriyetine sahip olmaları gerekmektedir. Bu da, eğitim
ve öğrenin hürriyetine sahip olma ile gerçekleşir.' (AKSOY, M.:Türkiye'de
Düşünce Özgürlüğü, in: Türkiye'de İnsan Hakları Semineri 9-11 Aralık 1968,
Ankara, 1970, 5h.133)
'Genel olarak düşünce hürriyeti kapsamına giren din ve
vicdan hürriyeti, beraberinde dini okutma, öğretme, öğrenme hürriyetini de
getirir' (B. DİNÇKOL, 1982 Anayasasında ve Anayasa Mahkemesi kararlarında
Lâiklik' Sh.131 )
'Belli bir dine mensup kişi açısından dinini öğrenme ve
öğretme, bir haktır' (BAŞGİL,SH.ll3) Herkesin bildiğini başkasına öğretmeye;
isteyenin de istediği hususu, istediği yerden, istediği kurumdan, istediği
kimseden öğrenmeye hakkı vardır' (DİNÇKOL, a.g.e. Sh.131)
'Türk Milletinin ahlaki değerleri, insani değerleri,
manevi değerleri, kültürel değerleri' gibi kavramlara dinden soyut olarak bir anlam
vermek mümkün değildir. Dini ahlak dışında milletimizin herhangi bir ahlak
referansı mevcut değildir. Keza, toplumu ayakta tutan aile bağları; millete,
devlete bağlılık gibi manevi değerler; hep dinsel motifli değerlerdirler'
(Türköne, M.: Siyasî Bir Sorun Olarak Din Eğitimi, in: Yeni Türkiye, Ocak-Şubat
1996, yıl 2, Sayı 7 [Eğitim Özel Sayısı] Sh.322)
'Gerek eğitim ve öğretim politikalarının belirlenmesinde
gerek günlük hayatta sosyal işlerin düzenlenmesinde kendi değerlerimizle
bilimin verilerini uzlaştırmak, ana hedefimiz olmalıdır.' (TÜRKDOĞAN, O.:
TÜSİAD'ın II.Eğitim Raporu Üzerine, in : Yeni Türkiye, Ocak-Şubat 1996, yıl 2,
Sayı 7 (Eğitim Özel Sayısı), Sh.532 vd. 536, 537, 538).
Doktrindeki bu görüşlere ilaveten din eğitimi konusunda
Atatürk'ün de 31 Ocak 1923'de İzmir'de yaptığı konuşmadan alınmış şu bölümü
hatırlamakta fayda vardır: '......Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit
biçimde öğrenmek zorundayız. Her birey dinini, diyanetini, inancını öğrenmek
için bir yere gerek duyar. Orası da okuldur...dinimizin felsefi gerçekleri
inceleme, araştırma ve telkin bilimsel ve teknik gücüne sahip olacak seçkin ve
gerçek saygıdeğer bilgilerin de yetiştirecek yüksek kurumlara sahip
olmalıyız....' (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri (Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Yayını), cilt II, 196,. sh.89/90)
2. İnsan Hakları Sözleşmelerinde Din Eğitimi Prensipleri
BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nin 26. maddesine
göre; 'Eğitim, insan kişiliğinin tam gelişmesini ve insan haklarıyla temel
özgürlüklere saygının güçlendirilmesini hedef almalıdır. Eğitim, bütün uluslar,
ırk ve din grupları arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu teşvik etmeli ve
Birleşmiş Milletlerin barışın sürdürülmesi yolundaki çalışmalarını
geliştirmelidir.'
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde ise eğitim konusu
20.3.1952 tarihinde imzalanan, 18.5.1954'de yürürlüğe giren ve Türkiye
tarafından 10.3.1954 tarih ve 6366 sayılı Kanunla onaylanın 1 nolu Ek
Protokolün 2'inci maddesinde ele alınmıştır.
Protokolün 2. maddesinde aynen; 'Kimse eğitim hakkından
mahrum edilemez. Devlet eğitim ve öğretim alanında üstleneceği görevlerin
yerine getirilmesinde, ana babanın bu eğitim ve öğretimi kendilerinin felsefi
inançlarına göre sağlanmak hakkına riayet edecektir' denilmiştir.
'Totaliter devletlerin, çocukları ana-babalarının
etkisinden çıkararak onları sistematik şekilde belirli bir doğmatik görüşü
aşılamak suretiyle eğitmeleri, bu hükmün şerh edilmesinin başlıca nedenidir'.
'Hazırlık çalışmalarında, ana babanın sadece dini
görüşünün mü yoksa dünya görüşünün de mi gözönüne alınması gerektiği konusu
üzerinde uzun tartışmalar yapılmış ve sonuçta eğitimin her ikisini de kapsaması
konusunda uzlaşma sağlanmıştır'. (Dr. Ş.Ünal,a.g.e 5h.273)
3. 1982 Anayasasına Göre Dini Eğitim:
Anayasa'nın 5. maddesinde '.... insanın maddi ve manevi
varlığının gelişmesi için Devletin görevleri arasında sayılmıştır. Bu maddenin
gerekçesinde şu ifadelere yer verilmiştir: 'Devlet,.... ferdin insan
haysiyetine uygun bir ortam içinde yaşamasını gerçekleştirecektir. Bu sosyal
devletin görevidir. .. Sosyal devlet her şeyden önce insana ve insanın düşünce
hakkına saygılıdır ve bu sınırlar içerisinde ferdin hak ve hürriyetlerinin
kullanılmasını sınırlayan engelleri ortadan kaldırmak, onun başlıca görevleri
arasındadır. Ferdin hayatında onun temel hak ve özgürlüklerden olduğu gibi
yararlanmasını engelleyen sebepleri ortadan kaldırmak, sosyal devletin
görevleridir' ( 1982 Any., mad.5 Gerekçesi)
'Eğitim ve öğrenim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları
doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve
denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri
açılamaz' (1982 Any.,mad.42, fıkra 3)
'Din ve ahlak eğitimi ve öğretimi Devletin gözetimi ve
denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında
okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitimi ve
öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin
talebine bağlıdır' (1982 Any., mad.24, fıkra 4).
Buna göre; 'din eğitim ve öğretimi Devletin denetim ve
gözetimi altında olmak kaydıyla kişilerin kendi isteğine, küçüklerin ise kanuni
temsilcisinin talebine bağlı(dır). Ancak, din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk
ve ortaöğretim kurumlarında okutulması gerekli zorunlu dersler arasında yer
almaktadır' (Milli Güvenlik Konseyi Anayasa Komisyonu Gerekçesi).
4. Kanunlara göre dini eğitim
743 Sayılı Türk Medeni Kanununa göre;
'Çocuğun dini terbiyesini tayin, ana babaya
aittir'(MK.m.266lI)
'Ana babanın bu husustaki hürriyetini tahdit edecek her
türlü mukavele muteber değildir.' (MK. m.266/2)
1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu'na Göre; 'Türk
Milli Eğitiminin genel amacı, Türk Milletinin bütün fertlerini, Atatürk İnkılâp
ve İlkelerine ve Anayasa'da ifadesi bulan Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, Türk
Milletinin milli ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen,
koruyan ve geliştiren;ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye
çalışan; insan haklarına ve Anayasa'nın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan
demokratik,lâik ve sosyal bir Hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı
görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar
olarak yetiştirmektir.' (mad.2).
5. Türk Eğitim Sisteminde İmam Hatip Okullarının Yeri
Batı ülkelerinde dini eğitimin kilise okullarında
gerçekleştirildiğine yukarıda bilvesile temas edilmişti.
Türkiye'de de, Cumhuriyetin ilk yıllarında, inkılâplar
sırasında yeni düzenin temelleri kurulurken dini eğitim ihmal edilmedi. Tam
tersine, 3 Mart 1924 tarihinde çıkartılan Tevhidi Tedrisat Kanununun
4.maddesinde bu okullara özellikle yer verildi ve açılması emredildi.
Böylece İmam Hatip Okulları Cumhuriyetimizin ilk
yıllarında, başta Atatürk olmak üzere, onun kurucuları tarafından açılan
öncelikli okullar arasında yer aldı.
İlk açıldığında İmam ve Hatip yetiştirmek üzere ilkokula
dayalı 4 yıllık bir ortaokul olan İmam Hatip Okulları, 1951 yılında ortaokula
liseyi eklemiş, 1973 yılında da 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu'nun
32.Maddesine istinaden üniversiteye girme hakkı elde etmiştir. Böylece hem
mesleğe eleman yetiştiren hem de üniversiteye öğrenci hazırlayan bir
ortaöğrenim kurumu halini almıştır.
Bugünkü sistemde İmam-Hatip Liseleri, ortaokul ve liseden
oluşurlar. Bu okulların orta kısımları ile diğer ortaokullar arasında program
bakımından hiçbir farklılık yoktur. Bu sebeple İmam Hatip Liselerinin orta
kısmını bitirenler normal ortaokul diploması alırlar ve isterlerse bir klasik
liseye veya başka bir meslek lisesine geçebilirler. Fark sadece bu dönemdeki
seçimlik derslerdedir. Bu seçimlik dersler Kur'an Tilaveti (yüzüne okuma) ve
Arapça'dır.
İmam Hatip Okullarının lise sınıflarında ise, klasik
(normal) liselerin edebiyat programının üzerine bir o kadar da meslek dersi
eklenir. Bu, şöyle oranlanmıştır: Normal lise edebiyat programının tamamı İmam
Hatip Liselerinin programlarının %60'ını oluşturur. %40'ı ise bu okulların
meslek derslerinden meydana gelir. Bundan dolayıdır ki İmam Hatip Liseleri
klasik liselerden bir yıl fazla öğrenim görürler.
İmam Hatip Liselerindeki din öğretimi aynı zamanda dini
öğretmenin de öğretimidir. Bu okullarda dini öğrenen gençler, öğrendiklerini
çocuk ve gençlerden oluşan öğrencilerle, yetişkin ve yaşlılardan meydana gelen
cami cemaatlerine öğretmeyi ve ibadette önderlik etmeyi aynı zamanda
öğrenmektedirler.
6. Bu ilmi ve hukuki gerçekler karşısında Sayın
Başsavcının dini eğitim ve İHO.ları hakkındaki görüşleri ilmi ve hukuki
gerçeklere uymamaktadır.
Yukarıdan beri izaha çalıştığımız ilmi ve hukukî
gerçekler karşısında, hemen belirtelim ki Sayın Başsavcının gerek din eğitimi
gerek İmam Hatip Okulları hakkındaki görüşleri bu gerçeklere ters düşmektedir.
Zira, Sayın Başsavcının bu konudaki indi mülahazaları iki
kabule dayanmaktadır.
l. Çağımızda Din eğitimi zararlıdır, bilimin önünde en
önemli engeldir.
2. Lüzumundan fazla İmam Hatip Okulu açılması,
milyonlarca çocuğun din eğitimi görmesi lâik devlet ilkesine aykırıdır.
Oysa yukarıdaki açıklamalarda gerek Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesinde, gerek Anayasalarda, gerekse doktrinde din eğitiminin fayda ve
zarureti daha fazla izahata gerek hissettirmeyecek şekilde ortaya kondu.
Diğer taraftan, milyonlarca çocuğun din eğitimi görmesi
lâik devlet ilkesine aykırı görülseydi, daha Cumhuriyetin kuruluşunda İmam
Hatip Okullarına öncelik verilmezdi ve Atatürk bu bölümde doktrin kısmında
belirttiğimiz, din eğitimiyle ilgili o veciz konuşmayı yapmazdı.
Ayrıca Uluslararası Anlaşmaların Anayasaların ve bütün
dünyadaki uygulamaların ortaya koyduğu gerçek şudur ki, din eğitim ve öğretim,
vatandaş için bir hak, devlet için bir görevdir, bu hak ortadan kaldırılamaz,
bu görev ihmal edilemez.
7. Refah Partisi'nin dini eğitim konusundaki görüşleri
Refah Partisi, din eğitimine ilişkin olarak Anayasa'da
belirlenen prensipleri benimsemiş ve bunların doğruluğunu savunmayı ve hayata
geçirilmesini temin etmeyi bir parti politikası olarak belirlemiştir.
Bütün bu düşüncelerden hareket eden Partimize göre; din
ve ahlak eğitiminin engellenmesi; dini, kişisel hırsları ve menfaat çekişmeleri
için kullanmak isteyenlerin eline güçlü bir vasıta vermek demektir. İnsanların
hırslarla karışmış din kavgalarından uzak tutmanın yolu, onlara hür bir ortamda
dinlerini öğrenme imkanının sağlanmasıdır: Dinin Siyasî rekabet mevzuu olmaktan
çıkartılması, din ve vicdan hürriyetinin tesisi ile mümkündür. Bunun için din eğitimi
konusunda toplumdan gelen yoğun talebin hem nitelik hem nicelik itibariyle
karşılanması gerekir.
Bütün bu düşünce ve görüşleriyle Partimizin, sayın
Başsavcının iddia ettiği gibi, lâiklik karşıtı eylemlerin odağı değil; bilakis
Anayasada tanımlandığı şekliyle lâikliğin teminatı olduğu ortaya çıkmaktadır.
8. Dini eğitim konusunda RP'nin suçlanması hukuken mümkün
değildir. Çünkü;
l. Türkiye'de din eğitimi RP'nin tüzüğüne göre değil
devletin Anayasa ve yasalarına göre yapılmaktadır.
2. Din eğitimi Refah Partisi binalarında değil devletin
okullarında yapılmaktadır.
3. Türk Eğitim Sisteminde din eğitimini başlatan ve
yürüten Refah Partisi değildir.
4. İmam Hatip Okullarını açan, yöneten, bu okullardaki
eğitim programlarını düzenleyen, programlarda öngörülen dersleri öğrencilere
okutan da Refah Partililer değildir.
Bütün bu işleri yapmak Sayın Başsavcıya göre suç, bunları
yapanlar suçlu ise, o zaman bu suçlu Refah Partisi değil, bir başka kişi veya
kişiler olmalıdır. Böylece bir ithamla Refah Partisi'nin suçlamanın hukuki ve
mantıki hiçbir izahı yoktur ve olamaz.
9. Milli Güvenlik Kurulu Kararlarının Muhatabı
Hükümettir. Siyasî Partilerin bu kararlara uymak mecburiyeti yoktur, bilakis
gerektiğinde bu kararları eleştirmeleri en tabii haklarıdır.
Milli Güvenlik Kurulu, bu isimle ilk defa 1961
Anayasası'nda (m.lll) yer almış, 1982 Anayasası'nda bazı değişikliklerle yerini
aynen korumuştur. (m.118)
Cumhurbaşkanı'nın başkanlığında toplanan Kurul Anayasa'da
belirtilen sivil ve asker üyelerden oluşmaktadır.
Milli Güvenlik Kurulu, gerek Anayasa ve gerekse 2945
Sayılı özel kanununda belirtilen görevleri ifa eder.
Milli Güvenlik Kurulu, icrai değil, istişari mahiyette
olup, ne Kurul'a katılan Başbakan ve bakanlar hükümeti, ne de Genel Kurmay
Başkanı ve komutanlar Ordu'yu temsil eder.
Milli Güvenlik Kurulu, Devletin Milli Güvenlik
Siyaseti'ni tayin ve tesbit uygulanması ile ilgili kararların alınması
hususundaki Görüşlerini Bakanlar Kurulu'na bildirir. (An.118/3)
Bu görüşler, Bakanlar Kurulu'nda öncelikle dikkate
alınır. (118/3)
'Devletin iç ve dış güvenliğinden TBMM'ye karşı bakanlar
kurulu sorumludur'(An.117) Bakanlar Kurulu'nda dikkate alınan bu görüşlerden
uygun görülenleri uygulanır, uygun görülmeyen uygulanmaz. Nitekim bildirilen ::
görüşler içinde tüm hükümetler döneminde uygulanmayan birçok MGK Kararları
vardır.
Görülüyor ki Milli Güvenlik Kurulu, TBMM'nin veya
Hükümetin üstünde bir kurul değildir. Az önce ifade edildiği gibi icrai bir
kurul da değildir. İcrai niteliği olmayan bir kurulun aldığı kararlar da
emredici değildir. Böyle olunca bu kararlara karşı çıkmak da suç değildir.
Kaldı ki bu 'görüş bildirilmesi mahiyetindeki kararlar'ın
muhatabı Anayasa ve Özel Kanununda belirtildiği gibi sadece Bakanlar
Kurulu'dur. Siyasî Partiler bu gibi kararların hiçbir zaman muhatabı olamazlar
ve fakat Devletin milli güvenlik siyasetine tealluku bakımından birer Siyasî
parti olarak kararlar hakkındaki görüşlerini serbestçe ifade edebilirler.
Bu kısa açıklamadan sonra Sn. Başsavcının, 'MGK
kararlarına ve takip hakkına' Refah Partisi karşı çıkıyor isnadına gelince;
Evvela 28 Şubat 1997 tarihli 406 Sayılı Karardaki İmam
Hatip Okullarıyla ilgili görüş teknik mahiyette olup, lâiklikle bir ilgisi
yoktur, ki karşı gelmekle lâikliğe aykırılığın ilgisi olsun.
Saniyen, ne genel mahiyetteki 765 sayılı Kanunu'nda, ne
özel mahiyetteki 2820 S.lı Siyasî Partiler Türk Ceza Kanunu ile 2945 S.lı Milli
Güvenlik Kurulu Kanunu'nda ve ne de diğer özel kanunlarda MGK Kararlarına karşı
gelmek suç olmadığı halde, bir hukuk devletinde bunu suç saymak mümkün değildir.
'Zira kanunsuz suç ve ceza olmaz' (An. mad.38)
Kaldı ki Sn. Başsavcı bir çelişki içersindedir. Sayın
Başsavcı İddianamesinde (Sh.l7-18); Bir taraftan MGK Kararlarına uymayarak İmam
Hatip Okullarının kapatılmasına karşı çıktığı için, Refah Partisi'ni, lâikliğe
aykırı davranmakla suçluyor; Diğer taraftan MGK Kararlarının İmam Hatip
Okullarının kapatılmasını öngörmediğini aynı sayfada iddia etmektedir.
Bu durumda Sayın Başsavcıya göre; MGK, İmam Hatip
Okullarını kapatmak istemediği halde lâikliğe uygun davranmış oluyor; Refah
Partisi, bu okulların kapatılmasına karşı çıktığı için lâikliği ihlal etmiş
sayılıyor.
Bu açık bir çelişkidir. Bu bir çifte standarttır.
Bu Sn. Başsavcının İmam Hatip Okulları konusunda Refah
Partisi aleyhinde yapmış olduğu ithamın kendi beyanı ile nakzedildiğini
göstermektedir.
Bu gerçek, Sn. Başsavcının Refah Partisi'ne vaki
isnadının ne kadar haksız ve tutarsız olduğunu göstermeye yeterlidir.
10. Sekiz Yıllık Kesintisiz Eğitimin, Lâiklikle Bir
İlişkisi Yoktur.
Bu konu tamamen teknik ve ilmi bir konudur. Bu konuda bir
ilim heyeti tarafından hazırlanmış rapor ektedir. Bu raporda; Türkiye genelinde
8 yıllık zorunlu ve kesintisiz eğitime tam olarak hemen geçilebilmesinin
imkansızlığı ortaya konulmuştur. (EK: Bölüm IV, No:S)
RP 8 yıllık zorunlu eğitime karşı değil, sadece
yönlendirmeli olmasından yanadır. Kaldı ki RP.li Milletvekillerinin TBMM.de
zorunlu eğitimin 8, hatta 11 yıl olmasına dair kanun teklifleri gündeme
alınacağı günü beklemektedir. (EK: Bölüm IV, No:6)
Sonuç
Tüm bu izahattan açıkça görülüyor ki; Refah Partisi'nin
ne kıyafet ile ilgili mevzuata aykırı davranışta bulunmakla, Ne de Milli
Güvenlik Kurulu Kararlarına karşı çıkarak yasalara aykırı davranmakla uzaktan
yakından bir ilgisi olmadığı gibi, bu iki konunun da lâiklikle bir ilgisi
yoktur.
Refah Partisi'nin her iki konudaki tutum ve davranışları
yasalara uygundur.
Kaldı ki hiç bir üyesi hakkında da hiç bir adli makama
suç duyurusunda bulunulmamışken, yoğun kanun ihlalleri varmış gibi bir faraziye
ile suç odağı isnadında bulunmak; Sn. Başsavcı için gerçekten talihsiz ve
hatalı bir tasarruf olmuştur.
B- İkinci Kısım:. Parti Üyelerine Ait İsnadların Hukuken
Geçerliliği Yoktur.
B -1. Davaya Mesned Yapılmak İstenilen İddiaların Tahlili
Delil Kavramı İle İlgili Genel Bir Tahlil
Türk hukuk sistemindeki delil kavramına kısa bir
gözatmakta yarar görmekteyiz. Delil :
'Nizaa sebep olan îlî veya hukûkî vâkıanın, olduğuna veya
olmadığına hâkimin kanaatini çekmek için usul hukukunun kullanılmasına müsaade
ettiği ispat vasıtasıdır.. ' (Türk Hukuk Lügatı Say. 66)
'Delil' veya 'sübut vasıtaları' her dava için büyük önemi
haizdir. Zira delil, yalnız iddianın mesnedi değil aynı zamanda, hükmün de
dayanağıdır. CMUK nun 254 maddesinin: 'Mahkeme, irad ve ikame edilen delilleri
duruşmadan ve tahkikattan edineceği kanaate göre takdir eder' hükmü hem açık
hem de âmir bir hükümdür.
Kanun koyucu, dava açılabilmesi için karineyi yeterli
görmemiş; 'delilin varlığı' nı aramıştır. Hatta rastgele delili de yeterli
görmediği için, CMUK'nun 163. Maddesinde ifadesini bulan: 'Yapılan hazırlık
tahkikatı sonunda toplanan deliller kamu davasının açılmasına yeterli ise
Cumhuriyet savcısı mahkemeye bir iddianame vermek suretiyle kamu davasını
açar.. ' hükmünü derpiş etmiştir.
Kanun koyucu, kamu davası açılmasını, 'yeterli delil'
şartına bağlamıştır. Buradaki 'yeterli' lik şartını geniş yoruma tabi tutmamız
gerekir.
Nitekim, aynı kanunun 164. maddesinde de: 'Yapılan
hazırlık tahkikatı sonunda kamu davasının açılması için yeterli delil
bulunmaması veya keyfiyetin takibe değer görülmemesi halinde Cumhuriyet Savcısı
takibata yer olmadığına karar verir' hükmü yer almıştır.
'Hazırlık tahkikatı' ciddi ve geniş araştırmaya dayalı
bir safhadır. Bundan dolayıdır ki yasa yapıcı, diğer davalardan farklı olarak,
'parti kapatma davaları'nda Cumhuriyet Başsavcısına 'sorgu hakimi' sorumluluğu
da yüklemiştir. Hatta CMUK'nundan 'Sorgu Hakimliği' ve 'İlk Tahkikat'
müessesesi kaldırıldığı halde, 2820 sayılı özel kanunun 98. maddesinde 'sorgu
hakimliği' bilinçli olarak muhafaza edilmiştir. Bundan dolayıdır ki: CMUK'nun
154. maddesi şu hükmü getirmiştir: 'Cumhuriyet savcısı yukarıdaki maddede yasal
neticelere varmak için bütün memurlardan her türlü malumatı isteyebilir. Gerek
doğrudan doğruya ve gerek zabıta makam ve memurları vasıtasıyla her türlü
tahkikatı yapabilir. ' bu hükme göre de, deliller sırf 'kamu davası' nı
açabilmiş olmaya yeterli olmakla kalmamalı, mahkemenin vicdani kanaatinin tam
oluşmasına da mesned teşkil edecek yeterlilikte olmalıdır. Aksi halde, CMUK'nun
254. maddesinin yukarda belirtilen hükmünün yerine getirilmesi mümkün olmaz.
Kaldı ki, 'Yeterli delil' den maksat, 'hükme yeterli
delil' olmasaydı; CMUK'nun 153/2 fıkrasında ifadesini bulan: 'Cumhuriyet
savcısı yalnız sanığın aleyhine olan hususları değil, lehine olan cihetleri de
arar ve kaybolmasından korkulan delillerin toplanmasına ve zabtına çalışır. '
hükmü düzenlenmiş olmaz; Savcının sadece aleyhe olan delilleri toplamış olması
yeterli görülürdü ki, böyle bir dava hem adalete hizmet etmiş olmazdı, hem de
'adalet ekonomisi'ne ters düşerdi. Sun'i davalar sebebiyle, müdellel davalar
sürüncemede kalır, 'geciken adalet' şikayetlerine yenileri eklenmiş; hükümler
'ibret-i müessire nitelliğini yitirmiş, insanlar uzun süre ceza, tehdidi'
altında tutulmuş olurdu.
Nitekim bütün dünyada kabul gören Anabiritanica
Ansiklopedisi 'yeterli delil' hakkında aşağıdaki açıklamayı yapmaktadır.
'Kamu davasını açmaya yeterli delil' den, 'hükme yeterli
delil' anlamı çıkarılmazsa, 'sanığın lehine olan ' delillerin savcı tarafından
toplanmasına ihtiyaç kalmaz'
'yeterli delilden murat, hükme yeterli delil' olmalıdır.
Delillerin toplanmasında, dünyada uygulanan iki sistem
vardır:
'Soruşturma sistemi olarak bilinen birinci sistemin temel
özelliği, delillerin araştırılması için emir veren, belgeleri inceleyen ve
tanıkları sorguya çeken yargıcın etkin bir rol üstlenmesidir. Bu sistem
genellikle kara Avrupa'sı ceza yargılamaları ile SSCB ve öteki sosyalist
ülkelerin ceza ve hukuk yargılamalarında uygulanır.
Suçlama, ya da çatışma sistemi olarak bilinen ikinci
sistemde yargıç daha pasif bir rol üstlenir; delilleri toplama ve mahkemeye
sunma işi savcıya ve davanın taraflarına bırakılır.. ' (Anabiritanica C.7. sa.
84)
Ayrıca: 'Ceza yargılaması hukukunda yerleşmiş olan
ilkelere göre delillerin bazı özellikler taşıması gerekir: 1- Delil akılcı ve
gerçekçi olmalıdır. 2- Delil amaca elverişli, olayı yansıtıcı olmalıdır. 3-
Delil hukuka ve yasaya aykırı olmamalıdır. 4- Delil, yargılamada tarafların da
öğrenebileceği ve algılayabileceği biçimde açıklanmalıdır.. ' (Anabiritanica
C.7. Say. 85)
Adaletin tecellisinin gereği de budur. Sayın M. Muhtar
Çağlayan'ın da dediği gibi: 'Bilindiği üzere, ceza davasının takibiyle güdülen
gaye; suç işlediği iddiasıyla mahkemeye sevk olunan kimsenin mutlaka
cezalandırılması değil, hakkın ve adaletin meydana çıkarılmasıdır... ' (CMUK
cilt. 2 Say. 335)
Yine sayın Çağlayan'ın, Baha Kantar'a atfen ifade
ettiğine göre: 'Sanığın mahkumiyetine karar verilebilmesi için, duruşmada
telakki edilmiş olan delillerin 'Suçluluğu kesin surette isbat edici' kuvvette
olduğuna mahkemenin tamamiyle kani olması lazımdır. Şüpheli hallerde, yani
mahkemenin tam bir kanaat getiremediği yerlerde, hiç bir vakit mahkumiyet
kararı verilemez. Böyle bir halde davanın sürüncemede kalmasına mahal
bırakmamak ve davaya herhalde bir netice vermek lazım geldiği cihetle, Şübhe
Sanığın Lehinedir (İn dubio pro rea) kaidesini tatbik ederek Beraat hükmü
tesisi icap eder. ' (M.M. Çağlayan CMUK c.2 Sa. 542)
'Yeterli delil' gereğinden dolayıdır ki; bugünkü sayın
Başsavcıdan önce görevde bulunan sayın Başsavcı, basın mensuplarının sorusu
üzerine: Refah Partisi aleyhine dava açılmasına imkan olmadığını her defasında
belirtmiş; 'Dava açılabilmesi için somut, yeterli ve elverişli delillerin
getirilmesi gerekir' demiştir. (Hürriyet 15.10.1996) (EK: Bölüm IV, No:7)
Başsavcı (o günkü) Sn. Haluk Yardımcı bu beyanında, 1994 senesinden beri
araştırma yaptırdığını da ifade etmiştir.
Bu beyanın, Ekim 1996 tarihinde neşredilmiş olduğu
dikkate alındığında anlaşılır ki; En azından bu tarihe kadar, 'soyut, yeterli,
elverişli delil' yoktur.
Bu iddianamede, davaya mesnet 'delil' diye takdim edilen
tüm bilgi ve güya belgelerin tamamına yakınının 1996 yılından önceye ait olduğu
da esasen sayın Başsavcı tarafından te'yid edilmektedir.
Ve yine Sayın Başsavcı da, kendisinden önceki Başsavcı
gibi bu davayı açtığı güne kadar böyle bir davayı açma imkanının olmadığını,
çünkü böyle bir davanın açılması için kanuna uygun herhangi bir delil
bulunmadığını tekrar, tekrar te'yid etmişlerdir. (EK: Bölüm IV. No:B)
Her iki sayın Başsavcının da böyle bir davanın
açılabilmesi için elde kanuna uygun delil bulunmadığını tekrar, tekrar ifade
etmiş olmaları bu davada 'delil' diye ileri sürülen hususların 'isbata yeterli
delil' olmadıklarını açıkça gösterir.
Sayın Başsavcı'nın iddiasına göre: Refah Partisi 'Suç
odağı' haline gelmiştir. Halbuki bir partinin 'Suç odağı' haline gelmesi ancak
üyelerinin kesif bir şekilde parti yasaklarına aykırı hareket ettiklerinin
sübut bulmalarıyla mümkündür.
Herhangi bir üye için subuta ermiş bir fiil veya beyan
olsaydı, esasen Sayın Başsavcılığın partiden ilgilinin 'ihraç talebi'nde
bulunması gerekirdi. Bunların olmayışı da, davada delil olmadığını açıkça
göstermektedir.
Bir önceki sayın Başsavcının, 'somut, yeterli, davaya
elverişli delil yok..' dediği tarihler için, bu sayın Başsavcının 'delil var'
faraziyesinden hareket ediyor olması iddianame müstenidatına isbat gücü vermez.
Delil kavramına, kısaca göz attıktan sonra Sayın
Başsavcının iddianamesinde adı geçen parti üyeleri hakkında 'delil' diye
dercettiği hususları, iddianamedeki yeri, isnaddaki özellikleri itibariyle
ayrı-ayrı inceleyebiliriz.
B - 2. Partinin Bir Üyesi Olarak Genel Başkan Necmettin
Erbakan Hakkındaki İsnadların Hukuken Geçerliliği Yoktur.
a. Sayın Başsavcının Refah Partisi Genel Başkanı
Necmettin Erbakan ve Diğer Bazı Parti Üyelerini, Üniversiteli Kız Talebelerin
Kılık ve Kıyafetleri Hakkında, Yaptıklarını İleri Sürdüğü Konuşmalardan Dolayı,
İsnada Hedef Yapması, Hukuken Geçersizdir.
(1) Bu husus bütün yönleriyle yukardaki (Bölüm Iv, Kısım
A-4.a) bölümünde pekçok delillerin yapılan ispatlarla açıklanmıştır.
(2) Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ın bu konuda açıkladığı
görüşler Meclis çalışmalarında açıkladığı görüş ve fikirlerin Meclis dışında
tekrarından ibaret olduğu için aşağıdaki (Bölüm IV, Kısım C) bölüm de
belirtildiği gibi Anayasa 83/1 maddesine göre sorumsuzluk güvencesi altındadır.
Ek: Bölüm IV, No:l2'de Necmettin Erbakan'ın bugüne kadar ki meclis çalışmaları
esnasında yaptığı pek çok konuşmaya bir misal olmak üzere sadece 5 adet
konuşmayı misal olarak bir dosya halinde takdim olunmuştur. Bu dosyadanda
açıkça görüldüğü gibi Necmettin Erbakan'ın meclis dışında yaptığı konuşmalar
meclis içinde yaptığı konuşmaların tekrarından ibarettir.
Bu sebepten dolayı, bu konuşmalarda yasalara aykırı
hiçbir husus olmadığı gibi esasen Anayasanın 83/1 maddesinin milletvekillerine
getirdiği sorumsuzluk güvencesine göre bunların herhangi bir davaya mesned
yapılmaları da mümkün değildir.
b. Necmettin Erbakan'ın Özel Hukukta 'Akit Serbestliği Hakkının
Savunulması'na Dair Görüş Serdetmiş Olmasının da Herhangi Bir Davaya Mesned
Yapılması Mümkün Değildir.
Sayın Başsavcısı, iddianamesinin 9. sayfasında: Refah
Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın; TBMM Başkanı Sayın Hüsamettin
Cindoruk tarafından organize edilen 'Liderler Anayasa Çalışma Toplantısı'nda
konuşma yaptığını; ' 'Benim inandığım şekilde sen yaşayacaksın' tahakkümünün
ortadan kalkmasını istiyoruz, çok hukuklu bir sistem olmalı.' dediğini ifade
ederek, lâikliğin ihlal edildiği iddiasında bulunmuştur.
Bu iddia varid değildir. Hiçbir hukuki geçerliliği
yoktur. Şöyleki:
Önce bir defa bahse konu toplantı, TBMM Sayın Başkanının
daveti üzerine gerçekleşen ve fasılalarla devam eden bir toplantı olup:
(1) Bu çalışma bir meclis çalışmasıdır.
Aşağıdaki (Bölüm IV, Kısım C) bölümünde açıkça
belirtildiği gibi, Anayasanın 83. Maddesinin 'Sorumsuzluk güvencesi'
altındadır; herhangi bir davaya mesned yapılması mümkün değildir.
(2) Bu Meclis çalışmalarında; Parti liderleri yeni
Anayasa çalışmaları üzerinde görüşlerini ve tekliflerini açıklama görevlerini
yapmışlardır. Birbirlerinin görüşlerini zaman-zaman te'yid ederek karşılıklı
yararlanmışlardır.
Nitekim bu toplantının tutanaklarından da görüldüğü gibi
Sayın Ecevit bu toplantıda şu açıklamaları yapmıştır.
'Meclisteki değerli çalışma arkadaşlarımızla birlikte,
çok güzel bir sistematikle yaptığınız hazırlık için sizi ve değerli
arkadaşlarınızı kutlamak isterim, şükranlarımı belirtirim'
'Sayın Erbakan gerçekten yararlanarak dinlediğim
konuşmalarında başka birçok ülkeden örnek verdiklerini söylediler. '
'Sayın Erbakan'ın ve partisinin seçim sistemiyle ilgili
önerisine yürekten katılıyorum ve bunu rejim açısından, demokrasi açısından en
az... '
(3) Konuşma bütünüyle ele alındığında kastedilen maksadın
'özel hukukta akit serbestliği hakkının savunulması' olduğu açıkça
görülmektedir.
Nitekim: (Ek: Bölüm IV, No:9) deki toplantı zaptının 11.
sayfasında; 'Biz Gerek Türkiye'de Gerekse Çağdaş Dünyada, Ülkelerin Huzur
İçinde Olması İçin ' Benim İnandığım Şekilde Sen Yaşayacaksın' Tahakkümünün
Ortadan Kalkmasını İstiyoruz. Çok Hukuklu Bir Sistem Olmalı, Vatandaş Genel
Prensiplerin İçerisinde Kendi İstediği Hukuku Kendisi Seçmeli' cümlesi yer
almaktadır.
Burada ki 'Genel Prensiplerin İçerisinde' şartı, Anayasa,
yasalar, kamu hukukunun temel esaslarını kasdettiği için, açıklanan görüşteki
maksadın özel hukuktaki 'Akit Serbestliği' olduğu açıkça görülmektedir.
Pek çok yerde yapılan açıklamalarda da bunun böyle olduğu
belirtilmiştir. Bundan dolayı açıklanan görüşten maksat: Kamu hukukunda değil,
kişilerin ve özel kurumların tercihlerine bırakılan ve: TTK, BK, MK, HUMK, CMUK
ve 2657 sayılı Milletlerarası özel hukuk hakkında kanun'da yer alan tercihe
bağlı 'akit yapma' ve 'Mahkeme ve Hakem seçme' hakkının, çağdaş gelişmelere ve
taraf olduğumuz uluslararası anlaşmalara paralel olarak Anayasal güvenceye
kavuşturulması' dır.
(4) Yine açıklanan görüşteki 'serbesti' ve 'tercih'
hakkından maksat 2657 sayılı kanunun 14., 24., 31., ve 43. maddelerinin
te'yidinden ibarettir.
Yine bu açıklamalar; MK'nun 170 ve 475, BK'nun 19,
TTK'nun 8, HUMK 516 ve 536 maddelerinin te'yidinden ibarettir.
(5) Açıklanan fikirler Türkiye'nin de taraf olduğu BM.
İnsan Hakları, Avrupa İnsan Hakları Helsinki ve Paris Şartlarında temel insan
hakları olarak kabul edilen çağdaş esasların ve tercih haklarının te'yidinden
ibarettir.
(6) Netice itibariyle açıklanan fikir insanların özel
hayatlarında, yukarda belirtilen uluslararası anlaşmalar ve yasaların insanlara
tanıdığı hakların kullanılabilmesinin Anayasal güvenceye bağlanarak
kullanılmasından ibarettir.
(7) Böyle bir düşünce açıklamasının 'Lâiklik'e aykırı
sayılması kesinlikle mümkün değildir; tam tersine bu açıklama 'Lâiklik'in
gereğidir. Çünkü, bu açıklamada tek bir görüşün katı kuralları yerine temel
esaslar dahilinde, yani Anayasa ve yasalar çerçevesinde herkese tercih hakkı
tanıyan bir görüş savunulmuştur.
(8) Yine konuşmanın bütününde baştan-sona kadar
'Lâiklik'in savunulması yapılmıştır: 'Lâiklikten bütün dünya üç şey istiyor:
Bir kimse, vicdanından dolayı kınanmasın; baskı yapılmasın; herkes inancında
hür olsun. Biz burdada 'her türlü baskıyı önleyen bir devlet' diyerek, kimsenin
kimseye baskı yapmasını önleyici bir kuvvet getirdik ve devletin kendisi
tahakküm yapamayacak, devlet hizmet için var olacak, hizmeti esas alacak, ve
devlet insan haklarına dayanacak. (...) Demokratik olacak, (...) Bu ne demek'
Kanunların yapılışında halkın isteğini olacak, yani SKOLASTİK bir zihniyetle
'dinimiz böyle emrediyor, öyleyse kanunlar böyle yapılmalıdır' diye bir zorlamayı
da uygun görmüyoruz; ilmi çalışılmalı'
'Uzlaşamayacağımız hiçbir şey yoktur; yeterki herkes
fikrini açıkça söylesin, yeterki, nihâyet milletin hakem olduğunu dikkate
alalım.. ' (Ek: Bölüm IV, No:lO, Toplantı Tut. Say. 21)
Tutanaktaki bu ifadelerden açıkça görüldüğü gibi
konuşmada ana esas lâikliğin savunulmasıdır.
Kanunların yapılmasında skolastik bir zihniyetle dinin
emirlerinin değil, ilim ve aklın esas alınmasıdır.
Bu açık gerçekler ortada iken böyle bir konuşmayı
lâikliğin ihlali olarak telakki etmeye elbette imkan yoktur.
(9) Kaldıki Anayasa'nın 25. maddesine göre: 'Her ne sebep
ve amaçla olursa olsun kimse düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz;
düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.. ' (Any. Md. 25/2)
(10) Mezkur görüşlerin açıklanması Uluslararası
anlaşmaların ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin pek çok kararlarının da
tekrar-tekrar te'yid ettiği düşünce hürriyetinin en tabii bir uygulamasından
ibarettir. (Bölüm I, Fasıl 2, Kısım B)
(11) Yukarda (Bölüm IV, Kısım A-3' bölümü münasebetiyle
açıkça belirtildiği gibi Necmettin Erbakan'ın bütün beyanları 'Lâiklik'in
savunulması istikametindedir. (EK: Bölüm IV, No:l) Sayılamıyacak kadar çok
lehte delil varken, hiç ilgisi olmadan, Anayasa'nın herhangi bir suçlamaya
müsaade etmediği bir Meclis çalışmasını, anafikirden çıkarıp tam tersine
yorumlara tabi tutmak mümkün değildir; Hukuki geçerliliği yoktur.
(12) Bir Meclis çalışmasında, sorulduğu zaman düşünce
açıklamanın eylemle hiçbir ilgisi yoktur. 'Hakimiyetin Kayıtsız Şartsız Millet'e
Ait...' olmasının doğal sonucu milletvekillerinin, bahusus Meclis
çalışmalarında görüş ve düşüncelerini hiçbir kayda ve engele tabi olmadan
açıklayabilmeleridir.
(13) Yukarıda bir bir serdedilen pek çok gerekçenin hepsi
bir yana bırakılsa dahi yine de Sayın Başsavcının kendi faraziyelerine göre
yasalara uygun böyle bir Meclis çalışmasını, bir isnad olarak ileriye sürmesi
mümkün değildir. Çünkü bu Meclis çalışması 23.3.1993 tarihinde cereyan etmiş
olup, 1995 Anayasa değişikliğinden çok öncedir. 1995 Anayasa değişikliğinden
önce Anayasa'da Siyasî partilerin 'odak' olma sebebiyle kapatılmaları söz
konusu olmamıştır.
Sonuç:
Yukardaki Necmettin Erbakan'ın Özel hukukta 'akit
serbestliği' ile ilgili olarak bir meclis çalışmasında görüşlerini açıklamış
olması, herhangi bir davaya mesnet yapılamaz. Çünkü; bu görüşler bir meclis
çalışmasında açıklanmış olduğu için, Anayasanın 83. maddesine göre 'sorumsuzluk
güvencesi' altındadır.
Herhangi bir eylemle ilişkisi yoktur, görüş açıklamaktan
ibarettir.
Açıklanan görüşler uluslararası anlaşmalar, Anayasa ve
yasalara uygundur, 'Lâikliğe aykırılık' la hiç bir ilgisi yoktur; tam tersine
bu çalışma ile 'lâiklik' savunulmuştur.
Bu görüşlerin açıklanması, bir Siyasî partinin Genel
Başkanı ve bir parlamenter olmanın tabii sonucudur.
Siyasî Partiler ve onların temsilcileri, Anayasal teminat
altında bulunan yasal ve denetsel görevlerini serbestlik içinde yapamazlarsa
'Demokratik Parlamenter Sistem' işlevini nasıl yerine getirecektir.
Görüldüğü gibi bu iddia da diğerleri gibi mesnedden
yoksundur, hükme medar olamaz.
c - Necmettin Erbakan'ın Grup Konuşmasında 'Geçiş
Döneminin Huzurlu Olmasını' İsteyen Konuşmasıyla İlgili Olarak, Sayın
Başsavcının İleri Sürdüğü Mütalaalar Yersizdir.
İddianamenin 9. sayfasında Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin
ERBAKAN'a bazı sözler izafe edilmiş ve bu sözlere dayanılarak parti suçlanılmak
istenmiştir.
Sayın Başsavcı, Meclis grubunda yapılan konuşmanın
aslının ne olduğunu, ne maksatla yapıldığını araştırmadan, tesbit etmeden ve ne
saikle yapıldığını ilgiliye sormadan, uygun düşeceğini tahayyül ettiği bir
takım beyanlarda bulunarak asıl konuşmanın maksat ve gayesiyle ilgisi olmayacak
şekilde yorumlama yoluna sapmak suretiyle fahiş bir hata yapmıştır. Halbuki:
(1) Sözü edilen konuşma TBMM Grup toplantısında yapılmış
bir konuşma olduğu için Meclis çalışmaları kapsamında yapılmış bir konuşmadır.
Anayasa'nın 83. maddesinin milletvekilleri için sorumsuzluk güvencesine ait
açık hükmü ve aşağıdaki 83. madde ile ilgili açıklamalara göre hiçbir şekilde,
herhangi bir suçlamaya mesned yapılamaz. (Bölüm V)
(2) Herhangi bir suçlamaya mesnet yapılmak maksadıyla
değil de gerçekte ne söylendiğinin anlaşılması maksadıyla bir konuşmanın
değerlendirilmesi istenildiği takdirde, malum olduğu üzere, müstekar hale
gelmiş Yargıtay içtihatlarına ve bilimsel görüşlere göre konuşmanın aslının tam
olarak ele alınması bütünü içinde değerlendirilmesi, hangi sebep, saik ve
maksatla gerçekte ne söylenmek istendiğinin tesbiti gereklidir. Bunun için de
konuşmacıya neyi, niçin söylediğinin sorulması gerekir.
(3) Bu konuşma, bilindiği gibi bir kısım basın tarafından
tamamen gerçeklere aykırı biçimde değiştirilmiş, bir-iki kelime ortaya
atılarak, asıl maksadının dışında gösterilmeye çalışılmış ve üzerinde birçok
polemik yapılmış bir konuşmadır. Yapılan bütün tavzih, tekzip ve açıklamalara
rağmen yanlış olarak tanıtılmaya çaba gösterilmiştir.
Hal böyle olduğundan dolayı bu konuşmanın aslının ne
maksadının ne olduğunun tesbiti için yukardaki hukuk kurallarına titizlikle
riayetin büyük önemi vardır.
(4) Bir konuşmanın değerlendirilmesinde 'sebep ve saik'
gözardı edilemez; zira hukukta 'saik' çok önemlidir. Gerçek Nedir:
(5) Meclis grup toplantısının yapıldığı 13 Nisan 1994
tarihi, 27 Mart 1994 Yerel Genel Seçimlerden iki hafta sonraya rastlayan bir tarihtir.
27 Mart 1994 günü genel yerel seçimler yapılmış; Refah
Partisi, başta büyük şehirlerin çoğu olmak üzere tüm ülkede milletimizin
beklediği demokratik başarıyı göstermiştir.
Diğer taraftan, hemen bu seçimlerin arkasından henüz
icraata başlama fırsatı doğmadan bir kısım çevrelerce Refah Partisi'ne, Refah
Parti'lilere tahkir ve açık tehdit eylemleri başlatılmıştır.
Bu meyanda bir takım kuruluşlar tarafından her yere
görülmemiş yoğunlukta 'tahrik' ve 'tahrike teşvik' mahiyetinde eşine
rastlanmamış bir kampanya başlatılmıştır. Başta İstanbul, Ankara olmak üzere,
bu çevrelerce yasadışı yürüyüşler yapılmıştır.
Bu kampanyanın nasıl bir kampanya olduğunu (EK: Bölüm IV,
No:11) de takdim olunan dosyadaki faxlar açık açık bir şekilde göstermeye
yeterlidir. Bu faxların nerelerden nerelere gönderildiği de ayrıca dikkat
çekicidir.
Hemen belirtelim ki o tarihlerde Refah Partisi tarafından
bu konularda yetkili mercilere suç duyurusunda bulunulmuştur. ( E k : Bölüm IV,
No:l2)
Bu faxlardan açıkça görüldüğü gibi, 'Kan' dan bahseden
Refah Partisi Genel Başkanı değil, bizzat bu çevrelerdir. Nitekim faxlarda şu
cümleler yer almıştır. 'Ankara Melih Gökçek'e Mezar olacak... Gerekirse
Kanımızın son damlasına kadar direnmeye ve savaşmaya hazırız...' Ayrıca yapılan
kanunsuz yürüyüşlerde de birçok yakışıksız slogan, tehdit, tahkir sözleri
kullanılmıştır. 'Ankara Melih'e Mezar olacak...' gibi ciddi tehditler
yapılmıştır.
Bu olaylar sebebiyle Refah Partisi Genel Başkanı bir
yandan bu çevrelerin yürüyüş, eylem ve tahriklerinin son bulması diğer yandan
RP'li belediyelerin huzur ve barış içinde hizmet yapabilmeleri için bahse konu
grup toplantısında, ülkenin o günkü durumunu bir tahlile tabi tutmuş, bu
yapılan kanunsuz eylemleri kasdederek, bu huzursuzluktan bir fayda
gelmeyeceğini belirtmek kasdıyla bu tahrikleri yapanlara seslenmiş; kanlı
tehditleri bırakın; RP'nin genel yönetimde de iktidara gelip 'Adil Bir Düzen'i
kuracağı güne ulaşıncaya kadar geçireceğimiz dönemi huzur, barış ve kardeşlik
içinde geçirelim' mealinde bir konuşma yapmıştır.
Asıl maksadı ve gayesi açık olan bu konuşma ne yazık ki
bir kısım basın tarafından art maksatlı olarak yapılan değiştirmeler ve
yorumlar ile asıl gayesinden saptırılmıştır.
Bununla beraber, bir kısım medyanın yaptığı bütün bu
tahrifata rağmen, değiştirilmiş, metinlerden bile, dikkatle incelendiği zaman
asıl maksadın ne olduğu görülmekte ve konuşma aslının yapılan yorumlarla bir
ilgisinin bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Mesela: Bu konuşmayı A.A- 13.04.1994 günlü bülteninde,
aşağıda olduğu gibi vermiştir.
'(A.A) 27 Mart'ta halk yanıldı diyorsunuz, o zaman
buyurun hemen halka gidelim, halk ne diyor. (Halk seçim istemiyor) diyorsunuz,
o zaman, halkın ne isteyip istemediğini halka soralım. Halk Adil Düzeni,
istikrarı, barışı istiyorsa hemen seçime gidelim.
Bir kaç tane hükümet tarafından beslenen holding dışında
herkes bizimle birliktedir.
Bütün halkımız bizimle beraber Adil Düzen, lider ülke
istiyor, Refah Partisi iktidara gelecek, Adil Düzen kurulacak, sorun ne' geçiş
dönemi sert mi olacak, yumuşak mı' Tatlı mı olacak, kanlı mı olacak' Bu
kelimeleri kullanmak bile istemiyorum ama, bunların terörizmi karşısında herkes
bu gerçeği görsün diye bu tabirleri kullanmaya mecburiyet duyuyorum.
Türkiye'nin şu anda bir şeye karar vermesi lazım, Türkiye
Refah Partisi Adil Düzen'e bu kesin şart. Geçiş Dönemi yumuşak mı olacak, sert
mi olacak, tatlı mı olacak, kanlı mı olacak' 60 milyon buna karar verecek. Biz
diyoruz ki bu geçişi tatlı yapalım, bu geçişi barış içinde, bu geçişi yumuşak
yapalım. zihniyet olarak biz barışçıyız; bunlar gibi terörist değiliz. Biz
huzurcuyuz, bizim yolumuz kardeşliktir' (Ek: Bölüm IV, No:13, Anadolu Ajansı
Bülteni 13.4.1994)
Bu değiştirilmiş metin dahi dikkatle incelendiği zaman ne
görülüyor:
5.1. Metin içerisinde 'Geçiş Dönemi' kelimeleri yer aldığı
halde, haberin başlığı maksatlı olarak değiştirilmiş, 'Gelme Biçimi' olarak
ifade edilmiştir. Bu değişiklik 'temel kastı' tamamen değiştirmektedir. Şöyle
ki: Konuşmanın kastı Refah Partisi yerel yönetimde iktidara geldi. Bir süre
sonra da yapılacak seçimlerle genel yönetimde de iktidara gelecek, millet
saadet bulacaktır; Millet'in saadet bulması için bu gereklidir.
Yerel Yönetimde iktidara geldikten sonra, genel yönetimde
de iktidara gelinceye kadar bir süre geçecektir. Bu süre bir kaç yıl olabilir.
Bu bir kaç yıllık süre bir geçiş dönemidir. Bu geçiş döneminin huzur, barış ve
kardeşlik içerisinde geçirilmesini istiyoruz. Milletin de böyle istediğinden
eminiz. Bu geçiş dönemi, şimdi huzursuzluk çıkaranların bu faaliyetlerine devam
etmeleri suretiyle baştan sona kadar huzursuz bir dönem olmamalıdır. Bu ve
benzer tahriklerden vazgeçilmelidir. Refah Partisi'nin insiyatifi dışında
geçecek olan bu birkaç yıllık süre, Millet'in bütününün şuurlu ve uyanık
davranışlarıyla bir barış süreci olarak geçmelidir.
Bu kasıtla yapılan bir konuşmanın asıl kast belirten bu
bir iki yıllık 'Geçiş Dönemi' kelimeleri yerine, Refah Partisi'nin iktidara
'geliş biçimi' diye değiştirilirse, bütün kasıt tersine çevrilmiş olur. Zira
konuşmacının kastı: Refah Partisi'nin iktidara nasıl geleceği değildir; Çünkü o
belli ... değiştirilmiş metinde dahi tekrar tekrar görüldüğü gibi RP'nin
iktidara gelişi demokrasiyle ve seçimle olacaktır.
Konuşmacının kastı: Refah Partisi'nin iktidara gelişinin
huzurlu olup olmayıcağı değil, bu bir kaç yıllık 'geçiş dönemi'nin huzursuzluk
çıkartanlar yüzünden huzurlu geçip geçmiyeceğidir.
5.2. Bu değiştirilmiş metinden dahi konuşmacının
kastının: 'Buyurun halka gidelim.. halk ne diyor... halk adil düzeni istiyor...
Hemen seçime gidelim...' kelimelerinden de açıkça görüldüğü gibi, iktidara
gelmenin tek yolunun 'seçim'olduğudur.
5.3. Refah Partisi'nin 'adil bir düzen' istediği herkesin
bildiği bir gerçektir. Adil düzenden ne kastedildiği de sayılamıyacak kadar çok
meclis konuşmalarıyla, konferanslarla, beyanlarla açıklanmıştır ve her
defasında belirtilmiştir ki RP'nin istediği düzen Anayasa'da istenen düzenin
gerçek manada tatbikidir.
Esasen: Anayasanın 2. maddesinde '... milli dayanışma ve
adalet anlayışı içinde.... ' hükmüne; 18. maddesinde 'Hiç kimse zorla çalıştırılamaz.
Angarya yasaktır' hükmüne; 55. maddesinde '.. işe uygun adaletli bir ücret... '
hükmüne; 73. maddesinde de 'vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı... '
hükmüne yer verilmiştir.
Bu hükümlerden ve Anayasanın:'Türkiye Cumhuriyeti Adalet
An1ayışı içinde'... demokratik, lâik sosyal bir hukuk devletidir. Anayasanın
Amir hükmünden de görüldüğü gibi demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti
olan Türkiye Cumhuriyeti'nde, devletin düzeni adalet anlayışı içinde yürüyen
bir düzendir. Yani 'adil bir düzen'dir. Sayılamayacak kadar çok defa
belirtilmiştir ki Refah Partisi'nin belirttiği 'adil düzen' işte bu anayasal
düzendir.
Sonuç olarak: Bu gerçeklerin ışığı altında, sayın
Başsavcının ileri sürdüğü mütalaa değerlendirildiğinde görülen nedir':
(1) Sayın Başsavcı yapılan konuşmanın aslını ve tamamını
dikkate almadan, saikini, kastını inceleyip tesbit etmeden, yanlış kabullere
dayanarak ve yanlış yorumlar yaparak, haksız isnadda bulunmuştur.
(2) Yukarda yapılan açıklamalar karşısında ortada
lâikliğe aykırı davranışla ilgili hiçbir husus yoktur.
(3) Sözü edilen konuşma meclis çalışmaları kapsamındadır.
Bu yüzden aşağıdaki bölümde açıklandığı gibi 83. maddenin açık hükmüyle
'sorumsuzluk' güvencesi altındadır. Bu sebepten hiçbir ithama mesned yapılamaz.
(4) Ve yine adı geçen Meclis çalışmasının tarihinden de
belli olduğu gibi ( 13 Nisan 1994) bu konuşma Anayasada, 1995 yılında yapılan
değişiklikten önce yapılmıştır. Sayın Başsavcının iddianamedeki kabullerine
göre, hangi yönden bakılırsa bakılsın 'odak olma' faaliyetine delil olamaz.
(5) Yukarda (Bölüm IV, Kısım A-3) bölüm münasebetiyle
açıkça belirtildiği gibi Necmettin Erbakan'ın bütün beyanları lâikliğin
savunulması istikametindedir. (Ek: Bölüm IV, No:l) Sayılamıyacak kadar çok
lehte delil varken, hiç ilgisi olmadan, Anayasa'nın herhangi bir suçlamaya
müsaade etmediği bir Meclis çalışmasını ana fikrinden çıkarıp tam tersine
yorumlara tabi tutmak mümkün değildir. Hukuki geçerliliği yoktur.
(6) Yine RP'nin, iktidara seçimle ve demokratik yolla
geleceğine dair sayısız konuşma ve beyanı vardır. Sadece bir misal olarak;
İktidarın nasıl devralınacağı, 1993 tarihli büyük kongrede alenen ve açıkça
ifade olunmuştur. (Ek: Bölüm IV, No:l4)
Yukardaki izahlardan açık bir şekilde görülüyor ki:
Necmettin Erbakan meclis grup konuşmasında 'geçiş dönemi'nin huzurlu olmasını
isteyen konuşmasıyla ilgili olarak başsavcının ileri sürdüğü mütalaalar
yersizdir.
d. Sayın Başsavcının, Basındaki Bir Kısım Gerçekdışı
Maksatlı Yazıları Delil Telakki Etmesi Hukuki Değildir.
İddianamenin yine 9. ve 10. Sayfalarında yer alan, 'Sivas
- Sıcak Çermik Seminer Konuşmaları' diye takdim edilen iddiaya gelince:
(1). Bu iddianın hiçbir dayanağı yoktur. Böyle bir
konuşma kesinlikle yapılmamıştır.
(2). Sayın Başsavcının, bir gazetenin asılsız bir haberine
dayanarak, Deniz Kuvvetleri Komutanının MGK toplantısında Gazeteler okuduğuna
ve bu gazeteler karşısında Başbakan Necmettin Erbakan'ın sessiz kalmak
suretiyle bu iddiaları kabul etmiş sayılacağına dair iddiasının hem gerçekle
bir ilgisi yoktur ve hemde bu iddia hukuken geçersizdir.
(3). Çünkü MGK toplantıları gizlidir. Bu toplantılar
hakkında bir bilgi almak mümkün olmadığı gibi, toplantılar hakkında yayın
yapmakta yasaktır. Kaldıki kanuna aykırı biçimde elde edilen deliller hükme
dayanak yapılamaz.
(4). Sayın Başsavcı, bu iddiası ile 'aval'ın deyişiyle
'sükut ikrardan gelir' demek istiyorsa, bu kabulün de hiçbir hukuki dayanağı ve
değeri yoktur.
(5). Kaldı ki bu kabil bu gerçek dışı asılsız iddialar
nerede, ne zaman yapılmışsa tarafımızdan reddedilmiş ve muttali olunan
iftiralar hakkında kununi yollara başvurulmuştur.
(6). Husumet-i sabit kimselerin beyanları delil olamaz.
Nitekim Siyasî husumetle bu yayınları yaparak saldırıda
bulunanlara karşı Refah Partisi yetkilileri tarafından hukuk yollarına gerekli
başvurular yapılmıştır.
Bu cümleden olarak bu konu ile ilgili olmak üzere
haklarında açılan davada Zekeriya Beyaz ile sorumlu müdür T. Kutsi Makal,
Ankara Asliye 24. Hukuk Mahkemesinin 18.5.1995 tarih ve 1994-645-1995/391
sayılı kararıyla manevi tazminat ödemeye mahkum edilmişlerdir. (Ek: Bölüm IV,
No:l5) Bu karar, 26.12.1995 gün 1995/9171-10106 sayılı ilamla Yargıtayca
onanmıştır. (Ek: Bölüm IV, No:l6) Ayrıca, adı geçenler, Ankara 2. As.ceza
Mahkemesinin 30.10.1995 tarih ve 1994/01122-995/000215 sayılı kararıyla hapis
ve ağır para cezasına mahkum edilmişlerdir.(Ek: Bölüm IV, No:l7) Ve yine Adı
geçenler, Refah Partisi'ne hakaretten dolayı Ankara 2. As.Ceza Mahkemesinin
27.9.1995 gün ve 1994/01122-1995/00840 sayılı kararıyla da hapis ve ağır para
cezasına mahkum olmuşlardır.(Ek: Bölüm IV, No:l8)
(7). Böylece, bu mahkumiyet kararlarıyla sözü geçen
yayınların gerçekle ilgisi olmadığı ve bunların husumetten ileri gelen bühtan
ve iftiralardan ibaret olduğu 'kesin hükümle' ile sabit olmuştur.
(8). Sayın Başsavcı 2820 sayılı Siyasî Partiler
Kanunu'nun 98. maddesinin verdiği Sorgu Hakimliği görevini ve CMUK'un 153/2.
maddesinin yükümlü kıldığı 'Lehteki delilleri' de toplama vecibesini yerine
getirmek suretiyle usul hükümlerini noksansız yerine getirmiş olsaydı, parti
kapatma gibi ciddi ve önemli bir davada böyle asılsız ve aksi sabit olmuş bir
konuyu delil olarak ileri sürmezdi.
Sonuç: Yukarıda yapılan açıklamalardan da kesin olarak
görüldüğü gibi; Husumete dayanan bir basın haberindeki, asılsızlığı mahkeme
kararıyla 'kesin hüküm' haline gelmiş bir yazının delil olarak ileri sürülmesi
hukuken mümkün değildir.
e - Sayın Başsavcının, Başbakanlık Konutunda Diyanet
İşleri Başkanlığı ve İlahiyat Fakültesi Mensuplarına Verilen İftar Yemeğini
Lâikliğe Aykırı Bir Davranış Olarak Nitelendirmesi Hukuken İsabetli Değildir.
Sayın Başsavcı iddianamenin 10. sayfasında dercettiği
sözleriyle Başbakan sıfatıyla Necmettin Erbakan'ın Başbakanlık konutunda
Diyanet İşleri ve İlahiyat Fakültesi mensuplarına vermiş olduğu bir iftar
yemeğini lâikliğe aykırı bir davranış olarak gösterebilmek için, bu iftara
Diyanet İşleri mensubu olarak katılmış olanlardan bir kısmının 'Devrim
yasalarını ihlal eden' ve güya 'Lâikliğe aykırı söz ve davranışlarıyla tanınan
bazı tarikat liderleri' olduklarını ileri sürmüştür.
Bir kısım medyanın maksatlı olarak yaptıkları yayınların
etkisi altında kalınarak ileri sürülen bu görüşlerin gerçekle de, hukukla da
hiç bir ilgisi yoktur. Diğer iddialar gibi bu iddiada hukuken geçersizdir.
Çünkü;
(1) Söz konusu iftar yemeği Refah Partisi adına değil,
Başbakanlık adına verilmiştir; bu sebepten dolayı Refah Partisi ile hiç bir
ilgisi yoktur.
(2) Böyle bir iftar davetinin yasal olup olmadığını
denetleme TBMM'nin görevidir.
(3) TBMM 04.02.1997 günü bu konuyla ilgili gensoru müzakeresiyle
denetleme görevini yapmış ve bu konuyla ilgili iddiaların varid olmadığına
karar vererek gensoru önergesini reddetmiştir. ( E k : Bölüm IV, No:l9, Gensoru
önergesi)
(4) Başbakan sıfatıyla Başbakanlık konutunda verilen bu
iftar yemeği, aynı Ramazan ayında, toplumun çeşitli kesimlerine, bu meyanda
üniversite mensupları, yargı organları mensupları, medya mensupları, yazarlar,
sanayici, iş adamları, işçi kuruluşları temsilcileri ... vs.ye verilen 20'den
fazla iftar davetlerinden birisidir.
(5) Bir Ramazan ayında toplum kesimlerinin geniş
yelpazesini dikkate alarak yapılan bir seri iftar davetlerinden birisinin
Diyanet İşleri ve İlahiyat fakültesi mensuplarına tahsis edilmesinden daha
doğal bir şey olamaz.
(6) Bu iftar yemeklerinin tertip ve tanzimi Başbakanlık
halkla ilişkiler görevlileri tarafından yapılır. Diyanet İşleri, İlahiyat
Fakültesi mensuplarından kimlerin davet edileceğini bu görevliler tanzim eder.
(7) Türkiye'mizde 30 Teşrinisani 1341 tarih ve 677 sayılı
'Tekke ve zaviyelerle, türbelerin seddine dair kanun' la birlikte, yani
1925'ten bu tarafa 72 senedir tekke-zaviye ve türbeler kapatılmış, şeyhlik,
meşayihlik, tarikat ve tarikate mensubiyyet yasaklanmıştır.
(8) Fiili ve hukuki durum bu kadar açık iken, Sayın
Başsavcının 'Tarikat liderlerinden' de söz etmesini; hele böyle bir mevhumeyi
'davaya delil' diye ikame etmesini adalet ilkesi ve hukuk mantığı ile
bağdaştırmak imkansızdır.
Hukukun genel kurallarına göre; 'Tevehhüme itibar yoktur'
(9) Yukarki 5. maddede belirtildiği gibi söz konusu iftar
daveti, Diyanet İşleri ve İlahiyat Fakültesi mensuplarının daveti münasebetiyle
yapılmıştır.
Bu davete başta Diyanet İşleri Başkanı Sayın Mehmet Nuri
Yılmaz olmak üzere Diyanet İşleri mensuplarından bir grup, İlahiyat
Fakültesinden dekan başta olmak üzere İlahiyat Fakültesinin profösörleri
katılmışlardır.
Diyanet İşleri mensubu olması dolayısıyla davet edilen
zevata bu sıfatların dışında başka sıfatların izafe edilmesinin olayla hiç bir
ilgisi yoktur. Bu davet münasebetiyle Sayın M. Nuri Yılmaz ve İlahiyat
Fakültesi Dekanı Sayın M. Sait Yazıcıoğlu birer konuşma yapmışlardır.
Davetin maksat ve gayesinin ve hasıl ettiği sonucu
belirtmek bakımından, İlahiyat Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. M. Sait
Yazıcıoğlu'nun davette yaptığı teşekkür konuşmasındaki şu cümlelerin önemi
büyüktür. 'Böyle bir ilgiyi ve beraberliği, her Ramazan'da beklerdik, ancak
şimdi nasiboldu; bu gibi beraberliklerin demokrasinin gelişmesine katkı
sağlayacağını; zira, hangi kesimden olursa olsun, halkla, seçilmişler arası
diyaloğa ihtiyaç bulunduğunu, toplumsal huzuru geliştireceğini ifade etmek
isterim' demiştir.
(10) Ramazan münasebetiyle çeşitli kurum ve kuruluşlar
benzer ikramlarda bulunur. Bizim tarihi geçmişimiz emsalleriyle doludur.
(11) Bugün artık hür dünya, her türlü taassuptan arınmış,
toplumsal huzuru sağlamaya seferber olmuştur. Bu sebeple ulusal ve hatta
uluslararası barışın sağlanabilmesi için her fırsat değerlendirilir olmuştur.
Ulusların Milli Bayramları, özellikle de barış ve hoşgörü günü olan dini gün ve
bayramlar barış için fırsat bilinmektedir.
Nitekim Türkiye Gazetesi'nin Ek'te sunduğumuz resimli
haberinde şu sözlere yer verilmiştir. 'ABD'li milletvekili ve senatörler, İslam
toplumu temsilcileri ile birlikte iftar yaptı. kongre binasındaki davete
askerler de katıldı. ' (Ek: Bölüm IV, No:20, Türkiye gazetesi 8.2.1997)
Sonuç Olarak: Yukarıki izahattan açıkça görüldüğü gibi:
Refah Partisi ile ilgisi olmayan, Başbakanlık adına halkla ilişkilerin
geliştirilmesi maksadıyla verilmiş olan ve TBMM kararıyla lâikliğe aykırı
hiçbir yönünün bulunmadığı tebeyyün eden bir yemek davetinin gerçekle alakası
olmayan yorumlarının hukuki değer ifade etmeyeceği açıktır.
Netice Olarak Necmettin Erbakan Hakkında, İddianamede
İleri Sürülen İsnadların Hukuki Değeri Yoktur.
Genel Başkan Necmettin Erbakan hakkında iddianamede beş
tane isnat ileri sürülmektedir. Yukarda ayrı-ayrı açıklandığı gibi bu
isnatlardan hiçbirinin hukuki geçerliliği yoktur. Ayrı ayrı belirtilen pek çok
sebebe ilaveten kısa bir özetleme dahi gerçeği ortaya koymaya yeterlidir.
Nitekim, kısa bir özetleme yapacak olursak bu beş isnadın
mahiyetti nedir' Bunlar niçin hukuken bir değer ifade etmez; Çünkü;
(1) Üniversitelerle ilgili kılık kıyafet kanunun
savunulması. Yani 2547 sayılı kanunun Ek-17. maddesinin savunulması.
(2) Bir Meclis çalışmasında Genel Esaslar çerçevesinde,
özel hukukta 'akit serbestliği' hakkının savunulmasına dair görüş serdedilmiş
olması.
(3) Grup konuşmasında 'geçiş dönemi'nin huzurlu olmasını
istenmesi.
a. Bu üç konu doğrudan doğruya Meclis çalışmaları, ya da
bu çalışmaların halka tekrarından ibaret konular olup Anayasa'nın 83. maddesi
gereğince 'sorumsuzluk' güvencesi altındadır; Hiçbir davaya konu yapılamazlar.
b. Bu konuşmaların içerisinde ne lâikliğe nede yasalara
aykırı hiç bir husus yoktur.
c. Bu konuşmalar, Anayasanın ve altına imza koyduğumuz
uluslararası anlaşmaların en doğal insan hakkı olarak tanıdıkları düşünce
hürriyetinin sınırları içinde yapılan konuşmalardır. Görev ve sorumluluğun
gereği olarak iyi niyetle yapılmış konuşmalardır.
(4) Bir yayın organında gerçekle alakası olmadığı,
husumet eseri olduğu mahkeme kararlarıyla da tesbit edilen, Necmettin
Erbakan'la hiç bir alakası bulunmadığı sabit olup, mesulleri cezalandırılmış
olan bir yazı.
(5) Refah Partisi ile ilgisi olmayan, Başbakanlık
faaliyeti olarak verilen ve TBMM'nce denetlenip lâiklikle ilgili olmadığı karar
altına alınan bir iftar yemeği.
Görülüyor ki: Necmettin Erbakan ile ilgili olarak ileri
sürülen isnadların hiçbirinin geçerliliği yoktur. Bunların davadaki 'lâikliği
ihlal' isnadına mesned yapılması hukuken mümkün değildir.
B - 3. Partinin Diğer Bazı Üyelerine Yapılan İsnatlarda
Hukuki Dayanaktan Yoksundur.
a- Şevki Yılmaz;
İddianamenin 11. ve 12. sahifelerinde Rize milletvekili
Şevki Yılmaz'a üç konuşmasında lâikliğe aykırı davrandığı ileri sürülmektedir.
a-l. Hac'da yaptığı iddia edilen bir konuşma,
a-2. İstanbul'da hanımlara hitaben yapıldığı iddia edilen
konuşma,
a-3. Yapıldığı iddia edilen diğer bir konuşma.
Bu konudaki iddiaların değerlendirilmesi,
( 1 ) Şevki Yılmaz'ın (a-1 ve a-2) bölümünde bahsedilen
konuşmaları yaptığı ileri sürülen tarihte Refah Partisi ile herhangi bir
organik bağı mevcut değildi. Bir başka ifadeyle bu tarihlerde, adı geçen kişi
Refah Partisinin üyesi değildi.
Çünkü, Şevki Yılmaz 27 Mart 1994'de Rize Belediye Başkanı
seçilerek Refah Partisi üyesi olmuştur.
a-3 olarak ileri sürülen konuşmanın ise nerede, ne zaman
ve ne münasebetle yapıldığı belli değildir. Delil olma niteliği yoktur.
(2) Adı geçenin yaptığı iddia edilen konuşmalara ilişkin
delil olarak video bantlar sunulmuştur.
Böyle bir konuşma yapılmış mı' Şayet yapılmışsa, nerede,
ne zaman, hangi tarihte yapılmış' Bu video bantlar, nereden alınmış, hangi
yolla elde edilmiş' Video bantlar sağlam mı' üzerlerinde oynama, montaj var mı'
Konuşmalar hakikaten adı geçene mi ait' Bununla alakalı olarak ne bir belge, ne
bir tutanak ne de tanık ifadesi yoktur. Şevki Yılmaz'a böyle bir konuşma yapıp
yapmadığı sorulmamıştır.
Bu açıdan bunların hukuki anlamda delil olma niteliği
yoktur. Nitekim bantların yan delillerce doğrulanmadan tek başına delil olarak
kabul edilemeyeceğine ilişkin Anayasa Mahkemesi ve diğer Yüksek Yargı
organlarınca pek çok kere teyit edilmiş müctekâr kararlar vardır. (AYMKD, S:30,
Cilt: 2, Sayfa: 1193, 1993/3E.-19942 K.Sayılı Karar)
(3) Bu konuşmalarla ilgili olarak 2820 Sayılı Siyasî
Partiler Kanunu'nun 101/d maddesi uyarınca hiç bir yargılama yapılmamıştır.
(4) Adı geçenin partiyi temsil yetkisi bulunmadığı gibi,
partinin kurul ve organlarında görevi yoktur.
(5) Yapıldığı iddia edilen konuşmalardan Parti'mizin
haberi olmamıştır. Partimiz bunları iddianame ile öğrenmiştir.
(6) Adı geçenin parti üyesi sıfatıyla açıkladığı söz ve
düşüncelerinde (eğer yasalara aykırı bir durum varsa) Partimizin kapatılması
talep edilmeden önce, 2820'sayılı yasanın 101/d ve 103. maddelerinde öngörülen
prosedürün işletilmesi gerekirdi. Sayın Başsavcı bu prosedürü işletmemiz için,
partimizden her hangi bir talepte bulunmamıştır.
(7) Kaldı ki, adı geçen Milletvekili, 20.06.1997
tarihinde partimizden ihraç edilmiştir. (İhraç kararı: Ek:Bölüm IV, No.21) Bu
durumda SPK 101/d-1'deki hüküm gereğince partimiz aleyhindeki isnadın hukuki
dayanağı kalmamıştır.
b- Hasan Hüseyin Ceylan
Ankara milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan'a izafe edilen
iki konuşma, bu davada iddianın gerekçesi olarak gösterilmiştir. (İddianame
Sh.l2-14)
iddiaların değerlendirilmesi,
(1) İzafe edilen her iki konuşma hakkında ortada banttan
başka bir şey yoktur. Bu konuşmalar nerede, ne zaman yapılmıştır. Kim
tarafından banta alınmıştır. Bant bozukmudur. Nasıl elde edilmiştir, nasıl
muhafaza edilmiştir. Belli değildir.
(2) Her iki konuşmasına da video bant delil olarak
sunulmuştur. Konuşmanın yapıldığı ve iddia edilen konuşmaların içeriğini
doğrulayan başka bir delil sunulamamıştır. Video bantların tek başına delil
olmadığı Anayasa Mahkemesi kararıyla belirtilmiştir.
(3) Her iki bantla ileri sürülen konuşmanın, aslında var
olup olmadığı, muhtevasında lâikliğe aykırı herhangi bir unsurun bulunup,
bulunmadığı hususunda hakkında hiç bir mahkeme kararı mevcut değildir.
(4) Yapıldığı iddia edilen konuşmalardan partimizin
haberi olmamıştır. Partimiz bunları ancak iddianame ile öğrenmiştir.
(5) Adı geçenin partiyi temsil yetkisi yoktur. Parti
üyesi sıfatıyla açıkladığı söz ve düşüncelerinde (eğer yasalara aykırı bir
durum varsa) partimizin kapatılması talep edilmeden önce, 2820 sayılı yasanın
101/d ve 103. maddelerinde öngörülen prosedürün işletilmesi gerekirdi. Sayın
Başsavcı bu prosedürü işletmemiş, partimizden her hangi bir talepte
bulunmamıştır.
(6) Hasan Hüseyin Ceylan'ın bu konuşmasına ait kasetlerin
çoğaltılıp Refah Partisi teşkilatlarına dağıtıldığı iddiası doğru değildir.
Partimizin böyle bir çalışması yoktur. Video bantların çoğaltılması zor bir
olay değildir, ticari amaçla bu tür çalışma yapanlar olabilir.
(7) Adı geçen milletvekili, 20.06.1997 tarihinde
partimizden ihraç edilmiştir. Bu durumda SPK 101/d-1'deki hüküm gereğince
partimiz aleyhindeki isnadın hukuki dayanağı kalmamıştır.
c-İbrahim Halil Çelik
İddianamenin 15. sahifesinde yer alan, '10 Mayıs 1997'
günü bazı gazetelerde yayımlandığı iddiasıyla İbrahim Halil Çelik'e atfedilen
sözler.
(1) Adı geçen, iddia edilen sözleri söylemediğini, tekzip
hakkını kullandığını beyan etmiştir. İddia edilen sözlerin, söylenip
söylenmediği, doğru olarak aktarılmadığı hususunun araştırılması bizim
savunmamızın kapsamı dışındadır.
(2) İbrahim Halil Çelik'in partimizi temsil yetkisi
bulunmadığı gibi, partinin kurul ve organlarında herhangi bir görevi yoktur.
(3) Söylendiği iddia edilen sözlerle ilgili olarak açılan
soruşturmada, TCK'nun 312/2 maddesinde belirtilen suçu işlediği iddia
edilmektedir. Ancak isnad edilen bu suçlamanın 'Lâikliğe aykırı eylemle' hukuki
bir ilgisi yoktur.
(4) Adı geçenin parti üyesi sıfatıyla açıkladığı söz ve
düşüncelerinde (eğer yasalara aykırı bir durum varsa) partimizin kapatılması
talep edilmeden önce, 2820 sayılı yasanın 101/d ve 103. maddelerinde öngörülen
prosedürün işletilmesi gerekirdi. Sayın Başsavcı bu prosedürü işletmemiş,
partimizden her hangi bir talepte bulunmamıştır.
(5) Kaldı ki, adı geçen milletvekili, 20.06.1997
tarihinde partimizden ihraç edilmiştir. Bu durumda SPK 101/d-1'deki hüküm
gereğince partimiz aleyhindeki isnadın hukuki dayanağı kalmamıştır.
d- Ahmet Tekdal
Ahmet Tekdal'ın yıllarca önce gittiği bir hacda yaptığı
iddia edilen bir konuşma iddai ispata matuf delil olarak ileri sürülmüştür.
Adı geçene izafe edilen bu konuşma,
(1) İddianamenin 13. sayfasında Kanal D televizyonunun
24.11.1996 günü yaptığı bir yayında Ahmet Tekdal'ın yıllarca önce gittiği bir
hacta yaptığı ileri sürülen bir yayın bu davaya delil yapılmak istenmiştir.
(2) Hac'da yapıldığı iddia olunan konuşmanın video bant
dışında bir dayanağı yoktur. Bu konuşmanın hangi tarihte, nerede yapıldığı
belli değildir. Bant üzerinde montaj veya değiştirme var mı' Belli değildir.
Adı geçen kanal bilindiği gibi o tarihlerde partimiz aleyhine yoğun bir şekilde
maksatlı yayın yapmaktaydı. Bu bakımdan bu yayının bir mesned olarak alınması
mümkün değildir.
(3) Ahmet Tekdal 1986 yılında Hacca gitmiştir. Hacca
Genel Başkan sıfatıyla değil, sade bir vatandaş olarak gitmiştir. Hac Siyasî
faaliyet yeri olmadığı için, parti adına Siyasî bir konuşma yapması da
düşünülemez.
(4) İsnad edilen konuşmanın aslı olup olmadığı
araştırılmamıştır. Konuşmanın tam metni yoktur. Konuşmanın Ahmet Tekdal'a ait
olup olmadığı sorulmamıştır.
(5) İddia olunan konuşmada hak nizamı ibaresinin
söylenip, söylenmediği, söylenmişse ne maksatla söylendiği belli değildir.
(6) Parti'mizin, yapıldığı ileri sürülen konuşmadan
iddianame ile haberi olmuştur. Partimizin hükmü şahsiyetin iddia edilen
fikirleri kabul etmesi söz konusu değildir.
(7) Ses bantlarının ve video kasetlerinin yan delillerle
doğrulanmadan delil olarak kabul edilemeyeceği Yüksek Mahkemenin 16.06.1994
tarih 1993/3-1994/2 sayılı kararında belirtilmiştir. (AYMKD, Sayı 30, Cilt 2,
Sh. 1193)
(8) Bu konuda 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanununun 101-d
maddesinde belirtilen işlemlerden hiçbiri vaki olmamıştır.
Açıkladığımız gibi, partimiz bu söylendiği iddia edilen
sözleri tekabül etmemiştir.
Yukarıda sıraladığımız sebeplerden dolayı, Şevki Yılmaz,
Hasan Hüseyin Ceylan, Ahmet Tekdal ve İbrahim Halil Çelik isnad edilen söz ve
eylemler sebebiyle, partimizin, 'Lâiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı' olma
iddiası ile kapatma davası açılması hukuken mümkün değildir.
e. aükrü Karatepe
Sayın Başsavcı, iddianamenin 14. sayfasının (e) bendinde,
Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe'nin, 10 Kasım 1996 günü
yaptığı ileri sürülen bir konuşmayı bu davaya delil göstermiştir.
Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı hakkında, Kayseri
Cumhuriyet Başsavcılığınca tahkikat açılmış. Yapılan tahkikat sonunda
1996/13102 Esas sayı ile 30.06.1997 günü Şükrü Karatepe'nin izafe edilecek bir
suç bulunmadığından takipsizlik kararı verilmiştir. (Ek: Bölüm IV, No:22)
Ayrıca yine bu konuşma münasebetiyle Kayseri DGM
Başsavcılığı tarafından da tahkikat açılmış. Bu tahkikatın sonucunda da
2.4.1997 günü 996/132 Hazırlık Esas, 997/5 Sayılı kararla aynı şekilde
takipsizlik kararı verilmiştir. (Ek: Bölüm IV, No:23)
Hal böyle iken, Sayın Başsavcının bunları araştırmadan
DGM Savcısının tahkikatının neticesini sonradan ve açılan tahkikatın akıbetini
öğrenmeden, bu hadiseyi davasına delil ve mesnet olarak göstermesi isabetsiz
olmuştur.
Bu Hadisenin de adı geçen Siyasî Partiler Kanunu'nun 101
inci maddesindeki hüküm giyme şartı gerçekleşmediği cihetle de davamızda delil
olarak kabul ve ikamesine kanuni imkan yoktur.
f. aevket Kazan
Sayın
Başsavcı iddianamesinin 15. sayfasının G. bendinde Şevket Kazan'ın Adalet
Bakanlığı sırasında Sincan Belediye Başkanı'nı ziyaret etmesini delil göstermek
istemiştir.
Bu ziyaret bir hükümet üyesinin görevi sırasında yapılmış
olduğundan böyle bir konunun denetimin TBMM'ye ait olması dolayısıyla bu
denetim Anayasa'nın 100. maddesine göre Meclis Soruşturması açılması talebiyle
TBMM'de görüşülmüş bu müzakerelerde Şevket Kazan'a izafe edilecek herhangi bir
bir suç bulunmadığına karar verilmiş ve soruşturma talebini reddetmiştir.
(Görev ve Sorumluluk Broşürü, Ek: Bölüm IV, No:24)
Aşağıda (Bölüm IV, Kısım C)'de açık bir şekilde belirtildiği
gibi TBMM'nin işbu kararından sonra aynı konunun yargı tarafından ele alınması
mümkün değildir.
B-4. Refah Partisi'nin Bazı Üyelerinin Söz ve Eylemlerine
Karşı Sessiz Kaldığı İddiası Doğru Değildir.
Refah Partisi'nin üyelerinin kural dışı sayılan söz ve
eylemlerine karşı sessiz kaldığı iddiası doğru değildir.
Refah Partisi, Başkanlık Divanını, MKYK üyelerine, il,
ilçe ve belde başkanlarını, Belediye başkanlarını ve köydeki temsilcilerine
kadar bütün üye ve mensuplarını yakından takip etmekte ve onların kanun ve
kural dışı söz ve hareketlerini inceleme altında tutmaktadır. Kanun dışı
herhangi bir hadiseye sebebiyet vermemek için elinden geleni yapmaktadır.
Mevcut partilerimizin hiçbirinin mensupları Refah Partisi kadar eğitimli,
dikkatli ve itinalı değildir. Nitekim kurulduğu günden bugüne kadar Yargıtay
Başsavcılığınca partimiz ve mensupları hakkında bir takibat yapılmamıştır.
2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101/d bendinde
açıkça belirtildiği gibi üyelerinin kural dışı eylemlerine karşı Siyasî partilerin
sorumlulukları üyelerin hüküm giymesinden sonra başsavcılıkça bu üyenin
partiden ihracı talebinden sonra başlar.
Bu güne kadar böyle bir olay vaki olmadığından partimizin
kural dışı sayılan eylemlere karşı sessiz kaldığı iddiası geçerli değildir.
Kaldı ki partimiz yetkili organları üyelerinin bütün
faaliyetlerini her zaman yukarda da belirtildiği gibi yakinen takip etmiştir.
Bu hususta soruşturulacak herhangi bir konu söz konusu olduğunda gereken
disiplin çalışmalarını dikkatle ve titizlikle yürütmüştür.
Nitekim bazı üyeleri hakkında yapılan ihbarlar üzerine bu
dava açılmadan çok daha önce gerekli duyarlılık gösterilerek disiplin hükümleri
uygulanmıştır.
C- Üçüncü Kısım : Anayasa'nın 83. ve 100. Maddelerinin
Getirdiği Güvenceler Müvacehesinde Hükümet Ve Meclis Üyeleri Sorumlu Tutulamaz
Milletvekillerinin sorumsuzluk ve dokunulmazlıklarının
'yok' sayılması Anayasanın 83. ve diğer maddelerine aykırıdır.
C-1. Tarihi Gelişim:
Tarihi süreç içerisinde iki tür 'muafiyet' e şahit
olunmaktadır. 'Diplomatik' ve 'Parlamenter muafiyet' Bu iki dokunulmaz kurumun
toplum hayatına girişi farklıdır.
Devlet hayatı, parlamenter sisteme geçişten çok eskidir
bundan dolayı da 'Diplomatik muafiyet', 'Parlamenter muafiyet'ten daha öncedir.
'Diplomatik muafiyet'le toplum ortaçağda tanışmış, bu müessese 1815 tarihli
Viyana Kongresiyle devletler hukukuna girmiştir.
Bizim devlet hayatımızda 'özdeyiş' haline gelen 'Elçiye
zeval o1maz' sözü, 'diplomatik muafiyet'in özlü bir ifadesidir. 'Diplomatik
muafiyet' Devletler arası ilişkiler için etkin bir güvencedir.
'Parlâmenter muafiyetler', Parlâmenter fonksiyonun ifâ
edilebilmesi için, parlâmenteri, Siyasî iktidarlar ve diğer kişi ve kurumların
itham, isnad ve adli takiplerden koruyan imtiyazlardır.
Parlâmenter muafiyetler, hiç şüphesiz, kişisel imtiyazlar
değildir. Millî iradeyi temsil edenin, 'temsilcilik fonksiyonu'nu her türlü
baskı ve korkudan emin olarak ifâ edebilme imkânıdır. Millî iradeyi temsil eden
müessesenin iyi çalışmasını ve baskılardan korunmasını amaçlar. Parlâmenter -
Demokrasilerin 'olmazsa-olmaz' şartlarındandır.
Tarihi seyrine bakıldığında, İngiltere'den
kaynaklandığını ve daha sonra Fransa'ya, oradan da Türkiye'ye intikal ettiğini
görmekteyiz.
(1) İngiliz 'Haklar Beyannamesi'nin 9. Maddesi ile ilk
defa hukuki nitelik kazanan ve Krala karşı da koruyuculuk etkisi taşıyan
'parlamenter muafiyet'ler, 1789 ihtilaliyle birlikte Fransa'da uygulama alanı
bulmuş, 'Milletvekillerinin herbiri şahsi tecavüzden masundur ve bir
milletvekiliniz Etats Generaux'daki herhangi bir teklifinden, reyinden,
mütalaasından veya demecinden dolayı, bu içtima esnasında veya ondan sonra
kovuşturmaya araştırmaya, tevkife veya tevkif ettirmeye, tutmaya veya
tutturmaya cüret eden bütün özel kişi, cemiyet, hakimler hey'eti (tribünal),
mahkeme (cour) veya komisyonlar Millet hainidir ve çok ağır bir suç işlemiş
olurlar.' hükmünü ihtiva eden bir kararname neşredilmiştir.
(2) 1793 tarihli Fransız anayasası da, 'Parlamenter
Sorumsuzluğu'nu şöyle ifade etmiştir: 'Parlamentonun hiçbir üyesi, Parlâmenter
fonksiyonlarını yerine getirirken açıkladığı görüşlerinden ya da kullandığı
oylarından dolayı soruşturulamaz... '
Görüldüğü gibi, Fransız anayasasında, 'Yasama
Sorumsuzluğu kapsamı' çizilirken mekan ve zaman tahdidi getirilmemiş; aksine,
parlamenter fonksiyonun alabildiğine serbesti içerisinde ifâsı hedeflenmiştir.
Hattâ, Fransız hukuk düzenlemelerine göre: Parlamento üyesi olmayan bakanlar,
komisyon görüşmelerine katılan kamu görevlileri.. de bu sorumsuzluk imkânından
yararlanmaktadır.
(3) Federal Alman Anayasanın 46. Maddesinde de benzer
hüküm yer almak tadır.
(4) Parlâmenter muafiyetler, bizim hukukumuza ilk defa
1876 tarihli 'Kanun-i Esasi' ile girmiştir. Anılan kanunun 47. Maddesinde aynen
şöyle denilmektedir: 'Meclis-i umumi azası re'y ve mütalaa beyanında muhtar
olarak bunlardan hiçbiri bir gûnâ vaadü vaîd ve talimat kaydı altında
bulunamaz... '
Bir asırdan fazla zamandan beri, hukukumuza yerleşmiş
bulunan 'Adem-İ Mes'uluyyet' ya da 'Sorumsuzluk'; dünya hukuk düzenlemelerdeki
gelişmelere paralel olarak, 'Parlamenter Demokratik Sistem' ve 'Hukuk Devleti'
niteliğine yaraşır biçimde tekâmül edegelmiştir.
Vakı'a, 1921 anayasasında 'Adem-İ Mes'uliyyet'le ilgili
açık bir hüküm yoksa da; kimi konularda, 1876 tarihli Teşkilât-ı Esasîye
Kanununa atıfla boşluk doldurulmak istenilmiştir.
Muafiyetler, 1924 Anayasa'sının 17. Maddesiyle
düzenlenmiştir. Buna göre: 'Hiçbir meb'us, Meclis dahilindeki rey ve
beyanatından ve meclisteki re'y mütalaasının ve beyanatının Meclis haricinde
irad ve izharından dolayı mesul değildir.. '
1961 Anayasasının 79.maddesiyle düzenlenen 'Muafiyetler'
daha geniş tutulmuştur. Zira: 1924 Anayasasında 'Meclis Dahilinde' deyimi
kullanılmışken; 1961 Anayasasında 'Meclis Çalışmaları' ifadesine özellikle yer
verilmiştir. Anayasa yapıcının, bu ifadeyi maksatsız kullanmış olması
düşünülemez. Anlaşılmaktadır ki: Anayasa yapıcı, hem dünya hukukundaki
gelişmeleri, hem ülkemizin çok partili demokratik-parlamenter sisteme geçmiş
olmasını, hem de 1960 öncesi uygulamalarla 'Adem'İ Mes'uliyyet İlkesi' nin alabildiğine
ihlal edilmiş olduğunu göz önünde bulundurmuştur. Dinamik bir toplumun
ihtiyaçlarının, statik kurallarla giderilmesinin mümkün olamayacağı her türlü
izahtan varestedir.
1982 Anayasası da, 'Adem-İ Mes'uliyyet' ilkesini, 83.
Maddede düzenlemiştir. Bu maddede de esas alınan temel felsefe: 'Parlamenter
Fonksiyon' un milli iradeyi temsil işlevinin eksiksiz korku ve tehdidden emin
bir biçimde yerine getirilebilmesidir. Bu sebeple de: 'Kürsü', 'Genel Kurul',
'Komisyon', 'Parti Grupları', 'Başkanlık Divanı', 'Danışma Kurulu' ifadeleri
yerine, özellikle, özenle ve bilinçli olarak 'Meclis Çalışmaları' ifadesi
kullanılmıştır. Bütün bu yukarda sayılan yer ve kurullar, Anayasa yapıcının
malumu iken, onların hiçbirine iltifat etmeyerek, 'Meclis Çalışmaları...' ifadesini
kullanması, ne tecahül-ü ârifanedir, ne de tesadüftür.
Herbir parlâmenter, bir bölgeden seçilmiş olsa da tüm
milleti temsil etmektedir. Dolayısıyla da, işlevi, yetkisi sorumluluğu milletin
tümü adınadır. Millet çıkarına olduğuna inandığı en aykırı fikri bile
tereddütsüz, zemin ve zaman kaydına tabi olmaksızın rahatça ifade edebilmeli;
yine inandığı biçimde re'yini izhar edebilmelidir.
Yasa koyucu bilmektedir ki: 'Hakimiyet Kayıtsız Şartsız
Milletindir'. Bu sebepten dolayı milletin vekillerinin, millet adına
görevlerini ifa ederken fikir, görüş, kanaat ve tekliflerini açıklamalarında
hiç bir kayda ve engellemeye ve sınırlamaya tabi tutulmamalıdır.
Ve yine Yasa koyucu bilmektedir ki: Meclis kararları
oluşurken sadece Genel Kurul'da değil, parti grupları, komisyonlar, Danışma
Kurulu, Başkanlık Divanı şeklinde yapılan çalışmaların katkısıyla olur. Bu
sebepten dolayı, bütün bu Meclis çalışmalarında da milletvekillerinin görüş,
fikir, kanaat ve tekliflerinin de her türlü tahdit ve engellemeden korunmuş olması
gereklidir.
Esasen, dünyanın; hukukuyla, ekonomisiyle,
teknolojisiyle, bilgi çağına uygun bilim anlayışıyla yeniden yapılanma
çabasında olduğu şu zamanda; 'Yasama Sorumsuzluğu'nun, kapsam itibariyle
gerilerde bırakılmış olması düşünülemez.
'Temsili Sistem'lerde aslolan: Millete ait temsil görev
ve sorumluluğunun alabildiğine hürriyet içerisinde kullanılabilmesidir.
C-2. Sorumsuzluk Ve Dokunulmazlık:
Bu iki müesseseyi birbirinden ayırmak gerekmektedir.
Esasen, gelişmiş Batı'lı hukuk sistemlerinde ve tabii 'Temsili Sistem'in
uygulandığı ülkelerde bu iki kurum ayrı mütalaa edilmiştir. Aynı şekilde bizim
hukukumuzda da bu iki kurum birbirinden ayrı düzenlenmiştir. Nitekim, 1961
Anayasasının 79/1 . maddesi ile 1982 Anayasasının 83/1. Maddesi ile 'Sorumsuzluk'
-parlâmenter sorumsuzluk- düzenlenmiştir. Aynı maddelerin 2. Fıkralarında ise
'Dokunulmazlık' ilkesi tanzim edilmiştir.
a. SORUMSUZLUK:
Sorumsuzluk, bir parlâmento üyesinin 'Parlamenter
Fonksiyonu' ifâ ederken, parlamentonun içinde ve dışındaki işlem ve
eylemlerinden dolayı sorumlu tutulmaması, herhangi bir kişi yada kurum
tarafından takibata uğramamasıdır. 'Parlamenter Fonksiyon' kavramı özellikle
kullanılmaktadır. Zira, bundan maksat, yalnız 'Yasama Sorumsuzluğu' değil, aynı
zamanda 'Denetim' faaliyetlerinin de 'Sorumsuzluğu' dur.
Parlamenter-Demokratik sistemlerde, parlamentoların iki
esas işlevi-fonksiyonu- vardır: 1 ) Yasa yapma; 2) İcra organını denetleme..
Parlâmenter fonksiyonun eksiksiz yerine
getirilebilmesinin yegane şartı, hiç şüphesiz, 'Sorumsuzluk'tur. Hem yasa
yapmada, hem de denetimde... Bu hürriyetin kuşkusuz iki yönü vardır:
(1) Parlamenter'in kişisel hürriyeti. Parlamenter, ancak
böyle bir sınırsız hürriyet sebebiyledir ki, parlamenter işlevini yerine
getirirken isteğini söyleyebilir, istediği yasa teklifini verebilir; denetimde
istediği denetim yolunu kullanabilir. Ancak ifade etmek gerekir ki: 'KİŞİSEL'
gibi görünen 'Sorumsuzluk' aslında milli iradeye tanınmış sınırsız hürriyettir.
Milli iradenin temel kaynağı olan milletin, kendisine böyle bir hürriyeti,
eylem ve işlemlerden sorumsuzluğu tanıması kadar tabii bir tasarruf olamaz.
Zira; 'Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir'.
(2) Parlâmentonun kollektif hürriyeti. Bu hürriyet O'na,
bağımsız davranma imkânını verir. Esasen, bir ülke parlamentosunun, kendi
dışında kalan kişi ve kurumların takip, tehdid ve insiyatifine tabi olmasının
demokratik ve hukuki izahı olamaz.
Hukukta her hürriyetin, yada 'Sınırsız Hürriyet' anlamına
gelen 'Sorumsuzluğun' da bir 'Kapsamı' olmalıdır. Meselenin bu tarafına
baktığımızda:
a.l. SORUMSUZLUĞUN KAPSAMI
(1) SORUMSUZLUĞUN KİŞİLER BAKIMINDAN ŞÜMULÜ:
Parlamento'da hizmet veren her insanın 'Sorumsuz'luğundan
elbet te söz edilemez. Zira, 'Sorumsuz'luğun kaynağı 'Milli İrade' ve sebebi
ise 'Parlamenter Fonksiyon'dur. O halde, böyle bir hudutsuz hürriyetten
yararlanabilmenin mutlak şartı: Temsili sistemde milleti temsil etmek ve
parlamenter olmak.
Vakı'a, bizim hukukumuzda, parlâmenter olmadığı halde
'Sorumsuzluk' ilkesinden yararlanabilen bir istisnâ vardır: Dışardan atanan
bakanlar kurulu üyesi. Bu husus , 1982 Anayasanın 112/4 maddesiyle özel olarak
düzenlenmiştir.
Ağırlıklı olarak Fransız hukukunda, bazı diğer Batı'lı
ülke hukuklarında: Bakanlar, komisyona davet edilmiş bürokratlar, ifadesine
başvurulan tanıklar dahi beyanlarından dolayı sorumsuzdurlar. Böyle bir
düzenlemenin, parlâmentonun işlevini yerine getirmesine yardım edeceği
kuşkusuzdur. Özellikle, 'Denetim' yollarının kullanılması esnasında bilgisine
başvurulacak olan ilgililerin böyle bir 'Sorumsuzluk' te'minatı na sahip
olmaları, bu teminatı bilerek hizmete katkıda bulunmaları daha kolay olur.
(2) SORUMSUZLUĞUN 'YER' BAKIMINDAN ŞÜMULÜ:
Bazı ülke Anayasalarında, 'Parlamenter Sorumsuzluk' için
yer belirtilmemiş; bu anayasalar, sorumsuzluğun hudutlarını belirlerken, 'Teşri
Görev'le ilgili fiilleri göz önünde bulundurmayı yeterli görmüştür.
Temsili sistemini geliştirmiş,
medeni ülkeler içerisinde layık olduğu yeri yakalamış 'Demokratik-Parlamenter
Sistem'e sadık hemen her ülke, 'Parlamenter Sorumsuzluk İlkesi'nin önündeki her
pürüzü temizleyerek, sınırsız hürriyeti te'minat altına almıştır.
Bizim hukukumuzdaki gelişmeler de bu istikamette
olmuştur. Mesela 1876 tarihli Kanuni Esasi'nin konuyla ilgili 47. Maddesinde
..Meclisin Müzakeresi Esnasında...' denilmişken; 1924 Anayasanın 17. Maddesinde
'Hiçbir Meb'us Meclis Dahilindeki Re'y ve Mütalaasından.. ' denilmek suretiyle,
şümul, yer bakımından kısmen genişletilmek istenilmiştir.
Halbuki, birbirinin hemen-hemen benzeri olan 1961
Anayasasının 79/1. maddesi ile, 1982 Anayasanın 83/1. Maddesi, '...Meclis
Çalışmaları...' esasını getirmek suretiyle yer tahdidini
kaldırmıştır.
Filhakika, 1924 Anayasasının 17. Maddesinde 'Meclis
Dahilinde' denilmek suretiyle: Parlamentonun tüm bölümlerindeki 'Parlamenter.
Faaliyet' sorumsuzluk te'minatına alınmıştır.
Tabii, 1961 ve 1982 Anayasaları haklı olarak, daha da
isabetli '..Meclis Çalışmaları..' sınırsızlığını 'yer bir düzenlemeyle,
bakımından- anayasal hüküm haline getirmiştir.
Hiç şüphesiz, '...Meclis Çalışmaları...' şümulü, 1924
Anayasasında mevcut '.. 'Meclis Dahilindeki.. ' deyiminin şümulünü içermekte ve
onu aşmaktadır.
Buna göre parlâmentere, meclis çalışmaların
tam bir hürriyet içerisinde yapabilme imkanı tanınmıştır.
Doktrin, Yargı Kararları ve Hukuki düzenlemeler de bu görüşleri
te'yid etmektedir:
a.2. DOKTRİN :
Doktrinde netleşmiş görüşe göre: Sorumsuzluk, yer
bakımından iki kısımda incelenmektedir.
(1) MECLİS İÇİ ÇALIŞMALARI:
Yine genel kabule göre; kürsü, genel kurul salonu,
komisyon salonları, Siyasî partilerin grup toplantı salonları; hatta diğer
müştemilat...
Komisyonsuz, Grupsuz bir Parlamento'nun düşünülmesi
mümkün olamaz. Özellikle de 'Demokratik-Parlamenter' sistemlerde... Esasen, hem
komisyonlara tahsis edilmiş bulunan mekânlar, hem de Siyasî parti gruplarına tahsis
edilmiş mekânlar 'Meclis Dahilinde' bulunmaktadır. Siyasî parti gruplarının,
daimi veya muvakkat komisyonların katkılarının bulunmadığı bir 'Meclis
Çalışması'ndan elbet de söz edilemez.
Nitekim, Milli Eğitim eski Bakanlarından, Cumhuriyet
Senatosu Anayasa ve Adalet Komisyonu sabık Başkanlarından Sayın Prof. Dr. Safa
Reisoğlu'nun, suretini ekte sunduğum makalesinde aynen şöyle denilmektedir:
'...Meclis çalışmalarının kapsamına milletvekillerinin parlamenter görevleriyle
bağlantılı olarak yaptıkları çalışmalar girer. böylece, milletvekilleri, meclis
genel kurulunda, komisyonlarda, başkanlık divanında, danışma kurulunda ve Parti
Gruplarında kullandıkları oylardan, yaptıkları konuşmalardan, ifade ettikleri
düşüncelerden sorumlu tutulamazlar... ' Milliyet Gazetesi. 27.10.1992 ) (EK:
Bölüm IV, No:25)
(2) MECLİS DIŞI ÇALIŞMALARI:
1961 VE 1982 Anayasalarının '...Meclis Dahilinde...'
kavramını terkedip, '....Meclis Çalışmaları...' noktasına gelmiş olmaları da
göstermektedir ki: Parlamenter faaliyet, -Grupları, Komisyonları içerse de-
'Meclis Dahili' işlevlerle beklenilen gayeyi gerçekleştiremez.
Nitekim, Millet Meclisi İçtüzüğünün 103. Maddesi, özel
komisyonların 'Ankara dışında da çalışabileceği...' hükmünü getirmiştir.
Millet Meclisi İnsan Hakları Komisyonun zaman-zaman ülke
dışına çıkarak 'Parlamenter Fonksiyon' ifa ettiği bilinmektedir.
Uluslararası toplantılara katılan milletvekillerimizin de
'Parlamenter Fonksiyon' ifa ettiği şüphesizdir.
Çeşitli vesilelerle, meselâ kutlama, bayram... gibi
sebeplerle parlamentoyu temsilen yurtiçinde yapılan seyahatlarda da
parlamentoyu temsil görevi ve parlamenter işlev ifa edilmektedir.
a. 3. Yargı Kararları :
Parlamenter faaliyetin, yalnız 'Kürsü', 'Genelkurul'
çalışmalarından ibaret olmadığı; Siyasî Partilerin Grup Çalışmalarıyla, Daimi
ve geçici komisyon çalışmalarının da 'Meclis Çalışmaları'ndan ma'dut bulunduğu
Anayasa Mahkemesince de kabul edilmektedir.
Prof. Dr. Erdoğan Teziç'in, 'Türk Parlamento Hukukunun
Kaynakları ve İlgili Anayasa Mahkemesi Kararları' isimli 1980 basımı eserinin
119. sayfasında belirttiği 2.3.1965 tarih ve 1964/19 E. 1965/11 K. Sayılı
Anayasa Mahkemesi kararında aynen şöyle denilmektedir: '...Anayasa ve içtüzük
hükümlerine göre meclislerdeki Siyasî Parti Grupları, içinde bulundukları
meclislerin çalışmaları ile ilgili faaliyetlerde bulunmak üzere kurulmuş
teşekküller olup, meclisler dışında bir parti grubunun varlığı düşünülemez...'
Bu karar çok açık biçimde göstermektedir ki: Siyasî
partilerin guruplarındaki faaliyetleri 'Parlamenter Faaliyettir'. Ve bu
faaliyet de 'Sorumsuzluk Teminatı' altındadır.
1982 Anayasasının 15 3/6 .maddesinde belirtilen: 'Anayasa
Mahkemesi Kararları'nın 'Yasama, Yürütme ve yargı organları...' dahil tüm kişi
ve kurumları bağlayacağı hükmü tartışmasızdır. O halde: Kürsüde, Genel kurulda,
Komisyonlarda ve Siyasî Partilerin Grup toplantılarında, hattâ müştemilatta
serdedilen ' Söz ', 'Oy' ve 'Düşünce'; 'Sorumsuzluk Teminatı' altındadır.
a. 4. Hukuki Düzenlemeler:
Temsili sistemin hakim olduğu ülkelerde, parlamentoların
çalışmaları, hiç şüphesiz, hukuki düzenlemelerle yürütülür. Genelde
'İçtüzük'lerle yapılır bu düzenlemeler.
Hiç şüphesiz, bir 'Meclis İçtüzüğü' Meclisle ve Meclis
çalışmalarıyla alakalı kurum ve kuruluşlarla meşguldür. Meclis dışı kişi, kurum
ve kuruluşların faaliyetini tanzimi mümkün değildir. Böyle bir örnek de yoktur.
Dünya ülkelerinde olduğu gibi bizim ülkemizde de 'Meclis
İçtüzüğü', meclisin rükünlerinin, kurumlarının faaliyetlerini tanzim
etmektedir. Meclis'le ve Meclis çalışmalarıyla alakalı olmayan herhangi bir
kurumu, kendi içtüzüğü ile düzenlemeye kalkışan bir meclis düşünülemez.
O halde, Anayasalarda, özellikle de İçtüzük de zikredilen
kurum ve kuruluşların faaliyetleri 'meclis faaliyyeti'nden maduttur. Örnek
olmak üzere birkaç tanesini zikredecek olursak:
(1) Anayasanın ( 1982) 68/2. Maddesinde: 'Siyasî
partiler, demokratik Siyasî hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. ' denildiğine
göre; bir Siyasî partiyi ve onun grup faaliyetlerini demokratik-parlamenter
hayattan dışlamak mümkün olamaz.
(2) Aynı yasanın 94-2. maddesinde de Siyasî parti
gruplarının TBMM Başkanlık Divanın oluşumuna katılacağından söz edilmektedir.
(3) Yine aynı Anayasanın 95/2.maddesinde '...İçtüzük
hükümleri Siyasî parti guruplarının, Meclis'in bütün faaliyetlerine üye sayısı
oranında katılmalarını sağlayacak yolda düzenlenir. ' denilmektedir.
(4) 1982 Anayasasının 100/4.maddesinde: 'Meclis'teki
Siyasî parti gruplarında, Meclis soruşturmasıyla ilgili görüşme yapılamaz,
karar alınamaz...' denildiğine göre, mefhum-u muhalifinden hareketle şu anlaşılmaktadır:
Benzer bir-iki istisna dışında TBMM'nin bütün faaliyetleriyle ilgili olarak
Siyasî parti gruplarında müzakereler yapılır ve kararlar alınır.
Esasen, Siyasî partilerin gruplarında görüşülmemiş,
tartışılmamış bir kanun tasarısı (takınılacak tavır açısından); hazırlanacak ve
savunulacak bir kanun teklifi ya da denetim yollarından birinin kullanılması
düşünülemez. Hemen hepsinde, Siyasî parti gruplarının etkisi ve katkısı vardır.
(5) 1982 Anayasasının 162/2. Maddesindeki düzenleme, Plan
Bütçe Komisyonunun teşekkül tarzını ve Siyasî parti gruplarını
vazgeçilmezliğini vurgulamaktadır.
(6) TBMM İçtüzüğünün hemen her maddesinde siyasî parti
gruplarını şu veya bu şekilde atıfta bulunulmakta; Meclis çalışmalarını, âdeta
Siyasî parti gruplarının faaliyetleri oluşturmaktadır.
İçtüzüğün ll. maddesi Siyasî Parti gruplarının, TBMM
Başkanlık Divanının teşekkülüne katılım biçimlerini belirlemektedir.
(7) Siyasî partilerin grup kurabilme şartları İçtüzüğün
18. Maddesiyle belirlenmiştir. Hatta, her Siyasî parti grubunun kendi 'İç
Yönetmeliği'nin, Siyasî parti gruplarınca Meclis Başkanlığına vermesi yükümlüğü
getirilmiştir.
(8) Millet Meclisi Danışma Kurulunun teşekkül tarzı ve
işlevi İçtüzüğün 19. maddesiyle düzenlenirken de yine Siyasî parti gruplarına
önem verilmiştir.
(9) Meclis müzâkerâtında, Siyasî parti gruplarına öncelik
tanınmış olması da göstermektedir ki; Siyasî parti grupları ve grup
faaliyetleri Meclis'in dışında telakki olunamaz.
(10) İçtüzüğün 107.maddesinde, denetim yollarında en
etkilisi olan Gensoru'nun verilmesinde -yazımda- Siyasî parti gruplarına
öncelik tanınmış olması da grup faaliyetlerinin yerini açıkça göstermektedir.
(11) İçtüzüğün 143. maddesindeki düzenlemeye göre:
'Millet Meclisi eski üyeleri... Genel Kurul ve Parti Grup toplantılarına...'
katılamazlar Bu hüküme göre, tüzük yapıcı, Meclis Genel Kurulundaki faaliyet
ile Parti grubundaki faaliyeti eşdeğer nitelikte görmüştür.
(12) Emniyet tedbirlerini düzenleyen İçtüzüğün 140.
maddesinde de, Millet Meclisine ait bina, sair müştemilat aynı nitelikte
mütalaa olunmuştur.
Bütün bu isbat edilmiş hususlardan da anlaşılmaktadır ki:
Sorumsuzluk 'Yer' bakımından kısıtlı ya da mahdut değildir.
a.5. Sorumsuzluğun Fiil Bakımından Şümulü:
Sorumsuzluğun 'kişiler', 'yer' bakımından sorumsuzluğunun
izahından sonra, bir de 'fiiller' bakımından 'şümulü' ne gözatacak olursak:
Hangi fiillerin' Parlamenter Sorumluluk ' şümulüne girdiğini birer birer
saymanın mümkün olmadığı anlaşılacaktır. Belki bir kaç örnekle, meseleye ışık
tutmak mümkün olabilir.
Hiç şüphesiz, bunun ölçütü de yine 'Parlamenter
Fonksiyon' olacaktır. Buna göre; Parlâmentoda ileri sürülen görüşler, yapılan
konuşmalar, kanun önerileri, araştırma, genel görüşme, gensoru, soru
önergeleri... gibi yasama ve denetim faaliyetleriyle bunlara benzer fiiller
örnek olarak zikredilebilir.
a.6. Sorumsuzluğun Neticeleri
Her hükmün mutlaka bir veya birden fazla da neticesi
vardır. Sorumsuzluğun da bir takım neticelere vabeste olması muhakkaktır.
Doktrinde özetlendiğine göre, 'sorumsuzluk'un üç neticesi
vardır:
(1) Sorumsuzluk Mutlaktır:
Bir meclis üyesi, yasama faaliyetini yürütürken bu
faaliyetle ilgili fiillerinden cezayı müstelzim suç hasıl olsa dahi takibata
tabi tutulamaz, tecziye edilemez. Mutlak bir muafiyet bahse konudur.
Çünkü; Anayasa'nın 83. maddesine göre sorumsuzluk
kapsamına giren bir fiil milletvekili için suç olmadığından yargı organının
görev ve yetki alanı dışında kalır.
Bu duruma yargı organının müdahalesi hem kanunsuz bir
eylem, hem yetki tecavüzü hem de Anayasa ihlali manasına gelir.
Zira Anayasa'nın 6. maddesine göre 'Hiç kimse veya organ
kaynağını Anayasa'dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz'
Yine Anayasa'nın 11. maddesine göre; 'Anayasa hükümleri,
yasama, yürütme ve yargı organlarını' ...bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
Milletvekili sorumsuzluğu bir Anayasa hükmüdür. (md.83).
Bu hükmü kaale almamak veya hangi mülahaza ile olursa olsun bu açık hükme
aykırı bir tutum ve davranışta bulunmak Anayasa ihlali demek olur.
(2) Sorumsuzluk Daimidir:
Yasama sorumsuzluğunun 'daimi' oluşu, milletvekilinin
bağımsızlığı, milli iradenin tam tecellisi için kaçılmazdır. Daimilik sebebiyle
milletvekilleri, hem milletvekillikleri devam ettiği sürece, hem de süre
bitiminden sonra sorumsuzluk te'minatından yararlanmaya devam ederler. Hem
filhal, hem de gelecekte 'sorumsuzluğa' sahip temsilci bağımsız davranma
imkanını elde etmiş olur; böyle bir te'minat da millete hizmet imkanı verir.
(3) Sorumsuzluk Kamu Düzenindendir:
Sorumsuzluk, 'Bağlı Parlamenter Fonksiyona' bir imtiyaz
olduğu için ve milli iradenin tam temsilini sağlamaya yönelik bulunduğundan
dolayıdır ki parlamento üyesi bu imtiyazdan ferağat edemez. Bu imtiyazı
kullanmayacağına dair hiç bir taahhütte bulunamaz. Sorumsuzluk teminatı,
yargılamanın her safhasında ileri sürülebilir, mahkemelerce de re'sen nazara
alınmak lazım gelir.
b. Yasama Dokunulmazlığı:
'Dokunulmazlık', Anayasalarımızdaki ilk ifâdesiyle
'Teşrii masuniyet' parlamenter faaliyetin bir başka güvencesidir. 1982
Anayasasında hüküm şudur:
'Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen
bir milletvekili, Meclisin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez,
tutuklanamaz yargılanamaz.... ' (Anayasa Md. 83/2)
Çok açık biçimde anlaşılmaktadır ki, 'dokunulmazlık'
ancak üyenin mensubu bulunduğu Meclisçe kaldırılabilir. Burada da aslolan
'dokunulmazlık güvencesi'nin dönem sonuna kadar devam ettirilmesidir.
Esasen, Anayasanın 83/2 fıkrası bahse konu edildiğinde
aynı Anayasanın 'başlangıç' bölümünün 4. fıkrasındaki şu hükmüde dikkate almak
gerekir. Mezkur hükme göre: 'Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında
üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin
kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği
olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa'da ve kanunlarda bulunduğu; ' Çok açık ifâde
edilmektedir ki: 'üstünlük ancak Anayasa ve kanunlarda'dır.
O halde, 'Kuvvetler Ayrımı' gereği her organ kendi yetki
sınırları içerisinde işlevini yerine getirecektir.
Üyeleri yargılama hakkı (Sorumsuzluk dışında kalan
fiiller için) elbette mahkemelerindir. Ancak, 'dokunulmazlık' güvencesi devam
ettiği sürece mahkemelerin bu hakkı da dondurulmuş olur. Buna rağmen sorgulama,
yargılama teşebbüsleri hem Anayasal düzenlemelere uygun düşmez, hem de
kuvvetler arası yetki tecavüzü bahse konu hale gelir.
Yasama organının, İcra organının; ya da bunlardan birinin
yargıya doğrudan veya dolaylı müdahalesi nasıl Anayasal aykırılığı oluşturursa;
mahkemelerinde, kendi yetkileri dışında kalan organların sorumluluk sahasına
girmesi o şekilde Anayasal aykırılığı doğurur.
Kaldıki, Anayasanın 6, 7, 8 ve 9. maddeleri, kuvvetleri
ve bunların yetki alanlarını açık biçimde tâdad ve tahdid etmiştir.
O halde, 'dokunulmazlık güvencesi' gündeme geldiğinde
Anayasanın Başlangıç bölümünü, 6, 7, 8, 9 ve 83. Maddelerini birlikte düşünmek
gerekir.
Zira, 'meşrû Devlet yetkisi' nin yegâne kaynağı 'Anayasa'
dır. (Anayasa Md. 6/2)
Sayın Prof. Dr. Süheyl Batum, 'Dokunulmazlık...' başlıklı
makalesinde şu görüşlere yer vermektedir. 'Yasama dokunulmazlığı, genel olarak
'bir zırh', 'Bir dokunulmazlık statüsü' görünümündedir. Bu zırh içinde,
Milletvekili kendi meclisinin izni ve bu yönde bir kararı olmaksızın tutulamaz,
yakalanamaz,. soruşturulamaz, yargılanamaz, adli takibata ya da yargılama
işlemlerine konu olamaz. Ve bu zırhın nedeni de,. yasama meclisi üyesinin
iktidarın baskısından olası komplolarından ve yıldırma yöntemlerinden
korunmasıdır. (... ) Üyeyi bir baskı,. komplo, iktidar çoğunluğundan gelecek,
bir tehdit, yada değişik sindirme yöntemleri karşısında korumak ve görevini
gereği gibi yapmasını sağlamaktır... ' (Prof. Dr. S. Batum Milliyet 13.2.1997)
(Ek: Bölüm IV, No:26)
Yine Sayın Prof. Dr. Bahri Savcı da 'Boşuna tartışma:
Parlamenterliğin sona ermesi' başlıklı makalesinde:
'Doğrudan halk seçiminden gelerek, ulusal egemenliğin
belirdiği ve merkezleştiği temsilcidir, milletvekili... Onun, ayrıcalıkları
-korunmuşlukları-dokunulmazlıkları vardır. Bunlar rakipleri, özellikle, resmi
otoriteler tarafından, siyasal amaçlarla rahatsız edilmeden, bir tasalluta
uğramadan, yaşamın maddi yüklerinden ve sorunlarından kurtulmuş (azade) olarak,
parlamenterlik işlerini, huzur ve güvenlik içinde görebilmeleri içindir;
siyasal amaçlı olarak elkonulma tutulma yakalanma hapsedilme, olasılıklarından
uzak bulundurmak içindir. Milletvekili, böyle bir statü içinde, ulus kadar
özgür çalışabilmelidir. '
'Yasal korunmuşluk: (Teşrii masuniyet) Buna göre de
parlamenter 'Cürm-ü meşhud-u cinaî' (cinayet işleme anı) dışında, kendisine
suçluluk yöneltilmesi (isnadı) ile hot be hot, adliye ve yargı yöntemlerine
uğratılamaz; üyesi olduğu parlamentoca, yöntemine göre dokunulmazlığı
kaldırılmadıkça, yakalanamaz, tutulamaz, tevkif edilemez, muhakeme edilemez,
kendisine hüküm giydirilemez; kendisine, bu hükmün gerekleri uygulanamaz.
Koğuşturulabilmesi için önce, ayrıcalık ve korunmuşluklarından soyundurulmuş
olması gerekir. Doktrin böyle der'.
'Dokunulmazlığın kaldırılarak milletvekilinin
'düşürülmesi' kurumunun yanına, işe Meclis'i karıştırmadan, onun
dokunulmazlığının kaldırılması kararına gerek duymadan ve Meclis'in, ayrıca bir
değerlendirmesine de olanak vermeden, doğrudan Anayasa Mahkemesi'nce
hükmedilmek üzere, bir de üyeliğin sona ermişliği kurumu da getiriyor!'
değerlendirmesini yaptıktan sonra şu tesbiti yapıyor:
'Ederlerse ne mi olur' Hukuk ve gerçekler dünyamızda kaos
olur' (Prof. Dr. Bahri Savcı, Cumhuriyet 5.10.1993) (EK: Bölüm IV, No:27)
Netice olarak görülmektedirki: 'Sorumsuz1uk' ve
'dokunu1mazlık' milli iradenin eksiksiz temsili için zaruri birer güvencedir,
aslâ vazgeçilemez ve asla ihlal edilemez.
Zira, aksi halde, Anayasa'nın temel esası olan 'kuvvetler
ayrımı' prensibi ortadan kalkar, Milli iradenin TBMM'de tecelli ettirdiği
aritmetiğin, milli irade dışında herhangi bir yol veya sebeple
değiştirilebilmesi imkanı doğar ki, bu durumun Demokrasinin temel esaslarıyla bağdaşması
mümkün değildir.
Nitekim, Sayın Başsavcı'nın, Refah Partisi Genel Başkanı
Necmettin Erbakan'a izafe ederek iddianamesinin 9. sayfasına dercettiği Grup
Genel Kurulu konuşması ile ilgili olarak Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi
Savcılığının, Anayasa'nın bu temel esaslarına aykırı olarak, hazırlayıp TBMM'ye
gönderdiği bir fezleke; TBMM Başkanlığınca ilgili savcılığa iade edilirken şu
görüşlere yer verilmiştir:
'Bizim Anayasalarımız, paralel olarak mutlak oy'un ve
beyanın sınırsız düzenlemiştir. Fransız Anayasa geleneğine dokunulmazlığı
kullanılan muhtevasına bakmaksızın,
İkinci husus, mutlak dokunulmazlık, parlamento üyesinin
şahsına tanınan bir hak ve imtiyaz değildir.
Bu müessese, görülen görevin fonksiyonuna bağlıdır. Bu
dokunulmazlık, genel ve süreklidir. Sıfatın kalkmasından sonra da devam eder.
Milletvekili bu kurumdan feragat edemez. Çünkü ortada vazgeçilecek bir hak söz
konusu değildir. Fonksiyonun getirdiği bir cezasızlık hali söz konusudur.'
'Mutlak dokunulmazlık için Anayasanın getirdiği sınırlar
83. Maddede yazılıdır. Bu metne göre Meclis çalışmaları içinde oy, söz ve
düşünce biçiminde açıklanan her eylem mutlak dokunulmazlık sınırları içindedir.
Mutlak sorumsuzluğun, yüce Meclis tarafından kaldırılması da mümkün değildir. '
'Yüce Meclis'in Anayasayı değiştirmedikçe muktedir
olmadığı bir konuda elbette yargı yolu da kapalıdır. İstisna açıkça
yazılmadıkça, kaide mutlak sayılır. '
'Bir Sayın Milletvekilinin Partisinin Meclis Grubu'nda
yaptığı konuşmadan ötürü ceza takibatı yapılması Anayasa tarafından
yasaklanmıştır. Parlamento'nun varlığı ve işlevi nedeni ile konulan bu yasak,
demokrasinin vazgeçilmez güvencesidir. ' (TBMM Başkanlığının 20.08.1994 tarihli
yazısı) (EK: Bölüm IV, No:28).
C-3. Bu Dava İle, Yürütme Organı Üyesi Olan Başbakan veya
Bakanların Yargılanmaları yolunun Açılması Anayasaya Aykırıdır.
İddianamenin 10. sahifesinin 5. Paragrafında Sayın
Başsavcı, Başbakan Necmettin Erbakan'ın bazı Diyanet İşleri Başkanlığı mensubu
ile İlahiyat Fakültesi mensubuna verdiği iftar yemeğini ileri sürerek suçlamak
istemiş, Başbakanın emsali çok ve gayet doğal davranışını hiç ilgisi olmadığı
halde 'Lâikliği ihlal' iddiasına mesned yapmak istemiştir.
İddianâmeden de anlaşılacağı üzere bu iftar yemeği,
Türkiye'de ve dünyada emsali çok ikramlardan biridir ve Başbakan tarafından
verilmiştir.
Başbakanın bu davranışında, hukuka hiçbir ayrılık yoktur.
'Muhali farz' ile varsayalımki 'hukuka aykırıdır.' Bu halde dahi Başbakan'lar
ve hükümetin diğer üyeleri 'ceffel-kalem' sorgulanamaz.
Anayasanın 100. Maddesi maksatsız düzenlenmiş değildir.
Meclisin diğer denetim yollarından farklı düzenlemelere
tabi tutulmuş; olabildiğince zorlaştırılmıştır. Anayasa yapıcı, hükümet
üyelerini 100. Madde yoluyla bir kerre daha güvence altına almak istemiştir.
Nitekim mezkur maddenin müzakeresi esnasında, komisyon
sözcüsü Sayın Prof. Dr. Kemal Dal: 'Bir hükümetin üyelerini, yaptıkları görev
dolayısıyle, bulundukları mevki dolayısıyla, olur - olmaz ithamlardan korumak
gerekir. Bu, ülkenin iyi yönetimi bakımından da gereklidir.' Gerekçesini ortaya
koymuştur. (Danışma Mec. B 140 Otu.l. 1.9.1982 Ek:Bölüm IV, No.29)
Yine aynı maddenin müzakeresi esnasında Anayasa Komisyonu
Başkanı Sayın Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı şu haklı gerekçeyi serdetmiştir:
'Meclis soruşturması bilindiği gibi Başbakan veyahut Bakanlar aleyhine
açılabilir. Meclis soruşturması açılıp Mecliste karara bağlandıktan sonra, eğer
herhangi bir tahkikat yahut Yüce Divana sevk kararı verilmezse, bu karar
kesindir. Halbuki bir mukayese yaparsak, mesela; yasama dokulmazlığı konusunda
verilecek bir karar, sadece 0 seçim devresi içindir.
Şimdi burada, niçin bir Bakanın görevi sırasında işlediği
iddia olunan bir suçtan dolayı ceza mahkemesine verilebilmesi yahut Yüce Divana
verilebilmesi için bir Meclis soruşturması açılıyor'.. Bunun amacı Bakanı
himaye etmektir. Yani Bakanın görevi sırasında bazı suçlar işleyebileceğini
kabul etmesi ve Meclisinin bunu takdir ederek Bakan hakkında soruşturma
yapmamaya karar vermesidir ve bu karar da dediğim gibi kesindir. Bakanlıktan
ayrıldıktan sonra hakkında, Mecliste tahkikat yapılan ve soruşturmaya mahal
olmadığına karar verilen Bakan hakkında tekrar savcılık bir tahkikat açamaz.
Bunun bilinmesi lazımdır. ' (Danışma Mec. B: 150. O: 4 13.9.1982) (EK: Bölüm
IV, No:30).
Yukarda arz ve izah olunduğu üzere, Anayasanın 100.
Maddesinin gereği yerine getirilmeden bir Başbakanın yada bakanın hangi
mülahaza ile olursa olsun sorguya çekilmesi, yargılanması, itham edilmesi hem
Anayasanın anılan maddesine, hem de 'Kuvvet1er ayırımı' ilkesine aykırı düşer.
Netice şu ki: Çok partili demokratik parlamenter sistemi
kurallarına uygun çalıştırmak; milli iradenin tezahürünü ve kuvvetler ayrımı
prensibini korumak için millet adına düşünülmüş ve verilmiş bulunan
'Parlamenter Sorumsuzluk' ve 'Yasama Dokunulmazlığı' gibi kurumların
işlerliğini eksiksiz sağlamak Anayasa'nın 83. ve 100. maddelerinin amir
hükmüdür.
V. Bölüm - Ek Dosyanın Partimizle ve Gerçekle İlgisi
Yoktur.
İşbu dava açıldıktan bir süre sonra Sn. Başsavcı 7.7.1997
gün ve 1997/432 Sayılı tezkeresine ekli olarak ve bu dava ile ilgilendirmek
isteyerek Yüksek Mahkemeye 111 sahifeden oluşan bir fotokopi derlemesi
göndermiştir.
Bu fotokopiler esas dava ile ilgili cevap süresi içinde
cevaplandırılmak üzere Yüksek Mahkeme tarafından Partimize tebliğ edilmiş, daha
ayrıntılı bir cevap için talep ettiğimiz ek süre Yüksek Mahkemece kabul
edilmemiştir. Dolayısiyle daha ayrıntılı cevap için çalışmalarımız bir yandan
devam etmektedir.
Bu çalışmalarımız tamamlandığında daha ayrıntılı cevap
verme hakkımızı mahfuz tutuyoruz-
Bununla beraber aşağıda zikrettiğimiz açıklamalarımız ve
bu açıklamalarımızla ilgili sunduğumuz belgeler bu dosyadaki fotokopilerin ne
partimizle, ne dava ile ve nede gerçekle bir ilgisi olmadığını ve bunların
hiçbir iddiaya mesnet teşkil edecek herhangi bir delil niteliğinin de
bulunmadığını açıkça göstermek için yeterlidir.
A- Birinci Kısım: Bu dosya muhteviyatının bu dava ile
uzaktan yakından bir ilgisi yoktur
1. Bu dosyadaki fotokopilerin kimler tarafından ne
şekilde tanzim edildiği belli değildir.
2. Fotokopiler delil olamazlar.
3. Bu fotokopilerin muhtevasının ne olduğu aşağıdaki
kısımda özetlenmiştir. Bu muhtevanın bu davadaki isnatla uzaktan yakından bir
ilgisi yoktur.
B- İkinci Kısım: bu fotokopilerin gerçekle de bir ilgisi
yoktur.
Ek dosya içindeki münderecat incelendiğinde aşağıdaki
hususlar açıkça görülmektedir.
111 sahifeden oluşan bu münderecatın takriben 80
sahifesinin velev ki tutarsız olsun Refah Partisi'ne bir isnatla uzaktan
yakından ilgisi yoktur. Bu 80 sayfalık kısım bir takım uçak biletlerinden,
yabancı bir ülkede yapılan toplantıda bir takım yabancıların yaptığı
konuşmalara dair bölümlerden söz etmektedir.
Geriye kalan fotokopi sahifeleri ise iki konuya teallük
etmektedir.
l. RP.ne Libya'daki bir cemiyetin güya parasal yardımda
bulunduğuna dair yazılar
2. RP.Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın yabancı
ülkelerde yabancı bazı kişi ve kuruluşlarla yaptığı iddia edilen temaslar.
Bunların hiçbirisinin gerçekle bir ilgisi yoktur. Şöyle
ki;
Refah Partisi'ne bir cemiyetin güya parasal yardımda
bulunduğuna dair fotokopilerin gerçekle hiç bir ilgisi yoktur.
l. Bu gerçek dışı isnad yıllarca önce bir köşe yazarı
tarafından ortaya atılmıştır.
2. Bu art maksatlı yayın üzerine Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığınca soruşturma açılmış ve bu iddia bütün yönleriyle incelenmiştir.
Bu incelemede bu konu ile ilgili gösterilmek üzere ismi geçen Beşir Darçın o
tarihlerde Ankara C. Başsavcılığına ifade vermiş. İsnadın asılsız olduğunu
delilleriyle ortaya koymuştur.
Bu incelemelerde, fotokopilerdeki imzanın Beşir Darçın'a
ait olmadığı tesbit edilmiş ve yine bu yayını yapan kimse verdiği ifadesinde
kendisine gönderilen fotokopinin kim tarafından nasıl hazırlandığı hakkında bir
bilgisi olmadığını belirtmiştir.
Yapılan tahkikat sonucunda hem Beşir Darçın, hem de
Necmettin Erbakan hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı 22.09.1995 tarih ve
Basın Hz. 1994/144, Basın. K. 1995/437 sayılı takipsizlik kararını vermiştir.
(Ek: Bölüm V, No. 1)
3. Refah Partisi'nin herhangi bir yabancı kuruluştan
yardım aldığının iddia edilebilmesi için parti yetkilisi muhasebecisinin
imzasını ihtiva eden bir belgenin olması, böyle bir yardımın parti muhasebesine
intikal ettiğinin kayıtlarda görülmesi zorunluluğu vardır.
Bunlar olmadığına göre bu kabil hayali isnatlar sadece
Siyasî maksatlı propagandalardan ibaret gerçek dışı iddialardır.
4. Adı geçen yayın üzerine konuyu TBMM'de Refah
Partisi'nin mal varlığının araştırılması için kurulan komisyonda aylarca
araştırmış bu araştırmalardan sonra vaki bir soru üzerine Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığına, Komisyon Başkanının cevaben yazdığı bir tezkerede:
'araştırmalar esnasında Refah Partisi'nin Libya'dan mali yardım aldığına dair
hukuki delil teşkil edecek bir belge bulunmamaktadır' cevabı verilmiştir. (Ek:
Bölüm V, No.2)
5. Ve yine basında yapılan bu maksatlı yayın üzerine, o
tarihte Refah Partisi Genel Sekreterinin imzasının muhtevi yazıyla, haberde adı
geçen Libya'daki Uluslararası Cemiyete başvurmuş, gelen yazıda cemiyetin bu
BM'e üye bir hayır cemiyeti olduğu, hiçbir Siyasî faaliyetle ilgilenmediği, bu
sebeple Refah Partisi'ne herhangi bir yardım yapılmadığı, hangi ülkede olursa
olsun herhangi bir Siyasî partiye maddi yardım yapılmasının söz konusu olmadığı
açıkça ifade edilmiştir. Bu gerçekleri gösteren belgeler Ek'te sunulmuştur. (RP
Genel Sekreterinin Yazısı, Ek: Bölüm V, No.3) (Adı geçen cemiyetin cevabi
yazısı, Ek: Bölüm V, No.4)
6. Anayasa ve 2820 Sayılı Siyasî Partiler kanununa göre
Siyasî Partilerin mali denetimi Anayasa Mahkemesi tarafından yapılar. Bütün
partilerin olduğu gibi Refah Partisi'nin de mali denetimi Anayasa Mahkemesi
tarafından muntazaman yapılmaktadır.
Bu meyanda Refah Partisi'nin 1989 yılı Mali hesaplarıda
Anayasa Mahkemesi tarafından incelenmiş ve ibra edilmiştir.
Anayasaya göre: 'Yüksek Mahkemenin bu denetimler
konusunda verdiği kararlar kesindir.' (Mad. 69/3) Hal böyle iken Siyasî
maksatla başta medya kartelleri olmak üzere bazı çevrelerce yabancı bir dernek
tarafından Partimize 'maddi yardım' da bulunulduğu mütemadiyen iddia
edilmiştir. Bu iddiaları 'isbat'lamak gayretiyle ayrıca pek çok 'belge'
uydurulmuştur, Ek dosya muhteviyatı tetkik edildiğinde görülecektir ki; bu
fotokopiler, kaynağı belli olmayan, nerede, ne zaman ve kimler tarafından
tanzim edildiği belli olmayan 'belge' görüntüsü verilmiş yazılardan ibarettir.
Dosyadaki mevcut halleriyle bu fotokopiler belge niteliğini ve dolayısıyla,
delil kıymetini haiz değildirler.
C- Üçüncü Kısım: Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin
Erbakan'ın Yabancı Ülkelerde Bazı Kişi Ve Kuruluşlarla Yaptığı İddia Edilen
Temasların Ne Gizliliği, Ne De Normal Münasebetlerin Dışında Herhangi Bir Yanı
Yoktur.
1. Necmettin Erbakan Pakistan seyahatini Refah Partisi
Genel Başkanı sıfatıyla değil 54.Hükümetin Başbakanı sıfatıyla yapmış ve tüm
görüşmeler programlanan şekilde gerçekleşmiştir.
Bu ziyaret sırasında Pakistan Cumhurbaşkanı Sayın Lagari,
Başbakan Sayın Butto ile resmi görüşmelerde bulunulduğu gibi Pakistan İslam
Devletinin kuruluş yıldönümü merasimlerine iştirak edilmiş, Parlamentoya mensup
çeşitli milletvekilleri ve parti başkanları ile görüşülmüş ve karşı taraftan
gelen bir istek üzerine Pakistan Koalisyon hükümetinin ortağı olan Ulema
Partisi Lideri Fazlurrahman ve Cemaat'i İslamiye Partisi Lideri Ahmet Hüseyin,
TC. Başbakanı tarafından Büyükelçiliğimizde kabul edilmişlerdir. Esasen
Anayasasında İslami bir cumhuriyet olduğu bilinen Pakistan'da, ikisi de
parlamentonun en önemli partilerinin liderleri olan bu muhterem kişilerle
yapılan görüşmelerin hiçbir gizli tarafı yoktur. - Öte yandan Necmettin
Erbakan'ın Libya'da yapılan bir takım toplantılara katılması Refah Partisi'ni
ilzam etmez.
2. Bu nezekat ziyaretlerini kabul T.C. Başbakanı sıfatı
ile vaki olmuştur. Refah Partisi ile bir ilişki yoktur.
3. Bu temasların denetimi TBMM'ye aittir. Nitekim
16.10.1996 gününde görüşülen gensoru ile bu denetim yapılmış. TBMM bu konudaki
bu gensorunun müzakeresindeki iddiaları varit görmemiş, ve iddiaları
reddetmiştir.
4. Necmettin Erbakan'ın Libya'da yapılan bir takım
toplantılara davet edilmesi ile Refah Partisi'nin hiç bir ilgisi yoktur. Çünkü
kendisi bu toplantılara bir bilim adamı olarak davet olunmuş, bu toplantılarda
şahsi düşünce ve tecrübelerinden yararlanılmak istenmiştir.
5. Nitekim dosya muhteviyatının fotokopilerinde KKTC
Cumhurbaşkanı Sn. Denktaş'ın, Ekonomi Profesörü Sayın Nevzat Yalçıntaş'ın ismi
geçmektedir. Bunlar da bu kabil toplantılara aynı şekilde fikir ve
görüşlerinden istifade edilmek üzere davet edilmişlerdir.
6. Esasen bu toplantılara sadece ilim adamları değil,
geniş bir basın mensubu grubu da her defasında davet edilmiştir.
Bu da göstermektedir ki bu toplantıların gizlilikle hiç
bir alakası yoktur.
7. Libya Uluslararası Çağrı Cemiyetinin bir aksiyonu
olarak sözü geçen Müslüman Topluluklar Liderliğinin bir resmi devlet kuruluşu
değil, sadece özel olarak teşkil edilen bir konferans heyeti olduğu, maksadının
0 müslüman ülkelerin az gelişmişlikten ve sömürüden nasıl kurtulacaklarının
araştırılması ve bu hususta çözüm yollarının bulunmasından ibarettir.
Tıpkı Rauf Denktaş, Prof. N.Yalçıntaş v.s. gibi Prof. Dr.
Necmettin Erbakan'da bu toplantılara şahsen davet edilmiştir. Bu toplantılara
katılmasının Refah Partisi ile bir ilgisi yoktur. Bu hususta Refah Partisi'nin
yetkili organlarının bir kararı da yoktur. Bu gerçekleri bizzat adı geçen
kuruluşun ekte sunulan yazısı da açıkça göstermektedir. (Ek: Bölüm V, No.5)
İşbu kısa maruzat dahi ek dosyanın hukuken hiçbir
geçerliliği olmadığını ortaya koymaktadır.
Bu nedenle dava dosyasına delil olsun diye gönderilen ek
dosya münderecatının iş bu davada nazara alınmamasını arz ve talep ederiz.
VI. Bölüm- Son Açıklamalar
Davanın açılmasının gerçek sebebi bir kısım medyanın
maksatlı propagandasıdır
Yukardan beri yapılan izahattan açıkça görüldüğü üzere bu
davanın açılmasını haklı gösterecek ortada ne bir olay ve ne de ciddi bir delil
vardır. Buna rağmen bu dava açılmıştır. Bunun gerçek sebebi bir kısım medyanın
olağanüstü tahrikleridir.
Yeni RTÜK kanunu ile sayıları günbegün artan TV.
kanalları sayesinde olayları olabildiğince abartan, habbeyi kubbe yapan, yeni
tahrik metodlarıyla günümüzde medya birinci kuvvet olmaya başlamıştır.
Bu haliyle medya, 'Ülkeleri ben yönlendireceğim;
egemenlik kayıtsız şartsız medyanındır' diyecek mevkiye gelmiştir.
Bu anormal gelişmeler yalnız ülkemizdeki demokratik
dengeleri bozmakla kalmayıp diğer bütün demokratik ülkelerde de dengeleri
önemli ölçüde etkilemiştir.
Nitekim, İtalya gibi demokrasisi ve ekonomisi istikrara
kavuşmuş bir ülkede dahi tesirini icra etmiş, bir medya kralı olan Silviyo
Berliskoni medyayı en iyi şekilde kullanarak kısa zamanda iktidara gelmiş ve
fakat kendisinin ve kadrosunun devlet yönetiminde hiçbir deneyimi olmadığı için
yine kısa zamanda geldiği gibi iktidardan uzaklaştırılmıştır.
Ne var ki, bu Medya darbesinden İtalyan demokrasisi ve
ekonomisi çok büyük zarar görmüş, bu ülke en azından bir buçuk yılı aşkın bir
zaman kaybetmiştir.
Bu yüzden Amerika gibi ülkelerde bile medya gücünün
tekelleşmesini önlemek için katı ve kesin önlemler alınmasına, kanunlar
çıkartılmasına ihtiyaç duyulmuştur.
Zira, bir hukuk devleti olmayı temel şart sayan
demokratik ülkelerde, hak ve hukuk tanımayan kontrolsüz bir gücün, orta yerde
kasırga gibi eserek tahribat yapmasına, asla izin verilemez, aksini düşünmek
hukuk devleti olmaktan ve onun nimetlerinden vazgeçmek anlamına gelir.
Ülkemizde ortaya çıkan medya patlaması karşısında, diğer
demokratik ülkelerde olduğu gibi, medyanın kartelleşmesini önleyecek kanuni
tedbirler henüz alınmış değildir. Elbette yakın bir gelecekte, bu problem de
çözülecek, gereken hukuk ortamı ve istikrar sağlanacaktır.
Ancak bu tedbirler alınıncaya kadar, cereyan eden
olaylara bu çarpık aynalardan bakmak zorunda olduğumuzu da hesaba katmamız
gerekecektir.
İşte bu dengeleri bozan ve olayların dayandığı gerçekleri
yanlış yansıtan ve saptıran ortamda bir kısım medyadaki yayınlara bakarak
önemli Siyasî olayları değerlendirirken, ihtiyatı elden bırakmamak
gerekmektedir.
Türkiye'de Refah Partisi 4 milyonu aşkın üyesi olan, 6
milyonu aşkın oy almış bulunan bir partidir. Ülkemizin birinci partisidir. 54.
Hükümeti kurmuştur. Bu Hükümetin büyük ortağı olmuştur.
54. Hükümetin ekonomik alanda sergilediği en önemli
icraat, bu ülkenin 4.5 katrilyon parasını faizcilikte kullanarak, yatırım ve
üretimi engelleyen rantiyecilikle mücadele ve kartelleşmeye son vermek
olmuştur.
Bu icraatın tabii neticesi olarak, aynı zamanda bir kısım
tekelci medyayı da elinde bulunduran rantiyeci kesim, Refah Partisi'nin büyük
ortağı olduğu 54. Hükümeti bir an önce hükümetten düşürmek, rantiyeciliğe ve
tekelciliğe yeniden devam edebilmek için harekete geçmiş muhalefet partilerini
tahrik ederek, bir senede tam 13 gensoru ve Meclis Soruşturma önergesi
verilmesinde başlıca amil olmuşlardır.
Bu meyanda da özellikle Refah Partisi'ne karşı amansız
bir yıpratma kampanyası başlatılmıştır. Bu kampanyaya gerekçe olarak da Refah
Partisi'nin lâikliğe karşı olduğunu ileri sürerek sivil ve resmi kesimleri
kolayca kışkırtmanın daha kolay ve daha elverişli olacağı düşünülmüş ve Refah
Partisi aleyhtarı kampanya işte böyle başlatılmıştır.
Böylesine kontrolsüz tekelci medya, hukuk devletinin
kontrolüne alınamaz, serbest ve müeyyidesiz bırakılacak olursa Türkiye'de ne
bir partinin kapatılmaktan kurtulması, ne de herhangi bir Hükümetin uzun ömürlü
olması son derece müşküldür.
İşte Refah Partisi hakkında işbu davanın açılmasına bu
amansız medya tahrikleri sebep olmuştur.
Oysa ortada kapatma davasının açılmasını gerektirecek ne
ciddi bir olay, ne bir odaklaşma olgusu, ne de herhangi bir delil vardır.
6 milyon oy almış 4 milyon kayıtlı üyesi olan bir büyük
partiye karşı 18 sahifelik bir iddianame ile açılan bu davada, sadece üç-beş
kişinin yaptığı ileri sürülen konuşmalar söz konusu edilmiştir ve fakat hiçbir
geçerli delil ileri sürülememiştir. Bu durum karşısında bu davanın tahrik ve
abartma sonucunda açıldığını kabul etmek bir emri tabii olmak gerekir.
Nitekim Helsinki İzleme Komitesi başta olmak üzere
Batıdaki tüm İnsan Hakları Örgütleri ve sözcüleri, Türkiye'deki bu olayı
hayretle karşıladıklarını, Refah Partisi hakkında böyle bir davanın açılmasının
demokrasi ile bağdaştıramadıklarını ne var ki bunda medyanın yoğun kampanyasının
büyük rolü olduğunu açıkça ifade etmektedirler.
Yüksek Mahkemenizin hukuki ve kanuni gerçekler ve
gerekçeler yanında yukarıda arz ettiğimiz fiili durumu da değerlendirmeye
alacağına ve esas hakkında hiçbir dayanağı olmayan bu davanın reddine karar vereceğine
kesinlikle inanıyoruz.
VII. Bölüm - Sonuç ve Talep
Sayın Yargıtay Başsavcısı tarafından 'lâikliğe aykırı
faaliyetlerin odağı olduğu', iddiasıyla RP.nin kapatılması için açmış olduğu
işbu davanın iddianamesi ve sair münderecatı, en ince teferruatına kadar işbu
ön savunma layihamızda;
Dünyada ve Türkiye'de 'Demokrasi', 'İnsan Hakları',
'Özgürlükler' ve 'Lâiklik' konusundaki ilmi görüşlerin; İnsan Haklarıyla ilgili
uluslararası anlaşmaların; Anayasa ve ilgili kanun hükümlerinin, Anayasa
Mahkemesi içtihatlarının, Işığında çok geniş bir değerlendirmeye tabi tutularak
cevaplandırılmıştır.
Bütün bu ilmi ve hukuki gerçekler karşısında; Görülüyor
ki;
1. İşbu dava 2820 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101.
ve 103. maddelerinde öngörülen usul hükümleri işletilmeden açılmıştır.
Usul Hükümleri yok farz edilerek açılan bu davanın, ön
savunmamızın (III) Bölümünde ayrıntılarıyla açıkladığımız sebeplerden dolayı
ru'yet edilmesi mümkün olamayacağından, davanın öncelikle; usul bakımından
reddine karar verilmesini;
2. a) Dosyada odak olmanın isbatına mesnet olacak hiçbir
delil olmadığından, dosyaya konulan kağıtlar, gazete küpürleri, teyp ve video
bantları da böyle bir davada delil sayılamayacağından;
b) Gerek lâikliğe aykırılık ve gerekse odaklaşma
iddialarının cezai bakımdan suç unsurları teşekkül etmemiş olduğundan;
c) Fiilleri işbu davaya mesnet yapılan Rize Milletvekili
Şevki Yılmaz, Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan ve Şanlıurfa
Milletvekili İbrahim Halil Çelik, bu dava açıldıktan sonra 2820 Sayılı Siyasî
Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin 1/d fıkrasının 2. paragrafındaki '30 günlük
süre' içinde Refah Partisi'nden ihraç edilmiş olup bunlara ait dava ve iddialar
düşmüş olmakla parti ile ilgili davaya mesnet yapılamayacağından,
d) Ayrıca, bu davada Yüksek Mahkeme'nizin Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi'nin ifade özgürlüğü hakkındaki l0.ncu, örgütlenme özgürlüğü
hakkındaki 11 nci maddeleri ile diğer ilgili hükümlerini ve ek protokoller ve
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin emsal kararlarını dikkate alacağına olan inancımızdan,
Açılan davanın işbu ön savunmamız da açıkladığımız tüm
sebepler ve Yüksek Mahkemece re'sen takdir olunacak diğer sebeplere binâen;
esas bakımından da reddine karar verilmesini Refah Partisi Genel Başkan
sıfatıyla arz ve talep ederim.'
Davalı Parti ön savunmasına ek olarak kimi
belgeleri de sunmuştur.
III- YARGITAY CUMHURİYET
BAŞSAVCILIĞI'NIN ESAS HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ
Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı'nın 5.8.1997
günlü, 5P.13-Hz. 1997/109 sayılı esas hakkındaki görüşünde özetle:
Ülkemiz üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğundan
beri görülmemiş şekilde kara bulutların dolaştığı belirtildikten sonra; Anayasa
Mahkemesi'nin Milli Nizam Partisi'nin kapatılması kararına göndermede
bulunularak, Necmettin Erbakan ve arkadaşlarının lâikliğe aykırı davranışlarının
yıllar önce belgelendiği; şeriata göre üstünlüğün ilahi kanunlarda, TC.
Anayasası'na göre ise Anayasa ve yasalarda olduğu; kimi yazarların toplumun
geleceğinin, lâik düşünceyi ülkenin toplumsal ve kültürel yaşamında egemen
kılmaya bağlı olduğunu belirttiği; Anayasa'nın Başlangıç'ında yer alan,
'Lâiklik ilkesinin gereği kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve
politikaya karıştırılamayacağı' şeklindeki ifadenin önem taşıdığı, bu ifadede
lâiklik ilkesinin temel biçimiyle nitelendiği; lâiklik ilkesinin 'Atatürk
Milliyetçiliği, ilke ve inkilapları ve medeniyetçiliği' ifadesiyle aynı cümleye
konularak, lâikliğin Atatürk ilke ve inkılâplarından, özellikle Atatürk
milliyetçiliğinden ayrı düşünülemeyeceğinin ortaya konulmuş olduğu ve bir
medeniyetçilik ilkesi olarak rolünün vurgulandığı; Anayasa'nın 2. maddesine
göre Türkiye Cumhuriyeti'nin sadece 'demokratik, lâik ve sosyal hukuk Devleti
değil, '...Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel
ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti' olduğu;
'demokrasilerde Siyasî parti kapatılamaz' görüşünün doğru olmadığı; klasik
demokrasi teorisyenlerinden Henri B. Mayo'nun demokrasinin korunması için,
siyasî parti çalışmalarının Anayasal sınırı aşmaması gerektiğini söylediği; ikinci
Dünya Savaşı öncesinde faşist karakterli partilerin, liberalizmin geleneksel
özgürlük anlayışından yararlanarak, planlı saldırılarla demokratik kurumları
sistemli bir biçimde tahrib ettikleri ve demokrasiyi yıktıkları; mücadeleci
demokrasi eğiliminin etkisiyle 1930 yıllarından itibaren demokratik düzeni ve
Devletin bağımsızlığı ile bütünlüğünü tehdit eden Siyasî kuruluşlara engel
olmak için bazı önlemler alınmaya başlandığı; İtalyan Anayasası'nın 49.
maddesinin, parti faaliyetlerinin demokrasi ilkelerine uygun olması gerektiğini
hükme bağladığı; geçici hükümlerin XII. maddesiyle de faşist partinin
kapatıldığı ve tekrar kurulmasının yasaklandığı; Federal Almanya Anayasası'nın
21. maddesinin ikinci fıkrasına göre de herhangi bir Siyasî partinin, gayesi ve
taraftarlarının davranışıyla özgür demokratik düzeni kayıtlamayı veya ortadan
kaldırmayı ve federal cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmeyi amaç
edinmesinin, o partinin kapatılmasını gerektirdiği; Almanya'da bu hükmün üç
defa uygulandığı ve Federal Almanya Mahkemesi'nin 23 Ekim 1952'de sosyalist
Rayh Partisi'ni, 17 Ağustos 1956 gününde de Almanya Komünist Partisi'ni
kapattığı; ayrıca Anayasa'ya aykırılıkları nedeniyle kapatılan bu partilerin
üyesi olan Federal Meclis veya Federe Meclisler üyelerinin milletvekilliklerinin
düşmesine, kapatılan partinin mallarının Hazine'ye aktarılmasına karar
verildiği; yine Federal Almanya'nın yakın bir geçmişte Hürriyetçi işçi
Partisi'ni kapattığı; uluslararası hukuki metinlerde Siyasî partiler hakkında
özel hükümler bulunmadığı; siyasî partilerin dernek olarak Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'(AİHS)nin 11. maddesinin koruması altında bulunduğu; sözleşmenin 17.
maddesinin ise, herhangi bir topluluğun sözleşmedeki temel haklara dayanarak bu
hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmak amacını güden bir faaliyet ve harekette
bulunmasına engel olduğu; nitekim Avrupa insan Hakları Komisyonu'nun, kapatılan
Almanya Komünist Partisi'nin Sözleşme'nin 9., 10. ve 11. maddelerine aykırılık
savıyla Federal Almanya Hükümeti aleyhine yaptığı başvuruyu, 17. maddeye
dayanarak reddettiği; Sözleşme'nin 17. maddesine göre, sözleşmedeki hiçbir
hükmün, hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmaya veya kayıtlamaya yönelen bir
çalışmaya girişmek hakkını vermediği; Anayasa dışı eğilimleri olan partilere,
kendilerini geliştirmeleri, yoğun bir propaganda ve eğitim faaliyeti ile
taraftarlarını Anayasa'ya karşı bir savaşçı olarak yetiştirmeleri imkanını
tanımanın, aslında özgür düzeni, liberal demokrasinin biçimsel ilkelerine
kurban etmekten başka bir anlama gelmediği; kökleşmiş demokrasi geleneği olan
ve emelleri Anayasa dışı bir düzen kurmak olmayan Siyasî partilere sahip
ülkelerde, elbetteki Siyasî partilerin kapatılamayacağı; Amerika Birleşik
Devletlerinde, Federal Yüksek Mahkeme'nin kamu hürriyetleri alanının bekçisi
olarak, 'açık ve halen var olan bir tehlike' ölçüsüne dayandığı ve olayları bu
açıdan incelediği; Amerika Birleşik Devleti'nin, aşırı partileri özellikle
komünist partisini, açıkça kanun dışına çıkarmadığı, fakat ağır kayıtlara
bağladığı ve dolaylı bir yoldan çalışmalarına sed çektiği; ROBESPİERRE'in,
'hürriyetin düşmanlarına hürriyet yok' prensibine uygun olarak demokrasilerde
demokrasiyi ortadan kaldırma hürriyetinin kabul edilmediği İngiltere'de de
partilerle ilgili kimi kısıtlamaların olduğu;
Demokrasinin, aynı zamanda bir kurallar rejimi olduğu;
Erbakan ve arkadaşlarının, siyasî partilerin hangi hallerde kapatılacağını
düzenleyen ve 1995 yılında Anayasamızın 68 ve 69. maddelerinde yapılan
değişikliklere kendilerinin de oy verdiği; ancak oylarının biraz arttığını
görünce ısrarla 'Demokrasilerde Siyasî parti kapatılamaz' görüşünü savunmaya
başlamalarının Anayasamızın kurallarına uymayacaklarının, başka bir deyişle
Türkiye Cumhuriyeti'nin değiştirilemez temel ilkesi olan lâikliğe karşı
yıllardır devam ettirdikleri savaşa devam edeceklerinin en güzel delili olduğu;
demokrasilerde siyasî partiler, Anayasalarına ters düştüklerinde kapatıldıkları
gibi, faaliyetlerine kısıtlamalar da getirilebildiği; esasen Anayasamızın
siyasî partilerin kapatılabileceğini kabul ettiği, yasal ve anayasal şartlar
oluştuğu takdirde, Anayasa Mahkemesi'nin bir Siyasî partiyi kapatmamasını,
Anayasa'nın, Anayasa Mahkemesi kararıyla ihlali anlamını taşıyacağı; Refah
Partisi'nin 14. kuruluş yıldönümü olan 19.7.1997 tarihinde, bu partinin Genel
Sekreteri Oğuzhan Asiltürk'ün, açılan kapatma davasına ilişkin olarak binlerce
kişiye diyerek Anayasal düzenimize karşı partisinin diğer sözcüleriyle aynı
eylem planını benimsediğini ortaya koyduğu; Prof. Dr. İlhan Arsel'in belirttiği
gibi; demokraside parti kapatılamaz diye bir kural olmadığı, çünkü demokrasi
denen şeyin herkesin bildiği gibi, bir özgürlük rejimi olduğu ve özgürlükleri
yoketmeyi amaç edinen bir partinin kesinlikle kapatılacağı, eğer siyasal bir
parti, inanç bağnazlığına bayrak açmış olarak temel özgürlüklere göz dikmişse,
örneğin şeriat heveslisi olarak lâik cumhuriyeti yıkmak niyetinde ise, 'Cihad'
sözcüğünün kaypak anlamlarından yararlanarak kendisini 'islam cihad ordusu'
olarak ilan etmiş ise, islamiyet politikaya araç ederek örneğin, 'biz şeriat
hukukuna bağlıyız ve iktidara geldiğimiz zaman bu hukuku uygulayacağız'
biçiminde laf etmişse, ya da bu siyaseti gerçekleştirme uğruna 'kan
dökülecektir' diyerek bu politikanın taktiğini çizenlere kanat açmışsa bir
partinin kapatılacağı, bu nedenle Refah Partisi liderinin yaptığı gibi;
'Demokrasilerde parti kapatılamaz; parti kapatmak ilkelliktir' demenin ve
halkoylamasıyla iktidar olup lâik cumhuriyeti yıkmayı umut etmenin,
demokrasinin sayı hesabına değil, fakat 'insana saygı' esasına dayalı bir yaşam
tarzı olduğunu bilmezlikten gelmek olduğu; Prof. Dr. Arsel'in yanısıra kimi
yazarlarında yazılarında 'demokrasilerde parti kapatılamaz' söylemini
eleştirdikleri ve bu söylemi doğru bulmadıklarını belirttikleri;
Anayasa Mahkemesi'nin 23.11.1993 gün ve 1/2 sayılı
kararında: 'Siyasî partilerin faaliyetleri, demokratik düzende güvence altına
alınmışlardır. Çağımız partiler demokrasisi çağıdır. Ancak, bu demokrasilerin
kendilerini korumaları anlamına da gelir. Siyasal partilerin hukuk devletinin
sağladığı güvencelerden yararlanabilmesi, ancak Anayasa'ya uygun davranmaları
ile mümkündür.
Çünkü Anayasa'da güvence altına alınmış temel hak ve
özgürlüklerin korunması, ancak anayasal hakları yok edecek siyasal
örgütlenmelerin (faaliyetlerin) önlenmesi ile mümkündür. Bu aynı zamanda
çoğulculuğun da korunması anlamına gelir.
Demokrasi, demokratik hak ve özgürlüklerden yararlanarak
yıkılamaz. Hakkı ve özgürlüğü kötüye kullanmaya engel olmak devletin görevidir.
Hele bir siyasî parti, bunu gerçekleştirmek isterse buna olanak verilemez.
Demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez öğesi olan siyasî partiler, demokrasiye
ters düşen, demokrasiyle bağdaşmayan, demokrasiyi güçsüz ve etkisiz düşürecek,
toplumsal barışı yıkacak program düzenleyemez ve eylemde bulunamazlar.
Bulundukları takdirde,... Anayasamızın ve Siyasî Partiler Yasası'nın ilgili
hükümleri uyarınca, haklarında kapatma davası açılması öngörülmüştür'
denildiği; 21.5.1997 tarihli Başsavcılık iddianamesinde, Anayasa'nın 68.
maddesinin dördüncü fıkrası ile, 69. maddesinin altıncı fıkrası 'soyut' değil,
'somut' nitelikte normlar olduğundan ve Siyasî Partiler Kanunu'ndan sonra
yürürlüğe girdiğinden, bir siyasî partinin lâik cumhuriyet ilkelerine aykırı
eylemlerin odağı haline geldiğinin, Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. maddesi
gözönünde tutularak değil, Anayasa'nın anılan maddelerinin gözönünde tutularak
belirlenmesi gerektiğinin Prof. Dr. Bülent Tanör, Prof. Dr. Tekin Akıllıoğlu ve
Prof. Dr. Zafer Gören'in görüşlerine de yer verilerek ayrıntıları ile açıklandığı;
iddianamenin düzenlenmesinden sonra, Anayasa Hukuku profesörlerinden Ergun
Özbudun, Orhan Aldıkaçtı, Süheyl Batum, İlhan Arsel ve Bahri Savcı'nın,
Başsavcılığın bu husustaki görüşüne katıldıklarını açıkladıkları; konuyu
ayrıntılarıyla inceleyen Prof. Dr. Erdoğan Teziç'in de Anayasa'da bir kanun
olduğuna göre, bir konuyu açık ve ayrıntılı düzenlediği durumlarda, aynı konuyu
düzenlemiş olan kanunları üstü kapalı olarak ilga ettiğini kabul etmek gerekir.
Nitekim, Anayasa Mahkemesi, 4.12.1963 gün ve 82/286 sayılı kararında, Emekli
Sandığı Kanunu'nun 39. maddesinin (b) bendinin yargıçlar açısından
'uygulanmasına imkan kalmadığı' gerekçesiyle, üstü kapalı ilgayı kabul ettiği
gibi; daha sonraki 3.6.1976 gün ve 13/31, 6.5.1982 gün ve 8/3 sayılı
kararlarında da, Anayasa'nın açıkça düzenlediği bir konuda, önceki kanunu üstü
kapalı ilga ettiği sonucuna varmıştır.
1982 Anayasası'nın yürürlüğe girmesiyle ilgili kural
(m.177/e bendi), Anayasa'nın bağlayıcılığı ve üstünlüğüne (m.11) atıfta
bulunarak, yürürlükteki kanunların Anayasa'ya uygunluğu sağlanıncaya, ya da
yeni kanunlar çıkarılıncaya kadar, mevcut kanunların Anayasa'ya aykırı olmayan
hükümlerinin, ya da doğrudan Anayasa hükümlerinin uygulanacağını öngörüyor. Bu
düzenleme, Anayasa'nın bir konuyu açık seçik düzenlediği durumlarda, aynı
konuyu düzenlemiş olan önceki kanunla çalışmasında, Anayasa'nın doğrudan
uygulanıp uygulanmayacağı konusundaki tereddütleri ortadan kaldırma amacını
gütmektedir.
'Anayasa bu hükmü ile, 1961 Anayasası'ndan ayrılmış,
kanunlardaki Anayasa'ya aykırı hükümlerin çözümü için öngörülmüş prosedüre
başvurulmaksızın doğrudan ve tereddütsüz Anayasa hükümlerinin uygulanması
zorunluluğunu getirmiştir'
Mevcut kanunlar kapsamına, Anayasa'nın Geçici 15. maddesi
uyarınca 12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu TBMM Başkanlık
Divanı oluşuncaya kadar (6 Aralık 1983) çıkarılan Kanunların da girdiğini kabul
etmek gerekir. Çünkü, Geçici 15. madde kapsamına giren kanunların içinde
Anayasa'ya aykırı hükümlerin bulunması halinde, 177. maddenin (e) bendi gereği
bunlar ihmal edilerek, 11. madde uyarınca, Anayasa doğrudan uygulanmalıdır.
Kanunların Anayasa'ya uygunluğunun öngörüldüğü 1961
Anayasası'nda, 'kanunlar çerçevesinde' yerine getirilen yürütme görevi, idare
açısından da, kanun/Anayasa ilişkisinde, hukuken zımni (üstü kapalı) ilgaya
imkan tanımıyordu. Buna karşılık, 1982 Anayasası'nda, 'Anayasa ve Kanunlara
uygun olarak yerine getirilen' yürütme yetkisi ve görevi, 177. maddenin (e)
bendi karşısında, üstü kapalı ilgayı mümkün kılmaktadır. Ancak, belirtmek
gerekir ki, ayrıca Anayasa yargılamasının da öngörüldüğü 1982 Anayasa
sisteminde, önceki kanun ile sonraki Anayasa kuralları arasında bir çatışma
varsa, aynı konuda Anayasa'da açık ve doğrudan uygulanması mümkün bir kuralın
bulunması gerekir. Aksi halde, kanunla Anayasa arasındaki çatışmada, aynı
konuda, Anayasa doğrudan uygulanabilir bir kural içermiyorsa, ortaya bir
Anayasa'ya aykırılık sorunu çıkarak çözüm yoluna gidilmelidir. Bunun için de,
ya iptal davası yolu ile (m.150. 151), ya da aykırılığın görülmekte olan bir
dava sonunda ileri sürülerek, sorunun çözümü Anayasa Mahkemesi'ne havale
edilmelidir.
Şu halde, Anayasa'nın bir konuyu açık, ayrıntılı ve
doğrudan uygulanabilir nitelikte düzenlediği durumda, buna aykırı kanunları
üstü kapalı (zımnen) ilga ettiğini buna karşılık, Anayasa'nın genel nitelikleri
kuralları ile, aynı konuyu düzenleyen önceki kanun arasında bir çatışma
bulunuyorsa, üstü kapalı ilga sözkonusu olmaması gerekir. Bu durumda, ileri
sürülen aykırılığın mevcut olup olmadığı ancak Anayasa Mahkemesi'nce karara
bağlanmalıdır. Anayasa'nın 177. maddesinin (e) bendi bu çerçeve içinde
yorumlanmalıdır' görüşünde olduğu;
Siyasî Partiler Kanunu'nu yürürlüğe girdiği zaman,
TCK.nun 163. maddesinin de yürürlükte olduğu, başka bir deyişle, kişilerin
lâikliğe aykırı davranışları nedeni ile cezalandırılmasına karar verilmesinin
olanaklı olduğu, anılan madde yürürlükten kaldırdığına göre, lâikliğe aykırı
propaganda ve eylemlerinden dolayı parti üyeleri hakkında kamu davası
açılmasının imkansız hale geldiği; bu durumda
Anayasa Mahkemesinin, bir parti kapatma davasına
bakarken, Siyasî Partiler Kanunu'nda, Anayasamızın 68. maddesinin dördüncü
fıkrası ve 69. maddesinin altıncı fıkrasıyla bağdaşmasına imkan olmayan bir
değişiklik yapıldığında, kendi yetkilerini Anayasa'ya aykırı olarak kayıtlayan
kanun hükümlerinin bu vasfını bir ara kararla tesbit etmesi ve bu hükümleri
temelli kapatma davası sırasında uygulaması gerektiği; bir partinin üyelerinin
söz ve davranışlarından ötürü temelli kapatılabilmesi için bu söz ve davranışların
suç oluşturmuş olmaktan ötürü daha önce kesin mahkumiyet kararına konu olmuş
bulunmasını şart kılan hükmün de Anayasa ya aykırı olduğu ve Anayasa Mahkemesi
ile Cumhuriyet Başsavcısı tarafından dikkate alınmaması gerektiği, çünkü, hukukta
suç ile tedbirin birbirinden farklı kavramlar olduğu, bir fiilin suç olarak
kabul edilmemiş olabileceği, fakat aynı fiilin örneğin bir tüzel kişiliğin
kapatılmasında olduğu gibi, bir tedbir alınması için sebep olarak
görülebileceği ; Anayasa'nın 68. maddesindeki değişikliğin, sonradan yürürlüğe
girmiş kanun niteliğinde bir hukuk kuralı olmakla, Siyasî Partiler Kanunu'ndaki
Anayasa'yla çelişen hükmü de ortadan kaldırmış sayılması gerektiği;
Siyasî Partiler Kanunu'nun 101/b maddesi gereğince, nin,
anılan kanunun dördüncü kısmında yer alan hükümlere, bu meyanda lâiklik
ilkesine aykırı olarak sözlü veya yazılı beyanda bulunması halinde Anayasa
Mahkemesince o siyasî Partinin kapatılmasına karar verileceği;
Siyasî Partiler Yasası'nın Dördüncü Kısmında yer alan
hükümler arasında, suç teşkil eden eylemler olduğu gibi, suç olmayan eylemlerin
de bulunduğu, örneğin lâikliğe aykırı şekilde propaganda yapmanın , TCK'nun
163. maddesi kaldırıldığı için suç olmadığı, ancak parti kapatma nedeni olduğu;
Anayasa'nın 83. maddesi gereğince, yasama
dokunulmazlığının, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin şahsi sorumluluğuna
ilişkin olduğu, Başsavcılığın Refah Partisi Genel Başkanının şahsen sorumlu
tutulmasını istemediği, Refah Partisi nin kapatılmasını istediği;
Cezaların nelerden ibaret olduğunun, TCK.nun 11.
maddesinde sayıldığı, parti kapatmanın, ceza değil, bir tedbir olduğu, milletvekili
olsun veya olmasın, parti genel başkanlarının, genel başkan yardımcılarının ve
genel sekreterlerinin sözlü veya yazılı olarak lâiklik ilkesine aykırı
beyanlarının parti kapatma nedeni olduğu ve bu beyanların yasama dokunulmazlığı
kapsamında olmadığı, Anayasa Mahkemesi'nin bugüne kadarki uygulamalarının da bu
yolda olduğu;
Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan ve İbrahim Halil Çelik
gibi kişilerin, yıllardır sürdürdükleri lâikliğe aykırı söz ve davranışlarının
Refah Partisi'nin tüm yöneticilerince bilindiği; bu şahısların, Erbakan ve
arkadaşları tarafından adeta bir gibi kullanıldığı, haklarında disiplin
uygulaması yapılması şöyle dursun, milletvekili seçtirilerek yasama
dokunulmazlığından yararlanmalarının sağlandığı, Refah Partisi'yle özdeşleşen
bu kişilerin, parti kapatma davası açılmasından sonra partiden muvazaalı bir
şekilde ihraç edilmelerinin, parti tüzel kişiliğini sorumluluktan
kurtaramayacağı;
İddianamede, Refah Partisi Genel Başkanı tarafından
ülkemizde uygulanması istenen niçin Anayasamıza aykırı olduğuna değinildiği,
bu konuda, Prof. Dr. Nur Serter in de 'Demokrasi kullananın niyetine göre
değişen bir keskin kılıçtır. Bireyi esas alan bu hak ve özgürlükler rejimini
kendi kendini yok edecek bir maharette kullanma çabalarına Türkiye çokça tanık
olmaktadır. Bu uygulamalardan en dikkat çekici olanı da demokrasiyi öne süren
ve bireyi esas aldıklarını iddia eden bazı siyasal İslam yanlılarının ileri
sürdükleri 'çok hukukluluk' iddiasıdır.
Çok hukukluluk fikrini savunanlara göre, 'devletin,
farklı kültürleri olan insan topluluklarına tercihleriyle kendi hukukunu seçme
şansını vermesi hukuk üretme gibi bir görevi olmaması ve bu görevi insanlara
bırakması; böylelikle insanların daha özgür bir ortamda ilerleme sağlamakla
beraber, aynı zaman diliminde hukukların da tatbikattaki başarıları ile
mukayeselerinin yapılabileceği' ileri sürülmektedir.
Bu iddiaya dayanak alınan uygulama ise Peygamberin
'Medine Sözleşmesi'dir. Bu sözleşme Medine'deki Yahudi ve putperes kabilelerle
imzalanmış ve imzacı taraflara kendi hukuklarına göre yaşama hakkı tanınmıştır.
Bu sözleşmeden hareket eden Siyasal İslamcı bazı düşünürler, çağımızda da etnik
, dini ideolojik gruplara kendi hukuklarını seçme özgürlüğü tanıyarak bir arada
yaşamayı ve toplumsal barışa bu yolla ulaşmayı önermektedirler.....
Oysa Türkiye'de dine dayalı bir hukuk ayrımının temel
alınmasının mümkün olamayacağı, alınması halinde ise çok parçalı bir tablo ile
karşılaşılacağı açıktır. Herşeyden önce lâik-anti lâik ayrımı, dine dayalı bir
ayırım olmayıp, siyasî tercihini belirleyen bir ayırımdır...
Sonuç son derece açıktır. Çok hukukluluk, hukuk
devletinden güç alan demokratik rejimin zaafa uğratılarak, yıpratılması ve din
devletine kolay bir geçiş yapılması dışında hiçbir amaca hizmet etmeyecektir'
görüşünde olduğu;
Din eğitimi konusunda iddianamenin (8). bölümündeki
görüşlerini aynen tekrarlamakla birlikte, bu konuda kimi hususlara da değinmekte
de yarar görüldüğü;
Anayasa'nın 'Din ve Vicdan Hürriyeti' başlıklı 24.
maddesinin dördüncü fıkrasının, üç temel ilke getirdiği ve fıkrada, ilkeleri
anlatan üç tümceye yer verildiği, fıkradaki sırasıyla bu tümcelere göre: 1)
Din ve ahlak eğitim ve öğretiminin devletin gözetimi ve denetimi altında
yapılacağı, 2) Din ve ahlak eğitim ve öğretiminin ilk ve orta öğretim
kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alacağı, 3) Din kültürü ve
ahlak öğretimi dışındaki dinsel eğitim ve öğretimin isteğe bağlı olacağı;
Anayasa'nın 24. maddesi yorumlanırken, 42. maddesinin
gözden uzak tutulmaması gerektiği, bu maddede, tüm eğitim ve öğretimin, Atatürk
ilk ve devrimleri doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre,
devletin gözetim ve denetimi altında verileceğinin, bu esaslara aykırı eğitim
ve öğretim kurumları açılamayacağının belirtildiği, bu maddede, zorunlu din
kültürü öğretimi dışında kalan isteğe bağlı dinsel eğitim ve öğretim programının
da Atatürk ilke ve devrimleri ile çağdaş bilim ve eğitim esasları gözetilerek
saptanmasının zorunlu kılındığı; belirtildikten sonra; sonuç bölümünde;
'Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin hiçbir döneminde olmadığı
şekilde tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Yukarıda ayrıntılarıyla açıkladığımız gibi, gerek ülkemiz
ve gerekse diğer demokratik ülkeler Anayasa Mahkemelerince kapatılan hiçbir
parti, kendi Anayasasına Refah Partisi kadar ters düşmemiştir. Demokratik
savunma mekanizmaları felç olmuş toplumlar, demokrasiyi yaşatamazlar' denilmiş
ve Refah Partisi'nin kapatılmasına karar verilmesi istenilmiştir.
IV- DAVALI SİYASÎ PARTİ'NİN ESAS HAKKINDAKİ SAVUNMASI
Refah Partisi'nin 6.10.1997 günlü esas hakkındaki
savunmasında özetle:
Önce Refah Partisi gerçeği anlatılmış, Refah Partisi'nin
bir siyasî kuruluş olduğu, dini veya felsefi bir ekol olmadığı belirtilmiş,
Parti'nin milletin maddi varlığının gelişmesine olduğu kadar, manevi varlığının
geliştirilmesine de önem verdiği ve 14 yıldan beri bu konuda da büyük hizmetler
yaptığı; yerel yönetimlerde başarılı olduğu; Türkiye Cumhuriyeti'nin 54.
Hükümetinde de, Türkiye'nin meselelerini çözmek, güçlü ve müreffeh Türkiye'yi
meydana getirmek için çok başarılı hizmetler yaptığı; çalışmaları sırasında ve
icraatında lâikliğe aykırı hiçbir tutum ve davranışı, karar ve icraatı
olmadığı; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın delilsiz, mesnedsiz, sadece Refah
Partisi'ne karşı olan bazı köşe yazarlarının görüşlerini esas alan gazete
küpürlerine, indi mülahazalara ve varsayımlara dayandığı; bu davanın
açılmasının gerçek sebebinin Refah Partisi'nin sömürüye izin vermeyen icraatı
olduğu; tekelci sermayenin kontrolündeki medyayı Refah Partisi hakkında gerçek
dışı ithamlar oluşturmak için sürekli olarak tahrik ettiği ve yönlendirdiği;
olayın gerçek nedeninin 'sömürü devam etsin, avanta devam etsin ve kendilerinin
ekonomideki pazar payları azalmasın, artsın, bunun için gerekirse Türkiye hiç
kalkınmasın' zihniyeti olduğu belirtildikten sonra Başsavcılığın esas
hakkındaki görüşünde ileri sürdüğü hususlar üzerinde durularak:
Cumhuriyet Başsavcısı'nın önce bu davanın açılması
olanağının bulunmadığını söylediği, sonradan iddianamede ve esas hakkındaki
görüşünde gerçeklere değil, bir takım faaliyetlere ve önyargılara dayanarak bu
davayı açtığı, böylece hukuku, insan haklarını, uluslararası andlaşmaları, Anayasa
ve yasaları yok saydığı; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın anayasal bir
kurum olduğu; ancak Yargıtay Başsavcısı'nın Türkiye'de ilk defa henüz
yargılaması yapılmayan bir siyasî partiyi, Anayasa'yı ve yasaları çiğneyerek
kamuoyu önünde suçlu ilan etmeye kalkıştığı; Parti lehine olan delilleri, CMUK
153/2 nin emrine rağmen Mahkeme'ye ibraz etmediği; 'Esas Hakkındaki Görüş'
(EHG)te yer verilen hususların Refah Partisi'yle ilgisi olmadığı gibi, bu dava
ile de bir ilgisinin bulunmadığı; iddianamede olduğu gibi (EHG)de de sadece
Refah Partisi'nin değil, TCK.nun 141., 142. ve 163. maddelerini kaldıran
TBMM'nin ve o günkü Meclisi oluşturan tüm siyasî partilerin suçlandığı; halbuki
Refah Partisi'nin, lâikliğin de; Atatürk milliyetçiliğin de, ulusal devletinde
samimi ve inançlı bir savunucusu ve takipçisi olduğu; Esas Hakkında Görüşün
bütünüyle yanlış bilgi, yorum, sonuçlara dayandığı; Başsavcı'nın
açıklamalarının tersine Necmettin ERBAKAN ve arkadaşları hakkında yıllar
öncesinden bugüne kadar belgelenmiş lâikliğe aykırı tek bir davranışın söz
konusu olmadığı; TCK 141., 142. ve 163. maddelerinin kaldırılmasında Refah
Partisi'nin bir rolünün bulunmadığı; 1995 yılındaki Anayasa değişikliği
sırasında Refah Partisi'nin de bu değişikliğe oy verdiği iddiasının doğru olmadığı;
Zira, bu değişikliğin, Refah Partisi dışında kendi aralarında anlaşan
partilerin işbirliği ile gerçekleştirildiği;
Refah Partisi'nin 1995 değişikliğine oy vermemiş olsa
bile Anayasal düzene bağlı bir parti olduğu; İmam Hatip Okullarının en fazla
Milli Selamet Partisi döneminde açıldığı isnadının da doğru olmadığı; Çünkü
Milli Eğitim Temel Kanunu uyarınca okul açmanın Bakanlar Kurulu'nun değil,
Milli Eğitim Bakanlığı'nın kararıyla gerçekleştiği; 54. Hükümette Refah Partili
ve daha önceki yıllarda Milli Selamet Partili hiçbir milletvekilinin, Milli
Eğitim Bakanlığı yapmadığı; diğer yandan Milli Eğitim Bakanlığı'nın İmam Hatip
Okulu açmasının, kaynağını, Anayasa ve yasalardan alan normal bir hükümet
icraatı olduğu; İmam Hatip Okullarının, devletin resmi okulları olduğu;
Başsavcı'nın, Esas Hakkındaki Görüş'ünü hazırlarken baştan sona kadar gerçek
dışı faraziyelere yanlış bilgi, yorum ve sonuca dayandığının diğer bir açık
örneğinin de; (EHG)ün 41. sayfasında yer alan 'Yine Federal Almanya yakın bir
geçmişte Hürriyetçi işçi Partisi'ni kapatmıştır' ifadesi olduğu; Halbuki çağdaş
demokratik Batı ülkelerinin siyasî parti kapatmayı takriben 50 yıldan beri terk
ettiği; 'Hürriyetçi işçi Partisi' (Freie Arbeiterpartei) Alman Anayasası'nda ve
Siyasî Partiler Kanunu'nda örgörülen usul ve esaslara göre kurulup teşekkül
etmiş bir siyasî parti olmadığı; her ne kadar isminde 'parti' ibaresi bulunsa
da, hukuki anlamda bir dernek statüsünde olan adı geçen örgütün, Federal
Anayasa Mahkemesi'nce değil, Federal içişleri Bakanlığı'nın 2'.2.1995 tarihli
kararı ile yasaklandığı; bütün bunların Sayın Başsavcı'nın (EHG)ünü hangi
düşünce ve davranışlarla hazırladığını gösteren pek çok misalden sadece birisi
olduğu; davanın delilden de mahrum olduğu, hem usul hem de esas yönünden reddedilmesi
gerektiği; Başsavcı'nın esas hakkındaki görüşünün iç hukukumuzun ayrılmaz
parçası olan Türkiye'nin uluslararası yükümlülüklerine de aykırı olduğu;
Başsavcı'nın, Dünyadaki 'İnsan Hakları', 'Demokrasi', 'özgürlük' ve 'Siyasî
Partiler Hukuku' ile ilgili çağdaş gelişmeleri değil, 50 yıl öncesine ait
terkedilmiş görüşleri, yeniymiş gibi göstermeye çalıştığı; çağdaş dünyada ve
yurdumuzda meydana gelen gelişmelerin, Siyasî Partiler Hukuku'nda daha
özgürlükçü, siyasî hak ve hürriyetleri daha koruyucu, bu alanda kollektif
cezalandırma metotlarından uzaklaşılmasını öngören, eğer yasaklara veya parti
yasaklarına aykırı davranışlar varsa, bu davranışları önlemeye yönelik
gelişmeler olduğu; terörle ilgisi olmayan siyasî partilerin hangi şart altında
olursa olsun kapatılmalarından vazgeçildiği; Almanya'da kapatılan siyasî
partilerin, sonradan tekrar kuruldukları halde, bunların çağdaş dönemde tekrar
kapatılmadığı; Milli hukukumuzun, siyasî partilerle ilgili gayesininde; çağdaş
demokrasi, insan hakları ve özgürlük standartlarına noksansız uymak olduğu;
Çağdaşlığın ölçüsü olan demokrasi, insan hakları,
özgürlük bakımından da en ileri ülkelerdeki uygulamaların ortaya koyduğu dünya
standartlarına ulaşmanın ve aynı seviyede olmanın Türkiye'ninde her zaman temel
gayesi olduğu;
Uluslararası andlaşmalar 'Kanun hükmünde' doğrudan
uygulanma gücüne sahip olduğundan, gerek Lozan Andlaşması, gerekse AİHS
hükümlerinin, Türkiye için bugün gelinen nokta hakkında açık ve net ilkeler
ortaya koyduğu; Siyasî parti davalarında da AİHS hükümlerinin gözönünde
bulundurulması gerektiği; Anayasa Mahkemesi'nin de kimi kararlarında, AİHS'nin
örgütlenme hakkını düzenleyen 11. maddesine göndermede bulunduğu; Türkiye'de
bir siyasî parti kapatma davasında, kimi hususların değerlendirilmesinin gerektiği;
öncelikle, siyasî parti kapatma kararının AİHS'nin 11. maddesinin ikinci
paragrafından sayılan sebeplerden hangisine dayandırıldığı; Parti'nin programı
ya da eylemlerinin kamu güvenliğini mi tehdit ettiği; Genel ahlaka mı aykırı
olduğu, yoksa başkalarının hak ve özgürlüklerini mi ihlâl ettiğinin
belirtilmesinin gerektiği; sorulara açık ve kesin cevaplar bulunamıyorsa bir
siyasî partinin kapatılması talebiyle dava açılamayacağı; sınırlama
nedenlerinin keyfi, geniş yoruma tabi tutarak ve kapsamlarını genişleterek, bu
sorulara 'olumlu' yönde cevap vermenin olanaklı olmadığı; bu sebeplerden bir ya
da daha fazlası ileri sürülerek partinin kapatılması isteniyorsa , bunun
'demokratik bir toplumda gerekli' olup olmadığının sorgulanmasının gerektiği;
AİHK'nun Sosyalist Parti davasında da vurguladığı gibi, rastgele, keyfi
sınırlandırmaları önlemek için 'demokratik bir toplumda gereklilik'in katı
(strict) bir değerlendirmeye tabi tutulmasının gerektiği; dikkate alınması
gereken bir hususunda, bir siyasî partiyi kapatmanın 'acil bir toplumsal
gereksinme'ye (pressing social need) matuf olup olmadığının irdelenmesi olduğu
bir başka ifadeyle, zorunlu, kaçınılmaz, ve acil bir sosyal ihtiyaç olmadığı
müddetçe hakların sınırlandırılamayacağı; bu nedenle, yıllar önce söylenmiş
olduğu iddia edilen sözlerin delil gösterilerek, bir siyasî partinin
kapatılmasının olanaklı bulunmadığı; nitekim 2820 sayılı Siyasî Partiler
Kanunu'nun parti üyelerinin eylem ve konuşmalarının üzerinden iki yıl geçmişse,
değerlendirmeye alınamayacağını belirten Madde 101/d-1 hükmünün böylesi
iddiaların önünü kesmek için konulduğu; kapatılması istenen siyasî partinin
eylem ve düşüncelerinin 'potansiyel tehlike teşkil ettiği' ve 'ileride büyük
zararlara sebep olabileceği' gibi faraziyelerle de örgütlenme özgürlüğünün
kısıtlanamayacağı; iddianamede yer alan görüş ve beyanların Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi (AİHS) ile garanti altına alınmış, ifade özgürlüğü ve
örgütlenme özgürlüğü kapsamında ele alınması gerektiği; çağdaş demokrasilerde
şiddet ve terörü savunmayan, başkaları için 'açık', 'ciddi', 'mevcut' ve
'somut' bir tehlike teşkil etmeyen siyasî partilerin kapatılmadığı;
Başsavcı'nın, çağdaş gelişmeyi ters göstermenin mümkün olmadığını bildiği için
bu sefer de zımnen 'Ben çağdaş gelişmeyi uluslararası yükümlülüklerimizi ve iç
hukukumuzun ayrılmaz parçası olan uluslararası hukuk normlarını kabul etmem'
demek mecburiyetinde kaldığı; 'Çağdaş demokrasilerde siyasal partilerin
kapatılmasının, ifade özgürlükleriyle bağdaşmadığı', 'Uluslararası taahhütlerin
milli hukukun bir parçası' olduğu, Türk vatandaşlarının ve kuruluşlarının
Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na (AİHK) müracaatını 1987'de, Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi'nin (Divanın) (AİHK) yetkisini ise 1990'da kabul ettiği,
dolayısıyla, AİHS hükümlerinin mer'i hukukta tatbiki zaruri hükümler olduğunun
açıklıkla belirtildiği; Çağdaş demokrasilerde terörle ilgisi olmayan siyasî
partilerin hangi şart altında olursa olsun kapatılmalarından vazgeçildiği;
Başsavcı'nın (EHG)'ünün önemli bir kısmında, mücadeleci
demokrasi anlayışı bakımından siyasal parti kapatma olaylarının gerekli
olduğunu ve esasen bunun Avrupa insan hakları Sözleşmesi (AİHS)'nin 17.
maddesine dayandığını ispatlamaya çalıştığı, 17. maddenin, 'Bu Sözleşmenin
hiçbir hükmü, bir devlet, zümre ya da kişiye burada ilan edilen hak ve
özgürlüklerden herhangi birini yok etmeyi ya da sözleşme'de öngörülenden daha
geniş ölçüde sınırlandırmayı amaçlayan bir faaliyette veya eylemde bulunma
hakkı verir şeklinde yorumlanamaz' biçiminde olduğu; Avrupa insan Hakları Sözleşmesi
Hukukunda otorite kabul edilen Profesör Fawcett'a göre bu maddede bireyler ve
gruplar için sorulması gereken temel sorunun bunların eylemlerinin başkalarının
haklarını yok etmeyi amaçlayıp amaçlamadıkları sorusu olduğu;
Strazburg Organlarının, 17. maddeyi yorumlarken
genellikle Fawcett'in yukarıda aktardığımız ayrımını benimsemekle birlikte
zaman zaman eleştirilen kararlar da verdiği, siyasal partilerle ilgili en fazla
eleştirilen kararın 1957'de Avrupa insan Hakları Komisyonu'nun Alman Komünist Partisi'nin
Federal Almanya aleyhine açtığı davayı 17. maddeye dayanarak reddettiği karar
olduğu; Komisyon'un burada Komünist Parti'nin, kendi beyanlarıyla sabit olan,
'bir dikta rejimi kurmayı hedeflemesinin Sözleşme'de korunan hak ve
özgürlükleri yıkmaya yönelik olduğuna' kanaat getirdiği, bu kararın daha çok
totaliter rejimlerin Almanya'da bıraktığı acı izlerin etkisiyle alınmış bir
karar olarak yorumlandığı ve Komisyon'un sadece 17. madde hükümlerine dayanarak
karar verdiği için eleştirildiği;
Gerçekten de eleştirilen Komünist Parti kararından sonra
Strasburg Organlarının 17. maddeyi çok daha dar bir yoruma tabi tuttuğu ve bu
maddenin amacının 'totaliter grupların sözleşme prensiplerini kendi çıkarları
doğrultusunda istismar etmelerini önlemek' olduğunu açıkça belirttiği;
Başsavcı'nın iddianamesinde Refah Partisi mensuplarına atfen aktardığı yıllar
önce ifade edilen sözlerin hiçbir şekilde 17. madde kapsamında
değerlendirilemeyeceği; Başsavcı'nın kapatma istemine ilişkin AİHS'den destek
bulmak istiyorsa dikkatini bu davayla hiçbir ilgisi olmayan 17. maddeye değil,
Sözleşme'nin 10. ve 11. maddelerine ve bu maddelerdeki sınırlama hükümlerine
çevirmesi gerektiği; Komünist Partisi ile benzer ideolojik yapılanmaya ve
programa sahip olan bu partilerin kapatılmalarını 17. maddeye değinmeden 11.
maddeye aykırı bulmasının Başsavcı'yı 17. maddeye sarılmaktan ve 1957 tarihli
Komünist Parti davasına göndermede bulunmaktan alıkoyması gerektiği;
Başsavcı'nın Komisyon'un en son içtihatlarından haberi olmadığını düşünmenin imkansız
olduğu; geriye tek ihtimal hatta ihtimalin ötesinde tek gerçeğin kaldığı,
onunda Başsavcının Refah Partisi aleyhine açılan bu davanın çok açık bir
şekilde AİHS hükümleriyle (madde 10 ve 11) bağdaşmadığının farkında olduğu; bu
yüzden de savunulamayacak pozisyonunu savunmak için bu davada aslında kendisine
hiçbir şekilde destek teşkil etmeyen 17. maddeye başvurduğu;
Başsavcı'nın 1950'li yıllarda Federal Almanya tarafından
Fasişt ve Komünist Partilerin kapatılması olayını hatırlatmasının bugün siyasal
partilerin kapatılabileceğini ispatlamadığı; bu olayların İkinci Dünya Savaşı,
sonrasının fevkalade özel şartları altında gerçekleşmiş olaylar olduğu; burada
demokrasinin ve özgürlüklerin gelişiminde devrimci ve dönüştürücü bir rol
oynamış olan Amerikan Yüksek Mahkemesi (Supreme Court'un) tutumu üzerinde
durmanın aydınlatıcı olacağı, Smith Kanunu'nun yorumlandığı Yates davasında
Supreme Court'un, özgürlükçü yaklaşımın güzel bir örneğini sergilediği; bu
davada yüksek Mahkeme'nin görüşünü açıklayan Yargıç Harlan'ın 'soyut Prensig'
ve 'Somut Eylem' ayrımına dayanarak Smith Kanunu'nun soyut prensip olarak zorla
rejim yıkmaya yönelik propaganda ve öğretiyi, amaçlı bir eyleme dönüşmediği
müddetçe, yasaklamadığını belirttiği;
Ayrıca Refah Partisi'nin Başsavcı'nın örneklemeye
çalıştığı siyasal partilerle ne organizasyon yapısı, ne ideolojisi, ne
faaliyetleri, ne de amaçları bakımından en ufak bir benzerliğinin söz konusu
olmadığı; mevcut Anayasal düzeni şiddet ve zor kullanarak yıkmayı ve yerine
örneğin proletarya diktatörlüğü gibi totaliter bir yönetim kurmayı amaçlayan bu
partilerle Refah Partisi'nin arasında bir paralellik kurulamayacağı, Refah
Partisi'nin kurulduğundan bu yana, mevcut Anayasal çerçeve içinde faaliyette
bulunan ve yasa dışı hiçbir eylemi ve amacı olmayan bir parti olduğu, Türk
siyasal yelpazesinde Refah Partisi'nin görüşleri ve politikalarının bir
alternatif olarak algılandığı, bunun da hiçbir zaman bir partinin
faaliyetlerinin kısıtlanmasına ya da kapatılmasına gerekçe gösterilmeyeceği;
uluslararası anlaşmalar iç hukukunun ayrılmaz bir parçası olduğu için yüksek
yargı organlarının uygulamalarında bu çağdaş normları esas aldıkları; Yüksek
Mahkemelerin AİHS hükümleriyle iç hukuk hükümlerinin çatışmaları halinde, AİHS
hükümlerine üstünlük verdikleri, esasen bu durumun Anayasa'nın 90. maddesinin
de amir hükmünün doğal bir sonucu olduğu; bu davada, Anayasa Mahkemesi'nin
davaya AİHS'nin lex specialis olarak 11. maddesini ve lex generalis olarak da
9. ve özellikle 10. maddesini uygulamasının uygun olacağı;
Davanın usul bakımından da reddi gerekeceği; ön savunmada
bu hususun açıkça belirtildiği;
Kural olarak Anayasa hükümlerinin, doğrudan
uygulanmayacağı; Anayasa kuralının uygulanabilirliğini temin için, ayrıca
Kanuni düzenlemelere ihtiyaç bulunduğu; hal böyleyken Cumhuriyet Başsavcısı'nın
iddianamesinde:
1. Anayasa'nın 23.7.1995 tarih ve 4121 sayılı Kanunla
değişik 68. ve 69. maddeleri ile 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun parti
kapatmaya ilişkin hükümleri arasında mübayenet bulunduğunun,
2. Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. ve 101/d hükümlerinin
'Zımnen llga' edildiğinin,
3. Bu yüzden doğrudan Anayasa'nın 68 ve 69. maddelerinin
tatbik edilmesi gerektiğinin,
4. TCK.nun 163. maddesinin yürürlükten kaldırılmasından
sonra lâikliğe aykırı propaganda ve eylemlerden dolayı parti üyeleri hakkında
kamu davası açılması imkansız hale geldiğinden, bu durumda bir siyasî. parti
hakkında bu yönden odak haline gelmesi sebebiyle dava açılabilmesi ve kapatma
kararı verilebilmesi de imkansız hale geldiğinden, yasakoyucunun Anayasa'nın 68
ve 69. maddelerini yeniden düzenlediğinin ileri sürüldüğü;
Bu iddiaların gerçeğe ve hukuka aykırı olduğu, bu
aykırılıkların bir bölümüne ön savunmada yer verildiği;
Prof. Bülent Tanör'ün de belirttiği gibi, Siyasî
partilerin, uymadıkları takdirde, kapatma sebebi olabilecek haller ile kapatma
kararı verilebilecek hallerin, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nda
düzenlendiği ve 1995 Anayasa değişikliği ile kapatma sebepleri ve hallerinin,
yasadakilere oranla daha da dar kapsamlı ve mantıklı bir hale getirildiği; TBMM
Anayasa Komisyonu'nunda, 1995 Anayasa değişikliği sırasındaki, raporda bu
halleri '...partinin tüzüğü gibi programı da Anayasa ve Kanunla partiler için
konan yasaklara veya emredici hükümlere aykırıysa, parti, esasen Anayasa Mahkemesi'nce
temelli veya basit olarak kapatılacaktır... Aynı sistematiğe uygun olarak
komisyonumuz, Siyasî partilerin bu ilkelere uygun hareket etmemelerinin iki
ayrı şeklini açıkça düzenlemiştir. Bunlardan birincisi, partinin tüzük ve
programının bu ilkelere aykırı olması; ikinci durum ise, partinin beyan ve
eylemlerinin bu ilkelere aykırı olmasıdır... Komisyonumuz, bu ayrımı yapmış ve
ikinci halde temelli kapatılması ancak partinin bu tür eylemlerin işlendiği bir
odak haline gelmiş olmasına bağlamıştır' biçiminde belirttiği; siyasî
partilerin kapatılması davalarına, Yargıtay C. Başsavcısı'nın, dava açma
şartlarının noksansız tahakkukundan sonra açacağı dava üzerine, Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle Anayasa Mahkemesi'nce
bakılacağı; Siyasî Partiler Yasası'nın 103. maddesi yollaması ile 101.
maddesinin (d) bendinde belirtilen usule uyulmadan, Yüksek Mahkeme'de, her
nasılsa, bir dava ikame edilmişse davanın esasına girilmeden usul yönünden
reddi gerekeceği; ön savunmada da belirtildiği gibi, bu davada;
a. Hem iddianamede ve hem de esas hakkındaki görüşte,
davanın dayandırıldığı Kanun maddelerinin zikredilmediği;
b. Davanın açılmasından önce odaklaşma iddiası ile ilgili
usuli şartların da yerine getirilmediği;
Nitekim, halen yürürlükte bulunan 2820 sayılı Siyasî
Partiler Kanunu'nun 101/d. ve 103. maddelerine göre, bir siyasî partinin yasak
eylemlerin mihrakı 'odağı' haline gelmesi iddiasının ileri sürülebilmesi için
bir şartın gerçekleşmesinin gerektiği; halbuki bu şartların hiç birisinin
gerçekleşmediği; bu nedenle bu davanın, herşeyden önce, usul yönünden hukukî
mesnedten yoksun bulunduğu ve reddedilmesi gerektiği; kimi hukuk otoritelerinin
görüşlerinin de bu yolda olduğu; öte yandan, Siyasî Partiler Kanunu'nun 98.
maddesi, Başsavcı'ya, iddianamesine esas teşkil edecek olayların, araştırılıp
soruşturulmasında ve davanın açılıp, yürütülmesinde Cumhuriyet Savcıları'na
tanınan bütün yetkileri ve görevleri verdiği, buna rağmen, Başsavcı'nın Refah
Partisi lehinde olan delilleri toplama cihetine gitmeyerek, savunma hakkını
hiçe saydığı; ön savunmada açıklandığı gibi, Anayasa'nın 68. ve 69.
maddelerinin doğrudan uygulanmasının mümkün olmadığı, 2820 sayılı Siyasî
Partiler Kanunu'nun uygulanması gerektiği; bu konuyla ilgili açıklamaları ön
savunmada yaptıkları; Anayasa hükümleriyle Siyasî Partiler Kanunu hükümleri
arasında bir aykırılığın bulunmadığı; biran için böyle bir aykırılığın varlığı
kabul edilse bile, Siyasî Partiler Kanunu'nun 101/d. ve 103. maddelerinin
uygulanmasının gerektiği; Anayasa Mahkemesi'nin 1982'den sonraki kararlarının
Başsavcının iddiasına dayanak yaptığı diğer yüksek mahkeme kararlarını da
geçersiz kıldığı;
1982 Anayasası'nın geçici 15. maddesinde '12 Eylül 1980
tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak T.B.M.M.'nin Başkanlık
divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde ... çıkarılan kanunların
Anayasa'ya aykırılığı iddia edilemez' hükmünün yer aldığı; 2820 sayılı Siyasî
Partiler Kanunu'nun, 24 Nisan 1983 tarihinde yürürlüğe girdiği, dolayısıyla
Anayasa'nın geçici 15. maddesinin koruması altında bulunduğu; bu nedenle, bu
Kanun'daki kural ve hükümlerin Anayasa'ya aykırılığının iddia edilemeyeceği;
Anayasa Mahkemesi'nin de çeşitli kararlarında bu gerçeği teyid ettiği; Yüksek
Mahkemenin, özellikle siyasî partilerin kapatılması davalarında 2820 sayılı
Siyasî Partiler Kanunu'nun Anayasa'ya aykırılığı iddialarını red ettiği gibi,
bu Kanun hükümlerinin uygulanmasını ihmal ederek doğrudan Anayasa hükmünü
uygulama yoluna da gitmediği, zira Anayasa Mahkemesi'ne göre iptali istenemeyen
kararların ihmalinin de söz konusu olamayacağı; ceza ve ceza yerine geçen
güvenlik tedbirlerinin ancak kanunla konulacağı, Anayasa'nın 38. maddesi
hükmünün buna amir olduğu; 'Kanunsuz suç ve ceza olmaz' şeklinde ifade edilen
bu kuralın, bütün modern ceza hukuku sistemlerinin vazgeçilmez temellerinden
biri olduğu, kişiler ve kurumların hareketlerini belli ve kesin hükümlerin
ışığı altında tayin etmek ihtiyacında oldukları, siyasî parti yasaklamalarının
da ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri cümlesinden olduğu, zira TCK. Madde
11'de cezaların nevilerinin belirtildiği, bu meyanda 'kamu hizmetlerinden
memnuniyet'inde bu cezalar arasında sayıldığı; diğer yandan Türk Ceza
Kanunu'nun 20. maddesinde 'seçilme hakkından mahrumiyet' ve 'bir partinin kurucusu,
üyesi ve yöneticisi olmak gibi siyasî haklardan mahrumiyet' hallerini de 'kamu
hizmetlerinden mahrumiyet' cezası meyanında saydığı; sonuç olarak, Anayasa'nın
84/Son fıkrasında sayılan müeyyidelerin basit birer tedbir olmayıp, doğrudan
doğruya cezai müeyyideler olduğu; 1995 değişikliği ile yürürlüğe konulan,
Anayasa'nın siyasî partilere ilişkin 69. maddesinin son fıkrasında da 'Siyasî
partilerin kuruluş ve çalışmaları, denetleme ve kapatılmaları ile siyasî
partilerin ve adayların seçim harcamaları ve usulleri yukarıda esaslar
çerçevesinde kanunla düzenlenir' denildiği; bu hükmün, kanunsuz suç ve ceza
olmaz prensibinin ikinci bir teyidi mahiyetinde olduğu; kanunkoyucunun,
Anayasa'nın 177. maddesinin (b) bendinde, çok önemli bir hüküm daha getirerek, özel
kanun hükmüne öncelik verilmesi konusunda üçüncü teyidini yaptığı; hal
böyleyken, 'özel kanun ihmal edilmeli veya mülga sayılmalı, onun yerine genel
Anayasa hükmü uygulanmalı demenin' hiçbir surette şayanı kabul bir görüş
olamayacağı; içtihatlarla veya emsal kararlarıyla ceza tedbirleri
konulamayacağı, konulursa Anayasa'ya aykırı olacağı;
Yukarıdaki prensiplerin ışığı altında bu bölüm
özetlenecek olursa; Anayasa'nın 1995 yılında değiştirilen, 68 ve 69.
maddelerinin, bir ceza kanunu hükmü gibi doğrudan uygulanmasının mümkün
olmadığı;
Anayasa'nın değişik 69. maddesinin 6. fıkrasında; 'Bir
siyasî partinin 68. maddenin 4. fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden
ötürü temelli kapatılmasına, ancak onun bu nitelikte fiillerin işlendiği bir
odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi'nce tesbit edilmesi halinde karar
verilir' denildiği;
Bu maddenin doğrudan uygulanabilmesi için, herşeyden önce
'odak haline gelme' olayının unsurlarının belli olması gerektiği, bu maddede bu
konuda açıklık bulunmadığı, odak haline gelmenin gerek sübut ve gerekse esas
bakımından ayrıntılarıyla, kesin olarak belirtilmiş olmasının, kanunsuz 'suç ve
ceza olmaz' temel kuralının gereği olduğu, bu bakımdan Başsavcı'nın, Siyasî
Partiler Kanunu'nun 101/d. ve 103. maddelerinin mülga sayılmasına ve
Anayasa'nın doğrudan uygulanmasının mümkün olduğuna dair isteminin, kabul edilmesine
imkan bulunmadığı; bunun gibi 69. maddenin atıfta bulunduğu Anayasa'nın 68.
maddesinin 4. fıkrasında sayılan fiillerin cezai unsurlarının da
belirtilmediği; Anayasa Mahkemesi'nden, içtihatlarla ceza hükümleri veya ceza
tedbirlerini belirlemesinin istenilemeyeceği, bu görevin Yasama Organı'na ait
olduğu, netice olarak tabii çözümün yürürlükte olan 2820 sayılı Kanun
hükümlerinin uygulanmasında olduğu;
1995 değişikliğinden sonra Anayasa'nın 69. maddesinin
indi ve keyfi bir şekilde doğrudan uygulanmasının mümkün olmadığı; böyle bir
uygulamada 1995 Anayasa değişikliklerinin ana gayesinin, bu maddenin lafzı ve
ruhunun, ilgili mevzuat hükümlerinin gerektirdiği ön şartlara uymak mecburiyeti
bulunduğu;
TBMM tarafından 1991 yılında TCK'nun 163. maddesinin
kaldırılmasının Devleti yıkmak için değil, fikir, inanç ve ifade hürriyeti
önündeki engelleri kaldırarak çağdaş dünyaya uyum sağlamak için atılmış
isabetli bir adım olduğu; TCK'nun 163. maddesinin kaldırılmasının tıpkı TCK'nun
140., 141, 142. maddelerinin ve 6187 sayılı Kanun'un aynı anda kaldırılışı gibi
TBMM tarafından özgürlükleri genişletmek Anayasa'daki bağlayıcı hükümlerin
uygulamada da geçerliliğini sağlamak ve gelişmiş bütün ülkelerdeki çağdaş hukuk
normlarına uymak için yapıldığı; 1995 yılında Anayasa'da yapılan
değişikliklerin de aynı şekilde çağdaş gelişmeye uyum sağlamak için atılmış
adımlar olduğu;
Bir siyasî partinin kapatılmasının 1995 Anayasa
değişikliklerinden sonra artık, ancak 1. Bir siyasî partinin tüzük ve
programının Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı
olması, 2. Bir siyasî partinin yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlar
ile yabancı gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alması, 3. Bir siyasî partinin,
eylemleriyle Anayasa'nın 68/4 maddesinde belirtilen fiillerin işlendiği bir
odak haline geldiğinin sübut bulması, hallerinde mümkün olabileceği;
1995 yılında Anayasa'da yapılan değişiklik ile
Anayasa'nın 69. maddesinin 6. fıkrasının, 'Bir siyasî partinin 68. maddesinin
dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına,
ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin
Anayasa Mahkemesi'nce tesbit edilmesi halinde karar verilir'; bu fıkranın atıf
yaptığı 68. maddenin 4. fıkrasının ise 'Siyasî partilerin tüzük ve programları
ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet
egemenliğine demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf ve
zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesine; iştirak edemez' kurallarını
içerdiği Anayasa'nın 68. ve 69. maddelerinin aldıkları bu son şekilden açıkça
görüldüğü gibi bir siyasî partinin; kapatılabilmesinin ancak 'Partinin
eylemleri' ile mümkün olacağı Parti tüzelkişiliğini ilzam eden Merkez Karar ve
Yönetim Kurulu, Parti Büyük Kongresi, TBMM Grubu gibi yetkili Merkez Organlarının
kararı ve iştiraki ile gerçekleştirilmiş 'parti eylemleri' dışında başka
herhangi bir sebeple parti kapatılmasının mümkün olmadığı;
1995 Anayasa değişikliği ile artık, ayrıca yetkili
kurullarınca benimsendiği sübut bulmadıkça, tek başına, ne parti üyelerinin
beyan ve eylemleriyle, ne Genel Başkan, Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Genel
Sekreter gibi parti mensuplarının beyan ve eylemleriyle, ne de partinin taşra
teşkilatlarının beyan ve eylemleriyle Parti'nin kapatılamayacağı;
1995 değişikliklerinin TBMM Genel Kurulunda görüşülmesi
esnasında konu ile ilgili olarak milletvekilleri tarafından sorulan sorulara
Anayasa Komisyonu adına Komisyon Sözcüsü'nün cevaben yaptığı açıklamalar da;
'... Bu madde ayrıca, çok önemli bazı hususları belirtiyor. Partilerin temelli
kapatılması iki şekilde olur; ya partinin programı veya tüzüğü kapatılma
sebeplerini ihtiva eder, yani Anayasa'nın değişmez maddelerinden doğan ilkelere
aykırıdır, veyahut partinin eylemleri, bu ilkelere aykırıdır. Şimdi burada bir
tüzel kişinin eylemlerinin bazı gerçek kişiler tarafından yapılması halinde
hangi hallerde gerçek kişinin eyleminin parti tüzel kişiliğine atfedilebileceği
meselesi ortaya çıkar. Bu her tüzel kişinin mesuliyeti konusunda ortaya çıkan
bir konudur. Burada bu açıdan hukuk bakımından Alman tatbikatından esinlenen
çok önemli bir kayıt getirilmiştir. Bugünkü Anayasada parti üyelerinin, kurucularının,
idarecilerinin eylemlerinden ötürü kapatılır diyor; ama, her idarecisinin, her
kurucunun eylemi böyle bir kapatmaya sebebiyet verecek olursa, bu demokratik
ilkelerle bağdaştırılabilecek bir durum olamaz. Alman tatbikatında odak kavramı
getirilmiştir. Yani bu tarz Anayasa'mızın değişmez ilkelerinden doğan kayıtlara
aykırı eylemler, partinin üyeleri ve idarecileri tarafından işlenmişse, Anayasa
Mahkemesi'nin bakması gereken husus, sadece bu eylemlerin işlendiğini tesbit
etmekten ibaret kalmayacak, aynı zamanda, bu yoldan, o partinin bu tarz
eylemlerin işlendiği bir odak haline geldiğini, Anayasa Mahkemesi tespit
etmekle mükellef tutulacaktır: bu da, siyasî partilerimiz açısından son derece
önemli bir teminattır... 'Odak' kelimesi, batı tatbikatında anlamı belli olan
bir hukuki kavramdır. Bu, hem toplum için hem parti için bir teminattır'
denildiği, bu durumda 1995 Anayasa değişikliklerinden sonra artık Siyasî
partilerin üyelerinin beyan ve eylemlerinden dolayı kapatılmasının mümkün
olmadığı;
'Parti eylemi' kavramının hukuki anlamı bakımından
irdelendiğinde, eylemin, bir gerçek veya tüzel kişinin bir maksada erişmek için
kendi iradesiyle gerçekleştirdiği faaliyet olduğu; bu nedenle düşünce ve ifade
özgürlüğü kapsamında kalan görüş bildirme ve beyanda bulunmanın eylem olmadığı,
Anayasa'da, yasalarda ve doktirinde 'beyan' ve 'eylem'in bir birinden farklı
iki ayrı kavram olarak kabul ve ifade edildiği; uygulamaya konulmadığı ve
gerçekleşmesi için gereken faaliyet gösterilmediği sürece alınmış bir kararın,
eylem sayılamayacağı;
'Partinin eylemi'nin, parti tüzel kişiliğini ilzam eden
Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK), Büyük Kongre ve Parti Meclis Grubu'nun
kararları ve bu kurulların iştirakiyle yapılan eylemler olduğu; parti
üyelerinin, Genel Başkan'ın, Genel Başkan Yardımcıları'nın, Genel Sekreter'in
ve taşra yönetim kurullarının beyanlarının ve eylemlerinin 'parti eylemi'
sayılamayacağı;
Hukukî anlamda odak olmanın, bir partinin yasa dışı
eylemleri tüzel kişilik olarak benimsemesi, bu eylemlerin yaygın ve yoğun bir
şekilde devam ederek partinin bünyesini kaplaması ve partinin artık esas
itibariyle tüzük ve program dışına çıkarak adeta bu yasa dışı eylemleri yürüten
bir kuruluş haline dönüşmesi anlamını taşıdığı;
2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunundaki 'mihrak olma'
kavramıyla, Anayasa'nın 69. maddesindeki 'odak olma' kavramının sonuçta aynı
temel esaslarda birleştiği;
1983 tarihli 2908 sayılı Dernekler Kanunu'nun 53.
maddesinde suç kaynağı haline gelen 'derneklerin kapatılması'ndan, 1965
tarihli, 648 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 'kanunsuz siyasî faaliyetlere
mihrak olma' başlıklı 112. maddesinde ise mihrak olmadan söz edildiği;
1983 tarihli 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 103.
maddesine göre bir siyasî partinin odak haline gelmesinin beş şartın
gerçeklemesiyle mümkün olabileceği,
Belirtilen her üç kanunda da kuruluşun 'odak' haline gelebilmesi
için neticede, mutlaka kuruluşun tüzel kişiliğini ilzam eden yetkili Merkez
Karar Kurullarının yasa dışı eylemleri benimsemesi, bunlara sahip çıkması ve
hatta bunların kaynağı olmasının vazgeçilmez şart olarak esas alındığı;
Bunların hiçbiri vaki olmadan, hatta bir partinin yetkili
organlarının ne bir kararı ne bir eylemi söz konusu olmadan elbette bir siyasî
partinin kapatılması için dava açılamayacağı; şayet böyle bir dava açılmış
olursa, bu takdirde Yüksek Mahkeme'nin yapacağı ilk işin bu eksiği tesbit
ederek, önce usul bakımından, davanın reddine karar vermesi gerekeceği;
Refah Partisi'nin, Anayasa'da belirtilen lâiklik
ilkesinin, gerçek savunucusu ve teminatı olduğu, bu hususun Refah Partisi'nin
tüzük ve programı, yöneticilerinin konuşmaları, mahalli yönetimlerdeki
hizmetleri ve hükümet icraatları ile de sabit bulunduğu;
Refah Partisi'nin Programında; 'Partimiz fikir, vicdan ve
düşünce hürriyetlerine inanır; fikir, vicdan ve inanç hürriyetlerine yapılacak
her türlü baskıyı lâikliğe aykırı sayar', 'Lâiklik din düşmanlığı olmayıp,
bilakis din ve vicdan hürriyetlerini her türlü ihlalden koruyucu bir prensip
olarak geliştirilmiş ve uygulama alanına konulmuştur' (Program, md.4)
denildiği;
Refah Partisi'nin Tüzük ve Programında, lâikliği devletin
temel niteliği olarak aldığı, lâikliğin Anayasal ve yasal anlamını teyit ettiği
ve lâikliğe aykırı uygulama yapılmaması için nelere dikkat edilmesi gerektiğini
ortaya koyduğu; öte yandan Refah Partisi adına bugüne kadar yapılan bütün
konuşmalarda da bu hususun tekrar tekrar belirtildiği; Refah Partisi Genel
Başkanı Necmettin Erbakan'ın bugüne kadar TBMM içinde ve dışında yaptığı tüm
konuşmaların da bunu doğruladığı;
Refah Partili belediye başkanlarının da, bu göreve başlar
başlamaz ilk işlerinin, şayet bölgelerinde varsa, farklı dinlere mensup
cemaatleri ziyaretle ihtiyaçlarını tesbit etmek ve bunları yerine getirmek
olduğu, bunun yapıldığı ve bu hususta cemaat temsilcilerinden gönderilmiş
sayısız teşekkür yazılarının bulunduğu;
Refah Partisi'nin kurulduğu tarihten bu yana Refah
Partili hiçbir belediye başkanı hakkında lâikliğe aykırılıktan dolayı işlem
yapılmadığı;
54. Hükümet Programının 4. sahifesinde de, lâikliğin,
diğer ilkelerle birlikte Koalisyon Hükümetinin vazgeçilmez ortak uzlaşma
zeminini teşkil edeceğinin vurgulandığı ve 54. Hükümetin icraatında lâikliğe
aykırı olarak ne bir kararnameye, ne bir kanun tasarısına, ne de herhangi bir
idari tasarrufa rastlamanın mümkün olmadığı;
Refah Partisi'ne göre lâikliğin, kanunların yapılmasında
skolastik düşüncenin değil ancak bilim ve aklın esas alınmasının gerekli olduğu
ve bu gerçeğin Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın sayısız
açıklamalarında açık bir şekilde gösterildiği;
Refah Partisi'nin ister dini, ister siyasî kaynaklı olsun
her türlü taassuba da karşı olduğu; Hukuki anlamına uygun gerçek lâikliğin en samimi
savunucusunun Refah Partisi olduğu; hal böyleyken gerçeğe aykırı olarak bunun
aksinin söylenmesinin ancak art maksatlı propaganda yapmak isteyenlerin
başvurdukları bir yol olduğu, hukuk ve gerçek önünde bu iddiaların hiçbir
geçerliliğinin olamayacağı;
Ceza Hukuku'nun temel esasları bakımından bu isnadın
Refah Partisi'ne yapılmasının mümkün olmadığı ve bu davada isnadın sübutu için
şart olan unsurlardan hiçbirisinin bulunmadığı; Anayasa Mahkemesi'nin kimi
kararlarının da kendilerini doğruladığı;
Nitekim Yüksek Mahkeme'nin 1982 Anayasası döneminde
aldığı 28.9.1984 tarih ve E. 1984/1 (Parti Kapatma), K.1984/1 sayılı kararında
şöyle denildiği;
'...Bu haliyle, uygulanması istenilen
maddeler birer ceza kuralı niteliğindedir... siyasî partinin kapatılmasına
ilişkin yaptırım Türk Ceza Kanunu'nun 11. maddesiyle belirlenen klasik cezalar
arasında yer almaması, failin tüzel kişi olmasından kaynaklanmaktadır ...
Siyasî partilerin kapatılmaları sonucunu doğuran bu tür yasakların birer ceza
kuralı niteliğinde oldukları, 1961 Anayasası'nın yapılmasında açıkça
belirtilmiştir.
Kaldı ki, hem 22/4J1983 günlü, 2820 sayılı Yasa'nın 98.
ve hem de 10/11/1983 günlü, 2949 sayılı Yasa'nın 33. maddeleri, siyasî
partilerin kapatılmasına ilişkin davaların, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu
hükümleri uygulanmak suretiyle, ... karara bağlanacağını, belirtmektedir.
Uygulanması istenen maddelerin ceza kuralı niteliğinde
oluşları ve davanın Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'na göre yürütülmesi, davalı
Parti için güvence teşkil eden bir takım sonuçlar doğurur. Gerçekten, kişi
özgürlüklerini korumak kaygısıyla, tarih boyunca bir dizi güvence kurumlaşıp,
ceza ve ceza usul hukuku alanında yerini almıştır. Bunlar arasında, üçüncü
kişilerin eylemlerinden sorumlu olmamak, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi ve
bunun sonucu olarak cezada genişletici yorum ve kıyasa yer verilmemesi kuralı,
eldeki dava nedeniyle pratik sonuçlar doğuracak niteliktedir. Aynı biçimde,
ceza usulünün, gerçeği araması ve biçimsel gerçekle yetinmemesi, tarafların
iddia ve savunmaları ile bağlı tutulmaması, delil serbestisi esası, şüphe
halinde sanık lehine hareket etmek gereği gibi ilkeler, görülmekte olan bu
davada da gözönünde bulundurulacak ilkelerdendir.'
Bu özelliklerinden dolayıdır ki böyle bir davada isnadın
sübut bulabilmesi için her şeyden önce Ceza Hukuku'nun temel kurallarına göre
isnadla ilgili unsurların herbirinin ayrı ayrı sübutunun şart olduğu;
Hangi yönden bakılırsa bakılsın netice olarak genel hukuk
esaslarına göre herhangi bir isnadın sübutu için dört unsurun hepsinin birden
sübutunun gerekli olduğu, bunların, maddi unsur, hukuka aykırılık, manevi unsur
ve illiyet rabıtası olduğu; bu davada bu unsurların hepsinin sübutu şöyle
dursun, hiçbirisinin mevcut olmadığı;
Her şeyden önce, bu davadaki isnadın maddi unsurunun
bulunmadığı; zira 'bir maddi unsur'un var olabilmesi için bir fail ile
yasalara aykırı bir fiilin bulunması gerektiği; halbuki, maddi unsur açısından
bu davada failin de, fiilin de bulunmadığı;
Bu davada 'Hukuka Aykırılık' unsurunun da bulunmadığı,
davanın esasını partinin lâikliğe aykırı fiillerin işlendiği bir odak haline
geldiği hakkındaki iddiaların oluşturduğu; bu sebepten her şeyden önce
iddianamede yer alan her isnadın teker teker lâikliğe aykırı olup olmadığının
belirlenmesi gerektiği, bu belirlemenin yapılmasında takip edilecek usulün
Siyasî Partiler Kanunu'nun 98. maddesine göre CMUK olduğu, yine bu belirlenmede
esas bakımından uygulanacak kanun maddesinin de Anayasa'nın 24. maddesi olduğu;
lâikliğe aykırılık unsurlarının TCK'nun 163. maddesi kalkmadan önce bu hükümde
de mevcud olduğu, ve bu maddenin ihlalinin aynı zamanda ceza açısından da suç
teşkil ettiği; 163. madde kaldırıldıktan sonra ise lâikliğe aykırılığın kişiler
açısından suç olmaktan çıktığı; ancak bu fiileri yasaklayan Anayasa hükümleri
değiştirilmediğinden bu konunun siyasî partiler açısından bir parti yasağı
olarak halen yürürlükte olduğu, bu sebepten lâikliğe aykırılığın unsurlarının
Anayasa'nın 24. ve 2820 sayılı Kanunun 87. maddelerinde mevcut bulunduğu; bu
konudaki eylemlerin yasağa aykırı olup olmadığının araştırılmasında söz konusu
maddelerdeki unsurların kıstas olarak göz önünde bulundurulmasının gerektiği;
'Lâikliğe aykırılık' fiilinin sübut bulması için gerek
Anayasa gerek 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'na göre Devletin temel
nizamını ortadan kaldırıp bunların yerine dini esasa dayanan nizam koymak
fiilini gerçekleştirmek için karar almak ve eylemde bulunmak gerektiği;
Gerek doktrindeki açıklamalardan, gerekse çok sayıdaki
emsal, Yargıtay kararından da açıkça anlaşılacağı gibi, 'Lâikliğe aykırılık
eylemi'nin gerçekleşebilmesi için dört unsurun mevcudiyetinin sübutunun şart
olduğu; bunların;
1. Devletin mevcut sosyal, ekonomik, siyasî ve hukuki
temel düzeninden herhangi birisinin dinsel inançlar açısından yerilmesi;
2. Bu eleştirilen temel tüzenin yerine konulması
öngörülen değişikliklerin ve ilkelerin belirtilmiş olması ve bu değişiklik ve
ilkelerin dinsel nitelikte bulunması;
3. önerilen dini temel düzen, hangi dinin düzeni ise o
dinde; o dinin iman bütünü kapsamı içinde olmak şartıyla, dünyevi düzenle
ilgili ve sistem denilebilmesine yetecek ayrıntıları içeren kurallarıyla mevcut
olması ve öneriyi yapan failin bu kuralları somut bir şekilde ortaya koymuş
olması;
4. Eylemin 'Lâikliğe aykırı' olarak yapılması koşulu, yani
önerilen dinsel düzenin devletin yapısı içinde emredici nitelik taşımasının
istenmesi diğer bir ifadeyle herkes için uyulması zorunlu kurallar durumuna
getirilmesine yönelik bulunması olduğu;
'Lâikliğe aykırılık'tan söz edilebilmesi için bu dört
dizi kanuni unsurun hepsinin noksansız ve kesin olarak gerçekleştiğinin sabit
olmasının şart olduğu; bunlardan herhangi birinin mevcut olmaması halinde
'lâikliğe aykırı'lıktan söz edilemeyeceği; bu nedenle, bu davada lâikliğe
aykırılık eyleminin unsurlarının bulunmadığı; iddianame'de delil diye ileri
sürülen konuların hiçbirinde de lâikliğe aykırılığın kanuni unsurlarının mevcut
olmadığı; çok hukukluluk, isnadının dayandırıldığı sözlerin herhangi bir davaya
mesned yapılmasının mümkün olmadığı gibi bu sözlerde lâikliğe aykırılığın
unsurlarının da mevcut olmadığı;
Başsavcının İddianamesi'nin 9. sayfasında; Necmettin
Erbakan'ın, TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk tarafından organize edilen
'Liderler Anayasa Çalışma Toplantısı'nda konuşma yaptığı; 'Benim inandığım
şekilde sen yaşayacaksın' tahakkümünün ortadan kalkmasını istiyoruz, çok
hukuklu bir sistem olmalı' dediği ifade edilerek, lâikliğin ihlal edildiği
iddiasında bulunulduğu; bu iddianın hem varid olmadığı, hem de hukukî
dayanaktan yoksun bulunduğu; önce, bahse konu toplantının, TBMM Başkanı'nın
daveti üzerine gerçekleşen ve fasılalarla devam eden bir meclis çalışması
olduğu; bu çalışmanın Anayasa'nın 83. maddesinin 'sorumsuzluk güvencesi'
altında bulunduğu ve herhangi bir davaya mesned yapılmasının mümkün olmadığı;
bu konuşmanın bütünüyle ele alındığında kastedilen maksadın 'özel hukukta akit
serbestliği hakkının savunulması' olduğunun açıkça görüleceği; nitekim toplantı
zaptının 11. sayfasında; 'Biz gerek Türkiye'de gerekse çağdaş dünyada,
ülkelerin huzur içinde olması için 'Benim inandığım şekilde sen yaşayacaksın'
tahakkümünün ortadan kalkmasını istiyoruz. Çok hukuklu bir sistem olmalı,
vatandaş genel prensipler içerisinde kendi istediği hukuku kendisi seçmeli'
cümlesinin yeraldığı;
Buradaki 'Vatandaş genel prensipler içerisinde kendi
istediği hukuku kendisi seçmeli' sözündeki 'Genel prensipler içerisinde'
şartının, Anayasa'yı, yasaları, kamu hukukunun esaslarını kasteddiği için,
açıklanan görüşteki maksadın özel hukuktaki 'Akit serbestliği'ne münhasır
olduğunun açıkça görüleceği,
Açıklanan görüşten maksadın, kamu hukukunda kişilerin ve
özel kurumların tercihlerine bırakılan ve TTK, BK, MK, HUMK ve 2657 sayılı
'Milletlerarası özel Hukuk Hakkında Kanun'da yer alan tercihe bağlı 'akit
yapma' ve 'Mahkeme ve hakim seçme hakkına' çağdaş gelişmelere ve taraf
olduğumuz uluslararası anlaşmalara paralel olarak işlerlik kazandırılması
olduğu; bunların yanısıra konuşmanın bütününde baştan sona kadar lâikliğin
savunulmasının yapıldığı; kanunların yapılmasında skolastik bir zihniyetle
dinin emirlerinin değil, ilim ve aklın esas alınmasının istenildiği; bu açık
gerçekler ortada iken, böyle bir konuşmayı lâikliğin ihlali olarak telakki
etmeye imkân bulunmadığı;
Mezkur görüşlerin açıklanmasının, uluslararası
anlaşmaların ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin pek çok kararlarının da
tekrar-tekrar teyid ettiği düşünce hürriyetinin en tabii bir uygulamasından
ibaret bulunduğu; Necmettin Erbakan'ın bütün beyanlarının 'lâiklik'in
savunulması istikametinde olduğu; Başsavcı'nın kendi faraziyelerine göre
yasalara uygun böyle bir Meclis çalışmasını, bir isnad olarak ileriye
sürmesinin mümkün olmadığı, zira bu Meclis çalışmasının 23.3.1993 tarihinde
cereyan ettiği ve 1995 Anayasa değişikliğinden çok önce olduğu, 1995 Anayasa
değişikliğinden önce Anayasa'da siyasî partilerin 'odak' olma sebebiyle
kapatılmalarının söz konusu olmadığı;
Erbakan'ın TBMM'ndeki konuşmasında Medine Sözleşmesi diye
bir konudan hiç bahsedilmediği ve çok hukukluluk olarak Medine Sözleşmesinin
kast edilmediği, Erbakan'ın çok hukukluluktan kastının ne olduğunu, yaptığı
konuşmanın açıkça gösterdiği, bunun da 'Akit Serbestliği'nden ibaret olduğu;
Refah Partisi'nin ne programında ne Meclis Grubu kararlarında ne MKYK
kararlarında ne de Büyük Kongre Kararlarında, çok hukuklu sistemin kabul
edildiğine, savunulacağına ve uygulanacağına dair bir hükmün bulunmadığı; bu
nedenle bu konunun Parti'nin resmi görüşü gibi telakki edilmesinin mümkün
olmadığı; konuşma metninden açıkça görüleceği gibi bu konuşmada 'mevcut Temel
Düzen'in yerine şöyle bir dini temel düzen konsun' denilerek ilkeleriyle
belirtilmiş somut bir temel düzen teklifi mevcut olmadığı; aranacak diğer bir
unsurun da önerilen temel düzen değişikliğinin hangi dinle ilgili ise o dinde;
0 dinin düzenle ilgili ve sistem denilebilmesine yetecek ayrıntıları içeren
kuralların mevcut olması ve öneriyi yapan kimsenin de bu kuralları somut olarak
ortaya koymuş olması gerektiği; anılan konuşmada ise, herhangi bir dini temel
düzen teklifinin söz konusu olmadığı için bu unsurunda mevcut olmadığı;
Aranacak başka bir unsurun da eylemin 'lâikliğe aykırı'
olarak yapılması koşulu olduğu, yani önerilen dinsel düzenin devletin yapısı
içinde emredici nitelik taşımasının istenmesi, diğer bir ifadeyle herkes için
uyulması zorunlu kurallar durumuna getirilmesine yönelik bulunmasının
gerektiği; bu konuşmada açıkça görüldüğü gibi, herkesin uymaya mecbur kalacağı
tek bir temel düzenin asla söz konusu olmadığı, tam tersine emredicilik yerine
herkesin dilediği gibi seçme hakkına sahip olacağı akit serbestisi temennisinin
söz konusu olduğu, dolayısıyla bu unsurun da kesinlikle mevcut olmadığı;
Esasen ceza hukuku alanına giren bir eylemin suç teşkil
edip etmediğinin veya parti yasağına aykırı olup olmadığının tespit
edilebilmesi için herşeyden önce söz konusu eylemin kanuni unsurlarının mevcut
olup olmadığının araştırılmasının Başsavcılığın kaçınılmaz bir görevi olduğu;
halbuki Başsavcı'nın hem İddianamesi'nde hem de Esas Hakkındaki Görüşünde dava
ile ilgili olarak öne sürdüğü konuların hiçbirinde lâikliğe aykırılık fiilinin
kanuni unsurlarının bulunup bulunmadığını araştırmadığı; bu niteliği taşımayan
bir İddianame'nin veya bir esas hakkındaki görüşün kanunen geçerli sayılmasının
mümkün olmadığı;
'Din eğitimi' ile ilgili isnadın da hiçbir hukuki
geçerliliğinin bulunmadığı ve bu isnadda da lâikliğe aykırılığın kanuni
unsurlarından hiçbirisinin mevcut olmadığı;
Başsavcı'nın İddianamesinde bu konuyla ilgili isnadı,
'İmam Hatip Okullarının kapatılmasına ve bundan böyle yeni İmam Hatip
Okullarının açılmamasına' dair Milli Güvenlik Kurulu tavsiye kararı ile bunu
takip hakkına Refah Partisi'nin karşı çıkması bu yönde eylemler düzenlemesi,
tüm yöneticilerin halkı kışkırtan konuşmalar yapması ve bu davranışın lâikliğe
aykırı olması, şeklinde ortaya koyduğu; bu iddianın hukuken tamamen mesnedsiz
olduğu;
Refah Partisi'nin, din eğitimine ilişkin olarak
Anayasa'da belirlenen prensipleri benimsediği ve bunların doğruluğunu savunmayı
ve hayata geçirilmesini temin etmeyi bir parti politikası olarak belirlediği;
dini eğitim konusunda Refah Partisi'nin suçlanmasının hukuken mümkün olmadığı,
ön savunmada bu konuda gerekli açıklamaların yapıldığı; siyasî partilerin ister
iktidarda ister muhalefette olsunlar:
1. Anayasa'nın devlete verdiği görevler hakkında parti
programlarında açıklama yapmak,
2. İnsan haklarının korunması ve aykırı tatbikatın önlenmesi
için gereken çalışmaları yapmak görevlerinin bulunduğu;
Böyle olduğu için de, bir kısım Refah Partisi
mensuplarının, tıpkı diğer parti mensupları gibi, Anayasa'nın Devlete vermiş olduğu
bütün diğer görevler hakkında görüş ve fikirlerini açıklamaları ne kadar doğal
ise, din eğitimi konusunda da görüş ve fikirlerini açıklamalarının bir suç
oluşturması şöyle dursun tam tersine aynı şekilde doğal Anayasal hakları ve
görevleri olduğu;
Refah Partisi'nin tüzel kişiliği olarak yani Büyük
Kongre, MKYK, TBMM Grubu ve Grup Yönetim Kurulu olarak din eğitimi ile ilgili
lâikliğe aykırı herhangi bir kararı ve eyleminin mevcut olmadığı, ve yine tüm
Savunma'da, Refah Partisi'nin 8 yıllık zorunlu eğitime asla karşı olmadığı
hatta Refah Partili milletvekillerinin zorunlu eğitimin 11 yıla çıkartılması
hakkında kanun teklifleri bulunduğunun belgeleriyle ortaya konduğu;
Refah Partisi Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltürk'e izafe
edilerek esas hakkıdaki görüşe derc edilen sözün Asiltürk'e ait olmadığı; izafe
edilen ibarede dahi 'lâikliğe aykırı'lığın hiçbir unsurunun bulunmadığı;
Oğuzhan Asiltürk'ün Refah Partisi'nin 14. kuruluş yıldönümünde,
günün mana ve önemini belirtmek üzere kısa bir konuşma yaptığı ve bu konuşmasında
Refah Partisi'nin gayesinin başkası için fedakarlıkta bulunmak ve canıyla
başıyla çalışarak ülkemiz halkının ve bütün insanlığın saadetine hizmet etmek
şeklinde özetlenebilecek bir ana fikri açıkladığı; bu sözlerin lâikliğe
aykırılıkla uzaktan yakından bir ilgisinin bulunmadığı gibi bu sözlerin
hiçbirinde lâikliğe aykırılığın unsurlarından hiçbirisinin de mevcut olmadığı;
Şevki Yılmaz, H. Hüseyin Ceylan ve İ. Halil Çelik, 2820
sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nda öngörülen süre içerisinde partiden ihraç
edildiğinden, illiyet ilkesi gereğince bunlarla ilgili konular üzerinde
durulmasına gerek kalmadığı;
Genel hukuk esaslarına göre herhangi bir isnadın sübutu
için üç temel unsurun yanında 'illiyet bağı' şartının da mevcudiyetinin gerekli
olduğu; hukuku ihlal eden fiil ile fail arasındaki ilişkiye illiyet bağı
denildiği; bu ilişki mevcut değilse ve kesin olarak isbat edilememişse faile
suç izafesinin mümkün olmadığı;
2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun bu sebepten parti
tüzel kişiliği ile kim olursa olsun herhangi bir üyenin fiili arasında 'illiyet
rabıtası' bulunup bulunmadığının tesbitine büyük önem verdiği ve bunun
şartlarını açık bir şekilde belirlediği; bu Kanunun 101/d. maddesindeki açık ve
kesin hükmüne göre bir üyenin fiili ile parti hükmi şahsiyeti arasındaki bir
illiyet bağının varlığından bahsedilebilmesi için; Başsavcının önce herhangi
bir üyenin tabii hakim önünde yargılanıp hüküm giymesi halinde bu üyenin
partiden ihracı için partiye bildirimde bulunması zorunluluğunun bulunduğu;
ancak bundan sonra parti adına karar almaya yetkili kurulların üyeyi ihraç
etmeyip bu üyenin yaptığı fiili tekabbül etmesinin sübut bulması halinde
illiyet bağının varlığından bahsedilebileceği, Siyasî Partiler Kanunu'nun
101/d-1. maddesinin belirttiği bu açık hükümler yerine gelmeden illiyet bağının
varlığından söz edilemeyeceği;
Başsavcı'nın Esas Hakkındaki Görüşü'nde 'tetikçi' vs.
gibi hukukla alakası olmayan tabirler kullanarak, olmayan bir illiyet
rabıtasını varmış gibi göstermeye tevessül etmesinin hukuken hiçbir
geçerliliğinin olamayacağı;
Parti'nin belirtilen süre içinde Şevki Yılmaz'ı, Hasan
Hüseyin Ceylan'ı ve İbrahim Halil Çelik'i ihraç ederek, ihraç işleminin
yapıldığını Anayasa Mahkemesi'ne bildirdiği, hal böyleyken, Başsavcı'nın bu
kanuni işlemleri muvazaa olarak nitelendirmesine Siyasî Partiler Kanunu'nun
101/d-1 hükmünün mani olduğu; çünkü kanunun verdiği bir hakkın kullanılmasının
muvazaa olarak sayılamayacağı;
Bu davada 'odak haline' gelme şartlarının da mevcut
olmadığı, halen yürürlükte bulunan 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun
101/d-1. ve 103. maddelerine göre bir Siyasî partinin yasak eylemlerin mihrakı
'odağı' haline gelmesi iddiasının ileri sürülebilmesi için beş şartın tamamının
gerçekleşmesinin gerektiği;
Bu davada 1995 Anayasa değişikliği ile getirilen 'odak
olma' şartının 'en önemli vazgeçilmez unsuru'nun da kesinlikle söz konusu
olmadığı; hukuki ve ilmi mesnedlerden de açıkça anlaşılacağı gibi odak olma
halinin asıl vazgeçilmez unsurlarının; 'Saldırgan ve icrai eylemler', 'Fiili mücadelenin
odağı haline gelme', 'Demokratik Temel Düzeni yıkmaya yönelik eylemlerin
devamlılık arz etmesi' olduğu; diğer bir ifadeyle odak olma halinin, bir
partinin programını, tüzüğünü ve bütün yasal faaliyetlerini bir kenara
bırakarak, planlı ve devamlı bir şekilde saldırgan eylemleri yürüten bir
kuruluş haline gelmiş olması olduğu, bu unsurlar oluşmadan odak halinden
bahsedilemeyeceği; Refah Partisi için bu davadaki isnadın hiçbir unsurunun
mevcut olmadığı gibi odak olma halinin bu en önemli vazgeçilmez unsurunun da
kesinlikle mevcut olmadığı;
1. Bu davada ceza hukukunun ve Ceza Muhakemeleri
Kanunu'nun temel hükümlerinin uygulanması gerektiği;
2. 'Üçüncü kişilerin eylemlerinden sorumlu olmamak
ilkesi' gereği, parti tüzel kişiliğinin yargılandığı bir davada, üyelerin
fiillerinin, parti tarafından benimsenmedikçe, delil olamıyacağı;
3. Ve yine aynı temel esastan dolayı parti tüzel kişiliği
hakkında alınacak olan bir karar ile davada taraf olmayan ve hiç yargılanmamış
olan herhangi bir partili üyeye cezai sonuçlar getirecek bir hüküm
verilmesinin mümkün olmadığı, yani bu davada Anayasa'nın 84/5. maddesinin
uygulanmasının olanaklı bulunmadığı;
4. Yine ceza hukukunun temel esasları bakımından
Başsavcı'nın gerek İddianamesi'nde ve gerekse Esas Hakkındaki Görüşü'nde,
'Kanunda açıkça mevcut olmayan usul kurallarının var sayılmasını istemesi'ni,
'Bizzat Anayasa m. 69'un son fıkrası odak olma halinin kanunla düzenleneceğini
amir bulunduğu halde bu emir dinlenilmeden 69. maddenin doğrudan uygulanmasını
istemesi'ni, 'Siyasî Partiler Kanunu m. 103'ün zimnen mülga sayılarak meydana
gelecek boşluğun usul hakkındaki bu hükmün yerine yorum yoluyla yeni bir usul
hükmünün ihdas edilmesini' talep etmesinin hukuken kabulünün mümkün olmadığı
ve geçerliliğin bulunmadığı;
5. Başsavcı'nın hiçbir delil niteliğinde olmayan, bir
kısım partili üyelere izafe ettiği beyanlarda, 'lâikliğe aykırılığın'
unsurlarından hiçbirisi mevcut olmadığı halde bunların mevcut kabul edilmesini
talep etmesinin de ceza hukukunun temel esaslarına tamamen aykırı olduğu;
hukuken ise talebin kabulünün mümkün olmadığı;
İddianame'de birkaç üye için ileri sürülen hukuka aykırı
iddiaların herbirinin ayrı ayrı ele almak yerine, bu önemli hususu açıklamak
bakımından sadece bir misal üzerinde durmakla yetinileceği; Ahmet Tekdal'ın
yıllarca önce, Hacda yaptığı iddia edilen bir konuşmanın ispata matuf delil
olarak ileri sürülemeyeceği;
Kanal D Televizyonunun 24.11.1996 günü yaptığı bir
yayında, Ahmet Tekdal'ın yıllarca önce (1986 da) Hac'da yaptığı ileri sürülen
bir konuşmanın bu davaya delil yapılmak istendiği; Hac'da yapıldığı iddia
olunan bu konuşmanın video bant dışında bir dayanağının bulunmadığı; bu
konuşmanın hangi tarihte ve nerede yapıldığının belli olmadığı; bant üzerinde
montaj veya değiştirme olup olmadığının da belli olmadığı; bu bakımdan bu
yayının bir mesned olarak alınamayacağı;
Bu konuda Başsavcı'nın 2820 sayılı Siyasî Partiler
Kanunu'nun 101-d maddesinde belirtilen işlemlerden hiçbirini yerine
getirmediği; Ahmet Tekdal'ın konuşma metninin içerisinde, lâikliğe aykırılık
unsurlarından hiçbirisinin mevcut olmadığı, metnin mücerret bir tavsiyeden
ibaret olduğu; mevcut nizamın yerilmek şöyle dursun, parlamenter sistemin esas
alındığı, somut bir şekilde bir temel düzeni tarif edecek ve herkesin uyacağı
emredici herhangi bir dizi kuraldan bahsedilmediği; 'hak nizamı' ibaresinin
söylenip söylenmediğinin, söylenmemişse ne maksatla söylendiğinin belli
olmadığı; hal böyleyken metinde temel parlamenter düzen içinde hukuk devleti ve
adil bir uygulama kastedilmişken ve bu hususla ilgili kanıtlar mevcutken, bunun
dışında yorumlar yapmanın ceza hukukunun kurallarına aykırı olduğu;
TCK'nun 163. maddesinin yürürlükten kaldırılmasıyla
şahıslar için lâikliğe aykırılık fiili suç olmaktan çıktığından bu davanın
açılmasının hukuka uygun bulunmadığı;
Anayasa bakımından da bu isnadın Refah Partisi'ne
yapılmasının mümkün olmadığı;
1995 Anayasa değişikliğine göre yetkili kurullarca
benimsendiği sübuta ermedikçe şahısların eylemlerinin parti kapatma sebebi
olamayacağı;
1995 Anayasa değişikliğinden önceki fiillerin, delil
olarak gösterilemeyeceği;
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne göre; hiç kimsenin,
işlendiği zaman ulusal ve uluslararası hukuka göre suç sayılmayan bir eylem ya
da ihmalden ötürü mahkum edilemeyeceği (m.7, fıkra 1); Türk Ceza Kanunu'na göre
de; işlendiği zamanın kanununa göre cürüm veya kabahat sayılmayan bir fiilden
dolayı kimseye ceza verilemeyeceği (m.2, fıkra 1); ayrıca 'bir cürüm veya
kabahatın işlendiği zamanın kanunu ile sonradan neşrolunan kanun hükümleri bir birinden
farklı ise failin lehine olan kanunun tatbik ve infaz olunacağı' (m. 2, fıkra
2);
Bu hükümler muvacehesinde, hem Parti'ye hem de Parti
mensuplarına atfedilen fiil ve beyanların tarihlerine bakıldığında;
1) Şevki Yılmaz'a izafe edilen konuşmaların, 1989-1990
yıllarında yapıldığı ve ayrıca Şevki Yılmaz'ın Parti'den ihraç edildiği;
2) Hasan Hüseyin Ceylan'a izafe edilen konuşmanın, 1990
tarihli olduğu ayrıca Hasan Hüseyin Ceylan'ın Parti'den ihraç edildiği;
3) 'Çok hukukluluk' konuşmasının, 1993 yılında yapıldığı;
4) Grup konuşmasının, 1994 yılında yapıldığı;
5) Ahmet Tekdal'a izafe edilen konuşmanın ise, 1986
yılına tekabül ettiği;
Başsavcı'nın iddia ettiği gibi bir an için 1995 Anayasa
değişiklikleri ile 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101/d ve 103.
maddelerinin mülga olduğu kabul edilecek olsa bile, İddianame'de, yapıldığı
ileri sürülen bu konuşmaların Anayasada odak olma kavramı bulunmadığı döneme
ait olduğu ve kanunda olmayan mesnede dayanan isnatlardan ibaret olduğu;
sonradan yürürlüğe giren bir kanun, yargılanan kişi ve kurumların aleyhinde bir
hüküm getirmişse, bu hükmün asla geriye yürütülemeyeceği; eğer bu isnatlarla
ilgili olarak Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. ve atıfta bulunduğu 101/d.
maddeleri uygulanacaksa ki hukuken bunların uygulanması gerekeceği, o
maddelerin hükümlerini işleterek odaklaşmanın ispatı için de gereken işlemlerin
hiçbirisini yapmadığından, davanın yine redde mahkum olduğu;
Beyan ve kararın eylem sayılmayacağı, düşünce ve ifade
özgürlüğü kapsamında kalan görüş bildirme ve beyanda bulunmanın, eylem
olmadığı, bu yüzden Anayasa'da, yasalarda, ilmi ve kazai içtihatlarda 'beyan'
ve 'eylem'in birbirinden farklı iki ayrı kavram olarak kabul ve ifade edildiği;
bu davada hiçbir 'parti eylemi'nin bulunmadığı ve herhangi bir 'parti
eylemi'nden de söz dahi edilmediği; delil olsun diye ileri sürülen konulardan
hiçbirisinin partinin eylemi olmadığı, bunların hepsinin sadece birkaç üyeye
izafe edilen sübut bulmamış beyanlardan ibaret olduğu; dolayısıyla bu davadaki
isnadın hukuken delilden mahrum bulunduğu;
Bu davada odak olmanın beş şartından hiçbirisinin
bulunmadığı, dolayısıyla bu cihetten de Anayasa bakımından bu davadaki isnadın
Refah Partisi'ne yapılmasının mümkün olmadığı;
Anayasa'nın en önemli temel ilkelerinden birisinin milletvekilleri
için 'sorumsuzluk' bir diğeri de 'dokunulmazlık' teminatı olduğu; bu hususun ön
savunmada ayrıntılarıyla açıklandığı;
Anayasa'nın 83/l. maddesinin 'Meclis Çalışmaları....'
esasını getirmek suretiyle yer tahdidini kaldırdığı ve meclisin içinde ve
dışında yapılan bütün meclis çalışmalarının tamamının 'Meclis çalışmaları'
kapsamı içinde kaldığı; Meclis Genel Kurul kürsüsünde olduğu gibi bütün grup ve
komisyon çalışmalarının da 'sorumsuzluk' teminatı altında bulunduğu;
Hukuken netleşen görüşe göre sorumsuzluğun hem Meclis
içindeki hemde meclis dışındaki 'Meclis çalışmalarının' tümünü kapsadığı;
Meclis içi yerler meyanında Kürsü, Genel Kurul Salonu, geçici ve daimi komisyon
salonları, siyasî partilerin Grup toplantı salonları, grup yönetim kurulu salonları
ve Meclisin diğer bütün müştemilatının yer aldığı;
Parlamenter faaliyetin, yalnız 'Kürsü' ve 'Genel Kurul'
çalışmalarından ibaret olmadığının, siyasî partilerin grup çalışmalarıyla daimi
ve geçici komisyon çalışmalarının da 'Meclis Çalışmaları'ndan sayıldığının
Anayasa Mahkemesi'nce de kabul edildiği; kürsüde, Genel Kurul'da, komisyonlarda
ve siyasî partilerin grup toplantılarında, hattâ Meclis müştemilatında serdedilen
söz ve düşüncenin 'Sorumsuzluk teminatı' altında olduğu;
Ön Savunmada da belirtildiği gibi, sorumsuzluğun
'Fiiller' bakımından 'Kapsamına' gözatıldığında, hangi fiillerin 'parlamenter
sorumluluk' kapsamına girdiğini birer birer saymanın mümkün olmadığı; hiç
şüphesiz, bunun ölçütünün de yine 'Parlamenter Fonksiyon' olacağı, buna göre;
parlamento'da ileri sürülen görüşlerin, yapılan konuşmaların, kanun
önerilerinin, araştırma, genel görüşme, gensoru, soru önergeleri gibi yasama ve
denetim faaliyetleriyle bunlara benzer fiillerin örnek olarak
zikredilebileceği; 'Sorumsuzluğun mutlak olduğu; sorumsuzluğun daimi olduğu ve
kamu düzeninden sayıldığı; sorumsuzluğun yanısıra yasama dokunulmazlığının da
ön savunmada açıklandığı;
'Sorumsuzluk' ve 'dokunulmazlık'ın milli iradenin
eksiksiz temsili için zaruri birer güvence olduğu ve asla vazgeçilemeyeceği ve
hiçbir şekilde ihlal edilemeyeceği; aksi halde, Anayasa'nın temel esası olan
'kuvvetler ayrımı' prensibinin ortadan kalkacağı ve milli iradenin TBMM'de
tecelli ettirdiği aritmetiğin, milli irade dışında herhangi bir yol veya
sebeple değiştirilebilmesi imkanının doğacağı, bunun da demokrasinin temel
esaslarıyla bağdaşmasının mümkün olmadığı;
Başsavcı'nın esas hakkındaki görüşünün 66. sayfasında:
'Bu davada parti hükmi şahsiyeti yargılanmaktadır. Şahıslar yargılanmamaktadır,
Şahısların cezalandırılmaları söz konusu değildir. Biz esasen böyle bir şeyi de
talep etmiyoruz. Bundan dolayı ilgili şahısların tabii hakim önünde yargılanmış
olmalarına lüzum yoktur' dediği; halbuki parti tüzel kişiliği hakkında
verilecek olan hükmün dolaylı yoldan şahısların cezalandırılmaları sonucunu
doğurabileceği; diğer yandan Anayasa'nın 100. maddesinin Hükümet üyelerinin
yargılanabilmesini belli şartlara bağladığı ve bunun ancak Meclis kararıyla
mümkün olabilmesi esasını getirdiği;
Başsavcı'nın iddiasının kabulünün Anayasa'nın bu çok
önemli temel esasını da yok saymak veya çiğnemek anlamına geleceği, bu yüzden
de bu iddianın kabulünün mümkün olmadığı; parti üyeleri tabii hakim önünde
yargılanmaksızın; parti tüzelkişiliğinin yargılanması halinde partinin
kapatılması ve ayrıca da Anayasa'nın 84/5. maddesinin uygulanması söz konusu
olduğu takdirde, bir kısım parti üyelerinin yargılanmadan ağır cezalara
çarptırılabilmesi sonucunu doğurabileceği; bu sonucu ne doğal ne de hukuki
saymanın mümkün olmadığı;
Bir partiyi yargılarken verilen cezanın veya tedbir
hükmünün yalnız yargılanan 'parti tüzel kişiliğine' şamil olması gerekirken
hükmün neticelerini o mahkemede hiç yargılanmayan başka şahıslara da -üye
olsalar dahi- teşmil edilmesinin Anayasa'nın temel ve vazgeçilmez kurallarıyla
asla bağdaştırılamayacağı; bu tür bir uygulamanın Anayasa'nın 37. maddesinde
yer alan 'Hiç kimse tabi olduğu mahkemeden başka bir merciin önüne çıkarılamaz'
hükmüne de taban tabana zıt olduğu; bir partili üyenin , milletvekili de olsa
Anayasa Mahkemesi önünde şahsen yargılanmasının, Anayasa'nın 148. ve 149.
maddelerine de aykırı olduğu, zira bir kimseyi -ve bir milletvekilini
dokunulmazlığı da kaldırılmadan- tabî olmadığı, onu yargılamaya yetkili olmayan
bir mahkemede gıyaben yargılama niteliğinde olan bir uygulamanın her yönüyle
Anayasa'ya aykırı olan bir uygulama olduğu, böyle bir uygulamanın Anayasa'nın
37. maddesinin onbirinci fıkrasına da aykırı bulunduğu;
2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101/d ve 103.
maddelerinin ve Anayasa'nın 83. ve 100. maddelerinin asla yok sayılamayacağı;
Bu davada, milletvekili sıfatını haiz hiç kimsenin 83. ve
85. madde kaale alınmadan sorgulanamayacağı, yargılanamayacağı ve
milletvekilliğinin de düşürülmesini doğuracak bir muameleye tabi
tutulamayacağı; parti üyeliğinin cezalandırma sebebi olamayacağı;
Bu dava ile yürütme organı üyesi olan Başbakan veya bakanların
yargılanmaları yolunun açılmasının Anayasa'ya aykırı olduğu hükümet üyelerinin
icraatlarını yargının değil, Meclis'in denetleyeceği;
Yapılan Anayasal açıklamaların şu dört neticeyi ortaya
koyduğu;
1. Başsavcı'nın, Anayasa'nın 83. maddesindeki
'sorumsuzluk' ve 'dokunulmazlık' güvencelerini yok sayarak dolaylı yoldan
gitmek suretiyle milletvekillerine izafe ettiği fiilleri bu davada delil diye
göstermesinin ve söz konusu yapmasının Anayasa'nın temel esaslarına aykırı
olduğu , aynı şekilde Başbakan ve bakanların fiillerini de Anayasa'nın 83. ve
100. maddesi muvacehesinde bu davada söz konusu yapmasının hukuka aykırı
olduğu;
2. Anayasa'nın 83. ve 100. maddelerindeki güvenceleri yok
sayarak milletvekili ve hükümet üyelerinin dolaylı yoldan cezalandırılabilmelerine
sebep olabilecek böyle bir davanın açılmasının Anayasa'ya aykırı olduğu ve
davanın reddi gerekeceği;
3. Hükümet üyeleri ile ilgili fiillerin, TBMM tarafından
denetlendiği ve bunlarda sorumluluğu gerektirecek herhangi bir hususun
bulunmadığının kesin olarak karara bağlandığı, Meclis soruşturmaları ve
gensoruların reddedilmesi suretiyle kesin olarak karara bağlanmış konuların
yeniden yargı konusu yapılmalarının Anayasa'ya aykırı olduğu ve bu yönüyle de
davanın reddi gerekeceği;
4. Aynı şekilde bu davadaki isnadın TBMM'de gensoru
konusu yapıldığı, Refah Partisi'nin iktidarda iken lâikliğe aykırı hareket
ettiği iddiasıyla TBMM'ne gensoru önergesi verildiği, bu iddianın 20.5.1997
günü Meclis tarafından yapılan müzakereler sonunda reddedilerek karara
bağlandığı;
Bu Anayasal esaslar bakımından da bu davanın Anayasa'ya
aykırı olduğu ve bu davadaki isnadın Refah Partisi'ne yapılmasının mümkün
olmadığı;
Anayasa'nın en önemli temel kurallarından birisinin de
hiç şüphesiz Anayasa'nın 38. maddesiyle konulmuş olan 'Kanunsuz suç ve ceza
olmaz' temel kuralı olduğu; bu kuralın doğal sonucu olarak, iddianamedeki
isnat, bir kanun maddesi ile tarif edilmediği için davanın öncelikle usul
yönünden reddi gerekeceği, Başsavcı'nın İddianame'de ileri sürdüğü '2820 sayılı
Siyasî Partiler Kanunu'nun 101/d ve 103. maddelerinin mülga sayılması ve
Anayasa'nın 69. maddesinin doğrudan uygulanmasına tevessül edilmesi' iddiasının
hukuken kabulüne imkan bulunmadığı; TCK'nun 163. maddesi yürürlükten kalktığı
için şahısların fiillerinin parti yetkili kurullarınca benimsendiği sabit
olmadıkça, bu davada delil olarak ileri sürülmesinin mümkün olmadığı; TCK'nun
163. maddesi yürürlükten kalktığı için bu davada Anayasa'nın 84/5. maddesinin
uygulanmasının söz konusu olamayacağı; dolayısıyle belirtilen nedenlerden
dolayı Refah Partisi'ne bu davadaki isnadın yapılamayacağı;
Bu davanın 1995 Anayasa değişikliklerinin hem amacına,
hem de lâfzına aykırı olduğu, zira 1995 Anayasa değişikliklerinin Türkiye'yi
Avrupa Birliğine hazırlamak için daha demokratik bir ortama kavuşturmak
amacıyla yapıldığı; bu sebeple yüzlerce parti kapatma sebebinin yürürlükten
kaldırıldığı ve böylece Siyasî faaliyetlerin sınırlarının genişletildiği,
Siyasî yasakların alanının daraltıldığı ve Siyasî partilerin kapatılmalarının
asgari bir sahaya inhisar ettirildiği; Başsavcı'nın ise bu düzenlemeleri
tersine çevirmek istediği ve 1995 değişikliğinden önce, Anayasa'ya dayanarak
açılması mümkün olmayan bir davayı şimdi açmış bulunduğu; 1995 Anayasa
değişikliklerinin amacına ters düşen bu davanın reddi gerekeceği;
Anayasa'nın 68/4 ve 69/6 maddelerinin, odaklaşmanın ancak
'parti eylemleri' ile oluşabileceğini öngördüğü; bu nedenle 2820 sayılı Siyasî
Partiler Kanunu bakımından da Refah Partisi'ne bu isnadın yapılamayacağı zira,
2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun belirttiği ön şartların bulunmadığı;
Batı'da, gerek ulusal hukuk düzeyinde gerekse
uluslararası anlaşmalarda temel hak ve özgürlüklerin sınırlama nedenlerinin
açık bir şekilde belirtildiği; bunların arasında lâikliğe aykırılık diye bir
sınırlama ve yasağın bulunmadığı;
İfade ve örgütlenme özgürlüklerinin hangi durumlarda
sınırlandırılabileceğinin ön savunmada açıklandığı ve AİHS'nin ifade
özgürlüğünü düzenleyen 10. maddesi ve örgütlenme özgürlüğünü düzenleyen 11.
maddesi ile ilgili açıklamaların yapıldığı; sözleşme çerçevesinde hakların
korunmasının esas, sınırlandırılmasının ise kesin şartlara bağlanmış istisna
niteliğinde olduğu; dünyanın bugün ulaştığı noktada otoriter ve dayatmacı
anlayışların geçerliliğini yetirdiği; ülkemizde de yasamanın yanında Yüksek
Mahkemelerin vereceği kararlar sonunda çağdaş ve evrensel demokrasiyi yaşama
imkanına kavuşulacağı; 1995 Anayasa değişikliğinden sonra bu davada 2820 sayılı
Siyasî Partiler Kanunu'nun 101/b maddesinin parti tüzelkişiliği adına karar
almaya yetkili kurulların dışındaki hükümlerinin uygulanamayacağı; bu hususun
ön savunmada da açıklandığı; sonuç olarak, Siyasî Partiler Kanunu'nun 15.
maddesinde genel başkanın görev ve yetkilerinin belirtildiği ve 'Partiyi temsil
yetkisi genel başkana aittir. Kanunlardaki özel hükümler saklı kalmak kaydı ile
parti adına dava açma ve davada husumet yetkisi, genel başkana veya ona
izafeten bu yetkileri kullanmak üzere parti tüzüğünün göstereceği parti
mercilerine aittir' denildiği; bu hükümden açıkça anlaşılacağı gibi Genel
Başkan'ın tek başına partiyi ilzam edecek bir karar alma yetkisinin
bulunmadığı; ve yine Siyasî Partiler Kanunu'nun 16. maddesinde de parti adına
karar almak, eylem düzenlemek ve partiyi ilzam etmek yetkisinin Partinin Merkez
Karar ve Yürütme Kurulu'na (MKYK) ait olduğunun açık bir şekilde gösterildiği;
Bir partinin en yetkili kurulunun 'Parti Büyük Kongresi'
olduğu; MKYK'nın Büyük Kongrenin kararlarına uygun olarak çalışacağı ve partiyi
büyük kongre adına ilzam edeceği;
Genel Başkanın ise MKYK'nın aldığı kararları uygulayacağı
ve Siyasî Partiler Kanunu'nun 15. maddesi dışında kalan konularda parti tüzel
kişiliğini tek başına ilzam edemeyeceği, parti adına karar alamayacağı; yani
genel başkanın fiil ve beyanlarının MKYK veya Büyük Kongreyi bağlamasının
düşünülemeyeceği; bu gerçeği, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 103.
maddesinin de açıkça gösterdiği;
Genel başkanın tek başına ne fesih, ne ihraç ne tekabbül
yetkisinin bulunmadığı; parti genel başkanının yanısıra genel başkan
yardımcılarının ve genel sekreterinde, parti tüzel kişiliğini ilzam ve parti
adına karar alma yetkilerinin olmadığı, bunların beyan ve eylemlerinin parti tüzel
kişiliğini bağlamadığı;
Çünkü, herhangi bir organın yasak bir fiili zımnen veya
sarahaten benimsemesi tüzel kişiliği ilzam edemiyorsa; o organın beyan ve
eylemlerinin tüzel kişiliği ilzamının söz konusu olamayacağı; 1995 Anayasa
değişiklikleriyle siyasî partilerin kapatılabilmesi sadece odak olma haline
inhisar ettirildiği için, bu değişikliklerden sonra artık hangi yetkiye sahip
olursa olsun ve kim olursa olsun münferit şahısların ve taşra organlarının
beyan ve eylemleriyle partilerin kapatılabilme imkanına son verildiği; bu
nedenlerle 1995 değişikliğinden sonra 2820 sayılı Kanunun 101/b maddesine göre
bir partinin kapatılamayacağı ileri sürüldükten sonra aynen:
'Gerek bu Savunma'mızın muhtelif bölümlerinden etraflı
bir şekilde yaptığımız açıklamalardan ve gerekse bu bölümdeki özetlemelerden
çıkan sonuç şudur ki;
Bu davanın öncelikle aşağıdaki sebeplerden dolayı usul
bakımından reddi gerekir:
1- İddianame'deki isnad bir kanun maddesi ile
belirlenmemiştir.
2- İster 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nu esas
alınsın veya isterse farz-ı muhal olarak Anayasa'nın 69. maddesinin doğrudan
uygulanması hukuken mümkün olmadığı halde kabul edilsin, hangi şekilde
düşünülürse düşünülsün bu davanın açılmasında ne 2820 sayılı Siyasî Partiler
Kanunu'nun öngördüğü dava şartları yerine getirilmiştir ne de Anayasa'nın 69.
maddesinin gerektirdiği ön şartlar yerine getirilmiştir.
Bütün hukuki gerçekler bir yana bırakılsa dahi bu dava,
sadece 5 ön şarttan birisi olan Siyasî Partiler Kanunu 101/d ve 103.
maddelerindeki ihtar prosedürü işletilmediği için dahi redde mahkumdur. Zira,
bundan başka ayrıca bu davanın aşağıdaki sebeplerden dolayı esas bakımından da
reddi gerekir:
1- 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101/d ve 103.
maddeleri ancak tabii hakim önünde yargılanarak sübut bulmuş fiilleri delil
olarak kabul etmektedir. Bu davada böyle bir delil mevcut değildir.
2- Ses ve video bantları başka delillerle teyid
edilmedikçe delil sayılamayacağı cihetle de bu dava delilden yoksundur. Reddi
gerekir.
3- Partiden ihraç edilen milletvekillerine izafe edilen
konuların delil sayılması mümkün değildir.
4- Anayasa'nın 1995 değişikliğinden sonra siyasî
partilerin kapatılması çağdaş gelişmelere paralel olarak çok dar bir sahaya
inhisar ettirilmiştir.
Bu sahalardan biri, bir Siyasî partinin eylemleriyle odak
haline gelmesi durumudur. Bunun gerçekleşmesi ise ancak parti tüzel kişiliği
adına karar alabilme yetkisine sahip kurulların eylemleriyle mümkündür.
Refah Partisi'nin yetkili kurullarının lâikliğe aykırı
hiçbir karar ve eylemi mevcut değildir. Esasen ne İddianamede ne de Esas
Hakkındaki Görüş'te herhangi bir eylemden bahsedilmemiştir.
Bu yüzden bu davada Anayasa ve yasaların aradığı hiçbir
delil mevcut değildir.
5- Anayasa'nın 90. maddesi gereği Türkiye'nin imzaladığı
uluslararası sözleşmeler iç hukukun ayrılmaz bir parçasıdır. Türkiye olarak
uymayı taahhüt ettiğimiz AİHS hükümleri çerçevesinde bu davaya bakılacak
olursa, bu sözleşmenin 11. maddesine göre terörle irtibatı olmadan veya bizzat
teröre girmiş olmadan bir partinin kapatılmasına karar verilmesi mümkün
değildir.
Ön Savunma'mızda ve bu Savunma'mızda bütün yönleri ile
ayrıntılı ve daha müdellel bir şekilde ortaya koyduğumuz gibi, görülüyor ki;
1. a. 'Suç kanunla belirlenir' temel kuralına ve (CMUK:
163/2)'na göre isnadın kanun hükümlerine dayandırılması gerekirken , Sayın
Başsavcı, İddianamesi'ni bu esaslara uymadan, Anayasa hükümlerine tevessül
etmek suretiyle usule aykırı davrandığından,
b. İşbu dava 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101/d
ve 103. maddelerinde öngörülen usul hükümleri işletilmeden ve bu maddelerin
belirttiği dava şartlarından hiçbirisi yerine getirilmeden açıldığından,
c. Ve yine bu dava Anayasa'nın 69. maddesinin bizzat
kendisi ve odaklaşma hakkında hukukumuzda ve Anayasa Mahkemesi içtihatlarında
kabul edilmiş olan temel şartlar ve müstekar uygulamaların gerektirdiği dava
şartları da yerine getirilmeden açıldığı için,
Usul hükümleri yok farz edilerek açılan bu davanın, ön
Savunma'mızın ve bu Savunma'mızın 3. bölümlerinde ayrıntıları ile açıkladığımız
sebeplerden dolayı rü'yet edilmesi mümkün olamayacağından, davanın öncelikle;
usul bakımından reddine karar verilmesini;
2. a. Dava dosyasında 2820 sayılı Siyasî Partiler
Kanunu'nun 101/d ve 103. maddeleri gereğince yapılmış olan ve bu nitelikte
işlemler sonucunda partinin yasadışı herhangi bir eylemi benimsediğini sübuta
erdirecek bir belge bulunmadığından,
b. Dosyada odak olmanın isbatına mesnet olacak hiç bir
delil olmadığından, dosyada konulan kağıtlar, gazete kupürleri, teyp ve video
bantları da böyle bir davada delil sayılamayacağından;
c. Ayrıca parti tüzel kişiliği namına karar almaya
yetkili Merkez Karar Kurullarının lâikliğe aykırı bir kararı ve eylemi
bulunmadığı cihetle, Anayasa'nın 68/4 ve 69. maddelerinin şart koştuğu
nitelikte bir delil de olmadığından,
d. Gerek lâikliğe aykırılık ve gerekse odaklaşma
iddialarının cezai bakımından suç unsurları teşekkül etmemiş olduğundan,
e. Kendilerine izafe edilen fiilleri, işbu davaya mesnet
yapılmak istenen Rize Milletvekili Şevki Yılmaz, Ankara Milletvekili Hasan
Hüseyin Ceylan ve Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Halil Çelik, bu dava
açıldıktan sonra 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin (d)
fıkrasının 2. paragrafındaki '30 günlük süre' içinde Refah Partisi'nden ihraç
edilmiş olup bunlara ait dava ve iddialar düşmüş olmakla parti ile ilgili
davaya mesnet yapılamayacağından,
f. Ayrıca, bu davada Yüksek Mahkeme'nizin Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi'nin ifade özgürlüğü hakkındaki 10., örgütlenme özgürlüğü
hakkındaki 11. maddeleri ile diğer ilgili hükümlerini ve ek protokoller ve
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin emsal kararlarını dikkate alacağına olan
inancımızdan,
Açılan davanın gerek ön Savunma'mızdan gerekse bu
Savunma'mızda açıkladığımız tüm sebepler ve Yüksek Mahkemenizce re'sen takdir
ve tesbit olunacak diğer sebeplere binâen; esas bakımından da reddine karar
verilmesi' denilmiş ve bu yolda istemde bulunulmuştur.
V- YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCISI'NIN SÖZLÜ AÇIKLAMASI
İLE DAVALI PARTİ TEMSİLCİLERİNİN SÖZLÜ SAVUNMALARI
A- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın Sözlü Açıklaması :
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, 11 Kasım 1997 günlü sözlü
açıklamasında özetle :
Federal Almanya Anayasa Mahkemesi'nin Komünist Parti'yi
kapatma kararında, 'Anayasaya aykırı maksatların ispatı için en önemli delilin,
Anayasa'nın 21. maddesinin ikinci fıkrasına göre, partinin gayeleridir...'
dediğini, kanun koyucunun maksadının Anayasa'nın devamı müddetince hür
demokratik ananizamı zedeleyecek hiçbir partinin inkişafına müsaade etmemek
olduğunu; bir partinin hedeflerinin kaideten, programından, diğer parti
makamlarının açıklamalarından ve partinin ideolojisi hakkında söz söylemeye
yetkili olarak tanınmış yazarların yazılarından anlaşılacağını, 'Alman Anayasa
Mahkemesi'nin 'parti makamlarının açıklamalarından' dedikten sonra aynen:
'partinin siyasî ideolojisi hakkında söz söylemeye yetkili olarak tanınmış
muharrirlerin yazılarından, ileri gelen görevlilerin sözlerinden, partinin
içinde kullanılan eğitim ve propaganda vasıtalarından ve bunlardan başka parti
tarafından çıkarılan veya onun nüfuzu altında bulunan gazete ve mecmualardan bu
çıkarılır. Bu organların ve taraftarlarının tutumları, maksadın tespiti
hususunda, netice çıkarmaya imkân verebilir.
Bütün gayelerin yazılı olması veya herhangi bir suretle
tespit edilmiş bulunması anlamında, maksadın yazılı delillere dayanması
şeklinde, Anayasanın 21 inci maddesinin ikinci fıkrasında bir hüküm yoktur...
Bir partinin anayasaya aykırı maksatlarının, hiçbir zaman açıkça ilan
edilmediği bilinen bir keyfiyettir. Geçen on yılın siyasî tecrübeleri, bir
partinin kullandığı siyasî tecrübeleri, bir partinin kullandığı siyasî
vasıtaların şeklinden hareketlerinin tarzından, onun hakiki maksadını anlamak
ve sahte olanları ayırt etmek için kafi derecede bilgi vermiştir' dediğini ;
Başsavcılığında da, parti kapatma davalarında delillerin
bu şekilde ortaya konulup değerlendirilmesi gerektiği inancında olduklarını;
Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihi geçmişinde ve bu gününde sağlanan ibadet
kolaylıklarına rağmen, Refah Partisi üyeleri ve milletvekillerinin mütemadiyen
şeriat özlemini dile getirdiklerini, bu şekildeki eylemleriyle de ülkemizde
demokrasi ve insan haklarının gerçekleşmesine hizmet ettiklerini
söylediklerini; Refah Partisi'nin yayın organı gibi çalışan kimi gazetelerin
yazarlarının şeriat yanlısı ve lâikliğe aykırı makaleler yazdıklarını; 'Akit',
'Selam', 'Milli Gazete'nin kimi yazılarının buna örnek teşkil ettiğini;
Refah Partisi'nin ön savunmasında ileri sürülen
hususların satır başlarıyla cevaplandırılacağını;
Cezaların TCK'nun 11. maddesinde sayılanlar olduğunu,
Ceza Kanunu'nun herhangi bir maddesinde yer alsa bile, 11. maddede sayılmamış
olan hususların ceza olarak kabul edilemeyeceğini; 11. maddede sayılmayan parti
kapatmanın da bir ceza davası değil, Anayasa veya özel yasaya aykırılığın mahkeme
kararıyla tesbiti davası olduğunu; esasen hukukumuzda tüzel kişilerin cezai
sorumluluklarının bulunmadığını, partinin bazı üyelerinin geçici olarak
siyasetten yasaklanmasının, doktrinde 'medeni ehliyetsizlik' denilen
müeyyidelere tabi kılınmalarının, bu davayı. ceza davası saymaya yeterli
olmadığını; Anayasa Mahkemesi'nin Yüce Divan sıfatıyla baktığı davaların
dışında incelediği bütün davaların bir tesbit davası olduğunu; Alman Anayasa
Mahkemesi'nin de bunu böyle yorumladığını ve 'partinin feshi, Anayasaya
aykırılığın tesbitinin kanunen emredilmiş, normal, tipik ve uygun neticesidir'
dediğini; Türk Ceza Kanunu'nun 2. maddesinin konumuzla ilgisi bulunmadığını,
zira parti kapatmanın ceza davası olmadığını; emniyet tedbiri olarak düşünülse
bile TCK'nun 2. maddesinin değil, yürürlükte olan son yasanın uygulanması
gerektiğini;
Lâikliğe aykırı eylemlerin odağı (mihrakı) haline
gelmenin hem Anayasamıza hem de Siyasî Partiler Kanunu'na göre bir partinin
kapatılma nedeni olduğunız; her iki yasada da odak olmanın tanımının
yapılmadığını; bunun Anayasa'nın 68/4. ve 69/6. maddelerinin 'somut norm'
sayılmamalarını gerektirmediğini; TCK'nunda ve özel yasalarımızda da tarifi
yapılmamış ve mahkemelerin takdirine bırakılmış pek çok kavramın bulunduğunu,
örneğin 'taammüd', 'aleniyet' ve 'bölücülüğe matuf eylem'in bunlardan olduğunu;
TCK'nun 163. maddesi kaldırıldığı için hükümlülük kararıyla ispata olanak
kalmadığından, Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrasının odak olmayı her
türlü delile dayanarak belirlemeyi Anayasa Mahkemesi'ne bıraktığını;
Anayasa'nın 69/6 ve 68/4 madde ve fıkraları ile 2820 sayılı Yasa'nın 103.
maddesi arasında ispat bakımından çelişki bulunduğunu; 1995 değişikliğinden
sonra bu maddenin Anayasa'ya aykırılığın re'sen ele alınıp iptal edilmesinin
olanaklı olduğunu;
Bir itirazın da Anayasa'nın 90. maddesi ile
ilgili olduğunu; Türkiye'nin imzaladığı hiçbir milletlerarası sözleşmede, din
duygularını sömürerek çıkar sağlamaya yönelik propaganda yapmaya veya lâikliğe
aykırı amaçlar için örgütlenmeye izin veren veya bu amaçla faaliyet gösteren
partilerin kapatılmayacağına ilişkin bir hükmün bulunmadığını;
Esasen milletlerarası andlaşmaların usulüne göre
yürürlüğe konulmuşsa kanun hükmünde olduğunu, ama yine de bir kanun olduğunu,
diğer kanunlardan farkının Anayasaya aykırılığının iddia edilememesi olduğunu,
yoksa Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin serbestçe kanun yapma hakkının elinden
alınmış olmadığını, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin elbette imzaladığımız
sözleşme hükümlerine göre karar vereceğini, Türk hâkiminin ise, daima Türk
kanunlarına göre karar vermek zorunda olduğunu, başka bir deyişle, bir
milletlerarası sözleşmenin yürürlüğe girmesinden sonra, Türk kanunkoyucusu bu
sözleşme hükümleriyle çelişen yeni bir kanun yürürlüğe koyarsa, uygulanacak olanın
sonraki kanun olduğunu; en güzel ve Anayasaya en uygun yolun, değişinceye kadar
kendi yasalarımızı aynen uygulamaktan geçtiğini;
'Demokrasilerde siyasî partileri mahkemeler değil, oy
vermeyerek halk kapatır' görüşünün dayanaklarını ne Anayasamızda ne Siyasî
Partiler Kanunumuzda ne çağdaş demokratik ülke anayasalarında ne milletlerarası
andlaşmalarda ve ne de bugüne kadarki hukuk uygulamalarında bulmanın mümkün
olmadığını;
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 17. maddesinde
sözleşmede öngörülen temel hak ve özgürlüklerin korunması ve demokratik
kurumların serbestçe ve gerektiği gibi işlemesi açısından temel bir kural
öngörüldüğünü, bunun 'Bu sözleşme hükümlerinden hiçbiri, bir devlete, topluluğa
veya kişiye, Sözleşmede tanınan hak ve özgürlüklerin yok edilmesine veya burada
öngörüldüğünden daha geniş ölçüde sınırlandırmaya yönelik bir faaliyete girişim
ya da eylemde bulunma hakkını verir anlamında yorumlanamaz' biçiminde olduğunu;
Divana göre 17 nci maddenin birey ve birey gruplarının sözleşmeden, hür demokratik
düzeni tahrip etmek amacıyla eylemde bulunmak hakkı çıkaramayacaklarını
belirttiğini; bu nedenle, hiç kimsenin Sözleşme hükümlerinden yararlanarak,
Sözleşmede düzenlenen temel hak ve özgürlükleri tahrip edici eylemlerde
bulunamayacağını; Alman Anayasa Mahkemesi'nin parti yasaklama konusunda yeni
bir düzen getirdiğini ve 'Anayasaya aykırı eğilimli parti' kavramını Anayasa'ya
soktuğunu;
3206 sayılı Yasa'yla sorgu hakimliğinin kaldırıldığını,
kendisinin böyle bir yetkisinin bulunmadığını;
Anayasamızda parti kapatma
nedenlerinin 'tahdidi' yani sınırlayıcı olarak sayılmadığını, özellikle
Cumhuriyetin temel niteliklerini korumaya yönelik parti kapatma nedenlerini
yasakoyucunun kabul edebileceğini; parti kapatma davası açılabilmesi için,
ayrıca ceza kovuşturması sonucu hükümlülük kararı elde edilmesininin gerekmediğini
ve 101/d'deki sınırlama dışında zaman aşımına da tabi olmadığını; 101/b ile
101/d'nin hiçbir alakasının bulunmadığını; Refah Partisi'nin bazı sözcülerinin,
bir yandan 'Refah Partisi'ne Anayasanın değişen maddeleri doğrudan
uygulanmasın, Siyasî Partiler Yasası uygulansın' derken, diğer yandan Siyasî
Partiler Yasası'nın 101/b maddesinin adı geçen Partinin Genel Başkanına, Genel
Başkan Yardımcısına ve Genel Sekreterine uygulanması söz konusu olunca,
'Anayasa değişti, artık bu madde uygulanamaz' diyebildiğini; hükümlülükle
birlikte düşünüldüğünde, TCK'nun 163. maddesinin kaldırılmasından sonra, 2820
sayılı Yasa'nın 103. maddesinin hiçbir zaman uygulanmayacağını; hiçbir zaman
uygulanmayacak bir yasa maddesinin de, zaten yasaya konulamayacağını, zira
yasakoyucunun abesle işgal etmeyeceğini, hukukun bir mantık biçimi olduğunu;
Başsavcılıkça, 'Anayasamızın lâiklik ilkesine aykırı
eylemlerin odağı haline geldiği' gerekçesiyle, Refah Partisi'nin kapatılmasının
istendiğini; bu çeşit eylemlerin, Anayasamızın 69. maddesinin altıncı fıkrası
yollamasıyla 68. maddenin dördüncü fıkrası gereğince parti kapatma nedeni
olduğu gibi; Siyasî Partiler Kanununun 103/1. maddesi gereğince de 'Lâikliğe
aykırı fiillerin işlendiği bir mihrak haline geldiği sübuta eren partiler'in
Anayasa Mahkemesi'nce kapatılacağını; Mahkemelerin, iddia ve bu iddialara
dayanak gösterilen olayların dışındaki nedenlere dayanarak karar veremezse de;
eylemleri nitelemekte ve bu eylemlere uygulanacak kanun maddelerini
belirlemede, iddianameyle bağlı olmadıklarını;
İddianamenin 'Refah Partisi'nin açıklayacağım eylemleri ,
Siyasî Partiler Kanunu'nun parti kapatılmasına neden olacak pek çok hükmünü
ihlal etmekle birlikte' sözcükleriyle başladığını, ancak pek çok eylemi tek bir
müeyyideye bağlayan maddeden 'odak haline gelmekten' dava açtığını, bunun zaten
aynı şekilde Siyasî Partiler Kanunu'na göre de parti kapatma nedeni olduğunu;
Başsavcılığın, adı geçen partinin tüm eylemleriyle 'Anayasamızın lâiklik
ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği' kanaatine vardığını ve
Anayasamızın 68. maddesinin dördüncü fıkrasıyla 69. maddesinin altıncı
fıkrasının uygulanması suretiyle kapatılmasına karar verilmesi isteminde
bulunduğunu; parti kapatma davalarında, bu davalar için konulmuş özel
hükümlerin dışında, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun uygulanacağını;
yasakoyucunun, parti kapatma davalarında her türlü delile dayanarak karar
verilebilmesini ve bu delillerin kolaylıkla toplanabilmesi amacıyla CMUK'un
uygulanmasını istediğini;
21.5.1997 günlü iddianame ile Refah Partisi'nin
kapatılması istemiyle dava açıldıktan sonra, elde edilen yeni delillerin
Anayasa Mahkeme'sine gönderildiğini ve davalı Parti'nin de bu delillere karşı
diyeceklerini ön savunmalarında bildirdiklerini;
Ön savunmadan sonra da Refah Partisi'nin 'Lâikliğe aykırı
eylemlerin odağı haline geldiğini' belgeleyen yeni delillerin bilgi ve
belgelerin yine davalı Parti'ye tebliğ edildiğini ve bu delillerin Anayasa
Mahkemesi'ne de gönderildiğini;
Sözlü açıklamada belirttiği Amerika Birleşik
Devletleri'ndeki örneklerin bu ülkede hukuk devleti ilkesine ne kadar değer
verildiğini gösterdiğini; Anayasa Mahkemesi'nin 7.3.1989 günlü kararında, lâik
bir devlette hukuk kurallarının kaynağını dinde değil, akılda bulunduğunu,
kişilerin iç dünyasına ilişkin kurallar getiren din prensiplerinin
yasallaştırılmasının düşünülemeyeceğinin açıklandığını; Anayasa'nın 138.
maddesi uyarınca buna uyulması gerektiğini; sonradan 'kanuna aykırı olmamak
şartıyla her türlü kıyafet serbesttir' dendiğini, Anayasa Mahkemesi'nin burada
kanuna değil, 'Anayasaya, lâikliğe aykırıdır' dediğini; Avrupa İnsan Hakları
Komisyonu'nun Şenay Karaduman ve Lamia Bulut tarafından yapılan başvuruları,
'Komisyon, yükseköğrenimini lâik bir üniversitede yapmayı seçen bir
öğrencinin, bu üniversitenin düzenlemelerini kabul etmiş sayılacağı
görüşündedir. Bu düzenlemeler, farklı inançtaki öğrencilerin birlikteliğini,
karmalığını sağlamak amacına yönelik olarak, öğrencilerin dinsel inançlarını
açığa vurma özgürlüklerini yer ve biçim bakımından sınırlayabilirler.
özellikle, nüfusun büyük çoğunluğunun belirli bir dine mensup olduğu ülkelerde,
bu dinin tören ve simgelerinin herhangi bir yer ve biçim sınırlaması olmaksızın
sergilenmesi, sözü geçen dini uygulamayan veya başka bir dine mensup olan
öğrenciler üzerinde baskı oluşturabilir. Lâik üniversiteler, öğrencilerin
kılık-kıyafetlerine ilişkin kurallar koyarken , bazı kökten dincilerin
yükseköğretimde kamu düzenini bozmalarını ve diğerlerinin inançlarına zarar
vermemelerini sağlamaya özen gösterebilirler.
Komisyon, soyut olayda, kılık-kıyafete ilişkin üniversite
yönetmeliğinin, öğrencilere, başlarını türbanla örtmeme zorunluluğu getirdiğini
tespit etmektedir. Komisyon, ayrıca, Türk Anayasa Mahkemesi'nin Türk
üniversitelerinde islami tarzda türban takmanın, bunu takmayanlara karşı bir
meydan okuma oluşturabileceği yolundaki değerlendirmesini de dikkate
almaktadır.
Komisyon, lâik üniversitenin gerekleri dikkate
alındığında, öğrencilerin kılık ve kıyafetlerinin düzenlenmesinin ve bu düzenlemeye
uyulmadıkça, kendilerine diploma verilmesi gibi bazı idari hizmetlerden
yararlandırılmamalarının, din ve vicdan özgürlüğüne bir müdahale oluşturmadığı
düşüncesindedir. Şikayet sözleşmenin 27. maddesinin ikinci fıkrası anlamında
'açıktan açığa esassız'dır. Bu nedenle komisyon, şikayetin kabul edilemez
olduğuna karar vermiştir' gerekçesiyle uygun bulmadığını; Anayasa mahkemesi
kararları değişmedikçe buna uyulması gerektiğini; hal böyleyken Genel Başkan
Necmettin Erbakan dahil Refah Partisi'nin bütün yöneticilerinin kendilerine oy
getireceği inancıyla bütün konuşmalarında başörtüsü konusunda halkı
kışkırttıklarını ve hatta Genel Başkan Erbakan'ın bir seçim konuşmasında
'iktidar olduklarında rektörlerin başörtüsüne selam duracağını' söylediğini; bu
Parti'nin yalnız bu konudaki eylemleri, sözleri ve davranışlarının bile
lâikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiğinin kabulüne yeterli olduğunu,
23 Mart 1993 günü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı
Hüsamettin Cindoruk'un başkanlığında, Siyasî parti liderlerinin Anayasa
değişikliği konusunda yaptıkları üçüncü toplantıda, Refah Partisi Genel Başkanı
Necmettin Erbakan'ın, 'benim inandığım şekilde sen yaşayacaksın' tahakkümünün
ortadan kalkmasını istiyoruz. Çok hukuklu bir sistem olmalı; vatandaş, genel
prensiplerin içinde kendi istediği hukuku kendisi seçmeli. Bu, bizim
tarihimizde de olagelmiştir. Bizim tarihimizde çeşitli mezhepler olmuştur.
Herkes, kendi mezhebine göre bir hukuk içerisinde yaşamıştır ve de herkes huzur
içerisinde yaşamıştır. Niçin ben başkasının kalıbına göre yaşamaya mecbur
olayım' Hukuku seçme hakkı, inanç hürriyetinin ayrılmaz parçasıdır' diyerek,
lâik devlet düzenimizi eylemli olarak ortadan kaldıracak önerilerde
bulunduğunu; şimdi, 'biz bunu akit serbestliği için söyledik' dediklerini,
halbuki hukukun genel prensîpleri içerisinde ülkemizde akit serbestliğinin
zaten olduğunu, Refah Partisi Genel Başkanı'nın bu sözleriyle neyi
amaçladığının, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde açık olduğunu; eserlerinden
alıntılar yaptığı, (Taha Akyol, Mecelle yazarı Cevdet Paşa, standford, Shaw ve
Prof. Bakır Çağlar gibi) yazarların bu konudaki görüşlerinin de kendisini
doğruladığını;
'Geçiş dönemi sert mi olacak, tatlı mı olacak ...'
konusunda çok geniş açıklamalar yaptıklarını, ancak hiçbirisini inandırıcı
bulmadığını; önemli hususlardan birisinin de 'Çermik' konuşması olduğunu, teyp
bandı olmadan getirdikleri tek şeyin bu olduğunu, konuşmanın tam metninin bir
dergide yayımlandığını, Milli Güvenlik Kurulu'nda Güven Erkaya Paşa'nın bu
konuşmayı baştan sona kadar okuduğunu, Erbakan'ın da sadece başını eğlemekle
yetindiğini, Erkaya Paşa'dan işittiğini; ön savunmalarında, bu dergi hakkında
ve dergide bu yazıları yazanlar hakkında hem ceza hem de hukuk davası
açtıklarını söylediklerini, ancak mahkeme kararının başka yazılar için olduğunu
ve onları kazandıklarını, tek bir kelimeyle bile 'bu Sivas-Çermik'teki
konuşmayı ben yapmadım' denmediğini;
Şevki Yılmaz'ın konuşmalarının malûm olduğunu, bunların
bir kısmının milletvekili olmadan önce, bir kısmının sonradan yapıldığını,
iddianamenin günümüze kadar uzadığını;
Hasan Hüseyin Ceylan'ın Kırıkkale'de yaptığı konuşmada,
bilirkişinin suç var dediğini; bu konuşmanın kasetlerinin Muğla'nın bir
ilçesinde ele geçirildiğini ve savcılığın işe el koyduğunu, Refah Partisi'nin
eski ve yeni ilçe Başkanlarının 'bunları bize Genel Merkez gönderdi'
dediklerini;
Kanal-D'deki konuşmayı herkesin ezberlediğini, bilirkişi
raporlarını da sunduklarını;
İbrahim Halil Çelik'in konuşmasının da yalnızca basında
yayınlanmadığını, ifade ile ilgili tanık beyanlarını da, DGM Savcılığı'nca
alınan tanık beyanlarını da önceden sunduklarını;
Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ı, DGM'nin mahkum
ettiğini, şimdi temyiz safhasında olduğunu, kesinleşince Mahkememize göndereceklerini;
Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı'nın durumununda aynı
olduğunu;
Bunların partiden ihraç edilmelerinin hiçbir şekilde
partiyi sorumluluktan kurtaramayacağını; şu anda bu ihraç kararlarının tebliğ
dahi edilmemiş ve kesinleşmemiş olduğunu belirttikten sonra aynen:
'Son olarak şunları söylemek istiyorum: Genel Başkan
Necmettin Erbakan dahil, Refah Partisi'nin hiçbir sözcüsünün, İmam Hatip
Okullarının Anayasa'nın 174. maddesinin aykırı olarak çoğaltılması, okullarda
kız öğrencilerin dinsel kıyafetlerle eğitim yapmaları, devlet dairelerinde
kadın memurlarına da aynı şekilde çalışma izni verilmesi, denetimli olsun veya
olmasın Kur'an kurslarının olabildiğince çoğaltılması ve çok küçük yaşlarda
başlaması taleplerinden herhangi birini veya hepsini içermeyen bir tek
konuşmasına bugüne kadar şahit olmadık. Gerçekten çok ilginç gerek
televizyonlardaki açık oturumlarda gerek Mecliste konuşulan mevzu ne olursa
olsun mütemadiyen bu konuları işliyorlar. Diğertalepleriyle birlikte
değerlendirildiğinde, Refah Partisi'nin kavgasını verdiği hususlar
gerçekleşirse, Türkiye Cumhuriyeti'nin din kuralları esas alınarak yönetilen
ülkelerden farklı olacağını iddia edebilecek aklı başında tek kişi çıkacağını
sanmıyorum. Bir de lâik olmasalardı ne yapacaklardı acaba'
Türkiye Cumhuriyeti, tevhidi tedrisata, eğitim birliğine
o kadar önem vermiştir ki, Refah Partisi'nin savunmalarına dayanak yapmaya
çalıştığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni bu konuda çekince koyarak
imzalamıştır. Gerek ülkemizde ve gerekse dünyada mahkemelerce kapatılan hiçbir
parti, bana göre Refah Partisi kadar kapatılmayı hak etmemiştir'
değerlendirmesini yapmış ve ilgili eklerle yazılı bir metni Mahkeme
Başkanlığı'na sunmuştur.
Cumhuriyet Başsavcısı sözlü açıklamasına ek olarak Refah
Partisi'nin 'Lâikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği'ni belgeleyen
delilleri ve bunlara ilişkin düşüncelerini de şöylece belirtmiştir:
'a) Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığınca 1993
ılında yayınlanan 'TBMM'de temsil edilen Siyasî partilerin Anayasa Değişikliği
Tekliflerinin Karşılaştırılmalı Metinleri' adlı kitapta, Refah Partisinin,
Anayasamızın 'Cumhuriyetin nitelikleri' başlıklı ikinci maddesinden 'lâik'
kelimesinin çıkarılarak:
'Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına hertürlü baskıyı
önleyen ve hizmeti esas alan, toplumun huzuru ve adalet anlayışı içinde, insan
haklarına dayanan, millî, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir' şeklini
almasını teklif ettiği gibi; Anayasamızın 'değiştirilemeyecek hükümler'
başlıklı 4 üncü maddesinin tümden kaldırılmasını teklif ederek, Anayasaya
aykırı bir düzen arzuladığını belgelemiştir.
Bu konuda 'Anayasanın 1 inci maddesindeki Devlet şeklinin
Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin
nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif
edilemez' şeklindeki Anayasamızın 4 üncü maddesi hükmü ile, Siyasî Partiler
Kanunundaki 'Siyasî partiler, Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğinin
değiştirilmesi ve halifeliğin yeniden kurulması amacını güdemez ve bu amaca
yönelik faaliyetlerde bulunamazlar' şeklindeki 86 ncı madde hükmünü
hatırlatmakla yetiniyoruz.
b) Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Kanan
7'ye para toplamak için yaptığı konuşmada: (...Televizyonu olmadan bir davanın
yürümesi mümkün değildir. Bir topluluğun toplum olması mümkün değildir. Kaldı
ki bugün yapılmış olan cihadda, yani Hak'kın hakim olması için yapılan
mücadelede, televizyonu isterseniz topçu kuvveti olarak tarif edin, isterseniz
hava kuvveti olarak tarif edin, onun gidip bir tepeyi bombalamasından önce,
piyadenin o tepeyi işgal etmesi, zapdetmesi mümkün değildir.
Onun için bugün yapılmış olan cihadı, televizyonsuz
yapmanın imkanı yoktur. İşte bu kadar hayati bir konu için acıyıncaya kadar
vereceğiz.. Şimdi ben bu hatıramı niçin size anlatıyorum. Bak bu Dünya
hayatında hepimizin nefesleri sayılıdır. Birşey olacaksa, olacak şey çok
yakındır. ...Onun için ölüm hepimize yakındır. İşte şimdi öldükten sonra her
taraf zifiri karanlık olan bir anda, eğer birşeyin gelip size yol göstermesini
istiyorsanız, bilesiniz ki o şey, bugün inançla Kanal 7 için vereceğiniz bu
para olacaktır. Bunu hatırlatmak için size bu hatıramı naklettim) demiştir.
Televizyon Daire Başkanı Bülent Osma, Ankara TV Program
Müdürü Nafiz Arda, Ankara TV Teknik Müdürü Şükrü Şıpka, Ankara TV Prodüksiyon
Müdür Yardımcısı Mehmet özgün, Ankara TV Seslendirme Müdür Yardımcısı Cumhur
Savaş ve Ankara TV Prodüktörü Zeynep Esen tarafından düzenlenen 31 Ekim 1997
tarihli tutanakta 'sözkonusu konuşmanın bütününün aynı yerde, aynı zaman içinde
devamlı olarak yapıldığı; başka bir çekimden ses veya resim eklemesi
yapılmadığı; görüntünün konuşma ile tam bir uyum içinde olduğu' ayrıntılı
olarak ve gerekçeleri de gösterilerek belirtilmektedir.
e) Refah Partili Konya Belediye Başkanı Halil Ürün'ün
Atatürk'ün hatırasına hakaret suçundan ve 5816 sayılı Yasanın 1 inci maddesinin
uygulanması suretiyle cezalandırılmasına ilişkin, Konya I. Asliye Ceza
Mahkemesinin 14.6.1994 gün ve 538/494 sayı ile verdiği karar, Yargıtay 9. Ceza
Dairesinin 6.7.1995 gün ve 3522/4638 sayılı kararı ile onanarak kesinleşmiştir.
d) Refah Partili Çayırova-Güzelbahçe Belediye Başkanı
Yaşar Alkan'ın, Atatürk ün hatırasına hakaret suçundan ve 5816 sayılı Yasa'nın
1 inci maddesinin uygulanması suretiyle cezalandırılmasına ilişkin, Kartal 2.
Ağır Ceza Mahkemesinden 27.3.1997 gün ve 259/70 sayı ile verilen karar,
Yargıtay 11 inci Ceza Dairesi'nin 8.10.1997 gün ve 4605/5170 sayılı kararı ile
onanarak kesinleşmiştir.
e) I8 Ocak 1997 günlü ve mükerrer 22881 sayılı Resmî
Gazetede yayınlanan ve ramazan ayında iftar saatlerini çalışma süresi dışında
bırakan ve altında Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan ın imzasının
da bulunduğu Bakanlar Kurulu kararı hakkında Danıştay 12 nci Dairesi, 28.1.1997
gün ve 1997/151 sayı ile ve 'Bu karar Anayasamızın Başlangıç kısmının 5 inci
paragrafı, 2 nci ve 24 üncü maddelerine aykırı olduğu gibi, din ve devlet
işlerinin birbirinden bağımsız şekilde yürütülmesi şeklinde uygulanan lâiklik
ilkesine de ters düştüğü' gerekçesiyle yürütmenin durdurulması kararı vermiştir.
f) Refah Partili milletvekilleri hakkında, Siyasî
Partiler Kanununun 4 üncü kısmında yazılı yasaklara aykırı eylemlere ilişkin
fezlekeler ve bu partinin üst düzey yöneticilerinin bu yoldaki eylemlerine
ilişkin bazı belgeler mahkemenizce re'sen getirilmiş olup, elbette herbiri
objektif bir şekilde değerlendirilecektir.
g) Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığı
tarafından düzenlenen 27.10.1997 gün ve 309/5 sayılı Fezleke'de, '19.7.1997
tarihinde, Refah Partisi Genel Sekreteri, Oğuzhan Asiltürk'ün, Refah Partisi
hakkında Anayasa Mahkemesinde açılan kapatma davası sözkonusu olduğunda, size
söz veriyorum Refah için herkes canını ve malını ortaya koymaya hazırdır demek
suretiyle TCK.nun 321/2 nci maddesinde düzenlenmiş olan halkı sınıf, ırk, din, mezhep
veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik suçunu
işlediği' gerekçesiyle adıgeçen Genel Sekreterin dokunulmazlığının
kaldırılmasını istemiştir.'
Refah Partisi'ne de gönderilen bu dosyada, Necmettin
ERBAKAN'ın 13.4.1994 gününde Refah Partisi meclisi Grubunda yaptığı konuşma,
Başbakanlık konutunda verilen iftar yemeği; Şevki Yılmaz'ın konuşmaları, Hasan
Hüseyin Ceylan'ın 14.3.1993 gününde Kırıkkale'de yaptığı konuşma ve Kanal- D'de
yayımlanan TEKE-TEK programındaki konuşması, Genel Başkan Yardımcısı Ahmet
Tekdal'ın konuşması, Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı'nın konuşması, İbrahim
Çelik'in 8.5.1997 gününde Meclis kulisinde yaptığı konuşma ile Refah Partili
Adalet Bakanı Şevket Kazan'la ilgili değerlendirmelerde de aynen şöyle denilmiştir:
1- 'Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan,
13.4.1994 tarihinde Refah Partisi Meclis Grubunda yaptığı konuşmada:
(Şimdi ikinci bir önemli nokta, Refah Partisi iktidara
gelecek, adil düzen kurulacak, sorun ne' geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak
mı olacak, kansız mı olacak bu kelimeleri kullanmak bile istemiyorum amma,
bunların terörizmi karşısında herkes gerçeği açıkça görsün diye bu kelimeleri
kullanma mecburiyetini duyuyorum. Türkiye'nin şu anda birşeye karar vermesi
lazım, Refah Partisi adil düzen getirecek, bu kesin şart, geçiş dönemi yumuşak
mı olacak, sert mi olacak, tatlı mı olacak kanlı mı olacak, altmış milyon buna
karar verecek) diyebilmiştir.
Bin yıllık geleneğinin en büyük üstadı kabul edilen Refah
Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın, bu sözlerinin ne anlama geldiğini
açıklığa kavuşturmak için söylediklerinin hiçbiri inandırıcı değildir. Acaba,
bu konuşmayı televizyon kameralarında izleyen milyonlarca kişiden bir teki dahi
inandırıcı bulmuş mudur''
2- 'Refah Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Necmettin
Erbakan, lâikliğe aykırı söz ve davranışlarıyla tanınan bazı. tarikat
liderlerine, Devrim Yasalarına aykırı kıyafetleriyle geldikleri Başbakanlık
konutunda yemek vererek, bu çeşit kişilerin Devlet katında itibar gördüklerini
ve eylemlerinin hoş karşılandığını kanıtlamaya çalışmıştır.
Refah Partisi ,
Bir partinin Genel başkanı sıfatını taşıyan bir kişinin
lâikliğe aykırı her sözü ve eylemi parti kapatma nedenidir. Milletvekili, hatta
Başbakan olması Partiyi sorumluluktan kurtarmaz.'
3- 'Refah Partisi Rize Milletvekili Şevki Yılmaz'ın
Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğünün 21.3.1994 gün ve 7444 sayılı
yazıları ekinde gönderilen video-bant çözümünde,
(Biz Kur'an nizamından yüz çevirenlerden, ülkesinde Allah
Resulünü yetkisiz kılanlardan mutlaka hesap soracağız.) dediği görülmektedir.
Şevki Yılmaz, Rize Belediye Başkanı seçilmeden kısa bir
süre önce İstanbul'da yaptığı konuşmada;
(Sizleri ahirette Dünyada seçtiğiniz liderlerle
çağıracağız... Bugün Kur'anın kaçta kaçı bu ülkede uygulanıyor hesap ettiniz
mi' Ben hesap ettim. Kur'anı Kerimin %39'u bu ülkede ancak uygulanabiliyor.
6500 ayeti rafa kaldırılmış... Kur'an Kursu inşa ettin. Yurt yaptın, çocuk
okutuyorsun, öğretmenlik yapıyorsun, vaaz ediyorsun. Bunlar cihad bölümüne
girmez. Ameli salih bölümüne girer. Hakkın ihkakı için, hakkın yayılmış,
Allah'ın kelimesi yükselmesi için yapılacak iktidar çalışmalarına cihad derler.
Cenabı Hak bunu siyasî mücerretten emretmemiş. Cahudiden emretmiş. Ne demek'
Ordu halinde yapılır. Komutanı bellidir... Namaz kılmanın şartı iktidarın
müslümanlaştırılmasıdır. Allah diyor ki, camilerden önce iktidar yolu müslüman
olacak... Beş vakit namaz kılınacak yerler için kubbeler yapma sizi cennete
götürmez. Çünkü bu ülkede Allah kubbe yapıp yapmadığını sormuyor. Sormayacak,
yetkili olup olmadığını soracaktır... Bugün müslümanların yüz lirası varsa, bu
yüz liranın 30 lirasını kız ve erkek evlatlarımızı yetiştirecek Kur'an
kurslarına ayırırken 60 lirasını da iktidara giden Siyasî kuruluşlara ayıracağız...
Allah bütün Peygamberlerini iktidar için mücadele ettirmiştir. Bana tarikat
menşeinden iktidar için boğuşmayan bir isim gösteremezsiniz. Size diyorumki,
saçlarım adedince başlarım olsa, herbir baş Kur'an yolunda koparılsa yine bu
sahip davasından vazgeçmeyecektir. Allahın size soracağı soru şöyle; Küfür
düzeninde islam devleti olsun diye niçin çalışmadın' Erbakan ve arkadaşları
parti görüntüsü altında bu ülkeye islamı getirmek istiyor. Savcı anladı. Savcı
kadar biz anlasak, bu meseleyi halledeceğiz. Bu ülkede dinin simgesinin Refah
olduğunu Yahudi Abraham bile anlamıştır... Kim iktidar müslümanın eline
geçmeden cemaati silaha teşvik ediyorsa, ya a cahildir, ya başkaları tarafından
görevlendirilen bir haindir. Çünkü hiçbir peygamber devleti ele geçirmeden
harbe müsaade vermemiştir. Müslüman akıllı olur. Karşısındaki düşmanı nasıl
yeneceğini göstermez. Kurmay çizer, asker uygular. Eğer kurmay planını
açıklarsa, yeni bir plan kurması ümmetin komutanları üzerine vaciptir. Bizim
görevimiz, konuşmak değil, asker olarak ordu içerisinde harpteki planı
uygulamaktır...) demiştir.
Aynı kişi milletvekili seçildikten sonra 29.11.1996
tarihli konuşmasında şöyle diyor.
(Mecliste 158 tane imam hatip mezunu kökenli milletvekili
var. Bizim derdimiz lise-imam hatip ayırımı değil liselileri de aynı imam hatip
ruhuyla yetiştirmek... insanlara din dersi yetmez. Bir de Ahiret'te hazırlık
dersi konulmalıdır... Bu ülkede en büyük terör, en büyük isyan Allah'a ve
Resulüne yapılıyor. Gelin bu ülkede hep birlikte Başbakanından Cumhurbaşkanına
kadar hepimiz ölüm ve ölümden sonraki hayatta hazırlık yaptıralım...
Samsunsporun taraftarı olur da Allah'ın taraftarı olmaz mı bu Dünyada...
Elhamdülillah şimdi kilit taşı omuzumuzda. Belediyeler merdiven kurdu. Köprünün
ortasına ulaştık. Bir buçuk milyar islam kurtuluş ordusu kuruyor. Bak Erbakan
hocayı tanımayanlar duysun, o bu köprünün kuruluş ustası ve mimarıdır)'
demiştir.
4- Refah Partisi Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin
Ceylan, 14.3.1993 tarihinde Kırıkkale'de yaptığı konuşmada;
(Bu vatan bizimdir, rejim bizim değildir kardeşlerim.
Rejim ve Kemalizm başkalarınındır... Türkiye yıkılacak beyler, Türkiye Cezayir
olur mu diyorlar' 0rada % 81 nasıl olmuşsa, %20 falan değil, %81 lere
ulaşacağız. boşuna uğraşmayan ey emperyalist batının, sömürgeci batının, vahşi
batının ve dünyayla beraber olacağız diyerek ırz namus düşmanlığı yapan,
müslüman kadının bacakları arasına insan yerine köpek yerleştirecek kadar
köpekleşen ve enikleşen batının taklitçiliğine soyunmuş olan sizlere
sesleniyorum, boşuna uğraşmayın. Kırıkkalelilerin ellerinde gebereceksiniz)
demiştir.
Bu konuşmaya ait bant çözümünün tamamını inceleyen Prof
Dr. Bahri Öztürk, 25.9.1995 tarihli bilirkişi raporunda:
(Konuşmada özellikle belli bir dini görüş ve inanca sahip
olanlarla olmayanlar arasındaki farklılık ön plana çıkarılmakta, bu dini görüş
ve inanca sahip olmayanlar, şayet bu görüş iktidara gelirse kadar varan
düşmanca hareketlerin hedefi olarak gösterilmektedir. Nitekim konuşmanın diğer
yerlerinde de, örneğin suçunu oluşturur) demiştir.
Refah Partisi Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan'ın
bu konuşmasına ait kasetler çoğaltılarak Refah Partisi teşkilatına dağıtılmış
ve mahalli teşkilatlarca da vatandaşlara dinletilmiştir.
Sözkonusu kasetlerden biri Dalaman ilçesinde ele geçince
1995 yılına kadar Refah Partisi Dalaman İlçe Başkanlığını yapan Süleyman
Akbulut ve 1995 yılında bu görevi devralan ilçe başkanı Ömer Halit Malatyalı,
24.10.1995 tarihinde Dalaman C. Savcısı Sinan Esen'e verdikleri ifadelerde
açıklıkla belirtmişlerdir.
Adıgeçen milletvekillerinin başka konuşmaları da
elinizdedir. Şimdi Refah Partisi demektedir. Konuşmaların bir kısmı
televizyonlarda, kapatma davası açılmadan defalarca yayınlanmıştır. Partiden
ihraç edilmedikleri gibi, uyarı dahi yapılmamıştır. Aslında Refah Partisi, bu
şahısları bir tetikçi gibi kullanmıştır. Sonra da milletvekili seçtirip,
cezalandırılmalarını engellemeye çalışmıştır. Onların yaptığı lâikliğe aykırı
eylemlerden Parti de sorumludur. Partiden ihraçların partinin sorumluluğuna
etkisi yoktur. Esasen bu ihraçlarda da takiyye yapıyorlar. öğrendiğimize göre,
ihraç kararlarını kesinleşmesin diye tebliğ etmiyorlar. Kapatma davası
reddedilirse, tebligat yapıp savunma haklarını kullandıracaklar ve deyip,
partide bırakacaklar ve tetikçi olarak kullanmaya devam edecekler.'
5- ' 24.11.1996 günlü Kanal D'de yayınlanan TEKE-TEK
programına katılan Refah Partisi Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan,
görüntülü bant çözümünde açıkça anlaşıldığı gibi;
(Asker kalkmış diyor ki, PKK.Iı olmanıza müsaade ederiz
ama, şeriatçı olmanıza asla, bu kafayla çözemezsiniz. Çözüm isterseniz
şeriatçılıktır) demiştir.'
6- 'Refah Partisi Ankara Milletvekili ve Genel Başkan
Yardımcısı Ahmet Tekdal, 24.11.1996 günü Kanal D televizyon kanalında görüntülü
olarak verilen konuşmasında şöyle diyor:
(Parlamenter sistemin hakim olduğu yerlerde eğer bir
millet gerekli şuuru göstermez, hak nizamının tesisi sadedinde gayret sarfetmez
ise kendisini iki bela karşılayacaktır. Bunlardan bir tanesi bütün münkerler
karşısına gelecek, zulüm görecek ve zulmün neticesinde de helak olup
gidecektir. Bir diğeri mükellef olduğu hak nizamının tesisi için çalışmadığı
için cenabı hakka hesabını veremeyecektir ve bu takdirde de yine zelil
olacaktır. İşte değerli kardeşlerim, bu hassasiyetlere dikkat etmek suretiyle
hak sistemini tesis etmek isteyen ve bu uğurda mücadele eden topluluklara elden
gelen gayretin gösterilmesi elbette vazifemizdir. Türkiye'de hak nizamı tesis
etmek isteyen siyasal kadronun adı Refah partisidir.)
Refah Partisi , bu konuda demektedir.
Bir partinin genel başkan yardımcısının, bu sıfatı
taşıdığı süre zarfında lâikliğe aykırı olarak yaptığı her konuşma Siyasî
Partiler kanununun 101/b maddesi gereğince partisini bağlar. Konuşmanın ne
zaman ve nerede yapıldığının hiçbir önemi yoktur.
Esasen Ahmet Tekdal'ın Hacca son defa 1986 yılında
gittiği de doğru değildir. Elde mevcut kaset ve belgeler dikkatlice
incelendiğinde, Ahmet Tekdal'ın bu konuşmayı, 1993 yılında Bahçelievler
Belediye Başkanı Muzaffer Doğan'ın konuşmasından sonra ve o konuşmaya da atıfta
bulunarak yaptığı açıklıkla anlaşılacaktır.'
7- ' Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe,
10 Kasım 1996 günü Atatürk'ün hatırasını anmak için yapılan törenden sonra;
(Hakim güçler diyorlar. Bu yüzden de Refah Partili
Bakanlar bile kendi dünya görüşlerine bakanlıklarına yansıtamıyorlar. Bu sabah
ben de, resmi görevim, sıfatım nedeniyle bir törene katıldım. Süslü püslü
görünüşüme bakıp da lâik olduğumu sakın sanmayın. İnancımıza saygı duyulmadığı,
sövüldüğü bir dönemde, içim kan ağlayarak, bu günkü törenlere katıldım. Belki
Başbakan'ın, bakanların, milletvekillerinin bazı mecburiyetleri vardır. Ancak
sizin hiç bir mecburiyetiniz yak. Bu düzen değişmeli, bekledik biraz daha
bekleyeceğiz gün ola, harman ola, müslümanlar içlerindeki hırsı, kini, nefreti
eksik etmesin) demiştir.
Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe'nin, bu
konuşmasından dolayı Ankara 1 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin 9.10.1997 gün
ve E.163 sayılı kararı ile suçundan ve TCK.nun 312/1 inci maddesinin
uygulanması suretiyle mahkumiyetine karar verilmiştir.'
8- '8 Mayıs 1997 günü Refah Partisi Şanlıurfa
Milletvekili İbrahim Halil Çelik, Meclis kulisinde;
(Refah Partisi iktidarında imam hatipleri kapatmaya
kalkarsanız kan dökülür. Cezayir'den beter olur. Bende kan dökülmesini istiyorum.
Demokrasi böyle gelecek fıstık gibi olacak. Ordu, 3.500 PKK'lı ile başedemedi.
Altımilyon islamcıyla nasıl başedecek, rüzgara karşı işerlerse yüzlerine gelir.
Bana vurana ben de vururum. Ben sapına kadar şeriatçıyım. Şeriatın gelmesini
istiyorum) demiş, haber 10 Mayıs 1997 günü yayınlanan çok tirajlı
gazetelerimizin hemen hepsinde yayınlanmış ve bu konudaki tanık beyanları
Mahkemenize gönderilmiştir.'
9- 'Refah Partili Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız,
Sincan'da düzenlediği Kudüs Gecesinde salonu İslami terörist örgüt liderlerinin
büyük boy posterlerini astırdığı, aydınlarımıza, sözlerini söylediği için
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi'nce tutuklanmasından sonra, Refah Partili
Adalet Bakanı Şevket Kazan, mahkeme kararını protesto ettiği imajını yaratacak
biçimde hapishanede kendini ziyaret etmiştir.
Refah Partili Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız,
sözkonusu konuşması dolayısıyla, Ankara 2 no.lu Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin
15.10.1997 gün ve E.28 sayılı kararı ile, suçlarından ve TCK'nun 169, 132/2 ve
371.3 sayılı Yasa'nın uygulanması suretiyle cezalandırılmasına karar
verilmiştir.'
B- Parti'nin Sözlü Savunması :
Parti Genel Başkanı Necmettin Erbakan 18.11.1997 günü
başlayan 20.11.1997 gününde tamamlanan sözlü savunmasında, ön ve esas hakkındaki
savunmalarını yinelemiş ve kimi yeni açıklamalarda bulunarak öncelikle; -ikinci
cihan harbi sonuçlanır sonuçlanmaz bütün insanlığın hedefinin özgürlüğe
kavuşmak ve insan hakları olduğu; bu nedenle sırasıyla 1948 de İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi'nin, 1950 de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin, 1973 de
Helsinki Nihai Senedi'nin imzalandığı; bunu 1980 de imzalanan Paris Şartı'nın
izlediği; Türkiye'nin kuruluş belgesi olan Lozan Barış Antlaşması'nda da ,
Türkiye ahalisinin tamamına hayat ve özgürlükler bakımından tam ve kâmil bir
korumanın taahhüt edildiği, 1982 Anayasası'nın da, ana yapısı itibariyle
tamamen AİHS.ne paralel olduğu; Anayasa'nın 90. maddesinin de usulüne göre
yürürlüğe konulmuş milletlerarası anlaşmaları kanun hükmünde saydığı ve çağdaş
dünyada ne varsa bizde de o olacak prensibini koyduğu; bütün bu uluslararası
antlaşmaların ortaya koyduğu prensipler sonucunda terörist olaylarla ilgisi
olmayan siyasî partiler kapatılamaz noktasına gelindiği belirtildikten sonra ;
1995 Anayasa değişikliği sonunda Türkiye'de siyasî
partilerin kapatılmasının sadece üç sebebe indirildiği, bu üç sebebin de parti
eylemine bağlandığı; odak olmanın parti eylemi ile oluşabileceği, şahısların
eyleminden sözedilmediği ; parti genel başkanlarının beyanlarının partiyi ilzam
etmeyeceği; odak olmak için beş şartın gerçekleşmesi gerektiği; ayrıca parti
eylemlerinin; partiyi ilzam edecek kurulların eylemi olduğu; parti
kararlarının eyleme dönüştüğünün mahkeme kararıyla kesinleşmesi gerektiği;
Refah Partisi'nin ülkemizde demokrasinin, insan haklarının, özgürlüklerin,
lâikliğin ve hukuk devletinin bölgemizde ve bütün dünyada barışın, istikrarın,
bütün ülkelerde iyi münasebetin teminatı ve bayraktarı olduğu; bu davanın bir
kısım medyanın yapmış olduğu haksız propaganda sonucunda açıldığı; bir partinin
bir günde odak olamayacağı; Refah Partisi'nin bir tane bile İmam Hatip okulu
açmadığı; Millî Güvenlik Kurulu'nun istişari bir kurul olduğu, muhatabının da
partiler değil, hükümet olduğu; bu davanın Ceza Kanunu'nun, Ceza Muhakemeleri
Usulü Kanununun ve hukukun diğer prensiplerine de uygun olması gerektiği; usul
kurallarının, yargılamanın güvencesi olduğu ve uygulayıcılar tarafından resen
dikkate alınması gerektiği; Başsavcı'nın söylediği gibi bu davanın bir tescil
davası değil, bir ceza davası olduğu; bu davanın usulden de, esastan da redde
mahkum olduğu; 2820 sayılı Yasa'nın 101. ve 103. maddelerinin böyle bir davanın
açılabilmesini beş şarta bağladığı, bu davada bu şartların gerçekleşmediği, on
sene öncesinde açılamayacak bir davayı, on sene sonra hukukun dışına çıkarak,
bir takım faraziyelerle açmaya kalkmanın, her şeyden önce usul bakımından
yanlış bir davranış olduğu; Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Halil Çelik, Rize
Milletvekili Şevki Yılmaz ve Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan'ın
Parti'den ihraç edilmiş oldukları; bunların dokunulmazlıklarının
kaldırılmasıyla ilgili olarak hazırlanan dosyalarının konularının lâiklikle
uzaktan yakından ilgisinin bulunmadığı; bu davada hukuken delil diye kabul
edilebilecek hiçbirşeyin bulunmadığı; ortaya konulan konuların lâiklikle
ilgisinin olmadığı; 2820 sayılı Kanun'un göstermiş olduğu subüt bulmayla ilgili
tek bir delilin bile olmadığı; Refah Partisi'nin yasalara uygun bir parti
olduğu, lâiklik anlayışının gereği, lâikliğe aykırı faaliyetlerin odağı olmak
şöyle dursun, gerçek lâikliğin teminatı ve bayraktarı olduğu; kendisinin Genel
Başkan olarak demokrasinin ve lâikliğin savunmasını yaptığı, böyle
düşünmeyenleri demokrasiye ve lâikliğe davet ettiği; bu davada 2820 sayılı
Kanun'un 101/b maddesinin parti tüzelkişiliği adına karar almaya yetkili
kurulların dışındaki hükümlerinin 1995 Anayasa değişikliğinden sonra artık
uygulanamayacağı; 2820 sayılı Yasa'nın yürürlükte olduğu ancak belli bir
bölümünün uygulanamayacağı; Anayasa'nın 69. maddesinin odak olmayla ilgili
bölümünün somut değil, soyut norm niteliğinde olduğu, onun için son fıkranın
konulduğu ve yasa çıkarma koşulunun getirildiği; bu nedenle 69. maddenin
doğrudan uygulanamayacağı; bu davada Anayasa'nın 84. maddesinin beşinci fıkrasının
uygulanma olanağının bulunmadığı; eğer tabii hakim önünde yargılanır ve hüküm
giyerlerse ancak o zaman uygulanabileceği; TCK.nun 163. maddesi kaldırıldığı
için bu davada zaten 84/5. maddenin işlemeyeceği; CMUK'nun 150. maddesinin
'tahkikat ve hüküm, yalnız iddianamede beyan olunan suça ve zan altına alınan
şahıslara hasredilir' dediği; bu temel kurallar karşısında fiilen
yargılanmamış, hüküm giymemiş, 2820 sayılı Kanun'un hiçbir hükmü yerine
getirilmeden açılmış bu davada, hukukun ve Anayasa'nın temel kurallarının böyle
bir tatbikata izin veremeyeceği; böyle bir tatbikatın hem sorumsuzluk hem
dokunulmazlık, hem Siyasî partiler, hem de kuvvetler ayrılığı prensiplerinin ve
devlet nizamının dinamitlenmesi ve yok sayılması anlamına geleceği, bunun da
mümkün olmadığı; bunun yanısıra 'şahsı için cezayı müstelzim olmaz ama parti
için cezayı müstelzim olabilir' demenin de asla geçerli olmadığı; dokunulmazlık
ve sorumsuzluğun milletvekillerinin endişesiz çalışmasının zaruri bir kuralı
olduğu; bu davanın ne tedbir, ne tesbit davası olmadığı ve ceza davası
niteliğinde bir dava olduğu; Başsavcı'nın Parti'yi kapatın diye dava açtığı,
ceza istediği, sonra da bu dava bir tesbit davasıdır dediği; Başsavcı'nın
siyaset yapmaktan yasaklamayı, medeni ehliyetsizlik olarak değerlendirdiği;
medenî hakkın, siyasî hakkın zıddı olduğu, eğer bir siyasî haktan mahrumiyet
söz konusuysa, bunun nedeninin ehliyetsizlik olamayacağı; bugünkü ceza
mevzuatımızda böyle bir cezanın bulunmadığı, ceza hukukumuzda bulunanın TCK'nun
11. maddesinde yer alan amme hizmetlerinden mahrumiyet cezası olduğu; bu
durumda siyasal haklardan mahrumiyetin bir ceza olduğunun belirtildiği;
Başsavcı'nın tüzelkişiliğin cezai sorumluluğu yok dediği, bunu kabul ederse, bu
davanın bir ceza davası olduğunu kabul edeceği için böyle söylediği; halbuki
yargı kararlarında da belirtildiği gibi tüzelkişilerin de yapılarına uygun bir
ceza sorumluluğuna tabi bulundukları; Başsavcı'nın 'tüzelkişilerin cezai
sorumluluğu yoktur' değerlendirmesinin hukukumuz açısından yanlış, hatalı ve
geçersiz olduğu; Başsavcı'nın odak olma konusundaki fikirlerinin de kabule
şayan olmadığı ve vahim bir hata olduğu; TCK'nun 163. maddesi kaldırılmışsa,
2820 sayılı Kanun'un 117. maddesinin bulunduğu, Başsavcının 117. maddeyi
işleterek, 2820 sayılı Yasa'nın 101/d ve 103. maddelerini işler hale
getirebileceği; Anayasa'nın 69. maddesinin somut değil, soyut norm niteliğinde
olduğu ve doğrudan uygulanamayacağı; diğer yandan Başsavcı'nın çağdaş hukuk
normlarını ve AİHS'nin uygulanmasını engellemek maksadıyla Anayasa'nın 90.
maddesi hükmünü gözardı ettiği; bunun olanaklı olmadığı ve uygulanması
gerektiği; Başsavcı'nın hukukun ilgili bütün kurallarını yok sayarak, herşeyin
delil kabul edilmesini talep etmesinin, hukukla kesinlikle bağdaşmadığı ve
hukuken geçerli olmayacak bir talep olduğu; Başsavcı'nın 'Anayasa, siyasî parti
kapatmalarını tahdidi olarak belirtilmemiştir' değerlendirmesinin de vahim bir
hukukî hata olduğu, zira Anayasa'nın parti kapatmalarını tahdidi olarak
belirtmiş bulunduğu; onun için de 2820 sayılı Yasa'nın 101/b maddesinin
uygulanamayacağı; ayrıca Başsavcı'nın sunduğu deliller üzerinde de kısaca
durulacağı, bunların başında 'çok hukukluluk' konusunun geldiği; çok
hukukluluğun bir Meclis çalışması olduğu ve Anayasa'nın mutlak sorumluluk
kapsamı içerisine girdiği, böyle bir konunun bu davada delil olmasının mümkün
olmadığı; Parti'nin hükmî şahsiyetini ilzam eden kurallarla da uzaktan yakından
bir ilgisinin bulunmadığı; akademik bir çalışma olduğu, halka hitaplarında da
söz konusu edilmediği; hukuktaki özgürlüklerin artırılmasını hedef alan bu
fikir beyanının bir eylemde olmadığı; bu husustaki asıl amacın akit serbestliği
olduğu; lâiklikle ilgisinin bulunmadığı; asıl amacın mahkemelerin iş yükünü
azaltmak olduğu;
Bir diğer grup konuşmasının da genel seçimler sonunda
yapılan konuşma olduğu; yerel seçimler sonunda 'Ankara Melih'e mezar olacak'
diyenlere karşı şu dönemi niye tatlı geçirmeyelim, bu dönem tatlımı olsun yoksa
acımı olsun, bunların dediği gibi kanlı mı olsun, yoksa huzur içindemi geçsin, bunu
idrak edelim' denildiği, basının 'geçiş dönemi' sözünü, 'geliş biçimi şeklinde'
değiştirdiği; aslında bu konunun mutlak sorumsuzluk kapsamında bulunduğu;
lâikliğe aykırılıkla uzaktan yakından ilgisinin bulunmadığı; bir seçim
kazanıldığı, gelecek seçime kadarda ülkenin huzur içinde olmasının istendiği;
Bir başka konunun da Sancak Mecmuasının ortaya attığı
Çermik hikayesi olduğu; bu mecmuanın mahkeye verildiği ve tazminat ödemeye
mahkum edildiği; meselenin kökünün sıfır olduğu, bir illiyet zabıtasının bulunmadığı;
böyle uydurma şeylerin delil olamayacağı; bu konunun Millî Güvenlik Kurulu'nda
Güven Erkaya tarafından gündeme getirildiği; kendisinin de bunun tamamen
uydurma bir haber olduğunu, bir husumetin eseri olduğunu söylediği;
Değinilecek diğer bir konunun da kanal-7 konuşması
olduğu; gösterilen video- filmin başının sonunun belli olmadığı; montaj bir
film olduğu; TRT uzmanlarının belirttiği gibi bir yerde değil, birçok yerde
kesiklik bulunduğunun anlaşıldığı; çekimin gizli kamerayla yapıldığı, bu konuşmanın
1994 yılında kanal-7'ye reklam geliri sağlamak için yapılan toplantıda
yapıldığı; daha önce Afgan mücahitlerine televizyonun önemini hatırlatmak için
yapılan bir konuşmaya atıf yapılarak 'bakın arkadaşlar, televizyon gerçek
fikirlerin, ülke yararına fikirlerin savunulması için önemlidir, bunlara
duyarsız olmayalım, bunları destekleyelim' denildiği, bu arada bir takım
hatıralarla, hayırlı işleri desteklemenin hangi faydaları getireceğine temas
edildiği; Türkiye'de bir takım televizyonların ülkenin yararına olan şeyleri
tanıtmadığı, onun için davetlilere 'sizin ülkenizde faydalıları tanıtacak bu
kuruluşlara önem vermelisiniz' dediği; bu konuşmada Afgan mücahitlerine ait
bölümün kesilmiş olduğu; İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin bu konuyla
ilgili olarak takipsizlik kararı verdiği; maksatlı ve gerçekleri saptıran
yayını yapan Televizyonlara da ceza davası açıldığı ve Mahkemeden tekzip kararı
alındığı;
Ramazan ayında Başbakanlık konutunda verilen iftarın bir
hükümet faaliyeti olduğu; Başbakan olarak verildiği, Refah Partisi ile
ilgisinin bulunmadığı; Diyanet mensupları için verildiği, Başbakanlık Halkla
İlişkiler Dairesi'ne Diyanet mensupları ile İlahiyat Fakültesi Dekanı ve
hocaların çağrılmasının söylendiği; gerisinin halkla ilişkilerce düzenlendiği; gelenlerin
içerde kendi yanlarında medenî insanlar gibi oturdukları, dışarda nasıl ve
hangi kıyafetle geldiklerinden bilgilerinin olmadığı; bu konunun Türkiye Büyük
Millet Meclisi'ne bir gensoru ile getirildiği ve reddedildiği, bu konunun
ayrıca yargıya konu yapılmasının yasalarımız açısından mümkün olmadığı;
Benzer bir konunun da Ramazan ayında mesai saatlerini
değiştirmek üzere çıkartılmış olan Bakanlar Kurulu kararnamesi olduğu; bu
kararnamede sadece 'mesai saatleri 8.00-12.00; 12.30-16.30 arasında yapılacaktır'
denildiği; başka bir kelimenin bulunmadığı; altında da bütün bakanların ve
Cumhurbaşkanı'nın imzasının bulunduğu; bunun bir parti kapatma nedeni
olamayacağı;
Oğuzhan Asiltürk'ün söylediği ileri sürülen sözlerin, bu
davanın açılış tarihinden sonraki bir olay olduğu, lâiklikle bir ilgisinin
bulunmadığı, partinin yıldönümünün de iyi niyetle yapılmış bir konuşma olduğu;
Ahmet Tekdal hakkında ne zaman yapıldığı belli olmayan
bir konuşma nedeniyle bir takım tahminler yürütüldüğü; montajlarla, bu tahminlerin
doğru olup olmadığının her zaman münakaşa edilebileceği; söylenen sözlerin
Hacda söylenmiş olduğu ve Hacca uygun olduğu, partiyle ilgisinin bulunmadığı ve
lâikliğe aykırılığın unsurlarını da taşımadığı;
Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan ve İbrahim Halil Çelik
Parti'den ihraç edilmiş oldukları için bunlar üzerinde durulmayacağı;
Şevket Kazan'ın hapishane ziyaretinin, Adalet Bakanı
olarak yapılmış bir faaliyet olduğu; gensoru yoluyla Meclise getirildiği ve
reddedildiği; ayrıca yargı konusu yapılamayacağı;
İmam Hatip okullarının adedinin artırılması, azaltılması
konusunun daha önce izah edildiği;
Başörtüsü konusu üzerinde de durulmayacağı, çünkü bu
hususun daha önceki savunmalarda açıklandığı, kendilerinin Anayasa Mahkemesi
tarafından iptali uygun görülmemiş olan YÖK Kanunu'nun geçici 17. maddesinin
uygulanması üzerine konuştukları, bazı kişilerinde bu konuda konuşmuş
oldukları, konuşmanın yasaların tatbiki üzerine olduğu;
Başsavcının Anayasa'nın 2. maddesinin değiştirilmesi
teklifleri konusunda yorumlarının yanlış olduğu, konunun Anayasa değişiklikleri
sırasında bir kısım Refah Partili Milletvekili ve hukukçularının Meclis
Başkanlığı'na sundukları bir teklif olduğu, bunun parti grubuyla alâkasının
bulunmadığı; teklifin Anayasa'nın 2. maddesiyle ilgili bölümünün iki
alternatifli olduğu, birincisinin 'Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına her türlü
baskıyı önleyen ve hizmeti esas alan, toplumun huzuru ve adalet anlayışı
içerisinde insan haklarına dayanan millî, demokratik, sosyal bir hukuk
devletidir', ikincisinin ise 'Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına her türlü
baskıyı önleyen ve hizmeti esas alan, toplumun huzuru ve adalet anlayışı içinde
insan haklarına dayanan millî, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.
Lâikliğin anlamı 24. maddeyle açıklanmıştır' biçiminde olduğu, lâikliğin
tarifinin 24. maddede yapılmış olduğu ve devletin bu tarife uygun çağdaş
lâiklik niteliğinin Anayasa'da yer aldığı; herşeyden önce bunun bir meclis
çalışması olduğu ve sorumsuzluk güvencesi altında bulunduğu, bu ithamların hiç
birisinin geçerli olmadığı;
Buraya kadar yapılan açıklamalar sonucu bu davanın
herşeyden önce usul bakımından, hiçbir dava şartı yerine getirilmeden açılmış
bir dava olduğundan, dört ayrı yönden usule aykırı olduğundan, işin esasına
bile geçilmeden reddine karar verileceğine inandıkları; esasın içerisine
girildiği takdirde de, 22 tane Anayasa, Yasa, uluslararası anlaşmalar
bakımından bu davanın esastan da reddi gerekeceği; bu davanın tesadüfen
olayların meydana getirdiği şartlar altında hukukla ve gerçekle alakası olmadan
açılmış bir dava olduğu belirtilmiş ve 'Ancak davanın açılması birşey ifade
etmez, önemli olan Yüksek Mahkemenin vereceği karardır' denilmiştir.
Sözlü savunmadan sonra ilgili belge ve yayınlar Mahkeme
Başkanlığı'na sunulmuştur.
VI-
ANAYASA VE SİYASİ PARTİLER YASASI KURALLARI
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın ve
davalı Siyasî Parti'nin, İddianame ve savunmalarında dayanılan ve ilgili
görülen Anayasa ve Siyasî Partiler Yasası kuralları şöyledir:
A- Anayasa Kuralları Şunlardır :
1- 'Başlangıç Bölümünün beşinci fıkrası:
Hiçbir düşünce ve mülahazanın Türk millî menfaatlerinin,
Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî
ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve
medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği
olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle
karıştırılamayacağı;'
2- 'MADDE 2.-
Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı
içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk
Devletidir.'
3- 'MADDE 4.-
Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki
hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi
hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.'
4- 'MADDE 14.-
Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını
tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin bir kişi veya
zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar
üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayrımı yaratmak
veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet
düzenini kurmak amacıyla kullanılamazlar.
Bu yasaklara aykırı hareket eden veya başkalarını bu
yolda teşvik veya tahrik edenler hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla
düzenlenir.
Anayasanın hiçbir hükmü, Anayasada yer alan hak ve
hürriyetleri yok etmeye yönelik bir faaliyette bulunma hakkını verir şekilde
yorumlanamaz.'
5- 'MADDE 24.-
Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet,
dini âyin ve törenler serbesttir.
Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dini
inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden
dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.
Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve
denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim
kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din
eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni
temsilcisinin talebine bağlıdır.'
Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî ve hukuki temel
düzenini kısmen de olsa, dini kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel
çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din
duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye
kullanamaz.'
6- 'MADDE 42.-
Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz.
Öğrenim hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve
düzenlenir.
Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları
doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve
denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri
açılamaz.
Eğitim ve öğretim hürriyeti, Anayasaya sadakat borcunu
ortadan kaldırmaz.
İlköğretim kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur
ve Devlet okullarında parasızdır.
Özel ilk ve orta dereceli okulların bağlı olduğu esaslar,
Devlet okulları ile erişilmek istenen seviyeye uygun olarak, kanunla
düzenlenir.
Devlet, maddi imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin,
öğrenimlerini sürdürebilmeleri amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli
yardımları yapar. Devlet, durumları sebebiyle özel eğitime ihtiyacı olanları
topluma yararlı kılacak tedbirleri alır.
Eğitim ve öğretim kurumlarında sadece eğitim, öğretim,
araştırma ve inceleme ile ilgili faaliyetler yürütülür. Bu faaliyetler her ne
suretle olursa olsun engellenemez.
Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim
kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.
Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille
eğitim ve öğretim yapan okulların tâbi olacağı esaslar kanunla düzenlenir.
Milletlerarası andlaşma hükümleri saklıdır.'
7- 'MADDE 68.- Vatandaşlar, siyasi parti kurma ve usulüne göre
partilere girme ve partilerden ayrılma hakkına sahiptir. Parti üyesi olabilmek
için onsekiz yaşını doldurmuş olmak gerekir.
Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez
unsurlarıdır.
Siyasi partiler önceden izin almadan
kurulurlar ve Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürürler.
Siyasi partilerin tüzük ve programları ile
eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne,
insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine,
demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre
diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi
amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.
Hâkimler ve savcılar, Sayıştay dahil yüksek yargı
organları mensupları, kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki
görevlileri, yaptıkları hizmet bakımından işçi niteliği taşımayan diğer kamu
görevlileri, Silahlı Kuvvetler mensupları ile yükseköğretim öncesi öğrencileri
siyasi partilere üye olamazlar.
Yüksek öğretim elemanlarının siyasi partilere üye
olmaları ancak kanunla düzenlenebilir. Kanun bu elemanların, siyasi partilerin
merkez organları dışında kalan parti görevi almalarına cevaz veremez ve parti
üyesi yüksek öğretim elemanlarının yüksek öğretim kurumlarında uyacakları
esasları belirler.
Yüksek öğretim öğrencilerinin siyasi partilere üye
olabilmelerine ilişkin esaslar kanunla düzenlenir.
Siyasi partilere, Devlet, yeterli düzeyde ve hakça mali
yardım yapar. Partilere yapılacak yardımın, alacakları üye aidatının ve
bağışların tabi olduğu esaslar kanunla düzenlenir.'
8- 'MADDE 69.-
Siyasi partilerin faaliyetleri, parti içi düzenlemeleri ve çalışmaları
demokrasi ilkelerine uygun olur. Bu ilkelerin uygulanması kanunla düzenlenir.
Siyasi partiler, ticari faaliyetlere girişemezler.
Siyasi partilerin gelir ve giderlerinin amaçlarına uygun
olması gereklidir. Bu kuralın uygulanması kanunla düzenlenir. Anayasa
Mahkemesince siyasi partilerin mal edinimleri ile gelir ve giderlerinin kanuna
uygunluğunun tespiti, bu hususun denetim yöntemleri ve aykırılık halinde
uygulanacak yaptırımlar kanunda gösterilir. Anayasa Mahkemesi, bu denetim
görevini yerine getirirken Sayıştaydan yardım sağlar. Anayasa Mahkemesinin bu
denetim sonunda vereceği kararlar kesindir.
Siyasi partilerin kapatılması, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısının açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesince kesin olarak karara
bağlanır.
Bir siyasi partinin tüzüğü ve programının 68 inci
maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma
kararı verilir.
Bir siyasi partinin 68 inci maddenin dördüncü fıkrası
hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu
nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince
tespit edilmesi halinde karar verilir.
Temelli kapatılan bir parti bir başka ad altında
kurulamaz.
Bir siyasi partinin temelli kapatılmasına beyan veya
faaliyetleriyle sebep olan kurucuları dahil üyeleri, Anayasa Mahkemesinin
temelli kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmi Gazetede gerekçeli olarak
yayımlanmasından başlayarak beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi,
yöneticisi ve deneticisi olamazlar.
Yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk
uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alan siyasi
partiler temelli olarak kapatılır.
Siyasi partilerin kuruluş ve çalışmaları, denetlenme ve
kapatılmaları ile siyasi partilerin ve adayların seçim harcamaları ve usulleri
yukarıdaki esaslar çerçevesinde kanunla düzenlenir.'
9- 'MADDE 83.- Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki
oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki
Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alınmadıkça
bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar.
Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği
ileri sürülen bir milletvekili, Meclisin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya
çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz. Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve
seçimden önce soruşturmasına başlanılmış olmak kaydıyla Anayasanın 14 üncü maddesindeki
durumlar bu hükmün dışındadır. Ancak, bu halde yetkili makam durumu hemen ve
doğrudan doğruya Türkiye Büyük Millet Meclisine bildirmek zorundadır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi
hakkında, seçiminden önce veya sonra verilmiş bir ceza hükmünün yerine
getirilmesi, üyelik sıfatının sona ermesine bırakılır; üyelik süresince
zamanaşımı işlemez.
Tekrar seçilen milletvekili hakkında
soruşturma ve kovuşturma, Meclisin yeniden dokunulmazlığını kaldırmasına
bağlıdır.
Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasî
parti gruplarınca, yasama dokunulmazlığı ile ilgili görüşme yapılamaz ve karar
alınamaz.'
10- 'MADDE 84.- İstifa eden milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesi,
istifanın geçerliği olduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanınca
tespit edildikten sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunca
kararlaştırılır.
Milletvekilliğinin kesin hüküm giyme veya kısıtlanma
halinde düşmesi, bu husustaki kesin mahkeme kararının Genel Kurula
bildirilmesiyle olur.
82 nci maddeye göre milletvekilliğiyle bağdaşmayan bir
görev veya hizmeti sürdürmekte ısrar eden milletvekilinin milletvekilliğinin
düşmesine, yetkili komisyonun bu durumu tespit eden raporu üzerine Genel Kurul
gizli oyla karar verir.
Meclis çalışmalarına özürsüz veya izinsiz olarak bir ay
içerisinde toplam beş birleşim günü katılmayan milletvekilinin
milletvekilliğinin düşmesine, durumun Meclis Başkanlık Divanınca tespit
edilmesi üzerine, Genel Kurulca üye tamsayısının salt çoğunluğunun oyuyla karar
verilebilir.
Partisinin temelli kapatılmasına beyan ve eylemleriyle
sebep olduğu Anayasa Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararında
belirtilen milletvekilinin milletvekilliği, bu kararın Resmi Gazetede gerekçeli
olarak yayımlandığı tarihte sona erer. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı
bu kararın gereğini derhal yerine getirip Genel Kurula bilgi sunar.'
B- Yasa Kuralları
2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın Kuralları
Şunlardır:
1- 'MADDE 4.-
Siyasî partiler, demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Atatürk
ilke ve inkılâplarına bağlı olarak çalışırlar.
Siyasî partilerin kuruluşu, organlarının seçimi,
işleyişi, faaliyetleri ve kararları Anayasada nitelikleri belirtilen demokrasi
esaslarına aykırı olamaz.'
2- 'MADDE 5.-
Vatandaşlar siyasî parti kurma hakkına sahiptirler.
Siyasî partiler, Anayasa ve kanunlar çerçevesinde,
önceden izin almaksızın serbestçe kurulurlar.
Siyasî parti kurma hakkı, Anayasanın başlangıç kısmında
belirtilen temel ilkelere aykırı olarak ve Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğünü bozmak, Devletin Cumhuriyetin varlığını tehlikeye
düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin bir kişi veya zümre
tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde
egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din, mezhep ayırımı veya bölge farklılığı
yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere veya herhangi bir
diktatörlük türüne dayanan bir devlet düzeni kurmak amacıyla kullanılamaz.'
3- 'MADDE 78.-
Siyasî partiler:
a) Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini; Anayasanın
başlangıç kısmında ve 2 nci maddesinde belirtilen esaslarını; Anayasanın 3 üncü
maddesinde açıklanan Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne,
diline, bayrağına, milli marşına ve başkentine dair hükümlerini; egemenliğin
kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunun ancak, Anayasanın koyduğu
esaslara göre yetkili organları eliyle kullanılabileceği esasını; Türk
Milletine ait olan egemenliğin kullanılmasının belli bir kişiye, zümreye veya
sınıfa bırakılamayacağı veya hiçbir kimse veya organın, kaynağını Anayasadan
almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı hükmünü; seçimler ve
halkoylamalarının serbest, eşit, gizli; genel oy, açık sayım ve döküm
esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi altında yapılması esasını
değiştirmek;
Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye
düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep
ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan
bir devlet düzeni kurmak;
Amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette
bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler.
b) Bölge ırk, belli kişi, aile, zümre veya cemaat, din,
mezhep veya tarikat esaslarına dayanamaz veya adlarını kullanamazlar.
c) Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde
egemenliğini veya zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü
savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamazlar ve bu amaca yönelik faaliyette
bulunamazlar.
d) Askerlik, güvenlik veya sivil savunma hizmetlerine
hazırlayıcı nitelikte eğitim ve öğretim faaliyetlerinde bulunamazlar.
e) Genel ahlak ve adaba aykırı amaçlar güdemezler ve bu
amaca yönelik faaliyette bulunamazlar.
f) Anayasanın hiçbir hükmünü, Anayasada yer alan hak ve
hürriyetleri yok etmeye yönelik bir faaliyette bulunma hakkını verir şekilde
yorumlayamazlar.'
4- 'MADDE 84.-
Siyasî partiler, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarmak ve
Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğini korumak amacını güden: Kanunu,
a) 3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat
b) 25 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 671 sayılı Şapka
İktisası Hakkında Kanun,
c) 30 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve
Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men
ve İlgasına Dair Kanun,
d) 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu
Medenisiyle kabul edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına
dair medeni nikâh esası ile aynı Kanunun 110 uncu maddesi,
e) 20 Mayıs 1928 tarihli ve 1288 sayılı Beynelmilel
Erkamın Kabulü Hakkında Kanun,
f) Teşrinisâni 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk
Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun,
g) 26 Teşrinisâni 1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi,
Bey, Paşa Gibi Lâkap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun,
h) 3 Kânunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı
Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun,
Hükümlerine aykırı amaç güdemezler ve faaliyette
bulunamazlar.'
5- 'MADDE 86.-
Siyasî partiler, Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğinin değiştirilmesi ve
halifeliğin yeniden kurulması amacını güdemezler ve bu amaca yönelik
faaliyetlerde bulunamazlar.'
6- 'MADDE 87.-
Siyasî partiler, Devletin sosyal veya ekonomik veya siyasî veya hukuki temel
düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasî
amaçla veya siyasî menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla dini veya dini
hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne suretle olursa
olsun propaganda yapamaz, istismar edemez veya kötüye kullanamazlar.'
7- 'MADDE 101.-
Anayasa Mahkemesince bir siyasî parti hakkında kapatma kararı:
a) Parti tüzüğünün veya programının yahut partinin
faaliyetlerini düzenleyen ve yetkili parti organları veya mercilerince
yürürlüğe konulmuş olan diğer parti mevzuatının bu Kanunun dördüncü kısmında
yer alan hükümlerine aykırı olması,
b) Parti büyük kongresince, merkez karar ve yönetim
kurulunca veya bu kurulun iki ayrı kurul olarak oluşturulduğu hallerde ilgili
kurulca veya Türkiye Büyük Millet Meclisi grup yönetim veya grup genel
kurullarınca bu Kanunun dördüncü kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı
karar alınması veya genelge veya bildiriler yayınlanması veya karar alınmamış
olsa bile bu kurullar tarafından aynı hükümlere aykırı faaliyette bulunulması
veya parti genel başkanı veya genel başkan yardımcısı veya genel sekreterinin
sözü edilen bu maddeler hükümlerine aykırı olarak sözlü ya da yazılı beyanda
bulunması,
c) Parti merkez karar ve yönetim kurulunca Yüksek Seçim
Kuruluna partiyi temsilen konuşma yapacağı bildirilmiş olan kimsenin, radyo
veya televizyonda yaptığı konuşmanın, bu Kanunun dördüncü kısmında yer alan
maddeler hükümlerine aykırı olması, allerinde verilir.
d) 1. (b) bendinde sayılanlar dışında kalan parti organı,
mercii veya kurulu tarafından bu Kanunun 4 üncü kısmında yer alan maddeler
hükümlerine aykırı fiilin işlenmesi halinde, fiilin işlendiği tarihten
başlayarak iki yılı geçmemiş ise, Cumhuriyet Başsavcılığı söz konusu organ,
merci veya kurulun işten el çektirilmesini yazı ile o partiden ister. Parti
üyeleri 4 üncü kısımda yer alan maddeler hükümlerine aykırı fiil ve
konuşmalarından dolayı hüküm giyerler ise Cumhuriyet Başsavcılığı bu üyelerin
partiden kesin olarak çıkarılmasını o partiden ister.
Siyasî parti, tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde
istem yazısında belirtilen hususu yerine getirmediği takdirde, Cumhuriyet
Başsavcılığı Anayasa Mahkemesinde o siyasî partinin kapatılması hakkında dava
açar. Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenmiş iddianamenin tebliğinden itibaren
otuz gün içinde ilgili siyasî parti tarafından söz konusu parti organı, mercii
veya kurulunun işten el çektirilmesi ve parti üyesi veya üyelerinin partiden
kesin olarak çıkarılmaları halinde, o partinin kapatılması hakkındaki dava
düşer. Aksi takdirde Anayasa Mahkemesi dosya üzerinde inceleme yaparak ve
gerekli gördüğü hallerde Cumhuriyet Başsavcısının ve siyasî parti
temsilcilerinin sözlü açıklamalarını ve konu üzerinde bilgisi olanları da
dinlemek suretiyle açılmış bulunan davayı karara bağlar.
2. (1) numaralı bent gereğince bir siyasî partiden kesin
olarak çıkarılan veya çıkarılmayıp da bir siyasî partinin kapatılmasına sebep
olan üyeleri, çıkarma kararının veya Anayasa Mahkemesinin kapatma kararının
kendilerine yazı ile bildirilmesinden başlayarak on yıl süre ile başka hiçbir
siyasî partiye alınamaz, parti kurucusu olamaz, seçimlerde parti listelerinde
bağımsız aday da gösterilemez ve milletvekilliği için aday olamazlar. Aksi
takdirde bu gibileri üye kaydeden veya parti kurucusu olarak kabul eden veya
seçimlerde bağımsız aday gösteren siyasî partiler hakkında da (1) numaralı bent
hükümleri uygulanır.
Bir siyasî parti üyesinin, bu madde gereğince partisinden
kesin olarak çıkarılması veya çıkartılmayıp da partinin kapatılmasına sebep
olması halinde, hakkında ayrıca genel hükümlere göre işlem yapılır. 95 inci
madde hükmü saklıdır.
8- 'MADDE 103.-
Bir siyasî partinin, bu Kanunun 78 ila 88 ve 97 nci maddeleri hükümlerine
aykırı fiillerin işlendiği bir mihrak haline geldiğinin sübuta ermesi halinde,
o siyasî parti Anayasa Mahkemesince kapatılır.
Bir siyasî partinin yukarıdaki fıkrada yazılı fiillerin
mihraki haline geldiği, 101 inci maddenin (d) bendinin uygulanması sonucunda bu
fiilerin o partinin üyelerince kesif bir şekilde işlenmiş olduğunun ve bu
fiillerin kesif olarak işlenmesinin o partinin büyük kongre; merkez karar ve
yönetim kurulu veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu yahut
bu grubun yönetim kurulunca zımnen veya sarahaten benimsendiğinin sübuta
ermesiyle olur.'
VII- ANAYASA'YA AYKIRILIK SORUNU
A- 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. Maddesinin
(b) Bendi
Davalı Parti savunmalarında, 22.4.1983 günlü, 2820 sayılı
Siyasi Partiler Yasası'nın 101. maddesinin (b) bendinin bu davada
uygulanamayacağını ve ihmal edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.
2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu, 24.4.1983 gününde
yürürlüğe girmiştir. 101. maddenin (b) bendinde yürürlüğe girdikten sonra hiç
bir değişiklik yapılmamıştır. Madde, Anayasa'nın geçici 15. maddesinin kapsamı
içindedir. Bu nedenle, Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülemeyeceği gibi, ihmal
edilmesi de olanaksız olduğundan davalı Parti'nin ileri sürdüğü aykırılık savı
ciddi görülmemiştir.
Güven DİNÇER, Lütfi F. TUNCEL ve Fulya KANTARCIOĞLU bu
görüşe katılmamışlardır.
B- 2820 sayılı Yasa'nın 103. maddesinin ikinci fıkrası
Ahmet N. SEZER, Güven DİNÇER, Selçuk TÜZÜN, Samia
AKBULUT, Haşim KILIÇ, Yalçın ACARGÜN, Mustafa BUMİN, Sacit ADALI, Ali HÜNER,
Lütfi F. TUNCEL ve Fulya KANTARCIOĞLU'ndan oluşan Anayasa Mahkemesi, siyasî
parti kapatılması davasına bakan mahkeme sıfatıyla 8.1.1998 gününde, bakılmakta
olan davada uygulanacak olan 22.4.1983 günlü, 2820 sayılı Siyasî Partiler
Kanunu'nun, 3270 sayılı Yasa ile değişik 103. maddesinin ikinci fıkrasını,
Anayasa'nın 69. maddesine aykırı gördüğünden, öncelikle bekletici sorun olarak
bu konuda Anayasa'nın 152. maddesi ve 2949 sayılı Yasa'nın 28. maddesi uyarınca
bir karar verilmek üzere davanın geri bırakılmasına Haşim KILIÇ'ın karşıoyu ve
oyçokluğuyla karar vermiş; 9.1.1998 günlü, E:1998/2, K:1.998/1 sayılı kararı
ile de, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 28.3.1986 günlü, 3270 sayılı
Yasa ile değiştirilerek Anayasa'nın geçici 15. maddesi kapsamından çıkan 103.
maddesinin ikinci fıkrasını iptal etmiştir.
VIII- İNCELEME
A- Ön Sorunlar Yönünden
1- Davalı Parti tarafından, Başsavcılık'ça parti kapatma
nedeni olarak ileri sürülen eylemlerin bir bölümünün, Anayasa'nın 83.
maddesinde belirtilen yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunduğu, bunların
partiyi bağlamayacağı ileri sürüldüğünden, 2820 sayılı Yasa'nın 103. ve bunun
dayanağını oluşturan Anayasa'nın 69. maddesinin uygulanması sonucunu doğuran
yasak eylemlerin Meclis çalışmaları sırasında meydana gelmesi halinde
milletvekillerinin yararlandığı yasama sorumsuzluğunun parti tüzelkişiliği
yönünden doğuracağı sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir.
Anayasa'nın 83. maddesine göre, 'Türkiye Büyük Millet
Meclisi Üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri
sürdükleri düşüncelerinden, o oturumdaki Başkanlık Divanı'nın teklifi üzerine
Meclisce başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve
açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar'. Anayasa'nın bu kuralıyla, Meclis
çalışmalarında ulusal istencin en iyi biçimde yansıtılması bakımından
Milletvekillerinin görevlerini hiçbir etki altında kalmadan yapabilmeleri için
kişiliklerine bağlı özel bir koruma getirilmiştir. Bu korumadan parti tüzelkişiliğinin
yararlanması söz konusu olamaz.
Siyasî Partiler Yasası'nın 103. ve buna dayanak oluşturan
Anayasa'nın 69. maddesi uyarınca bir siyasî partinin, yasak fiillerin işlendiği
odak haline geldiğinin saptanması, yalnız tüzelkişiliğin faaliyetlerinin değil,
üyeler tarafından yürütülen faaliyetlerin de incelenmesi ile olanaklıdır.
Çünkü, 'odak olma' durumunun oluşması için gerekli olan yasak eylemlerdeki
nitelik ve nicelik ile bunların tekrarındaki kararlılık gibi ögelerin varlığı
konusunda, milletvekillerinin Meclis içindeki ve dışındaki söz ve eylemlerinin
tümü değerlendirilmedikçe sağlıklı bir sonuca ulaşılamaz.
Yasak eylemlerin ağırlık ve yoğunluğu değerlendirilerek
partinin kapatılmasına karar verilmesi durumunda, buna neden olanların
milletvekilliklerinin sona ermesi ise Anayasa'nın 84. maddesinin öngördüğü özel
ve ayrıksı bir yaptırımdır. Anayasa'nın 83. ve 84. maddelerin getiriliş
amaçlarındaki farklılıklar nedeniyle davalı partinin ileri sürdüğü gibi
aralarında bir bağlantı kurmak olası değildir.
2- Davalı parti, Bakanlar Kurulu
üyelerinin, siyasî denetime konu olabilecek eylemlerinin kapatılma nedeni
sayılmasının, dokunulmazlıkları kaldırılmadan yargılanmaları anlamına geldiğini
ileri sürmüştür.
Anayasa'nın 98., 99. ve 100. maddelerinde, Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nin bilgi edinme ve denetim yolları olan soru, Meclis
araştırması, genel görüşme, gensoru ve Meclis soruşturması düzenlenmiştir.
Bakanların bu yollarla siyasî denetime bağlı tutulmaları, taşıdıkları sıfatın
doğal bir sonucudur. Siyasî parti kapatma davalarında ise, kişilerin eylemleri
partiye bağlı olarak değerlendirildiğinden, Bakanlar Kurulu Üyelerinin Parti'yi
sorumluluk altına soktukları ve kapatılmasına neden oldukları saptandığında,
Anayasa'nın 84. maddesinde öngörülen hukuksal sonuçtan etkilenmeleri
kaçınılmazdır.
Bu nedenle, getiriliş amaçları ve doğurduğu sonuçlar
farklı olan siyasî denetim yolları ile siyasî partinin kapatılmasına bağlı
olarak ortaya çıkan durum arasında bir bağlantı kurulması olanağı
bulunmadığından bu hususa ilişkin sav yerinde görülmemiştir.
3- Davalı Parti savunmalarında, Anayasa ve
Siyasi Partiler Yasası'nda düzenlenen siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin
davaların, ceza davası niteliğinde olduğunu, bu nedenle davada ceza hukuku
ilkelerinin uygulanması gerektiğini ileri sürmüştür.
Anayasa'nın 'Siyasi partilerin uyacakları esaslar'ı
belirleyen 69. maddesinin dördüncü fıkrasında, 'Siyasi partilerin kapatılması,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesi'nce
kesin olarak karara bağlanır' denilmiş, hangi hallerde siyasi partilerin
kapatılmasına karar verilebileceği de diğer fıkralarda ayrıntılı olarak
düzenlenmiştir. Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında
Kanun'un, 4280 sayılı Yasa ile değiştirilen 33. maddesinde ise 'Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açılan siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin
davalar, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle dosya
üzerinde incelenir ve karara bağlanır' kuralına yer verilmiştir.
Bu düzenleme biçimi, yasakoyucunun siyasi partilerin
yasaya aykırı eylemlerinin kapatılma yaptırımına bağlanmasını ceza hukuku
ilkelerine daha yakın bulduğunu göstermektedir. Ancak, ceza davalarında, ceza
yargılamasına özgü usul kurallarının uygulanması doğal olduğuna göre, parti
kapatma davalarında özellikle aynı usulün uygulanacağının belirtilmesine gerek
duyulması, bu davaların geleneksel anlamda bir ceza davası olmadığını ortaya
koymaktadır. Bununla birlikte, yasaların yaptırım öngördüğü hallerde, konunun
temel hak ve özgürlüklerle yakın ilgisi nedeniyle yasak eylemlerin ve bunlara
uygulanacak yaptırımların yasalarla belirlenmesi gibi temel ilkelerin gözönünde
bulundurulması da Anayasal bir zorunluluktur.
Bu temel özellikleri taşıma gereği yönünden, hukukun
diğer alanlarına göre ceza hukukuna daha yakın kabul edilse de, siyasi
partilerin kapatılmasına ilişkin davalar, bütünüyle ceza hukuku kuralları
içinde değerlendirilmesine olanak bulunmayan kendine özgü davalardır. Ayrıca,
siyasi partilere yasaklanan eylemlerin niteliği, bunların kapatılma sonucunu
doğurabilmesi için aranan koşullar ve uygulanan yaptırım türünün ceza
hukukundaki suç ve cezalardan farklılık göstermesi de bu davaların kendine özgü
niteliğini öne çıkarmaktadır.
4- Davalı Parti, Türk Ceza Kanunu'nun 163. maddesi
yürürlükten kaldırıldığı için parti üyesi milletvekillerinin bu madde kapsamına
giren eylemleri nedeniyle kapatılmaya bağlı olarak milletvekilliklerinin
düşmesine karar verilemeyeceğini ileri sürmektedir.
TCK'nun 163. maddesi 12.4.1991 günlü, 3713 sayılı Yasa
ile yürürlükten kaldırılmıştır. Buna karşılık, madde kapsamına giren suçlara
ilişkin eylemler, Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası'nda yasaklanan eylemler
arasında yerlerini korumuşlardır. Bunlara aykırılık, ancak partiye
bağlanabildiğinde, onun yönünden yaptırım uygulanmasına neden olmaktadır.
Yaptırımın partili milletvekillerine yansıyan sonuçlar doğurması ise,
Anayasa'nın 84. maddesindeki özel düzenlemeden kaynaklanmaktadır. Başka bir
anlatımla, milletvekillerine uygulanan yaptırım, salt partiyle olan bağlantı
sonucu oluştuğundan partinin söz ve eylemine dönüşüp onun kapatılmasına neden
olmadıkça uygulanma olasılığı yoktur.
Açıklanan nedenlerle, Parti'nin bu konuya ilişkin savı da
yerinde görülmemiştir.
5- Davalı Parti savunmalarında, video bantların delil
olarak kabul edilemeyeceğini ileri sürmüştür.
Öğretide ve uygulamada doğruluğu her zaman kontrol
edilebilen video bantlar, yasa dışı yollarla elde edilmediği sürece, yargıda
kanıt olarak kabul edilmektedir.
Video bantların, yasa dışı yollarla sağlanmadığı ve
konuşmaların da görüntü ve içerik bakımından bunları yaptığı iddia edilen
kişilere ait olduğu dosyada bulunan belgeler ve bilirkişilerce yaptırılan
çözümle sabit olduğundan, video bantlar delil olarak kabul edilmiştir.
B- Esas Yönünden
1- Genel Açıklama
İddianamede, 'lâiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı
haline geldiği' ileri sürülerek Refah Partisi'nin kapatılması istenilmiştir.
Çoğulculuğu ve katılımcılığı esas alan kurallar ve
kurumlar düzeni olan çağdaş demokrasilerde, yurttaşların devlet yönetimine
katılmaları, genel ve eşit oy hakkı ile sağlanır. Demokrasilerde, bireysel
iradeleri birleştirip yönlendirerek onlara ağırlık kazandıran özgün kuruluşlara
gereksinim duyulmuştur. Bu kuruluşlar, dağınık siyasal görüşleri birleştirip açıklık
ve güç sağlayarak devlet hizmetlerini daha yararlı kılmak, hak ve özgürlükleri
güvenceye bağlayarak toplumsal barışı güçlendirmek, anayasal ilkeler
doğrultusunda kamuoyu oluşturarak ulusal yaşama aydınlık getirmek yönlerinden
vazgeçilmez olan siyasal partilerdir.
Anayasa'nın 68. maddesinin ikinci fıkrasında, 'Siyasî
partiler demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır' denildikten sonra
üçüncü fıkrasında, 'Siyasî partiler önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa
ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürürler' kuralına yer
verilmiştir. Dördüncü fıkrasında ise, siyasi partilerin tüzük ve programları
ile eylemlerinin 'demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı'
belirtildikten sonra 69. maddesinin beşinci ve altıncı fıkralarında da, 'Bir
siyasî partinin tüzüğü ve programının 68 inci maddenin dördüncü fıkrası
hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı verilir. Bir siyasî
partinin 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden
ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir
odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi'nce tespit edilmesi halinde karar
verilir' denilmiştir.
Siyasal partilere ilişkin Anayasa kuralları
incelendiğinde, Anayasakoyucunun bu konuya özel bir önem verdiği görülür.
Partilerin kuruluş ve çalışmalarında özgür olmaları temel ilkedir. Partiler,
belli siyasal düşünceler çerçevesinde birleşen yurttaşların özgürce kurdukları
ve özgürce katılıp, ayrıldıkları kuruluşlardır. Kamuoyunun oluşumunda önemli
etkisi olan partiler, yurttaşların istem ve özlemlerinin gerçekleşmesine
çalışan ve siyasal katılımları somutlaştıran hukuksal yapılardır.
Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan partilerin, sosyal
ve siyasal yaşamdaki etkileri ve ulusal istencin gerçekleşmesindeki rolleri
nedeniyle, Anayasakoyucu, onları öteki tüzelkişilerden farklı tutarak,
kurulmalarını, çalışmalarında uyacakları esasları ve kapatılmalarında izlenecek
yöntem ve kuralları, özel olarak belirlemekle kalmamış, Anayasa'nın 69. maddesinin
son fıkrasında, çalışma, denetleme ve kapatılmalarının Anayasa'da belirlenen
ilkeler çerçevesinde çıkarılacak bir yasayla düzenlenmesini öngörmüştür. Bu
madde esas alınarak çıkarılan 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nda, siyasî
partilerin, kuruluşlarından başlayarak, çalışmaları, denetimleri ve
kapatılmaları konularında, çok ayrıntılı kurallar getirilmiştir. Bu Yasa'da,
siyasal partilerin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nca izleneceği ve
eylemlerinde Anayasa ve yasalara aykırılık görüldüğü takdirde, haklarında,
kapatma istemiyle dava açılacağı belirtilmiştir.
Siyasî partilerin demokratik siyasî yaşamın vazgeçilmez
öğeleri olmaları, devlet örgütü ve kamu hizmetleriyle yoğun ilişki içinde
bulunmaları, onların her istediklerini yapabilecekleri anlamına gelmez. Siyasal
partilerin baskı ve engellerden uzak kalmalarını sağlamaya yönelik kurulma ve
çalışma özgürlüğü, Anayasa ve bu alanı düzenleyen yasalarla sınırlıdır. Bu
belirleme aynı zamanda Anayasa'nın 2. maddesinde kurala bağlanan demokratik
hukuk devleti olmanın da gereğidir. Çünkü, hukuk devleti herşeyden önce hukukun
üstünlüğünü tanıyan ve koruyan devlettir.
Siyasî partilerin uyacakları esasların belirlendiği
Anayasa'nın 69. maddesinin beşinci fıkrasında, bir siyasî partinin tüzük ve
programının 68. maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı bulunması
durumunda temelli kapatma kararı verileceği kurala bağlanmış, altıncı
fıkrasında da, 'Bir siyasî partinin 68. maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine
aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki
fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit
edilmesi halinde karar' verileceği belirtilmiştir.
Anayasa'nın 'Başlangıç'ında, '...Türkiye Cumhuriyetinin
kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik
anlayışı ve onun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;... hiçbir düşünce ve
mülâhazanın Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının Devleti ve ülkesiyle
bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği,
ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında koruma göremeyeceği ve
lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve
politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı' belirtildikten sonra 2. maddesinde
Cumhuriyetin nitelikleri tanımlanırken Türkiye Cumhuriyeti'nin lâik bir hukuk
devleti olduğuna işaret edilmiş; 14. maddesinde, 'Anayasa'da yer alan hak ve
hürriyetlerden hiçbiri, ...din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair herhangi
bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzenini kurmak amacıyla
kullanılamazlar; 24. maddesinde, '... kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere
katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve
kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz... kimse Devletin sosyal,
ekonomik, siyasî veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına
dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne
surette olursa olsun dinî veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan
şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz' denilmiş; siyasî partilere
ilişkin 68. maddesinin dördüncü fıkrasında, 'Siyasi partilerin tüzük ve
programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine,
millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz;
sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez' hükmü yer almış; TBMM
üyeleri ile Cumhurbaşkanının görevlerine başlarken yapacakları 'andiçme'de de
'lâik cumhuriyet ilkesine bağlı kalınacağı' söylemine yer verilmiştir. Öte
yandan 174. maddesinde de, 'Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne
çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti'nin lâiklik niteliğini koruma amacını güden...
inkılâp kanunları' gösterilerek Anayasa'nın hiçbir hükmü, bu kanunların
'Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz' denilmiştir.
Anayasa'nın bu hükümlerine paralel olarak 2820 sayılı
Siyasî Partiler Kanunu'nun 'Siyasî Partilerle ilgili Yasaklar' başlıklı
dördüncü kısmının 78. maddesinde, 'Siyasî Partiler: ...din ve mezhep ayırımı
yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir
devlet düzeni kurmak amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette
bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler... din, mezhep
veya tarikat esaslarına dayanamaz veya adlarını kullanamazlar' hükmüne yer
verilmiştir. Dinsel ve dince kutsal sayılan şeylerin istismarının ülkeye
verdiği zararlar gözetilerek Anayasa'nın 24. maddesine koşut 2820 sayılı Siyasî
Partiler Kanunu'nun 87. maddesinde, 'siyasî partiler, Devletin sosyal veya
ekonomik veya siyasî veya hukuki temel düzenini, kısmen de olsa dinî esas ve
inançlara uydurmak amacıyla, siyasî amaçla veya siyasî menfaat temin ve tesis
eylemek maksadıyla dinî veya dinî hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri
alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapamaz, istismar edemez
veya kötüye kullanamazlar' denilmiştir. Siyasî Partiler Kanunu'nun 84-89 uncu
maddelerini kapsıyan dördüncü kısmın üçüncü bölümünde de 'Atatürk ilke ve
inkılâplarının, lâik devlet niteliğinin korunması'na ait çeşitli hükümler
öngörülmüş; 84. maddesinde, 'Siyasî partiler Türk toplumunu çağdaş uygarlık
seviyesinin üstüne çıkarmak ve Türkiye Cumhuriyeti'nin lâiklik niteliğini
korumak amacını güden: 3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat
Kanunu; 25 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisâsı Hakkında
Kanun; 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisiyle kabul
edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medenî nikâh
esası ile aynı kanunun 110. maddesi hükmü; 1 Teşrinisâni 1928 tarihli ve 1353
sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun; 3 Kânunuevvel 1934
tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun; hükümlerine
aykırı amaç güdemezler, ve faaliyette bulunamazlar'; 86. maddesinde, 'Siyasî
partiler Türkiye Cumhuriyeti'nin lâiklik niteliğinin değiştirilmesi ve halifeliğin
yeniden kurulması amacını güdemez ve bu amaca yönelik faaliyetlerde
bulunamazlar'; denildiği gibi 90. maddesinde de; 'Siyasî partilerin tüzük,
program ve faaliyetleri Anayasa ve bu kanun hükümlerine aykırı olamaz' hükmüne
yer verilmiş, 101. maddenin 'b' fıkrasında, 'parti büyük kongresince, merkez
karar ve yönetim kurulunca veya bu kurulun iki ayrı kurul olarak oluşturulduğu
hallerde ilgili kurulca veya Türkiye Büyük Millet Meclisi grup yönetim veya
grup genel kurullarınca bu Kanunun dördüncü kısmında yer alan maddeler
hükümlerine aykırı karar alınması veya genelge veya bildiriler yayınlanması
veya karar alınmamış olsa bile bu kurullar tarafından aynı hükümlere aykırı
faaliyette bulunulması veya parti genel başkanı veya genel başkan yardımcısı
veya genel sekreterinin sözü edilen maddeler hükümlerine aykırı olarak sözlü ya
da yazılı beyanda bulunması' 103. maddenin birinci fıkrasında da, 'Bir siyasî
partinin, bu Kanunun 78 ila 88 ve 97. maddeleri hükümlerine aykırı fiillerin
işlendiği bir mihrak haline geldiğinin sübuta ermesi halinde' o siyasî partinin
Anayasa Mahkemesi'nce kapatılacağı açıklanmıştır.
Gerek Anayasa ve gerekse Siyasî Partiler Kanununun birçok
maddesinde yer verilen ve Cumhuriyetin temel niteliklerinden olan 'lâiklik
ilkesi'nden ne anlaşılması gerektiğine kısaca değinmek gerekir.
'Lâiklik', ortaçağ doğmatizmini yıkarak aklın öncülüğü,
bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışının, uluslaşmanın,
bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli olan bir uygar yaşam
biçimidir. Çağdaş bilim, skolâstik düşünce tarzının yıkılmasıyla doğmuş ve
gelişmiştir. Dar anlamda, devlet işleriyle din işlerinin birbirinden ayrılması
olarak tanımlansa, değişik yorumları yapılsa da, lâikliğin gerçekte,
toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması olduğu görüşü,
öğretide de paylaşılmaktadır. Lâiklik, ulusal egemenliğe, demokrasiye,
özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş
düzenleyicisidir. Bireye kişilik ve özgür düşünce olanaklarını veren, bu yolla
siyaset-din ve inanç ayrımını gerekli kılarak din ve vicdan özgürlüğünü
sağlayan ilkedir. Dinsel düşünce ve değerlendirmelerin geçerli olduğu dine
dayalı toplumlarda, siyasal örgütlenme ve düzenlemeler dinsel niteliklidir.
Lâik düzende ise din, siyasallaşmadan kurtarılır; yönetim aracı olmaktan
çıkarılır; gerçek, saygın yerinde tutularak kişilerin vicdanlarına bırakılır.
Dünya işlerinin lâik hukukla, din işlerinin de kendi kurallarıyla yürütülmesi,
çağdaş demokrasilerin dayandığı temellerden biridir. Kamusal düzenlemelerin
dinî kurallara göre yapılması düşünülemez. Düzenlemelerin kaynağı dinî kurallar
olamaz.
Türkiye'de lâiklik ilkesinin uygulanması, kimi batılı
ülkelerdeki lâiklik uygulamalarından farklıdır. Lâiklik ilkesinin, her ülkenin
içinde bulunduğu koşullarla her dinin özelliklerinden esinlenmesi, bu
koşullarla özellikler arasındaki uyum ya da uyumsuzlukların lâiklik anlayışına
da yansıyarak değişik nitelikleri ve uygulamaları ortaya çıkarması doğaldır.
Klâsik anlamda, dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılması biçimindeki
tanımına karşın, islâm ve hıristiyan dinlerinin özelliklerindeki ayrılıklar
gereği, ülkemizde ve batı ülkelerinde oluşan durumlar ve ortaya çıkan sonuçlar
da ayrı olmuştur. Dinî ve din anlayışı tümüyle farklı ülkelerde lâiklik
uygulamasının, aynı anlam ve düzeyde benimsenmesi beklenemez. Bu durum,
koşullar ve kurallar arasındaki ayrılığın olağan sonucudur. Kaldı ki, aynı dinî
benimseyen batılı ülkelerde de lâiklik anlayışı ayrılıklar göstermiştir.
Lâiklik kavramı, değişik ülkelerde ayrı ayrı yorumlandığı gibi, farklı
dönemlerde, kimi kesimlerce de kendi anlayışları ve siyasal tercihleri gereği
değişik biçimde yorumlanabilmiştir. Yalnızca felsefi bir kavram olmayıp
yasalarla yaşama geçirilerek hukuksal bir kurum niteliğini kazanan lâiklik,
uygulandığı ülkenin, dinsel, sosyal ve siyasal koşullarından etkilenmektedir.
Tarihsel gelişiminin farklılığı nedeniyle Türkiye için özellik taşıyan lâiklik,
Anayasa ile benimsenen ve korunan bir ilkedir.
Anayasa Mahkemesi'nce verilen Milli Nizam Partisi'nin
kapatılmasına ilişkin 20.5.1971 günlü, 7/1 sayılı; 657 sayılı Devlet Memurları
Kanunu'nun kimi maddelerini değiştiren ve kimi maddeler ekleyen 1327 sayılı
Kanun'un 9. maddesinin din hizmetlerine ilişkin II. bendinin iptali isteminin reddine
ilişkin 21.10.1971 günlü, 53/76 sayılı; Türk Ceza Kanunu'nun 163. maddesinin
iptaline ilişkin istemi reddeden 3.7.1980 günlü, 19/48 sayılı; Huzur
Partisi'nin kapatılmasına ilişkin 25.10.1983 günlü, 2/2 sayılı, Türk Ceza
Kanunu'nun değişik 175 ve 176. maddelerinin iptaline ilişkin 4.11.1986 günlü,
11/26 sayılı, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'na eklenen Ek Madde 16'nın
iptaline ilişkin 7.3.1989 günlü, 1/12 sayılı; Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanunu'nun 61. maddesindeki '...dinî...' sözcüğünün iptaline ilişkin 2.2.1996
günlü, 15/5 sayılı kararlarda lâikliğin hukuksal, sosyal, siyasal tanımları
yanında, ulusal değeri geniş biçimde belirtilmiş, özenle korunması gereken
anayasal ilke niteliği vurgulanmış, Türk Ulusu'nun yücelmesi bakımından
lâikliğin Anayasa'da öngörülen kimi sınırlamaları zorunlu kılan bir neden,
Anayasa'da benimsenmiş bütün temel ilkelere egemen bir düşünce olduğu
yinelenerek ortaya konulmuştur.
Demokratik ve lâik devlet, bireyler arasında inançlarına
göre ayrım gözetemez. Herkes, dinini seçmekte, inançlarını açıklamakta, din ve
vicdan özgürlüğü sınırları içerisinde serbesttir. Lâik bir toplumda, bireyin
istediği dine ve inanca sahip olması, yasakoyucunun her türlü etkinin
dışındadır. Devletin dinlerden birini tercih fikri, ayrı dinlere bağlı
yurttaşların yasa önünde eşitliğine de aykırı düşer. Lâik ülkelerde gerçek
vicdan özgürlüğünden söz edilebilmesi de, lâikliğin bu özgürlüğün de güvencesi
olduğunu göstermektedir.
Çağdaşlaşmayı hızlandıran ve Türkiye Cumhuriyeti'nin
temellerinden olan lâiklik ilkesi ile, devletin akla ve bilim kurallarına göre
kurumlaşması amaçlanmıştır. Karşılıklı saygı, hoşgörü ve anlayışa katkıda
bulunan lâiklik, ulusal birliğin de temelini oluşturmuştur. Düşünce ve inanç
özgürlüğü, kişileri ve toplum kesimlerini birbirine güvenle bağlayan,
uluslaşmayı sağlayan, ulusal dayanışmayı da güçlendiren, özgür düşünce ve
inanç, çağdaş uygarlığa yöneliş, ulusal yaşamda önemli aşamalardır. Lâikliğin,
insana, dine saygısı, dinî kendi yerinde tutan anlayışı, akla, bilime, sanata, çağdaş
yönetim biçimine ve tüm uygar gereklere kapıyı açmıştır. Demokrasi, şeriat
düzeninin karşıtıdır. Çağdaşlığın göstergesi olan bu ilke, Türkiye
Cumhuriyeti'nde 'ümmet'ten, 'ulus'a geçmenin de itici gücü olmuştur.
Lâiklik ilkesinin kabulü ile doğmatik değerlerin yerine
akla ve bilime dayanan değerler geçmiş, dinsel duygular sahibinin vicdanında
dokunulmaz yerini almıştır. Değişik inançlara sahip olanlar, birlikte yaşama
gereğini benimseyerek devletin kendilerine karşı eşit yaklaşımından güven
duymuşlardır. Böylece, iç barış sağlanarak yurttaşlar, ulus bilinciyle, Türkiye
Cumhuriyeti'ni kuran Türk Ulusu'nun bireyleri olmuşlardır. Hukuk devleti ve
hukukun üstünlüğü ilkesi, gücünü lâiklikten almış; milliyetçilik ilkesi
lâiklikle tamamlanmış; Türk Devrimi lâiklikle anlam kazanmıştır. Anayasa'da da
bu ilkenin değiştirilemeyeceği öngörülmüştür. Lâiklik devlet etkinliklerinde
dinin, bilimin yerine geçmesini önleyerek çağdaşlaşmayı hızlandırmıştır.
Lâiklik, din ve devlet işleri ayrılığı biçiminde daraltılamaz. Boyutları daha
büyük, alanı daha geniş bir uygarlık, özgürlük ve çağdaşlık ortamıdır.
Türkiye'nin modernleşme felsefesi, insanca yaşama biçimi ve insanlık idealidir.
Lâik düzende, özgün bir sosyal kurum olan din, devlet kuruluşuna ve yönetimine
egemen olamaz. Devlete egemen ve etkin güç, dinsel kurallar ve gerekler değil,
akıl ve bilimdir. Din, kendi alanında, vicdanlardaki yerinde, Tanrı-insan
arasındaki inanç olgusudur. Kişinin iç-inanç dünyasının düzenleyicisi olan
dinin, devlet işlerinde yasal düzenlemelerin kaynağı ve dayanağı olması
düşünülemez.
Devlete, dinsel konularda denetim ve gözetim hakkı
tanınması, din ve vicdan özgürlüğünün, demokratik toplum düzeninin gereklerine
aykırı bir sınırlama sayılamaz. Devlet-din özdeşliğinin yolaçtığı zararlar
lâiklikle önlenmiş, çağdaş uygarlık yolu lâiklik ilkesiyle açılmış, bağımsız
bir hukuk kurumu olarak yeni yapısına kavuşmuştur. Demokrasiye geçişin de aracı
olan lâiklik, Türkiye'nin yaşam felsefesidir. Lâik devlette, kutsal din
duyguları politikaya, dünya işlerine, hukuksal düzenlemelere kesinlikle
karıştırılamaz. Bu tür düzenlemeler, dinsel gerekler ve düşüncelerle değil,
bilimsel verilerden yararlanılarak kişi ve toplum gereksinimlerine göre
yapılır.
2- Delillerin Değerlendirilmesi
Kapatma nedeni olarak gösterilen eylemler ve bunlara
ilişkin deliller İddianamedeki sıraya göre irdelenmiştir.
a- Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'la
İlgili Eylemler
aa- İddianamede, Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin
Erbakan'ın ve partinin tüm yöneticilerinin, kendilerine oy getirdiği inancıyla
hemen her konuşmalarında, okullarda ve hatta devlet dairelerinde başörtüsü ile
öğrenim görme ve çalışmanın anayasal bir hak olduğunu ısrarla iddia ederek
halkı kışkırttıkları, eylemler düzenledikleri ve hatta Necmettin Erbakan'ın
'iktidar olduklarında rektörlerin başörtüsüne selam duracağını' 14.12.1995
günlü seçim konuşmasında söylediği ileri sürülmüştür.
Cumhuriyet Başsavcısı sonradan gönderdiği belgelerde de
Necmettin Erbakan'ın 10.10.1993 günü Parti'nin 4. Olağan Genel Kurulu'nda; '...
biz dört yıldır hükümetteyken o günün meşhur zulüm kanununun 163. maddesi
hiçbir memleket evladı hakkında uygulanmadı. Bizim zamanımızda başörtüsü diye
bir zulüm söz konusu değil...' dediğini, 1996 yılı Ekim ayında Amasya'da halka
hitaben yaptığı konuşmada da, '...size bir müjde daha veriyorum. Başörtüsü
zulmü kalkıyor. Artık okullarda başörtüsü diye bir sorun kalmayacak...' diye
seslendiğini; ayrıca, Refah Partisi üyesi olan belediye başkanları ve
milletvekillerinin de pek çok konuşmalarında, başörtüsünün serbest
bırakılmasını savunduklarını belirtmiştir.
Davalı Parti savunmalarında, üniversitelerde türban
yasağına karşı eylem düzenlenmediğini ve yukarıda belirtilen konuşmaların
yapılmadığını söylememiş, aksine bu konudaki uygulamaları eleştirmenin lâikliğe
aykırı olamayacağını açıklamıştır.
Lâik eğitimde dinsel inançlara göre herhangi bir ayırım
gözetilemez. Anayasa'nın 'Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi' başlıklı 42.
maddesinin üçüncü fıkrasında, 'Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları
doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve
denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri
açılamaz' dördüncü fıkrasında da, 'Eğitim ve öğretim hürriyeti Anayasa'ya
sadakat borcunu ortadan kaldırmaz' denilerek Anayasa'nın Başlangıç'ındaki
ilkelere bağlılık vurgulanmıştır.
Yükseköğretim kurumlarında, bilimsel yöntemlerle
yetişerek birlikte çalışmalar yapan gençlerin, kardeşlikleri, arkadaşlıkları ve
dayanışmaları yarınları için önemli iken onları dinsel gereklerle ayırıma bağlı
tutarak kimin hangi inançtan olduğunu gösterecek biçimdeki başörtüsü ile dinsel
inanç ve görüşleri nedeniyle çatışmalara sevkedebilecek ortamın yaratılmasında
ülkelerin geleceği bakımından yarar bulunmamaktadır.
Dinsel nedenlere dayanılarak başörtüsü ve türbanla boyun
ve saçların örtülmesine resmî daire ve üniversitelerde serbestlik tanınması,
bir tür yönlendirme ve bir anlamda zorlamadır. Kişileri şu ya da bu yönde
giyinip başını örtmeye zorlamak, ayrı ve hatta aynı dinden olanlar arasında
bile ayrılıklar yaratacaktır. Bu durumun da lâiklik ilkesine aykırı düşeceği
kuşkusuzdur.
Kamusal kuruluşlarda ve öğretim kurumlarında başörtüsü ve
onunla birlikte kullanılan belli biçimdeki giysi, bir ayrıcalıktan öte ayırım
aracı niteliğindedir. Dinsel kaynaklı düzenlemelerle girişimler Anayasa
karşısında geçerli olamaz ve bu tür eylemler Anayasa'daki lâiklik ilkesine
aykırılık oluşturur.
Anayasa'nın 153. maddesinin son fıkrasında, Anayasa
Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını,
gerçek ve tüzelkişileri bağlayacağı, 138. maddesinde de, yasama ve yürütme
organları ile idarenin mahkeme kararlarına uymak zorunda oldukları, bu
organlarla idarenin mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremeyeceği ve
bunların yerine getirilmesini geciktiremeyeceği öngörülmüştür. Anayasa'nın 68.
maddesinin dördüncü fıkrasında siyasî partilerin 'hukuk devleti ilkesi'ne
uymakla yükümlü oldukları belirtilmiştir. Anayasa'nın 153. maddesinin son
fıkrasına göre, gerçek ve tüzelkişileri bağlayan Anayasa Mahkemesi kararları
siyasî partileri de bağlar.
Anayasa Mahkemesi'nin 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'na
eklenen Ek Madde 16'nın iptaline ilişkin 7.3.1989 günlü, E: 1989/1, K: 1989/12
sayılı kararında, lâik bir devlette hukuk kurallarının kaynağının dinde değil
akılda bulunduğu, kişilerin iç dünyasına ilişkin olması gereken dinî inançlara
göre yasal düzenleme yapılmasının Anayasa'nın 2., 10., 24. ve 174. maddelerine
aykırı olduğu belirtilmiştir.
Öte yandan, Danıştay Sekizinci Dairesi'nin 23.2.1984
günlü, 207/330; 16.11.1987 günlü, 128/486; 27.6.1988 günlü, 178/512 sayılı
kararları ile Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu'nun 16.6.1994 günlü,
61/327 sayılı kararlarında da, Yüksek Öğretim Kurumlarında başörtüsü ve türban
takan öğrencilerin Atatürk devrimleri ile lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı
davrandıkları ve dine dayalı devlet düzenini benimsedikleri kabul edilmiştir.
Buna karşın, davalı Parti Genel Başkanı Necmettin Erbakan ile kimi parti
yetkililerinin mahkeme kararlarını etkisiz hale getirmek için resmi daire ve
üniversitelerde türban kullanmayı teşvik eden lâiklik ve hukuk devleti
ilkelerine aykırı konuşmalar yaptıkları anlaşılmıştır.
Anayasa Mahkemesi'nin Anayasa'nın lâiklik ve düşünce
özgürlüğüne ilişkin kurallarına verdiği anlam ve içerikle İnsan Hakları Avrupa
Komisyonu'nun konuya ilişkin değerlendirmelerinde birçok ortak nokta
bulunmaktadır. Komisyon No: 18783/91, L.B/ Türkiye K.t. günlü, 3.5.1993, No.
16278/90, S.K/Türkiye K.t. 3.5.1993 günlü kararlarında, yüksek öğrenimini lâik
bir üniversitede yapmayı seçen bir öğrencinin bu üniversitenin düzenlemelerini
kabul etmiş sayılacağını, üniversitelerce getirilen düzenlemelerin, farklı
inanıştaki öğrencilerin birlikteliğini sağlamak amacına yönelik olarak,
öğrencilerin dinsel inançlarını açığa vurma özgürlüklerini yer ve biçim
bakımından sınırlayabileceğini, özellikle nüfusun büyük bir çoğunluğunun
belirli bir dine mensup olduğu ülkelerde, bu dinin tören ve simgelerinin
herhangi bir yer ve biçimde sınırlama olmaksızın sergilenmesinin, sözü geçen
dinî uygulamayan veya başka bir dine mensup olan öğrenciler üzerinde baskı
oluşturabileceğini, lâik üniversitelerin, öğrencilerin kılık ve kıyafetlerine
ilişkin kurallar koyarken, kimi kökten dincilerin yüksek öğretimde kamu
düzenini bozmamalarını ve diğerlerinin inançlarına zarar vermemelerini
sağlamaya özen gösterebilecekleri açıklanarak L.B. ve Ş.K. isimli öğrencilere,
lâik üniversite düzeninin gereklerine uygun biçimde fotoğraf vermedikleri
gerekçesiyle okul diploması verilmemesi, din ve vicdan özgürlüğüne müdahale
olarak görülmemiş ve şikayetin kabul edilemez olduğuna karar verilmiştir.
Parti Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın lâiklik ilkesine
ilişkin Anayasa ve yasa kuralları ile Anayasa Mahkemesi kararlarını gözardı
ederek, resmi daire ve üniversitelerde türban ve başörtüsü kullanmayı teşvik
eden konuşmaları, lâik düzen karşıtları için bir mesaj oluşturmuştur. Nitekim,
ülkenin çeşitli yerlerindeki üniversitelerde ve cami önlerinde kamu düzeninin
bozulmasına yol açan birçok eylem yapılmıştır.
Açıklanan nedenlerle, Parti Genel Başkanı'nın bu
davranışlarının lâiklik ilkesine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır.
Haşim KILIÇ ve Sacit ADALI bu görüşe katılmamışlardır.
bb- İddianamede, 23 Mart 1993 günü, TBMM Başkanı
Hüsamettin Cindoruk'un Başkanlığında yapılan Siyasî parti liderleri
toplantısında Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın, 'Benim
inandığım şekilde sen yaşayacaksın. Tahakkümün ortadan kalkmasını istiyoruz.
Çok hukuklu bir sistem olmalı, vatandaş genel prensiplerin içerisinde kendi
istediği hukuku kendisi seçmeli. Bu bizim tarihimizde de olagelmiştir. Bizim
tarihimizde çeşitli mezhepler olmuştur. Herkes kendi mezhebine göre bir hukuk
içinde yaşamıştır ve de herkes huzur içinde yaşamıştır. Niçin ben başkasının
kalıbına göre yaşamaya mecbur olayım'... Hukuku seçme hakkı inanç hürriyetinin
ayrılmaz bir parçasıdır' dediği; bu ifadeyle lâik devlet düzenini eylemli
olarak ortadan kaldıracak önerilerde bulunduğu ileri sürülmüştür.
Öte yandan Necmettin Erbakan, 10.10.1993 tarihinde
yapılan Refah Partisi'nin 4. Olağan Kongresinde, 'herkese insan hakkı
vereceğiz, herkese inandığı gibi yaşama hakkı, herkese dilediği hukuku seçme
hakkı vereceğiz, yönetimi merkeziyetçilikten kurtaracağız. Sizin kurduğunuz
devlet, hizmet devleti değil baskı devletidir. Hukuk seçmeye hürriyet
vermiyorsunuz. Biz geldiğimizde isteyen müslüman nikahını müftüye kıydıracak,
isteyen hıristiyan nikahını kilisede kıydıracak' demiştir.
Davalı Parti ise savunmalarında, bu anlatımla
mahkemelerdeki yoğun iş yükünün azaltılması amacıyla taraflara 'tahkim' hakkı
tanınmasının ve tarafların diledikleri mahkemede yargılanmalarına olanak
sağlanmasının amaçlandığını; taraflara 'akit serbestisi' tanınması
istenildiğini belirtmiş ve bu beyanın da yasama sorumsuzluğu kapsamında olduğunu
söylemiştir.
'Akit serbestisi', yasaların konusunu ve sonuçlarını
yasaklamadığı hususlarda, tarafların özgürce akit yapmalarını ifade eder. Türk
hukuk sisteminde, kamu düzenine ve yasanın emredici kurallarına, ahlaka ve
kişilik haklarına aykırı olmamak koşuluyla, tarafların özgür iradeleri ile
yaptıkları akit (sözleşme)lerin geçerli olduğu kabul edilmektedir.
Davalı Parti Genel Başkanı'nın konuşmalarında sözü edilen
'çok hukuklu sistem', dayanağını İslâmiyet'in ilk yıllarında 'Medine
Sözleşmesi' diye bilinen bir uygulamadan almaktadır. Bu sözleşme ile
Medine'deki yahudi ve putperest kabilelerin İslâm dinî kurallarına göre değil,
kendi hukuklarına göre yaşama hakları olduğu kabul edilmiştir. Bu sözleşmeden
hareket eden kimi siyasal islamcı düşünürler çağımızda da dinî gruplara kendi
hukuklarını seçme özgürlüğü tanıyarak birlikte yaşamayı ve toplumsal barışa bu
yolla ulaşmayı önermektedirler.
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nin 9. maddesiyle Din
veya inanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılması
Bildirgesinin 1. maddesinde, herkesin din ve inanç özgürlüğü bulunduğu kabul
edilmekle birlikte, bu özgürlüğün kamu güvenliğinin gerekleri ve kamu düzeni
için gerekli olan hallerde yasayla sınırlandırılabileceği belirtilmiştir. Öte
yandan, Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında, siyasî partilerin tüzük
ve programları ile eylemlerinin devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı
olamayacağı kuralına yer verilmiş, 69. maddenin altıncı fıkrasıyla da bu kurala
aykırı davranan partilerin kapatılacağı öngörülmüştür.
Hukuku, inançlara göre ayırmak, vatandaşların
biribirleriyle hukuksal bağlantılar kurmalarını ve ilişkilerini
geliştirmelerini zorlaştırır. İnanç farklılıklarına dayanan değişik hukukların
uygulanması sosyal gelişmeyi önleyeceği gibi, ulusal bütünlüğü de bozar. Oysa,
ulus olmanın koşullarından biri de hukuk ve yargı birliğinin sağlanmasıdır.
Hukukun din, mezhep ve etnik farklılıklara değil, çağdaş değerlere göre
düzenlenmesi gerekir.
Bireylerin inançları nedeniyle farklı hukuka bağlı
olmalarına yol açacak, 'çok hukukluluk'un dinî ayrımcılığa neden olacağı, akıl
ve çağdaş bilime dayalı lâik düzeni sarsacağı açıktır. Böyle bir düşüncenin
Anayasa ve Evrensel değerleri yansıtan İnsan Hakları Sözleşmeleri karşısında
koruma görmesi olanaksızdır. Bu nedenle, Parti Genel Başkanı Necmettin
Erbakan'ın 'çok hukuklu sistem'e ilişkin anlayışı egemen kılma yolundaki söz ve
davranışları lâiklik ilkesine aykırıdır.
Bunların yanısıra Cumhuriyet Başsavcısı esas hakkındaki
görüşünde, Milli Nizam Partisi'nin kapatılması kararına göndermede bulunarak,
Necmettin Erbakan'ın lâikliğe aykırı davranışlarının yıllar önce de
belgelendiğini ileri sürmüştür.
Gerçekten, Necmettin Erbakan'ın Genel Başkanı olduğu
Milli Nizam Partisi'nin kapatılmasına ilişkin 20.5.1971 günlü, 1971-1-1 sayılı
Anayasa Mahkemesi kararında, kapatma nedenleri arasında sayılan kimi
konuşmalarında; 'kendilerinin imanlı Müslüman olduklarını, Avrupalılaşmanın
anlamını bulamadığını, bir kadının kocasından boşanmak için iki şahidin kâfi
geldiğini', 'ne diye Cuma günleri tatil yapmıyorsunuz da Pazar tercih ediliyor.
Pazar günü Hıristiyanlar kiliseye giderler, Cuma günü tatil yapılsa da
Müslümanlar rahatça camiye gitseler olmaz mı' Ne mecburiyeti var bu milletin bu
zulmü çekmeye' dediği; ayrıca, kendilerinin millet olarak bin yıllık hak yoluna
döneceklerini, kendisinin iktidara gelmesiyle Müslüman bir Türk Devleti'nin
teşekkül edeceğini belirten söz ve eylemleri de yer almaktadır.
Böylece Necmettin Erbakan'ın, 1970'de, Milli Nizam
Partisi'nin kuruluşundan beri dine dayalı hukuku devlete egemen kılmak
düşüncesini kararlılıkla sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Bu nedenle, Erbakan'ın
yasama sorumsuzluğu kapsamında olduğunu ileri sürdüğü çok hukukluluğa ilişkin
konuşması, Anayasa'nın 4. maddesiyle değiştirilemeyeceği kabul edilen lâiklik
ilkesinin sonucu olan hukuk birliği yerine çok hukukluluğu, diğer bir anlatımla
dine dayalı hukuk sisteminin getirilmesini amaçlamaktadır. Milli Nizam Partisi'nden
beri devam eden ve yinelenen bu düşünce ve konuşmaların lâiklik ilkesine açık
aykırılık oluşturduğu tartışmasızdır.
Haşim KILIÇ ve Sacit ADALI bu görüşe katılmamışlardır.
cc- İddianamede, Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin
Erbakan'ın 13.4.1994 günlü Meclis Grubu toplantısındaki; 'Şimdi ikinci bir
önemli nokta, Refah Partisi iktidara gelecek, adil düzen kurulacak. Sorun ne'
Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı olacak, kansız mı olacak' Bu kelimeleri
kullanmak bile istemiyorum ama bunların terörizmin karşısında herkes gerçeği
açıkça görsün diye bu kelimeleri kullanma mecburiyetini duyuyorum. Türkiye'nin
şu anda bir şeye karar vermesi lâzım. Refah Partisi adil düzen getirecek, bu
kesin şart. Geçiş dönemi yumuşak mı olacak, sert mi olacak, tatlı mı olacak,
kanlı mı olacak altmış milyon buna karar verecek' biçimindeki konuşması,
kapatma nedenleri arasında sayılmıştır.
Necmettin Erbakan bu konuşmasında özetle, 'Refah
Partisi'nin iktidara gelmesiyle adil düzenin kurulacağını ancak iktidara gelmek
için geçecek sürecin kanlı mı' kansız mı olacağına altmış milyonun karar
vereceğini' söylemiştir. Konuşmadaki 'Adil düzen' le anlatılmak istenen dinî
kurallara dayalı devlet düzenidir. Refah Partisi Genel Başkan Yardımcıları'ndan
Ahmet Tekdal'ın 1993 yılında Hac'da yaptığı konuşmada sözünü ettiği 'hak
nizamı' ile 'adil düzen' arasında anlam ve içerik bakımından herhangi bir
farklılık bulunmamaktadır. Dine dayalı devlet düzeni özlemini yansıtan bu
konuşma, Parti'nin genel eğilimini ve kararlılığını göstermektedir.
dd- Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın
13.5.1991 günü Sivas'ın Sıcak-Çermik beldesinde yaptığı ileri sürülen 'Sen
Refah Partisi'ne hizmet etmezsen hiçbir ibadetin kabul olmaz. Çünkü başka türlü
müslümanlık olmaz. Başka türlü kurtuluş yok... Refah bir ordudur. Bütün gücünle
bu ordunun büyümesi için çalışacaksın. Çalışmaz isen patates dinindensin... Bu
parti islamî cihat ordusudur. Kendi kendine cihat ediyorum diye faaliyette
bulunamazsın. Karargaha bağlı olmak zorundasın. Her faaliyette karargaha bağlı
olmak zorundayız... Hepimiz Refah'lı olmaya mecburuz. Çünkü cihat ediyoruz...
Şuurla Refah'a çalışan cennete gidiyor neden' Çünkü Refah demek Kur'an nizamını
hakim kılmak için çalışmak demektir' biçimindeki sözleri iddianamede, kapatma nedenlerinden
birisi olarak gösterilmiştir.
Davalı Parti savunmalarında, bu sözlerin söylenmediğini
ifade etmiştir.
İddianamede yapıldığı ileri sürülen konuşma hakkında
kanıt gösterilmemiştir. Her ne kadar, Sancak Dergisi'nin Ocak 1994 tarihli
sayısında bu konuşmaya yer verildiği belirtilmiş ise de, konuşmanın yapıldığı
saptanamamıştır.
Yalçın ACARGÜN ve Ali HÜNER bu görüşe katılmamışlardır.
ee- İddianamede, Refah Partisi Genel Başkanı ve Başbakan
Necmettin Erbakan tarafından, lâiklik karşıtı söz ve davranışlarıyla tanınan
kimi tarikat liderlerine, Devrim yasalarına aykırı kıyafetleriyle geldikleri
Başbakanlık konutunda yemek verilerek bu kişilere Devlet katında itibar
gösterildiği ve eylemlerinin hoş karşılandığı ileri sürülmüştür.
Davalı Parti Genel Başkanı savunmalarında, iftar
yemeğinin Başbakanlık Halkla ilişkiler Müdürlüğü tarafından düzenlendiğini,
yemeğe çağrılanların Diyanet ve İlahiyat Fakülteleri yetkilileri olduğunu,
içeride yemekte bulunan kimselerin sarık ve cübbelerinin bulunmadığını, yemeğin
Refah Partisi Genel Başkanı sıfatıyla değil Başbakan sıfatıyla verildiğini, bu
konuda TBMM'de verilen gensorunun reddedildiğini belirtmiştir.
Zamanın Başbakanlık Halkla İlişkiler Dairesi Başkanı,
sözkonusu iftar yemeğine davet edilenlerin kendileri tarafından seçilmediğini
ve çağrılan kişilerden de haberdar edilmediklerini 16.12.1997 günlü
başvurusunda belirtmiştir.
Başbakan tarafından verildiği anlaşılan iftar yemeği
davetine dinî giysilerle katılanlardan bir kısmının tarikat liderleri olarak
tanınan kişiler olduğu, konuya ilişkin video banttan anlaşılmıştır.
İktidar Partisi'nin Genel Başkanı sıfatını taşıyan bir
kimsenin lâiklik karşıtı söz ve eylemlerden kaçınmada herkesten daha dikkatli
ve özenli olması gerekir. Parti Genel Başkanlığı yanında Başbakan olan bir
kimsenin Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra lâiklik ilkesinin
gerçekleştirilmesine yönelik Anayasa'nın 174. maddesinde sayılan devrim
yasalarına aykırı kıyafetler içindeki kişileri başbakanlık konutuna davet
ederek bunların Devlet katında kabul gören kişiler olduğu görüntüsünü vermesi
lâik hukuk düzeninin reddi anlamına gelmektedir.
Parti Genel Başkanının, partilerinin dinî görüntü ve
anlayışa lâik devlet düzenini oluşturan kurallardan daha üstün bir yer
verdiğini gösteren, açıkça siyasî çıkar ve nüfuz sağlamaya yönelik olduğu
anlaşılan bu davranışının lâiklik ilkesine aykırılık oluşturduğunda duraksamaya
yer yoktur.
Haşim KILIÇ ve Sacit ADALI bu görüşe katılmamışlardır.
b- Rize Milletvekili Şevki Yılmaz'ın Konuşmaları
İddianamede, Refah Partisi Rize Milletvekili Şevki
Yılmaz'ın Nisan 1994 öncesi yaptığı konuşmasında, 'Biz Kur'an nizamından yüz
çevirenlerden, ülkesinde Allah Resulünü yetkisiz kılanlardan mutlaka hesap
soracağız', Nisan 1994 tarihinde hanımlara hitaben yaptığı bir başka konuşmasında,
'sizleri ahirette Dünyada seçtiğiniz liderlerle çağıracağız... Bugün Kur'an'ın
kaçta kaçı bu ülkede uygulanıyor hesap ettiniz mi' Ben hesap ettim. Kur'anı
Kerimin % 39'u bu ülkede ancak uygulanabiliyor. 6500 ayeti kerime rafa
kaldırılmış... Kur'an kursu inşa ettin, yurt yaptın, çocuk okutuyorsun,
öğretmenlik yapıyorsun, vaaz ediyorsun. Bunlar cihat bölümüne girmez. Ameli
salih bölümüne girer. Hakkın ihkakı için, hakkın yayılması, Allahın kelimesi
yükselmesi için yapılacak iktidar çalışmasına cihat derler. Cenabı hak bunu
Siyasî mücerretten emretmemiş, cahudiden emretmiş. Ne demek' Ordu halinde
yapılır. Komutanı bellidir... Namaz kılmanın şartı iktidarın
müslümanlaştırılmasıdır. Allah diyor ki, camilerden önce iktidar yolu müslüman
olacak... Beş vakit namaz kılınacak yerler için kubbeler yapma sizi cennete
götürmez. Çünkü bu ülkede Allah kubbe yapıp yapmadığını sormuyor. Sormayacak.
Yetkili olup olmadığını soracaktır... bugün müslümanların yüz lirası varsa, bu
yüz liranın 30 lirasını kız ve erkek evlatlarımızı yetiştirecek Kur'an
kurslarına ayırırken, 60 lirasını da iktidara giden Siyasî kuruluşlara
ayıracak... Allah bütün Peygamberlerini iktidar için mücadele ettirmiştir. Bana
tarikat menşeinden iktidar için boğuşmayan bir isim gösteremezsiniz. Size diyorum
ki, saçlarım adedince başlarım olsa, herbir baş Kur'an yolunda koparılsa yine
bu sahip davasından vazgeçmeyecektir... Allahın size soracağı soru şöyle; Küfür
düzeninde İslam devleti olsun diye niçin çalışmadın' Erbakan ve arkadaşları
parti görüntüsü altında bu ülkeye islamı getirmek istiyor. Savcı anladı. Savcı
kadar biz anlasak bunu, meseleyi halledeceğiz... Bu ülkede dinin simgesinin
Refah olduğunu Yahudi Abraham bile anlamıştır... kim iktidar müslümanın eline
geçmeden cemaati silaha teşvik ediyorsa, ya o cahildir, ya başkaları tarafından
görevlendirilen bir haindir. Çünkü hiçbir peygamber devleti ele geçirmeden
harbe müsaade vermemiştir... Müslüman akıllı olur. Karşısındaki düşmanı nasıl
yeneceğini göstermez. Kurmay çizer, asker uygular. Eğer kurmay planını
açıklarsa, yeni bir plan kurması ümmetin komutanları üzerine vaciptir. Bizim
görevimiz, konuşmak değil, asker olarak ordu içerisinde harpteki planı
uygulamaktır...';
29.11.1996 tarihli konuşmasında da
'Mecliste 158 tane İmam-Hatip mezunu kökenli milletvekili var. Bizim derdimiz
Lise-İmam Hatip ayırımı değil Liselileri de aynı imam hatip ruhuyla
yetiştirmek... İnsanlara din dersi yetmez. Bir de ahirete hazırlık dersi
konulmalıdır... Bu ülkede en büyük terör, en büyük isyan Allah'a ve Resulüne
yapılıyor. Gelin bu ülkede hep birlikte Başbakanından Cumhurbaşkanına kadar
hepimiz ölüm ve ölümden sonraki hayata hazırlık yaptıralım... Samsunsporun
taraftarı olur da Allah'ın taraftarı olmaz mı bu Dünyada... Elhamdülillah şimdi
kilit taşı omuzumuzda. Belediyeler merdiven kurdu. Köprünün ortasına ulaşdık.
Bir buçuk milyar islam kurtuluş ordusu kuruyor. Bak Erbakan hocayı tanımayanlar
duysun, o bu köprünün kuruluş ustası ve mimarıdır' dediği ve böylece lâikliğe
aykırı davranışlarda bulunduğu ileri sürülmüştür.
Davalı Parti savunmalarında, Şevki
Yılmaz'ın 2820 sayılı Yasa'nın 101. maddesinin (d) bendi uyarınca 30 günlük
süre içinde Parti'den ihraç edildiğini, bu konudaki dava ve iddiaların düşmesi
gerektiğini, bu nedenle davaya dayanak yapılamayacağını belirtmiştir.
Rize Milletvekili Şevki Yılmaz'ın konuşmalarında, 'cihat'
çağrısında bulunduğu ve şeriat düzenini savunduğu anlaşılmaktadır. Cihat, islam
davası uğruna, şeriat düzenini yeryüzünde tümüyle hakim kılmak veya bu düzeni
savunmak amacıyla yapılan savaştır.
Şevki Yılmaz hakkında Cumhuriyet savcılıkları'nca
düzenlenmiş 16 fezleke bulunmaktadır. 'Hac'daki konuşmasıyla ilgili olarak da
İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Savcılığı'nca, TCK'nun 312. maddesi
gereğince cezalandırılması istemiyle dava açılmış, bu dava adı geçenin
milletvekili seçilmesi nedeniyle İstanbul 1 No.lu DGM'nin 14.5.1996 günlü, E.
1995/20; K. 1996/129 sayılı kararıyla durdurulmuş ve dokunulmazlığının
kaldırılması için fezleke düzenlenmiştir.
Milletvekili seçilmeden önce ve sonra Şevki Yılmaz,
yaptığı konuşmaların pek çoğunda, dinî, din duygularını ve dince kutsal sayılan
değerleri siyasi propaganda aracı olarak kullanmıştır.
Refah Partisi Rize Milletvekili Şevki Yılmaz'ın cihat
çağrısının, lâik düzenden yana olan vatandaşlar üzerinde kaygı ve korku yaratan
nitelikte olduğu açıktır. Şeriat kurallarını egemen kılmaya yönelik bu
davranışların lâikliğe aykırılık oluşturduğu kuşkusuzdur.
'Din veya İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük Ve
Ayrımcılığın Kaldırılması Bildirisi'nde, tüm insanlarda bulunan onur ve
eşitliğin Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın temel ilkelerinden biri olduğu,
din ya da inanç özgürlüğünün tam olarak saygı görüp güvence altına alınması
gerektiği, din ve inanç özgürlüğüne ilişkin konularda anlayış, hoşgörü ve
saygıyı geliştirme ve dünyanın kimi yerlerinde din ve inanç konularında halâ
gözlenen hoşgörüsüzlük ve ayrımcılık uygulamalarını önlemek için tüm önlemleri
almanın gerekliliği belirtildikten sonra, 2., 3., ve 4. maddelerinde, din ve
inanç nedeniyle insanlar arasında ayrım gözetilemeyeceği ve bu tür ayrımcılığı
yasaklamak için gerekli her türlü çabada bulunulması gerektiği belirtilmiştir.
Anayasa'nın Başlangıç'ının beşinci fıkrasıyla, 24.
maddesi, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 87. maddesine aykırı olarak, dinî
inançları insanlar arasında ayırımcılık yaratacak biçimde kullanıp siyasi çıkar
sağlayan Şevki Yılmaz hakkında Davalı Parti, kapatma davasından önce herhangi
bir soruşturma açtırmadığı gibi, bu konuşmaların benimsenmediğini belirten bir
açıklama da yapmamıştır. Bu durum, Şevki Yılmaz tarafından söylenen sözlerin
davalı parti tarafından da kabullenildiğini göstermektedir. Ayrıca kapatma
davası açıldıktan bir ay sonra partiden ihraç kararı alınması da kapatma
davasından kurtulmaya yönelik bir girişim olarak değerlendirilmiştir.
Atatürk ilkeleri ve lâiklik karşıtı söz ve eylemleri
herkesçe bilinmesine karşın Şevki Yılmaz'ın önce Rize Belediye Başkanlığı için
aday gösterilmesi, Belediye Başkanı olduktan sonra da Milletvekili seçilmesinin
sağlanması, davalı Refah Partisi'nce bu kişinin lâiklik karşıtı söylem ve
eylemlerinin benimsendiğinin açık bir kanıtıdır.
c- Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan'ın
Konuşmaları
İddianamede, Refah Partisi Ankara Milletvekili Hasan
Hüseyin Ceylan'ın 14.3.1993 günü Kırıkkale'de yaptığı konuşmada, 'Bu vatan
bizimdir, rejim bizim değildir kardeşlerim. Rejim ve Kemalizm
başkalarınındır... Türkiye yıkılacak beyler, Türkiye Cezayir olur mu diyorlar'
Orada % 81 nasıl olmuşsa, % 20 falan değil, % 81 lere ulaşacağız. Boşuna uğraşmayın
ey emperyalist batının, sömürgeci batının, vahşi batının ve Dünyayla beraber
olacağız diyerek ırz ve namus düşmanlığı yapan, müslüman kadınının bacakları
arasına insan yerine köpek yerleştirecek kadar köpekleşen ve enikleşen batının
taklikçiliğine soyunmuş olan sizlere sesleniyorum. Boşuna uğraşmayın,
Kırıkkalelilerin ellerinde gebereceksiniz' dediği;
1992 yılında Almanya'da yapılan ve bir televizyon kanalı
tarafından 24.11.1996 günlü programda yayınlanan konuşmasında da, 'Asker
kalkmış diyorki, PKK'lı olmanıza müsaade ederiz ama şeriatçı olmanıza asla. Bu
kafayla çözemezsiniz çözüm isterseniz şeriatçılıktır' denildiği, parti genel
merkezince video-bantlara kaydedilerek çoğaltılıp il ve ilçelere gönderilen
Hasan Hüseyin Ceylan'ın Kırıkkale konuşma bantlarından birinin savcılıkça
yapılan soruşturmada Dalaman Refah Partisi ilçe başkanlığında ele geçirildiği
ileri sürülmüştür.
Davalı parti savunmalarında, Hasan Hüseyin Ceylan'ın
partiden ihraç edilmiş olduğunu ve konuşmalarının partiyi bağlamayacağını belirtmiştir.
Dosyadaki belgelerden Hasan Hüseyin Ceylan'ın iddia
edilen bu konuşmaları yaptığı anlaşılmıştır.
Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan hakkında
Kırıkkale'de yaptığı konuşma nedeniyle Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcılığı'nca
düzenlenen Hz: 1996/54, No: 1996/1 sayılı fezlekeden, video banttaki konuşmanın
bu kişiye ait olduğunun kanıtlandığı anlaşılmıştır. Öte yandan, Hasan Hüseyin
Ceylan hakkında Devletin askeri kuvvetlerini alenen tahkir ve tezyif suçundan
bir, halkı din ve mezhep farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik etme
suçundan iki ve Atatürk'ün manevî şahsiyetine hakarette bulunma suçundan da bir
olmak üzere, toplam dört adet fezleke bulunmaktadır.
Hasan Hüseyin Ceylan'ın Kırıkkale'de yaptığı ve Parti
Genel Merkezince propaganda amacıyla video banta alınarak tüm il ve ilçelerdeki
parti teşkilatına dağıtılan konuşması ile diğer konuşmasında özellikle belli
bir dinî görüş ve inanca sahip olanlarla olmayanlar arasında dine dayalı
ayrımcılık ön plana çıkarılarak, şeriat kurallarının uygulanmasından yana
olanların siyasî iktidarı ele geçirmeleri durumunda, karşı düşüncedekileri
öldürecekleri belirtilerek, kışkırtıcı tutum ve davranışlarla eylem çağrısında
bulunulmuştur.
Atatürk ilkeleri ve lâiklik karşıtı söylem ve eylemleri
bilinen Hasan Hüseyin Ceylan'ın Parti listesinden aday gösterilerek
Milletvekili seçilmesinin sağlanması, konuşmalarının Parti tarafından
çoğaltılarak tüm Parti örgütüne gönderilmesi bu kişinin eylemlerinin davalı
Refah Partisi'nce de benimsendiğini göstermektedir. Dava açıldıktan bir ay
sonra partiden ihraç edilmesi kapatma davasını sonuçsuz bırakmaya yönelik bir
girişim olarak değerlendirilmiştir.
d- Ahmet Tekdal'ın Konuşması
İddianamede Refah Partisi Ankara Milletvekili ve Genel
Başkan Yardımcısı Ahmet Tekdal'ın 1993 yılında Hac'da yaptığı ve 24.11.1996
günü Kanal D televizyonunda görüntülü olarak verilen konuşmasında,
'Parlamenter sistemin hakim olduğu yerlerde, eğer bir
millet gerekli şuuru göstermez, hak nizamının tesisi sadedinde gayret sarfetmez
ise kendisini iki bela karşılayacaktır. Bunlardan bir tanesi bütün münkerler
karşısına gelecek, zulüm görecek ve zulmün neticesinde de helak olup
gidecektir. Bir diğeri mükellef olduğu hak nizamının tesisi için çalışmadığı
için cenabı hakka hesabını veremeyecektir ve bu takdirde de yine zelil
olacaktır. İşte değerli kardeşlerim, bu hassasiyetlere dikkat etmek suretiyle
hak sistemini tesis etmek isteyen ve bu uğurda mücadele eden topluluklara elden
gelen gayretin gösterilmesi elbetteki vazifemizdir. Türkiye'de hak nizamı tesis
etmek isteyen siyasal kadronun adı Refah Partisidir' dediği ve böylece de
lâikliğe aykırı davrandığı ileri sürülmüştür.
Davalı Parti ise savunmalarında, bu konuşmanın Hac'da
yapıldığını, zamanının belli olmadığını, konuşmada montaj bulunup
bulunmadığının araştırılmadığını, Partiyle ilişkilendirilemeyeceğini ve
lâikliğe aykırılığın unsurlarını taşımadığını belirtmiştir.
Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Tekdal'ın bu
konuşmasını 1993 yılında 'Hac ziyaretinde yaptığı dosyada bulunan ve montaj
olmadığı bilirkişi incelemesinde belirtilen video banttan ve çözümünden
anlaşılmıştır. Konuşmada, hak nizamının kurulması için yaptığı çağrı ile
şeriata dayalı devlet düzeni amaçlandığı sonucuna varılmıştır. Bu söylem ve
amacın lâiklik karşıtı olduğu açıktır.
Haşim KILIÇ ve Sacit ADALI bu görüşe katılmamıştır.
e- Şükrü Karatepe'nin Konuşması
İddianamede, Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü
Karatepe, 10 Kasım 1996 günü Atatürk'ün hatırasını anmak için yapılan resmi
törenden sonra, 'Hakim güçler ya bizim gibi yaşarsınız, ya da her türlü
fitneyi, fesadı içinize sokarız diyorlar. Bu yüzden de Refah Partili bakanlar
bile kendi dünya görüşlerini bakanlıklarına yansıtamıyorlar. Bu sabah ben de,
resmi görevim, sıfatım nedeniyle bir törene katıldım. Süslü püslü görünüşüme
bakıp da lâik olduğumu sakın sanmayın. İnancımıza saygı duyulmadığı, sövüldüğü
bir dönemde, içim kan ağlayarak bugünkü törenlere katıldım. Belki Başbakan'ın,
bakanların, milletvekillerinin bazı mecburiyetleri vardır. Ancak sizin hiçbir
mecburiyetiniz yok. Bu düzen değişmeli, Bekledik, biraz daha bekleyeceğiz. Gün
ola, harman ola, Müslümanlar içlerindeki hırsı, kini, nefreti eksik etmesin'
diyerek lâikliğe aykırı davrandığı ileri sürülmüştür.
Bu konuşmasından dolayı açılan dava sonucu Şükrü
Karatepe, Ankara 1 nolu Devlet Güvenlik Mahkemesinin 9.10.1997 günlü, 1997/163
sayılı kararı ile halkı din farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça
tahrik etmek suçundan Türk Ceza Kanununun 312/2. maddesi uyarınca bir yıl
hapis, 420.000 lira da ağır para cezası ile cezalandırılmış; bu karar
Yargıtay'ca da onanarak kesinleşmiştir.
Şükrü Karatepe bu konuşmasında, müslümanların içlerindeki
kini ve nefreti eksik etmemelerini isteyerek, halkı lâik düzene karşı olmaya
çağırmıştır.
Haşim KILIÇ, sanığın eyleminin TCK'nun 312. maddesindeki
suçu oluşturduğu görüşüyle bu gerekçeye katılmamıştır.
f- İbrahim Halil Çelik'in Konuşması
İddianamede, Refah Partisi Şanlıurfa Milletvekili İbrahim
Halil Çelik'in 8.5.1997 günü Meclis kulisinde yaptığı konuşmada, 'Refah Partisi
iktidarında imam hatipleri kapatmaya kalkarsanız kan dökülür. Cezayir'den beter
olur. Ben de kan dökülmesini istiyorum. Demokrasi böyle gelecek. Fıstık gibi
olacak. Ordu, 3.500 PKK'lı ile başedemedi. Altı milyon İslamcıyla nasıl
başedecek, Rüzgara karşı işerlerse yüzlerine gelir. Bana vurana ben de vururum.
Ben sapına kadar şeriatçıyım. Şeriatın gelmesini istiyorum' dediği ileri
sürülmüştür.
Davalı Parti savunmasında, İbrahim Halil Çelik'in ihraç
edildiğini belirtmiştir.
Ankara DGM Başsavcılığı ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı
tarafından yaptırılan soruşturmada dinlenen yeminli tanıklar, İbrahim Halil
Çelik'in belirtilen konuşmayı yaptığını açıklamıştır.
Konuşma içeriğinden açıkça 'Şeriat' düzeninin istendiği
ve Cezayir'deki gibi bir şiddetin özlendiği anlaşılmaktadır. Bu davranışın
lâiklik karşıtı olduğu kuşkusuzdur.
İbrahim Halil Çelik hakkında, 'Cumhurbaşkanı'na gıyabında
hakaret', 'Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret', 'Atatürk Aleyhine İşlenen
Suçlar Hakkındaki Kanuna muhalefet', 'Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkında
Kanuna muhalefet', 'Devletin Askeri Kuvvetlerini Alenen Tahkir ve Tezyif
Etmek', 'Sendikalar Kanununa Aykırı Davranmak', 'Siyasi Partiler Kanununa
muhalefet', 'görevi ihmal', ve 'Halkı din ve mezhep farklılığı gözeterek kin ve
düşmanlığa açıkça tahrik etmek' suçlarından toplam onbir fezleke
düzenlenmiştir.
Atatürk ilkeleri ve lâiklik karşıtı söz ve eylemleriyle
tanınan İbrahim Halil Çelik'in, parti listesinden aday gösterilerek
milletvekili seçilmesi, bu eylemlerin Refah Partisi'nce de benimsendiğini
göstermektedir. Adı geçenin kapatma davasının açılmasından bir ay sonra
Parti'den ihraç edilmesi de kapatma davasını sonuçsuz bırakmaya yönelik bir
girişim olarak değerlendirilmiştir.
g- Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve Adalet Bakanı
Şevket Kazan'ın Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ı Cezaevinde Ziyareti
İddianamede, Refah Partisi Sincan Belediye Başkanı Bekir
Yıldız'ın terör örgütü liderlerinin büyük boy posterlerini salona astırarak
düzenlediği Kudüs Gecesinde aydınlara zorla 'şeriat enjekte edeceğini'
söylediği için Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesince tutuklanmasından sonra,
Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve Adalet Bakanı Şevket Kazan tarafından
cezaevinde ziyaret edildiği belirtilmiştir.
Davalı Parti'nin savunmalarında, Sincan Belediye
Başkanının tutuklu kaldığı cezaevinde Şevket Kazan tarafından ziyaret edildiği
kabul edilmekte, ancak hükümet üyesi olarak yapılan bu ziyaret nedeniyle
verilen gensoru TBMM'nce reddedildiğinden, aynı konunun yargı yerleri
tarafından ele alınamayacağı ileri sürülmektedir.
Şevket Kazan'ın eyleminin değerlendirilebilmesi için
öncelikle Adalet Bakanlığının ve Bakanın görev ve yetkilerinin açıklanması
gerekir. Adalet Bakanlığı Anayasa ve idari yapı içinde özel bir konuma
sahiptir. Adalet Bakanlığı, parlamenter sistem ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin
benimsendiği Anayasadaki üç temel erkden biri olan yargının, anayasal yapıya
uygun biçimde kurulması, geliştirilmesi ve işletilmesi ile yükümlüdür. Adalet
Bakanlığı, hukuk düzeninin kurucu ve kollayıcısı olarak da Türk toplumunun
ihtiyacı olan hukuksal yapıyı kurmak üzere kanun tasarıları ile diğer
düzenlemeleri önermek, hazırlamak ve sonuçlandırmak; diğer bakanlıklar ve kamu
kurumlarınca hazırlanan yasal düzenlemelerin Anayasa'ya ve hukuk sistemimize
uygunluğunu ve çağdaş dünyadaki benzerlerine paralelliğini sağlamakla
görevlidir. Bu görevleri nedeniyle Adalet Bakanı diğer Bakanlardan daha özel
bir yetkiye sahip ve sorumluluk altındadır.
Öte yandan, Adalet Bakanına Anayasa ve yasalarla verilen
görevler de diğer bakanlardan farklıdır. Adalet Bakanı'nın yargı organları
üzerinde hiyerarşik bir yetkisi olmamasına karşın, temsil ettiği erk ile
Anayasa'nın 159. maddesi uyarınca Hakimler ve Savcılar Kurulunun Başkanı olması
da, kendisine özel bir görev ve sorumluluk yüklemektedir. Adalet Bakanı,
politika ve idare anlayışı, tutum ve davranışlarıyla anayasal düzenin, lâik ve
demokratik Cumhuriyetin ve yasaların en önde gelen koruyucu ve kollayıcısı
olmak durumundadır. Adalet Bakanı, siyasî ve idari görevlerinde yasaların özüne
ve sözüne uygun davranmakla yükümlüdür.
Sincan olayları ile suçlanarak tutuklanan ve sonradan bu
eylemi nedeniyle cezalandırılan ve mahkûmiyeti kesinleşen Sincan Belediye
Başkanı'nın, Adalet Bakanı tarafından tutuklu iken tatil gününde ziyaret edilmesinin
özel bir anlamı olduğu kuşkusuzdur. Devletin koruması ve denetimi altındaki
hükümlüler ve tutuklular özel kurallara bağlıdır. Adalet Bakanı, hiçbir hükümlü
ve tutukluya diğerlerinden daha uzak veya daha yakın olamayacağı gibi bu
anlayışa neden olacak bir uygulama içinde de bulunamaz. Hükümlülerden veya
tutuklulardan birinin Adalet Bakanı tarafından kural ve gelenek dışı ziyaret
edilmesi, onun hukuk dışı eylemlerinin benimsendiği ve onaylandığı anlamına
gelir.
Kaldı ki, aynı zamanda Refah Partisi Genel Başkan
Yardımcısı da olan Adalet Bakanı tarafından tutuk evinde ziyaret edilen Sincan
Belediye Başkanı, belediye başkanlığı görevi ile hiçbir ilgisi olmayan lâiklik
karşıtı bir takım siyasî gösteriler sergilemiş ve Anayasa'nın lâik Cumhuriyet
ilkesine ve yasalara açıkça meydan okumuş ve toplumda büyük tepkilere neden
olmuştur. Adalet Bakanı Şevket Kazan'ın tutuklu Sincan Belediye Başkanını
cezaevinde ziyareti, Sincan'da, Belediye Başkanınca başlatılan ve yürütülen
lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı siyasî gösterilerin Refah Partisi'nce de
benimsendiğini ve desteklendiğini gösteren ve bu yolla kamuoyuna verilen bir
mesaj niteliğindedir.
Bu nedenlerle, Şevket Kazan'ın eylemi lâik Cumhuriyet
ilkesine aykırı görülmüştür.
Samia AKBULUT, Haşim KILIÇ ve Sacit ADALI bu gürüşe
katılmamıştır.
h- İddianamede, gereğinden fazla imam-hatip okulları ve
ilahiyat fakülteleri varken, Milli Güvenlik Kurulu'nun, ihtiyaç fazlası imam
hatip okullarının kapatılması veya bundan böyle yeni imam-hatip okulları
açılmaması yolundaki tavsiye kararlarına karşın Refah Partisi
propagandalarında, sürekli yeni imam-hatip okullarının açılmasını istediği
belirtilmiş, bu davranışların da lâiklik ilkesine aykırılık oluşturduğu ileri
sürülmüştür.
Davalı Parti ise, savunmalarında, iktidarları döneminde
Milli Eğitim Bakanlığı'nın kendilerinde olmadığını ve Refah Partisi'nin hiçbir
imam hatip okulu açmadığını açıklamıştır.
Cumhuriyet Başsavcılığı'nca yeni İmam Hatip Okulları'nın
açılması ya da açılmış olan İmam Hatip Okulları'nın kapatılmaması konularında
Davalı Parti'nin lâikliğe aykırı davranışlarıyla ilgili somut deliller
sunulamamıştır.
ı- Sonradan Sunulan Deliller
Dava açıldıktan sonra Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
Davalı Partinin lâiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğini gösteren kimi
kanıtlar ileri sürüldüğünden, bu kanıtlar da ayrı ayrı değerlendirilmiştir.
aa- Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın
Kanal 7'nin Kuruluş Yıldönümü Nedeniyle Yaptığı Konuşma
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, 7.5.1996 günü yapılan bu
konuşmada Necmettin Erbakan'ın; '...Bir devletin televizyonu olmadan devlet
olmaz. Siz bugünkü kadronuzla bir devlet kursanız, bir televizyon kursanız, 24
saatten fazla neşriyat bile yapamazsınız. Siz devlet kurumayı ne
zannediyorsunuz' 10 sene evvel kendilerine bu sözü söylemiştim; bugün şimdi bu
söz hatırıma geliyor. Çünkü, bir inanç, bir topluluk, belli bir dünya görüşünün
sahibi olan insanlar, bugün Allah'a şükürler olsun bir televizyona sahip
olmuşlardır. Bu çok büyük bir olaydır.
Şuur, televizyonun her noktasının aynı şuura sahip olmuş
olması, bütünün ahenk içerisinde olmuş olması, fevkalade önemli bir olaydır.
Televizyonu olmadan bir davanın yürümesi mümkün değildir. Kaldıki bugün
yapılmış olan cihatta, yani halkın hakim olması için yapılmış olan mücadelede,
televizyonu isterseniz topçu kuvveti olarak tarif edin, isterseniz hava kuvveti
olarak tarif edin onun gidip bir tepeyi bombalamasından önce piyadenin gidip o
tepeyi işgal etmesi, zaptetmesi mümkün değildir.
Onun için bugün yapılmış olan cihadı, televizyonsuz
yapmanın imkanı yoktur. İşte bu kadar hayati bir konu için acıyıncaya kadar
vereceğiz. Vereceğiz de ne olacak'... ölüm hepimize yakındır. İşte şimdi
öldükten sonra her taraf zifiri karanlık olan bir anda, eğer bir şeyin gelip
size yol göstermesini istiyorsanız, bilesiniz ki o şey, bugün inançla Kanal 7
için vereceğiniz bu para olacaktır. Bunu hatırlatmak için size bu hatıramızı
naklettim.
Bundan dolayıdır ki, bu inançla hakikaten acıyıncaya
kadar elimizden gelen fedakarlığı göstereceğiz. Ne mutlu Hak'kın hakimiyeti
için inançla bu yolda hakikaten candan katkıda bulunanlara, Allah hepinizden
razı olsun, Kanal-7'ye çok daha büyük başarılar nasip etsin. Esselamü Aleyküm'
dediğini, bunun da lâikliğe aykırılık oluşturduğunu ileri sürmüştür.
Davalı Parti ise savunmalarında, bu konuşmanın Afgan
Mücahitleri için yapıldığını, basına açık olmadığını, ayrıca video-bantta
atlamalar olduğunu, konuşmanın tamamının verilmediğini belirtmiştir.
Video-bant'ın incelenmesinden, baş tarafta Afgan
Mücahitlerine hitap edildiği ancak, asıl amacın Kanal 7'ye yardım toplamak
olduğu ve bu amaca yönelik bir konuşma yapıldığı anlaşılmaktadır. Yaptırılan
bilirkişi incelemesinden de, bantta herhangi bir montaj olmadığı sonucuna
varılmıştır.
Necmettin Erbakan'ın herkese açık olan bir toplantıda
Kanal-7 için yaptığı konuşmada, 'Hakkın hakim olması' için yapılacak cihatta
televizyonun önemi anlatılarak, bu yoldaki yayınların 'topçu kuvveti' veya
'hava kuvveti'nin bir tepeyi bombalaması niteliğinde olduğu belirtilmiştir
Konuşmada, dine dayalı bir devlet düzeninin kurulmasını
sağlamak amacıyla yapılacak propagandalarda televizyonun önemi belirtilerek, bu
amacın gerçekleşmesi için yayın yapan televizyonlara yardım yapılması
çağrısında bulunulmuş, bu davranışın öldükten sonra bu kişilere yararı olacağı
belirtilmiştir.
Yukarıda Rize Milletvekili Şevki Yılmaz'ın yaptığı
konuşmaya ilişkin bölümde belirtildiği gibi 'cihat', islamî nizamı hakim kılmak
veya bu nizamı savunmak amacıyla yapılan savaşları ifade etmektedir. Bu tür
eyleme olur veren bir söylemin lâikliğe aykırı olduğu kuşkusuzdur.
Haşim KILIÇ ve Sacit ADALI bu görüşe katılmamıştır.
bb- Çalışma Saatlerinin Ramazan Ayı'nda İftara Göre
Düzenlenmesi
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nca, çalışma saatlerini
Ramazan Ayı'nda iftara göre düzenleyen 13.1.1997 günlü, 97/9022 sayılı
'Bakanlar Kurulu' kararının da Refah Partisi'nin lâiklik karşıtı eylemlerinden
olduğu ileri sürülmüştür.
Söz konusu Bakanlar Kurulu Kararı hakkında Danıştay 12.
Dairesi'nce lâiklik ilkesine aykırı bulunarak yürütmenin durdurulması kararı
verilmesi Davalı Parti'nin bu konudaki eğilimlerini göstermektedir.
3- Genel Değerlendirme
'Esasın incelenmesi' bölümünde açıklandığı gibi,
Anayasa'nın Başlangıç'ı ile birçok maddelerinde 'lâiklik'ten söz edilmiş, 2.
maddesiyle de 'lâiklik' Cumhuriyetin temel niteliklerinden biri olarak kabul
edilmiştir. Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasıyla 2820 sayılı Siyasî
Partiler Kanunu'nun 78. maddesine göre, Siyasî Partiler, Anayasa'nın 2.
maddesinde belirtilen 'Cumhuriyetin nitelikleri'ne ve bu bağlamda 'lâiklik
ilkesine' aykırı amaçlar güdemezler, bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar.
öte yandan Anayasa'nın 24. ve Siyasî Partiler Kanunu'nun buna koşut 87.
maddesinde, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî ve hukukî temel düzeninin kısmen
de olsa, dinî esas ve inançlara dayandırılamayacağı, siyasî amaçla veya siyasî
menfaat temini maksadıyla dinin veya dinî duyguların yahut dince mukaddes
sayılan şeylerin istismar edilemeyeceği ve kötüye kullanılamayacağı öngörülmüş;
siyasî partilerin bu yolla propaganda yapmaları yasaklanmıştır.
Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrasında, bir siyasî
partinin Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı
faaliyetlerin odağı haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi'nce tespiti halinde
temelli kapatılacağı belirtilmektedir.
Davalı Parti savunmalarında, Türkiye'nin başta İnsan
Hakları Avrupa Sözleşmesi olmak üzere kimi uluslararası sözleşmeleri kabul
ettiğini, iç hukuk normu ile ulusalüstü norm arasında bir çatışma söz konusu
olduğunda, mahkemelerin ulusalüstü normu doğrudan uygulaması gerektiğini,
ulusalüstü normların iç hukuka üstün ve bağlayıcı normlar olduğunu ileri
sürmüştür.
Anayasa Mahkemesi, siyasî parti kapatma davalarında
usulüne uygun biçimde yürürlüğe konulan andlaşma kurallarını da gözetmektedir.
Bu nedenle, kararlarında, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile İnsan Hakları
Avrupa Sözleşmesine ve Avrupa Sosyal Haklar Temel Yasası'na yollamada
bulunmaktadır. İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme
kapsamındaki hak ve özgürlükler Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda da güvence
altına alınmıştır.
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nin 11. maddesinin
birinci fıkrasında, herkesin barışçı amaçlarla dernek kurma özgürlüğüne sahip
olduğu belirtilmiş, ikinci fıkrasında ise, bu hakların kullanılmasına, ulusal
güvenlik, kamu güvenliği, kamu düzeninin korunması, suçun önlenmesi, genel
sağlık ve ahlak veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için ancak
yasalarla kısıtlamalar getirilebileceği kabul edilmiştir.
Öte yandan, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nin 30. ve
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nin 17. maddesinde, Bildirge veya Sözleşmenin
hiçbir hükmünün, burada ileri sürülen hak veya özgürlüklerden herhangi birinin
yok edilmesini amaçlayan etkinlik veya eylemde bulunma hakkını verir biçimde
yorumlanamayacağı öngörülmüştür.
Refah Partisi Genel Başkanı ile Genel Başkan Yardımcıları
ve milletvekillerinden kimilerinin, lâiklik karşıtı beyan ve davranışlarıyla,
demokratik hak ve özgürlükleri, demokrasiyi ortadan kaldıracak olan şeriat
düzeninin getirilmesi için araç olarak kullandıkları anlaşılmıştır. Bu tür
davranışların, Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasıyla, İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesi'nin 30. ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nin 17. maddesi
karşısında korunmaları olanaksızdır.
Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, 'Alman Komünist
Partisi', 'A. Association ve H.v. Avusturya' ve 'Glimmerveen ve Hagenback v.
Hollanda' vaka'larında totaliter ideolojileri savunmak amacıyla Sözleşme'den
yararlanılamıyacağını kabul etmiştir.
23.7.1995 gününde yapılan değişiklikten sonra,
Anayasa'nın 69. maddesinde, siyasî partilerin kapatılabilmesi için 68. maddenin
dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerin odağı haline geldiğinin Anayasa
Mahkemesi'nce saptanması esası getirilmiştir.
22.4.1983 günlü, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanununun
103. maddesinin birinci fıkrasında, bir siyasî partinin bu Kanunun 78 ila 88 ve
97. maddeleri hükümlerine aykırı fiillerin işlendiği bir mihrak haline
geldiğinin sübuta ermesi halinde, Anayasa Mahkemesi'nce kapatılacağı
açıklanmış, ikinci fıkrasında da, parti üyelerinin eylemleri nedeniyle kapatma
kararı verilebilmesi için, 101. maddenin (d) bendinde parti üyeleri yönünden
aranan koşulların gerçekleşmesi öngörülmüştür.
Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin (b) bendinde,
parti genel başkanı, genel başkan yardımcısı ve genel sekreterin Kanunun
dördüncü kısmındaki yasaklara aykırı yazılı veya sözlü beyanları partinin
kapatılması için yeterli sayılmış iken; 101. maddenin (d) bendinde, parti
üyelerinin eylemleri nedeniyle partinin sorumlu tutulabilmesi, başka bir
anlatımla partinin yasak eylemlerin mihrakı haline geldiğinin kabulü için, bu
maddede yazılı koşulların gerçekleşmesi gerekli görülmüştür.
Anayasa'nın 69. maddesinin 23.7.1995 günü yapılan değişiklik
sonucu kabul edilen altıncı fıkrası ile kapatılmasına neden olan fiillerin
işlendiği odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi'nce saptanması durumunda bir
siyasî partinin kapatılmasına karar verilebileceği öngörülmüştür.
Demokratik yaşamı tehdit eden, ondan yoksun kalmaya yol
açacak eylemlere girişen veya bu tür amaçları taşıyan siyasal partilerin
kapatılmaları doğal karşılanmalıdır. Tersine düşünce, başka biçim ve adla
gerçekleştirilmesi olanaksız sakıncalı amaçların siyasal parti kimliğiyle gerçekleştirilmesi
sonucunu doğurur.
Anayasa'nın 26. maddesinin birinci fıkrasıyla, İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 19., İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nin 10.
maddelerinde herkesin düşünce ve bunları anlatım özgürlüğü bulunduğu kabul
edilmekle beraber, Anayasa'nın 13. maddesiyle, 26. maddesinin ikinci
fıkrasında, bu hürriyetlerin kimi durumlarda yasayla sınırlandırılacağı
açıklanmış; İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 30. ve İnsan Hakları Avrupa
Sözleşmesi'nin 17. maddesinde, Bildirge ve Sözleşme'nin hiçbir hükmünün devlet,
grup veya kişiye bu maddelerdeki hak veya özgürlüklerden hiçbirini yok etmeyi
amaçlayan bir etkinlik veya eylemde bulunmayı haklı kılacak biçimde
yorumlanamayacağı belirtilmiştir. Nitekim, İnsan Hakları Avrupa Komisyonu ve
Divan pekçok kararında, eyleme çağrı niteliğinde demokrasiyi yok etmeyi
amaçlayan düşünce beyanını parti kapatma nedeni olarak kabul etmiştir.
Amaçlarına ulaşmak için demokrasi ile hak ve özgürlükleri araç olarak
kullandıkları kanıtlanan siyasi partilerin; bu eylemleri nedeniyle
kapatılmalarında yukarıda belirtilen Anayasa ve ulusalüstü kurallara aykırılık
yoktur.
Açıklanan nedenlerle, düşünce ve düşünceyi açıklama ve
yayma özgürlüğü kapsamında kaldığı ileri sürülerek kimi beyanlar nedeniyle
parti kapatma cezası verilemeyeceği yolundaki Davalı Parti savunması yerinde
görülmemiştir.
4121 sayılı Yasa'nın 9. maddesiyle değiştirilen
Anayasa'nın 69. maddesine ilişkin Anayasa Komisyonu raporunda '...
komisyonumuz, siyasî partilerin bu ilkelere uygun hareket etmelerinin iki ayrı
şeklini açıkça düzenlemiştir. Bunlardan birincisi, partinin tüzük ve
programının bu ilkelere aykırı olmasıdır. İkinci durum ise, partinin beyan ve
eylemlerinin bu ilkelere aykırı olmasıdır. Bu iki durum, Anayasa'nın mer'i
metninde de, teklifte de biribirinden yeteri açıklıkla ayrılmamıştır.
Komisyonumuz, bu ayırımı yapmış ve ikinci halde temelli kapatmayı ancak
partinin bu tür eylemlerin işlendiği bir odak haline gelmiş olmasına
bağlamıştır. Bu hüküm Federal Almanya Anayasasının 18. maddesinden esinlenmiş
olup, partilere çok daha sağlam hukukî teminat getirmektedir' denilmektedir.
2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. maddesinin
ikinci fıkrasının Anayasa Mahkemesi'nin 9.1.1998 günlü ve Esas 1998/2, Karar
1998/1 sayılı kararıyla iptalinden sonra Siyasî Partiler Kanunu'nun 103.
maddesi, Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrasıyla uyumlu hale gelmiştir.
2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin
(b) bendinde, parti genel başkanı, genel başkan yardımcısı ve genel
sekreterinin bu Kanunun dördüncü kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı
sözlü veya yazılı beyanda bulunmaları, temsil ettikleri parti için kapatma
nedeni sayılmıştır. Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin (d) bendinde,
parti üyelerinin Kanunun dördüncü kısmında yer alan hükümlerine aykırı söz ve
eylemleri nedeniyle hüküm giymeleri sonucu, partiden kesin olarak ihracı
istenmedikçe mensubu oldukları partinin kapatılması için dava açılamayacağı
öngörülmüş iken, parti genel başkanı, genel başkan yardımcısı ve genel sekreteri
için böyle bir koşul öngörülmemiştir. Kuşkusuz, bu farklı düzenlemenin nedeni,
partiyi temsile yetkili kimselerin söz veya beyanlarının parti adına söylenmiş
olması ve parti görüşünü temsil etmesidir. Yasakoyucu parti temsilcilerinin
eylemlerine daha çok önem vermiş, bu kimselerin söz ve beyanlarından dolayı
partinin kapatılması için 'hüküm giyme' koşulunu aramamıştır.
Öte yandan, gerek Anayasa'nın 1982 tarihinde yürürlüğe
giren 68. maddesinin dördüncü fıkrasında ve gerekse 1995 yılında değiştirilen
dördüncü fıkrasında 'lâik Cumhuriyet ilkesi'ne aykırı eylemler, yasak
eylemlerden sayılmıştır. Bu konuda herhangi bir yasal değişiklik olmadığı için
Parti Genel Başkanı, Genel Başkan Yardımcısı ve parti üyelerinin Anayasa'nın
68. ve 69. maddesinin değiştirildiği 23.7.1995 gününden önceki eylemlerinin de
değerlendirilmesinde hukuka aykırılık bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, Refah Partisi Genel Başkanı
Necmettin Erbakan'ın; Yükseköğretim Kurumları öğrencilerinin başörtüsü
kullanmalarını destekleyen, çok hukuklu sistemi savunan beyanları ile kimi
tarikat liderlerine Başbakanlık Konutunda iftar yemeği vermesine ilişkin
davranışları; Genel Başkan Yardımcısı Şevket Kazan'ın Sincan Belediye
Başkanı'nı tutuklu olduğu sırada ziyareti ve Genel Başkan Yardımcısı Ahmet
Tekdal'ın 1993 yılında Hac'ta yaptığı ve 24.11.1996 günü Kanal-D televizyonunda
görüntülü olarak verilen konuşması; 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 78.,
84. ve 87. maddeleri ile Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında
öngörülen ve Cumhuriyetin temel niteliklerinden olan 'lâiklik ilkesi'ne
aykırılık oluşturduğundan Refah Partisi'nin Siyasî Partiler Kanunu'nun 101.
maddesinin (b) bendiyle, Anayasa'nın 69. maddesi uyarınca kapatılmasına karar
verilmesi gerekir.
Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin (b) bendinde
sayılan parti yetkililerinin, dördüncü kısımda belirtilen yasaklara aykırı söz
ve eylemlerinin, aynı zamanda Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrasında ve
Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. maddesinde yer alan 'odak' ya da 'mihrak' olmaya
esas alınacağı kuşkusuzdur.
Rize Milletvekili Şevki Yılmaz, Ankara Milletvekili Hasan
Hüseyin Ceylan ve Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Halil Çelik ile Kayseri
Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe'nin, kamuoyunu yoğun biçimde meşgul
eden ve süreklilik, yoğunluk ve kararlılık gösteren lâiklik karşıtı söz ve
eylemleri, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun dördüncü kısmında yer alan
78, 84 ve 87. maddeleriyle Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında
belirtilen Lâik Cumhuriyet ilkesine aykırılık oluşturduğu halde, Refah
Partisi'nin hareketsiz kalarak bunlara karşı kapatma davasından önce
herhangibir işlem yapmamış olması, bu eylemlerin davalı Parti tarafından
benimsendiğinin ve desteklendiğinin açık bir göstergesidir.
Bu nedenlerle, davalı Refah Partisi'nin 2820 sayılı
Yasa'nın 103. ve Anayasa'nın 68 ve 69. maddeleri uyarınca kapatılmasına karar
verilmesi gerekir.
4- Kapatma Kararının Sonuçları
Siyasi Parti'nin kapatılmasına ilişkin karar partinin
(kurucuları dahil) üyeleri ile partili milletvekilleri yönünden farklı sonuçlar
meydana getirmektedir.
a- Partili Milletvekilleri
Anayasa'nın 84. maddesinin son fıkrasında, 'partisinin
temelli kapatılmasına beyan ve eylemleriyle sebep olduğu Anayasa Mahkemesi'nin
temelli kapatmaya ilişkin kesin kararında belirtilen milletvekilinin
millevekilliği, bu kararın Resmî Gazete'de gerekçeli olarak yayımlandığı
tarihte sona erer. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı bu kararın gereğini
derhal yerine getirip Genel Kurula bilgi sunar' denilmiştir.
Anayasa'nın bu kuralı, hiçbir yoruma ve kuşkuya gerek
kalmadan doğrudan uygulanabilecek somut norm niteliğindedir. Benzerleri kimi
Avrupa ülkeleri anayasalarında da yer alan bu yaptırım, Davalı Parti'nin
savunmalarında ileri sürdüğünün tersine, herhangi bir ceza hükmünün verilmesine
bağlı bulunmamaktadır.
Bu gerekçelerle, söz ve eylemleriyle Refah Partisi'nin
kapatılmasına neden olan Konya Milletvekili Necmettin Erbakan, Kocaeli
Milletvekili Şevket Kazan, Ankara Milletvekili Ahmet Tekdal, Rize Milletvekili
Şevki Yılmaz, Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan ve Şanlıurfa
Milletvekili İ. Halil Çelik'in milletvekilliklerinin gerekçeli kararın Resmî
Gazete'de yayımlandığı günde sona ereceğine karar verilmesi gerekir.
b- Parti (Kurucuları Dahil) Üyeleri
Anayasa'nın 69. maddesinin sekizinci fıkrasında, 'bir
siyasî partinin temelli kapatılmasına beyan ve faaliyetleriyle sebep olan
kurucuları dahil üyeleri, Anayasa Mahkemesi'nin temelli kapatmaya ilişkin kesin
kararının Resmî Gazete'de gerekçeli olarak yayımlanmasından başlayarak beş yıl
süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve denetçisi olamazlar'
denilmektedir.
Yukarıda açıklanan gerekçelerle, söz ve eylemleriyle
Parti'nin kapatılmasına neden olan üyeleri Necmettin Erbakan, Şevket Kazan,
Ahmet Tekdal, Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan, İ. Halil Çelik ile Şükrü
Karatepe'nin gerekçeli kararın Resmî Gazete'de yayımlanmasından başlayarak beş
yıl süre ile bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve denetçisi
olamayacaklarına karar verilmesi gerekir.
IX- SONUÇ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 21.5.1997 günlü,
SP.l3.Hz.1997/109 sayılı İddianamesi'yle Refah Partisi'nin Anayasa'nın 69.
maddesinin altıncı fıkrası göndermesi ile 68. maddesinin dördüncü fıkrası
gereğince kapatılması istenilmekle, gereği görüşülüp düşünüldü:
1- Lâik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri nedeniyle
Anayasa'nın 68. ve 69. maddeleri ile 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın
101. maddesinin (b) bendi ve 103. maddesinin birinci fıkrası gereğince REFAH
PARTİSİ'NİN KAPATILMASINA, Haşim KILIÇ ile Sacit ADALI'nın karşıoyları ve
OYÇOKLUĞUYLA,
2- Beyan ve eylemleri ile Parti'nin kapatılmasına neden
olan, Konya Milletvekili Necmettin ERBAKAN, Kocaeli Milletvekili Şevket KAZAN,
Ankara Milletvekili Ahmet TEKDAL, Rize Milletvekili Şevki YILMAZ, Ankara
Milletvekili Hasan Hüseyin CEYLAN ve Şanlıurfa Milletvekili İ. Halil ÇELİK'in
milletvekilliklerinin Anayasa'nın 84. maddesinin son fıkrası hükmü gereğince,
gerekçeli kararın Resmî Gazete'de yayımlandığı tarihte sona ermesine,
OYBİRLİĞİYLE,
3- Beyan ve eylemleri ile Parti'nin kapatılmasına neden
olan üyeleri Necmettin ERBAKAN, Şevket KAZAN, Ahmet TEKDAL, Şevki YILMAZ, Hasan
Hüseyin CEYLAN, İ. Halil ÇELİK ile Şükrü KARATEPE'nin Anayasa'nın 69.
maddesinin sekizinci fıkrası gereğince gerekçeli kararın Resmî Gazete'de
yayımlanmasından başlayarak beş yıl süre ile bir başka partinin kurucusu,
üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamayacaklarına, OYBİRLİĞİYLE,
4- Davalı Parti'nin tüm mallarının 2820 sayılı Yasa'nın
107. maddesi gereğince Hazine'ye geçmesine, OYBİRLİĞİYLE,
5- Birtrilyonikiyüzotuzaltımilyar lira devlet yardımının
Parti'ye ödenmemesine ilişkin 12.1.1998 günlü, E.1997/1 (Siyasi Parti-Kapatma)
sayılı tedbirin, gerekçeli kararın Resmî Gazete'de yayımlanmasına kadar
devamına, OYBİRLİĞİYLE,
6- Gereğinin yerine getirilmesi için karar örneğinin,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na, Başbakanlığa ve Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı'na gönderilmesine, OYBİRLİĞİYLE,
16.1.1998 gününde karar verildi.
|
Başkan
Ahmet Necdet SEZER
|
Başkanvekili
Güven DİNÇER
|
Üye
Selçuk TÜZÜN
|
|
Üye
Samia AKBULUT
|
Üye
Haşim KILIÇ
|
Üye
Yalçın ACARGÜN
|
|
Üye
Mustafa BUMİN
|
Üye
Sacit ADALI
|
Üye
Ali HÜNER
|
|
Üye
Lütfi F. TUNCEL
|
Üye
Fulya KANTARCIOĞLU
|
GEREKÇEDE
KARŞIOY YAZISI
2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 103. maddesinin
ikinci fıkrasının iptaliyle ilgili karara yazdığım karşıoy gerekçesindeki
düşünce ile aynı yasanın 101. maddesi tümüyle geçerliğini kaybettiğinden
karardaki '101. maddenin (b) bendine dayanan gerekçe bölümüne' katılmıyorum.
|
|
|
|
|
Başkanvekili
Güven DİNÇER
|
KARŞIOY YAZISI
Dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan, cezaevinde tutuklu
bulunan Sincan Belediye Başkanı'nı özel otosu ile ziyaret etmiştir. Herhangi
bir basın organına olayla ilgili olarak laikliğe aykırı beyanda bulunmamıştır.
Şevket Kazan'ın Türk Ceza Kanunu'nun 312/2. maddesinde suçtan tutuklu bir
kişiyi ziyareti eylemi ile Anayasa'nın 68. maddesinin laik Cumhuriyet
ilkelerine aykırılık eylemi arasında doğurdan bir illiyet bağı olmadığı
görüşündeyim.
Bu nedenle gerekçede çoğunluk görüşüne katılmıyorum.
KARŞIOY GEREKÇESİ
Siyasî partiler demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez
unsurları olması nedeniyle, kuruluşları, çalışmaları ve kapatılmaları anayasal
kurallara bağlanarak önemli yaptırımlar ve güvenceler sağlanmıştır. Özellikle
1995 yılında Avrupa Birliğine uyum sağlamak, hak ve özgürlüklerde 'ulusalüstü
standartları' yakalamak amacıyla Anayasa'da önemli değişiklikler yapılmıştır.
Bu kapsamda, siyasî partilerin kapatılmasına ilişkin sebepler oldukça
daraltılarak demokratik ülkelerde uygulanan ölçütler siyasî hayata geçirilmiştir.
Ancak, bu anayasal değişikliklere rağmen Siyasî Partiler Kanunu'nda bu
gelişmelere uygun düzenlemeler yapılmamış, bilhassa partilerin eylemlerinden
dolayı 'suç odağı haline' gelmelerinin yasal koşulları belirtilmediğinden
belirsizlikler Mahkeme içtihatlarıyla doldurulmaya çalışılmıştır. Oysa,
Anayasa'nın birçok maddesinde hak ve özgürlüklere ilişkin düzenlemelerin
mutlaka yasa ile yapılması gerektiği tartışılmaz bir gerçektir. Kanun hükmünde
kararnamelerle bile düzenlenemeyecek bu alanın yargı organlarının içtihatlarına
bırakılması Yasama Organı'nın kendi yetkilerini devretmesi anlamına gelir.
1961 ve 1982 Anayasaları ile
siyasî partilerin kapatılma davalarının Anayasa Mahkemesi'ne verilmiş olması
partiler lehine getirilen bir güvencedir. Anayasa Mahkemesi'nin yapısı
itibariyle çeşitli anayasal kurumlarda yetişmiş, orada kazandıkları bilgi ve
deneyimleri bu mahkemeye taşıyabilecek mensuplardan oluşması nedeniyle,
olayların değerlendirilmesi ve içtihatların oluşumunda değişik bakış açıları ve
boyutlardan faydalanma olanağı amaçlanmıştır. Siyasî partilerin kapatılma
davalarında da, ülkenin içinde bulunduğu siyasî, iktisadî, sosyal ve hukuksal
şartlar gözönünde tutularak belirtilen değişik bakış ve boyutlardan denetim
yapılması öngörülmüş, böylece Anayasa Mahkemesi kararlarına daha geniş bir
perspektif kazandırılması hedeflenmiştir. Mahkemenin uluslararası normları
uygulama konusunda elverişli bir ortama sahip olması da partiler yönünden bu
önemi daha da arttırmıştır. Çağdaş demokratik toplumlarda, Anayasa'ların temel
fonksiyonu insan hakları ve özgürlüklerini genişletmek ve teminat altına
almaktır. Anayasa Mahkemesi'nin görevi de bu hedeflerin korunması ve hayata
geçirilmesine destek vermektir. Bu nedenle, siyasal partilerin de güvencesidir.
I- ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERDE SİYASİ PARTİ VE SINIRLARI
Çağdaş demokratik ülkeler seviyesine ulaşmayı hedefleyen
Türkiye, bu amaçla temel hak ve hürriyetlerin korunmasına yönelik uluslararası
andlaşmaları daima ilk imzalayan devletler arasında yer almıştır.
İnsan haklarının korunması açısından önemli kurallar
içeren Birleşmiş Milletler (BM) Andlaşması Türkiye tarafından 15.5.1945
tarihli ve 4801 sayılı Yasa ile onaylanmış ve BM'in kurulmasından sonra 'temel
hak ve hürriyetler' uluslararası hukukun ana kavramlarından biri haline
gelmiştir. BM Andlaşmasını imzalayan devletler temel hakların daha sağlam
güvencelere kavuşturulması için çalışmalarını sürdürmüşler ve 10.12.1948'de BM
Genel Kurulu tarafından 'İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi' kabul edilmiştir.
Bu beyanname uluslararası hukuk bakımından bir andlaşma olmamasına ve
devletleri hukuksal yönden bir yükümlülük altına sokmamasına rağmen, ulusal ve
uluslararası düzeyde etkisini göstermiş ve çeşitli uluslararası sözleşmelere
esin kaynağı olmuştur (Gölcüklü, F.-Gözübüyük, Ş., Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi ve Uygulaması, Gn. 2. bs., Ankara 1996, s.4).
Bunlardan en önemlileri hiç şüphesiz, Türkiye tarafından
12.12.1949 tarihli ve 5456 sayılı Yasa ile onaylanan ve Türkiye'nin 8.8.1949
tarihinden itibaren Avrupa Konseyi üyesi olmasını sağlayan, 'Avrupa Konseyi
Statüsü' ile Avrupa Konseyi tarafından hazırlanarak, 4.11.1950 tarihinde
Türkiye'nin de aralarında bulunduğu onbeş devlet tarafından Roma'da imzalanan
ve 3.9.1953 tarihinde yürürlüğe giren 'İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri
Korumaya Dair Sözleşme'dir. 'Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi' (AİHS) de denilen
bu Sözleşme Türkiye tarafından (10.3.1954 tarihli ve 6366 sayılı Yasa ile onaylanması
uygun bulunarak) 18.5.1954 tarihinde onaylanmıştır.
Ek protokollerle sürekli olarak geliştirilen ve
noksanlıkları giderilen; ayrıca, uluslararası bir yargısal denetim mekanizması
kurarak, bireye sağlanan güvenceyi yaptırıma bağlayan; böylece temel haklar
alanında en gelişmiş ve en etkili sözleşme haline gelen AİHS demokratik devlet
anlayışını somutlaştıran bir belgedir (Gölcüklü-Gözübüyük, age, s. 7).
Türkiye, 28.1.1987'de bireysel başvuru hakkını; 1989
yılında da Divanın zorunlu yargı yetkisini tanımış ve bu suretle Sözleşme
Türkiye açısından tam olarak işler hale gelmiştir.
Andlaşmaların ve bu cümleden olmak üzere AİHS'nin Türk
hukukundaki yeri konusunda 1982 Anayasası'nın 90. maddesinin son fıkrası açık
bir ilke getirmektedir: 'Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası
andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile
Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.'
Anayasa'da yeralan bu ilkeden de anlaşılacağı üzere, Türk
hukuk düzeninde andlaşmaların yasa gücünde olduğu ve doğrudan hüküm doğurduğu
konusu tartışmasızdır. Bir andlaşma usulüne uygun olarak yürürlüğe girdiği anda
iç hukuka intikal etmiş olur ve onun bir parçası olarak doğrudan sonuç doğurur.
Anayasa'nın 'Temel Haklar ve Ödevler' başlıklı İkinci Kısmının genel hükümleri
düzenleyen Birinci Bölümünün genel gerekçesinde de insan hakları konusunda
Türkiye'nin imzalayıp onaylamış bulunduğu andlaşma ve sözleşmelerin ve
özellikle AİHS'nin milli hukukumuza dahil olduğu belirtilmektedir.
Anayasamızın 15. maddesinde, savaş ve benzeri durumlarda
bile temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasının ancak ULUSLARARASI
YÜKÜMLÜLÜKLERİN ihlâl edilmemesi kaydıyla durdurulabileceğinin belirtilmiş
olması, Anayasa'ya aykırılığının ileri sürülememesi SÖZLEŞMELERE anayasal bir
üstünlük tanındığının dayanaklarıdır. Bu nedenle, sınırlayıcı ULUSAL YASA ile
ULUSLARARASI SÖZLEŞME arasında bir çatışma olması durumunda, sözleşmenin
gerisindeki genişletici iradeyi, yasayı belirleyen sınırlayıcı iradeye üstün
sayarak özgürlükçü bir yorum getirilmesi, tüm uygar ülkelerin benimseyip uyduğu
demokratik toplum düzeninin kurallarına uygun bir yaklaşım olur.
Belirtilen bu nedenlerle, doğrudan uygulanabilir normlar
ihtiva eden AİHS hükümlerinin Türk mahkemeleri tarafından uygulanması
zorunludur. Türkiye'nin de bireysel başvuru hakkını tanımak suretiyle yetkisini
kabul ettiği sözleşmedeki karar organlarının Sözleşmenin ihlâl edildiğine karar
verebilmesi ve temel hakları ihlâl eden ülkeyi mahkûm edebilmesi bu zorunluluğu
daha da belirginleştirmektedir.
Bu görüşler giderek yüksek mahkemelerce de kabul görmekte
ve bu yöndeki içtihatlar artmaktadır. Nitekim, Danıştay'ın bazı kararlarında
uluslararası sözleşmelerin iç hukukta yasalarüstü bir konumda olduğu ve yargı
organları için de bağlayıcı nitelik taşıdığı belirtilmektedir (Dan.5. Dai,
22.5.1991, E. 86/1723, K.91/933; Dan. 10. Dai., 10.11.1992, E.91/1262,
K.92/3911).
Buna karşılık, Anayasa Mahkemesinin bugüne kadar verdiği
kararlarda, AİHS ve insan haklarını ilgilendiren diğer sözleşmelerle ilgili
yorumunun farklı olduğu; çeşitli kararlarda İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi
ile AİHS'ni doğrudan uygulamamasına ve tek başına bir norm olarak
kullanmamasına karşılık, destek-ölçü norm olarak uyguladığı bilinmektedir.
Diğer taraftan, Anayasa Mahkemesi, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, AİHS,
Helsinki Nihai Senedi, Paris Şartı ve Viyana Deklarasyonundan alıntılar yaptığı
kararlarında, bu belgelerin temel hakların sınırları ile ilgili hükümlerine
atıflar yapmakta, ancak bu sınırlamalar için şiddet ve terörle açık ve yakın
bir bağlantı şartının gerekip gerekmediği konusuna girmemektedir.
Ancak, yukarıda da belirtildiği gibi, Anayasa'da yer alan
bir hükmün benzeri sözleşmede de yer almaktaysa ve Avrupa İnsan Hakları
Komisyonu (AİHK) ile Avrupa İnsan Hakları Divanı (AİHD) bunu belirli bir
şekilde yorumlamaktaysa, bu yoruma uygun davranmak gerekecektir.
Bu nedenle, özellikle AİHK'nun Türkiye Birleşik Komünist
Partisi (TBKP), Sosyalist Parti (SP), HEP ve Demokrasi Partisi'nin
başvurularını kabul edilebilir bulmasından ve AİHD'nin TBKP'nin müracaatını
kabul ederek Türkiye'yi mahkûm etmesinden sonra, Anayasa Mahkemesi'nin, AİHS
hükümlerini doğrudan uygulamasının ya da en azından AİHS ile ilgili yorumunu
Komisyonun ve Divanın yorumu ile uyumlu bir hale getirmesinin isabetli
olacağını düşünmekteyim. Zira, yukarıda belirtildiği gibi, AİHS ile ilgili
yorumda en son sözü söyleme yetkisi AİHK ve AİHD'na ait bulunmaktadır.
AİHS'nin 1 1. maddesine göre, 'Her şahıs
asayişi ihlâl etmeyen toplantılara katılmak ve başkalarıyla birlikte sendikalar
tesis etmek ve kendi menfaatlerini korumak üzere sendikalara girmek hakkı da dahil
olmak üzere, dernek kurmak hakkını haizdir.' Aynı maddenin ikinci fıkrasında
ise, 'Bu hakların kullanılması demokratik bir toplulukta, zaruri tedbirler
mahiyetinde olarak milli güvenliğin, âmme emniyetinin, nizamı muhafazanın,
suçun önlenmesinin, sağlığın veya ahlâkın veya başkalarının hak ve
hürriyetlerinin korunması için ve ancak kanunla tahdide tabi tutulabilir. Bu
madde, bu hakların kullanılmasında idare, silahlı kuvvetler veya zabıta
mensuplarının muhik tahditler koymasına mani değildir' denilmektedir.
Siyasî partilerin kapatılmasına ilişkin kararlar önce
AİHK, arkasından da AİHD önüne götürülecek olursa, bu organlar 'incelemelerini
sadece AİHS hükümleri içinde kalarak' yapacaklarından, kapatma kararının
öncelikle AİHS'nin 11. maddesinin ikinci fıkrasıyla bağdaşması gerekmektedir.
Söz konusu fıkradan, örgütlenme hakkının kullanılmasının
milli güvenliğin, kamu emniyetinin, düzenin, sağlığın, ahlâkın veya
başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması ya da suçun önlenmesi gibi
sebeplerle yasayla sınırlanabileceği; ancak bu sınırlama nedenlerinin
demokratik bir toplum için gerektiği zaman ve ölçüde kullanılabileceği
anlaşılmaktadır. Aksi halde, kısıtlama, AİHS'nin sınırlarını aşacak ve bunun
ihlâli sonucunu doğuracaktır.
Anayasa Mahkemesi Refah Partisi davasında hangi kısıtlama
sebeplerine dayanıldığını gerekçesinde belirtmemiştir. Oysa, yukarıda
belirtilen kısıtlama sebeplerinden millî güvenliğin korunması sebebine dayanmak
için, örgütlenmenin, ülke topraklarını parçalamaya yöneldiği ve bu amaca yönelik
hareketlerin bölge barışını bozma eğilimi gösterdiği veya komşu devletlerin,
düşmanca amaçlarına hizmet edildiği delillendirilmeli; kamu güvenliğinin
korunması sebebini ileri sürebilmek için, parti örgütünün terörü desteklediği
veya yönettiği, halk arasında kin ve husumet duygularını körüklediği ispat
edilmeli, başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması sebebine dayanabilmek
için de terörle partinin bağlantısı kanıtlanmalıdır.
Diğer taraftan, 'Bu Sözleşme hükümlerinden hiçbiri bir
devlete, topluluğa veya ferde, işbu Sözleşmede tanınan hak ve hürriyetlerin yok
edilmesini veya mezkûr Sözleşmede derpiş edildiğinden daha geniş ölçüde
tahditlere tabi tutulmasını istihdaf eden bir faaliyete girişmeye veya
harekette bulunmaya matuf herhangi bir hak sağladığı şeklinde tefsir olunamaz'
hükmünü içeren 17. maddesi, AİHK ve AİHD içtihatlarında yaygın bir uygulama
alanına sahip bulunmamaktadır AİHK, Federal Alman Anayasa Mahkemesinin Komünist
Partisini kapatma kararı üzerine yapılan başvuruyu, AİHS'nin 11. maddesinin 2.
fıkrasının uygulanmasını gereksiz görerek sadece 17. maddesine dayanarak
reddetmiş, ancak, Komisyonun 20.7.1957 tarihli bu kararı, 17. maddenin tek
başına uygulanmasının, ilgililerin AİHS'de öngörülen hak ve özgürlüklerinden
yoksun bırakılacağı şeklinde yanlış yorumlanmasına yol açabileceği gerekçesiyle
eleştirilmiştir.
17. maddenin, hak ve özgürlüklerin yok edilmesi amacına
ulaşılmasını kolaylaştıran ifade ve örgütlenme özgürlüklerini kapsadığı
girmeyen veya kötüye kullanıldığı ya da kullanılacağı ispatlanamayan hak ve
özgürlüklerin sınırlanmasının Sözleşmeye aykırılık oluşturduğu gerekçesiyle
AİHK ve AİHD söz konusu karar dışında, 17. maddeyi tek başına uygulamamıştır.
AİHK, 17. maddeyi tek başına uyguladığı için
eleştirildiği Alman Komünist Partisi ile ilgili kararında, 'Federal Alman
Anayasa Mahkemesi, Alman Komünist Partisinin proleterya ihtilalini ve
diktatörlüğünü amaçladığını, Komünist Partisi'nin kendi açıklamalarına
dayanarak tespit ettiğine dikkat etmiş; Komünist teorinin de bunu teyid ettiğini
belirtmiş, sonuç olarak da diktatörlüğün hiçbir bakımdan AİHS ile
bağdaşmadığını vurgulamıştır (Gölcüklü-Gözübüyük, age., s. 363).
Buna karşılık, AİHK, Sosyalist Parti'nin başvurusunu
(21237/93), 'dernek kurma özgürlüğünün, bu özgürlüğün Sözleşme'yi ihlal eden
amaçlara ulaşmak için kullanıldığı kesin bir şekilde İSBAT EDİLMEDİĞİ sürece,
Devletin çıkarlarının korunması için feda edilebilecek bir değer olmadığı' ve
adı geçen Partinin kapatılmasına ilişkin kararın, 'Sözleşme'nin 11. maddesinin
2. fıkrasınca, demokratik bir toplumda zorunlu sayılamayacağı' düşüncesiyle
kabul etmiş ve oybirliği ile Sözleşmenin 11. maddesinin ihlâl edildiği sonucuna
varmıştır.
AİHK, söz konusu başvuru ile ilgili olarak 26.11.1996
tarihinde yayınlanan raporunda, 'siyasi bir partinin amacı, vatandaşların
ülkenin içinde bulunduğu problemler için neler düşündüklerini
söyleyebilmelerini sağlamak olduğu gibi, siyasî iktidarın yürürlüğe
koyabileceği kesin çözümler sunmaktır. Bu sadece olumlu karşılanan görüşler ya
da zararsız veya önemsiz sayılan görüşler için geçerli değil, ama şaşırtan
veya endişe verici görüşler için de geçerlidir; zira 'demokratik bir toplum'
için gerekli olan çoğulculuk, hoşgörü ve açık görüşlülük bunu gerektirmektedir.
Bundan dolayı, resmi görüşlerin ve icraatların muhalifleri siyasi arenada
yerlerini bulabilmelidirler (AİHD, 8.7.1986 tarihli Lingens/Avusturya davası
kararı, Seri A, no. 103, s. 14, paragraf 42). Onun içindir ki, olası
müdahalelerin demokratik bir toplumda zorunlu olduklarına dair daha katı değerlendirmelere
tâbi tutulmaları gerekmektedir' demektedir.
AİHD da, 30.1.1998 tarihli kararıyla TBKP'nin Anayasa
Mahkemesi'nce kapatılmasının, AİHS'nin örgütlenme özgürlüğü ile ilgili 11.
maddesine aykırı olduğuna oybirliğiyle hükmetmiş bulunmaktadır.
Anayasa Mahkemesi, TBKP'nin kapatılmasına ilişkin
kararını, adıgeçen Partinin Siyasi Partiler Kanununa göre kullanımı yasak olan
'Komünist' adını almış olması ve gerek Anayasayla, gerekse Siyasi Partiler
Kanunu ile yasaklanmasına rağmen, parti tüzüğünde ve programında Türk-Kürt
ayırımı yapılmış olması gerekçesine dayandırmış, ancak AİHD bunu incelemeye
almıştır.
Divan, TBKP'nin 'Komünist' adını taşımasına rağmen, sınıf
tahakkümünü amaçlamadığını, aksine siyasal çoğulculuk ve genel seçim de dahil
olmak üzere, demokrasinin bütün gereklerini benimsediğini, bunun da onu 1956'da
kapatılan Alman Komünist Partisinden ayırdığını, Komünist adının
kullanılmasının, Türk toplumu ve Devleti üzerinde gerçek bir tehlike
yarattığını gösteren SOMUT bir delil ortaya konulmadığını ve TBKP'nin sırf bu
adı taşımasından dolayı kapatılmasının örgütlenme özgürlüğünün (AİHS'nin 11.
maddesinin) ihlâli anlamına geleceğini belirtmiş; TBKP'nin tüzük ve programında
Türk-Kürt ayrımı yapılmasını bile, bu konuda şiddete başvurulmasının
benimsenmediği, bir 'siyasal grubun' sırf bir kısım halkın durumunu kamuoyu
ön0ünde tartışmak ve herkesi tatmin edecek bir çözümün bulunması amacıyla
siyasal hayata katılmak istediği için engellenmesinin haklı görülemeyeceği
gerekçeleriyle, Sözleşmenin 11. maddesinin ikinci fıkrası ve 17. maddesinde yer
alan sınırlama sebepleri arasında değerlendirmemiştir.
Sonuç olarak, TBKP'nin, terörle bir ilgisinin bulunduğu
ve AİHS'de yer alan hak ve özgürlükleri tahribe yönelik bir faaliyet içinde
olduğu somut delillere dayanarak ispatlanmadan kapatılmasının ve liderlerinin
siyasi faaliyetten yasaklanmasının, AİHS'nin meşru gördüğü kısıtlama amacıyla
ORANTILI bulunmadığı ve demokratik bir toplum için de gerekli olmadığı
gerekçesiyle, AİHS'nin örgütlenme özgürlüğü ile ilgili 11. maddesinin ihlali
olarak değerlendirildiği anlaşılmaktadır.
Komisyon ve Divanın, parti kapatma davalarında
Sözleşmenin 11. maddesinin bir lex specialis (özel hüküm) oluşturduğunu
düşünmesi nedeniyle, Sözleşmenin diğer maddelerine ilişkin iddiaların ayrıca
incelenmesine gerek bulunmadığına karar verdiği görülmekte ise de, siyasi parti
kapatma davalarında önemli bir Sözleşme hükmü de 10. maddedir. Bu maddeye göre;
'1. Her fert ifade ve izhar hakkına maliktir. Bu hak içtihat hürriyetini ve
resmi makamların müdahalesi ve memleket sınırları mevzubahis olmaksızın, haber
veya fikir almak veya vermek serbestisini ihtiva eder. Bu madde, devletlerin
radyo, sinema veya televizyon işletmelerini müsaade rejimine tabi kılmalarına
mani değildir. 2. Kullanılması vazife ve mesuliyeti tazammun eden bu
hürriyetler, demokratik bir toplulukta, zaruri tedbirler mahiyetinde olarak,
milli güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya amme emniyetinin, nizamı
muhafazanın, suçun önlenmesinin, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret
veya haklarının korunması, gizli haberlerin ifşasına mani olunması veya adalet
kuvvetinin üstünlüğünün ve tarafsızlığının sağlanması için ancak ve kanunla,
muayyen merasime, şartlara, tahditlere veya müeyyidelere tâbi tutulabilir.'
AİHD, muhtelif kararlarında düşünceyi ifade özgürlüğünün
demokrasilerdeki önemini vurgulayarak, şu tesbitleri yapmıştır: 'Düşünceyi
açıklama özgürlüğü demokratik toplumun önemli temellerinden birini, bu toplumun
ve her insanın gelişiminin temel koşulunu oluşturur. Sözleşmenin 10. maddesi, ikinci
fıkradaki koşullara tâbi olarak, yalnız uygun ve iyi olarak düşünülen veya
zararsız veya önemsiz sayılabilecek haber ve düşünceler için değil, aynı
zamanda Devleti veya toplumun herhangi bir bölümünü şoke eden, gücendiren veya
rahatsız eden düşünceler ve haberler için de geçerlidir ve uygulanmalıdır.
Bunlar çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirli olmanın gerekleri olup, bu
özellikler olmadan herhangi bir demokratik toplum düşünülemez'
(Handyside/İngiltere, 7.12.1976, Seri A, no.24, par.49; The Sunday Times/İngiltere,
26.4.1979, Seri A, no.30, par.64; Vogt/Almanya, 26.9.1995, par.52, Turhan'dan
naklen, agr., s. 71; Gölcüklü-Gözübüyük, age., s. 319).
Divan, 10. maddenin ikinci fıkrasında öngörülen
sınırlandırmanın sadece bu amaçlarla yapılabileceğini ve demokratik toplum
açısından bir zorunluluk olması gerektiğini düşünmekte, düşünceyi ifade
özgürlüğüne müdahaleyi, ancak bu şartlar çerçevesinde zorunlu gördüğü takdirde
onaylamaktadır. Bir müdahalenin 'zorunlu' olması için ise, yapılan sınırlamada
'önemli ve zorunlu bir gereksinim' gösterilmeli ve özgürlüğe müdahale
gerçekleştirilmek istenen amaçla ölçülü ve müdahale için gösterilen nedenlerle
ilgili ve yeterli olmalıdır (Sunday Times, 1979, par. 64; Handyside, par.
48-50, M.Turhan'dan naklen).
Divan, bir başka kararında da, ifade özgürlüğünün, halkın
seçtiği birinin, kendi adına olduğu kadar temsil ettikleri adına da konuştuğu
için daha fazla önem taşıdığını belirtmektedir (Castells/İspanya, 23.4.1992,
Seri A, no. 236, Akıllıoğlu, T.'den naklen, İHMD, C.III, 5.3, Kasım 1995, s.
24).
AİHK da Sosyalist Parti ile ilgili raporunda, 11.
maddenin, özel bir hüküm oluşturmasına rağmen 9. ve 10. maddeler ışığında
yorumlanması gerektiğini; SP'nin kapatılmasının özellikle yöneticilerinin
yaptıkları konuşmalar üzerine gerçekleştiğini belirterek, 9. ve 10. maddelerde,
düşünce ve ifade özgürlüğü şeklinde sunulan kişisel görüşlerin korunması
teminatının, 11. maddenin teminat altına aldığı örgütlenme özgürlüğünün
hedefleri arasında olduğu sonucuna varmaktadır.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Anayasa'nın 69. maddesinin
altıncı fıkrasının yollamasıyla, 68. Maddenin dördüncü fıkrasındaki 'Siyasi
partinin eylemleri .... demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı
olamaz...' hükmü gereğince Refah Partisi'nin kapatılmasına karar verilmesini
talep etmiştir.
Başsavcılık iddianamesinde, lâikliğe aykırı eylemler
olarak bazı Parti yöneticileri ile milletvekillerinin ve Partili bir belediye
başkanının çeşitli yerlerde ve zamanlarda yaptıkları açıklamaların delil olarak
sunulduğu görülmektedir. Mahkememiz de bu delillere dayanarak davalı Parti'yi
kapatmıştır.
Refah Partisi'nin kapatılmasına ilişkin karar, bireysel
başvuru yoluyla AİHK ve AİHD'na götürülürse, kapatma kararının, 10. ve 11.
maddeleri ihlal edip etmediği incelenecektir. Oysa, iddianamede yer alan ve
kapatma kararı gerekçesi olarak gösterilen DELİLLERİN AİHS'nin 10. ve 11.
maddelerinin ikinci fıkraları ile 17. maddede yer alan sınırlandırma nedenleri
kapsamında olmadığı anlaşılmaktadır.
Bu nedenle, Divanın, parti kapatılmasına
ilişkin en son kararında vurguladığı şartlar bu davada gerçekleşmemiştir.
Davalı Partinin programında ve eylemlerinde, terörle bir ilgisinin bulunduğu ve
AİHS'de yer alan hak ve özgürlükleri tahribe yönelik bir faaliyet içinde olduğu
ispatlanmamıştır.
AİHS'nin 53. maddesine göre, Divan kararları Türkiye için
de bağlayıcı olduğundan ve yargı organlarının, Sözleşmeyi ve ulusal kuralları
Divanın anlayış ve yorumu doğrultusunda uygulaması gerektiğinden, RP'nin
kapatma davasına dayanak yapılan delillerin de, AİHD kararlarında belirtilen ve
yukarıda nakledilen ölçülere göre değerlendirilmesinde zorunluluk
bulunmaktadır.
Ancak, Anayasa Mahkemesi bu davada yukarıda belirtilen
ölçütlere uymadığı gibi, dayanılan beyan ve eylemlerle terör bağlantısını somut
bir biçimde göstermemiştir.
Özellikle, 'demokrasinin temel niteliğinin çoğulculuk,
başarısının temel şartının da ifade özgürlüğü olduğunu ve bu açıdan ülke
sorunlarının şiddete başvurmadan, diyalog yoluyla çözümlenmesinin önerilmesinin
demokrasiye özgü bir imkan olduğunu' belirten Divan kararı ile bu özgürlüğün
sadece olumlu karşılanan görüşler ya da zararsız veya önemsiz sayılan görüşler
için değil, şoke eden, şaşırtan veya endişe verici görüşler için de geçerli
bulunduğunu; bundan dolayı, 'resmî görüşlerin ve icraatlerin muhaliflerinin
siyasî arenada yer bulabilmelerinin' gerektiğini hükme bağlayan Divan ve
Komisyon kararları gözönünde bulundurulduğunda, davalı Parti hakkındaki kapatma
isteminin reddi gerektiğini düşündüğümden çoğunluk görüşüne katılmadım.
II- USUL YÖNÜNDEN DEĞERLENDİRME
A- 1995 YILINDA ANAYASA'NIN 68. ve 69.
MADDELERİNDE YAPILAN DEĞİŞİKLİĞİN GETİRDİKLERİ
Türkiye'nin çeşitli tarihlerde imzalamış
olduğu uluslararası sözleşmeler (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi, Helsinki Nihaî Senedi, Yeni Bir Avrupa İçin Paris Yasası
gibi) millî hukukumuzu uluslararası hukukla bütünleştirme konusunda en önemli
zorlayıcı unsur olmuştur. Bu süreç, 1961 ve 1982 Anayasalarının hazırlanmasında
'hak ve özgürlüklerle' bunların nasıl sınırlandırılacağı konusunu etkilemiş,
sözleşme hükümleriyle anayasal kurallar arasında önemli paralellikler
sağlanmıştır. Avrupa Birliği'ne katılma çabaları 'Uyum Yasalarının'
çıkarılmasını gündeme getirmiş, bu kapsamda 1995 Anayasa değişikliği
gerçekleştirilmiştir. Hemen belirtmek gerekir ki, bu değişikliklerin temelinde
'Uluslararası İnsan Hakları Standartlarının' ülkemizde uygulanmasını sağlamak
amacı vardır. Önceki bölümde de belirtildiği gibi yakın bir tarihte Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'nin 'zorunlu yargı yetkisi' kabul edilerek Türk
vatandaşlarına bireysel başvuru hakkının tanınması uluslararası hukukla
bütünleşme gayretlerini daha da hızlandırmıştır. Çağımızda insan hak ve
özgürlüklerinin artık bir 'ideoloji' haline gelmesi 'uluslararası standartların'
uygulanmaya konması ihtiyacını daha çok arttırmıştır.
Bu nedenle, 1995 Anayasa değişikliği de belirtilen
hedeflere ulaşabilmek için yapılmış, hak ve özgürlüklerin önündeki anayasal
engellerin kaldırılması amaçlanmıştır.
Genişletilen özgürlük alanı içinde siyasî haklarla siyasî
partilerin kuruluş, çalışma ve kapatılma hükümleri yeniden düzenlenmiştir. Bu
bağlamda, siyasî partiler daha güçlü ve etkin kuruluşlar haline getirilmiş,
hemen kapatılması anlayışından uzaklaşılarak sağlıklı yapıya kavuşma şansı verilmiş
ve siyasî yasaklar azaltılarak derneklerin, vakıfların, sendikaların,
üniversite öğretim üyelerinin yasakları kaldırılmıştır.
1995 yılında Anayasa'da siyasî partilerle ilgili yapılan
değişiklikler özetle şöyledir :
- 1995 değişikliğinden önce Anayasa Mahkemesi kararıyla
temelli kapatılan bir siyasî partinin kapatılma davasının açıldığı tarihte
parti üyesi olan tüm milletvekillerinin üyelikleri düşerken, değişiklikten
sonra sadece beyan ve eylemleriyle partinin kapatılmasına sebep olanların
milletvekilliklerinin düşmesi esası getirilmiştir.
- 1995 değişikliğinden önce, temelli kapatılan siyasî
partilerin kapatılma tarihinde üyeliği devam eden kurucuları, Genel Başkanı,
merkez karar ve yönetim kurulu ile her kademedeki yöneticileri yeni bir
partinin kurucusu, yöneticisi ve denetçisi olamaz iken, değişiklikten sonra bu
kapsam oldukça daraltılarak sadece partinin temelli kapatılmasına beyan ve
faaliyetiyle sebep olanlar beş yıl süreyle başka bir partinin kurucusu,
yöneticisi, üyesi ve denetçisi olamayacaklardır.
- 1995 değişikliği ile kapatılmış parti mensuplarının üye
çoğunluğunun teşkil edeceği yeni bir siyasî partinin kurulamayacağı yasağı
kaldırılarak, kapatılmaya sebep olan parti üye ve yöneticileri dışında
kalanların tamamının başka ya da yeni bir siyasî partide yerlerini alabilme
olanağı getirilmiştir.
-Partilerin kapatılma sebeblerine ilişkin
de önemli değişiklikler yapılarak özellikle 2820 sayılı Siyasî Partiler
Kanunu'nda oldukça genişletilmiş olan kapatma nedenleri 1995 değişikliğiyle
daraltılmış, partilerin temelli kapatılmaları ancak şu üç sebebe bağlanmıştır:
Bir siyasî partinin tüzük ve programının
Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı olması,
. Siyasî partinin yabancı devletlerden, uluslararası
kuruluşlardan, yabancı gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alması (yabancı
ülkelerde yaşayan Türk uyruklu gerçek ve tüzelkişilerden yardım alınabilecek),
. Siyasî partinin Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü
fıkrasında belirtilen yasaklara aykırı fiillerin işlendiği 'ODAK HALİNE
GELMESİ'
1995 yılında 69. maddede yapılan değişiklik, Siyasî
Partiler Kanunu'nda bulunan, ancak Anayasa'da bulunmayan 'SUÇ MİHRAKI OLMA'
biçimindeki kapatma sebebinin ANAYASAL DAYANAĞI olmuştur.
Başsavcılık iddianamesinde, davalı partinin kapatılmasını
'Lâik ilkeye aykırı fiillerin işlendiği SUÇ ODAĞI HALİNE GELME' sebebine
bağladığından, Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrasında belirlenen bu
konunun incelenmesi gerekir. Fıkra aynen şöyledir:
'Bir siyasî partinin 68. maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine
aykırı EYLEMLERİNDEN ötürü temelli kapatılmasına, ANCAK onun bu nitelikteki
fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin ANAYASA MAHKEMESİNCE tesbit
edilmesi halinde karar verilir.'
Bu fıkranın ne getirdiğini belirtmeden önce, 2820 sayılı
Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. ve 103. maddesinin açıklanması gerekir.
101. maddeye göre, partinin Büyük Kongre, Merkez Karar ve
Yönetim Kurulu, TBMM Parti Grubu gibi yetkili kurulları dışında kalan kişi ve
yöneticilerden kimlerin beyan ve eylemlerinin partinin kapatılmasına sebep
olacağı açıkça belirtilmiştir.
Belirtilen yetkili kurullar dışında,
- Parti Genel Başkanı, Genel Başkan Yardımcıları ile
Genel Sekreterin parti yasaklarına aykırı sözlü ve yazılı beyanda bulunması,
- Bu kurullar dışında kalan yetkili kurul organ ve
merciin (il, ilçe teşkilatları gibi) parti yasaklarına aykırı fiil işlemeleri
durumunda Başsavcının bunların işten el çektirilmesi talebinin yetkililerce 30
gün içinde yerine getirilmemesi,
- Açıklanan yetkili kurullar dışında kalan parti ÜYELERİNİN
yasaklara aykırı fiillerinden ötürü (hüküm giymeleri koşuluyla) Başsavcılıkça
partiden ihraç edilmesi isteminin 30 gün içinde parti yetkililerince yerine
getirilmemesi,
- 103. Maddenin ikinci fıkrasına göre, hüküm giymiş
ÜYELERİN parti yasaklarını çok kesif bir şekilde işlemiş olmaları ve partinin
Büyük Kongre, Merkez Karar ve Yönetim Kurulu veya TBMM grubunca zımnen ya da
sarahaten benimsendiğinin Anayasa Mahkemesi'nce tesbit edilmesi durumunda,
Siyasî partiler kapatılabilecektir.
Siyasî Partiler Kanununa göre uygulama böyle iken,
Anayasa'nın değişik 69. maddesi altıncı fıkrası ile 68. maddesinin dördüncü
fıkrası siyasî partilerin kapatılmalarını KİŞİLERİN beyan ve eylemlerine değil,
'SİYASÎ PARTİNİN EYLEMİ' ŞARTINA bağlamıştır.
Yeni düzenleme ile bir siyasî partinin kapatılması ancak
Büyük Kongre, Merkez Karar Yönetim Kurulu ve TBMM Parti Grubunun yazılı-sözlü
karar ve eylemlerinin Anayasa'nın 68/4. maddesindeki parti yasaklarına aykırı
olması durumunda mümkün olabilecektir. Bu yetkili kurulların dışında kalan,
-Parti üyelerinin,
-Partinin taşra teşkilatlarının,
-Parti Genel Başkanı, Yardımcıları ve Genel Sekreterinin
beyan ve eylemleri 'TEK BAŞINA' parti kapatma nedeni sayılmayacaktır. Ancak, bu
kişilerin beyan ve eylemleri,
- İlgili mahkeme kararlarıyla parti yasaklarına
aykırılığının sübut bulması,
- Bunun Parti yetkili kurullarınca zımnen ya da açıkça
benimsenmesi,
- Kesif biçimde işlenen
bu fiillerin partiyi 'suç odağı' haline getirmiş olduğunun Anayasa
Mahkemesi'nce tesbit edilmesi,
durumunda o siyasi partinin kapatılması gerekecektir.
1995 Anayasa değişikliği ile siyasî partilerin kapatılma
nedenleri diğer demokratik ülkelerdeki çağdaş gelişmelere paralel olarak
daraltılmış ve zorlaştırılmıştır. Nitekim, TBMM'de 69. maddenin değişikliği
sırasında Anayasa Komisyonu sözcüsü bir soru üzerine yaptığı konuşmada bu
konuya açıklık getirmiştir:
'...Partilerin temelli kapatılması iki şekilde olur; ya
partinin programı veya tüzüğü kapatılma sebeplerini ihtiva eder, yani
Anayasa'nın değişmez maddelerinden doğan ilkelere aykırıdır, veyahut partinin
eylemleri, bu ilkelere aykırıdır. Şimdi burada bir tüzel kişinin eylemlerinin
bazı gerçek kişiler tarafından yapılması halinde hangi hallerde gerçek kişinin
eyleminin parti tüzel kişiliğine atfedilebileceği meselesi ortaya çıkar. Bu her
tüzel kişinin mesuliyeti konusunda ortaya çıkan bir konudur. Burada bu açıdan
hukuk bakımından Alman tatbikatından esinlenen çok önemli bir kayıt
getirilmiştir. Bugünkü Anayasada parti üyelerinin, kurucularının,
idarecilerinin eylemlerinden ötürü kapatılır diyor; ama, her idarecinin, her
kurucunun eylemi böyle bir kapatmaya sebebiyet verecek olursa, bu demokratik
ilkelerle bağdaştırılabilecek bir durum olamaz. Alman tatbikatında odak kavramı
getirilmiştir. Yani bu tarz Anayasamızın değişmez ilkelerinden doğan kayıtlara
aykırı eylemler, partinin üyeleri ve idarecileri tarafından işlenmişse, Anayasa
Mahkemesi'nin bakması gereken husus, sadece bu eylemlerin işlendiğini tesbit
etmekten ibaret kalmayacak, aynı zamanda, bu yoldan, o partinin bu tarz
eylemlerin işlendiği bir odak haline geldiğini, Anayasa Mahkemesi tespit
etmekle mükellef tutulacaktır; bu da, siyasi partilerimiz açısından son derece
önemli bir teminattır' (TBMM. Tutanak Dergisi, 128 inci Birleşim, 23.6.1995
Cuma, Sh.440)
'ODAK' kelimesi, batı tatbikatında anlamı belli olan bir
hukuki kavramdır. Bu, hem toplum için hem parti için bir teminattır.' (TBMM.
Tutanak Dergisi, 128 inci Birleşim, 23.6.1995 Cuma 5h.458)
Görüldüğü gibi, kapatılma nedenleri daraltılmakla
kalmamış, Genel Başkanın, yardımcısının, Genel Sekreterin konuşması esas
alınarak partinin kapatılması kurallarından vazgeçilmiştir. Önceki bölümlerde
açıklandığı gibi, Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrasında düzenlenen
siyasî partilerin 'suç odağı olma' şekli ile 2820 sayılı Yasa'nın 103.
maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen suç 'mihrakı olma' kavramı aynı temel
esaslara oturtulmuş, 103. maddenin dayanağını 1995 yılından sonra Anayasa'nın
69. maddesi oluşturmuştur. Başka bir anlatımla, 2820 sayılı Yasa'nın 103. maddesi
anayasal güvence altına alınmıştır.
Bu açıklamalardan şu sonucu çıkarabiliriz: İster
Anayasa'nın 69. maddesi direkt uygulansın, ister 2820 sayılı Yasa'nın 101/d ve
103. maddeleri uygulansın 'ölçü' değişmeyeceğinden uygulamada da farklılık
olmayacaktır. Burada önemli bir noktanın hemen belirtilmesi gerekir.
Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrası ile Anayasa Mahkemesi'ne bir siyasî
partinin 'suç odağı haline gelip gelmediğini' TESBİT görevi yeni verilmiş bir
görev değildir. Çünkü, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. maddesinin
ikinci fıkrası gereğince, hüküm giymiş partili üyelerce parti yasaklarının
yoğun bir şekilde ihlâl edilmiş olduğunun ve bunun Büyük Kongre, Merkez Karar
ve Yönetim Kurulu veya TBMM grubunca benimsendiğinin 'SUBUT BULMASINI' yani
'SUÇ ODAĞI OLMASINI' tesbit görevini Anayasa Mahkemesi zaten yapıyordu. Yapılan
düzenleme Anayasa Mahkemesi'nin Yasa'da belirtilen görevinin anayasal güvenceye
alınmasından ibarettir. Anayasa'nın 69. maddesinin 1995 yılında değişmesinden
sonra Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. maddesinde bir değişiklik yapılmadığına
göre, uyum içinde bulunan bu iki hükmün elimizdeki parti davasında
uygulanmasında anayasal bir sakınca yoktur.
Öte yandan, Anayasa'nın 69. maddesini yorumlarken
Türkiye'nin imzalamış olduğu uluslararası sözleşmelerden doğan yükümlülükleri
gözardı etmek mümkün değildir. Belirtilen Anayasa kuralını uluslararası
sözleşmelerin öngördüğü standartlara da uygun yorumlamak gerekecektir. Bu
nedenle, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 10. ve 11. maddelerini yorumlayan
AİHM'nin ifade özgürlüğü ile örgütlenme özgürlüğünü sınırlamada 'terör ve
şiddet' unsuru ile 'somut ve ciddi bir tehlikenin varlığı' ölçütlerine göre
değerlendirme yaptığı gerçeğini görerek, Anayasa'nın 69. maddesini buna uygun
yorumlamak gerekir.
B- SİYASÎ PARTİLER KANUNU'NUN 101/D ve 103. MADDELERİNİN
UYGULANMASI
Siyasî
Partiler Kanunu'nun 101/d ve 103. maddelerine göre bir partinin 'suç odağı
haline' gelmesinden dolayı Başsavcının kapatma davası açabilmesi aşağıda
belirtilen şartların gerçekleşmesiyle mümkündür.
- Siyasî Partiler Kanunu'nun dördüncü kısmında belirlenen
parti yasaklarına aykırı davranan 'PARTİ ÜYELERİNİN' işledikleri bu
fiillerinden dolayı hüküm giymiş olması. (Md. 101/d),
- Hüküm giymiş bu üyelerin partiden İHRAÇ edilmeleri için
Başsavcının partiye bildirimde bulunması (Md. 101/d),
- Partinin, bu bildirimden sonra hüküm giymiş üyeyi 30
gün içinde ihraç etmesi (ihraç etmemesi ayrı kapatma nedenidir),
- Hüküm giymiş, bildirim sonunda ihraç edilmiş üyelerin
bu fiilleri kesif olarak işlediğinin Anayasa Mahkemesi tarafından tesbit
edilmesi (Md. 103),
- Hüküm giymiş ihraç edilmiş bu üyelerin fiillerini
Parti'nin Büyük Kongre, Merkez Karar ve Yürütme Kurulu ve TBMM Grubunun
sarahaten ve zımnen benimsendiğinin Anayasa Mahkemesi'nce tesbit edilmesi (Md.
103).
Belirtilen bu usul şartları yerine getirilmeden kapatma
davası açılırsa Anayasa Mahkemesi'nce dava reddedilecektir. Nitekim bu usule
uyulmadığı için Anayasa Mahkemesi 14.3.1993 gün ve 1992/1 Esas, 1993/1 Karar
sayılı Kararıyla HEP davasında kapatılma istemini reddetmiştir.
Refah Partisi'nin kapatılması için Başsavcılığın açtığı
davanın da öncelikle SPK'nun 103. maddesinde öngörülen koşulların yerine
getirilmemesi nedeniyle reddedilmesi gerektiğinden, aksi yönde oluşan çoğunluk
görüşüne katılmadım.
C- ANAYASA MAHKEMESİNİN USUL YÖNÜNDEN DAVAYI
SONUÇLANDIRMA BİÇİMİ
1- Genel Olarak
Yukarıda belirtilen bölümlerde Anayasa'nın yeni 69.
maddesi ile Siyasî Partiler Kanunu'nun 101/d ve 103. maddelerinin kapatma
davasında nasıl uygulanacağı belirtilmiştir.
Anayasa Mahkemesi, davalı Partinin 'suç odağı haline'
gelip gelmediğini incelerken Siyasî Partiler Yasası'nın 103. maddesini
uygulayarak işe başlamıştır. Ancak, 103. maddenin ikinci fıkrasında parti
yasaklarına aykırı davranan üyelerin 'hüküm giymiş olma şartı' ile odaklaşmaya
esas alınması koşulu Anayasa'ya aykırı bulunmuş, fıkra bu yönden iptal
edilmiştir. Özellikle, lâiklik ilkesine aykırı fiillerin yaptırımı olan Türk
Ceza Kanunu'ndaki 163. maddenin yürürlükten kaldırılmış olması nedeniyle, bu
fiillere ilişkin 'hüküm giymiş olma' şartının hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği
düşüncesi, iptal kararının ana gerekçesi olmuştur. Bu iptal kararı nedeniyle
Parti üyeleri için 'hüküm giymiş olmak' şartı aranmaması şu sonuçları ortaya
çıkarmıştır:
- Anayasa Mahkemesi'nin parti kapatma davalarına dosya
üzerinden bakması anayasal zorunluluk olduğundan ÜYELERİN parti yasaklarına
aykırı fiilleri tesbit edilirken dosya üzerinde inceleme yapılmıştır. Bu
nedenle SAVUNMALAR alınmadan, tanıklar dinlenmeden, yargılama yapılmış;
Anayasa'nın 36. maddesinde öngörülen, 'Herkes meşru vasıta ve yollardan
faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve
SAVUNMA hakkına sahiptir' kuralındaki hak arama özgürlüğü açıkça ihlal
edilmiştir.
- Parti yasaklarına aykırı davrandığı ileri sürülen
milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılmadan suçlulukları Anayasa
Mahkemesi'nce tesbit edilmiştir.
- Başsavcı'nın ihraç istemi üzerine üyelerinin
fiillerinin parti kapatılmasına neden olabileceğinden haberdar olan parti bu
uyarıdan mahrum kalmıştır.
- Siyasî Partiler Kanunu'nun
101/d ve 103. maddeleri gereğince parti yasaklarına aykırı hareket eden
'ÜYELER' bu suçlarından dolayı ceza mahkemelerinde yargılanıp hüküm giymeleri
gerekirken, 103. maddenin ikinci fıkrasının iptali sonunda, iptal tarihinden
önceki tüm eylemler Anayasa'nın 37. maddesinde öngörülen 'Kanuni hakim
güvencesine' aykırı olarak Anayasa Mahkemesi'nce yargılanmıştır.
2- Siyasî Partiler Kanununun 103. Maddesinin İkinci
Fıkrasının İptal Edilmesi.
Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. maddesinin
ikinci fıkrasında, 101. maddesinin (d) fıkrasına yapılan yollama ile bir
partinin Kanunda yasaklanan fiillerin 'mihrakı haline' nasıl gelebileceğinin
şartları belirtilmiştir.
Ancak, Anayasa Mahkemesi bu dava görülürken 'hüküm giyme'
koşulunun yer aldığı 103. maddenin ikinci fıkrasının tümünü Anayasa'nın
69.maddesine aykırı bularak iptal etmiştir. Anayasa'nın 153. maddesinde iptal
edilen bir yasa kuralının ancak Resmi Gazete'de yayımlandığı anda yürürlükten
kalkacağı belirtilmiş olmasına rağmen, Anayasa Mahkemesi her nedense bu kurala
uymamıştır. Mahkeme, 9.1.1998 günü 1998/1 sayılı Kararla belirtilen kuralı
iptal etmiş, Resmi Gazete'de yayımlanmadan 'YOK' kabul ederek, 16.1.1998 günü
buna dayanarak 'davalı Partinin kapatılması kararını' vermiştir.
Oysa, iptal edilen kural Resmi Gazete'de
yayımlanmadığından Partinin kapatıldığı gün halen yürürlüktedir. Yürürlükte
olan bu kuralı yok sayarak buna dayalı hüküm vermek Anayasa'nın 153. maddesinin
olmadığı anlamını taşır. İptal kararı hukuksal boşluk doğurduğundan, TBMM'ne
iptal edilen kuralın yerine yenisini koyma olanağı da verilmemiştir. Anayasa
Mahkemesi iptal kararıyla aykırılığı gidermiş ve bir tür yasa yaparak 'yeni bir
uygulama' başlatmıştır. Anayasa'nın 69. maddesi çerçevesinde parti kapatılma
usul ve esaslarının mutlaka 'KANUNDA' düzenlenmesi gerekirken, bu usul ve
esaslar Anayasa Mahkemesi kararıyla belirlenmiştir.
3- İptal kararının görülmekte olan davada
uygulanma biçimi.
Siyasî Partiler Kanunu'nun dördüncü kısmında partiler
için yasaklanan fiiller tek tek belirtilmiş, buna aykırı hareket, başta
partinin kapatılması olmak üzere, kimi yaptırımlara bağlanmıştır. Bu
yaptırımlar birer ceza kuralı niteliğindedir. Kanunun 101. maddesinde öngörülen
siyasî partinin kapatılmasına ilişkin yaptırımın TCK'nun 11. maddesinde
belirlenen klasik cezalar arasında yer almaması failin tüzelkişi olmasından
kaynaklanmaktadır. Parti tüzelkişiliği de ceza tehdidi altındadır. Anayasa'nın
38. maddesinde öngörülen suç ve cezalarda yasallık ilkesi, yürürlükteki
Anayasa'nın 68. ve 69. maddelerine benzer olan 1961 Anayasası'nın 57.
maddesinin gerekçesinde aynen şöyle ifade edilmiştir: 'Siyasi partiler gibi
Devlet hayatında büyük rolü olan teşekküllerin, herhangi bir dernekle aynı hükme
tabi olması ne ihtiyaçlara ne de hukuk esaslarına uygun düşer... Bu sebeple
siyasî partilerin tüzüklerini, faaliyetlerini ve işleyişlerini ilgilendiren
hükümlerin, kanunla ayrıca düzenlenmesi zarureti mevcuttur. Hele demokrasi
prensiplerine aykırı düşen partilerin kapatılması esası Anayasa ile konulduktan
sonra SUÇLARIN KANUNİLİĞİ prensibi, ne yolda hareket edişin demokratik
olmadığının da kanunda belirtilmesi gerekir.'
Ayrıca, Siyasî Partiler Kanunu'nun 117. maddesi,
partilere ilişkin yasakları işleyenlerin altı aydan az olmamak üzere hapis
cezası ile cezalandırılacaklarını öngörmektedir. Siyasî Partiler Kanunu'nun 98.
maddesi ile 2949 sayılı Kanunun 33. maddesi parti kapatma davalarında Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun uygulanacağını belirtmektedir. Bu hükümlerden,
ceza davası olduğu açıkça anlaşılan parti kapatma davalarında, CMUK'un
uygulanması da siyasî partiler için ayrıca GÜVENCE teşkil eden birtakım
sonuçlar doğurmaktadır. Bunlar arasında sayılacak, üçüncü kişilerin eyleminden
sorumlu olunmaması; kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi ve bunun sonucu olarak
cezada genişletici yorum ve kıyasa yer verilmemesi; ceza usulünün biçimsel
gerçekle yetinmeyip maddî gerçeği araması; delil serbestisi esası; şüphe
halinde sanık lehine hareket edilmesi gibi ilkeler parti kapatma davalarında da
gözönünde tutulacak ceza hukukunun genel esaslarıdır.
Yasakoyucu, ceza hukukunun güvence ilkelerinden siyasi
partiler de faydalansın diye HUMK'nun değil CMUK'un uygulanmasını öngörmüştür.
Davalı siyasî parti, belirtilen ceza hukukunun güvencelerinden yoksun
bırakılmıştır. Şöyle ki: Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. maddesinin ikinci
fıkrası iptal edilmiş ve iptal kararı (Resmi Gazete'de yayımlanmadan) 'GERİYE
DOĞRU' yürütülmüştür. Oysa, devlete olan güveni sarsmamak ve kargaşaya neden
olmamak için Anayasa'nın 153. maddesiyle 'iptal kararlarının geriye
yürümeyeceği' ilkesi kabul edilmiştir.
Görülmekte olan parti kapatma davası 'ceza davası'
niteliğinde olduğundan, iptal kararlarının 'bazı hallerde' geriye
yürüyebileceği istisnasını idarî davalarda uygulandığı gibi düşünmek de mümkün
değildir. Ceza Hukukunun en temel ilkesine göre, failin lehinde olan yeni
düzenleme ve durumlar geçmişe yürütülebildiği halde, ALEYHİNDE olan durumlar
geçmişe yürütülemez. Nitekim, Yargıtay Ceza Genel Kurulu da 16.12.1968 gün ve
412 sayılı kararında, '... iptal kararının bir hukuk kuralı olarak geçmişe
etkisinin olmaması gerekir. 1961 Anayasası'nın 152. maddesinin 3. fıkrasında
(iptal kararı geriye yürümez) hükümleri aynı zamanda kazanılmış hakların saklı
tutulacağını göstermektedir. İptal edilen Kanun ya da hükümlerinden biri ilgili
şahıslar veya müesseseler aleyhine idi ise, tabii ki böyle bir iptal lehe
olduğundan, şahıs veya müessese iptal kararından evvel vaki hususları Anayasa
Mahkemesi kararından bahisle her zaman def'ide bulunabileceklerdir. Görülüyor
ki ... (iptal kararı geriye yürümez) hükmünün genel hukuk kuralları, işin
niteliği gözönünde tutulmak suretiyle mütalaası gerekir. Bu suretle İPTAL,
ilgililerin ALEYHİNE olduğu takdirde geriye yürümeyeceği tabiidir' demektedir.
Anayasa'da belirtilen 'Hukuk Devleti'nde hukuk
güvenliğini sağlayan bir düzenin kurulması asıldır. Devlet organları
görevlerini yerine getirirken 'Hukuk Devleti' niteliğini yitirmemeli, hukukun
uygar ülkelerde kabul edilen temel ilkelerini sürekli gözönünde tutmalıdır.
Devlete güven, hukuk devletinin sağlamak istediği huzurlu ve istikrarlı bir
ortamın sonucu olarak ortaya çıkar. Yasaların Anayasa'ya uygunluğu KARİNESİ
asıldır. Yasalara gösterilen güven ve saygıdan kaynaklanan oluşumların
sonuçlarını korumak gerekir.
Partiler faaliyetlerini öncelikle Siyasî Partiler
Kanunu'na göre yürütmektedirler. Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. maddesi de bir
partinin hangi hallerde 'suç mihrakı' haline geleceğini açıkça belirtmiş,
partiye ve Başsavcılığa bazı mükellefiyetler yüklemiştir. Suç mihrakı haline
gelmesinden ötürü bir partinin kapatılması önceki bölümde belirtildiği gibi
çeşitli şartlara bağlanmıştır. Bu şartlardan suç mihrakı olmaya esas alınan,
üyelerin 'hüküm giymiş olma' şartı, mahkememizce iptal edilmekle partilerin
'suç mihrakı haline gelme'si kolaylaştırılmıştır. Bu yeni durum siyasî partinin
aleyhinedir. Daha önce bu kurala güvenerek üyesinin işlediği suçtan haberdar
olan ve denetimini sağlayan partinin geriye gidilerek 1990 yılına kadar olan
tüm çalışmalarını bu kural yokmuşcasına yargılamak 'Hukuk Devletinin' sağlamak
zorunda olduğu güvenceye kesin aykırılık oluşturur. Siyasî partiler ve siyasî
hak sahipleri uymak zorunda olduğu kuralların hangi gün iptal edilerek suçlu
konumuna düşeceği tehdit ve güvensizliği altında yaşayıp gelişemez. Bu dava
sebebiyle Anayasa Mahkemesi'nin Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. maddesinin
ikinci fıkrası için verdiği iptal kararı, ancak Resmi Gazete'de yayımlandığı
günden itibaren yürürlüğe girebilir. Bu nedenle davanın, 103. maddede öngörülen
şartların yerine getirilmemesi nedeniyle reddedilmesi gerekirken, bu kuralların
yok kabul edilerek davalı partinin kapatılması hukuk kurallarına kesin
aykırılık oluşturur.
D- SİYASİ PARTİLER KANUNU'NUN 101. MADDESİNİN (b)
FIKRASININ KAPATMA KARARINA DAYANAK YAPILMASI NEDENİYLE DEĞERLENDİRİLMESİ :
Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin (b) bendine
göre; Genel Başkan, Genel Başkan Yardımcıları ve Genel Sekreterin, Kanun'un
dördüncü kısmında belirtilen parti yasaklarına aykırı olarak sözlü ya da yazılı
beyanda bulunması tek başına kapatma nedeni olarak belirtilmiştir. Davalı
Parti'nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan ve yardımcıları Ahmet Tekdal ile
Şevket Kazan'ın iddianamede belirtilen konuşmaları ve eylemleri lâiklik
ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle 101/b maddesine göre de kapatma nedeni
yapılmıştır.
Başsavcı, iddianamede 'suç odağı haline' gelmesi
nedeniyle kapatılması gerektiğini belirtmesine karşın, Mahkememiz bunun dışında
ek bir niteleme daha yaparak Kanun'un 101. maddesinin (b) fıkrasında belirtilen
nedenle de davalı Parti'yi kapatmıştır. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'na göre,
davalı Parti'den bu yönden ek savunma alınması gerekirken alınmayarak Yasa'ya
aykırı hareket edilmiştir.
Anayasa Mahkemesi, Demokratik Barış Hareketi Partisi'nin
kapatılması istemini 22.5.1997 günü reddetmiştir. Dava, davalı Partinin
tüzüğünün, Siyasî Partiler Kanunu'nun 89. maddesinde belirtilen Diyanet İşleri
Başkanlığı'nın genel idare içinde yer alması ilkesine aykırı hüküm içermesi
nedeniyle açılmıştır. Kapatılma istemi reddedilirken bir kısım üyeler, Kanunun
89. maddesiyle getirilen kapatma sebebinin anayasal dayanağı olmadığı
gerekçesiyle ihmal edilerek doğrudan Anayasa kurallarının uygulanması
gerektiğini belirtmiş; benim de katıldığım bir kısım üyeler de, Anayasa ile
açık çatışma halinde bulunan 89. madde Anayasa'nın geçici 15. maddesi gereğince
iptal edilemediğinden, Anayasa'ya daha uygun olan ve yasa niteliğindeki Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 11. maddesinin uygulanarak davalı partinin
KAPATILMAMASI gerektiğini savunmuşlardır. Demokratik Barış Hareketi Partisi
davasında savunduğum görüşleri Refah Partisi davasında da gerekçe göstererek,
Anayasa'nın 69. maddesine aykırılığı açık olan Siyasî Partiler Kanunu'nun 101.
maddesinin (b) fıkrasının uygulanmaması gerektiği düşüncesindeyim. Zira, 1995
yılında değiştirilen Anayasa'nın 69. maddesine göre, artık Genel Başkan,
Yardımcısı ya da Genel Sekreterin sözlü ya da yazılı konuşmaları 'TEK BAŞINA'
parti kapatma sebebi olarak kabul edilmemektedir. Yasa'nın 101. maddesinin (b)
bendi Anayasa'nın geçici 15. maddesinin koruması altında bulunması nedeniyle,
Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülememektedir. Ancak, 101. maddenin (b) bendi
ile yasa niteliğinde olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 11. maddesi açık
çatışma halindedir. Zira, Sözleşmenin 11. maddesinin birinci fıkrasında
örgütlenme özgürlüğü düzenlenmekte, ikinci fıkrasında da 'milli güvenlik',
'kamu güvenliği', 'başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması' gibi
nedenlerle örgütlenme hak ve özgürlüğünün sınırlanabileceği belirtilmektedir.
Önceki bölümlerde de izah edildiği gibi, Avrupa İnsan Hakları Divanı
(Mahkemesi), partilerin, terör ve şiddetle ilgisi somut olarak kurulamadığı
sürece, partilerin bunun dışındaki nedenlerle kapatılamayacağını birçok
kararında belirtmiştir. Sözleşmenin 11. maddesinin yorumundaki bu anlayışla,
Siyasî Partiler Kanunumuzun 101. maddesinin (b) bendindeki parti yetkililerinin
terör ve şiddetle ilgisi bulunmayan sözlü ya da yazılı beyanda bulunmasının
kapatma nedeni sayılması anlayışı açık bir ÇATIŞMA halindedir.
Ceza Hukuku'nun genel ilkeleri gereğince, çatışma halinde
bulunan iki yasa kuralından LEH'e olanının uygulanması temel kuraldır. Hatta,
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin, demokratik uygar ülkelerin benimseyip
uyduğu normlar olduğu düşünülürse, üstünlüğünün tartışılmadan kabulü gerekir.
Bu nedenle, davalı Siyasi Parti'nin Genel Başkanı ve
Yardımcılarının terör ve şiddetle ilgisi olmayan sözkonusu konuşmalarının
Anayasa'nın 69. maddesine açıkça aykırı olan Siyasî Partiler Kanunu'nun 101.
maddesinin (b) bendi gereğince de değerlendirilerek kapatma kararı verilmesi,
hem Anayasamıza hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne açık aykırılık
oluşturduğundan çoğunluk görüşüne katılmadım.
III- ESASA İLİŞKİN DEĞERLENDİRME
Davalı Partinin kapatılmasına neden olan İddianamedeki
beyan ve eylemlerin esasına ilişkin muhalefet gerekçesi aşağıda açıklanmıştır.
A- GENEL BAŞKAN NECMETTİN ERBAKAN'IN FİİLLERİ
1- Necmettin Erbakan'ın 23 Mart 1993 günü Meclis Başkanı
Hüsamettin Cindoruk'un başkanlığında TBMM'de siyasî parti liderleriyle Anayasa
değişikliği konusunda yaptığı konuşma ile 13.4.1994 günü TBMM'de parti grubunda
yaptığı konuşma
Başsavcı'nın iddianamesinde lâikliğe aykırı fiil olduğu
gerekçesiyle ileri sürdüğü Necmettin Erbakan'ın bu iki konuşmasının ortak
noktası Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yapılmış olmasıdır. Bu özelliği
nedeniyle her iki konuşmanın öncelikle Anayasa'nın 83. maddesinde öngörülen
'Yasama Sorumsuzluğu' yönünden incelenmesi gerekir.
Anayasa'nın 83. maddesinin birinci fıkrasında 'Türkiye
Büyük Millet Meclisi üyeleri meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden,
mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık Divanının
teklifi üzerine meclisce başka bir karar alınmadıkça bunları meclis dışında
tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamayacakları' öngörülmektedir.
Anayasa kuralı gayet açıktır. Milletvekilleri meclis
çalışmaları sırasında kullandıkları oy ve ileri sürdükleri söz ve düşüncelerden
dolayı sorumlu olmayacaktır. Hemen belirtmek gerekir ki, bu sorumsuzluk TBMM
Genel Kurulu ile komisyon ve parti gruplarında yapılan çalışmaları da kapsar.
Ancak sorun, Anayasa'da belirtilen 'sorumsuzluk' konusunun sınırının ve
kapsamının ne olacağından kaynaklanmaktadır. Herhangi bir yasa ile bu konuda
bir düzenleme yapılmadığına göre, çoğunluk görüşünde ileri sürülen gerekçeler,
adetâ, milletvekillerinin 'Yasama Sorumsuzluğunun' sınırlarını da çizmektedir.
TBMM üyelerine tanınmış olan yasama sorumsuzluğu, başka
bir ifadeyle 'Kürsü Sorumsuzluğu', milletvekillerinin tam bir serbestlik içinde
düşüncelerini ileri sürmeleri ve oylarını kullanmaları, hiçbir baskı ve etki
altında kalmadan bağımsız ve özgür bir ortamda görevlerini yerine
getirebilmeleri için anayasal bir teminat olarak öngörülmüştür.
Bu anayasal güvence, esasen, milletvekilinin temsil
ettiği millî iradeye getirilmiş olan bir imtiyazdır. Hangi anlamda olursa olsun
cezaî, hukukî, nakdî ya da siyasî sonuçlu yaptırımlar milletvekilini değil,
temsil ettiği millî iradenin cezalandırılması anlamını taşır. Anayasa'nın 80.
maddesine göre milletvekilleri seçildikleri bölgeyi veya kendilerini seçenleri
değil, bütün milleti temsil ettiklerinden getirilen 'sorumsuzluk'da millî
iradeyi, hiçbir şeyden korkmadan, yılmadan, özgürce temsil edebilmenin
teminatıdır. Bu güvencenin istisnası yoktur. Tam anlamıyla mutlaktır.
Anayasakoyucu istisna getirmek isteseydi 'yasama dokunulmazlığında' olduğu
gibi, kimi ayrıcalıklı durumlar öngörebilirdi. Kanunla bile bu sorumsuzluğa
istisna getirilemeyeceği gibi, yargı organlarının içtihatlarıyla da bu
sorumsuzluğa sınır koymak mümkün değildir. Bireyin düşünce ve ifade
özgürlüğünün bile ancak kanunla sınırlanabileceği anayasal bir zorunluluk iken,
milli iradenin temsilcisi olan TBMM üyesinin kürsü özgürlüğünü yargı kararıyla
sınırlamak, kaynağı Anayasa'da olmayan bir yetkiyi kullanmak anlamını taşır.
Hiçbir hukuk düzeninde millet için suç olmayan bir düşüncenin milletin vekili
için suç olacağı kabul edilemez. Tam tersine, vatandaş için suç olan bir konu,
onu temsil eden milletvekili için suç olmaktan Anayasa'nın 83. maddesi
gereğince çıkarılmıştır. Kürsü sorumsuzluğunun olabilmesi için mutlaka bir
suçun işlenmiş olması gerekir. Sorumsuzluk münhasıran bir suç için
getirilmiştir. Suçun işlenmediği bir yerde sorumsuzluktan da bahsedilemez.
Yasaklara aykırı davranılmış olacak ki, 'sorumsuzluk' uygulanabilsin.
Çoğunluk görüşünde belirtildiği gibi, Anayasa'nın
öngördüğü 'sorumsuzluğu' milletvekiline kişisel olarak cezaî yönden getirilmiş
bir güvence olarak kabul etmek anayasakoyucunun amacına uygun olmayan bir yorum
biçimidir. Sorumsuzluğun amacı milletvekilinin düşündüğünü özgürce, hiçbir
endişeye kapılmadan ifade etmek olduğuna göre, partiler için getirilen
yasaklara aykırı davranacağı korkusuyla bu görevi nasıl yerine getirecektir.
Anayasa'nın 84. maddesinin son fıkrasında 'Partisinin
temelli kapatılmasına beyan ve eylemleriyle sebep olduğu Anayasa Mahkemesi'nin
temelli kapatmaya ilişkin kesin kararında belirtilen milletvekillerinin
milletvekilliği bu kararın Resmi Gazete'de gerekçeli olarak yayımlandığı
tarihte sona ereceği' belirtilmekte, 69. maddesinin sekizinci fıkrasında ise
'Bir siyasi partinin temelli kapatılmasına beyan ve faaliyetleriyle sebep olan
kurucuları dahil üyeleri Anayasa Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin
kararının Resmî Gazetede gerekçeli olarak yayımlanmasından başlayarak BEŞ YIL
süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve denetçisi
olamayacağı' öngörülmektedir. Siyasî Partiler Kanunu'nun 117. maddesi de, 'Bu
kanunun dördüncü kısmında yazılı yasak fiilleri işleyenler, fiil daha ağır bir
cezayı gerektirmediği takdirde, altı aydan az olmamak üzere hapis cezası ile
cezalandırılırlar' kuralını getirmektedir. Bu madde, dördüncü kısımda
belirtilen laikliğe aykırı fiil ve beyanları da kapsamaktadır.
Bir milletvekili, mecliste ileri sürdüğü söz ve
düşüncesinden dolayı partisinin kapatılma davasında sorumlu tutulduğu takdirde,
yukarda belirtilen hükümler gereğince,
- Milletvekilliği düşecek,
- Beş yıl süreyle bir partili olarak siyaset yapamayacak,
- Hapis cezasına çarptırılabilecektir.
Böyle bir durumda, milletvekili bu cezaların tehdidi
altında iken düşüncesini özgürce ifade edemeyecektir.
Anayasa'nın 83. maddesinin ikinci fıkrasına göre suç
işlediği iddia edilen bir milletvekilinin suçluluğu ancak, Meclisin vereceği
izin üzerine yapılacak yargılama sonunda subut bulur. TBMM, bu izni vermediği
sürece milletvekilinin yargılanması mümkün değildir. Kaldı ki meclis
çalışmalarındaki söz ve düşüncesinden dolayı, milletvekilini yargılamak Anayasa'ya
göre hiç mümkün görülemez.
Milletvekillerinin 'kürsü sorumsuzluğu'na yargı kararıyla
getirilen bu sınırlama, Anayasa'nın 13. maddesinde öngörülen 'Demokratik toplum
düzeninin gereklerine'de aykırıdır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 10. ve
11. maddelerinde öngörülen düşünceyi ifade özgürlüğü ile örgütlenme özgürlüğü
ve bunların hangi ölçüde sınırlandırılacağı ilkeleri, Demokratik toplum
düzenini' kabul etmiş ülkelerce aynen benimsenmiştir. Gerekçemizin önceki
bölümlerinde bu özgürlüklerin hangi ölçüde sınırlandırılacağı konusunda Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararlarındaki kriterler belirtilmişti. Buna göre,
düşünceyi ifade özgürlüğü 'hukuk dışı bir eyleme' (terör ve şiddete) bitişik
olması durumunda sınırlandırılabilmekte, şok düşünce ve görüşlerin her zaman
ifade edilebileceği kabul edilmektedir. Fert için kabul edilen bu özgürlük
alanını onun temsilcisi olan milletvekili için kabul etmemek parlamenter
sisteme vurulan ağır bir darbe olur. özgürlüklerin yalnızca ne ölçüde
sınırlandığı değil, sınırlamanın şartları, nedeni, yöntemi ve buna karşı
öngörülen kanun yolları 'demokratik toplum düzeni' kavramı içinde
değerlendirilmelidir. Demokratik toplumlar, uluslararası sözleşme ve ekleriyle
oluşturulan 'ULUSALÜSTÜ HAK VE ÖZGÜRLÜK STANDARLARINI' ölçü (norm) kabul eden
ve bunları uygulayan ülkelerdir. Hak ve özgürlükleri 'koruyan ve güçlendiren'
bir organ olması gereken Anayasa Mahkemesi'nin bu anlayıştan uzaklaşarak Meclis
kürsüsünde bile düşünceyi açıklamaya sınır getirmesi, parlamenter sistemin özünü
zedeler.
Demokratik kültür, tekelciliği reddeder. Eğer farklı bir
düşünce doğruysa, toplumun bundan faydalanmasının önüne geçilmemeli, yanlışsa,
yine doğrunun daha iyi anlaşılmasına imkan vermelidir. Düşünce ürününden
toplumun faydalanması için mutlaka açıklanması gerekir.
Farklı grupların, farklı düşüncelerin bir arada barış
içinde yaşamalarını gaye edinen, meclis çalışmalarına bu konuda katkıda bulunan
düşünce sahiplerinin meclis dışına atılması, siyasetten uzaklaştırılması hiçbir
demokratik ülkede görülemeyecek antidemokratik bir düşünce ürünüdür.
Bu durumda, Anayasa'nın 83. maddesine göre sorumsuzluk
kapsamına giren bir fiil, milletvekili için suç olmadığından, 'YARGI
ORGANLARININ' görev ve yetki alanı dışında kalır. Milletvekili için suç olmayan
bir fiilin yaptırımı olamaz. Başsavcı, iddianamesinde özellikle, TCK'undan
163. maddenin kaldırılmasıyla laiklik ilkesine karşı işlenen fiillerin cezasız
kaldığı, bu nedenle de Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. maddesinde öngörülen
'hüküm giyme' şartının gerçekleşemeyeceği, bu şartın Anayasa'nın 69. maddesine
aykırı olduğu gerekçesiyle, maddenin doğrudan uygulanmasını talep etmiştir.
Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, TCK'daki 163. madde kalkmamış olsaydı bile,
milletvekillerinin Anayasa'nın 83. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen
'Dokunulmazlık'ları kalkmadan TCK'nun 163. maddesinden yargılanıp 'hüküm
giyme'leri zaten mümkün değildi. Meclis içinde yaptığı konuşmadan hiç
yargılanamayacak, meclis dışındaki suç teşkil eden fiillerden dolayı da ya
dokunulmazlığının kalkması ya da milletvekilliğinin sona ermesi beklenerek
bundan sonra yargılaması yapılabilecekti. Sorumsuzluk nedeniyle 'yargılama'
konusu dahi olamayacak bir konuşmayı dokunulmazlık kurumuna rağmen yargılama
konusu yapmak, suç olduğunu tesbit ederek siyasî partiyi kapatmak, sonuçta
milletvekilliğini düşürmek, siyasî yasaklı durumuna getirmek, demokratik
ülkelerde olmayacak bir anlayış ve davranış biçimidir.
Milletvekillerini yargılama hakkı (sorumsuzluk dışında
kalan fiiller için) elbette mahkemelerindir. Ancak 'Dokunulmazlık' güvencesi
devam ettiği sürece mahkemelerin bu hakkı da dondurulmuştur. Meclisi
karıştırmadan, dokunulmazlığın kaldırılması kararına gerek duymadan ve meclisin
değerlendirmesine de olanak vermeden, hattâ daha da ileri giderek, 'sorumsuzluk
alanı' içindeki bir konuşmayı 'suç' kabul etmek 'hukuksal kaos' doğurur.
Çoğunluk görüşünde yer alan, 'milletvekilini' değil partiyi yargılıyoruz, bunun
sonucunda da milletvekilliği düşüyor, siyasî yasaklı oluyor' mantığı kabul
edilemez. Zira, milletvekilinin fiili değerlendirilip Anayasa Mahkemesi'nce suç
olduğu tesbit edildikten sonra Parti'nin kapatılmasına karar veriliyor. Bu
tesbit işleminin niteliği, yargılama yapmaktan başka bir şey değildir.
Öte yandan, davalı Parti Genel Başkanı'nın 13.4.1994 günü
TBMM Grup toplantısında yaptığı konuşması, amacı gözetilmeden farklı yorumlar
yapılmak suretiyle değerlendirmeye alınmıştır. Genişletici yorum ve kıyas
yoluyla yargısal sonuçlara ulaşmak ceza ve usul kurallarına göre mümkün
değildir.
2- 'Başörtüsü' ile İlgili Yapılan Konuşmalar
Başsavcı iddianamesinde, Refah Partili yöneticilerin
kendilerine oy getirdiği düşüncesiyle hemen her konuşmada okullarda ve hatta
devlet dairelerinde başörtüsü ile öğrenim görme ve çalışmanın anayasal bir hak
olduğunu ileri sürerek halkı kışkırttıkları ve eylem düzenledikleri
belirtilmiştir.
Çoğunluk görüşünde de, Anayasa Mahkemesi'nin daha önce
başörtüsü konusunda 7.3.1989 gün ve 1989/12 karar sayılı ve 9.4.1991 gün ve
1991/8 karar sayılı verdiği iki kararına karşın, Refah Partisi Genel Başkanı ve
yöneticilerinin başörtüsü konusunda laiklik ilkesine aykırı davranış ve
beyanlarda bulundukları kabul edilmiş ve suç odağı oluşmasında esas alınmıştır.
3511 sayılı Yasa'nın 2. maddesiyle 2547 sayılı Yasa'ya
eklenen 'Ek Madde 16' ile üniversitelerde 'dini inanç nedeniyle başörtüsü
takılmasını' serbest kılan yasa kuralı Anayasa Mahkemesi'nin 7.3.1989 gün ve
1989/12 sayılı kararıyla iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesi bu kanunun
iptaline ilişkin gerekçesinde şöyle demiştir:
'...Sorun, bir yasal düzenlemenin din kurallarına, dinsel
inançlara ve gereklere göre yapılıp yapılamayacağı noktasında yoğunlaşmaktadır.
Madde içeriğinin, dinsel inanç gereği yapılan düzenlemenin konusunun başörtüsü
ya da başka bir şey olması önemli değildir. Önemli olan, bir düzenlemenin dine
göre yapılıp yapılmayacağıdır.'
'... Temelde sosyal, kültürel ve estetik nedenlere dayalı
bir toplumsal olgu niteliği taşıyan giyim, çevre koşulları, kişisel görüşler,
kültür ve gelenekle biçimlenir. Değişip gelişmesi de bu nedenlere bağlıdır.
Bunların dışında dinsel inanç ya da dinsel kurallarla doğrudan ilişki ve
bağlantı kurularak yapılan düzenleme, hem devrim yasalarını, hem de lâiklik
ilkesini ilgilendirir...'
'İncelenen kural, kamu kuruluşlarından sayılan
yükseköğretim kurumlarındaki bayanların giyimlerini düzenlerken, dinsel
gereklere uygunluğu nasıl olursa olsun, başörtüsü kullanımına dinsel inanç
nedeniyle geçerlik tanımakla, kamu hukuku alanındaki bir düzenlemeyi dinsel
esaslara dayandırmak suretiyle lâiklik ilkesine aykırılık oluşturmuştur...'
... Böylece İslamî esaslara uygun olup olmadığı bir yana,
dinsel inanç gereği boyun ve saçların örtülmesine olanak vermekle, devlet kamu
hukuku alanında bu hukukun gereklerine göre yapılabilecek giyimi düzenleme
yetkisini dinsel olura bağlamış olmaktadır...'
Kararın önemli noktalarından aldığımız bu
bölümlerden üç temel sonuç çıkarabiliriz:
-Dinsel esaslara dayandırılmak suretiyle yasal
düzenlemelerin yapılamayacağı, yapılırsa lâiklik ilkesi ve devrim yasalarını
ilgilendireceği,
-Devlet gücünün salt dinsel inanca özel bir katkıda
bulunamayacağı,
-Kılık ve kıyafetin temelde 'sosyal, kültürel, estetik
nedenler, çevre koşulları, kişisel görüşler, örf ve adetlerle biçimlenen bir
olgu niteliğinde' olacağı.
Karardan alınan kesitlerdeki 'ortak payda', hukukî bir
düzenlemenin 'din kurallarına göre' yapılamayacağıdır. 3511 sayılı Yasa ile
2547 sayılı Yasa'ya eklenen Ek 16. madde din kurallarına göre düzenlendiği ve
dini kaynak esas alındığı için iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesi'nin verdiği
bu iptal kararının özündeki temel görüş budur.
Bu iptal kararını, yükseköğretim kurumlarında kılık ve
kıyafetin ne tür olacağı ya da 'nelerin giyilemeyeceğini tesbit eden bir
düzenleme olarak değerlendirmek mümkün değildir. Zira, kararımıza göre, iptali
doğuran anayasal aykırılık, belirtilen kılık ve kıyafetin ne şekilde olacağı
değil, buna imkân getiren yasal düzenlemenin 'hukukî sakatlığı'dır.
Aksi halde, kararı başörtüsüyle üniversiteye girmeyi
yasaklayan bir metin olarak yorumlamak, Anayasa Mahkemesi'ni gerektiğinde
kanunda yapabilen bir kuruma dönüştürmek demektir. TBMM'nin görev ve yetkisine
el atma niteliğinde olan böyle bir düşüncenin hukuksal sonuç doğuracağı
düşünülemez. Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ilkesi, Anayasa ya
aykırılığı giderilmiş yeni bir kanun yapılmasına engel değildir. Yasakoyucu bu
düşünceden hareketle, yükseköğretim kurumlarında kılık -kıyafetle ilgili
yaşanan karmaşaya, keyfi yorum ve uygulamalara son vermek için yasama takdirini
kullanarak 2547 sayılı Yüseköğretim Kanunu'na Ek 17. maddeyi eklemiştir.
2547 sayılı Yasa'ya eklenen Ek 17. madde ile
'Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile, Yükseköğretim kurumlarında
kılık ve kıyafet serbesttir' hükmü getirilmiştir.
Açıkça görülmektedir ki, bu yasa hükmü 'din kuralları
esas alınarak' düzenlenmemiştir. Daha önce iptal edilen 3511 sayılı Yasa ile
getirilen madde, salt dinsel bir kıyafeti din kurallarını esas alarak
düzenlerken, dava konusu edilen 2547 sayılı Yasa'nın Ek 17. maddesi böyle bir
esasa dayanmaksızın, yükseköğretim kurumlarında herkesi içine alan genel bir
düzenleme yapmıştır. Başka bir deyişle, yasakoyucu, yaptığı bu düzenlemede din
kurallarını esas almayarak lâiklik ve devrim yasalarına aykırı davranmamış,
böylece tüm yükseköğretim mensupları için kılık ve kıyafette serbestlik
getirerek (kanunlara aykırı olmamak kaydı ile), eşitlik ilkesine uygunluk
sağlamıştır. Yükseköğretim mensuplarına bu yasa ile (kanuna aykırılık hariç),
ister sosyal ister estetik isterse kültürel veya herhangi bir inanç gereği,
istedikleri biçimde giyinebilecekleri bir özgürlük ortamı getirilmiştir.
Yasama organı bu Yasa'yı çıkarırken, 'Kanunlara aykırı olmamak' koşulunun
dışında, yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet biçimini sosyal, kültürel,
kişisel görüşler, gelenekler ve inançların gereği gibi olgu ve değerlere
bırakmıştır. Zira üniversiteler evrensel ve özerk kuruluşlardır. Bu özellikleri
sebebiyle bünyesinde özgür düşüncenin, özgür araştırmanın ve özgür tavrın
biçimlenmesi esas alınmıştır. Böyle genel bir düzenleme içinde 'inançları
gereği' giyinebilecek bazı kimselerin de olabileceği gerçeği, düzenlemenin
'dine göre' yapıldığı anlamına gelmez. İnançları gereği giyinmek isteyenlerin
bu Yasa kapsamı dışında tutulması esasen eşitlik ilkesine aykırı bir davranış
oluştururdu. Getirilen yasa en tabii bir hukuk kuralını belirtmiştir.
Çıkarılmasaydı bile idarelerin öngörülen bu anlayışı düşünmesi gerekirdi.
Bu nedenle yeni Yasa'nın iptali istemi, Anayasa
Mahkemesi'nce daha önce tesbit edilen anayasal aykırılıklardan arınmış
olduğundan, reddedilmiştir. Ne var ki, Anayasa Mahkemesi 2547 sayılı Yasa'ya
eklenen Ek 17. maddenin Anayasa'ya aykırı olmadığını tesbit etmesine rağmen,
'yorumlu red kararı' ile üniversitelerde serbest olan kıyafetler için 'istisnaî
kural' koyarak Yeni Yasa kuralının 'başörtüsünü' kapsamadığı yorumunu
yapmıştır. Oysa, Yasa'nın gerekçesinden ve TBMM'deki görüşmeler sırasında
yapılan konuşmalardan, amacın üniversitelerde problem haline gelen başörtüsü
sorununu çözmek olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır. Anayasa Mahkemesi bu
yorumuyla yasama organının amacını saptırmıştır.
Davalı Siyasî Parti savunmalarında, 2547 sayılı Yasa'nın
Ek 17. maddesinin Anayasa Mahkemesi'nce Anayasa'ya uygun bulunarak iptal
isteminin reddedildiğini, bu Yasa gereğince üniversitelerde, hangi kıyafet
olursa olsun, yasalara aykırı olmaması şartıyla giyilebileceğini, başörtüsü
takmayı mevcut hiçbir kanunun yasaklamamasına rağmen, üniversiteye alınmayan
başörtülü öğrencilerin hak ve özgürlüklerinin yok edildiğini, partilerinin de
bu hak ve özgürlüğü savunmaktan başka şey yapmadığını beyan etmiştir. Ayrıca,
üniversitelerdeki başörtüsüyle ilgili sorun hakkında TBMM'de parti genel
başkanı ve yetkililerince defalarca konuşma yapıldığını, bu konuşmaların TBMM
dışında da tekrarlandığını, bu nedenle, suç olduğu iddia edilen beyanların
Anayasa'nın 83. maddesinde öngörülen 'sorumsuzluk ve dokunulmazlık' kapsamında
olması gerektiğini belirtmiştir.
Siyasî Parti'nin, savunmasına ek olarak verdiği
belgelerden, çeşitli tarihlerde TBMM genel kurulu ve grup toplantılarında
başörtüsü sorununun parti yetkililerince görüşüldüğü ve konuşulduğu
anlaşılmaktadır. Bu konuşmaların TBMM'nce dışarıda tekrarlanması ve açığa
vurulması yasaklanmadığına göre, konunun tamamen 'yasama sorumsuzluğu' kapsamı
içinde değerlendirilmesi gerektiği tereddütsüz kabul edilmelidir. (Yukarıda
kürsü sorumsuzluğu ve yasama dokunulmazlığı hakkında belirtilen görüşler aynen
bu konu hakkında da geçerli olduğundan burada tekrarlanmamıştır).
Toplumsal bir problemin siyasal, hukuksal ve sosyal boyutlarını
ortaya koyarak eleştirmek, çözüm üretmek bir siyasî partinin en temel
görevidir. Meclis kürsüsünde konuşularak 'sorumsuzluk' alanına girmeseydi bile,
herhangi bir inanç grubunun hak ve özgürlüğünün önünde bulunan engellerin
kaldırılması için bir siyasal partinin ya da üyesinin düşüncesini açıklaması,
çözüm önermesi dinsel bir inancı istismar anlamında yorumlanamaz. Dini inanç ve
bunun yasama geçirilmesi Anayasa'da teminat altına alınmış temel hak ve
özgürlük olduğuna göre, bu konudaki sorunları çözmek için ileri sürülen
düşüncelerin diğer anayasal hak ve özgürlüklerin savunulmasından farkı olamaz.
Tıpkı sendikal bir hakkı ya da grevi savunmanın sosyal bir sınıfın
diktatörlüğünü savunma anlamına gelmeyeceği gibi. Demokratik Devlet,
farklılıkların bir arada bulunduğu, ancak insanların barış içinde yaşayabildiği
ülke demektir. Herkesin aynı şeyi düşündüğü, aynı görüşü ifade ettiği,
farklılıkların bulunmadığı, tekçi düşüncelerin dayatıldığı bir ülkede
'demokratiklik'ten bahsedilemez. Siyasal, sosyal, hukuksal ve ekonomik sorunlar
özgür bir ortamda tartışılmadığı sürece insanların iç dünyalarında devletiyle
sürekli kavga ettiği hastalıklı bir toplum yaratılmış olur.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, demokratik toplumsal
hukuk düzenini koruma hakkı olduğu tartışmasızdır. Devletin milletiyle bölünmez
bütünlüğü ve lâiklik ilkesini Anayasa ve yasalarla teminat altına almak,
devletin yapısal sağlığı açısından yeterli sayılamaz. Devletin görevi,
düşünceleri ve inançları 'devletleştirmek' değil, alacağı tedbirlerle güvenli
ve özgür bir ortamda bireylerin ve siyasal örgütlerin terör ve şiddete
bulaşmadan kendilerini ifade edebilmelerine olanak vermektir. Kendini korumanın
esas teminatı budur. Hak ve özgürlüklerin teminat altına alındığı 'risksiz bir
demokrasi' ancak kamuoyunun desteğini almakla oluşabilir. Bu destek ise
ekonomik sorunların çözüldüğü, düşünceyi ifade ve inanç özgürlüklerinin sorun
olmaktan çıktığı ülkelerde mümkündür.
2547 sayılı Yasa'nın Ek 17. maddesine dayanarak
üniversitelerde kanunlara aykırı olmayan kıyafetlerin giyilebileceğini savunan
bir siyasi partinin bu fiili, sözkonusu Yasayı çıkararak üniversitelerdeki
başörtüsü sorununu çözen diğer siyasal partilerin fiillerinden daha ağır bir
suç olarak nitelendirilemez. Kaldı ki, bu konuda tüm siyasal partiler gerek
TBMM'de gerekse dışarıda olumlu-olumsuz düşüncelerini her zaman ifade etmiştir.
Bu nedenle kapatma kararına karşıyım.
3- Başbakanlık Konutunda Din Adamlarına Verilen İftar
Yemeği.
Başsavcı, iddianamesinde, Başbakan Necmettin Erbakan'ın,
lâikliğe aykırı söz ve davranışlarıyla tanınan bazı tarikat liderlerine, devrim
yasalarına aykırı kıyafetleriyle geldikleri Başbakanlık Konutunda iftar yemeği
vererek Devlet katında itibar gösterdiği ve eylemlerinin hoş karşılandığını
isbat etmeye çalıştığını vurgulamıştır.
Siyasî Parti'nin savunmasında da belirttiği gibi, TBMM'de
4.2.1997 günü Gensoru müzakeresi ile konu hakkında meclis denetimi yapılmış ve
iddiaların varid olmadığı görülerek önerge reddedilmiştir. Mahkememizce bu konu
değerlendirilmiş, suç niteliği görülerek partinin kapanmasında esas alınmıştır.
Suç niteliği görülen iftar yemeği eyleminde Başbakanlık
sıfatının ağırlıklı olarak fonksiyon icra etmesi nedeniyle, konunun öncelikle
bu yönden değerlendirilerek hukuksal bir sonuca varılması gerekir.
Başbakan ya da Bakanların 'siyasî sorumluluk' alanında
görülen fiilleri için Anayasa'nın 98. ve 99. maddelerinde öngörülen soru,
meclis araştırması, genel görüşme veya gensoru ile meclis denetimi
gerçekleştirilir. Siyasî sorumluluk alanına giren konulara siyasal yaptırımlar
uygulanır. Başbakan, bakan veya Kurul'un tamamına 'Güvensizlik oyu' verilerek
görevden uzaklaştırılır. Bunun dışında bu konu da yargı organlarınca yapılacak
bir değerlendirme zaten sözkonusu olamaz.
Başbakanlık konutunda verilen iftar yemeği Başbakanın
üniversite, yargı, bürokrat, işadamları, sendika temsilcileri gibi toplumun
çeşitli kesimlerini çağırdığı, bu vesileyle kimi sorunların dile getirilerek
görüşüldüğü, toplumsal barış ve kaynaşmanın amaçlandığı sosyal etkinliklerdir.
Bu kapsamda düşünülerek diyanet teşkilatı mensuplarına ve ilahiyat
fakültelerinin dekan ve öğretim üyelerine de, 'suç' olduğu kabul edilen iftar
yemeğinin verildiği anlaşılmaktadır. Ancak sorunun; laiklik karşıtı
davranışları olan kişilerin kıyafet yasalarına aykırı giyinerek konuta gelmiş
olmalarından kaynaklandığı iddia edilmektedir. Eğer, ortada yasadışı bir
davranış sözkonusu ise, yapılması gereken ilgili ve yetkili olanların
görevlerini yerine getirerek suçlu görülenler hakkında yasal takibat yapmış olmalarıdır.
Davalı siyasi partiyle organik hiçbir bağı olmayan ancak yasalara aykırı olduğu
iddia edilen kıyafetlerinden dolayı siyasî parti liderinin sorumlu tutulması
netice de partisinin kapatılması, milletvekilliğinin düşmesi ve siyasî yasaklı
duruma gelmesi ne ulusal ne de uluslararası hukukun kabul edebileceği bir hukuk
anlayışı olamaz. Herşeyden önce böyle bir anlayış Anayasa'nın 38. maddesinde
öngörülen 'Ceza sorumluluğu şahsidir' ilkesine açık aykırılık oluşturur. İftar
yemeğine katılan kişilerin yasa dışı olduğu belirtilen kıyafetlerinden ötürü
bunu denetlemesi ne görevi ne de yetkisi olan bir siyasî kuruluşun; bu nedenle
kapatılması kabul edilemez. Adına ister ceza davası diyelim isterse kendine
özgü bir dava densin, esas alınan suç'la öngörülen ceza arasındaki 'ölçüsüzlük'
bir gerçektir. Kanuna aykırı bir kıyafetle yemeğe gelen konuğun, bir siyasal
partinin kapatılmasına sebep olacak örnek başka bir ülke gösterilemez.
Başbakan bu konuda TBMM'ce denetlenmiş ve gensoru
önergesi reddedilmiştir. Siyasal sorumluluk kapsamı içinde düşünülmesi gereken
bu fiil demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan siyasal bir partinin kapatılma
nedeni yapılamaz.
Dokunulmazlık gensoru, meclis araştırma ve soruşturma
yollarını düzenleyen Anayasa kuralları ile Siyasî Partiler Kanunu'nun suçun
işlendiği tarihte yürürlükte olan 103. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen
'hüküm giymiş olma' koşulları gözardı edilerek partinin suç odağı haline
gelmesinde esas alınması ve kapatılması kararına katılmak mümkün değildir.
B- ŞEVKET KAZAN'IN ANKARA DGM'NCE TUTUKLANAN SİNCAN
BELEDİYE BAŞKANINI CEZAEVİNDE ZİYARET ETMESİ
Başsavcı, iddianamesinde, Adalet Bakanı Şevket Kazan'ın
Sincan Belediye Başkanını Ankara DGM'nin kararını protesto ettiği imajını
yaratacak biçimde hapishaneye giderek ziyaret ettiğini, bunun 'laiklik
ilkesine' aykırı fiil olduğunu ileri sürmüştür.
Anayasa'nın 15. maddesinde savaş, seferberlik,
sıkıyönetim ve olağanüstü hâllerde kimsenin, mahkeme kararıyla saptanıncaya
kadar suçlu sayılmayacağı öngörüldüğüne göre, normal dönemlerde yargı kararı
olmadan bir kimsenin 'suçlu' sayılmasının mümkün olmaması doğaldır. O tarihte
suçluluğu hükümle sabit olmamış bir tutuklunun ziyaret edilmesi bir partinin
kapatılmasına neden olacak ağırlıkta görülemez.
C- GENEL BAaKAN YARDIMCISI AHMET TEKDAL'IN KONUaMASI
Söz konusu konuşmada geçen, parlamenter sistemin hakim
olduğu yerlerde hak sistemini (nizamını) tesis etmek için gayret gösterilmesi
gerektiği, bunu da Refah Partisi'nin yapabileceği ifadeleri Parti'nin kapatılma
davasında esas alınmıştır.
Parti'nin Genel Başkan Yardımcısı olan sözkonusu kişi,
davanın görüldüğü tarihte TBMM üyesidir. Anayasa Mahkemesi, bu kişiye ait
olduğu belirtilen konuşmada laiklik ilkesine aykırı bir suç unsuru bulunduğu
sonucuna varmıştır. Mahkememiz dosya üzerinde inceleme yapmak zorunda olduğu
için, klasik anlamda kişinin suçluluğuna hükmetmesine rağmen, kendisini
dinleyerek bu konuşmadan neyi amaçladığı konusunda savunmasını da almamıştır.
Üstü kapalı yargılama niteliğindeki bu uygulama Anayasa'nın 83. maddesine
aykırıdır. 83. maddeye göre milletvekilinin yargılanması dokunulmazlığının
kaldırılması kararına bağlıdır. Bu karar olmadan hiçbir yargı merciinin
yargılama yapması mümkün değildir. Bu usule uyulmadan yapılan işlem hukuka
aykırıdır.
Ayrıca, 'hak sisteminin tesis edilmesi' sözcüklerini
yorumlamak suretiyle şeriat düzenini istemek anlamını çıkarmak ceza hukuku
ilkeleriyle de bağdaşmaz. Zira, suçun maddi ve manevi unsurlarının varlığı
yorum ve kıyas yoluyla açığa çıkarılamaz.
D- KAYSERİ BELEDİYE BAŞKANI ŞÜKRÜ KARATEPE'NİN 10 KASIM
1996 DAKİ KONUŞMASI
Bu konuşmanın suç olduğu kesin yargı kararıyla sabit
olmuştur. Ancak, Mahkeme kararından da anlaşılacağı gibi, hüküm Türk Ceza
Kanunu'nun 312/2. maddesi üzerine kurulmuştur. Madde, halkı sınıf, ırk, din,
mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek
suçunu tarif etmektedir. Bu fiille, laiklik ilkesine aykırı fiil, birbirinden
farklı suç türleridir. Davalı Parti'nin laiklik ilkesine aykırı fiillerin odağı
olmasına, TCK'nun 312. maddesi dayanak olamaz. Çünkü, Türk Ceza Kanunu'nun 312.
maddesinde tarif edilen suç, Siyasi Partiler Kanunu'nun 78. maddesinde ayrı bir
kapatma nedeni olarak sayılmıştır.
E- BAKANLAR KURULU KARARIYLA ÇALIŞMA
SAATLERİNDE İFTAR NEDENİYLE DEĞİŞİKLİK YAPILMASI
Bakanlar Kurulu kararı, koalisyonu
oluşturan partilere ait kollektif, objektif ve düzenleyici bir tasarruftur. Bu
tasarruftan dolayı hükümet üyelerinden yalnız başına birisinin ya da bir
kısmının sorumluluğu söz konusu olamaz. Bu sorumluluk müşterektir ve daha çok
Mecliste 'gensoru' ve 'güvenoylaması' sonucu hükümetin düşmesini sağlar. Yani,
Bakanlar Kurulu kararından dolayı bakanlar 'siyaseten' sorumludurlar.
Parlamenter sistemin temelleri 'ortak sorumluluk' kuralına dayanır. Hükümet bir
bütün olup; yürütme organının politikasının oluşturulması, yürütülmesi ve
denetlenmesinden sorumludur. Bakanlar, kendi yetki alanlarına giren işlerden ve
emirleri altında çalışanların işlem ve eylemlerinden ayrı ayrı sorumlu olmakla
birlikte 'hükümet kararı'ndan tüm bakanlarla birlikte ortak biçimde
sorumludurlar. Bu nedenle, bir kısım bakanların davalı partiye mensup olması
nedeniyle bu karardan partinin sorumlu tutulması kabul edilemez.
Ayrıca, bu konu iddianameden sonra gönderilmiştir.
İddianamede yer almamıştır. Ek suçlamaların Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'na
uygun olarak ek iddianameyle yapılması gerekmektedir. CMUK'nun 257. maddesine
göre hüküm ancak iddianamede ileri sürülen fiillere hasredileceğinden verilen
karara da esas alınamaz.
F- NECMETTİN ERBAKAN'IN KANAL 7 TELEVİZYONU'NUN KURULUŞ
YILDÖNÜMÜ NEDENİYLE YAPTIĞI KONUŞMASI
Bu konuşmaya ilişkin belge ve video kasetleri davanın
açılmasından sonra gönderilmiştir. İddianamede olmayan bir fiilin hangi
yöntemle davaya esas alınacağı CMUK'da açıkça belirtilmiştir. Usul yasasında
belirtilen yönteme uyulmadan bu fiilin kapatma kararına esas alınması Yasa'ya
açık aykırılık oluşturur.
Ayrıca, bu konuşmayla ilgili İstanbul Devlet Güvenlik
mahkemesinin takipsizlik kararı mevcuttur. Bu karara rağmen, konuşmadaki amaç
ve bütünlük gözetilmeden kimi sözcüklere dayanılarak yorumlar yapılması cezanın
genel ilkelerine uygun düşmez.
Bu nedenle esasa ilişkin belirtilen bölümlerde çoğunluk
görüşüne muhalif kaldım.
KARŞIOY YAZISI
1- Refah Partisi'nin laiklik karşıtı
eylemlerin odağı haline geldiğini kanıtlamak üzere dosyaya giren Refah Partili
bazı belediye başkanlarının, Atatürk'ün hatırasına hakaret eylemlerini
yaptırıma bağlayan 5816 sayılı Yasa'ya muhalefet suçundan dolayı verilmiş kesin
mahkumiyet kararları, çoğunluk tarafından laiklikle ilgili görülmeyerek
değerlendirmeye alınmamıştır. Oysa ki, devletimizin banisi ulu önder Atatürk'e
vaki hakaret ve sövmelerin asıl amacı, onun kurduğu laik cumhuriyeti yıkmaya
yöneliktir.
Temelleri Kemalist devrimlere dayalı
Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkarak yerine dini esasları uygun bir devlet düzeni
kurma özlemi içinde olanlar amaçlarına varmak için bu devrimleri yapan
Atatürk'e saldırıp,onu halkın gözünde küçülttükten sonra, yaptığı devrimlerin
de kişiliğine uygun, zararlı şeyler olduğunu ortaya koymayı en kolay yol olarak
görmektedirler.
Atatürk'ü din düşmanı göstererek, halkın
dini duygularını siyasi amaçları için kullanmak isteyenler büyük Atatürk'ün...
benim milletim dindar olmalıdır. Çünkü İslam dini gelişmeye açık, ilme ve fenne
en uygun olan dindir, şeklindeki sözlerini bilmezden ve görmezden
gelmektedirler. Asla bir din düşmanı olmayan Atatürk, Anadolu insanı tarafından
en güzel şekilde yorumlanan ve uygulanan temiz İslami inançların, Arap ve Fars
örfünün İslam dininin üstüne örtülerek yörüngesinden saptırılmasına ve siyasete
alet edilmesine şiddetle karşı olan bir insandır. Atatürk bir konuşmasında
şöyle diyordu, '... bizi yanlış yola sevk eden habisler, bilirsiniz ki,
alelekser din perdesine bürünmüşler, saf ve nezih halkımızı hep şeriat
sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz, görürsünüz ki,
milletimizi mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altında,
küfür ve melanetten gelmiştir...' Diğer bir konuşmasında ise, '... Bundan sonda
yalnız bir şey hatıra gelebilir. O da, bazı adi politikacıların haris
menfaatpereslerin, o vehim ve hayali uyandırmaya çalışması, o yüzden tatmini
hırs ve menfaat düşüncesinden ibarettir. Bütün mevcudiyetimle temin ederim ki,
bu gibiler herneşekil, suret ve vesileyle olursa olsun mevcudiyetlerini ihsas
ettikleri gün TÜRK MİLLETİNİN amansız kahrına hedef olmaktan kurtulamayacaktır.
Artık Türkiye din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektir...
Türkiye'de cumhuriyet vardır ve cumhuriyetperverler vardır. Bu mukaddes
mevcudiyetleri tahrip edici unsurlar artık Türkiye havasını teneffüs
edemezler...' demektedir.
İşte yukarıda açıklanan gerçekler
karşısında, Mahkememizce açık, seçik açıklanan ve yorumlanan laiklik ilkesi,
demokrasinin çağdaşlaşmanın, ulusalbirliğin ve ümmetten ulusa geçişin temelini
oluşturmaktadır. Oysa bunlara karşı olanlar bu ilkenin banisi Atatürk'e bu
nedenle saldırmaktadır. Öyle ise, Atatürk karşıtı eylemlerin laiklik ilkesine
aykırılık oluşturduğundan da kuşku yoktur.
Bu nedenlerle Atatürk'e hakaret suçundan
hüküm giyen Refah Partili kimi Belediye Başkanlarının eylemlerini laiklik
karşıtı ve Parti kapatma nedeni olarak görmeyen çoğunluk görüşüne karşıyım.
2- Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin
ERBAKAN'ın Sivas'ın Sıcakçermik beldesinde yaptığı iddia edilen konuşmayı
yaptığına dair kanıt bulunmadığını kabul eden çoğunluk, bu konuşmayı kapatma
nedeni olarak saymamakta ise de, bu konuşma Sancak Dergisinde yayınlanmış olup,
bu yayına karşı herhangi bir dava açılmadığı gibi, Dergi sorumlusu bu konuşmanın
Partinin seminer çalışmasında yapıldığını ve teksir halinde dağıtıldığını
bildirmiştir. Bu duruma karşın, çoğunluk, gerekli araştırmayı yaparak bu
konuşmanın yapılıp yapılmadığı konusunda kesin delillere ulaşmadan eksik
soruşturmayla sonuca vardığından bu değerlendirmeye katılmıyorum.
KARŞIOY YAZISI
İNSAN HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİNE DAYALI,
KATILIMCI
DEMOKRATİK SİSTEMİN MEKANİZMASI
I- TOPLUMSAL YAPIDAKi DEĞİŞME, GELİŞME VE ÇEŞİTLİLİK
Büyük düşünür Spengler'in görüşüyle,
'kültürden medeniyete geçiş Klasik Dünya için Dördüncü, Batı Dünyası için
Ondokuzuncu yüzyılda tamamlanmış' (1); geçen asrın sonlarıyla yirminci asrın
ilk yarısında dünya tarihinde önemli köşetaşlarından sayılan Sanayi İnkılâbı,
I. ve II. Dünya Savaşları, bünye itibâriyle değişmeye yönelik insanoğlunu ve
kurduğu düzeni temelden sarsmış, kendi dönemlerinde âhenkli şekilde ama
tedrîcen hızlanarak değişikliğe uğrayan sosyal yapıları tamâmen değiştirmiş;
kendiliğinden olagelen değişimler artık güdümlü ve süratli yapılır olmuş; böylece
'değişim süreci' toplumların ana hedefi hâline gelince, hem sosyo-politik ve
sosyo-ekonomik hem de ailevi ve ferdi hayat çehre değiştirmiştir.
Dengeli ilerleme, 'Pierre
Chaunu'nun deyişiyle, değişme ve devamlılık (istikrar) demek olan gelişme'
(2) az rastlanan bir olgu olmuş; buna karşılık, dünya yüzünde ilmî gelişmeleri
nazarı itibâra alan, ama gelenek, görenek, âdet ve genel kültürü geri plâna
iten, sanayileşme ve şehirleşmeye dayanan yeni bir sosyal düzen doğmaya
başlamış; burada pazar ve para ekonomisi gelişmiş; bürokrasi hâkimiyet
kazanmış; aile toplumsal fonksiyonunu kaybetmiş; gittikçe daha fazla
teşkilâtlanmaya gidilerek, tamamen aksi iddia edilmesine rağmen, fertler,
gruplar, hattâ memleket ve devletler arasındaki bağımlılık artmış; her ne kadar
geçen yüzyılların hayatını karakterize eden kilise, devlet ve aile otoritesine
başkaldırılmış ise de, bugün yine 'tam bir dönüş yapıp, aynı başeğme noktasına
gelinmiştir. Bu defa itaatin otokratik kimselere değil de, bürokratik
teşkilâtlara karşı gösterilmesi' (3) gerekmiştir.
Bunun adı 'Modern Çağ'dır.
Modern 'Yirminci yüzyılın parolası şudur: Ondokuzuncu
yüzyıldan söz yok! (yeni olunacak! ) Herşeyde yenilik! Ondokuzuncu yüzyıldan
kalma fon mevcut olduğu sürece bu mümkün oldu. En azından daima Ondokuzuncu
yüzyıla karşı çıkıldı, başka türlü olmak istenildi. Şimdi ise Ondokuzuncu
yüzyıl unutuldu. 'Yeni' olmak için, dünkü 'yeni'ye karşı olmak gerekti...
'Mâziden kopma' -geçici olarak- çok güzel; devrimci, alışılmış ve psikolojik
açıdan son derece rahatlatıcı davranışları mümkün kılmaktadır' (4). Ama yine
bugün 'Messieurs les Doctrinaires' (5) türemiş, geçmişteki köklü müesseselerin
yerini 'izm'li cereyanlar almış, 'fert' yerine düşünen, onun yerine karar veren
ve fakat onu 'militan' olarak kullanıp, 'kütle insanı' (6) hâline getiren yeni
mihraklar, toplumu yönetir olmuştur. Dünkü ilkel feodal yapı ve bugüne yansıyan
her türlü uzantısı (aşiret, sülâle, vs.) yıkılıp atılmaya çalışılırken, onun
yerini modern feodal yapı almış, artık insanlar yalnızlıklarını partiler,
dernekler, vakıflar, kulüpler, sendikalarda gidermeye başlamışlardır. Toplum,
eski tarz sosyal normlarla idare edilmekten çıkmış, yeni sosyal düzen için
mümkün olduğu kadar kanun, tüzük, yönetmelik yapılmaya başlanmış, hukukî
düzenleme ve usulleri çoğaltmak suretiyle bütün anlaşmazlıkların çözüleceği
sanılmış, ama 'bunun boş bir hayâl olduğu; dünyada çekişme, mücadele, kırılma,
anlaşmazlık bulunmayan tek yerin, 'mezarlıklar olduğu' (7); kişinin 'mesut
olmaya muhtaç bulunmadığını anlayabildiği gün saadetin içinde yerleşmeye
başlayacağı' (8) unutulmuştur. Yirminci yüzyılın bitimine iki kala, insanlık
hâlâ kendini (hak ve hürriyetlerini) arayış içindedir.
Mal ve hizmet üretiminin had safhaya çıktığı; mal
varlığının bir kısmını 'özgürlük, sorumluluk ve mülkiyet hakkının oluşturduğu'
(9) modern dünyada insanoğlu doydukça acıkıyor. 'Arzular gerçek ihtiyaçlardan
daha hızlı artıyor' (10). Çünkü 'zamanımızda insanlar her şeyi görüyor, her
şeyi öğreniyorlar ve pek tabîî olarak yalnız görmekle, öğrenmekle kalmıyor,
başkalarında gördüklerini kendileri de istiyor, başkalarının yaptıklarını
kendileri de yapmak istiyorlar... Her yeni istek, nerede ise gelecekmiş gibi
görünen mutluluğun gelmekte biraz daha gecikmesine sebep oluyor. Ve nihâyet
insanlar o hâle geliyorlar ki, hayatlarında mutluluğun dolduramadığı yeri bu
sefer üzüntüler, sıkıntılar, rahatsızlıklar, belki de ıstırablar, bu arada
kavgalar, çekişmeler doldurmuş oluyor; bütün bunlar hayattan memnun olmamanın
başlıca sebepleri yerine geçip oturuyorlar' (11).
Bu sûretle, E. Fromm'un ifade ettiği gibi, 'gerçek ve
mâkul ihtiyaçların karşılanması, beklenmedik bir dönüşümle, mal veya eşya
açlığı adı verilen yepyeni ve güçlü bir hastalığı ortaya çıkarıyor.
Melânkolik mizaçlı kimseler nasıl sürekli olarak birşeyler satınalma veya yeme
arzusuna kendilerini kaptırırlarsa, modern insan da yeni birşeylere sahip olmak
için doymak bilmez bir açlık içinde kıvranmaktadır. 0, bu arzusunu daha iyi bir
hayat yaşamak arzusunun bir belirtisi gibi savunur. Modern insan satınaldığı şeylerin
kendi hayatını doğrudan zenginleştirmiyorsa bile, zamandan tasarruf sağladığını
iddia ediyor. Fakat aynı insan tasarruf ettiği zamanı ne yapacağını bilmiyor ve
gelirinin bir bölümünü de tasarruf etmekle öğündüğü boş zamanları öldürmek için
sarfediyor' (12). Çalıştığı mekanik ve otomatik iş düzenine, şuur altında da
olsa, adapte oluyor, sadece kendi hayatına değer veren bir kimsenin aslında o
hayatının da başkalarınca değerli bulunmadığını görmezlikten geliyor. Böylece
'Devler', yani 'Tarihte Yıldızın Parladığı Nâdir Anlar'ı (13) meydana getiren
büyük insanlar görülmemeye başlanıyor. Çünkü artık çok kolay şekilde,
zorlanmadan, ayağa kadar hazır olarak gelen radyo, televizyon, video, film,
projeksiyon, plâk, teyp, gazete, mecmua, dergi, kitap gibi birinci sınıf
malzeme ile bıkkınlık derecesinde kültürel doyum söz konusudur... Her şey -söz,
yazı, resim, dans, müzik ve mimik- kaydedilip saklanmaktadır... Üstün başarılar
kendiliğinden oluyor sanılmaya ve özel bir takdir ve hayranlık uyandırmamaya
başlamıştır. Ressamlar zahmetsizce bir resmi yirmi ayrı üslûpta
yapabilmektedir. Genç piyanistler teknik olarak en az Liszt yahut Rubinstein
kadar çalabiliyorlar... Sonuç'.. Herhalde pek çok şey daha iyi değil, daha kötü
oluyor. insanoğlunun yalnızlığı artıyor. Aileler küçülüyor, akrabalık
kayboluyor. Yaşlılar bir tarafa itiliyor. Televizyon; tiyatronun, sinemanın,
konserin, kitabın, magazin ve gazetenin, herkese açık konferansların ve açık
oturumların yerini almıştır. Mektuplaşma azalmakta, sohbetle birlikte ahbaplıklar
da körelmektedir. Gerçi şurada burada, şu veya bu şekilde biraraya gelmeler
var. Meselâ turistik toplu geziler, kamplarda dinlenme tatilleri, kokteyl
partiler, şehrin eski semtlerine yapılan geziler gibi. Fakat bütün bunlar
sürekli değiller... Burada söz konusu, gelip geçiciliktir. Fırtına ne kadar
şiddetli olursa olsun, uzun süren ve sindire sindire 'yağan bereketli yağmur
lâzım' (14). Maddî refah iyidir ama, 'meyvelerin âdilane dağıtılması gerek'
(15).
İstikrar ve devamlılık
kayboldu. Bu kayboluş tabîî telâkki edilmeye başlandı ve 'değişme toplumların
kanunu oldu' (16). 0 kadar ki, devamlı yenilik isteyen, kalıbına sığmayan
insanoğlu için bu değişiklik isteği zamanla bir 'kalıp' haline geldi. Hızlanan
teknolojik gelişmenin sosyal gelişmenin önünde gitmesinin doğurduğu
sosyo-ekonomik problemlere köklü çareler aranmadığı gibi, bulunan ve alınan her
tedbir sistemin yeniden çözülmesine yol açtı. Meselâ Büyük İhtilâl'den sonra,
'hangisi olursa olsun, tartışılmamış ve ülkenin bütünü tarafından kabul edilmiş
tek bir Fransız rejimi görülmemiştir. Bir kriz baş gösterdi mi, kökü ne olursa
olsun, rejim yeniden mesele edilmiştir' (17). Salt iktidara karşı muhalefet
artmakta, her grup içinde yeni muhalefetler doğmakta, 'kişi rekabetleri fikir
rekabetleri ile karışmakta, koalisyonlar hep geçici ve ilk fırsatta
bozulabilir' (18) olmaktadır.
Bunun sebebi, ana sistemin, esas itibariyle ülkenin
sosyo-ekonomik yapısının tam bir tecanüse sahip bulunmamasıdır. 'Ülke çok
farklı ise, bu farklılık bütün müesseselere yansır' (19). Fakat meselâ Amerika
ve İngiltere gibi memleketlerde 'rejim istikrarlıdır, çünkü oralarda millî
değerlerle kaynaşmıştır' (20). Evrendeki dengeye benzer şekilde sistemle
alt-sistemleri arasında uyum, âhenk bulunur. Bu insicam, 'farklılaşma' hâlinde
de mevcuttur. Ancak oyun, kuralları içinde cereyan etmezse, 'bozulma'
'yabancılaşma' ve 'kopma' ortaya çıkar.
'Fromm'a göre özgürlük, daha fazla sorumluluk sahibi
olmak demektir... Frankl ise daha ileriye giderek, sorumsuz insan özgür
değildir, sorumluluk özgürlüğün kıstasıdır demekte, organizasyonları çok
yakından incelemiş olan Herzberg, sağlıklı kişilerin sorumluluk aradığını
belirtmektedir' (21). Eğer bir iş yerinde kararlara ve sorumluluklara az veya
çok bir katılma yoksa, çalışan 'yabancılaşacak', yalnız para için çalışacak,
işine kendinden birşeyler katmayacaktır.
Birer canlı organizma olan açık ve kapalı sistemlerin
hedefi bozulma, yabancılaşma, kopmaların önüne geçmektir. Bütün milletlerin
iktisadî, sosyal, idarî, kültürel ve askerî kalkınma yolunda birbirlerine rakip
oldukları çağdaş dünyamızda ve üretimin zenginlik kaynağı olduğu bir cemiyette
tek mesele, insanların önce fizyolojik, sonra sosyal ve moral ihtiyaçlarını
tatmin etmek olup, bunun için de onları 'Dünya Nimetleri'nden mümkün olduğu
kadar faydalandırmak, sadece yüksek bir hayat seviyesi değil, fakat
durumlarıyla orantılı bir yaşama şekli vermek gerektir.
Bütün insanların, asgarî düzeyde de olsa, ihtiyaçlarının
giderilmesi gayet tabîîdir. Yalnız, üretmeden istihsalden pay istemek veya
ürettiğinden fazlasına sahip çıkmak hakkâniyet ve adâlet mantığına ters
düşmektedir. Kazancın âdil dağıtılması baş şart olmalıdır. Binaenaleyh,
'iktisadî gelişme üretimin arttığı ölçüde tüketimin artmasını gerektirmekte, bu
da hissedilir ihtiyaçları devamlı olarak yükseltmektedir. Bu neticeye ulaşmak
için sanayi ve ticaret hayatı etkili bir âlet olan medyaya önem vermektedir'
(22). Başka bir ifadeyle, devamlı surette tüketim reklâmı yapılmakta, bütün
dünya varlıkları o ölçüde üretim artışı için kullanılmaktadır.
Üretimin en ucuz, en kaliteli ve en az zamanda
gerçekleştirilebilmesi için de bizzat işletmeler bugün mecburen reforma veya en
azından reorganizasyona tâbi tutulmaktadır.
Ana hedef, bir
yandan kişiyi layık olduğu yerde istihdam ederek onu memnun etmek ve böylece
onun beden ve ruh gücünden âzamî verimi almak; öte yandan, sorumlulukları
yayarak politik gücü, mülkiyeti yayarak ekonomik gücü dağıtmak; daha âdil bir
sosyal adalet, daha demokratik bir demokrasi, oyunun kurallarına göre oynandığı
politik bir ortam oluşturarak, insanları mutlu, kurumları istikrarlı,
hukuku hâkim kılmaktır.
Çünkü demokrasi, temsilcileri aracılığiyle
vatandaşın siyasî kararlara iştirak ettirilmesi amacına yönelikse, yetenekli ve
bilinçli yetişkinlerin de, çalıştıkları yerlerin aslî unsurları oldukları kabul
edilerek, bilgi ve görgülerinden faydalanılması, hayatlarının önemli bir
bölümünü geçirdikleri işyerinde hür bir ortamda yaşamaları gerektir. Demokratik
bir toplumda demokrasi, ailenin, atölyenin fabrika yahut büronun kapısından girmemezlik
edemez.
Gelişme ve genişleme yoluyla sağlanacak bu sonucun ana
aracı 'yönetim'dir ve dünyadaki sistemlerin makro ve mikro planda âhenkli
işlemesi, ortadaki 'yönetici' ve 'yönetim tarzı'na bağlıdır.
Değişme modern
çağın bir gereği olduğuna ve günlük hayatta her şey gibi kanunlar, âdetler,
gelenekler, görenekler, örfler, görüş, duyuş, düşünüşler de değiştiğine göre,
tek bir 'Yönetim Sistemi' etrafında kümelenmek ve ithale çalışmak mantıklı
değildir. Duruma, şartlara uygun idare sisteminin araştırılması îcâb
etmektedir. Claude Lévy-le Boyer'in dediği gibi, 'tipi ve faaliyet sâhaları ne
olursa olsun, organizasyonlardaki hayatın ortaya koyduğu psikolojik problemlere
hazır çözüm reçeteleri yoktur, her yeni hâl kendi özellik ve ölçüleri içinde
ele alınıp incelenmelidir' (23). Jean Diverrez'in ifadesiyle ise, 'önemli olan,
memleket şartlarına ve müesseselerine uygun olan sistemleri bulmaktır' (24). Bu
itibarla her müessesenin önce kendi içinde geçerli olabilecek yönetim tarzını
araştırması, sonra bütün bunlardan ülke çapında genel bir teoriye ve uygulamaya
gidilmesi daha akıllıcadır.
Körü körüne bir 'taklit' millî şahsiyeti zedelemektedir.
Bunun sonsuza kadar devamına müsaade etmemek, 'yeni, millî, orjinal, yararlı'
sistemlerin tarafımızca da bulunmasına çalışmak gerektir. Tabîî, bunun için,
insanları harekete geçiren yeterli bir altyapı (eğitim-fikir-düşünce düzeni) ve
motivasyon sistemleri gerektir (25).
Ne yazık ki, gelişmekte olan memleketler Batı'nın bulup,
tatbik edip, hattâ kusurlarını görüp uygulamadan kaldırdığı modelleri onun
arkasından adapte etmeye çalışmakta, kültür normları ve değerlerinin değişik
olması yüzünden aynı sistem oralarda farklı ve daha büyük çapta mahzurlar
doğurmakta, devamlı değişen sosyo-politik sistemler dolayısiyle toplumdaki istikrar
kaybolmaktadır. Meselâ İsveç gibi iktisâdi, siyasî, sosyal bakımdan farklı bir
memlekette başarı ile uygulanan bir katılma modelinin Türkiye gibi kalkınmakta
olan bir ülkeye aynen tatbiki muhakkak surette aynı neticeyi vermeyecektir.
0 hâlde, canlı ve cansız bütün varlıkları organize ederek
evrensel rekabet içinde değişmelerine, devamlarını sağlamalarına ve temelden
doyurulmalarına yardım etmek, özellikle de, insanlardaki 'psikolojik enerji'yi
harekete geçirmek gerekmektedir.
Bir 'sosyal anlaşma' yaparak toplum haline dönüşen
fertlerin kendi başlarına bırakılmalariyle ortaya çıkacak karışıklık ancak
basiretli bir planlama ve teşkilâtlandırma ile önlenebilir.
Çünkü toplum 'bugün tamamen yeni, devamlı gelişen,
ekonomik, teknolojik ve sosyal verilerin etkisi altındadır' (26). Bilgiler,
metodlar, âlet ve usuller değişmekte, fiyat ve kalite rekabeti globalleşmekte,
bu yüzden ancak dinamik yapılar ayakta kalabilmektedir. P. Sudreau'nun dediği
gibi, dinamizmin görüntüsü ile dolu olan 'çağımızın iki gereği: etkinlik ve
kaliteli hayat'a (27), Aurelio Peccei'nin ifade ettiği gibi, yalnızca 'geri
kalan bütün her şey için birinci temel şart olan âdil bir toplum' (28)
olmakla ulaşılabilecektir.
II- REFAH PARTİSİ'NİN KAPATILMA KARARINA KARŞI
BAZI İTİRAZ KONULARI
A-
Kapatma Kararı Hakkında Bazı Usûl Yanlışları
Refah Partisi 19 Temmuz 1983'de kurulmuş; bugüne kadar
yapılan genel ve yerel seçimlerde, sırasıyle, % 4, 1 - 7, 4 ' 10 - 17 - 20 -
22 - 35 (3 Kasım 1996) oranında oy almış; Türkiye'nin en büyük partisi ve
iktidarın büyük ortağı konumuna kadar yükselmiştir (Temmuz 1996).
Türkiye Cumhuriyeti'nin 54. Hükûmeti hakkında 20 Mayıs
1997'de, çok hukukluluk, Ramazan'da mesâi saatleriyle ilgili düzenleme,
lâikliğe aykırı davranış, dış geziler, Adalet Bakanlığı düzenlemeleri gibi
konularda verilen Gensoru TBMM'nde 246 ya karşı 282 oyla reddedilerek,
Meclis, Hükümeti denetleme görevini yerine getirmiş, iddialarda sorumluluğu
gerektirecek herhangi bir husûsun bulunmadığını karara bağlamıştır.
Bu karardan bir gün sonra Cumhuriyet Başsavcılığı'nca
Parti hakkında kapatma dâvâsı açılmıştır.
Anayasa'nın Başlangıç'ının üçüncü fıkrası ile 6.
maddesinin ikinci fıkrası, 'Egemenlik'in sahibini ve bunun nasıl
kullanılacağını göstermektedir.
Başlangıç'ın dördüncü fıkrasında 'kuvvetler ayrımı'
ilkesinden bahsedilmekte, hangi kuvvetin hangi yetkiyi kullanacağı ise, 7., 8.
ve 9. maddelerinde açık biçimde ifade edilmektedir.
Hukukî düzenlemelerin ana hedefi 'kamu düzeni'ni sağlamak
olduğuna göre, erklerarası yetki ve sorumluluğun sınırlarının kesin ve kalın
çizgilerle belirlenmesi gayet tabîîdir.
Anayasal düzenlemelerden anlaşılacağı gibi, Bakanlar
Kurulu, Bakanlar Kurulu üyelerinden biri veya birkaçı, siyasî sorumluluk
açısından ancak TBMM tarafından denetlenebilir. Bu denetimin yolları Anayasa'nın
98. maddesinde yazılı ve sözlü soru önergeleri, Meclis Araştırması, Genel
Görüşme, Gensoru ve Meclis Soruşturması olarak sıralanmıştır.
TBMM İçtüzüğü'nün geniş bir bölümü de (m. 96-114) bu
denetimle ilgilidir.
TBMM, bu yollardan herhangi birini kullanmamış ise,
ihtiyaç duymamış, kullanmış ve gereğini yapmış ise, o takdirde de o denetim
konusu, bir başka kuvvet tarafından herhangi bir gerekçeyle yeniden gündeme
getirilemez demektir.
Nitekim, bir denetim yolu olan Meclis Soruşturması'nı
içeren Anayasa'nın 100. maddesinin müzakeresinde, Komisyon Başkanı Prof. Dr.
Orhan Aldıkaçtı, 'ilgili bakan hakkında soruşturma açılmasına mahal
olmadığına karar verilmişse, artık o kimse hakkında hiç bir zaman bahse konu
hadise ile ilgili olarak, soruşturma açılamaz, iddianame düzenlenemez, adli
takibat yapılamaz' demiş (0. Aldıkaçtı. Danışma meclisi, B: 150-0:4-13.9.1982),
bu sûretle, başbakanlarla bakanların denetimleri, diğer denetim yollarından
farklı düzenlemelere tâbi tutulmuş, bu madde ile hükümet üyeleri 83. maddeye
ilave olarak ayrıca bir kere daha güvence altına alınmak istenmiş; Komisyon
sözcüsü Prof.Dr. Kemal Dal ise, 'Bir hükümetin üyelerini, yaptıkları
görev dolayısıyla, bulundukları mevki dolayısıyla, olur-olmaz ithamlardan
korumak gerekir. Bu, ülkenin iyi yönetimi bakımından da gereklidir' demiş
(Danışma Mec.B.140.0.1.1.9.1982); Prof. Aldıkaçtı ayrıca şu gerekçeleri
eklemiştir: 'Meclis soruşturması bilindiği gibi Başbakan veyahut Bakanlar
aleyhine açılabilir. Meclis soruşturması açılıp mecliste karara bağlandıktan
sonra, eğer herhangi bir tahkikat yahut Yüce Divana sevk kararı verilmezse, bu
karar kesindir. Halbuki bir mukayese yaparsak, mesela, yasama dokunulmazlığı
konusunda verilecek bir karar, sadece o seçim devresi içindir. Şimdi burada,
niçin bir Bakanın görevi sırasında işlediği iddia olunan bir suçtan dolayı ceza
mahkemesine verilebilmesi yahut Yüce Divana verilebilmesi için bir Meclis
soruşturması açılıyor'... Bunun amacı Bakanı himaye etmektir. Yani Bakanın
görevi sırasında bazı suçlar işleyebileceğini kabul etmesi ve Meclisinin bunu
takdir ederek Bakan hakkında soruşturma yapmamaya karar vermesidir ve bu karar
da dediğim gibi kesindir. Bakanlıktan ayrıldıktan sonra hakkında, Mecliste
tahkikat yapılan ve soruşturmaya mahal olmadığına karar verilen bakan hakkında
tekrar savcılık bir tahkikat açamaz. Bunun bilinmesi lazımdır' (Danışma Mec. B:
150. 0: 4 13.9.1982).
Bu ifadelerden de anlaşılmaktadır ki, Anayasa'nın 100.
maddesinin gereği yerine getirilmeden, bir Başbakanın ya da Bakanın, hangi
düşünce ile olursa olsun sorguya çekilmesi, yargılanması, itham edilmesi, hem
Anayasa'nın anılan maddesine, hem de 'kuvvetler ayırımı' ilkesine aykırı düşer.
Milletvekillerinin, Anayasa'nın 83. maddesindeki
sorumsuzlukları dolayısiyle Meclis çalışmaları yargı konusu yapılamaz;
dokunulmazlıkları dolayısiyle de, Meclis'ten izin alınmadan, sorumsuzluk
kapsamındaki fiilleri yargılanamaz ve bunlardan dolayı cezâ verilemez.
B- Odak Olma Kavramı
1- Türk Hukukunda Odak Olma
a- Siyasî Partiler Kanunu ve Anayasa'ya Göre Durum
Odak olma kavramı, 2908 sayılı Dernekler Kanunu'nun 53.
maddesi dışında, esas olarak Siyasî Partiler Kanunu ve Anayasa'da yer almıştır.
Anayasa Mahkemesi'ndeki görüşmeler sırasında Siyasî
Partiler Kanunu'nun 103. maddesinin ikinci fıkrası Anayasa'ya aykırı bulunarak
iptal edilince (9.1.1998), konunun sadece Anayasa'nın 69. maddesi çerçevesinde
ele alınması zarûreti doğmuştur.
69. maddeye göre bu mesele ikiye ayrılıp incelenebilir:
Önce, Anayasa'nın 69/6. maddesindeki, 'bir siyasî
partinin 68. maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü
temelli kapatılmasına...' ibâresi, partinin yetkili kurullarınca (Büyük Kongre,
MKYK, Meclis Grup Yönetimince) bir karar alınmasının gerekliliğine işâret
etmektedir. Buna göre yasayla, ancak bu kurulların kanuna ve Anayasa'ya aykırı
kararlarını yerine getiren üyelerin eylemleri partiyi ilzâm edecektir.
Öte yandan, 69/8. maddede yer alan, 'bir siyasî partinin
temelli kapatılmasına beyan ve faaliyetleriyle sebep olan kurucuları dahil
üyeleri ...' ifâdesi ise, yukarıda sayılan kurulların kararı olmaksızın, kendi
başına gerçekten suç teşkil edecek söz ve davranışlar sergileyen üyeleri
kapsamaktadır.
Burada 69/6. maddedeki, partinin yetkili kurullarının
kararları söz konusu olmadığından, 69/8. maddedeki duruma göz atmak
gerekmektedir.
b- Anayasa'nın 69. Maddesinin Sekizinci Fıkrası Uyarınca
Suç İsnad
Edilen Yetkililerin Durumları
Siyasî partilerin eylemleri elbette gerçek kişilerce
yapılacaktır. Ama her gerçek kişinin yaptığı faaliyeti parti eylemi olarak
kabûl etmek mümkün müdür'
Birinci aşamada, 'lâik Cumhuriyet ilkesine' aykırı olduğu
iddia edilen eylemler kısaca ve tek tek incelendikten sonra (Anayasa 68/4),
ikinci aşamada, 'bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak hâline geldiğinin
Anayasa Mahkemesi'nce tespit edilmesine' (Anayasa 69/6) geçilecektir.
aa- Olaylar (Eylemler)
Konu edilen kanıtların başlıcaları şunlardır:
(1) Üniversitede
Başörtüsü Meselesi
Bu iddiâya âit Başsavcılık dosyasında açık delil yoktur.
Sâdece, gazeteci G. Şahin'in 24.12.1997'de gönderdiği ve 14.12.1995'de N.
Erbakan tarafından yapıldığı söylenen konuşmanın kaseti vardır.
(2) 23.3.1993'de Anayasa Değişikliği Çalışmaları
Sırasında N. Erbakan
Tarafından Yapılan 'Çok Ulusluluk' Konuşması
Meclis çatısı altında 1995'den önce söylenmiştir.
(3) 9.4.1994'de N. Erbakan'ın Meclis Grubu'nda Yaptığı
'tatlı mı olacak
kanlı mı'' Konuşması
(4) 13.5.1991'deki Sivas-Sıcak Çermik Konuşması
Sadece Sancak Dergisi'nde 1994'de yayınlanan sözlerdir.
Başka hiçbir belgeye dayandırılmamıştır.
(5) Ocak 1997'de Başbakanlıkta Verilen İftar Yemeği
Cumhurbaşkanlığı dâhil, Ramazan'da heryerde verilen iftar
yemeklerinin bir benzeri. Katılan dâvetlilerin, ikisi hâriç, hepsi Diyanet
İşleri görevlisi. Kıyafet Kanunu'na muhalefet ayrı bir kovuşturma işi.
(6) Şevki Yılmaz'ın 'hesap soracağız' Dediği Konuşma
(7) H. Hüseyin Ceylan'ın 14.3.1993'de Kırıkkale'de
Yaptığı Konuşma
7
(8) Ahmet Tekdal'ın Konuşması
(9) H. Hüseyin Ceylan'ın 'çözüm şeriattadır' Dediği
Almanya Konuşması
(10) Şükrü Karatepe'nin 10.11.1996'daki Konuşması
(11) İ. Halil Çelik'in 8 Mayıs 1997'de Meclis Kulisinde
Yaptığı Konuşma
(12) Şevket Kazan'ın Bekir Yıldız'ı Hapishanedeki
Ziyareti
(13) RP'nin Konuşmacılar Hakkında Disiplin Kovuşturmasına
Gitmediği İddiası
(14) Din Eğitimi İle İlgili Değerlendirme
Başsavcılığın, RP'nin İHL ve İlahiyat Fakültelerinin
çokça açılmasına önayak olduğuna dâir iddiası.
(15) İddianameden Sonra Gelen Çeşitli Deliller
Dâvâ açılmadan önce vukû bulan bu dört yeni delil veya
olayın asıl iddianamedeki suçun niteliğini değiştirmediğinden ve zâten Parti de
bunlar hakkında savunmada bulunduğundan, değerlendirmeye alınması Kurul'ca
oyçokluğuyla (10/1) kabul edilmiştir.
(16) İddianameden Sonra Sunulan Ek Deliller
Konya Büyükşehir Belediye Başkanı'nın konuşması ve
Çayırova Belediye Başkanı'nın büst koyma eyleminin değerlendirmeye alınmaması
oybirliğiyle kabul edilmiştir.
bb- Değerlendirme
Yukarıda 1., 2., 3., 4., 5., 8., 12., 13., 14., 15., 16.
sıralarda kısaca yer alan iddialar, AİHS'nin 9., 10., 11., 14., 17. ve 18.
maddelerinde gösterilen ilkelere, Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası
hükmüne ve Siyasî Partiler Kanunu'nun 103. ve 101/b maddelerine uymamaları
dolayısıyla, laikliğe aykırı suç teşkil etmeyeceklerdir. Bunların hiçbirinde
Parti tüzelkişiliğine isnad edilen herhangi bir eylem de yoktur. Siyaset
sahnesinde bu tür tutum ve davranışlar olağandışı da görülmemektedir. Zâten hür
fikir ve düşünce dünyasında kayıtlama ve yasaklamanın olmaması gerekir.
Katılımcı ve çoğulcu demokrasi anlayışı hak ve hürriyetlerin genişlemesini icâb
ettirir. Bu, sâdece bir parti kapatma dâvâsı değil, genel anlamda, temel hak ve
hürriyetlerin bundan böyle nasıl sınırlandırılacağının belirlendiği tarihî bir
dâvâdır.
Geriye kalan 6., 7., 9., 10., 11. maddelerdeki iddialar
ise tek tek suç teşkil etmekle berâber, Parti'ye mâl edilebilecek, ve 'odak
olma'yı gerektirecek nitelikte, ölçüde, yoğunlukta
değildir. Anayasa Mahkemesi DYP ile ilgili olarak 22.5.1984 günlü, E. 1984/1,
K. 1984/1 sayılı kararında, 'Parti mensuplarının eylemleri yasal yollarla
partiye mâl olmadıkça, bu eylemlerden dolayı parti tüzelkişiliğinin sorumlu
tutulması düşünülemez' demiştir. 14.7.1993'deki E. 1992/1 sayılı HEP'in
kapatılmasıyle ilgili dâvâda Anayasa Mahkemesi, 500 civarında parti mensubu
hakkında dâva açıldığı hâlde, henüz hüküm giyme olmadığı için SPK'nun 103.
maddesindeki unsurların gerçekleşmediğini göz önünde bulundurarak odaklaşmanın
olmadığı kanaatine varmış ve odaklaşma iddiasını reddetmiştir. Odak olmak
için kullanılabilecek 'tekrar', 'devamlılık', 'kararlılık',
'yaygınlaşma' gibi koşullar yeterince gerçekleşmemiştir. Bunların,
Parti'yi bağlamayan ferdî suçlar olarak görülmeleri gerektir. Devletin kolluk
teşkilatı bu ve benzeri olayları her zaman önleyecek güç ve kuvvettedir.
Partiler demokrasilerin olmazsa olmaz şartıdır. Korunmalarının güçlendirilmesi
gerekirken, kapatılmalarında derneklerden bile garantisiz duruma düşürülmeleri
kabul edilir durum değildir.
Nitekim, Anayasa Mahkemesi'nin 16.6.1964 günlü, E:
1963/101, K: 1964/49; 3.11.1983 günlü, E: 1983/4, K: 1983/4 (Muhafazakar
Parti); ve yukarda konu edilen DYP kararlarında, parti kapatma dâvâlarında Ceza
Hukuku'nun bütün kurallarının, bu arada Ceza Hukuku temel prensiplerinin
uygulanacağı, 'Kanunsuz suç ve ceza olmaz', 'Kıyasa yer verilemez', 'Şüphe
sanık lehine yorumlanır', 'Kanun boşluğu, ancak yine kanunla doldurulabilir,
yorum ve içtihatla suç ve ceza ihdas olunamaz', 'Ceza sorumluluğu şahsîdir. Bir
kimse başkasının fiilinden sorumlu tutulamaz' ilkelerine de atıfta bulunularak,
açıkca kabul edilmiştir. Ayrıca suç ve cezalara ilişkin Anayasa'nın 38. maddesi
dâima gözönünde tutulmuştur.
Gerçek şudur ki, Türkiye'de her hatâ işleyen kişi veya
kuruluşa yaptırım uygulanmamakta, 'onlar da yargı önüne getirilirse dâvâsına
bakılır' denmektedir. Şikâyet vukûunda veya savcı tarafından re'sen dâvâ
açılması hâlinde mesele yargı önüne gelmektedir. Yani, çıkartılan kanunlar
herkes için geçerli olmamaktadır. Beklenmekte, istenmeyen kişi veya kuruluş
geldiğinde 'elek' sıklaştırılıp, mesele 'yargı darboğazı'nda çözülmektedir.
Bu, hem kanunların genelliği ilkesine aykırıdır, hem de,
idarenin ve siyasetin kendi içinde çözebileceği (çözmesi gerektiği) işlerin
yükünü 'yargıya devretmesine' yol açmaktadır.
Siyasetin esnek oyun kuralları yerine yargının sert
kaideleriyle mesele çözümlenecek sanılmaktadır.
Her iş kendi ortamı içinde ve kurallarına göre çözülmeli,
yargı, son aşamada ise müdâhale etmelidir.
Yönetenler (hizmet sunmaya tâlip olanlar) - yönetilenler
(yararlananlar = usagés) ayrımında parti nerede yer alır' Çoğunluğu alan ve
iktidar olan bir parti hâlâ 'yöneten' statüsünde değilse, nerededir'
Anayasa'nın 6. maddesine göre, 'Hiçbir kimse veya organ
kaynağını Anayasa'dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz'. Oturmuş, kendi
kendini denetleyen ve hesap veren, şeffaf, istikrarlı ve devamlılık arzeden bir
kamu yönetiminde 'durumdan vazife çıkarmak' anlayışı olmaz; Meclis ve
hükümetler seçimle gelir, seçimle gider; milletin oylarıyla iktidar olan
partiler yine milletin oylarıyla emâneti devrederler. Demokrasi, azınlık
haklarına saygılı çoğunluk sistemidir; herkese eşit muamele ederek fertler
arasındaki eşitsizlikleri ortaya çıkarmak ve sonunda, herkesin kendi yeteneği
istikametinde gelişmesine fırsat ve imkân tanımaktır. Yoksa, demokrasi bölme ve
parçalama, susturma ve bastırma, gocundurma ve kaçırtma sanatı değildir.
Demokrasilerde bir parti kolayca elimine edilemez. Onu
ortadan kaldırmanın şartları kolaylaştırılamaz. Ne var ki, Başsavcılık, odak
olmayı kolaylaştırmak için, 23.7.1995'de yapılan Anayasa değişikliğinden önceki
olaylarla, 21.5.1997'deki dâvâ tarihinden sonra işlenmiş olayları da işin içine
katmak ve bu bir cezâ dâvâsı değildir diyerek ortaya çıkacak sonuçlardan
yararlanmak istemektedir. Bir kere bu dâvâ, CMUK'nun uygulanmasına rağmen, tam
bir cezâ dâvâsı değildir. Aynı zamanda bir hukuk dâvâsı da değildir. Bu bir
dâvâdır; nevi şahsına münhasır bir parti kapatma dâvâsı, bir hüküm dâvâsıdır.
Her hükmün içinde de mutlaka bir tesbit vardır.
Odak olmanın yoğunluk ve derecesini Anayasa Mahkemesi
belirleyecek ama bunu yaparken de hiçbir şart, ölçü, kıstas, kriter, ilke
kullanmayacak; her parti kapatmasında istikrarlı bir çizgi tâkib etmeyecek; her
olaya özgü bir davranış mı sergileyecektir'
Bu, kabul edilir bir tutum olamaz, zirâ Anayasa'nın 38.
maddesindeki suç ve cezalara ilişkin esaslar zedelenmiş olur.
Eylemlerin siyasî partiye mâledilmesinin şartlarını
yasanın belirlemesi lâzımdır.
Anayasa'nın 69. maddesinin son fıkrası, 'siyasî
partilerin ... kapatılmaları... kanunla düzenlenir' dediğine göre, temel şart,
kapatma kararının SPK'nda öngörülen hükümler ışığında verileceğidir. Fakat bu
hükümleri düzenleyen SPK'nun 103/2. maddesi iptal edildiğine ve TBMM'nce henüz
yeni bir düzenleme de yapılmadığına göre, mesele mecburen Anayasa'nın 69.
maddesinin altıncı fıkrası ışığında çözülecektir.
Anayasa Mahkemesi'nin, prensip olarak, odak olmayı hiçbir
dayanak olmaksızın tesbit etmesi düşünülemez. Odak olmanın önce ölçütlerini
koymalı, bunu, kanun çıkana kadar bir içtihat kararı olarak saklamalıdır.
Bu içtihat kararı yeni yasal düzenleme yapılırken aynen
alınıp kurallaştırılırsa mesele kalmaz, Mahkeme kendi kıstaslarının kanun
hükmüne dönüşmesi karşısında bundan sonra da onları aynen uygulamaya devam
eder.
Yok, yeni yasal düzenleme kısmen veya tamamen farklı
kriterler getirirse yine mesele kalmaz, kanun hükmü Mahkeme içtihadının önüne
geçeceğinden, bundan sonra bunların uygulanmasına devâm edilir.
Ancak, şu anda ne eski kanun yürürlüktedir ne de yeni
yasa çıkarılmıştır, durum askıdadır. Çözüm için TBMM'nin yeni düzenlemesini
beklemeye de imkân yoktur. Anayasa'nın 69. maddesinin altıncı fıkrasına göre,
partinin lâik Cumhuriyet ilkesine aykırılık oluşturup oluşturmadığına Anayasa
Mahkemesi karar verecektir.
Peki, Mahkeme, SPK'nun iptal edilen 103/2. maddesindeki,
'bu fiillerin o partinin üyelerince kesif bir şekilde işlenmiş olduğunun' ve
'bu fiillerin kesif olarak işlenmesinin o partinin Büyük Kongre, MKYK veya
TBMM'ndeki grup genel kurulu yahut bu grubun yönetim kurulunca zımnen veya
sarahaten benimsendiğinin sübûta ermesinin' dışında hangi kriterleri
kullanmalıdır'
Şimdi bu noktada Alman örneğini incelemek lâzımdır.
2- Alman Hukukunda Odak Olma
a- Parti Kapatmanın Kısa Tarihçesi
Bu kavram Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda
yer aldığı şekliyle Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası'nda ve yargısında bulunmadığından,
ancak mevcut uygulamadan ve literatürdeki yorumlardan hareketle bir sonuca
varmak mümkün olabilir (29).
Alman Anayasası'nın parti
kapatma konusunda dayanak oluşturan 21. maddesi çerçevesinde cereyan eden
uygulama ve yorumlar 'odak hâline gelme' kavramına ilk adımda 'yoğunluk
kazanma' ifadesi ile yaklaşma imkânı veriyor. Denilebilir ki, Anayasa'ya
aykırılığın tespitinde partiye mâledilecek (parti bünyesindeki) faaliyet, eylem
ve açıklamaların hangi yoğunluktan (Intensität) sonra aykırılığın oluşacağı
sorusu temel alınabilir.
Gerek mahkeme kararları gerekse literatürün yaklaşımları,
verilen iki kapatma kararının, oluşturulan yeni kurumsal yapı ve siyasal
sistemin ilk yıllarındaki özel konumu ile çok yakından bağlantılı olduğunu
göstermektedir. Sosyalist İmparatorluk Partisi'nin (Sozialistische Reichpartei,
SRP) kapatılması (23.10.1952) Hitler deneyimi ile doğrudan bağlantılı olup,
gerekçelendirme, bu tarihî tecrübeye ve partinin Hitlerin partisi olan NSDAP'ye
özde akraba olduğu tesbitine dayandırılmaktadır. Yine Almanya Komünist
Partisi'nin (Komunistische Partei Deutschlands, KPD) kapatılmasında (17.8.1956)
savaş sonrası şartlarının izleri açıkça belirtilmektedir. Bu iki karardan
sonra, benzer nitelikte partiler bugüne kadar bulunagelmiş ve hattâ bâzılarının
kapatılma tartışmaları kamuoyuna yansımışsa da (30), kapatma olayı
görülmemiştir. Niçin kapatma olayının olmadığı da aşağıdaki açıklamalar
doğrultusunda daha iyi anlaşılabilir.
b- 'Odak Haline Gelme' veya 'Yoğunluk' Nasıl
Belirlenebilir'
Korunan anayasal değerlerin (31) üzerindeki yorumlamalardan sonra literatürde 'anayasaya
aykırılık unsurları' ile bu 'unsurların oluşumunun tespitinde değerlendirmeye
alınabilecek kaynaklar' arasında ayrım yapılmaktadır. Yoğunluğun tespiti
açısından her iki konunun da ele alınmasında fayda vardır.
aa- Anayasa'ya Aykırılık Unsurları
Alman Anayasası'nın 21. Maddesi, 'zarara sokma', 'ortadan
kaldırma' veya 'tehlikeye atma'yı 'amaçlama'yı (32) Anayasa'ya aykırı ve parti
kapatma gerekçesi olarak görmektedir. Böyle bir hedefin veya çalışmanın vâr
olduğunun kabullenilebilmesinin şartları, tartışmanın temel noktasıdır. Zarâra
sokma (beeintrachtigen), ortadan kaldırma (beseitigen) ve tehlikeye atma
(gefahrden) ifadelerinin açık ve yorum sâhasının da pek geniş olduğu vurgulanarak,
itinâ ve ihtimam gösterme gerekliliği sıkça gündeme getiriliyor.
Bu iki kavrama bilhassa, korunması istenen demokratik temel hak ve hürriyetler
ile demokratik düzendeki partilerin önceliği (Parteienpriorität) prensibinin
ihlâl edilebileceği kaygısıyla vurgulama yapılıyor. Bu itinâ doğrultusunda,
partilerin bir dünya görüşünü, ilmî bir teoriyi benimsemeleri veya özgürlükçü
demokrasinin temel prensiplerine şüphe ile bakan düşünceleri, bunları
eleştirmeleri, reddetmeleri ve onlara karşı başka düşünceleri savunmaları
Anayasa'ya aykırılık için yeterli değildir. Bütün bunlar Alman Anayasası'nın 5.
maddesindeki ifade hürriyeti kapsamına girmektedir. Anayasa'ya aykırılığın
objektif kriterleri olarak, ancak bu düşüncelerin pratik siyasî davranış
yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılmasıyla başlar denilmektedir. Burada ortaya
çıkan sınır meselesi, bu görüşleri benimsemek (sich bekennen) ile saldırgan
tavır almak (bekampfen=hücum etmek, saldırmak, savaş açmak) kavramları üzerinde
düğümlenmektedir. Bu ifade, devlete ve demokratik düzenin temel öğelerine
yönelik, aktif ve şiddete dönük (tecavüzkâr - agressive) bir saldırının veya
mücâdelenin olması şeklinde algılanmakla birlikte, bu tür bir doğrudan
saldırıyı hazırlayan eğitim, kışkırtma, propaganda da, saldırının başarılarını
beklemeden önünün kesilmesi gereken ve dolayısıyla Anayasa'ya aykırı bir eylem
olarak görülmektedir.
'Yoğunluk' kavramına anlam kazandırmak, Anayasa
Mahkemesi kararlarına ve doktrine göre, ancak Anayasa'ya aykırı eylemler toplu
bir bakışla (33) ele alınabildiği zaman mümkündür. Bu nedenle münferit
davranışların, saldırgan bir eğilim gösterseler bile, kendi başlarına yeterli
olamayacakları, ancak toplu ve organize bir saldırının ayrılmaz parçaları
olduklarında önem kazanacakları anlaşılmaktadır. Tek tek ele alındıklarında
ceza yargılaması konusu yapılabilecek veya polisiye tedbirlerle önlenebilecek
münferit davranışlar Anayasa'nın parti yasaklaması kapsamına alınamaz (34).
Aranan, partinin bütünü için geçerli, 'toplu, genel ve sürekli bir eğilimin'
oluşmasıdır (Anayasa Mahkemesi Karar Defteri, Band 5, sayfa 142, 143). Ne var
ki, ne zaman, hangi mertebeden sonra toplu veya genel ve saldırgan bir tutumun
var kabul edilebileceğini somutlaştırmak, net bir sınır çizmek, birbirinden
ayrılan yaklaşımlar gözönüne alındığında, pek de kolay görünmemektedir
bb- Anayasa'ya Aykırılık Unsurlarının
Oluşumunun Tespitinde
Değerlendirmeye Alınabilecek Kaynaklar
Anayasa'nın koruduğu menfaatlere bir saldırının parti
gündeminde olup olmadığını tesbit edebilmek için ilk bakışda yukarıda
söylenenlere ters görünebilecek kaynaklar belirtilmektedir. Aykırılık
unsurlarının oluşumunun (partinin anayasal değerleri yok etmeye yönelik
çalışmasının) tespitinde değerlendirmeye alınabilecek kaynaklar, yine Anayasa
maddesinde gösterilen 'amaçlarına' ve 'taraftarlarının davranışlarına göre'
belirlenmeye çalışılmaktadır. Yalnız, taraftarların davranışları (söz ve
eylemleri) partinin hedeflerini gerçekleştirmeye yönelikse değerlendirilmeye
alınmakta ve hedefler (Ziele) kaynakların (delillerin) değerlendirilmesinde
çerçeve oluşturmaktadır.
Bu deliller içerisinde parti programı, tüzüğü, resmî
açıklamalar gibi parti tüzel kişiliğini bağlayıcı yazılı ve sözlü
açıklamalar yer almakta, bunun yanında, yine partiye mâledilebilecek parti
yönetimi, yöneticileri ve merkez organlarından başlayarak parti üyeleri ve
taraftarlarına doğru genişleyen bir çerçevede yapılan davranışlar delil olarak
kullanılabilmektedir (35).
Alman Anayasa hukukunda, 'odağı hâline gelme' veya
'yoğunlaşma' açısından problem, 'aykırılık unsurları' ile 'değerlendirmeye
tâbi tutulabilecek kaynaklar-deliller' arasındaki farklı ve
birbirine ters gibi görünen yaklaşımlarda yatmaktadır. Çünkü münferit parti
yöneticileri ve görevlilerinin (Parteifunktionare) söz ve eylemleri incelemeye
alınabilecek kaynaklar arasında sayılmaktadır. İlk bakıştaki bu zıtlık,
kaynaklara yaklaşımın, unsurlar (Anayasa'ya aykırı olmanın nitelikleri)
doğrultusunda ele alınması yönündeki yargı pratiği ve literatürün yorumlarında
açıklık kazanıyor.
Buna göre:
- Münferit söz ve eylemlerin, Anayasa'ya aykırılık
unsurları karinesince, saldırgan niteliğe bürünüp bürünmediklerine
(ifade hürriyetinin yer aldığı, Anayasa'nın 5. md. alanı dışına çıkıp
çıkmadıklarına),
- Bunun ötesinde, toplu bir saldırgan hareketin
parçaları olup olmadıklarına dikkat etmek gerekmektedir. İşte, yoğunluğun
bir çerçevesi burada ortaya çıkmakta, bu tür bir tecâvüzkâr tavrın parti
sathına ne kadar yayılmış olduğunu belirlemek önem kazanmaktadır.
- Ayrıca partiye mâledilebilecek hedeflerin Anayasa'ya
aykırılığında yine Anayasa'nın 5. maddesi gündeme gelmekte; objektif olarak
tehlikenin varlığını tesbit etmede teorik, ilmî veya dünya görüşüne âit
fikirlerin ifade edilmesi değil, açıklananların zarar vermeye, ortadan
kaldırmaya (kuvveden fiile çıkarmaya) yönelik saldırgan bir muhteva kazanıp
kazanmadığına bakmak gerekmektedir.
Toplu bakışın gerekliliği şüpheye yer vermeyecek kadar
açık olsa da, kabul etmek lâzımdır ki, tehlikenin (gerek ifade hürriyeti
sınırları gerekse saldırganlığın niteliği açısından) hangi sınırdan sonra
başladığını aynı kesinlikle tesbit etmek kolay görünmemektedir. Yukarıda
belirtildiği gibi, uygulamadaki iki örneğe bakmak ve bilhassa neden parti
kapatma olayının bir daha görülmediğini şu iki sebebe dayanarak anlamak
gerekmektedir:
- Alman Anayasa Mahkemesi her iki kapatma olayında da toplu
bakışı gerçekleştirmek için fevkalâde geniş bir delil toplama işine
girişmiş, özellikle parti dökümanlarını, propaganda malzemelerini, bildirileri
elde etmiştir. Bir taraftan, resmî belgelerin ve bildirilerin arka plandaki
gerçek amaçları açıkça belirtmeyecekleri düşüncesinden hareketle
değerlendirmeye aldığı kaynakları geniş tutmuş, diğer taraftan, münferit
eylemleri ve sözleri ön plana çıkarmamış ve bunları tek tek cezaî ve polisiye
vak'alar olarak görmüştür. Tehlikeye sokma yaklaşımının genişliğine örnek
olarak, SPR'nin, 'Hitler NSDAP'sinin devamı olduğu' sonucuna varılması
gösterilebilir. Bu sonuca varabilmek için parti görevlilerinin NSDAP içinden
gelmeleri, parti içi teşkilatın hiyerarşik olması ve 'Führer' prensibine
dayanması, parti belgelerindeki Büyük Alman İmparatorluğu amacının mevcut
devletin varlığına karşı olması gibi benzerlikler, sadece Anayasa'ya aykırılık
unsurlarının oluşması açısından değil, aynı zamanda yoğunluk kavramına yukarıda
belirtilen iki boyutuyla da yaklaşabilmek için kaynakların çok geniş
tutulduğunu görmek açısından önemlidir. Komünist Partisi kapatma kararında da
(dâvâ Kasım 1951'den Ağustos 1956'ya kadar sürmüştür) dikkatler, delil
kapsamının geniş tutulduğu ve Anayasa'ya aykırılık tartışmasının parti
savunucuları tarafından reddedilmeyen proletarya egemenliğini getirme amaçları
ve bu amaçların ne zaman gerçekleştirileceği üzerinde yoğunlaşmıştır. Mahkeme
kısa veya uzun vâdeli bir amaç olmasını önemsiz sayıp, sâdece böyle bir amacın
varlığını tesbite yönelmiştir. Amacın parti savunucuları tarafından
reddedilmemesi ve fakat o gün için gerçekleşme imkanı olmadığı ve bu sebeple
gündemlerinde bulunmadığı yönündeki ifadelerine rağmen dâvânın uzun sürmesi
ilginçtir.
- Aynı özellikleri gösteren partiler olsa bile, Anayasa
Mahkemesi önüne kapatma talebinin getirilmemesi, 'partilerin imtiyazı'
(Parteienprivileg) prensibiyle açıklanabilir. Siyasî Partiler derneklere,
sendikal organizasyonlara, vs.ye karşı sınırları çok daha geniş tutulmuş ve
devlet müdahalesini sınırlandırmış bir koruma alanına sahip kabul edilirler.
Bir yanda siyasî partilerin imtiyazı, öbür yanda onlara karşı korunan anayasal
değerler, aynı madalyonun iki yüzü (korunan hürriyetler-korunan düzen)
olarak parti yasaklaması konusunda o kadar açık ve net biçimde karşı karşıya
gelmektedir ki, yasaklama konusunda mümkün olduğu kadar itinâlı ve ihtimamlı
(Zurückhaltung) davranılması gibi bir genelleme, doktrinde konuya
başlarken ve bitirirken vurgulama yapmak mecburiyeti hissedilen ortak nokta
olarak belirmektedir.
C- Temel Hak ve Özgürlükler ile AİHS Arasındaki İlişki
Temel hak ve özgürlükler insanlık tarihi kadar eskidir.
Asırlardır üzerinde çok yazılmış çizilmiş, asıl kalıcı metinler II. Dünya
Savaşı ile birlikte ortaya çıkmıştır.
24.10.1945 deki Birleşmiş Milletler Andlaşması'ndan sonra
29.5.1949 da İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 3.8.1949 da Avrupa Konseyi
Statüsü, 3.9.1953 de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS), 3.7.1973'de
Helsinki Nihai Senedi, 21.11.1990 da Paris Şartı gibi önemli belgeler imzalanıp
yürürlüğe girmiş ve Türkiye bunların hepsini kabul edip iç hukukunun bir
parçası saymıştır.
1- Temel Hak ve Özgürlüklerin Yeşerdiği
Ortam : Hukuk Devleti
Hukuk devleti, 'vatandaşların hukukî
güvenlik içinde bulundukları, devletin tüm eylem ve işlemlerinin hukuk
kurallarına bağlı olduğu ve bu bağlılığın bağımsız yargı organlarınca
denetlenebildiği bir sistem olarak tanımlanabilir. Hukuk devletinin temel amacı
olan, vatandaşların hukuki güvenliğinin sağlanması, ayrıca tabîî (ya da kanunî)
hakim güvencesini, kanunsuz suç olmaz ilkesini, ceza sorumluluğunun
kişiselliğini, mâsumiyet karinesini (yani suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar
kimsenin suçlu sayılamayacağını) ve kazanılmış haklara saygı esasını da içerir.
Nihayet, hukuk devleti, kanun devletinden farklı olarak, sadece idarenin eylem
ve işlemlerinin kanunlara uygunluğu değil, aynı zamanda, kanunların da daha üst
hukuk normu olan Anayasa'ya ve hukukun temel ilkelerine uygun olması anlamına
gelir (36).
Hukuk devleti anlayışının siyasî sistemin
demokratikleşmesinden önce yerleştiği Türkiye'de, anayasal bazda, aksayan bazı
yönler vardır. 'Mesela Yüksek Askerî Şûrâ kararlarının yargı denetimi dışında
bırakılması (md. 125); olağanüstü hallerde, sıkıyönetim ve savaş hallerinde
çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin Anayasa uygunluğunun denetlenmemesi
(md. 148), hakim ve savcılar hakkında soruşturmanın Adalet Bakanlığına bağlı
müfettişlerce yürütülmesi (md. 144), Adalet Bakanı ve Adalet Bakanlığı
Müsteşarı'nın Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun tabîî üyesi olmaları (md.
159) dolayısıyla yürütme organının hakim ve savcıların özlük işlerinde bir
ölçüde etkili olması, Milli Güvenlik Konseyi döneminde çıkarılmış kanun ve
diğer işlemler hakkında Anayasaya aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesine
başvurulmaması (Geçici md. 15)'(37) bunlardandır.
Bu aksaklıklar niçin yıllardan beri
süregelmektedir' 'Türkiye'nin hukuk devleti (ve onunla bağlantılı olarak insan
hakları) sorunu, hukukî olduğu kadar sosyolojik bir normudur. Hukuk devletinin
vatandaşların gözünde taşıdığı değer, onların yargı sisteminin kolay
erişilebilir, etkin, güvenilir ve herşeyden önce âdil bir sistem olduğu
hakkındaki inançlarına bağlıdır. Bağımsız bir mahkeme tarafından makul bir süre
içinde hakkaniyete uygun ve açık olarak yargılanma hakkı, temel insan
haklarından biridir' (38).
Konuyu daha genel planda ele alan Prof.
Dr. Hüseyin Hatemi, daha 1989 larda kaleme aldığı HUKUK DEVLETİ ÖĞRETİSİ
isimli kitabında, 'hukuk devleti amaç, demokrasi ise (ona) ulaşılması için
kullanılan ve sâlık verilen bir araçtır'(39) demektedir. Yine ona göre '...
Doğru bir 'insan hakkı' öğretisine sahip olunmadıkça 'adâlet' anlayışına sahip
olmaya da imkan yoktur. Adâlet bir ölçüdür. Bir terazidir.... Hukuk devleti
kavramı doğru bir 'insan hakları' anlayışına dayanmaktadır, dış dünyada
gerçeklik kazanamaz. Hangi toplumda insan hakları gerçekten her birey için
sağlanabiliyorsa, hukuk devletine giden yolun yarısından çoğu alınabilmiş
demektir. Hukuk devletinin göstergesi kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge, vs.
sayısı ve çokluğu asla değildir. Örgütlü zulüm, bazen en ince hukuk tekniği
ayrıntılarına kadar düzenlenmiş olabilir' (40). İşte kanun devleti anlayışının
suistimal edilmiş bu tarzı, tarihte sıkca rastlanan olgulardandır. 'Demokrasi
tek başına hukuk devletine olan ihtiyacı karşılamaya yeterli değildir.
Demokrasi, hukuk devleti amacına ulaşmak için ileri sürülen yöntemlerden
birisidir. Başka güvencelerle desteklenmeyen bir demokrasi, çoğunluk
diktatörlüğüne yol açabilir ve Hukuk Devleti ile hiçbir ilişkisi kalmamış
olabilir....
Demokrasi kötüye kullanıldığında ortaya
çıkan görünüm çok defa çoğunluk diktatörlüğü bile değildir. Temsilî demokrasi
perdesi altında faşizm sahneye konmuştur. Yahut görünen, demokrasiye daha çok
benzemekle birlikte, o toplum gereken düzeyde bilinçlenmiş olmadığından, perde
arkasında oligarşi vardır, ipleri çeken ve demokrasi oyununu oynatan baskı
grupları örgütlenmiş, çıkar gruplarının Magna Charta'sı yazılı Anayasa
karşısında gizli ve gerçek Anayasa olarak yürürlüktedir... Halk demokrasiyi
ciddîye almadıkça ve bir oyun olarak seyrine baktıkça, her seçim sırasında da
'figüran' olarak oyuna katılmaya razı oldukça iç irâde açıklanmaz ve bu
demokrasicilik oyunu sürüp gider' (41).
İş bununla da kalmaz. Yine Prof. Hatemi'ye
göre, 'Halk oyunbozanlık eder de gücü gerçekten ele almaya kalkışırsa, 'bu bir
oyunda ve oyun bitti!' demek Özel Hukuk'ta olduğu gibi kolay değildir. Özel
Hukuk'ta bir mahkeme önüne gidilecektir. Demokrasi konusunda 'yalan' söylenmiş
ise, gidilecek bir hâkim yoktur ve yine kâğıt üzerinde 'oyun'un yerine
'demokrasi gerçeği'ni ikame etme yetkisi 'halk'tadır. 'Güç gerçekte bendedir ve
bu gücü sizlere devretmeye de hiç niyetim yok!' demek, Özel Hukuk alanında
olduğu kadar kolay değildir. Halk, 'şimdiye kadar oyun olarak oynadık,
seyrettik ve figüran olarak katıldık ise de, bu oyun bizim çok hoşumuza gitti,
kimbilir gerçeği nasıldır! Artık bu oyunu gerçeklik düzeyine aktarmak
istiyoruz' derse, bilinçlenmiş ve hele örgütlenmiş halk karşısında, denge elbette
ve derhal değişir ve güç elden gider... Şu halde demokrasinin bir 'oyun'
olduğunun halk hiç bir zaman farkına varmamalı, ancak, gerektiğinde, perdeyi
kapatma ve daha gerçekçi bir oyunu sahneye koyma yetkisi yine güç sahiplerinin
elinde olmalıdır. Bu daha gerçekçi oyun, güç sahiplerinin hizmetindeki usta
yazarlar tarafından elden geçirilerek, dil ve ayrıntılar bakımından
'çağdaşlaştırılarak' güne uydurulur ve gerektiğinde 'demokrasi oyunu' yerine
sahneye konur. Esasen bu oyunun adında, ne olursa olsun, 'bir çağdaşlık' ve
'çağdaşlaştırma' ibaresi veya çeşnisi yahut çağrışımı vardır. Çünkü, demokrasi
oyununun tehlikeli olmaya başlaması, bireyin, insanlık değerinin güvencesi olan
temel ilkelerin, değişmez ve her insan için eşit olarak geçerli (yürürlükte) olduklarının
kavranması ânından itibarendir' (42).
Demek ki, insan olmanın gerektirdiği hak ve
hürriyetleri elde etmenin zorluğu kadar onlara sahip çıkıp devam ettirmenin de
güçlükleri vardır. Bu iş tek başına her ülkeye bırakılabilecek bir görev olarak
görülmemiş, daha 622 ve 1215'lerden başlayarak bugüne kadar tazeliğini korumuş
ve ortaya çok önemli belgeler çıkarılmıştır.
'İnsan haklarının milletlerarası alanda
korunması her ne kadar en olgun seviyesine çıkmamış olsa da, son yüzyılların
muhakkak ki büyük uğraşlarından biri olmuş' (Nicolas Valticos) (43), 'çağımızın
hukuk-siyaset gerçeği içinde düşündüğümüz insan haklarının hukukî açıdan
korunmasına, İngiltere'de geçmişteki sui generis koruma hariç, 1776 Amerikan ve
1789 Fransız İhtilallerinden itibaren başlanmıştır' (Aristovoulos Manessis)
(44).
Zaman içinde 'sivil haklar', 'temel
haklar'. 'kişisel hürriyetler', 'kamu özgürlükleri' gibi terimlerle de anılan
'insan hak ve hürriyetleri'nin bütünüyle ele alındığı en önemli belgelerin
başında bugün AİHS gelmektedir. Bunun her ülkece kabul edilmesi, bir kere,
'hukuk tekniği açısından mümkündür; düşünülen diğer birçok formüllerden daha
fazla açıklık sağladığı için tercih edilebilir; politik açıdan da, kelimenin en
yüce anlamıyla, arzuya şâyândır. Öbür yandan, bu Sözleşme, Avrupa'da insan
haklarının korunmasını daha da iyileştirecek ve tamamlayacak; Birlik üyelerinin
gerçek demokrasinin temel unsuru olan insan haklarına saygısını
kuvvetlendirecektir' (Peter Leupreht) (45).
İşte bunlar, hukuk devleti olmanın baş
şartlarıdır. Açıkça ifade etmek gerekirse, 'temel hakların korunması
mekanizmasının varlığı, modern bir demokrasinin asıl güçlü yanıdır... (Artık
bundan sonra, gittikçe) gelişmekte olan insan haklarını koruma sisteminin daha
da iyileştirilmesine; bu sistemin pratiğe sokulmasına ve temel hakların bütün
ihlâllerinin cezalandırılmasına büyük dikkat sarfedilmelidir' (Federico Mancini
' Vittorio di Bucci) (46).
Aslında mesele, olgunlaşmış bir zihin, bir
'iyi niyet' sorunudur. Herşeyi olduğu gibi 'Anayasayı anlamak, onu en iyi
korumak demektir. Hür bir toplumda ve hukuk devletinde bir yasanın en önemli
niteliği, meşruîyet (yasallık) gücünü göstermesidir. Meşruîyet de hukukun
herkesce kabullenilmesi demektir' (47).
2- Parti Üyelerinin Söz ve Eylemlerinin
AİHS'ne Göre Ele Alınması
Yirmibirinci Yüzyıl'a girerken sosyo-politik alanda
dünyâda kullanılan çağdaşlık ölçütleri Demokrasi ile İnsan Hak ve
Özgürlükleri'dir. Globalleşen dünyâdaki bütün çağdaş kuruluşlar,
getirdikleri normlarla hep bunların düzenlenmesi ve gerçekleştirilmesi için
gayret sarfetmektedir.
Kabul edilmiş ve usulüne göre yürürlüğe konulmuş
milletlerarası andlaşmaların Anayasa'ya aykırılığının öne sürülemeyeceği, millî
hukukun bir parçası ve iç hukukla çatışma hâlinde öncelikli oldukları
Anayasa'nın 90. maddesinin âmir hükmü olduğuna göre, Birleşmiş Milletler İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesi, Helsinki Nihâi Senedi, Paris Şartı gibi önemli
belgeler, özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de hep bu kategori içinde
yer almaktadır. Siyasî Partiler Kanunu ve Anayasa'daki boşlukların ve
çelişikliklerin bunlarla doldurulması bir hukuk güvencesi olmuştur.
İşte bu noktada, lâik Cumhuriyet ilkesine aykırı
eylemleri nedeniyle Anayasa'nın 68. ve 69. maddeleri ile 2820 sayılı Siyasî
Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin (b) bendi ve 103. maddesinin birinci
fıkrası gereğince kapatılmasına karar verilen Refah Partisi'nin, buna sebep
olan, Genel Başkan dâhil altı üyesinin bahse konu beyan ve eylemlerinden
yukarıda belirtilen 1, 2, 3, 4, 5, 8, 12, 13, 14, 15, 16. sırada bulunanların
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ilgili maddeleri karşısındaki durumlarını
belirlemek lâzım gelmektedir (48).
a- Düşünce, Vicdan ve Din Özgürlüğü Yönünden
Sözleşme'nin 9. maddesi şöyledir .
'(1) her şahıs düşünme, vicdan ve din hürriyetine sahiptir.
Bu hak, din veya kanaat değiştirme hürriyetini ve alenen veya hususi tarzda
ibadet ve ayin veya öğretimini yapmak suretiyle tek başına veya toplu olarak
dinini veya kanaatini izhar eylemek hürriyetini tazammun eder.
(2) Din veya kanaatleri izhar etmek hürriyeti demokratik
bir cemiyette ancak amme güvenliğinin, amme nizamının, genel sağlığın veya
umumi ahlâkın, yahut başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması için zaruri
olan tedbirlerle ve kanunla tahdit edilebilir.'
Burada ifâde edilen düşünce, vicdan ve din özgürlüğü
demokratik toplum olmanın temellerinden birisidir. Sâdece inananların kişilik
ve hayat anlayışının değil, inançsızlar, din düşmanları ve şüphelilerin dünya
görüşünü de korur.
Düşünce ve inançlar açığa vurulduğu takdirde, bunlar
Sözleşme'nin 10. maddesi kapsamında değerlendirilmektedir. Nitekim, Komisyon ve
Divan genelde bu iki maddeyi birlikte ele almaktadır. Din özgürlüğü konusunda
Komisyona fazla başvuru yapılmamış ve şikâyetlerin tümü reddedilmiştir.
Maddenin ikinci fıkrasına göre, bahsi geçen hak ve
özgürlükler ancak kanunlarla ve kamu güvenliği, kamu düzeni, genel sağlık ve
ahlâk, başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması maksadıyla kısıtlanabilir.
Ancak buradaki kısıtlama birinci fıkrada tanınan hakların tümü bakımından değil,
sadece din veyâ inancı açıklama özgürlüğü açısından söz konusudur. Düşünce ve
vicdan özgürlüğü kişinin iç dünyasını ilgilendiren olgular olarak kısıtlama
kapsamı dışında bırakılmıştır (Ş. Ünal, s. 207-208-209-211).
RP'nin bahsi geçen üyelerinin söz ve eylemlerinin bu
maddeye aykırı bir yönü bulunmamakta ve kapatılma için bir sebep teşkil
etmemektedir.
b- İfade özgürlüğü Yönünden
Sözleşme'nin 10. maddesi şöyledir:
'(1) Her fert ifade ve izhar hakkına maliktir. Bu hak
içtihat hürriyetini ve resmi makamların müdahalesi ve memleket sınırları
mevzuubahis olmaksızın, haber veya fikir almak veya vermek serbestisini ihtiva
eder. Bu madde, devletin radyo, sinema veya televizyon işletmelerini müsaade
rejimine tabi kılmalarına mani değildir.
(2) Kullanılması vazife ve mes'uliyeti tazammun eden bu
hürriyetler demokratik bir toplulukta, zaruri tedbirler mahiyetinde olarak,
milli güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya amme emniyetinin, nizamı
muhafazanın, suçun önlenmesinin, sağlığın veya ahlâkın, başkalarının şöhret ve
haklarının korunması, gizli haberlerin ifşasına mani olunması veya adalet
kuvvetinin üstünlüğünün ve tarafsızlığının sağlanması için ancak ve kanunla,
muayyen merasime, şartlara, tahditlere veya müeyyidelere tâbi tutulabilir.'
Demokratik sistem, düşünce ve görüşlerin serbestce açığa
vurularak millî irâdenin engellenmeden ortaya çıkması esası üzerine
kurulmuştur. Bir toplumda halk hayatını ve geleceğini ilgilendiren konular
üzerinde fikir üretemez ve bunları açığa vuramazsa, o toplum demokrasi olarak
nitelendirilemez. Günümüzün modern çoğulcu ve katılımcı demokrasilerinde,
seçilmiş yöneticilerle birlikte halk da kendi geleceğini ilgilendiren bütün
konularda düşüncelerini açığa vurmak suretiyle karar alma sürecini etkilemekte
ve katkıda bulunmaktadır. Açığa vurulan düşünceler ancak suçu övmesi, suçu ve
şiddeti teşvik edici nitelikte olması veyâ toplum ahlâkını bozması gibi
nedenlerle cezalandırılabilir ki, zâten bunlar cezâ kanunlarında da fikir
değil, suç olarak nitelendirilmiştir. Düşünceler ve onları açığa vurmaya
elverişli araçlar olmaksızın, bir rejim demokrasi olarak adlandırılamaz.
Ne var ki, bütün temel hak ve özgürlükler gibi,
demokratik bir toplumda ifade hürriyetinin de sınırları vardır. ABD Yüksek
Mahkemesi, ifade özgürlüğünün sınırlandırılması konusunda, 'açık ve mevcut
tehlike' (clear and present danger) kavramı altında ilginç bir ölçü
geliştirmiştir. Buna göre yapılan konuşma veyâ öne sürülen düşünceler toplum
açısından açık ve mevcut bir tehlike oluşturduğu takdirde yasaklanabilir (Ş.
Ünal, s. 218-219-220-221).
Alman Anayasa hukukunda ise buna benzer iki kavram
kullanılmaktadır:
- Ülkenin düzenine ve mevcudiyetine yönelik 'kesin
tehlike (danger imminent),
- Dışardan gelen ve Cumhuriyeti tehdit eden 'gerçek ve
mevcut tehlike' (Ulrich Karpen, s. 188).
Bu durumda, bahsi geçen söz ve eylemlerin 10. madde ile
bağdaşmadığını söylemek ve kapatılma sebebi saymak mümkün görünmemektedir.
Adı geçen Parti müesses nizâmın ve rejimin bir
parçasıdır, aldığı oylarla kitle partisi düzeyine gelmiştir. Laikliği zedelemek
değil pekiştirmek için, belki, vârlığının zorunluluğu bile düşünülebilir. Şu
'gökkubbe altında' bugüne kadar zâten söylenmedik hiçbir söz kalmamışken, hem
de TBMM çatısı altında söylenenleri bugün gelinen gelişme ortamında suç saymak
ancak bir geriye dönüş, hak ve özgürlükleri askıya almak olur.
Mahkememizin belirtilen sıralamadaki söz ve eylemlerin
ancak bir kısmını suç kabul edip, onlara dayanarak 'odaklaşma'nın varlığını
saptaması, Anayasa'nın 69. maddesindeki, '...fiillerin işlendiği bir odak
hâline geldiğinin Anayasa Mahkemesi'nce tesbit edilmesi hâlinde ...' ibâresini
geniş yorumlamasından kaynaklanmaktadır. Odak olmanın hükmü elbette Mahkeme'ce
verilecektir. Ancak hüküm safhasından önceki aşamalar, yine 69. maddenin son
fıkrasında yer alan, 'Siyasî partilerin... kapatılmaları... kanunla düzenlenir'
kuralınca, ona âit değildir. Kanunkoyucunun irâdesi ile belirlenecek ilke,
ölçüt, kıstaslara göre odaklaşma olup olmadığına karar verilecektir.
Sözleşme'nin 10. maddesi aslında bu tür söylem ve
eylemlerin meşrûiyeti için tam bir dayanak oluşturmaktadır.
c- Örgütlenme Özgürlüğü Yönünden
Sözleşme'nin 11. maddesi şöyledir:
'(1) Her şahıs, asayişi ihlâl etmeyen toplantılara
katılmak ve kendi menfaatlerini korumak için başkalarıyla birlikte sendikalar
tesis etmek veya sendikalara girmek hakkı da dahil olmak üzere, dernek kurmak
hakkını haizdir.
(2) Bu hakların kullanılması, demokratik bir toplulukta,
zarurî tedbirler mahiyetinde olarak millî güvenliğin, âmme emniyetinin, nizamı
muhafazanın, suçun önlenmesinin, sağlığın veya ahlâkın veya başkalarının hak ve
hürriyetlerinin korunması için ve ancak kanunla tahdide tabi tutulabilir. Bu
madde, bu hakların kullanılmasında silâhlı kuvvetler, zabıta mensupları ve
devlet idare mekanizmasında görevli olanlar hakkında muhik tahditler konmasına
mâni değildir.'
Örgütlenme, özellikle siyasî gruplaşma ve faaliyetlerin
en geniş şekilde yer aldığı demokratik toplumun vazgeçilmez koşullarından
biridir (Gölcüklü-Gözübüyük, s. 292).
Bu madde ile güvence altına alınan haklar, demokratik bir
toplumun sosyal ve siyasî değerleridir. Birinci paragrafta toplantı, dernek,
sendika kurma özgürlüğü açıklanmış, ikinci paragrafta da bunların hangi şartlar
altında kısıtlanabileceği belirtilmiştir. Komisyon ve Divan, önce şikâyetlerin
bu madde kapsamına girip girmediğini tesbit etmekte, ikinci aşamada da, bu
özgürlüklere yapılan müdahalelerin ikinci paragrafa göre haklı olup olmadığını
araştırmaktadır. ikinci paragrafa göre, bu müdahalenin haklı telâkki
edilebilmesi için, kanunda öngörülmüş olması, millî güvenlik ve kamu düzeni,
suçluluğun önlenmesi, toplumun sağlık ve ahlâkının korunması ve nihayet
başkalarının haklarının korunması gibi meşrû amaçlarla yapılması ve demokratik
bir toplumun gereklerinin yapılan müdahaleyi zorunlu kılması şarttır.
Maddenin birinci paragrafı sadece barışcı amaçlarla
yapılacak toplantı ve gösterileri korumaktadır. Barışcı (peaceful) teriminin
bir tanımı yapılmamış olmakla beraber, Komisyon, toplantıyı düzenleyen ve
katılanların kamu düzenini bozmaya yönelik şiddet eylemlerine
başvurma niyetlerini araştırmakta, toplantı ve ifâde özgürlüklerini
birbirleriyle çok sıkı bir şekilde bağlı saymaktadır (Ş. Ünal, s. 248-250).
Batı'da düşünme ve fikir hürriyeti ile teşkîlâtlanma
özgürlüğüne özel önem verilmekte; genelde, birincisinde, başkasına hakâret
edilmemesi ve cinâyetin teşvik edilmemesi gibi sadece iki, ikincisinde ise,
terörist faaliyetlere katılmama gibi tek bir sınırlama getirilmektedir.
Adı geçen Parti üyelerinin belirtilen söz ve eylemlerinde
millî güvenliği, kamu emniyetini, barışı ve düzeni bozma; başkalarının hak ve
özgürlüklerini yok etme; sağlık ve ahlâkı zedeleme; toplantı yapma, dernek ve
sendika kurma haklarını kısıtlama gibi amaçların bulunmadığı, sâdece dünya
görüşlerini dile getirdikleri açıktır. Şiddete dönük, terörle ilişkili, düzeni
değiştirmeye mâtuf ve dolayısiyle Sözleşme'nin 11. maddesindeki kısıtlama
kapsamına giren bir durum yoktur.
d- Ayırımcılık Yasağı (İşlemde Eşitlik İlkesi) Yönünden
Sözleşme'nin 14. maddesi şöyledir:
'İşbu sözleşmede tanınan hak ve hürriyetlerden istifade
keyfiyeti, bilhassa cins, ırk, renk, dil, din, siyasî veya diğer kanaatler,
milli veya sosyal menşe, milli bir azınlığa mensupluk, doğum veya her hangi bir
durum üzerine müesses hiçbir tefrike tabi olmaksızın sağlanmalıdır'.
Sözleşme'nin, egemen devletçe sağlanıp korunmasını
emrettiği haklar ve özgürlükler 'herkes' için olduğu cihetle (m. 1) bunların
kullanılmasında, bunlardan yararlanmada bireyler arasında ayırım gözetilmesi,
açık bir hükümle, yasaklanmış bulunmaktadır. Bu husus yasalar önünde eşitlik
ilkesinin de açık bir sonucudur. Madde aynı, ya da benzer durumda bulunan
bireyleri haksız farklı muameleye karşı korumaktadır.
Divan'ın da belirttiği gibi, 14. madde, Sözleşme ile
tanınan hak ve özgürlüklerin kullanılmasında her türlü ayırımı yasaklamış
değildir; 14 madde bağlamında yasak olan husus, ayırımın 'objektif ve makûl bir
nedenden mahrum bulunması', yani 'meşru bir amaca yönelik olmaması' ve 'güdülen
amaçla kullanılan araç arasında makul bir orantı ilişkisine' sahip bulunmamasıdır.
14. madde, Sözleşme'nin koruduğu 'hak ve özgürlüklerden
yararlanma' konusunda hüküm ifade ettiği için bağımsız bir varlığa sahip
değildir, bu madde Sözleşme'de mevcut öteki normatif hükümleri tamamlamaktadır.
Diğer bir deyişle Sözleşme ve ek protokollerinin normatif hükümlerinin,
mahiyetleri ne olursa olsun, ayrılmaz bir parçası, onların mütemmim cüzüdür'
(Gölcüklü-Gözübüyük, s. 304-305-306).
Ayırımcılığın söz konusu edilebilmesi için iki veya daha
fazla birey veya gruplar arasında karşılaştırma yaparak, farklı muâmele görüp
görmediklerinin, görmüşlerse, yapılan ayırımın haklı nedenlere dayanıp
dayanmadığının belirlenmesi gerekir. Komisyon ve Divan, âkit devletlere bu
konuda geniş bir takdir hakkı tanımaktadır. Örneğin, 12.4.1991 tarih ve 3713
sayılı Af Kanunu'nun uygulanması çerçevesinde, Komisyon'a Türkiye'den toplam 25
başvuru yapılmıştır. Ayrılıkçı terörist şikâyetçiler, şartlı salıverilmeleri
konusunda kendilerine diğer hükümlülere oranla daha ağır şartlar yüklendiğinden
bahisle, bunun eşitlik ilkesine aykırı olduğundan yakınmışlardır. Komisyon,
bütün başvuruları kabul edilemez nitelikte bularak geri çevirmiştir.
İrlanda ile ilgili diğer bir olayda, Divan, farklı bir
sonuca varmıştır. Olayda, yerel bir planlama ve geliştirme komisyonu, bir
vadide bulunan bütün arazi sahiplerine yapı izni verdiği hâlde, şikâyetçiye
vermemiştir. Divan, 9.2.1993 tarihli kararında bu uygulamayı, Sözleşme'nin 14.
maddesinde öngörülen, yasa önünde eşitlik ilkesine aykırı bulmuştur. Olay,
Sözleşme'nin 50. maddesi çerçevesinde, İrlanda hükûmetinin şikâyetçiye maddî ve
manevî tazminat ödemesiyle sonuçlandırılmıştır (Ş. Ünal, s. 263-264).
Bu maddede tek tek sıralanan ayırımcılık sebeplerinden
hiçbiri, adı geçen Parti üyelerinin söz ve eylemlerinde, başkalarının bu
Sözleşme'de gösterilen hak ve özgürlüklerden yararlanmamalarını engelleyici
unsur olarak yer almamaktadır.
e- Hakların Kötüye Kullanımının Yasaklanması Yönünden
Sözleşme'nin 17. maddesi şöyledir:
'Bu sözleşme hükümlerinden hiçbiri bir devlete, topluluğa
veya ferde, işbu Sözleşmede tanınan hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya
mezkûr Sözleşmede derpiş edildiğinden daha geniş ölçüde tahditlere tabi
tutulmasını istihdaf eden bir faaliyete girişmeye veya harekette bulunmaya
matuf her hangi bir hak sağladığı şeklinde tefsir olunamaz'.
İki ayrı hüküm içeren bu madde ile önce Sözleşme'de yer
alan hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılması yasaklanmakta, yani Sözleşme'deki
hak ve özgürlüklerden yararlanarak bunları yok etme girişiminde
bulunulamayacağı belirtilmekte; sonra da Sözleşme ile koruma altına alınan hak
ve özgürlükleri sınırlarken devletin, gene Sözleşme'nin izin verdiği sınırları
aşmaması emrolunmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse 17. madde Sözleşme'nin
öngördüğü hak ve özgürlüklerin kullanılmasına ve sınırlanmasına sınır
getirmektedir (Gölcüklü-Gözübüyük, s. 316).
Adı geçen Parti üyelerinin söz ve eylemlerinin
hiçbirinde, Sözleşme'de tanınan hak ve hürriyetlerin yok edilmesi veyâ
kısıtlanması yönünde ne bir açıklık bulunmakta ne de bir îmâ sezilmektedir.
Dolayısiyle, 17. madde ile bir uyumsuzluk söz konusu değildir.
f- Hakların Kısıtlanmasının Sınırlanması (Sınırlama
Sebeplerinin
Öngörülen Amaç Dışında Genişletilmemesi - Amaç Saptırma
Yasası )
Yönünden
Sözleşme'nin 18. maddesi şöyledir:
'Bu Sözleşme'nin hükümleri gereğince, mezkûr hak ve
hürriyetlere yapılan takyitler ancak derpiş edildikleri gaye için tatbik
edilebilirler'.
Bu madde hak ve özgürlükleri sınırlarken 'iyi niyet'
kuralını koymakta, yani amaç saptırmayı yasaklamaktadır. Böylece, devletin
sınırlama yetkisini sınırlayan 17. maddeye ilâve olarak, sınırlamanın içeriği
de belirlenmekte; güdülen meşru amaca sadık kalınması emrolunmaktadır.
17. ve 18. maddeler, yukarıda belirtilen nitelikleri
sonucu, bağımsız bir mevcudiyete sahip değildirler; ancak, Sözleşme'nin
sınırlama öngören diğer normatif bir hükmüyle bağlantılı olarak uygulanırlar.
Bu nedenle anılan maddelerin, hiçbir sınırlamaya tabi tutulmayan yani mutlak
nitelikteki (meselâ m. 3 ve m. 4/1 gibi) hak ve özgürlükler konusunda uygulanma
kabiliyeti yoktur' (Gölcüklü-Gözübüyük, s. 318).
Bu durumda, sözü edilen Parti üyelerinin söz ve
eylemlerinin 18. maddeye aykırı düştüğünden bahsetmek mümkün değildir.
III-
SONUÇ
Yaşanılan
dünyâda farklılık ve çeşitliliğin süreceği, çatışma ve çekişmenin eksik
olmayacağı , büyük balığın küçük balığı dâimâ yutacağı inkâr edilmez bir
gerçektir. Ama bütün bunlara rağmen, değişme ve gelişmenin sonsuza kadar
durmayacağı da başka bir gerçektir.
Prof Dr. Metin Sözen'in, 'Koca Mimar Sinan, 98 yıllık
ömründe, bilinen o dünya çapındaki eserlerinin hiçbirini değil de, yalnızca
İstanbul'daki Moğlova Su Kemeri'ni yapmış olsaydı, yine aynı Sinan olarak
anılmaya değerdi' dediği gibi, insanlık âleminde de başka hiçbir güzellik
kalmayıp sâdece ADALET duygusu ve gerçeği vâr olsaydı, bu dünya yine de
yaşanmaya değerdi.
Dünya güzel ama onu yaşanmaya değer kılan, insanoğlunun
bizzat kendisi.
'Teşkilatlanmış toplumlar' hâline gelmiş olan bugünün
modern cemiyetleri maddi ve gayrimaddi yapılarıyla bir 'bütün' oluşturur. Bu
'bütün'ün adı 'sistem'dir. Sistem, 'aralarında herhangi bir ilişki veya
bağımsızlık bulunan bileşenlerin oluşturduğu bütündür.' Herşey kendi içinde bir
'bütün', ama bir başkasının da parçasıdır (49).
Canlı ve cansız varlıklar az veyâ çok, ama tamâmen
birbiriyle irtibat hâlindedir, birbirine ihtiyaç duymaktadır. Herhangi bir
sistem içinde yapılacak değişiklik kısa yâhut uzun vâdede, az veyâ çok,
diğerlerine etki edecektir. Mesele, sibernetik biliminin konusunu
oluşturmaktadır.
Sibernetik, makinayı, âleti, işletmeyi, her tip
organizasyonu insan ve kâinat yapısı gibi en ideal olan yapıya uydurmak,
benzetmek; insanlarla makinalar arasında irtibat kurmak; başka bir deyişle,
insan beyninin çalışmasını açıklamak amacıyle karmaşık bilgisayarlar ile sinir
sisteminin mukayesesini yapmak demek olup, daha çok makina ve hayvanlardaki
kontrol ve haberleşme üzerinde durur. Sistemci görüş uyarınca herşey birbiriyle
alâkalı olduğundan, hiçbir zerre ve hâdiseyi yekdiğerinden ayrı olarak ele alıp
düşünmek, gerçeği tam olarak yansıtmaz. Nasıl insan vücüdunda yüzlerce organ
mevcut olup bunların ayrı ayrı rolleri varsa, dış âlemde, insanın yaptığı
herşeyde de pek çok faktör bulunur, sistemin işleyişinde bunların hepsinin
(işçinin, iş verenin, tabiatın, sermâyenin) tesiri vardır, biri eksik kalır
veyâ diğerinin hakkı az verilir yâhut az beslenirse, vücutta bu durumda bulunan
bir organın körelmesi yâhut şişmesi gibi bir dengesizlik ve rahatsızlık husûle
gelebilir, nihâyet bir ameliyâta kadar gidilebilir. Rollerin (fonksiyonların)
çok farklı olması nisbetinde organların 'değerleri' arasında fark yoktur. Bu
fark zannedildiğinden de küçüktür. Dalağa ihtiyaç olduğu gibi tırnağa; kalbe
ihtiyaç olduğu gibi böbreğe de lüzum vardır. 0 hâlde, 'kâinat' seviyesindeki
dengeyi (makrokozmozdaki denge), 'toplum, aile, işletmeler seviyesinde'
(mikrokozmozda) da kurmak gerektir.
Doğadaki canlılık ve düzen o kadar basit bir mekanizma
ile kurulmuştur ki, bu basitlikteki büyüklük akıllara durgunluk vermektedir.
Bu mekanizma, yoğunluk farkıdır.
Atmosferdeki ısı ve okyanuslardaki tuz yoğunluğundaki
farktan dolayı tabiatta kıpırdanma ve hareket olmakta; aynı yoğunluk farkı,
insanlara da yansıyarak, birbirine hiç benzemeyen karakterler, duygular,
düşünceler doğmaktadır.
Kâinattaki dengeyi sağlayan ise, birbirinden çok farklı
büyüklükteki cisimlerin ârızasızca hareketini temin eden üç temel unsurdur: ağırlık,
hacim, mesâfe. Bunların gezegenler arasında mükemmel surette
ayarlanmasiyle ay dünyaya çarpmamakta; güneş devamlı batıdan batmakta; ağaçlara
su ilkbaharda yürümekte; başka bir deyişle, karmaşık kâinat mükemmel bir düzen
içinde işlemekte, düzensizlik içinden düzen doğmaktadır.
Mâdemki, adına 'tabiat' denen ve bir defa yaratılıp
saatin zili gibi kurulup bırakılıveren evren ve onun içindeki, bir sistemdir,
ama yine de hiç sektirmeden, hatâ yapmadan işlemektedir; işletmeler,
üniversiteler, hükümetler, ne kadar büyük, karmaşık, geniş olurlarsa olsunlar,
düzenli işleyebilirler, veyâ onların düzgün işleyişine uygun bir sistem
bulunabilir.
Eğer kâinattaki dengeyi sağlayan ağırlık, hacim, mesafe
ögeleri, aynı anlamları içinde, âile, iş, toplum, siyaset hayâtına yetki,
görev, sorumluluk unsurları olarak aktarılabilir, aynı zamanda bu
hayat, dokunulmaz ve vazgeçilmez temel hak ve özgürlüklerle bezendirilebilirse,
bu düzgün işleyen düzen ile haddini hudûdunu bilen insanlar (ve tabii kurum ve
kuruluşlar) topluluğu rahatlıkla meydana getirilebilir.
Her vücutta (sistemde) önce bir beyin (merkez) vardır,
bütün organlar buna bağlıdır. İnsan vücudu belki herşeyden daha zengin, daha
canlıdır. Ayrıca onun bir üstünlüğü de, birer insan olarak herkesin vücut
özelliklerini iyi tanımasıdır. Bununla berâber, insanların pekçoğu vücuttaki
herşeyin nasıl işlediğini bilmemektedir. 0 hâlde vücut sistemi, bilinen ve
bilinmeyen özellikleri ile teşkilâtlara benzetilebilir. Eğer bir teşkilât
bölümü hakikaten tam anlamıyla otonomsa (muhtarsa, özerkse), o, teşkilâtın bir
kısmını oluşturmuyor, yâni yeni bir 'vücut' meydana getiriyor demektir. Bunun
tersine, bölüm az veyâ çok otonom değilse çok kısa zamanda kaybolmaya mahkûm olur,
Başka bir deyişle, bölümün az veyâ çok bir özerkliği yoksa, genel idâre
(merkez) onu devamlı olarak 'gütmek' mecburiyetindedir ki, bu da tamâmen
imkânsızdır. Bu hâlde bölümü idâre eden ekip hiçbir şekilde vazife yapamaz hâle
gelecektir.
Vücut bu ikili yapı tarzını binlerce yıldan beri anlamış
durumdadır. Vücudun organları bir noktada beyne bağlıdır, ama az veyâ çok
miktarda serbest de hareket edebilirler. Bunun çâresi otonom sinir sistemidir.
Vücuttaki sinir sisteminin yapısı ve işleyişi tam olarak incelenirse, aynı
sistem işletmelere, siyasî ve sosyal yapılara aktarılarak hem organların
çatışmasız işleyişi sağlanabilir, hem de büyüyen karmaşıklık ve gelişme devâm
edecekse, bu değişikliğe intibâkı ve büyümeyi sağlayıcı sistemlerin bulunması
kolaylaşabilir.
Kısaca, Sibernetik, kâinattaki hiçbir şeyin asıl sebebine
inmeksizin, sâdece mevcut durumla ilgilenen, sosyal sistemin işleyişini, en
'mükemmel' şey olan 'tabiat' sisteminin işleyişine kıyâs etmek suretiyle, onun
hatâ yapmayan, şaşmayan, dakik nizâmının örnek alınmasını teklif eden ve
uygulayan bilim dalıdır. Tek kelimeyle, bu ilmin konusu doğaya-evrene dönüştür.
Doğada herşey bir düzen içinde cereyân eder. Bir
papağanın rengi, bir kurbağanın sıçrayışı, bir bebeğin gülüşü güdümlü olarak
değiştirilemez. İşte, işletmeler dâhil her türlü teşkilat da doğal kanunlarına
uygun bir yapıya, organizasyona kavuşturulmalıdır. Teşkilâtların sinir sistemi
herhalde 'haberleşme' (information) dur. Bu sinir sistemi felç olur işlemez,
beyinle en alt kademeler arasında bir bilgi alış verişi bulunmazsa, sistem
'kapalılaşır'. Netice ölümdür. Hâlbuki esâs olan, sistemin 'açık' olması,
herşeyin birbiriyle irtibat hâlinde bulunmasıdır. Dünyâ üzerinde bulunan herşey
nasıl birbirine son derece karmaşık şekilde az veya çok tesir ediyorsa,
sosyo-politik sistemler içinde alınan her karârın ne ölçüde çevreye etkili
olduğunun da dikkatlice hesaplanması gerektir.
İnsanlık âleminin diğer canlılar dünyasından ayrılan en
bâriz vasfı, onun, farklılaşmadan kaynaklanan çatışma ve çekişmeleri tabîî
seyri içinde değil, adâletle çözme yetenek ve eğilimine sahip olmasıdır.
Irk, cins, renk, dil, din, felsefî görüş, duygu, düşünce,
fikir farkı gözetmeksizin, herkese eşit muamele yapıldığı; birinci ve ikinci
sınıf vatandaş, yerli ve yabancı kişi ayırımına gidilmediği; otorite ve
mülkiyetin hakkâniyetle paylaştırıldığı; herkesin, en azından, kendini
ilgilendiren kararlara iştirâk ettirildiği bir sistem kurulabildiği ölçüde,
ancak, 'muasır medeniyetler seviyesi'ne çıkılabilecektir. Kim uygarlık ve
teknolojinin standartlarını yükseltmişse, bugün o önde bulunmaktadır.
Standartları yükseltmek, insanların önünü ve ufkunu
açmakla, tıkanıklık ve engelleri ortadan kaldırmakla, kültürel hayatı
zenginleştirmekle olur. Korunan, eğitilen, desteklenen birey, karşılığında
Devletini himâye edecek, onunla bütünleşecek, özdeşleşecektir. Her yer ve
zeminde karşılıklı etkileşimin olması bir doğa kanunudur.
Dünyânın her yanında suç târifleri, tipleri, çeşitleri
bellidir, karşılığındaki cezâlar da, aşağı yukarı, aynıdır. Bunlar yasalarca
belirlenmiştir; emniyet ve adâlet güçleri, hukuk fakülteleri, cezâ ve ıslah
evleri gibi büyük teşkilâtlar bunlar için kurulmuştur. Bu sûretle hiçbir suç
cezasız bırakılmamaya çalışılmaktadır.
Birliği ve bütünlüğü şiddet kullanarak parçalamak isteyen
bir kısım azınlık dışındaki kurum, kuruluş ve kişilerin varlıkları ve
faaliyetleri normal şekilde devam etmektedir. Yapıcı hamle ve serbest rekabet
ile bunlar kendilerini geliştirmekte, çevrelerindeki üretim ve tüketim
mekanizmasına katkıda bulunmakta, sistem-içi düzenlemelerle yanlışlık ve
eksikliklerini gidermekte, yaratacakları hoşgörü ortamının herkese
faydalı olacağına inanmaktadırlar.
Prof. Dr. Niyazi Öktem'in dediği gibi, 'eğer kendini
güçlü hissediyor ve düşüncene itimat ediyorsan, senden farklı olanla gireceğin
her diyalog zenginlik demektir'.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti güçlü ve kuvvetlidir.
Vatandaşlarına, sivil toplum teşkilâtlarına, partilere karşı kendini özel bir
korumaya almasına, resmî söylemlere (ideolojilere) sığınmasına ihtiyacı yoktur.
Lâiklik oturmuştur. Demokrasi kapısı açık tutulduğu sürece kurumlaşma
olacak, toplum kendi kendini kontrol eder hâle gelecektir.
Açıkçası, Devlet, taraf olmaktan çıkmalıdır. Plânlayan,
koordinasyon kuran, denetleyen, hukukun üstünlüğü anlayışını pekiştiren;
bayındırlık, güvenlik, hâriciye işlerini en iyi şekilde yapan bir üst
örgütlenme olmalıdır.
Belki, Devlet'in tanımı bile değişmelidir. Kimse 'Devlet'
değildir, veyâ tam tersine, herkes Devlet'tir, çünkü herkes bir kişinin
hizmetindedir. Ama ne var ki, bugünkü sistemde birkaç kişinin 'Devlet' olması
onlara ayrıcalık sağlamakta, elindeki güç ve kuvveti bildiği gibi kullanma
tehlikesi doğurmakta, asıl çekişme ve çatışmaların kaynağı da çoğu zaman bu
olmaktadır.
Politika
farklı bir zemindir. 'Siyasî mücâdele eşit şanslarla yürütülmelidir...
Demokrasi fikri, siyasî partiler arasında şans eşitliği ilkesine dayanır' (50).
O hâlde, partiler dâhil, herkesin şansını her yerde ve her zaman
rastlantılardan (!) uzak ve eşit tutmak bir çağdaşlık ülküsüdür.
Kimsenin kimseye üstünlük taslamaya kalkmayıp aklıselîmin
her zaman galip geldiği, kişi ve kuruluşlar arasında iyi niyet ve güven
duygusunun yerleştiği, sorumluluk anlayışı ve görev şuurunun pekişmiş
olduğu, topluluk hâlinde yaşama fedakârlığiyle insan hak ve hürriyetlerindeki
gelişmenin dengeli yürütüldüğü ve bu arada, tabîî, maddî kalkınmasını
tamamlama yolundaki bir TÜRKİYE, elbette, bölgesinin ve dünyanın saygın
bir devleti olacaktır.
Zaman, enerjinin içe dönük değil, kalkınma ve gelişme
için harcanma zamânıdır. Sosyal hastalıkların en kuvvetli ilacı hukuk
devleti anlayışı ve katılımcı-çoğulcu demokrasi uygulamasının
güçlendirilmesi, olsa gerektir.
Bu düşüncelerle, Haşim KILIÇ'ın yazdığı karşıoy'daki
görüşleri de benimseyerek, çoğunluğun kapatma kararına katılmıyorum.
KAYNAKLAR-DİPNOTLAR
(1) Oswald
Spengler : Batının Çöküşü, terc. Giovanni Scognamillo, I. Cilt, Dergâh Yay.,
İstanbul 1978, s.45.
(2) P.Bleton - J.
Bounine, vs. : Dynamique de I'Auto-réforme de I'Entreprise, Masson, Paris 1976,
s. 40.
(3) Erich Fromm :
Çağımızın Özgürlük Sorunu, terc. Bozkurt Güvenç, Ankara 1973, s.183.
(4) Jochannes A.
Gaertner : Devler Nerede' terc. Y. Önen, Dünya Edebiyatından Seçmeler Derg.,
Kültür Bak. Yay., Ekim 1980, C. 2- 5.1, s.16.
(5) Dostoyevski :
Batı Çıkmazı -Puşkin Üzerine Konuşma, terc. Ü. Bilgin, Dergâh Yay., İstanbul
1975, 5.14.
(6) Ortega Y
Gasset : Kütlelerin İsyanı, terc. Nejat Muallimoğlu, Bedir Yay., İstanbul 1976.
Filozof Gasset kütle insanını şöyle tarif ediyor: Kendisi
için -iyi veya kötü- özel sâhalara dayalı hiç bir hedef seçmeyen, kendini
herkes gibi hisseden ve bu hâlin kendisini düşündürtmediğini, gerçekte herkes
gibi hissetmekle kendini mesut sayan insan. Ona göre cemiyette iki çeşit insan
var: seçkin azınlık ve kütle (s. 10).
(7) Bernard
Gournay : Introduction â la Science Administrative, A. Colin, Paris 1966, s.
211.
(8) André Gide :
Yeni Nimetler, terc. S. Engin, İnsel Kitabevi, İstanbul 1942, s. 12.
(9) André Malterre
: Les Cadres et la Réforme des Entreprises, Ed. France-Empire, Paris 1969, s.
31.
(10) Sacit Adalı :
Personel Yönetimi, TSİD Yay., İstanbul 1977, s. 2.
(11) aevket Rado :
Dertli Çoban, Tercüman Gaz., 3.10.1982 tarihli nüsha, s.9.
(12) E. Fromm :
a.g.e., s. 182.
(13) Stefan Zweig
: İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Nadir Anlar, terc. B. Arpad, İstanbul
Yay., İstanbul 1954.
(14) Gaerthner :
a.g.m., s. 17-18.
(15) Eric
Bodman-Berthand Richard : Changer les Relations Sociales- La Politique de
Jacques Delors, Les Ed. d'Org., Paris 1976, s.53'ten J.Delors . Entretiens des
ICI, 1.6.1975, s. 17.
(16) Michel
Crozier : Le Phénomène Bureaucratique, Seuil, Paris 1963, s. 257.
(17) Raymond Aron
: Demokrasi ve Totalitarizm, terc. V. Hatay, Kültür Bak. Yay., Ankara 1975, s.
207.
(18) a.e., s. 205.
(19) a.e., s. 207.
(20) a.e., s. 210.
(21) Chris
Argyris: Participation et Organisation, Dunod, Paris 1974, S.4-5
(22) Maurice
Cliquet - Jacques Dumond: Rémunération et Intréssement, Entr. Mod. d'Ed.,
Toulouse 1973, s. 19.
(23) Claude
Lévy-le Boyer: Psychologie des Organisations, PUF, Paris 1974, s. 237
(24) Jean
Diverrez: Pratique de la Direction Participative, Entr. Mod. d'Ed., Paris 1971,
s. 31
(25) Klasik
Yönetim anlayışında kişiyi harekete geçiren sebebler kısaca şunlardır
(Actionnariat Participation: Les Echos, Compte rendu du forum du 24 Oct., 1978,
s. 27) :
- Mâlik olma ihtiyacı (Besoin d'Avoir): Bu,
ücretlere bağlı temel ihtiyaçtır. Menfaatlere katılma ile de destekli bir
yüksek ücret politikası güdülerek karşılanabilir. İşletmenin artan kârları
seviyesinde ücretinin de yükseldiğini gören işçi, sırf ücret alırken gösterdiği
gayretten çok daha fazlasını verecek ve sınıf çatışması şuurundan
uzaklaşacaktır. Ek menfaatler temini için sosyal mücadeleye girişme zarureti
kaybolacaktır.
- Muktedir olma ihtiyacı (Besoin de Pouvoir): Bu,
sorumluluk sahibi olmaya bağlı bir ihtiyaçtır. İşletme organizasyonu çok sert
veya fazla hiyerarşik ise, muhtemel bir teşebbüs gücü olmayacaktır.
Binaenaleyh, çalışma organizasyonu eğer yeteri kadar ademimerkezîleştirilmişse,
herkesin teşebbüse geçmesine imkân verilebilecektir. Bir robot durumundan,
danışılan, fikri alınan, kendisini ilgilendiren kararlara katılan hâle
getirilecektir... Sorumlulukların devri, kararların alınışına katılma, bu
muktedir olma ihtiyacını giderecektir.
- Vârolma ihtiyacı (Besoin d'Etre): Saygı görme insanoğlunun en derin isteklerinden biridir.
En aşağıdan en yukarıya kadar, her seviyede, hürmet ihtiyacı sonsuzdur... Bu
bir davranış, konuşma, emir verme tarzıdır. Selâm verme, tebrik etme,
memnuniyet yahut memnuniyetsizliğini belli etme şeklidir. Bu, beşerî
ilişkilerin temel unsurudur.
- Bilme ihtiyacı (Besoin de Savoir) : Her insanın niçin çalıştığını, nerden emir aldığını,
işletmenin çalışışını, hedeflerini, vs.yi bilme ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın
haberleşme ve formasyon vermeyle karşılanması gerektir.
Ancak bugün Batı kültüründe ilk iki ihtiyaç büyük ölçüde
tatmin edilmiştir. 'Bu medeniyet insanını tatmin edecek faktörler artık Vârolma
ve Bilme ihtiyaçlarıdır'. İtibardan ve sorumluluktan uzak kalan insanların
mutlu olmayacakları anlaşılmış bulunmaktadır.
Buna karşılık, gelişmekte olan ülkeler için beceri ve
bilgi kadar gerekli olan 'aşk, şevk ve azmi' elde etmek, Maslow'un ifadelerinin
de ötesinde, önemli bir mesele oluşturmaktadır.
(26) Ariane Ravel
: La Réforme de I'Entreprise, Dossier du CNIPE, Paris, Avril 1969, s. 63.
(27) Pierre
Sudreau'nun 7 Şubat 1975 tarihinde Cumhurbaşkanı V. Giscard d'Estaing'e yazdığı
rapor.
(28) Daniel
Dollfus : Changer I'Entreprise par la Promotion de I'Homme, PUF, Coll. SUP,
Vendôme 1975, s. 19'dan A. Peccei: La Révolution Humaine, Successo, Janvier
1975, s. 160.
(29) Bu konuda
yararlanılan kaynaklar şunlardır:
8 - Arnim ZIRN, Das
Parteienverbot nach Art. 21, Abs. 2 GG im Rahmen der Streitbaren Demokratie des
Grundgesetzes, Diss, Tübingen, 1988.
- Horst MEIER, Parteiverbote und Demokratische Republik,
Nomos, Baden-Baden, 1993.
- Karl-Heinz SEIFERT, Die politischen Parteien im Recht
der Bundesrepublik Deutschland, Carl Heymanns Verlag, Köln vd., 1975.
- Dimitris Th. TSATSOS vd. (ed.), Parteienrecht imeuropaishcen
Vergleich, Nomos, Baden-Baden, 1990.
- Ulrich Karpen (ed.):la Constitution de la République
Federale d'Allemagne, Nomos, Baden-Baden, 1996
(30) 60'lar
sonunda kapatılan SDR'in uzantısı olarak görülen Almanya Nationalsosyalist
Partisi, 80'ler başında Yeşiller, 80'ler sonunda nazi eğilimleri ile tanınan
Cumhuriyetçiler için kapatılma tartışmaları olmuş fakat Anayasa Mahkemesi'nin
önüne hiçbiri getirilmemiştir. Yeşiller konusundaki tartışmanın bu hareketin
siyasal parti olarak görülüp görülemeyeceği sorusunda odaklandığı ve daha çok
partiler ve seçim kanunları çerçevesinde ele alındığı ve partinin
resmîleştirilmesiyle Anayasa'ya aykırılık tartışmasının da hızını kaybettiği
görülmektedir.
(31) 'Özgürlükçü
demokratik temel düzen' ve 'Federal Almanya Cumhuriyeti'nin varlığı',
korunan iki anayasal değer olup, bunlardan birincisini savunanlar çoğunlukta
olmakla berâber, Cumhuriyetin varlığının korunmasının diğerine göre öncelik
taşıdığını söyleyenlere de rastlanmaktadır.
(32) 'darauf
ausgehen' ifadesi, subjektif yorumla amaçlamak (beabsichtigen) olarak
çevrilebilir. Parti davranışlarının objektif sonuçları bakımından fiilî durumu
belirten bir tercüme, 'çalışmak' olarak yapılabilir.
Alman Anayasası'nın Partiler başlıklı 21. maddesi
şöyledir:
'(1) Partiler, siyasî irâdesinin oluşmasında halkla
birlikte hareket ederler. Kurulmaları serbesttir. lç teşkîlâtlanmaları
demokrasi ilkelerine uygun olmalıdır. Kaynaklarının ve malvarlıklarının menşei
ve nerden geldiği hakkında açıkça hesap vermek zorundadırlar.
(2) Amaçlarıyla yâhut üyelerinin davranışlarıyla hür ve
demokratik temel düzeni zarara sokmaya, ortadan kaldırmaya veyâ Federal Almanya
Cumhuriyeti'nin varlığını tehlikeye atmaya çalışan partiler anayasallık
karşıtıdırlar. Anayasallık karşıtlığının ne olduğunu Federal Anayasa Mahkemesi
belirler.
(3) Konunun ayrıntıları federal kanunlarca düzenlenir'.
Bu madde 'partileri özel bir korumaya alıyor ve onlara
halkın irâdesinin şekillenmesine katılma imkânı tanıyor. Fakat aynı madde; hür
demokratik düzenle mücâdele eden (çekişen) bütün partileri bu haklarından
mahrum bırakıyor. Bu noktada tek karar verici organ olarak Anayasa Mahkemesi'ni
görüyor ve bu partilerin faaliyetlerinin kısıtlanması veya tamamen ortadan
kaldırılmasını bu Mahkeme'nin yargılamasından sonraya bırakıyor (Ulrich Karpen,
s. 41).
(33)
Zusammenschau' oder 'Gesamtschau' jener 'Unzahl feindseliger Einzelakte, von
denen jeder für sich betrachtet verhaltnismaBig und nicht notwendig
verfassungwidrig erscheint'. BVerfGE 2, 20 vd.
(34) B VerwGE. 1,
187 (Bundesverwaltunsgerichtsentscheidung: Federal İdare Mahkemesi Kararı
(Danıştay mukabili) Band 1, S. 187).
(35) 21. Maddede
sâdece parti taraftarları (Parteianhanger) ifadesi kullanılıyor. Kavramın nasıl
anlaşılması gerektiği üzerinde tartışmalar hâlen devam etmekteyse de, parti
merkezinden üyelere ve onun ötesinde taraftarlara doğru genişleyen bir dairede
sorumluluğun ve partiyi bağlayıcılığın azalacağı konusu tam netleşmeyen genel
bir yaklaşım olarak göze çarpmaktadır. Anayasa Mahkemesi,amaç açıklamalarına
kaynak olarak parti programı, tüzüğü, resmi açıklamalar gibi parti tüzel
kişiliğini bağlayıcı yazılı ve sözlü açıklamalar yanında parti yöneticilerinin,
sözcülerinin ve yazarlarının temellere ilişkin açıklamalarını da gözönünde
tutmaktadır (Bk. BVerfGE. 2, 47 vd., 69).
(36) 'Temel hukuk
ilkelerinin bâzıları şunlardır: iyi niyet, ahde vefâ, kazınalmış haklara saygı,
kanunların geriye yürümezliği, kesin hükme saygı, devlete ve kanunlar güven,
özel kural-genel kural çatışmasında özel kuralın uygulanması' (Ergun Özbudun:
'Kanun' devletinden 'hukuk' devletine..., Görüş Dergisi, Kasım 1994, s. 18)
(37) a.m., s. 19
(38) a.m., s.
19-20
(39) Hüseyin
Hatemi: Hukuk Devleti Öğretisi, İşaret Yay., İstanbul 1989, s. 23-24
(40) a.e., s.
11-12
(41) a.e., s.
13-14
(42) a.e., s.
15-16
(43) Julia
Iliopoulos-Strangas (Hrsg.):la Protection des droits l'homme dans le cadre
europeen, Nomos, Baden-Baden, 1993, s. 59
(44) a.e., s.
15-16
(45) a.e., s. 378
(46) a.e., s. 229
(47) Ulrich
Karpen: a.g.e., s. 190
(48) - Bu konuda
şu üç kaynaktan yararlanılmıştır :
- Feyyaz Gölcüklü - Şeref Gözübüyük; Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi ve Uygulanması, Turhan Kitabevi, Ankara 1994
- Şeref Ünal: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, TBMM
Basımevi, Ankara 1995
- Ulrich Karpen (ed): a.g.e. Nomos, Baden-Baden, 1996).
(49)
Washington'daki sembol binalardan biri, Amerikan Kongresinin yer aldığı Kapitol'dur.
Ortada, yerden 87 m. yükseklikteki kubbenin üzerinde kadın sûretinde Hürriyet
Heykeli bulunur. Heykel'in kaaidesinde ABD'nin şu parolası yer almaktadır: E
Plurubus unum (Pek çok şeyden meydana gelen tek şey).
(50) Ulrich
Karpen: a.g.e., s. 89
İ Ç İ N D E K İ L E R
KARŞIOY YAZISI
İNSAN HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİNE DAYALI KATILIMCI
DEMOKRATİK SİSTEMİN MEKANİZMASI
I- TOPLUM
YAPISINDAKİ DEĞİŞME, GELİŞME VE ÇEŞİTLİLİKLER
II- REFAH
PARTİSİ'NİN KAPATILMA KARARINA KARŞI BAZI İTİRAZLAR
A- Kapatma Kararı Hakkında Bazı Usûl
Yanlışlıkları
B- Odak Olma Kavramı
1- Türk Hukukunda
Odak olma
a-SPK ve
Anayasa'ya Göre Durum
b-Anayasa'nın 69.
Maddesinin Sekizinci Fıkrası Uyarınca Suç İsnât Edilen
Yetkililerin Durumları
aa- Eylemler
(Olaylar)
bb- Değerlendirme
2- Alman Hukukunda
Odak Olma
a- Parti
Kapatılmasının Tarihçesi
b- 'Odak Haline
Gelme' veya 'Yoğunluk
Nasıl Belirlenebilir'
aa- Anayasa'ya
Aykırılık Unsurları
bb-Anayasa'ya
Aykırılık Unsurlarının
Oluşumunun Tesbitinde Değerlendirilmeye
Alınabilecek Kaynaklar
C- Temel Hak ve Özgürlükler İle AİHS
Arasındaki İlişki
1- Temel Hak ve
Özgürlüklerin Yeşerdiği Ortam: Hukuk Devleti
2- Parti
Üyelerinin Söz ve Eylemlerinin AİHS'ne Göre Ele Alınması
a- Düşünce, Vicdan
ve Din Özgürlüğü Yönünden
b- İfade Özgürlüğü
Yönünden
c- Örgütlenme
Özgürlüğü Yönünden
d- Ayrımcılık
Yasağı (İşlemde Eşitlik İlkesi) Yönünden
e- Hakların Kötüye
Kullanımının Yasaklanması Yönünden
f- Hakların
Kanıtlanmasının Sınırlanması (Sınırlama Sebeplerinin
Öngörülen Amaç Dışında Genişletilmemesi Amaç Saptırma
Yasağı)
Yönünden
III- SONUÇ
Kaynaklar - Dipnotlar
KARŞIOY YAZISI
Anayasa'nın Lâiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı
haline geldiği savı ile Refah Partisinin kapatılmasına karar verilmesi
istemiyle açılan davada, Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın
13.5.1991 tarihinde Sivas'ın Sıcak-cermik beldesinde partisinin eğitim
seminerinde yaptığı konuşmasındaki sözleri, davaya dayanak yapılan delillerden
biri olarak ileri sürülmüştür.
Mahkememizce verilen kararda, sözü edilen bu konuşmanın
yapıldığı yolunda kanıt gösterilemediği gerekçesiyle delil olarak kabul
edilmemiçtir.
Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın bu
konuçması, Sancak Dergisinin Ocak 1994 tarihli, l3.sayısında 'Refahçı Olmayan
Patates Dinindendir' başlığı ile yayımlanmıştır.
Davalı Parti savunmalarında, bu iddianın hiçbir
dayanağının olmadığını, böyle bir konuŞmanın yapılmadığını, yazanlar hakkında
şikayetçi olduklarını, sorumlularının manevi tazminata ve cezaya mahkum
edildiklerini ileri sürmüşse de, Davalı Parti Başkanının veya Parti
yetkililerinin bu yazı nedeniyle bir tekzibi olmamış, sorumluları hakkında da
bir dava açılmamıştır.
Her ne kadar, Sancak Dergisi sorumlu yazı işleri müdürü
ve yazarı haklarında, basın yoluyla Refah Partisine hakaret, yayın yoluyla
gerçek dışı itham ve isnatlarla hakaret ve saldırıda bulunmak suçlarından Refah
Partisi Başkanlığı adına Genel BaŞkan Necmettin Erbakan ve Oğuzhan Asiltürk'ün
şikayetçi ve davacı oldukları, ceza davası açıldığı, Dergi sorumlularının
manevi tazminat ödemelerine de karar verildiği dosyadaki belgelerden
anlaşılmakta ise de, bü çikayet dilekçelerinin, Ankara C.Savcılığınca
düzenlenen iddianamelerin ve manevi tazminat ödenmesine dair Ankara Asliye 24.Hukuk
Mahkemesi kararının, davamızda delil olarak ileri sürülen Necmettin Erbakan'ın
13.5.1991 Tarihinde yaptığı ve 'Refahçı Olmayan Patates Dinindendir' başlığı
ile Sancak Dergisinde yayımlanan yazı ile ilgisi bulunmamaktadır.
Yukarıda belirtilen şikayet dilekçeleri, iddianameler ve
mahkeme kararı, ancak Dergisinin aynı sayısında yayımlanan başka yazılarla
ilgilidir. Parti Genel Başkanı veya Parti yetkilileri, aynı Derginin
aynı sayısında yayımlanan beş yazıdan, kapak ve iç sayfalardaki RP-PKK. ortak bayrağına
ait yazı ve resimlerden dolayı şikayetçi ve davacı oldukları halde, aynı
Derginin aynı sayısında yayımlanan 'Refahçı olmayan Patates Dinindendir'
başlıklı yazıdan dolayı şikayetçi ve davacı olmamışlardır.
Ayrıca, Oktay Ekşi, Hürriyet Gazetesinde, sözü edilen
konuşmayı 'Refah Partisi Gihat Ordusudur' şeklinde ve Sancak Dergisinden alıntı
yaparak yayımlamış. Turhan Dilliğil''İddia Ediyorum, RP Yasal Bir Parti
Değildir' adlı kitabında bu konuşmayı da yazmıştır. Cumhuriyet ve Milliyet
Gazetelerinde de sözü edilen konuşma gündeme getirilmiş, konuçma ile ilgili
yazılar, haberler yayımlanmıştır. Bu yazılardan hiçbirisi Refah Partisi Genel
Baskanı veya Parti yetkilileri tarafından yalanlanmamış. Ve sorumluları
haklarında şikayetçi veya davacı olmamışlardır..
Böylece, sözü edilen konuşmanın, belirtilen tarih ve
mahalde Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan tarafından yapıldığının
kanıtlandığı kabul edilerek davada delil olarak değerlendirilmesi gerekirken bu
konuşmanın yapıldığının kanıtlanamadığı yolundaki çoğunluk görüşüne
katılmıyorum.
KARŞIOY
GEREKÇESİ
Anayasa'nın 69. maddesinde,
bir siyasi partinin tüzüğü ve programının 68. maddenin dördüncü fıkrasına
aykırı olması ya da aynı fıkra hükümlerine aykırı fiillerin işlendiği odak
haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi'nce saptanması veya yabancı devletlerden,
uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğundan olmayan gerçek ve tüzel
kişilerden maddi yardım almaları halinde kapatılacağı belirtilmiştir. Böylece
bir siyasi parti hakkında Anayasa Mahkemesi'nce kapatma kararı verilebilmesi,
maddede sayılan bu üç durumdan birinin gerçekleşmesi koşuluna bağlanmıştır.
2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın 101. maddesinin
(b) bendinde ise parti genel başkanı veya genel başkan yardımcısı veya genel sekreterinin
Yasa'nın dördüncü kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı olarak sözlü ya
da yazılı beyanda bulunması kapatma nedenleri arasında sayılmıştır. Bu kapatma
nedeninin Anayasa'nın 69. maddesinde sayılanlardan farklı olması belirtilen,
yasa kuralının Anayasa'ya uygunluk denetiminden geçirilmesini gerektirmektedir.
Oysa çoğunluk görüşüne göre, 22.4.1983 gününde kabul
edilen Siyasi Partiler Yasası, 12 Eylül 1980 tarihinden ilk genel seçimler
sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık divanını
oluşturduğu 6.12.1983 tarihine kadar geçen dönem içinde çıkarıldığından bu Yasa
kurallarının belirtilen tarihten sonra değiştirilmiş olmadıkça Anayasa'nın
Geçici 15. maddesinin getirdiği engel nedeniyle Anayasa'ya aykırılığı ileri
sürülemez.
İncelenen siyasi parti kapatma davasında uygulanması
gereken, 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın 101. maddesinin, daha sonra
herhangi bir değişikliğe uğramaması nedeniyle Anayasa'nın Geçici 15. maddesi
kapsamında olduğu tartışmasızdır. Ancak bu maddenin dayanağını oluşturan
Anayasa'nın 69. maddesi, 23.7.1995 günlü 4124 sayılı Yasa ile değiştirilmiştir.
Geçici 15. maddenin, Anayasa'nın 69. maddesi gibi sonradan değişikliğe uğrayan
Anayasa kurallarına aykırılık itirazlarının incelenmesine olanak vermeyecek
biçimde anlaşılması, Anayasa koyucunun 69. maddeyi değiştirme yönündeki
iradesinin değerlendirme dışı bırakılması anlamına gelir.
Bu nedenle, Anayasa'nın 69. maddesinde yapılan Siyasî
Partiler Yasası'nın 101/b maddesinin Geçici 15. madde kapsamından çıktığı kabul
edilerek değişiklikle Anayasa'ya uygunluk denetimine bağlı tutulması gerekir.
Öte yandan, Yasa'nın 101.
maddesinin Anayasa'nın Geçici 15. maddesi kapsamında bulunması nedeniyle,
Anayasa'ya uygunluğunun incelenemeyeceği yolundaki görüş, kapatma nedenlerini
açık ve somut biçimde düzenleyen Anayasa'nın 69. maddesi karşısında haklı ve
geçerli bir görüş olarak kabul edilemez. Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı
ilkesi de bunu gerektirir.
Davalı partinin, laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline
geldiği ileri sürülerek açılan kapatma davasında, yukarıda belirtilen
nedenlerle Siyasi Partiler Yasası'nın 101. maddesinin (b) bendinin dikkate
alınmasına olanak bulunmadığından Davanın 103. maddeye göre incelenerek karara
bağlanması gerekir.
Açıklanan nedenlerle, Siyasi Partiler Yasası'nın 101.
maddesinin (b) bendinin Anayasa'ya uygunluk denetimine bağlı tutulamayacağına
ilişkin çoğunluk görüşüne ve davada bu kural uygulanarak oluşturulan gerekçeye
katılmıyoruz.
|
Üye
Lütfi F. TUNCEL
|
Üye
Fulya KANTARCIOĞLU
|