ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı:1995/1 (Siyasî
Parti-Kapatma)
Karar Sayısı:1996/1
Karar Günü:19.3.1996
R.G.
Tarih-Sayı:23.10.1997-23149
DAVACI
: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
DAVALI
: Demokrasi ve Değişim Partisi
DAVANIN
KONUSU : Demokrasi ve Değişim Partisi Proğram'ının, Anayasa'nın başlangıç'ı ile
2., 3., 14., 69. maddelerine, Siyasî Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a)
bendine, 80. maddesine ve 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırılığı
savıyla, aynı Yasa'nın 101. maddesinin (a) bendi gereğince kapatılmasına karar
verilmesi istemidir.
I-
DAVA
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 5.6.1995 günlü, SP. 76 Hz.1995/45 sayılı
İddianamesinde şöyle denilmektedir:
"I-
Giriş
Çalışmalarıyla
ulusal iradeyi oluşturarak genel ve yerel seçimler yoluyla siyasal kararları
etkilemeyi hedef alan kuruluşlar olan siyasal partileri Anayasanın 68.
maddesinin ikinci fıkrası hükmü, demokratik siyasal hayatın vazgeçilmez ögeleri
saymak suretiyle demokrasinin belirleyici temel özelliklerinden birisi olarak
kabul etmiştir.
Kişilerin
genel oy hakkı çerçevesinde tek tek sahip oldukları siyasal tercihleri,
programları yönünde toplayıp birleştirerek siyasal iktidara ulaşmayı amaçlayan
siyasal partilerin, ulusal iradenin oluşmasındaki rol ve görevleriyle olağan
derneklerden farklı bir durumda bulunduğunu gözeten Anayasa, bu nedenle onları
öncelikle kendi yapısı içinde düzenleme gereğini duymuş ve 68. ve 69.
maddelerinde, kuruluşları, tüzük ve programlarında ve çalışmalarında uymakla
yükümlü oldukları hususları ve kapatılmaları hakkında genel nitelikteki
kuralları getirmiştir. Ancak, önceden izin alınmadan kurulabileceği ve onlar
olmadan gerçek bir demokratik hayatın var olamayacağı kabul edilen siyasal
partilerin, çalışmalarında hiçbir sınırlamaya bağlı olamayacaklarını söylemek
olanaksızdır. Çünkü, toplum hayatında çok önemli işlevlere sahip bulunan
siyasal partilerin demokratik düzeni ve Cumhuriyetin niteliklerini hedef alan
bir güç merkezi durumuna gelmesi toplumu tehdit etmeye başlar ve kamu düzeni
bozulur. Toplumun hukuksal açıdan örgütlenmiş biçimi olan devletin bizzat kendi
varlığına yönelen bu gibi tehlikelere karşı hukuk devleti ilkesi çerçevesi
içinde gereken önlemleri alması onun demokratik hukuk devleti olma niteliğinin
gereğidir. Anayasa, siyasal partileri demokratik, siyasal hayatın vazgeçilmez
ögeleri ve demokrasinin simgesi saymış olmakla birlikte, çalışmalarında
sınırsız bir özgürlük tanınmamış, onların ülke zararına çalışmaların odağı
olabilmesi olasılığını öngörerek bu gibi hallerde kapatılabileceklerini kabul
etmiştir. Getirilen yasaklamalara uyulmaması durumunda, Türkiye Cumhuriyetinin
kendisiyle özdeşleşmiş olan niteliklerin ve devletin dayanağını oluşturan temel
ilke ve esasların sarsılacağı ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tehlikeye
düşeceğinde hiç kuşku yoktur.
Yukarıda
belirlenen nitelikler ve işlevlerin sonucu olarak Anayasa 69. maddesiyle,
kurulan partilerin tüzük ve programlarının ve kurucularının hukuki durumlarının
Anayasa ve yasa hükümlerine uygunluğunun kuruluşlarını takiben ve öncelikle
denetleme ve gerektiğinde kapatma davası açma görevini Cumhuriyet
Başsavcılığımıza vermiştir.
Siyasal
partilerin kuruluşlarından itibaren çalışmaları, denetimleri konularında olduğu
kadar kapatılmalarına ilişkin ilke ve esaslar belli bir düzen içerisinde
ayrıntılı olarak Siyasi Partiler Yasası (Daha sonra "SPY" olarak
anılacaktır)'nda yer almış, siyasal partiler hakkında Anayasa Mahkemesinde
kapatma davası açılması benimsenmiştir.
Gerekli
bildiri ve belgeleri 4.3.1995 tarihinde İçişleri Bakanlığına verilmesiyle
SPY.nın 8. maddesine göre tüzel kişilik kazanan davalı siyasi partinin
programının incelenmesinde kapatmayı gerektiren yasaklamalara aykırılıkların
var olduğu kanısına varılmıştır.
II-
Açıklamalar
SPY.nın
78. ve 81. maddelerini de içeren, dördüncü kısımdaki yasaklara aykırılık
halinde partinin kapatılmasını düzenleyen 101. maddesinin (a) bendi, parti
programının yasanın dördüncü kısmında yer alan hükümlere aykırı olması halini
de saymıştır. Bu nedenle dava programının 101. maddenin (a) bendi uyarınca
değerlendirilmesi gerekmektedir.
Demokrasi
ve Değişim Partisi'nin programının bir bölümü şöyledir:
"...
"Bölgede
Durum
"Ortadoğu
dünyanın sıcak bir bölgesi olmayı sürdürüyor. İsrail-Filistin barışı yolunda
son dönemde atılan adımlar bölgede politik ortamın yumuşaması bakımından
önemlidir, ancak barış sürecinin tamamlanması için daha alınacak epeyce yol
var. Ayrıca İsrail'le Suriye ve Lübnan arasındaki sorunların da çözümü
gerekiyor.
Diğer
yandan Ortadoğu'da sorunlar İsrail-Arap sorunundan ibaret değil. Bunun yanısıra
Kıbrıs sorunu, İran-Irak sorunu, bölge devletleri arasında su sorunları ve
Karabağ sorunu gibi SSCB'nin dağılmasıyla ortaya çıkan veya daha da kızışan
sorunlar var. Kürt sorunu ise öteden beri, bölgenin en önemli sorunlarından
biri; yıllardır bölge ülkelerini ve dünyayı meşgul ediyor; eğer adil bir çözüm
bulunmazsa daha uzun süre de edecektir.
Bu
sorunlar Filistin, Güney Afrika, İrlanda sorununda somut olarak kanıtlandığı
gibi, zor yoluyla değil, ancak görüşmeler yoluyla barışçı yöntemlerle,
halkların iradesine ve Birleşmiş Milletler kararlarına saygı gösterilerek
çözülebilir. Dünyada değişen durum şimdi, bölgesel sorunların bu tür çözümünü
daha da kolaylaştırmakta ve teşvik etmektedir.
Körfez
savaşı sonrası Irak'ın Kuzeyinde ortaya çıkan Kürt Federe yönetimi, bölge
bakımından yeni bir durumdur. Uzun yıllar Irak'taki despot yönetimden çeken ve
çetin bir direniş gösteren Kürtler, son olarak Saddam Rejimi'nin yediği
darbeler sonucu ve uluslararası destekle bu bölgede özgür seçimlere dayanan bir
parlamento ve hükümet oluşturdu; iradesini, Kürt-Arap Federasyonu biçiminde bir
çözümden yana dile getirdi.
Kürtlerin
iradesine saygı gösterilmeli ve buradaki Kürt Yönetimi herkesce tanınmalıdır.
Irak Sorunu'nun bütün olarak çözümü ise, Kürtlerin de iradesine saygı
gösterecek demokratik bir Irak'ın gerçekleşmesine bağlıdır.
Kürtler
yıllardan beri İran'da da baskı rejimine karşı hakları ve özgürlükleri için
savaşıyor; bölgesel özerklik istiyor. Bu parça bakımından da sorunun çözümü
Kürtlerin iradesine saygı göstermeye bağlıdır. Ne var ki İran'da, Şah
diktatörlüğünün yerini alan Mollalar rejimi de baskı indirme yolunu seçmiştir.
İran
yönetimi, aynı zamanda, komşu ülkelere ve dünyaya, "İslami Devrim"
yayma adı altında, başka ülkelerin içişlerine karışıyor ve dünyaya terör ihraç
ediyor. İran'ın başını çektiği söz konusu "İslam Radikalizmi" bugün
dünya çapında bir soruna dönüşmüştür.
Söz
konusu "İslam Radikalizmi" temelde, ekonomik sorunlar içinde bunalan,
politik baskı gören kitleler bakımından bir çıkış arayışı, bir tepkidir. Ancak
yanlış hedeflere yönelmiştir. İslam halklarının kurtuluşu da, eskiye dönmekte,
ya da dini reçetelerde değil, demokraside ve sosyoekonomik gelişmededir. Bunun
için de baskı rejimine son verilerek, toplumsal yaşamın demokratikleşmesi,
ekonomik yaşamın emekçi halk çoğunluğundan yana yeniden düzenlenmesi gerekir.
Türkiye,
dünyada büyük ölçekte değişen durumu da göz önüne alarak, taraf olduğu veya onu
yakından ilgilendiren bölge sorunlarının çözümü için gerçekçi politikalara
yönelmelidir. Bunlar zora-şiddete değil, uluslararası hukuk ilkelerine dayanan
barışçı politikalar olmalıdır. Tüm bölge halkları gibi, Türkiye halkının da
yararına olan, özgür halkların yaşadığı, barışçı ve demokratik bir
Ortadoğu'dur.
Türkiye'de
Durum
Osmanlıların
son döneminde başlayıp Cumhuriyet döneminde de sürdürülen tüm yenileme çabalarına
rağmen, Türkiye günümüzde hala çağdaş, ileri bir ülke olmaktan uzaktır ve ciddi
sorunlarla yüzyüzedir. Bu sorunların başında ekonominin kötü durumu, demokrasi
yokluğu ve Kürt sorunu gelmektedir. Bu üç sorun birbirini etkilemekte,
beslemektedir; çözümleri de birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.
Türkiye'de
dünden bugüne iktidarı elde tutan ve asker sivil bürokrasiyle kaynaşan
burjuvazi ve toprak ağaları kesiminin iktidarı halk yığınları bakımından iki
şey anlatır: Ağır ekonomik sömürü ve buna eşlik eden baskı. Bu egemen kesim
kendine güvensiz olduğu için yığınlara hak ve özgürlük tanımadı. Emekçilere
örgütlenme hakkı tanımadı.
Bu
ülkede hiç bir dönemde düşünce özgürlüğü olmadı. Ülkenin hapishaneleri hep
demokrasiden, emekten, yenilikten yana olan aydınlar ve yazarlarla dolu oldu;
bugün de öyledir. Bu ülkede her zaman partiler kapatıldı ve yöneticileri,
üyeleri tutuklandı, ağır hapis cezalarıyla, idamla yargılandı; bugünde de
öyledir.
Yoğun
baskı çarkının başlıca nedenlerinden biri de Kürt sorunudur. 1923'te şekillenen
Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları içinde, bizzat Cumhuriyetin kurucularınca da
ifade edildiği gibi, Türkler, Kürtler ve başka etnik gruplar yaşamakta idi.
Yönetici kesim, daha baştan, ülkenin etnik gerçeğine, çok kültürlü, çok dilli
yapısına uygun bir siyasi ve yönetsel yapı oluşturmaktan kaçındı, başka etnik
yapıları zorla Türkleştirmeye, eritmeye çalıştı. Bu baskı politikası onu
izleyenlerin amaçlarına uygun sonuç vermedi; aksine bir dizi Kürt
ayaklanmalarına yol açtı ve sorun ağırlaşarak günümüze kadar geldi. Bugün de
Kürt sorunu, tüm ağırlığıyla ülkenin gündemindedir.
Kürtlere
karşı izlenen baskı politikası, aynı zamanda Türkler bakımından da hak ve
özgürlüklerin kısıtlanmasına, militarizmin güçlenmesine yol açtı. Ordunun
başındakiler kendilerini hep sivil yönetimin üstünde ve ülkenin gerçek
efendileri olarak gördüler. Durumlarının zayıfladığını hissettikleri her
keresinde darbe yaparak yönetime el koydular. Son olarak 12 Eylül askeri
iktidarı, toplumun tüm ilerici, demokratik güçlerini bastırarak, Anayasa adı
altında bir yasaklar rejimi oluşturarak sorunları aşabileceğini sandı. Bu
yasakçı sistem bugün de sürmektedir. Ancak o, sorunlara çözüm bula mamış
onları daha da ağırlaştırmıştır.
Türkiye
hiç bir dönemde, gerçek anlamda demokrasiyi tanımadı. Bu ülkede ancak
demokrasinin karikatürü yaşadı. Bugün de çok partili parlamenter sistem ve
sivil yönetim göstermeliktir. Parlamento gerçekte semboliktir, yasama yetkisi
elinden alınmıştır. ülke en hayati konularda hükümet kararnameleri ve generallerin
denetimindeki Milli Güvenlik Kurulu'nun emir ve talimatlarıyla yönetilmektedir.
Özgür tartışmayı önleyen ülkedeki baskı atmosferi parlamentoda da aynen
geçerlidir.
Bu
koşullarda Türkiye'de halk egemenliğinden söz etmek gülünçtür. Halkın
egemenliği, ancak tüm temel özgürlüklerin gerçek bir güvence altında olduğu,
her toplum kesiminin özgürce örgütlenebildiği, parlamentonun bu kesimlerinin
dengeli temsiline olanak verecek demokratik bir seçim sistemi sonucu oluştuğu,
özgürce tartışıp karar aldığı; yani yasama yetkisini gerçekten elinde tuttuğu
bir ülkede vardır.
Türkiye'de
ise, ülkeyi dünden bugüne yöneten egemen kesim, Kütlere özgürlüğü, Türklere
demokrasiyi çok gördü.
Bu
nedenledir ki, bu iki sorun-demokrasi sorunu ve Kürt sorunu-bugün de ülkenin gündemindedir
ve çözüm bekleyen hayati sorunlardır. Ülke bir savaş alanına dönüşmüştür. Temel
hak ve özgürlükler daha da tırpanlanmıştır. Devlet tam anlamıyla bir polis
devletidir; ülkedeki politik ortam boğucudur. Türkiye'nin barışa ve demokrasiye
ihtiyacı var. Bu da, ancak Kürt sorununa eşitlik temelinde barışçı bir çözüm
bularak sağlanabilir.
Bunun
yanısıra Türkiye, ekonomik geri kalmışlığın çemberini kıramıyor; yıllardır
toplumu bunaltan işsizlik, yoksulluk, yaşam pahalılığı son yıllarda daha da
tırmandı. Zenginle yoksul arasındaki uçurum kat kat büyüdü. Emekçilerin satın
alma gücü 12 Eylül döneminde yarı yarıya düştü. Dış borçlar 70 milyar dolara
ulaştı. Ülke, bugün de derin bir ekonomik krizin içindedir ve yeniden IMF'nin
kapısına yönelmiş bulunuyor.
Bunun
bir nedeni, ülkeyi dünden bugüne yöneten kesimin izlediği ekonomik
politikalardır. Bu kesim ülkenin kaynaklarını gelişmeye değil, lüks tüketime
harcıyor, har vurup harman savuruyor. Ülkede pervasızca bir soygun ve talan
rejimi işliyor. Rüşvet, yolsuzluk toplumsal yaşamı kemiriyor. Ülkeyi yönetenler
yolsuzluğa batmış ve kaynağı belirsiz dev servetler edinmişlerdir; ama kimse
onlardan hesap soramıyor; çünkü halk örgütsüz, sesi kısılmış; yargı ise onlara
bağımlı. Verginin yükü yoksulların, ücretlilerin üzerinde, Zenginler ise komik
derecede az vergi ödüyorlar; vergi kaçakçılığı doğal bir alışkanlığa dönüşmüş.
Feodal
gericilere dayanan rejim toprak reformu yapıp topraksız ve yoksul köylünün
istemlerine cevap vermiyor.
Demokrasi
yokluğu ise yönetici kesime yarıyor; denetimi, hırsızlık ve yolsuzluk
yapanlardan hesap sormayı önlüyor; yığınların örgütlenmesini engelliyor; bu
kesimin iktidardaki ömrünü uzatıyor.
Bugünkü
ekonomik krizin baş nedeni ise izlenen yanlış Kürt politikası, bunun yol açtığı
şiddet ortamı ve ödenen ağır ekonomik bedeldir. Sözde "terörle savaş"
adı altında yapılan harcamalar yılda 7 milyar doları buluyor. Bu Türkiye için
dev bir rakamdır ve başlıbaşına bugünkü ekonomik bunalımın esas nedenini
açıklamaya yetiyor. Ama asıl bedel bundan kat kat ağırdır.
Bugün
yaşanan şiddet ve çatışma ortamı nedeniyle Kütlerin yaşadığı bölgede üretim
neredeyse düşmüştür. Fabrikalar çalışmıyor, tarlalar ekilmiyor ve sürüler
yaylalara çıkarılmıyor. Binlerce köy, pek çok kasaba ve küçük kent yıkılmış
boşaltılmış ve halk zoraki göçe uğramıştır. Bölgede açlık ve işsizlik korkunç
boyutlara varmıştır. Göç dalgaları bölgedeki ve batıdaki büyük kentlerin zaten
iyi olmayan düzenini daha da altüst ediyor.
Zorla
bastırma çabası şiddetin ve yangının büyümesine, yayılmasına yol açıyor. Bu
durum Türkiye turizmini olumsuz biçimde etkiliyor ve bu alanda da milyarlarca
dolarlık kayıplara yol açıyor.
Görüldüğü
üzere, yönetici kesim, Kürt sorununda izlediği yanlış politikayla ülkeyi bir
yangın yerine çevirmiştir. Yalnızca boş yere kan dökülmekle, Türkiye halkı
büyük acılar çekmekle kalmıyor; aynı zamanda ülkenin kaynakları yararsız bir
alanda tüketiliyor; halkın ekmeği kurşuna ve bombaya dönüşüyor; ülke
yoksullaşıyor, ekonomik bunalım büyüyor.
Ekonomik
bunalımın aşılması, işsizliğe, yoksulluğa çözüm bulunması, emekçi kitlelerin
yaşam koşullarının iyileşmesi, bölgeler arasındaki eşitsiz durumun giderilmesi,
ülkenin büyük dış borç yükünden kurtulması, özetle ekonominin düze çıkması
ülkede barışı amaçlayan, kaynakları yıkmaya değil, yapmaya ve üretime yönelten,
bugünkü parazit azınlığın pervasız vurgununa, soygununa, rüşvet ve yolsuzluk
çarkına dur diyen yeni bir politikayı egemen kılmaya bağlıdır.
Sorunların
çözümünü, dünden bugüne ülkeyi yöneten kesimden, yani bu günkü kötü durumun sorumlularından,
halkı acımasızca sömürenlerden, ona acımasızca baskı yapanlardan ve onu sürekli
aldatanlardan beklemeyiz. Bu sorunları çözecek olanlar, bundan çıkarı olan
yığınlardır. İşçi köylü ve emekçilerdir; hak ve özgürlüğünden yoksun bırakılan,
baskı gören Kürtlerdir; değişimden, demokrasiden yana olan aydınlardır.
...
Son
yıllarda dünyamızda yeralan önemli değişikliklere, demokrasi ve insan hakları
yönünde güçlenen eğilimlere karşılık, Türkiye'de yönetim anlayışı
değişmemiştir. Yönetici kesim demokrasi ve insan hakları yönünde, Kürt
sorununun barışçı çözümü yönünden adım atmamakta direniyor. Hala, soğuk savaş
döneminden kalma yöntemlerle, militarizmi tırmandırarak, şovenizmi
pompalıyarak, şiddet yoluyla sonuç almaya çalışıyor.
...
Dünden
bugüne yaşayanlar, ekonomik sorunlar içinde bunalan yığınlara, baskı ve zulüm
gören toplum kesimlerine; işçilere, köylülere, memurlara, aydınlara, gençlere,
Kürt ve Türk insanına şunu öğretmiştir. Bu haksız düzen değişmelidir. Toplumun
barışa, ekmeğe, özgürlüğe ihtiyacı var. Bunu sağlayacak olanlar ise ancak
kendileridir. Onları temsil eden ve onların sözcüsü olacak bir örgüte gerek
var. Özetle bu bir iktidar sorunudur. İktidarın, yetmiş yılı aşkın süredir
ülkeyi yöneten ve bugünkü kötü durumdan sorumlu olan egemen azınlığın elinden
alınması gerekir.
Demokrasi
ve Değişim Partisi bu amaçla kurulmuştur ve bunun mücadelesini vermektedir.
Partimiz ülkenin üç temel sorununu çözmeyi önüne hedef olarak koymuştur: Kürt
sorununa politik ve adil bir çözüm, yani ülkede barışın gerçekleşmesi; tam bir
demokrasi; ekonominin emekçi halktan yana yeniden düzenlenmesi ve gelişme
yoluna sokulması.
Somut
Hedefler ve Çözümler
Kürt
Sorununun Çözümü İçin
Türkiye'ye
barış gelmesi için, gerçek bir demokrasi ve ekonomik gelişme için Kürt
sorununun çözümü şarttır ve çözüm, şiddet ve bastırmayla değil, ancak barışçı
yöntemlerle mümkündür.
Partimiz,
Türklerin ve Kürtlerin birarada kardeşçe yaşamasından yanadır ve bunun yolu,
bugüne kadar izlenen baskı politikasına son vermek; Türkiye'yi de bağlayan
uluslararası hukuk ilkelerine ve sözleşmelere uygun olarak Kürtlerin haklarını
tanımak ve eşitlik temelinde çok yönlü, politik, yönetsel ve kültürel bir
demokratik yapılanma sağlanmaktadır. Partimizin temel amaçlarından biri budur.
Bunun
için öncelikle silahların susması ve sorunun çözümü için özgür bir tartışma
ortamının oluşması sağlanacaktır. Tüm partiler bu konuya ilişkin görüş ve
programlarını hiç bir kısıtlama olmaksızın, serbestçe dile getirebilecek ve
halk bu görüşler arasında özgürce bir seçim yapabilecektir.
Şu
anda yasaklı olan tüm partilere serbestçe çalışma hakkı tanınacaktır.
...
Kürt
dili-kültürü üzerindeki baskılara, zoraki asimilasyon politikasına son verilecek;
bu alanda da uluslararası hukuk normları ve sözleşme hükümleri hayata
geçirilecektir.
Kürt
dilinin, radyo televizyon yayınları dahil, toplumsal yaşamın her alanda ve aynı
resmi işlemlerde serbestçe kullanımı için gereken düzenlemeler yapılacaktır.
Çağdaş
Bir Demokrasi İçin
...
Demokratik
Bir Anayasa
...Çeşitli
toplum kesimlerinin ve demokratik örgütlerin katkısıyla, bu anayasa yerine,
temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan demokratik bir anayasa
yapılacaktır.
Kürt
kimliği ve hakları bu anayasada güvence altına alınacaktır.
..."
III-
Kapatma Nedenleri ve Değerlendirme :
A)
Kapatma Nedenleri
Daha
önce de değinildiği gibi, siyasal partilerin amaçları ve kapatılmalarına
ilişkin esaslar Anayasa'nın 68. ve 69. maddelerinde düzenlenmiş bulunmaktadır.
68. maddenin dördüncü fıkrası, siyasal partilerin tüzük ve programlarının
devletin ülkesi ve ulusuyla bütünlüğüne, insan haklarına, ulus egemenliğine,
demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı; beşinci fıkrası,
sınıf ve zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlayan parti kurulamayacağı kuralını getirmiş; 69. maddenin
birinci fıkrası ise, siyasal partilerin tüzük ve programları dışında faaliyette
bulunamayacakları, Anayasanın 14. maddesinde yer alan sınırlamaların dışına
çıkamayacakları, çıkanların temelli kapatılacakları; sekizinci fıkrası da,
siyasal partilerin yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan, yabancı
ülkelerdeki dernek ve gruplardan herhangi bir suretle ayni ve nakti yardım ve
emir alamayacakları ve bunların Türkiye'nin bağımsızlığı ve ülke bütünlüğü
aleyhindeki karar ve faaliyetlerine katılamayacakları, bu hükümlere aykırı
hareket eden siyasi partinin temelli kapatılacağı kuralını kabul etmiştir.
Çalışmaları
ile ulusal iradenin oluşmasını sağlayarak siyasal iktidara sahip olmayı
hedefleyen siyasal partilerin toplum düzeni ve demokratik hayatın devamı
bakımından taşıdıkları önem onların kuruluş ve faaliyetlerinin izlenmesinin
benzeri örgütlerden farklı olmasını zorunlu kılmıştır. Nitekim, genel çizgileri
itibariyle, olağan derneklere benzese bile, siyasal partilerin uymaları gereken
esasların Anayasada yer alması, çalışmaların Anayasa ve yasalar hükümlerine
uygun olup olmadığının derneklerden farklı olarak özel biçimde izlenip denetlenmesi,
demokratik hayatın vazgeçilmez ögeleri sayılmalarının sonucudur. Ancak, siyasal
partilerin yukarıda belirtilen hedefe ulaşmaları için yapacakları çalışmalarda
mutlak bir özgürlükten yararlanmaları beklenemez. Demokratik hukuk devleti
olmanın gereği olarak, bu özgürlük Anayasa ve yasalarla sınırlandırılmış,
siyasal partiler çalışmalarında tümüyle serbest bırakılmamışlardır. Çünkü bu
sınırlamalardan herhangi birinin çiğnenmesi halinde, Anayasa'nın Türkiye
Cumhuriyeti'nin özünden ayrılamayacak olan nitelikleri ve devletin dayandığı
temel ilke ve görüşler hiçe sayılmış olur ve böylece doğrudan doğruya Türkiye
Cumhuriyeti tehlikeye düşer.
Siyasal
partilerin kurulmalarına, faaliyetlerine, denetlenmelerine, kapatılmalarına
ilişkin esasları düzenleyen SPY., Anayasa'nın 68. ve 69. maddelerinde öngörülen
ilke ve esaslara paralel olarak, siyasi partilerle ilgili yasaklar başlıklı
dördüncü kısmında partilerin amaç ve faaliyetlerinde uyacakları hususları
düzenlenmiş, bu ilke ve esaslara uymamanın yaptırımını 101. maddenin (a), (b)
ve (c) bentlerinde "partinin kapatılması" olarak belirlemiştir.
Siyasal
partiler için öngörülen yasaklamalar, davanın konusunu ilgilendirdiği ölçüde,
şu biçimdedir:
SPY.nın
78. maddesinde; "Siyasal partiler:
a)
Türkiye Devletinin...Anayasanın başlangıç kısmında ve 2. maddesinde belirtilen
esaslarını; Anayasanın 3. maddesinde açıklanan Türk Devletinin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline...dair hükümlerini...değiştirmek
...
dil, ırk... ayırımı yaratmak amacını güdemezler veya bu amaca yönelik
faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler.
..."
hükmünü getirmiştir. Sözkonusu yasaklamaların Cumhuriyetin niteliklerini,
devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğini ve Atatürk milliyetçiliği ilkesini korumaya
yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Madde metinde belirtilen Anayasanın
Başlangıç'ında, "... hiçbir düşünce ve mülahazanın... Türk varlığının
devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının...Atatürk milliyetçiliği, ilke ve
inkılapları... karşısında koruma göremiyeceği" ifade edilmiş; Anayasanın,
2. maddesinde ise, Cumhuriyetin nitelikleri sayılırken Başlangıç'a gönderme
yapılmak suretiyle " bölünmezlik" ya da bütünlük ilkesinden dolaylı
olarak söz edilmiş, 3. maddesinin birinci fıkrasında ise, "Türkiye Devleti
ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe'dir" hükmü
getirilmiş 14. maddesinin birinci fıkrasında, Anayasadaki hak ve özgürlüklerin
hiçbirinin devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak... dil,
ırk, din ve mezhep ayırımı yaratmak ... amacıyla kullanılamayacağı kabul
edilerek temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasının önüne geçilmek
istenmiştir.
Anayasanın,
bir tarihsel olgu ve hukuksal temel niteliğinde olan bölünmezlik ilkesine
devletin temel amaç ve görevlerini düzenleyen 5., temel hak ve özgürlüklerin
sınırlanmasıyla ilgili 13., basın özgürlüğünü düzenleyen 28. ve 30., dernek
kurma özgürlüğü düzenleyen 33., gençliğin korunmasından söz eden 58., siyasal
partilerin tüzük ve programlarının uyacakları esasları belirten 68.,
yükseköğretim kurumlarını düzenleyen 130., radyo-televizyon idaresi ve kamuyla
ilişkili haber ajanslarını düzenleyen 133., kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşlarını düzenleyen 135. maddelerinde yer verdiği, 143. maddesiyle bu
bütünlük aleyhine işlenen suçlar için özel yargı yerleri olan Devlet Güvenlik
Mahkemeleri kurduğu, hatta 81. maddesinde milletvekili, 103. maddesinde
Cumhurbaşkanı yemini metnine dahil ettiği görülmektedir. Bütün bu düzenlemeler,
Anayasanın Türkiye Devletinin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği ilkesine karşı
gösterdiği duyarlılık ve titizliğin birer işaretidir. Gerçekten, toplumun
hukuksal bağlamda örgütlenmesi demek olan devletin ve dolayısıyla toplumun
kendi varlığına yönelebilecek tehditlere
karşı
korunmasını sağlayan bölünmezlik ilkesi bir yönüyle ülkenin tümlüğünü, diğer
yönüyle de ulusu meydana getiren ögelerin bütünlük oluşturmasını ifade eder. Bu
ilkenin öylesine bir özelliği vardır ki, bir yönünün herhangi bir biçimde ihlal
edilmesi, diğer yönünün de ihlal edilmesi sonucunu doğurmaktadır.
78.
maddenin (a) bendi, siyasal partilerin devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez
bütünlüğü yanında devlet dilinin Türkçe olduğuna dair kuralı da değiştirme
amacını güdemeyeceklerini ve bu yolda faaliyette bulunamayacaklarını
belirtmektedir. Anayasanın 3. maddesinin birinci fıkrası, devlet dilinin Türkçe
olduğu hükmünü taşımaktadır. Bölünmezlik ilkesinin bir gereği ve sonucu olan bu
hüküm, resmi işlemlerin ve yazışmaların Türk dilinde yapılması, resmi
belgelerin bu dilde düzenlenmesi, öğretimin ve ulusal kültürün yalnızca
Türkçeye dayanması, başka deyişle ülkedeki tek ulusal kültürü Türk kültürünün
oluşturması demektir. Türkçe bireyler arasında yalnızca bir resmi dil olma
durumunu çoktan aşmış; ayrı etnik kökenlerden gelseler bile, yüzyıllar boyunca
karışıp kaynaşmış ve bir ortak kaderi paylaşmış, ortak bir kültüre ulaşmış
kitlelerin hem günlük yaşantıda, aile içinde ve işyerinde yaygın biçimde
kullandığı ortak bir iletişim aracı olabilmiş, hem de aynı kitlelerin ortak
bilim, kültür ve sanat dili olma derecesine ulaşabilmiş ve böylece gerek
bireysel, gerekse toplumsal iletişimin sağlanmasında başlıca araç olmuştur.
Türkçenin kazandığı bu yaygınlık ve genellik gözönüne alındığında, etnik
grupların sahip oldukları yerel dillerin resmi dil yerine genel iletişim ve
eğitim dili olarak kullanılması düşüncesi kabul edilemez. Yerel düzeyde kalmış,
gelişmemiş diller bireylere manevi varlıklarını geliştirme olanağı sağlayamaz.
Diğer
taraftan; hernekadar, Anayasanın 26. maddesinin üçüncü fıkrasında, "Düşüncelerin
açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil
kullanılmaz." hükmü getirilmiş ise de, günümüzde kullanılması yasaklanmış
bir dilin bulunmadığı, her yurttaşın istediği dili özel yaşantısında özgürce
kullandığı bilinen gerçeklerdendir. Anayasanın 42. maddesinin son fıkrasında;
"Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk
vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez..." kuralı yer
almış, uluslararası sözleşmelerin hükümleri bundan ayrı tutulmuştur.
İlköğretimin zorunlu olması, eğitim ve öğretim birliğinin sağlanması gereği
olarak böyle bir düzenlemeye ihtiyaç duyulmuştur.
Dil
konusunda Anayasada bulunan bir diğer hüküm de 14. maddenin ilk fıkrasındaki,
"Anayasada yer alan hak hürriyetlerden hiçbiri, devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin
varlığını tehlikeye düşürmek... amacıyla kullanılmazlar..." biçimindeki
kuraldır. Bu hükümle, Anayasadaki hak ve özgürlüklerin dil ayırımı yaratmak
amacıyla kullanılamayacağı kabul edilmiştir.
Anayasa'nın
69. maddesi, bu sınırlamalara uymayan bir devlet düzeni kurma yasağını içeren
14. maddeye aykırı davranan siyasal partilerin temelli kapatılmasını
buyurmaktadır.
Davanın
konusu bakımından, SPY.nın 78. maddesinin (a) bendinde incelenmesi gereken bir
başka husus da " millet-ulus" ve "milliyetçilik (Atatürk
milliyetçiliği" kavramlarıdır. Yüksek Mahkemenizin de, 16.7.1991 gün, Esas
1990/1 )Siyasî Parti Kapatma), Karar 1991/1 sayılı, 10.7.1992 gün, Esas 1991/2
(Siyasî Parti Kapatma), Karar 1992/1 sayılı, 14.7.1993 gün, Esas 1992/1 (Siyasî
Parti Kapatma), Karar 1993/1 sayılı ve en son 16.6.1994 gün, Esas 1993/3
(Siyasî Parti Kapatma), Karar 1994/2 sayılı kararlarında belirtildiği gibi;
"..."millet" kavramı; insanlığın gelişme süreci sonunda vardığı
en ilerlemiş birlikteliği oluşturan toplumsal yapıyı anlatır. "Ulus"
ve yerine göre "Halk" sözcükleriyle de anlatılan bu yapı, bir gelişme
düzeyini, bilinçli ve kişilikli bireyler olgusunu gösterir.
"Milliyetçilik" ise, büyük bir toplumsal gerçek ve "millet
düşüncesi"nin üzerine kurulu olan çağın en etkin kültür ve politik
anlayışıdır. Milliyetçilik, Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Türk Devrimi'nin temel
ve önde gelen ilkelerinden biridir. Cumhuriyet döneminde "millet" ve
"milliyetçilik" kavramları, başta teokrasiden demokrasiye geçişi
sağlayan Atatürk olmak üzere Cumhuriyetin kurucularıyla, onların koyduğu temel
ilkeler üzerinde Cumhuriyeti yöneten kuşaklarca yorumlanmış ve 1924, 1961, 1982
Anayasalarında yer almıştır. 1982 Anayasasının Başlangıç'ında
"...Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı...", 2. maddesinde
"...Atatürk milliyetçiliği", 12. maddesinde "...Atatürk
ilkeleri..." ve 134. maddesinde "...Atatürkçü düşünce..."
sözcükleriyle Atatürk milliyetçiliği güçlü biçimde yer almaktadır. Atatürk
milliyetçiliği, ayrımcı ve ırkçı bir kavram değil Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran
Türk halkının, kökeni, ne olursa olsun, devlet yönünden tartışmasız eşitliği,
içtenlikli birliği ve birlikte yaşama istencini içeren çağdaş bir olgudur.
Ayrımcılığı dışlayıp "ulus" yapısı içinde kaynaşmayı öngören bu
kavram; etnik kökenleriyle kimlikleri ayrımcılığa varan resmi bir tanıtım
belirtisi olarak söylenmesini engellemektedir...
Anayasanın
2. maddesinin gerekçesinde, "Atatürk milliyetçiliği" olarak ifade
edilen milliyetçilik kavramı, bütün bireylerin kaderde, tasada ve kıvançta
ortak, bölünmez bir bütün halinde, diğer bir deyişle, ulusal dayanışma ve
adalet anlayışı içinde yaşamaları olarak tanımlanmıştır. Başlangıç'ın dokuzuncu
paragrafında Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve
kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve
millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğunun belirtilmesi de Atatürk
milliyetçiliğinin tanımından başka bir şey değildir.
Türkiye
Cumhuriyeti'nin niteliklerini oluşturan ve onun ulusal devlet olmasının bir
sonucu olan Atatürk milliyetçiliği, çağdaş milliyetçilik anlayışıdır. Yani,
hangi kökenden gelirse gelsin, bireyleri bir araya getiren, bir arada yaşatan
şey, onlardaki aynı bir ulusa mensup olma duygu ve düşüncesi, bu yolda
gösterilen kararlılık ve irade birliğidir. Subjektif nitelikteki bu
milliyetçilik düşüncesinde esas olan, kökeni ne olursa olsun, bireyin, kendisi
gibi olanlarla birlikte, kaderde, tasada ve kıvançta ortak ve bölünmez bir
bütün oluşturdukları duygu, düşünce ve inancıdır. Bu bakımdan sınırları belli,
bölünmez vatan esasını temel alır. Gerçekçi ve çağdaş milliyetçilik anlayışını
temsil eder. Irk düşüncesi, kan bağı, diğer biyolojik ölçütler ve soyca başka
görünen toplulukların bütünden ayrı sayılmaları düşüncesi bu milliyetçilik
anlayışında yer almaz. Kültür milliyetçiliğidir. Bu nedenle, kökenlerine,
soylarına, bakılmaksızın, bireyleri ortak bir kültüre mensup oldukları bilinci
ve manevi mutabakatı etrafında toplar, onları "tek ulus" yapısı
içinde kaynaştırıp bütünleştirir. Yüksek Mahkemeniz de bir tarihsel olgu olarak
bu milliyetçilik anlayışını kararlılık gösteren bir biçimde böyle
yorumlamaktadır. Nitekim, 20.7.1971 gün, Esas 1971/3 (Parti Kapatılması). Karar
1971/3 sayılı kararda, "...Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde Türk
milliyetçiliği ideolojisi egemendir ve Anayasamız (Başlangıç) kuralları
arasında bunu bildirdiği gibi, bütün Anayasa yapısının oturduğu temel dahi
budur. Bu, Türk kültürüne dayanan bir milliyetçiliktir ve bunda ırk düşüncesi
ve kökence başka görünen toplulukların ayrı tutulması düşüncesi yer almış değildir...";
8.5.1980 gün Esas 1979/1 (Parti Kapatılması), Karar 1980/1 sayılı kararda,
"... geçmişte "panislamist" ve "panturanist"
görüşlerin neden olduğu acı deneyimleri yaşamış olan Türk Ulusunun din, ırk ve
mezhep gibi esaslara dayalı ayrılık çabalarına ödün vermeyen, birleştirici ve
toplayıcı bir "milliyetçilik" anlayışına Anayasanın Başlangıç
hükümleri arasında yer verilmesi, imparatorluktan ulusal devlete dönüşmüş olan
bir toplumun bilinçli bir davranışıdır...."; 27.11.1980 gün, Esas 1979/31,
Karar 1980/59 sayılı karada, "... Anayasada, ırkçılık, turancılık ya da
din veya mezhep doğrultusunda bütünleşmeyi amaçlayan inanışları reddeden Türk
Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk sayan birleştirici ve
bütünleştirici bir milliyetçilik anlayışı benimsemiştir..."; 18.2.1985
gün, Esas 1984/9, Karar 1985/4 sayılı kararda, "...Atatürk milliyetçiliği,
Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk sayan, dil, ırk,
din gibi düşüncelerle yapılacak her türlü ayrımı ret eden, birleştirici ve
bütünleştirici bir anlayışı temsil eder..." biçimindeki görüşlere yer
verilmiştir.
Özellikle
son yıllarda benzer davalar dolayısıyla vermiş olduğu kararlarda Yüksek
Mahkemenizin, giderek kazandığı öneme paralel olarak sözü edilen ilkenin
anlamını daha da artan bir duyarlılıkla yorumlayıp zenginleştirdiği
gözlenmektedir. Nitekim, 20.7.1971 gün ve 3-3, 16.7.1991 gün ve 1-1, 10.7.1992
ve 2-1, 14.7.1993 gün ve 1-1, 16.6.1994 gün ve 3-2 sayılı kararlarda konuya
geniş anlamda açıklık getirilmiştir.
SPY.nın
80. maddesi ile "Siyasî Partiler Türkiye Cumhuriyetinin dayandığı devletin
tekliği ilkesini değiştirme amacını güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette
bulunamazlar" kuralı getirilmiştir. Madde hükmünün gerekçesinde,
devletimizin federe ve konfedere devletler ve siyaseten özerk kuruluşlar gibi
teklik ilkesine aykırı bir nitelik taşımadığı, bu ve buna benzer ayrılmalar
devletin ve milletin bütünlüğü ilkesine ve toplum yararına ters düşeceğinden,
bu yolda bir amaç güdülmesinin yasaklandığı belirtilmektedir.
Bölünmezlik
ilkesinin bir diğer güvencesini oluşturan SPY.nın 81. maddesinin (a) bendinde,
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde ulusal ya da dinsel kültür ya da mezhep
veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek; (b)
bendinde ise Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak,
geliştirmek ve yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar
yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması amacını gütmek ve bu yolda faaliyette
bulunmak yasaklanmıştır. Maddenin gerekçesine göre, "Ülkemizde Lozan
Anlaşmasıyla kabul edilen azınlıklar dışında bir azınlık yoktur. Herhangi bir
ülkede resmi dilin dışında dillerin bilinmesi veya yer yer konuşulması azınlık
yaratmaz. Hele siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda olduğu gibi her
alanda bütün haklara sahip ve borçlarla eşit bir şekilde yükümlü olan tek bir
milletin evlatları arasında azınlıktan söz etmek mümkün değildir.
"Bir
memlekette resmi dilin her vatandaş tarafından bilinmesi, hangi alanda olursa
olsun, eşitlik ilkesinin hakkıyla uygulanabilmesi ve adli ya da idari işlerin
çabukluk ve selametle yürütülmesi bakımından yararlı, hatta zorunludur. Bu
itibarla, resmi dili genç, ihtiyar, kadın, erkek her vatandaşın bilmesini
sağlamak devletin görevidir."
Maddenin
(a) bendinde siyasal partilere, ulusal veya... ırk veya dil farklılığına
dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek yasaklanmıştır. Gerekçede de
açıklandığı gibi, Lozan Anlaşmasıyla kabul edilen azınlıklar bu yasağın dışında
kalmaktadırlar.
İç
hukuk kuralı haline gelmiş olan ve uluslararası hukuk alanında da sonuçlar
doğuran Lozan Barış Antlaşmasının Türkiye'deki azınlıklar konusundaki
hükümlerine esas teşkil eden hazırlık çalışmalarına Yüksek Mahkemeniz özellikle
son kimi kararlarında ayrıntılı olarak yer vermektedir. Bunlara göre,
"...Müslüman topluluklar arasındaki değişik gruplara azınlık statüsü
tanınmadığı, kuşku ve duraksamaya yer bırakmayacak bir açıklıkta Lozan Barış
Konferansı tutanaklarında bir çok kez vurgulanmıştır.
"Alt
komisyon önce, etnik azınlıkların, başka bir deyimle, müslüman olmayan
azınlıkların da, örneğin Kürtlerin, Çerkezlerin ve Arapların tasarıdaki koruma
tedbirlerinden yararlanmalarında direnmiştir. Türk temsilci heyeti, bu
azınlıkların korunmaya ihtiyaçları olmadığını ve Türk yönetimi altında
bulunmaktan tamamıyla memnun olduklarını söylemiştir. Alt komisyon bu
inandırıcı sözler üzerine koruma tedbirlerini yalnız müslüman olmayan
azınlıklarla sınırlamayı kabul etmiştir.
"Barış
görüşmelerinde söz alan İsmet İnönü: "Türkiye'de hiçbir müslüman azınlık
yoktur; çünkü, kuramsal yönden olduğu kadar uygulamada da müslüman nüfusun
çeşitli unsurları arasında hiçbir ayırım gözetilmemektedir." demiştir.
Aynı konferansın 20 Kasım 1922 günlü oturumunda Rıza Nur Bey tarafından okunan
bildiride şu görüşler yer almıştır: "Müttefiklerin tasarısı Müslüman
azınlıklardan söz etmektedir; oysa, Türkiye'de bu gibi azınlıklar söz konusu
olamaz; çünkü, tarihsel gelenekler, moral düşünceler, görenekler,
yapılagelişler, Türkiye'de yaşayan Müslümanlar arasında en tam bir birlik
yaratmaktadır."
Türk
Delegasyonunun bu görüşleri Konferansça benimsenmiş ve
"Müttefik
Temsilci Heyetlerince Sunulan Azınlıkların Korunmasına
İlişkin"
15 Aralık 1922 günlü tasarının 4., 6., 7. ve 8. maddelerinde geçen "din ya
da dil", "soy, din ya da dil azınlıkları" sözcükleri yerini
"gayrımüslim ekalliyetler" sözcüklerine bırakmıştır. Böylece,
Türkiye'de değişiklik bir dil kullanmanın ya da soy unsurunun bir grubun
azınlık sayılmasında ölçü olarak kabul edilemeyeceği Lozan Barış Antlaşması'yla
kabul edilmiştir. Aynı konferansta, Kürt azınlığın yaratılması yönünde,
özellikte Lord Curzon tarafından gösterilen çabalar, Türk Delegasyonunun
"Kürtler, kaderlerinin Türklerin kaderiyle ortak olduğu görüşündedirler;
azınlık haklarından yararlanmak istememektedirler." gerçeğini bildirmeleri
karşısında kabul görmemiştir..." (Anayasa Mahkemesinin siyasal parti
kapatılmasına ilişkin 16.7.1991, 10.7.1992, 14.7.1993 günlü kararları)
Bu
suretle, ülkemizde sadece "Müslüman olmayanlar" azınlık kapsamına
dahil edilmişlerdir. Müslüman olmayanlara da Müslümanlara sağlanan medeni veya
siyasi haklardan yararlanma olanağı verilerek yasaklar önünde din ayırımı
yapılmaksızın herkesin eşit olduğunu belirtmek amacıyla böyle bir düzenlemeye
gidilmiş ve örneğin antlaşmanın 38. maddesinin ikinci fıkrasında,
"Gayrimüslim ekalliyetlerin bütün Türk tebaasına tatbik edilen
...serbesti-i seyrüsefer ve hicretten tamamiyle istifade etmeleri", 40.
maddede, "Gayrimüslim ekalliyetlere mensup Türk tebaasının... masrafları
kendilerine ait olmak üzere her türlü müessesatı hayriye, diniye veya
içtimaiyeyi, her türlü mektep ve sair müessesatı talim ve terbiyeyi tesis,
idare ve murakabe etmek ve buralarda kendi lisanlarını serbestçe istimal ve
ayini dinilerini serbestçe icra etmek hususlarında müsavi bir hakka malik
bulunacakları" kabul edilmiştir. (Anayasa Mahkemesi'nin siyasî parti
kapatılmasına ilişkin 16.7.1991 günlü kararı)
Bundan
ayrı olarak, bir de, 18.10.1925 tarihli Türk-Bulgar Dostluk Antlaşmasında,
Türkiye'de yaşayan Bulgarların azınlık sayılmaları kabul edilmiş ise de, yeni
Türk Devletinin lâik mevzuatı kabul etmesinden sonra bu kimseler azınlık
statüsünden kendiliklerinden vazgeçmişlerdir.
Sonuç
olarak, Türkiye'deki hukuk düzeninde bu iki antlaşma ile kabul edilenlerin
dışında herhangi bir azınlığın bulunduğu söylenemez. Özellikle, belirli bir
büyüklüğe ulaşmış devletlerde ırk, dil, din, mezhep yönünden çeşitli boyutlara
varan farklılıklara sahip toplulukların, yani ulus olgusuna oranla ikincil
nitelikte kesimlerin bulunması doğal olduğu kadar, gözlenen bir gerçektir de.
Yüksek Mahkemenizin 8.5.1980 gün, Esas: 1979/1 (Parti Kapatılması), Karar:
1980/1 sayılı kararında belirtildiği üzere, bu gibi toplulukların dilinin ya da
dininin toplumun öteki kesimlerinden ayrı olduğundan nesnel biçimde sözetmek
tek başına bir "azınlığın bulunduğunu ileri sürmek" anlamına gelmez.
SPY.nın 81. maddesine benzer hükmü içeren eski 648 sayılı Yasanın 89.
maddesinin birinci fıkrasını yorumlayan Yüksek Mahkemeniz, aynı kararında,
"azınlıklar bulunduğunun ileri sürüldüğünün" kabul edilmesi için,
"söz konusu topluluğun toplumun öbür kesimlerinden ayrılan varlığını ve
niteliklerini koruması ve sürdürmesi için kendisine özel bir hukuksal güvence
tanınması gerektiğinin, yani bu kimselerin "azınlık hukuku"ndan yararlanmaya
hak kazanmış olduklarının da açık ya da üstü örtülü biçimde ileri sürülmüş
olması gerektiğini" belirtmiş bulunmaktadır. Bu gibi toplulukların her
birine azınlık hakkı tanınması ülke ve ulus bütünlüğü ilkesine aykırı düşer.
Hele böylesi topluluklar ortak geçmişten gelen tarihsel, kültürel ve manevi
bütünlük anlayışı içinde kendi kaderlerini o ulusun kaderleriyle özdeşleştirme
istek ve iradesini göstermişlerse, böyle bir hakkın tanınmasına gerek kalmaz.
Kürt
kökenliler diğer yurttaşlarla omuz omuza Kurtuluş Savaşına fiilen katılarak
can, kan ve gözyaşı pahasına yurdumuzun işgalci düşmanlardan temizlenmesinde ve
onu takiben Türkiye Cumhuriyetinin birlikte kurulmasında üstün hizmetler
görmüşlerdir. Bugün dahi Türk Ulusuyla birlik ve bütünlük içinde olma
duygusunun eksilmeden devam ettiği görülmektedir. Nitekim, Doğu ve Güneydoğu
Anadoludaki ayrılıkçı terörden kaçan yurttaşlar, soydaşlarının bulunduğu Irak'a
veya İran'a sığınmamakta, tersine, hepsi de İstanbul, Ankara, İzmir, Adana v.s.
gibi şehirlere göç ederek geleceklerini yurdun başka yörelerindeki yurttaşlarla
birlikte güvence altına almak istemektedirler. Bu itibarla, Türk Ulusu yanyana
yaşamlarını sürdüren çeşitli halklardan değil, kendi özgür iradesiyle, ortak
geçmişin yarattığı ortak kültürde geleceği de kapsayacak biçimde birleşmeye
kaynaşıp bütünleşmeye karar vermiş olan tek halktan, Türk halkından meydana
gelmiştir.
Anayasanın
66. maddesinin birinci fıkrasında, Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı
olan herkesin Türk olduğu belirtilerek, Türk Ulusundan sayılmak için kabul
edilen tek koşulun "vatandaşlık bağı" olduğu, bunun dışında kalan
dil, din, ırk v.s. gibi farklılıkların nazara alınmadığı, Türk Ulusunun, bir
hukuksal bağ anlamında vatandaş sayılanların oluşturduğu bütünlüğü ifade ettiği
benimsenmiştir. "Türk olmak" Türkiye Cumhuriyetinin yurttaşı olmak
demektir. Bu ulus bütünlüğü içinde, şu ya da bu nedenle, yasanın deyişiyle,
ulusal veya dinsel kültür, mezhep yahut ırk ya da dil ayırımına dayanan
azınlıklar yoktur. Yüksek Mahkemenizin siyasî parti kapatılmasıyla ilgili
10.7.1992 ve 14.7.1993 günlü kararlarında belirtildiği gibi, "... Türk
Ulusunu oluşturan etnik gruplar arasında çoğunluk ya da azınlık biçiminde bir
ayırıma yer verilmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile
bağlı olan herkesi "Türk" sayan birleştirici ve bütünleştirici
milliyetçilik anlayışı kabul edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devletine
vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin, hangi etnik gruptan olursa olsun,
"Türk" sayılması, onun etnik kimliğini inkar anlamında değil,
dünyaca, devletine "Türkiye Cumhuriyeti Devleti", ulusuna "Türk
Ulusu" ve vatanına "Türk Vatanı" denen ve toplum yapısında
çeşitli etnik gruplar bulunan ülkede bütün vatandaşlar arasında eşitliğin sağlanması
ve hepsi çoğunluk içinde bulunan etnik grupların azınlığa düşmesini önleme
amacına yöneliktir.
81.
maddenin (b) bendinde ise, siyasal partilerin Türk dilinden ve kültüründen
başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye
Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması
amacını gütmeleri ve bu yolda faaliyet göstermeleri yasaklanmıştır. Bu hükümle
anlatılan, Türk dili ve kültüründen başka dil ve kültürleri korumak,
geliştirmek ya da yaymak yoluyla ülkede azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün
bozulması amacını siyasal partilerin güdemeyecekleri ve bu yolda faaliyet
gösteremeyecekleridir. Burada belirtilmesi gereken, 81. madde ile ulusu
oluşturan bireyler arasındaki etnik ayrımların, sahip bulunulan farklı dil ve
kültürlerin yasaklanmadığıdır. Ancak yüzyıllardır birlikte hayat sürmüş, ortak
bir geçmişe, tarihe, dine, geleneklere ve değer yargılarına sahip bireylerin
oluşturduğu ulus bütünlüğü içinde bu öğelerden meydana gelen ortak kültürden
ayrı, bireyler arasında bu bakımdan ayrımlaşma nedeni olabilecek yoğunlukta bir
kültür farklılığından söz edilemeyeceğidir. Özel yaşantılarında çeşitli etnik
kökenlerden gelen yurttaşların kimliklerini belirtmeleri, dillerini
konuşmaları, gelenek ve göreneklerini uygulamalarının karşısında herhangi bir
yasal ya da toplumsal engel yoktur. Yasaklanan, azınlık ve ayrı bir ulus
oluşturduklarının ifade edilmesi suretiyle ulus bütünlüğünün bozulması amacını
gütmeleridir.
Söz
konusu kuralın küçük değişikliklerle benzeri olan eski 648 sayılı SPY.nın 89. maddesinin
(b) bendini yorumlayan Yüksek Mahkemeniz 8.5.1990 gün, E. 1979/1 (Parti
Kapatma), K.1980/1 sayılı kararında şu hükme varmıştır: "...Bu hükümde de
..."azınlıklar yaratma" deyiminin açıklığa kavuşturulması gerekmekte
olup, sözkonusu deyimin de maddenin tümü içinde değerlendirilmesi ve birinci
fıkrasındaki "azınlıklar bulunduğunun ileri sürülmesi" deyimiyle sıkı
ilişki gözönünde tutularak, aynı doğrultuda yorumlanması zorunludur. Böyle bir
yorumla varılacak sonuç ise "azınlık yaratma" deyiminin ancak bir
"vatandaş topluluğunda azınlık hukukundan yararlanmaları gerektiği
düşüncesini yaratma" anlamına gelebileceğidir...
"Yukarıda
da değinildiği gibi, azınlıklar dil, din ve ırk gibi nitelikleri nedeniyle
toplumun çoğunluğundan ayrı varlıkları ve bu varlıklarını sürdürmeye hakları
bulunduğu hukukça tanınan vatandaş toplulukları olduklarından, ülkemizde
azınlık hukukundan yararlanmaya hak kazanmış gruplar bulunduğunu ileri sürmek,
ya da Türk dilinden ve kültüründen gayrı dil ve kültürleri korumak, geliştirmek
veya yaymak yoluyla kimi vatandaş gruplarında azınlık hukukundan yararlanmaları
gerektiği düşüncesini yaratmaya çalışmak, kuşkusuz, yukarıda açıkça ortaya
konulan Anayasal durum karşısında Anayasanın Başlangıcı ile 2. ve 3.
maddelerinde yer alan "ülke ve ulus bütünlüğü" temel hükmüne ve bu
temel hükmü içeren 57/1 maddesine de aykırı düşer..."
Şu
halde, dillerini, kültürlerini ve sanatlarını kullanabilmeleri ve
geliştirebilmelerini, istemek suretiyle bir kısım yurttaşları ırk, dil ve
kültür bakımlarından veya bu ad altında ulus bütünlüğünden ayrı sayma, onlarda
bu bütünlükten ayrı bir azınlık oluşturdukları düşünce ve bilincini yaratma,
ulus bütünlüğünün bozulmasıyla sonuçlanabilecek ya da en azından böyle bir
tehlikenin belirmesine yol açabilecek olan, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde
azınlık yaratma demektir. Siyasal partiler yönünden böyle bir amaç ülke ve ulus
bütünlüğü ilkesine terstir. Daha önce de belirtildiği gibi, Türk ulusu
bütünlüğü içinde belirli uluslar arası sözleşmelerle azınlık oldukları kabul
edilen "Müslüman olmayan" yurttaşlar hariç, herhangi bir azınlıktan
söz etmek olanaksızdır. Her Türk yurttaşı hukuk düzeninin sağladığı her türlü
hak ve özgürlükten, herhangi bir etnik ayrımcılık söz konusu olmaksızın,
sınırsız ve mutlak biçimde yararlanmakta, ulus bütünlüğü içinde bireysel
mutluluk ve huzurunu gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Böylesine ayrıcalıksız
konumdaki bir kısım yurttaşlar arasında, bir azınlığa mensup olduğu duygu ve
düşüncesini yaratmak ve onların sınırlı haklar rejimine tabi kılınmasını,
ulusun bizzat kendisi iken azınlık haline gelmesini istemek ulus bütünlüğünü
bozmaktan başka biçimde yorumlanamaz.
B)
Değerlendirme
Programın,
"Durum Değerlendirmesi ve Program Gerekçeleri" başlıklı 1. Bölümünün
("1.Bölüm" denmiş olmasına rağmen program metninde başka bölüm
bulunmamaktadır.) "Uluslararası Durum" başlıklı paragrafında, 1980'li
yılların sonlarına doğru uluslararası durumda meydana gelen değişiklikler ve
gelişmeler ile sonuçlarının anlatıldığı; daha sonra, "Bölgede Durum"
paragrafında, Ortadoğunun sorunlu bir bölge olmaya devam ettiği ifade edilerek,
İsrail-Arap, İran-Irak, akarsuların paylaşımı gibi sorunların yanında Kürt
sorununun da bölge ülkelerini ve dünyayı meşgul ettiği, Irak'ın kuzeyinde
oluşan Kürt yönetiminin herkesçe tanınması gerektiği; İran'da yaşayan Kürtlerin
hak ve özgürlükleri için savaştıklarının belirtildiği,
kapatma
davası bakımından önem taşıyan "Türkiye'de Durum" başlıklı paragrafta
ise, Osmanlıların son döneminden başlayarak günümüze kadar varlığını sürdüren
başlıca üç sorunun ekonominin kötü durumu, demokrasi yokluğu ve Kürt sorunu
olduğu, bunların çözümünün birbirine bağlı bulunduğu,
iktidarı
elinde tutan ve asker-sivil bürokrasiyle kaynaşmış burjuvazi ve toprak ağaları
kesiminin halk yığınlarına ağır ekonomik sömürü ve baskı uygulayageldiği,
yığınlara hak ve özgürlük tanımadığı belirtildikten sonra, aynen:
"...
1923'te
şekillenen Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları içinde, bizzat Cumhuriyetin
kurucularınca da ifade edildiği gibi, Türkler, Kürtler ve başka etnik gruplar
yaşamakta idi. Yönetici kesim, daha baştan, ülkenin etnik gerçeğine, çok
kültürlü, çok dilli yapısına uygun bir siyasal ve yönetsel yapı oluşturmaktan
kaçındı, başka etnik yapıları zorla Türkleştirmeye, eritmeye çalıştı. Bu baskı
politikası onu izleyenlerin amaçlarına uygun sonuç vermedi; Aksine bir dizi
Kürt ayaklanmasına yol açtı ve sorun ağırlaşarak günümüze kadar geldi. Bugün de
Kürt sorunu, tüm ağırlığıyla ülkenin gündemindedir.
Kürtlere
karşı izlenen baskı politikası, aynı zamanda Türkler bakımından da hak ve
özgürlüklerin kısıtlanmasına, militarizmin güçlenmesine yol açtı....
Türkiye'de
ise, ülkeyi dünden bugüne yöneten egemen kesim, Kürtlere özgürlüğü, Türkler
demokrasiyi çok gördü.
Bu
nedenledir ki, bu iki sorun -demokrasi sorunu ve Kürt sorunu- bugün de ülkenin
gündemindedir ve çözüm bekleyen hayati sorunlardır.... Türkiye'nin barışa ve
demokrasiye ihtiyacı var. Bu da, ancak Kürt sorununa eşitlik temelinde barışçı
bir çözüm bulunarak sağlanabilir.
Bugünkü
ekonomik krizin baş nedeni ise izlenen yanlış Kürt politikası, bunun yol açtığı
şiddet ortamı ve ödenen ağır ekonomik bedeldir. Sözde "terörle savaş"
adı altında yapılan harcamalar yılda 7 milyar doları buluyor...
Bugün
yaşanan şiddet ve çatışma ortamı nedeniyle Kürtlerin yaşadığı bölgede üretim
neredeyse durmuştur. Fabrikalar çalışmıyor, tarlalar ekilmiyor ve sürüler
yaylalara çıkarılmıyor. Binlerce köy, pek çok kasaba ve küçük kent yıkılmış,
boşaltılmış ve halk zoraki göçe uğramıştır. Bölgede açlık ve işsizlik korkunç
boyutlara varmıştır. Göç dalgaları bölgedeki ve batıdaki büyük kentlerin zaten
iyi olmayan düzenini daha da altüst ediyor.
Zorla
bastırma çabası şiddetin ve yangının büyümesine, yayılmasına yol açıyor...
Görüldüğü
üzere yönetici kesim, Kürt sorununda izlediği yanlış politikayla ülkeyi bir
yangın yerine çevirmiştir. Yalnızca boş yere kan dökülmekle Türkiye halkı büyük
acılar çekmekle kalmıyor; aynı zamanda ülkenin kaynakları yararsız bir alanda
tüketiliyor; halkın ekmeği kurşuna ve bombaya dönüşüyor....
Bu
sorunları çözecek olanlar, bunda çıkarı olan yığınlardır. İşçi, köylü ve
emekçilerdir; hak ve özgürlüğünden yoksun bırakılan, baskı gören Kürtlerdir....
....Yönetici
kesim demokrasi ve insan hakları yönünden, Kürt sorununun barışçı çözümü
yönünde adım atmamakta direniyor. Hala soğuk savaş döneminden kalma yöntemlerle
militarizmi tırmandırarak, şovenizmi pompalayarak, şiddet yoluyla sonuç almaya
çalışıyor.
....
Dünden
bugüne yaşananlar, ekonomik sorunlar içinde bunalan yığınlara, baskı ve zulüm
gören toplum kesimlerine; işçilere, köylülere, memurlara, aydınlara, gençlere,
Kürt ve Türk insanına şunu öğretmiştir: Bu haksız düzen değişmelidir....
Demokrasi
ve Değişim Partisi bu amaçla kurulmuştur ve bunun mücadelesini vermektedir.
Partimiz ülkenin üç temel sorununu çözmeyi önüne hedef olarak koymuştur; Kürt
sorununa politik ve adil bir çözüm, yani ülkede barışın gerçekleşmesi; tam bir
demokrasi; ekonominin emekçi halktan yana yeniden düzenlenmesi ve gelişme
yoluna sokulması.
...
Türkiye'ye
barış gelmesi için, gerçek bir demokrasi ve ekonomik gelişme için Kürt
sorununun çözümü şarttır ve çözüm, şiddet ve bastırmayla değil, ancak barışçı yöntemlerle
mümkündür.
Partimiz,
Türklerin ve Kürtlerin bir arada kardeşçe yaşamasından yanadır ve bunun yolu
bugüne kadar izlenen baskı politikasına son vermek: Türkiye'yi de bağlayan
uluslararası hukuk ilkelerine ve sözleşmelerine uygun olarak Kürtlerin haklarını
tanımak ve eşitlik temelinde çok yönlü, politik, yönetsel ve kültürel bir
demokratik yapılanma sağlamaktır. Partimizin temel amaçlarından biri de budur.
Bunun
için öncelikle silahların susması ve sorunun çözümü için özgür bir tartışma
ortamının oluşması sağlanacaktır...
Kürt
dili-kültürü üzerindeki baskılara, zoraki asimilasyon politikasına son
verilecek; bu alanda da uluslararası hukuk normları ve sözleşme hükümleri
hayata geçirilecektir.
Kürt
dilinin, radyo-televizyon yayınları dahil, toplumsal yaşamın her alanında ve
aynı resmi işlemlerinde serbestçe kullanımı için gereken düzenlemeler
yapılacaktır.
....Çeşitli
toplum kesimlerinin ve demokratik örgütlerin de katkısıyla, bu anayasanın
yerine, temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan demokratik bir anayasa
yapılacaktır.
Kürt
kimliği ve hakları bu anayasada güvence altına alınacaktır.
..."
biçiminde
görüşlerin benimsendiği anlaşılmaktadır.
Davalı
partinin programının "Türkiye'de Durum" adlı paragrafından yukarıya
alıntı yapılan kısımları bir değerlendirmeye tabi tutulduğunda şu sonuçlar
ortaya çıkmaktadır:
Öncelikle,
Cumhuriyet'in kuruluş döneminde Türkiye'de kendi etnik yapısı, dili ve kültürü
ile ayrı bir Kürt topluluğunun mevcut olduğu, ancak yeni devletin bu varlığı
tanıma yerine baskı yoluyla onları Türkleştirmeğe çalıştığı, uygulanan bu baskı
yönteminin Kürtlerin birkaç kez ayaklanmasına yol açtığı ve bu sorunun ülkenin
en önemli üç sorunundan biri haline geldiği biçiminde bir tesbit yapıldıktan
sonra,
Partinin,
ekonomik sıkıntılar ve demokrasi yokluğu yanında Kürt sorununu da çözmeyi hedef
aldığı, bu amaçla kurulduğu ve mücadele ettiği belirtilerek, sorunun
çözümlenmesi için bugüne kadar izlenen baskı yöntemine son verilmesi,
Türkiye'yi de bağlayan uluslararası hukuk ilkelerine ve sözleşmelere uygun
olarak Kürtlerin haklarının tanınması ve eşitlik temelinde çok yönlü, politik,
yönetsel ve kültürel bir yapılanmanın sağlanması, Kürt kimliği ve haklarının
anayasal düzeyde tanınması, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskı ve
asimilasyon uygulamasının kaldırılması, Kürt dilinin resmi işlemlerde de
kullanılması gibi öneri ve politikalar öngörülmektedir.
Programın
kapatma davasına esas alınan bu bölümlerinde, Türkiye'de Türklerden başka etnik
gruplar arasında yer alan, kendi dili ve kültürüne sahip, ancak hak ve
özgürlükleri tanınmayan, baskı ve asimilasyona tabi tutulan, ancak hakları
tanındığı, eşitlik temelinde oluşturulacak siyasal, yönetsel ve kültürel
yapılanma içinde yer aldıkları takdirde sorunları çözümlenmiş olacak bir Kürt
varlığından söz edilmesi, sınırlarımız içinde yaşayan Kürt kökenli yurttaşların
Türk ulusu bütünlüğünden ayrı bir ulus oluşturduklarının ifade edilmesi
anlamındadır. Programın çeşitli yerlerinde, "... egemen kesim Kürtlere
özgürlüğü, Türklere de demokrasiyi çok gördü..."; "... Kürt ve Türk
insanına şunu öğretmiştir..."; "...Türklerin ve Kürtlerin birarada
kardeşçe yaşamasından..." gibi deyim ve ibarelerde de "Kürt"
adının Türk adı yanında belirtilmesi suretiyle ikiciliğin (düalizm) vurgulanması
ve "eşitlik" temelinde yöntemler önerilmesi ve yapılanma
sağlanmasından söz edilmesi yoluyla Kürt kökenlilerin, Türk ulusu kavramının
bütünleştirici ve birleştirici anlamı dışında kalan, fakat Türk ulusu yanında
ve onunla eşit durumda bulunan, kendilerine özgü hak ve özgürlüklere sahip ayrı
bir halk oluşturduklarının anlatılmak istenmesi de ulaştığımız yorumu
güçlendirmektedir.
Cumhuriyetin
kuruluşunda Türkler, Kürtler ve başka etnik grupların yaşamakta olmasına karşın
ülkenin bu etnik gerçeğine, çok kültürlü ve çok dilli yapısına uygun bir
siyasal ve yönetsel yapının meydana getirilmediği, tersine başka etnik
kökenlilerin zor yoluyla eritilmeye çalışıldığı, bu baskıların Kürtleri birkaç
kez ayaklanmaya yönelttiği, Kürtlerin hak ve özgürlüklerinin tanınmadığı, bu
sorunun uluslararası belgelerdeki kurallara uygun olarak eşitlik temelinde,
barışçı yöntemlerle çözümlenebileceğinden söz edilmesinin Türkiye Devletinin
ulusuyla bölünmezliğine zarar vereceğinde kuşku yoktur. Bu görüşlerle
anlatılmak istenen, Türk ulusu bütünlüğü dışında Türk ve Kürt halkları olarak
iki ayrı ulusun var olduğudur ki programın birinci sayfasında da davalı
partinin bu iki halkın birarada kardeşçe yaşamasından yana olduğu ifade
edilmektedir.
Anayasada
belirlenen vatandaşlık anlayışı karşısında, din, mezhep, dil, etnik köken
ayırımı yapılmaksızın her yurttaş hukuk düzenince tanınmış siyasal, medeni,
ekonomik, toplumsal, kültürel vs. çeşitli haklardan mutlak olarak
yararlanabildiğine göre, Kürt kökenlilere çok görülen, onların yoksun
bırakıldığı hak ve özgürlüklerin yukarıda sayılanlardan farklı olması gerekir.
Bu konuda programda açık ve net bir adlandırma bulunmamakla birlikte, yapılan
tespit ve temennilerden talep edilen hak ve özgürlüklerin niteliği hakkında
fikir yürütmek olanaklı bulunmaktadır.
Programda,
Cumhuriyetin kurucularının ülkesinin etnik gerçeğini, çok kültürlü ve dilli
özelliğini görmezlikten geldikleri, oluşturdukları devlet modelinde bu
özelliklere uygun bir siyasal, yönetsel ve kültürel yapılanma gerçekleştirme
yerine, baskı yöntemiyle başka etnik köken, dil ve kültür mensuplarını zorla
Türkleştirmeye, eritmeye çalıştıkları belirtildikten sonra bu baskıların Kürt
ayaklanmalarına yol açtığı ifade edildiğine göre, kendi köken, dil ve kültür
özellikleri itibariyle ayrı bir siyasal, yönetsel ve kültürel yapılanmaya sahip
olmasına izin verilmeyen, hak ve özgürlüklerinden yoksun kılınan topluluğun
Kürt kökenliler olduğu anlaşılmakta, bu tesbite paralel olarak programın
devamında, parti için bir hedef belirlenerek bunun, Kürtlerin hakkını tanımak
ve eşitlik temelinde siyasal, yönetsel ve kültürel bir yapılanma sağlanması
olduğu belirtilmektedir. Şu halde, Cumhuriyetin kuruluş döneminde, kurucuların
Kürt kökenlilere tanımadıkları siyasal, yönetsel ve kültürel yapılanmanın ve
hakların günümüzde sağlanması amaç ve hedefi parti verilmiş bulunmaktadır. Bu
açıklamalardan çıkan sonuç, programda Kürtlere tanınmadığı, onların yoksun
bırakıldığı söylenen hak ve özgürlüklerin, özellikle siyasal, yönetsel ve
kültürel örgütlenme hakları olduğudur.
Ülkede
belirli bir etnik kökene mensup olanların haklarının tanınması, siyasal,
yönetsel ve kültürel bir yapılanma içinde yer almalarının sağlanması, en hafif
biçimiyle devlet bütünlüğü içinde bir özerk bölge veya yapılanma oluşturulması
anlamına gelir ki böyle bir amaç ve hedefin Türkiye Devletinin dayandığı ülke
ve ulus bütünlüğü ilkesine aykırı olduğu kesindir. Kürt kökenlilerin ulus
bütünlüğü dışında kalarak kendi etnik yapılarına, kültürlerine ve dillerine
uygun biçimde kendilerine göre bir siyasal, yönetsel ve kültürel yapılanma
modeli içinde yer almalarının savunulması ülke ve ulus bütünlüğünü parçalayıcı
sonuçlar verir. Anayasa ve SPY. siyasi partilerin bu gibi yıkıcı görüşleri
benimsemesini kesinlikle yasaklamıştır. Gerçekten, Türkiye Cumhuriyeti tekil
bir devlettir.
Ulusal
devlet olmanın yani ulusun bağımsız bir devlet halinde örgütlenmesinin sonucu
olan bu nitelik etnik, dinsel ya da başka bir düşünceyle ülkenin federe
devletlere ya da özerk bölgelere ayrılmasına izin vermez. Ulusal birliği kurmak
ve devam ettirmek için devlet tekil biçimde örgütlenmiştir.
Programda
öngörülen, etnik gerçeğe uygun, siyasal, yönetsel ve kültürel yapılanmanın
Türkiye'yi de bağlayan uluslararası sözleşmelere uygun olarak gerçekleştireceği
söylenmekle birlikte bunların hangi sözleşmeler olduğu açıkca belirtilmemiştir.
Ancak, daha önceki benzer kapatma davalarına konu olan siyasi parti
belgelerinde bazen açıkca, bazen dolaylı olarak sözü edildiği ve Yüksek
Mahkemenizce de siyasi parti kapatma kararlarında irdelendiği gibi, amaçlanan
ancak adları belirtilmeyen bu uluslararası metinlerin İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi, Avrupa İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme,
Helsinki Sonuç Belgesi ile Yeni Bir Avrupa İçin Paris Antlaşması olduğu
söylenebilir.
Yüksek
Mahkemenizin çeşitli parti kapatma davalarında belirttiği gibi, Avrupa İnsan
Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme kapsamındaki hak ve
özgürlükler Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında güvence altına alınmıştır. Hakları
kullanmanın, özgürlüklerden yararlanmanın sınırsız olmadığı söyleyen İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesinin 29. ve 30. maddeleri, içerik olarak demokratik
düzeni yıkıcı söz ve eylemlere karşı sınırlamalar getirilmesine ve önlemler
alınmasına dayanak olmuştur.
İnsan
Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin 11. maddesinin ikinci
fıkrasında, bu hakların kullanılmasının, demokratik bir toplulukta zaruri
tedbirler mahiyetinde olarak milli güvenliğin, amme emniyetinin, nizamı
muhafazanın, suçun önlenmesinin, bağlılığın ve ahlâkın veya başkalarının hak ve
hürriyetlerinin korunması için ve ancak kanunla tahdide tabi tutulacağı;
Bu
maddenin, bu hakların kullanılmasında idare, silâhlı kuvvetler ve zabıta
mensuplarının muhik tahditler koymasına mani olmadığı kuralı öngörülmüş,
17.
maddesinde de, bu sözleşme hükümlerinden hiçbirisinin bir devlete, topluluğa
veya ferde, işbu sözleşmede tanınan hak ve hürriyetlerin yok edilmesini anılan
sözleşmede öngörülenden daha geniş ölçüde sınırlamalara tabi tutulmasını hedef
alan bir faaliyete girişmeye veya harekette bulunmaya yönelik herhangi bir hak
sağladığı biçiminde yorumlanamayacağı esası kabul edilmiştir.
Türkiye
Cumhuriyetinin de taraf olduğu Yeni Bir Avrupa için Paris Şartı, ırkçılığı,
etnik düşmanlığı ve terörizmi kınamış, ülke bütünlüğünün ve demokratik düzeni
kıymayı amaçlayan hareketlere girişen kişi, grup ve örgütlere karşı koruma ve
kollama sorumluluğunu uluslararası bir çağrı olarak kabul etmiştir. Devletin
bütünlüğünü hedef alan faaliyetler demokratik haklar ve özgürlükler
çerçevesinde düşünülemez.
Bu
açıklamalar ışığında varılacak sonuç, bu uluslar arası belgeler antlaşma ve
sözleşmelerin, davalı partinin temel amaç olarak benimsediği ve programında yer
verdiği, ülke ve ulus bütünlüğünü bozucu görüşlere olur vermediğidir.
Programdaki,
Kürt dili ve kültürü ile ilgili esas ve ilkelerle anlatılmak istenen,
uluslararası hukuk normlarına uygun olarak Kürt dili ve bağımsız ve ulusal
nitelikteki Kürt kültürü üzerinde uygulanmakta olan baskı ve asimilasyona son
verileceği, Kürt dilinin radyo-televizyon yayınları dahil resmi işlemlerde
serbestçe kullanılmasının sağlanacağıdır. Bu sözlerle, Türk kültürü dışında ve
ondan ayrı, kendi ulusal kültür ve dil farklılığına dayanan bir Kürt azınlığının
varlığı kabul edildiği gibi, bu azınlığın sahip olduğu ileri sürülen kültürün
korunması ve geliştirilmesinin amaçlandığı anlaşılmaktadır.
Ülkemizde
yasaklanmış bir dil bulunmamaktadır. Yurttaşların özel yaşantılarında,
işyerlerinde Türkçeden başka bir dil kullanmalarında herhangi bir engel yoktur.
4. maddesi ile değiştirilmezlik koruması altında bulunan Anayasanın 3. maddesi
hükmüne göre de, devletin dili Türkçe olduğundan resmi işlemlerin Türkçe
yapılması, bunlarla ilgili belgelerin Türkçe yazılması gerekir. Bu anayasal
zorunluluk karşısında, programda Kürt dilinin resmi işlemlerde kullanılmasının
kabul edilmesi Anayasanın devlet dilinin Türkçe olduğunu belirleyen 3.
maddesine aykırı bir durum yaratmaktadır. Kürt dili ve kültürü ile ilgili
olarak benimsenen bu ilke ve esaslar SPY.nın 81. maddesinin (a) ve (b)
bentlerinde yasaklanan, ulusal veya kültür veya ırk veya dil farklılığına
dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri sürme ve Türk dilinden ve kültüründen
başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi
üzerinde azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması amacını gütmek
demektir.
Davalı
partinin programından kapatma davasına esas olmak üzere alıntı yapılan bölümü
açıklanan Anayasa ve SPY. Hükümlerinin ışığı altında düşünsel bütünlük içinde
değerlendirildiğinde içerdiği yasaya aykırılık hallerinin şu biçimde
belirlendiği görülmektedir:
a)
Cumhuriyetin kurucularının ülkenin etnik gerçeğine, çok kültürlü ve dilli
yapısına uygun bir siyasal ve yönetsel yapı oluşturmaktan kaçındıkları, başka
etnik grupları zorla Türkleştirmeye, eritmeye çalıştıkları, bu baskıların
Kürtlerin ayaklanmasına yol açtığı, Kürtlere özgürlüğün çok görüldüğü, partinin
Türkler ve Kürtlerin bir arada kardeşçe yaşamalarını savunduğu, bunun yolunun izlenemekte
olan baskı politikasına son verilerek Kütlerin haklarının tanınması ve eşitlik
temelinde politik, yönetsel ve kültürel bir yapılanma sağlanması olduğu,
partinin bu görüşü temel amaç olarak benimsediği, Kürt dilinin toplumsal
yaşamın her alanında ve resmi işlemlerde serbestçe kullanılması için gerekli
düzenlemelerin yapılacağı belirtilerek S.P.Y.nın 78. maddesinin (a) bendine ve
80. maddesine aykırı olarak nitelikleri Anayasada belirtilen Türk Devletinin
ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğine, diline ve tekillik ilkesine dair hükümlerin
değiştirilmesi amacı güdülmüştür.
b)
Türkiye'de dili ve kültürü ayrı bir Kürt halkının varlığı benimsenerek Kürt
kimliği ve ulusal haklarını Anayasal güvence altına alınmasının ilke olarak
kabul edilmesi suretiyle SPY.sının 81. maddesinin (a) bendine aykırı olarak
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde ayrı bir ulus kimliğine sahip Kürt
azınlığının bulunduğu ileri sürülmektedir.
c)
Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskı kaldırılarak, Kürt dilinin, radyo
televizyon yayınları dahil toplumsal yaşamın her alanında ve resmi işlerde
serbestçe kullanılması için gereken düzenlemelerin yapılacağı belirtilerek
SPY.sının 81. maddesinin (b) bendine aykırı olarak Türk dili ve kültüründen
başka dil ve kültürü korumak, geliştirmek yoluyla azınlıklar yaratarak ulus
bütünlüğünün bozulması amacı güdülmektedir.
IV-
Sonuç ve İstem :
Yasal
dayanakları gerekçeleriyle açıklandığı üzere, davalı Demokrasi ve Değişim
Partisi programının, Anayasanın Başlangıç kısmı ile 2., 3., 14., 69.
maddelerine ve SPY.nın 78. maddesinin (a) bendine, 80. maddesine, 81.
maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırı amaçlar taşıdığı anlaşıldığından,
davalı partinin SPY.nın 101. maddesinin (a) bendi gereğince kapatılmasına karar
verilmesini arz ve talep ederim."
II-
DAVALI SİYASİ PARTİNİN ÖN SAVUNMASI
Demokrasi
ve Değişim Partisi'nin 28.7.1995 günlü, 95/82 sayılı Ön Savunmasında aynen
şöyle denilmiştir:
"Partimizin
kapatılmasıyla ilgili bu dava nedeni ile huzurunuzda savunma yapmak zorunda
bırakılmış olmaktan, bu ülkenin sorumlu bireyleri olarak, ülkemiz ve onun
yarınları adına utanç duyduğumuzu öncelikle belirtmemize izin verin. Sayın
mahkemenize kapatılma istemiyle aleyhine dava açılan Demokrasi ve Değişim
Partisi 03.04.1995 günü İçişleri Bakanlığına verilen dilekçe ile kuruldu.
06.06.1995 tarihinde de iş bu dava açıldı. Demokrasi ve Değişim Partisi daha
henüz iki aylık bir parti iken, daha henüz siyasal bir eylemi ve işlemi olmadan
ve daha henüz örgütlenmeye ve kamuoyuna kendisini tanıtma fırsatı bulamadan iş
bu kapatılma davası ile karşı karşıya kaldı. Doğrusu Başsavcılık partiyi
hazırlıksız ve kamuoyunca tanınmadan bir an evvel kapattırabilme hususunda
başarılı oldu denebilir.
Başsavcı
partinin eylem ve işlemlerini izleme gereği görmemiş ama Ay. 69. md. aykırılık
iddiasında bulunabilmektedir. Partinin hangi eylem ve işleminin yasa hükmüne
aykırılık oluşturduğunu da izah etmemiştir.
Doğrusu
Başsavcılığın bu aceleciliğini anlayabilmek mümkün değildir.
Programında,
uluslararası durumun genel bir değerlendirmesi yapıldıktan sonra, ülkemizin de
içinde bulunduğu bölgemizin siyasi durumunu irdeleyerek "Türkiye'de
Durum" başlığı altında (Sh. 4) Türkiye'nin sorunlarını tespit ederek bu
sorunlara ilişkin çözüm ve önerilerini "Somut hedefler ve çözümler"
(Sh. 8) başlığı altında dile getirmiştir.
D.D.P.
programında "...Türkiye günümüzde hala çağdaş, ileri bir ülke olmaktan
uzaktır ve ciddi sorunlarla yüzyüzedir. Bu sorunların başında ekonominin kötü
durumu, demokrasi yokluğu ve Kürt sorunu gelmektedir. Bu üç sorun birbirini
etkilemekte, beslemektedir; çözümleri de biribirine sıkı sıkıya
bağlıdır..."
"....Yoğun
baskı çarkının başlıca nedenlerinden biri de Kürt sorunudur. 1923'te şekillenen
Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları içinde, bizzat Cumhuriyetin kurucularınca da
ifade edildiği gibi, Türkler, Kürtler ve başka etnik gruplar yaşamakta idi.
Yönetici kesim daha başta ülkenin etnik gerçeğine, çok kültürlü, çok dilli
yapısına uygun bir siyasal ve yönetsel yapı oluşturmaktan kaçındı, başka etnik
yapıları zorla Türkleştirmeye, eritmeye çalıştı. Bu baskı politikası, onu
izleyenlerin amaçlarına uygun sonuç vermedi; aksine bir dizi Kürt
ayaklanmalarına yol açtı ve sorun ağırlaşarak günümüze kadar geldi. Bugün de
Kürt sorunu, tüm ağırlığıyla ülkenin gündemindedir..." (Sh.4)
Kürt
Sorununun Çözümü İçin:
"Türkiye'ye
barış gelmesi için, gerçek bir demokrasi ve ekonomik gelişme için Kürt
sorununun çözümü şarttır ve çözüm, şiddet ve bastırmayla değil, ancak barışçı
yöntemlerle mümkündür.
Partimiz,
Kürtlerin ve Türklerin birarada kardeşçe yaşamasından yanadır ve bunun yolu, bu
güne kadar izlenen baskı politikasına son vermek; Türkiye'yi de bağlayan
uluslararası hukuk ilkelerine ve sözleşmelere uygun olarak Kürtlerin haklarını
tanımak ve eşitlik temelinde çok yönlü, politik, yönetsel ve kültürel bir
demokratik yapılanma sağlamaktır. Partimizin temel amaçlarından biri de budur.
Bunun
için öncelikle silahların susması ve sorunun çözümü için özgür bir tartışma
ortamının oluşması sağlanacaktır. Tüm partiler bu konuya ilişkin görüş ve
programlarını hiç bir kısıtlama olmaksızın, serbestçe dile getirecek ve halk bu
görüşler arasında özgürce bir seçim yapabilecektir..." (Sh. 8)
Çağdaş
Bir Demokrasi İçin;
"Egemen
kesim, Cumhuriyet tarihi boyunca ülkemizin insanlarından demokrasiyi, temel hak
ve özgürlükleri esirgedi. Bu, insanlarımızın demokrasiye layık, ya da buna
hazır olmadıkları için değil, acımasız sömürü çarkını, haksızlıkları, yani
egemen zümrenin imtiyazlarını sürdürebilmek içindi.
Söz
konusu zümre bugün de ülkenin kaderini elinde tutuyor ve demokrasiyi halktan
esirgiyor. Bugün de demokrasi ve özgürlük adına söyledikleri ve yaptıkları
maskaralıktan başka bir şey değildir. Egemenler, yıllardır demokratikleşme adı
altında halkı, iç ve dış kamuoyunu oyalıyor, kabaca aldatıyor.
Ülkemizin
geniş boyutlu çağdaş bir demokrasiye ihtiyacı var ve bu daha fazla
gecikmemelidir..." (Sh. 9)
Ekonomi
"...Partimiz
egemenlerin yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet çarkına ve yıllardır inatla sürdürülen
kirli savaşa son verecek, bu yoz çarkın ve kirli savaşın tükettiği ülke
kaynaklarını, geniş halk yığınlarının yararına; üretime ve ülkenin öteki hayati
sorunlarının çözümüne seferber edecektir. Böylece ülke iç barışa kavuşacak ve
hızla gelişecek; enflasyonun denetim altına alınması, işsizliğin ve yoksulluğun
giderilmesi, emekçi halkın yaşam standardının yükseltilmesi, geri kalmış
bölgelere kaynak aktarımı mümkün olacaktır.
Demokrasi
bunun güvencesi olacaktır. Demokratik bir toplumda, yönetim üzerinde halk
denetimi, bağımsız yargının yolsuzluk yapanların yakasına yapışması mümkün
olacaktır..." (Sh. 12)
Partimizin
yukarıda izah edilen bu tespit ve taleplerine karşılık Cumhuriyet
Başsavcılığı'nca hazırlanan iddianame esasen parti program metnine dayanmaktan
ziyade, soyut fikir yürütmelere, yorum ve kıyaslara dayanmaktadır.
İddianamenin
"Kapatma ve değerlendirme" başlığında yer alan iddia ve tespitlerde
iddianamenin nasıl hazırlandığı hususu da izah edilmektedir.
"...Türk
Ulusu yanında ve onunla eşit durumda bulunan, kendilerine özgü hak ve
özgürlüklere sahip ayrı bir halk oluşturduklarının anlatılmak istenmesi de
ULAŞTIĞIMIZ YORUMU (ABÇ) güçlendirmektedir..." (Sh. 30)
"...Programın
birinci sayfasında da davalı partinin bu İKİ HALKIN (ABÇ), birarada kardeşçe
yaşamasından yana olduğu ifade edilmektedir..." (Sh. 30, P.2)
Keza
programın hiç bir yerinde böyle bir belirleme yoktur.
"...Yapılan
tespit ve temennilerden talep edilen hak ve özgürlüklerin niteliği hakkında
FİKİR YÜRÜTMEK (abç) olanaklı bulunmaktadır..." şeklindeki tespitleri ile
iddianamenin program metninin lafzına bağlı kalınmadığı, kurucuların bu metin
ile murat ettiklerinin ötesine geçilerek ve bundan hareketle varılan yorum ile
hazırlandığı da anlaşılmaktadır.
Aynı
şekilde talep edilen hak ve özgürlüklerin mahiyeti hakkında tespit ve
temennilerden hareketle fikir yürütülmektedir. Bu aristo mantığıdır. A
fenomenini B fenomeni ile izah etmektedir. Diğer bir deyimle, bu iddia
makamının peşin yargısının altını doldurma gayretiyle, suç oluşturmayan
ifadeleri binbir dereden su taşıyarak suç unsuru gibi gösterme çabasıdır.
Partimizin
tespitleri ve talepleri ayrı ayrı hususlardır. Yasaya aykırı olmayan bu
hususların, birini diğerinin eksikliğini gidermede ikame etmek, en yakın
ifadeyle hukukun zorlanmasıdır.
İddianamedeki
mantık karışıklığı, Türkiye'nin de taraf olduğu "Yeni bir Avrupa için
Paris Şartı" antlaşmasına ilişkin tespit ve iddialarda da var. Taraf
devletlerin bu antlaşma ile güvenliğe ilişkin bölümde belirtilen,
"...Devletlerin bağımsızlığını, egemen eşitliğini ya da toprak bütünlüğünü
ihlal eden etkinliklere karşı demokratik kurumların savunulması..." ve
"... tüm terörizm etkinliklerini, yöntemlerini ve uygulamalarını bir suç
olarak mahkum ettiği ..." husus doğrudur.
Demokrasi
ve Değişim Partisi'nin programında bu norma aykırı hiç bir tespit ve talep söz
konusu edilmemiştir. Aksine aynı antlaşmanın; "...katılan devletler ulusal
azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerinin korunacağı ve
ulusal azınlıklara mensup kişilerin, hukuk önünde tam bir eşitlikle ve hiç bir
ayrımcılık yapılmaksızın, bu kimliklerini özgürce ifade etme, koruma, saklı
tutma ve geliştirme hakları bulunduğunu teyid ederiz..." hükmüne rağmen,
partinin Kürt kimliğine ilişkin talepleri yasaya aykırı sayılmaktadır.
Keza
aynı şekilde "...Devletin bütünlüğünü hedef alan faaliyetlerin demokratik
haklar ve özgürlükler çerçevesinde düşünülemeyeceği..." yolundaki
tespitinin Paris Şartı hükümleri ile izahı mümkün değildir. Çünkü Paris
Şartı'nın güvenliğe ilişkin hükmü, ülkenin bütünlüğünü korumayı düzenlemiştir.
Devletin bütünlüğüne (üniter yapısına) ilişkin bir koruma, bu hükümlerde yer
almamıştır. Sayın savcı bu hükmün içine devletin bütünlüğüne ilişkin bir
ilaveyi de sıkıştırmaya çalışmaktadır. Ne yazık ki, mızrak çuvala sığmamıştır.
Aynı
sözleşmeye taraf olan Belçika'nın üniter bir yapıdan federatif bir yapıya nasıl
geçebildiğini izah etmek de mümkün değildir. Aksi halde Paris Şartı'nın
devletin yapısını değiştirmeye, islah etmeye ilişkin hükümlerinin Belçika için
demokratik hak ve özgürlük, Türkiye için ise, "yıkıcılık" olarak
vazedildiğini kabul etmek gerekecektir.
İddianamenin
aynı bölümünde dikkat çeken diğer hususlar ise Başsavcılığın Türklük, Türkçe ve
Türk milliyetçiliğine ilişkin bilim dışı belirleme ve nitelemeleridir.
İddianamenin
14. sayfasında "...Türkçe bireyler arasında yalnızca bir resmi dil olma
durumunu çoktan aşmış; ayrı etkin kökenden gelseler bile, yüzyıllar boyunca
karışıp kaynaşmış ve bir ortak kaderi paylaşmış, ortak bir kültüre ulaşmış
kitlelerin hem günlük yaşantıda, aile içinde ve iş yerinde yaygın biçimde
kullandığı ortak bir iletişim aracı olabilmiş, hem de aynı kitlelerin ortak
bilim, kültür ve sanat dili olma derecesine ulaşabilmiş ve böylece gerek
bireysel, gerekse toplumsal iletişimin sağlanmasında başlıca araç olmuştur.
Türkçenin kazandığı bu yaygınlık ve genellik göz önüne alındığında, etnik
grupların sahip oldukları yerel dillerin resmi dil yerine genel iletişim ve
eğitim dili olarak kullanılması düşüncesi kabul edilemez. Yerel düzeyde kalmış,
gelişmemiş diller bireylere manevi varlıklarını geliştirme olanağı
sağlayamaz..." denilmektedir.
Şayet
Türkçe iddia edildiği şekilde yaygın biçimde kullanılan ortak iletişim aracı
ise "...Resmi dili genç, ihtiyar, kadın, erkek, her vatandaşın bilmesini
sağlamak devletin görevi..." (Sh. 19) Kılmanın mantığını anlamak ve izah
etmek mümkün değildir. Ya Türkçenin yaygınlığında, ya da devlete yüklenen bu
görevde bir yanlışlık vardır. Tüm iyi niyetimize rağmen ikisini bir arada
anlayabilmekte güçlük çektiğimizi itiraf etmeliyiz.
Dünyanın
hiç bir ulusal devletinin, resmi dilini kadın-erkek, yaşlı-genç her vatandaşına
öğretmek gibi garip bir temel görevi yoktur. Zira bu devletlerin her vatandaşı
dilini bilir. Ancak bizim ülkemiz gibi halkı resmi dilini bilmeyen ve yaygın
şekilde konuşamayan ülkelerde devletin bu kabil görevleri vardır.
Diğer
bir husus da, yerel düzeyde kaldığı, gelişmediği ve dolayısıyla bireylerin
manevi varlıklarını geliştirme olanağı sağlayamayacağı iddia edilen dillere
ilişkin tespitdir. Başsavcılığın isimlendirmediği bu yerel dillerle hangi
dilleri kastettiğini bilemiyoruz. Fakat daha önceki tespitlerinden kastedilen
dilin Kürtçe olduğu hakkında fikir yürütmek olanaklı bulunmaktadır.
D.İzoli'nin
hazırladığı (Deng Yayınları, Şubat 1992 1. Baskı) Kürtçe - Türkçe sözlükte her
iki dilin kelime hazinesi şu şekildedir.
Kürtçe
... 30.000. kelime ve 4000 deyim (Saydam)
Türkçe
... 25.000. kelime (Arapça, Farsça, Osmanlıca, İngilizce, Fransızca vd.
orjinliler dahil)
Birçok
baskı ve yasaklama ile kuşatılmış bulunan Kürtçenin Türkçe kadar yaygın
olmadığı doğru ise de, bireylerin manevi varlığını Türkçeden daha iyi
geliştirebileceği hususu açık ve nettir.
İddianamede
"... ülkemizde yasaklanmış bir dil bulunmamaktadır..." (Sh. 33)
Belirlemesi gerçek değildir. Ay. 26, 28, 42 vd. maddeleri kanunla yasaklanan
dilden bahsetmektedir. Aynı şekilde Siyasî Partiler Yasası, Basın Yasası ve
diğer bir kısım yasalarda da benzeri hükümler vardır. Çok yakın bir tarihe
kadar 2932 sayılı yasa ile yasaklanan dilin Kürtçe olduğu hususunu artık sağır
sultan bile duymuştur.
Tüm
bu gerçekler karşısında, Başsavcılığın Türkçenin yaygınlığına ilişkin iddiasına
kendilerinin de inandığını sanmıyoruz.
Parti
programında Kürtçenin radyo - televizyon yayınlarında, eğitimde ve resmi
işlemlerde kullanılması hususu talep edilmiştir. Fakat eğitimde
"Anadil" olarak okutulacağına ilişkin bir belirleme ve ifade
olmamasına rağmen Ay. 42. maddesinin zikredilmiş olmasını anlamak mümkün
değildir.
İddianamenin
bilimselliğe aykırı bir diğer tespiti de "...Ulus olgusuna oranla ikincil
nitelikte kesim..." şeklinde ifadesidir.
Başsavcılığın
bilim dünyasına kazandırdığı "İkincil nitelikte kesim" kavramını hiç
bir sosyoloji kitabında, hatta hiçbir ansiklopedide bulamadık. Eğer bununla
uluslaşamamış etnik topluluklar kastediliyorsa, bunun sosyoloji biliminde
kategorik isimlendirmeleri vardır. Ulus, azınlık, etnik azınlık, etnisite,
aşiret, klan, grup, aile vs. bunlardan bazılarıdır.
Başsavcılığın
"İkincil nitelikteki kesimleri" bu bilinen kategorilerden biri ile
isimlendirmemiş olmasının bilgi eksikliğinden kaynaklandığını sanmıyoruz. Daha
ciddi ve önemli bir nedenle yapıldığı muhakkaktır. Bu ciddi ve önemli nedenin
de ne olabileceğini sayın heyetinizin takdirine bırakıyoruz.
Parti
programının bütünselliğini ve iddianamenin soyut ve bilim dışılığını izah
edebilmek için değişen dünya ve yerinde duran Türkiye ikilemini açmak,
tartışmak gerektiğine inanıyoruz. Bunun için değişen dünya ve onu seyreden
ülkemizin çelişkilerini gözönüne sermek gerektiğine inanıyoruz.
Sayın
Yargıçlar ;
Türkiye'de
demokrasi, özgürlük ve insan haklarına ilişkin mücadeleler, henüz geniş halk
yığınlarının yığınsal desteğini alan güçlü ve etkin bir konuma ulaşmadığı için
siyasal iktidarlar, insan hakları ihlallerine yönelik tepkileri yüzeysel
düzeltmelerle geçiştirebilmektedirler.
İnsan
haklarının, demokratik hak ve özgürlüklerin; özetle yaşama hakkının en çok
ihlal edildiği bu ülkede barış ve demokrasinin tehdit altında tutulmasında araç
olarak kullanılan "Kürt Sorunu"da hala bir çözüme kavuşmamıştır.
Üstelik kamuoyunu bulandıran binbir demagojik bahane ile sorunun tartışılması
yasaklanmış ve ırkçı şoven politikalara karşı alternatif düşüncelerin
üretilmesi engellenmiştir.
Günümüzde
demokrasi; insan haklarını ön planda tutan özellikleriyle yeni boyutlar
kazanmış, ülkelerin iç sorunu olmaktan çıkmış, evrensel bir niteliğe
bürünmüştür. AGİT - Moskova toplantıları ile de bu, önemli ölçüde tescil
edilmiştir. İşte bu yüzden, Türkiye'de, demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla
yerleşmesini isteyen, değişime açık sivil ve demokratik toplum mücadelesini
veren kesimlerle, statükocu, resmi ideolojinin dümen suyuna girmiş kesimler
arasında önemli bir çekişme yaşanmaktadır. Bu çekişme, esasen haklıyla
haksızın, barış isteyenler ile savaşta ısrar edenlerin mücadelesidir.
Türkiye
uzun yıllardır demokrasinin çağdaş, evrensel ilkelerine, haklar ve özgürlüklere
uymayarak, bu alandaki ihlallerle çağdaş ve ileri bir ülke olmaktan uzak kaldı.
Bu
yöndeki gelişmeleri izlemek bir yana dursun, bunlara gözlerini kapattı.
Bu
nedenledir ki, Türkiye uzun yıllar tek partili yönetimlere mahkum edildi.
Sıkıyönetimler, askeri darbeler yaşandı. İnsan haklarının en ağır ihlalleri,
sansür yasaları, aydınların, yazarların cezaevlerine tıkılması, faili meçhul
cinayetler; dahası siyasal partilerin kapatılması bir alışkanlık oldu.
Demokrasi ise, hep bir avuç egemen ve onların sözcüleri için var oldu.
Tarihten
gelen kişiliği ve belirgin kimliği ile Kürtler de bu ülkede günyüzü görmedi.
Dili yasaklandı, red ve inkar politikasıyla asimilasyonun ağır çarkına tutuldu.
İnsan haklarının en ağır ihlalleriyle hep ikinci sınıf vatandaş olarak tasnif
edildi.
Temel
hak ve özgürlükleri güvence altına alan çağdaş, çoğulcu ve katılımcı bir
anayasa ile hukukun üstünlüğüne dayanan demokratik bir düzen yerine, red ve
inkar temelinde şekillenen baskıcı bir düzen tercih edildi. Bu düzen daha
baştan, cumhuriyetin kuruluşundan sonra, bizzat cumhuriyetin kurucularınca
benimsendi ve tüm topluma süngü gücüyle dayatıldı. Bu tarihi ve siyasal tercih,
Kürtler bakımından yok sayılmak ve inkar edilmekti. Türkiye Cumhuriyeti için
ise, iç barışın tehdit edilmesi ve kaosun sürekli olması demekti.
Nitekim
cumhuriyetin kuruluşundan 1937-38 Dersim ayaklanmasına kadar Kürtler kendilerine
reva görülen bu haksızlığa, red ve inkar politikasına karşı hep direndiler.
Türkiye Cumhuriyeti'nde, Türk halkının sahip olduğu imkanlara onlarda sahip
olabilmek için sürekli mücadele ettiler. Ne yazık ki bugünlere de bu atmosfer
içinde geldiler. Bugün ise durum dünden pek farklı değildir.
Ülke
gerçekleri, evrensel hukuk ilkeleri ve uluslar arası hukuk normları hiçe
indirilerek, Türkiye toplumunun hak ve özgürlükler bakımından çağdaş toplumlar
gibi geniş demoratik haklara kavuşması bilinçli bir biçimde engellendi.
Türkiye'de
parlamento, göstermelik bir organ olmaktan öteye geçememiştir. Sivil otorite ve
halk iradesi yerine, hep askerler eliyle resmi ideoloji dayatılarak ülke
yönetilmeye çalışılmıştır. Devletin has partileri ve öteki muktedir güçler; tek
ulus, tek dil esasına göre ülkeyi yönetmiş, bu yönde bilim dışı, ahlak dışı
kurallar ve kanunlar koyarak sayıları 20 milyona yaklaşan Kürtleri yok
saymıştır.
Bu
boğucu ortamda demokratik haklarını kullanmak için Kürtlere fırsat verilmemiş,
her seferinde sesi kıstırılmıştır. Kürt sorununun bugün de olanca sıcaklığıyla
ülke gündeminde bulunmasının nedeni; gerçek dışı tezlerle Kürtleri yok sayan,
red ve inkar politikasında ısrar eden politikacılardır.
Demokratik
tarzda hak arayışına hep baskıyla karşılık verilen Kürtler de dünyanın diğer
insanları gibi hak arayışını sürdürecektir. Bu çaba, bu kaos ortamı sürdükçe de
devam edecektir.
Siyasal
iktidarlar Kürtlerin haklarını kabul etmeyerek ülkeyi bir iç savaşın içine
sürüklemiştir. Ne yazık ki bu haksız ve kirli savaş Türkiye toplumunun tüm
kesimlerini, özellikle de emekçi kesimini olumsuz yönde etkilemekte,
kaynakların heba edilmesine neden olmakta, iç barışı tehdit etmekte, giderek
onulmaz yaraların açılmasına yol açmaktadır.
Bugün
parlamentosu, yürütme organı ve yargı sistemiyle Türkiye, tarihi bir dönemeçle
karşı karşıyadır. Yaptığımız bu değerlendirmeler de Türkiye toplumunun
Cumhuriyetten bu yana yanlış yönetimler sonucu içine girdiği kaos ortamının
özetidir.
Kuşku
yok ki, üretim süreci içinde tüm kesimler ve tüm yapılar değişime uğramaktadır.
Bu değişim tarihin akışına bakıldığında hep insanlığın yararına, onun huzur ve
güven içinde yaşamasına dönük olmuştur. Özellikle de insanlık tarihine
bakıldığında bu değişimin hak ve özgürlükler bakımından daha bir gelişkin
olduğu görülmektedir.
Sanayinin
ve bilgi iletişim teknolojisinin gelişmesiyle birlikte, insan hakları ve hukuk
sistemi de gelişerek çağın değerlerine uygun bir norma kavuşturulmuştur. Dünün
hukuk, hak ve adalet kavramları yerine, bugünün herşey insan için gerçeğinin
önemsendiği daha çok hak, daha çok adalet ve daha çok özgürlük kavramları
önemsenmiştir. Bu yeni değerlendirme uluslararası sözleşmelere yansıdığı gibi
iç hukuk açısından da önemli ve etkili bağıtlara dönüşmüştür. İyi komşuluk
ilişkileri yerine istikrarlı bölgeler, istikrarlı kıtalar; özetle istikrarlı
bir dünya hedeflenmektedir. Bu, insanlığın ileriye, daha güzel bir dünyaya
dönük kavgasının ürünüdür.
Türkiye
Cumhuriyeti tarihi açısından da hak ve özgürlükler mücadelesinin, onurlu ve bir
o kadar da çetin geçmişi vardır. Bu onurlu mücadele, toplumun ezilen kesimleri
önderliğinde, bir avuç egemen yönetimindeki ayrıcalıklı zümrenin iktidarına
karşı verilmiştir. Yukarda da belirttiğimiz gibi hep ikinci sınıf vatandaş
olarak kabul edilen Kürtler de, kendilerine dayatılan bilim dışı politikalara
boyun eğmemiş, bu imtiyazlı kesimle hep bir mücadele yürütmüştür.
Kürt
toplumu ve onun çıkarlarını savunan Kürt politikacıları Türkiye'de yasallıkla
meşruluğun arasında ciddi bir seçenekle karşı karşıya bırakılmıştır. Ya inkarcı
ve red eden yasallığa boyun eğecek; Türkleştiğini, Türk olduğunu kabul edecek,
ya da tarihten gelen kimliğine, belirgin kişiliğe sahip çıkarak onurlu bir
kişilik sergiliyecekti.
İşte,
yüzyıllardır Türk halkıyla bir arada yaşayan bu onurlu insanlar, kimliklerinin
geliştirilmesine ilişkin talepleri, hep barış içinde ve demokratik bir
duyarlılık inceliği içinde ifade etmiştir. Cumhuriyetin ilk kuruluşunda,
Türkiye Cumhuriyeti'nin Türklerle birlikte iki asli unsurundan biri olarak sayılan
Kürtler, Lozan Antaşması'ndan sonra, zor ve baskıyla "Türk" sayılmış,
kendi kimliği inkar edilmiştir.
İlk
meclis tutanakları, M.Kemal ve arkadaşlarının o dönemdeki konuşmaları, İsmet
Paşa'nın Lozan'da başkanlık ettiği heyet adına yaptığı konuşmaları; Kürtlerin
de Türkler gibi cumhuriyetin asli unsuru olduğunu göstermektedir.
Ayrıca
Sevr süreci de bu konuda tarihi bir belge olarak değerlendirilebilir. (Sevr,
Kürtlerin Cumhuriyetten sonra icat edilmediğinin önemli bir kanıtıdır.) Zira
resmi tarihin gizlediği tarihi gerçekler de bunun böyle olduğunu
göstermektedir.
Lozan'dan
sonra "Misaki Milli" sınırları içinde, Türklerle birarada yaşayan
Kürtlerin, Lozan ertesinde, yani Şubat 1925'te cumhuriyete karşı ayaklanmış
olmaları düşündürücüdür.
İstiklal
Mahkemeleri Tutanakları, ayaklanma önderlerinin beyanları ve bizzat genelkurmay
belgeleri bu olay hakkında tarihe önemli belgeler olarak geçmiştir. Daha
sonraki yıllarda ise; büyüklüğü ve etkileri açısından en az bu başkaldırı kadar
önemli olan Ağrı ve Dersim ayaklanmaları gerçekleşmiştir.
Görülüyor
ki, uzun bir süre, Kürtler cumhuriyete karşı bir hak arayışı içinde olmuştur.
Kendisine dayatılan Türklük kimliğini benimsememiş, buna, karşı koymuştur. Bu
red ve inkar politikasına itiraz etmiştir. Gerek Kürtler, gerekse bir bütün
olarak Türkiye toplumu için acı deneyler olarak tarihimizde iz bırakan bu
durum, ne yazık ki ülkeyi yönetenler için öğretici olmamıştır. 1925 yılından
beri izlenen siyaset, Kürtler açısından hep bir geriye gidişi, yeni bir hak
gaspını ifade eder. Tunceli Kanunu, Mecburi İskanlar, Takriri sükunlar birer
utanç vesikalarıdır. Bugün de Kürt bölgesinde yaşanan kirli savaş ve sürdürülen
uygulamalar bu devekuşu politikasının ürünüdür.
Eğer
cumhuriyeti yönetenler, Kürtlerin bunca bedel ödemek pahasına talep ettikleri
bu hakları tanısaydı, bugün gerçek bir barış ve gönüllü bir birlikten
sözedilebilirdi. Ne var ki onlar, bu hakları tanımak bir yana, inatla red ve
inkar politikasında ısrar ettiler.
Peki
Kürtler Ne istiyor '
Kürtler
de, Türkler gibi kimliklerini özgürce geliştirmek istiyor. Anayasa ve yasalarda
hakları belirlensin, güvence altına alınsın istiyor. Bugüne kadar izlenen
yanlış politika, Kürtlere de, Türklere de ağır faturalara mal oldu. Gerilim
ortamı, şoven dalganın etkisiyle de her geçen gün artarak iç barışı olumsuz
yönde etkiledi. Ekonominin zaten kötü olan durumu, binbir demogojik söylemle "ülke
bütünlüğü" bahane edilerek, sözde "terörle savaş" adı altında
yürütülen kirli savaşla daha da kötüleşti.
Olanlar
ise, bu ülkenin kaynaklarının heder edilmesinden, ülkenin aydınlık geleceğinin
karartılmasından başka bir şeye yaramadı.
Unutmamalıyız
ki; Kürt Sorunu, adil ve demokratik bir çözüme kavuşmadıkça, ekonomik yapı
düzelemez, ülke tam anlamıyla huzur ve güven ortamına kavuşamaz. Cumhuriyetin
bu günkü ve gelecekteki yöneticileri, bu çıkmaz sokakta ve devekuşu
politikasında ısrar etmeye devam ederlerse, endişemiz odur ki, gelecekte
istesekte barışı tesis etmekte geç kalabilir, Türkler ve Kürtlerin bir arada ve
yan yana yaşamasını sağlamakta zorlanabiliriz.
Bunun
için, yarın geç olmadan sorunun çözümü için gerekli tartışma ortamının
oluşması, Kürtlerin demokratik haklarının tanınması gerekir. Bu ise, ekonominin
emekçi halkın yararına gelişme yoluna sokulması, demokrasinin gelişmesi, iç
barışın güvenceye kavuşması demektir.
Kürtler
uzun yıllardır bunun için çaba sarf etmekte, bunu istemektedir. Yapılması
gereken de budur.
Demokrasi
ve Değişim Partisi nedir ' Neyi amaçlamaktadır '
Partimiz
sol bir partidir. O, ezilen ve sömürülen yoksul halkın ekonomik çıkarlarını
gözeten, demokrasiyi kısıntısız bir biçimde yerleştirmek için mücadele eden; bu
güne kadar iktidarı ve muhalefeti ile ülke yönetiminde bulunarak, ülkeyi kaos
ortamına getiren statükocu düzen partilerine karşı mücadeleyi sol ve demokratik
bir çizgide sürdürmeyi görev edinmiş demokratik bir sol partidir.
Ülkenin
çok renkli yapısına uygun olarak, her türlü kültürel, politik ve yönetsel
düzenlemelerin bir an evvel gerçekleşmesi için mücadele etmektedir.
Kürt
sorununa eşitlik temelinde, politik çözüm önermektedir. Bu amaçla mücadele
etmekte, kamuoyu oluşturmaktadır.
Demokrasi
ve Değişim Partisi, 70 yıldır sürdürülen red ve inkar politikasının, iç barışı
tehdit ettiğini; kaynakların savaşa aktarılarak heba edilmesine yol açtığını;
yoksul kesimleri ekonomik bunalımın ağır yükü altında ezilerek tık nefes hale
getirdiğini; demokrasinin kırıntılarının bile Türkiye insanına çok görülerek
anti-demokratik yasa ve uygulamalarda ısrar edildiğini dile getirmekte; bu
amaçla mücadele etmektedir.
Bütün
partiler gibi, DDP'de ülke sorunlarına dönük görüşlerini ve çözüm önerilerini
programında belirtmiş, bu görüşlerini kamuoyunun değerlendirmesine sunmuştur.
Kuşkusuz
o, devekuşu politikasında ısrar eden koroya katılmak yerine, ülke gerçeklerinin
gereklerini yerine getirmiş, cesur bir adım atmıştır. Resmi tarih ve resmi
söylem yerine bilimselliği, objektif davranmayı, tarihle barışmayı önermiş ve
bu uğurda etkili olmaya çalışmıştır.
Parti
aleyhine alelacele, işbu davanın açılmış olması partinin kitlelerle buluşmasını
engellediği gibi, parti programının toplumca tartışılması ve buna ilişkin
beğeninin de ortaya konması engellenmiştir.
Bizler,
bu ülkenin insanları olarak, siyasi taleplerimizi, içinde bulunduğumuz duruma
ilişkin görüşlerimizi kitlelere anlatmak, tartışmak, iktidara geldiğimizde ise;
bunları, nasıl hayata geçireceğimizi göstermek için bir parti kurduk. Kamuoyuna
programımızı açıkladık.
Demokrasinin
vazgeçilmez unsurları olarak gösterilen partiler, nedense ülkemizde ilk
vazgeçilen kurumlar olmaktan kurtulamıyorlar. Bunun nedeni bizce bellidir. Amaç
tek merkezli, tek tip düşünen özde bir, ancak isimleri farklı olan particikler
yaratmaktadır. 70 yıldır yapılanlar da bundan farklı değildir.
Partilerin
kuruluş amacı toplumda yükselen talepleri belli bir çerçeve içinde örgütleyerek
uygulamaya geçirmektir. Yani hiç bir parti toplumun istemleri dışında talepleri
öne süremez. Zira bu talepleri öne sürmesi de mümkün değildir. Aksi taktirde
toplumun dışına itilip, yok olmaktan kurtulamaz. Ne yazık ki, resmi ideolojiden
farklı düşünen, sorunlara daha gerçekçi ve daha nesnel yaklaşımlar gösteren
kesimlerin kurduğu partilere bu doğal eleme yolu kapatılmaktadır.
Ülkemizde
mevcut sorunların çözümüne, devlet yöneticilerinden farklı bir çerçeveden bakan
Demokrasi ve Değişim Partisi'nin önüne ne yazık ki evrensel hukuka aykırı,
Türkiye gerçeğinden uzak "yasal" engeller çıkarılmıştır.
Sayın
Yargıçlar ;
Bu
davanın hukuki olmadığını, tümüyle siyasi bir dava olduğunu belirtmemize izin
verin. İddianameyi hazırlayan sayın savcı bir polemik ustası gibi, tarihi de
çarpıtarak bizimle tartışmaya istekli görünmektedir. Ancak sayın savcı bir
yandan bir hukukçu gibi davranmaya çalışırken, diğer yandan rolüne ve konumuna
uygun devlet memurluğu sadakatiyle yazılı metinlere, resmi ideolojiye bağlı
kalmaya özen göstermektedir. Ne yazık ki, sayın savcı parti programımıza
yönelik iddialarını yazarken ve yine parti programımızı kendince yorumlamaya
çalışırken, adeta kendi gizli niyetlerini de açığa vurmaktadır. Sayın savcı bir
yandan Kürtlerin İran ve Irak'ta soydaşlarının bulunduğunu belirtirken, diğer
yandan Kürtlerin de Türk olduğunu iddia eden uydurma tezleri de ileri
sürmektedir.
Savunmamızın
başında da belirttiğimiz gibi Kütler tarihi bir kimliğe, belirgin bir kişiliğe
sahiptirler. Ve yine sayın savcının iddianamenin içeriği ile çelişse bile
belirttiği gibi, sadece İran ve Irak'ta değil, Suriye ve bugünkü Ermenistan'da
da Kürtlerin soydaşları bulunmaktadır.
Yine
sayın savcı Lozan'da Türk delegasyonunun tartışmalarından, "alt komisyon
önce, etnik azınlıkların başka bir deyimle, müslüman olmayan (olan
kastedilmiştir B.N) azınlıkların da, örneğin Kürtlerin, Çerkezlerin, Arapların
tasarıdaki koruma tedbirlerinden yararlanmalarında direnmiştir. Türk temsilci
heyeti bu azınlıkların korunmaya ihtiyaçları olmadığını ve Türk yönetimi
altında bulunmaktan tamamıyla memnun olduklarını söylemiştir. Alt komisyon bu inandırıcı
sözler üzerine (A.B.Ç.) koruma tedbirlerini yalnız müslüman olmayan
azınlıklarla sınırlamayı kabul etmiştir." Biçiminde bir alıntı
aktarmaktadır.
Sayın
savcının bu alıntıyı aktarırken ne kadar şartlanmış bir tutum içinde olduğu
görülmektedir. Kütlerin Türkler gibi Müslüman olmaları Türk oldukları anlamına
gelmediği gibi, Türklerle birlikte ve birarada yaşamaya rıza göstermeleri de
Kürtlerin Türk oldukları anlamına gelmiyor.
Sayın
Savcı ; "Atatürk Milliyetçiliği, ayrımcı ve ırkçı değil. Türkiye
Cumhuriyetini kuran Türk halkının kökeni ne olursa olsun devlet yönünden
tartışmasız eşitliği, içtenlikli birliği ve birlikte yaşama istencini içeren
çağdaş bir olgudur." demektedir. (İd.S.16, Satır 22., 26) Bu tanıma göre
Türk halkı ve Türk ulusu kavramları T.C. sınırları içinde yaşayan bütün
yapıları kapsamaktadır. Türk kavramı. T.C. devleti sınırları içinde yaşayan
insanlara konulmuş genel ve soyut bir ad ise, Türkiye sınırları dışında adına
Türk denilen başka toplumların olmaması gerekir. Yani, "Türk" kavramı
ya anadolu halkının adıdır. Ya da "Türk" adı, Güneydoğu Asya
halklarında olan bir ırkın adıdır.
Yukarıda
da belirttiğimiz gibi, Kafkaslarda, Balkanlarda, özellikle Batı Trakya'da hatta
Kerkük'te bile Türkiye Türkleriyle aynı soydan geldikleri iddia edilen
Türklerden bahsedilmektedir. Ne yazık ki, aynı iddia Türkiye'de
"Türk" adı içinde tanımlanmış olan Kürtlerin, Sayın Savcıca da
doğrulanan, İran ve Irak'taki soydaşları için ileri sürülmemektedir. Bu mantık
karışıklığının içinden çıkmak, doğruyu tespit ve teslim etmek hukuk adına,
çağdaşlık adına mahkememizin önünde ciddi bir görev olarak bulunmaktadır.
Sayın
Yargıçlar;
Bir
an için "Kürt" adının da diğer adlar gibi Türk adıyla birleşmiş ve
Türk ulusu ya da Türk halkı kavramını oluşturduğunu kabul edelim. Sayın
Savcının tezine göre, İran ya da Irak'taki Kürtlerin uğradığı mezalime karşı
çıkmak isteyen, onların yardımına koşan hatta, gayri Türk "Soydaş"
diyerek onların acılarını, sorunlarını paylaşmak istese, bölücülük yapmış
sayılacaktır. Milletin bölünmezliği ilkesine aykırı davrandığı ileri
sürülecektir. Bu, doğruysa "Türk Ulusunu" oluşturan tüm unsurlar için
geçerli olmalıdır. Ne yazık ki bu şart, sadece Türk ırkından gelmeyenlere
uygulanmıştır.
Yakın
geçmişte yaşadığımız bir iki önemli örneğe değinmemize izin veriniz. T.C.'nin
yöneticileri, Bulgaristan ve Yunanistan'daki Türk azınlığa
"Soydaşlarımız" demektedir. Ve bütün Türk insanı da bunu böyle
bilmektedir. Aynı yöneticiler İran ve Irak'daki Kürtlere, bırakınız
"Soydaş" demeyi, "yurttaşlarımızın soydaşları" demekten
bile bilinçli bir şekilde kaçınmışlardır. Onlara genelde sınırlara yakın
bölgelerde yaşayan vatandaşlarımızın akrabaları gibi isimler bulmuşlardır.
Yukarıda
ifade ettiğimiz çift ölçülülüğün, yani soydaşlık karmaşasının tek kıstası
vardır: Bu devleti sadece Türk ırkından gelenlerin devleti olarak görmek.
Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 yıldızın Türk ırkının tarihte kurduğu devletleri
temsil ettiğini herkes bilmektedir. Bu da, "Türklüğün" cumhuriyetten
evvel var olduğunu göstermektedir.
Sayın
Yargıçlar;
Mahkemeniz
belki gerçeklerle Anayasa ve diğer yasaların koyduğu kurallar arasında bir
tercih yapma zorunluğu içine düşebilir ve her zaman olduğu gibi bu kez de
tercihini Anayasa ve öteki yasalardan yana kullanabilir. Bunun vicdani
sorumluluğu Mahkemenin siz değerli üyelerinin olacaktır. Şimdi de izninizle
Mahkeme Başkanı Sayın Yekta Güngör Özden'in "Hukukun Üstünlüğüne
Saygı" adlı eserinin 417. sayfasından bir alıntı yapmak istiyoruz.
"İnsan hakları, insanın doğuşuyla sahip olduğu, devredilemez, vazgeçilemez
haklarıdır. Bunlar her zaman, her koşulda, her yerde insanı insan kılan ve
savunulan değerlerdir. Hukuk, bu hakları ve özgürlükleri koruyup, güçlendirme,
yaygınlaştırıp, kökleştirme aracıdır. İnsan hakları, hukuk olmasa da vardır.
(A.B.Ç.) Anayasalar benimsemese de vardır. (A.B.Ç.) Bana göre Anayasalardan da
önce gelir. Anayasa, hukuk yoluyla bu hakları benimsedikçe ve bunlara
dayandıkça, daha saygın ve onurlu olur. (A.B.Ç.) Hukuk, insan hak ve
özgürlükleri önündeki değişik engelleri kaldırmakla yükümlüdür. (A.B.Ç.)
Barışı, sağlığı ve mutluluğu sağlayan, insana insan olmasının kıvancını
duyurmayan düzenlemeler, baskıcı işlemler hukuksallıktan yoksundur. Halk
dilinde "Kalıbına uydurulması" dediğimiz, biçimsel uygunluklar
hukuksallık için uygun değildir. Özde aykırılık olunca hukuksallık sözde kalır.
İnsan haklarını odak sayarsak bunun çevresinde temel haklar bulunur. Birlikte
bütünleşirler. Temel haklarda Anayasal gereklerle geçici sınırlamalar
yapılabilirse de insan haklarında böyle düzenlemelere gidilemez ve hiç bir ödün
verilemez. Çağımız insanlık çağıdır."
Yukarıda
aktardığımız düşünce, parti programımızı ve savunmamızı önemli ölçüde
desteklemektedir.
Sayın
Yargıçlar;
Amerika'da
zencilerin haklarıyla ilgili olumlu gelişmelerin önünü, parlamentodan önce
mahkemeler açmıştır. Yani hukuk, haklar ve özgürlükleri korumanın yanısıra,
onları kökleştirip geliştirmiştir. İnsan hakları önündeki engelleri kaldırmakla
hukukun saygınlığını artırmıştır. Mahkemeniz de böylesi bir sürecin başlamasına
katkı yapabilir, bu onurun sahibi olarak tarihe geçebilir.
Sayın
Savcı, iddianamenin 22. sayfasında şöyle söylemektedir: "Hele böylesi
topluluklar, ortak geçmişten gelen tarihsel, kültürel ve manevi bütünlük
içinde, kendi kaderini, o ulusun kaderiyle özdeşleştirme istek ve iradesini
göstermişlerse, böyle bir hakkın tanınmasına gerek kalmaz." Burada Kürt
toplumunun, Türk Ulusunun kaderiyle özdeşleşme istek ve iradesini gösterdiği
ileri sürülmektedir. Bizce Kürt toplumu ya da Sayın Savcının deyişiyle Kürtler,
kendi iradeleri ve istekleriyle Türk sayılmayı, dillerinden ve kültürlerinden
vazgeçmeyi ve öteki demokratik haklarını askıya almayı kendileri benimsemiş
değillerdir. Bu onlara sonradan reva görülen baskı politikasının sonucudur.
Oysa Kürtlere Kurtuluş Savaşında, Amasya Tamiminde vaadedilen ve önerilen statü
kendilerinin red ve inkarı değildi, bilakis kendilerini cumhuriyetin asli
unsuru olarak kabul etmekti.
Hal
böyleyken, Sayın Savcının "Kendi kaderlerini o ulusun kaderiyle
özdeşleştirme istek ve iradesini göstermişlerdi." biçimindeki iddiası bir
çarpıtmadan, tarihi gerçekleri tahrif etmekten öteye gitmemektedir.
Sayın
Savcıya sormak istiyoruz: Türkiye'de yaşayanlara "Kökeniniz nedir'"
diye kim sormuştur ' Veya bu yönde iradesini ortaya koyanları kim kaale
almıştır ' Kürtlerle - Türkler kardeşçe, eşit haklarla bir arada yaşasın
diyenleri, zindanlarda çürüten, göç etmek zorunda bırakan, Parti Programlarında
Kürtlerden söz edildiği için partilerin kapatılmasını nasıl izah etmek gerekir
' Durum böyleyken, hala böyle bir iradeden söz etmek, hukuki bir belge yazarken
bile, bu yanlışı ileri sürmek, Sayın Savcının olsa olsa art niyetini, ideolojik
tavrını gösterir.
Sayın
Yargıçlar;
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'nin başbakanları, hatta cumhurbaşkanları bile mevcut
yasaları aşan beyanatlarda Kürtlerden, Kürt realitesinden söz ederlerken,
herhangi bir kovuşturmaya uğramamaktadırlar. Ne yazık ki, bizler, resmi
söylemle farklı düşünenler, tarihi gerçeklere dayanarak ileri sürdüğümüz görüş
ve önerilerimizden dolayı her seferinde, kovuşturmaya uğruyor; ağır hapis
cezalarına çarptırılıyoruz. Bu yüzdendir ki, Türkiye Cumhuriyeti'nin yetmiş
yıllık tarihinde ve sözde elli yıllık çok partili döneminde iktidar ve muhalefeti
ile aynı ideolojik formasyona sahip partiler nöbet değişimi yaparak
demokrasicilik oyunu oynamış, ülkenin bu durumuna engel olamamışlardır.
Bu
çift ölçülülük ne yazık ki, hukuk alanına da yansımıştır.
Hukuk,
insanın doğuşuyla sahip olduğu devredilemez, vazgeçilemez hakları ve
özgürlükleri koruyup güçlendirme, yaygınlaştırıp kökleştirme aracıdır.
Hukuk,
insan hak ve özgürlükleri önündeki değişik engelleri kaldırmakla yükümlüdür.
(Y.G.Özden, a.g.e.)
Hukuk,
toplumsal gelişmeye paralel olarak, birey-birey ilişkisini, birey-toplum
ilişkisini ve birey-devlet ilişkisini düzenler.
Hukuk,
ne bir baskı aracıdır, ne de bir zümrenin imtiyazını sürdürebilmek için var
olan bir kalkandır. Hukuk, herkes için vardır ve ayırımsız herkesin haklarıyla
ilgilidir. Hukuk, haklıyı korurken, mağdurun hakkını ararkan bile, haksızın ve
suçlunun haklarını gözetir. Suçluyu ya da suçlananı bir adalet mantığı içinde
değerlendirir. Özetle hukuk; insan haklarının ayırımsız herkes için var
olduğunu gözetir.
Türkiye
toplumu, Türk, Kürt, Lâz, Çerkez v.s.'nin birarada yaşadığı "çok
dilli" ve "çok kültürlü" bir toplumdur. Diğer bir deyişle
"heterojen" bir toplumdur.
Heterojen
toplumlar, çok boyutlu parti sistemine göre işler. Partiler, 1- sosyo-ekonomik
boyut, 2- dinsel boyut, 3- kültürel etnik boyut, 4- şehir kırsal vs
boyutlarından biri veya birkaçı temelinde program, çalışma ve oluşum yaratır.
(Çağdaş Demokrasiler Arnd Lijpart, Çev. Prof.Dr. Ergun Özbudun, Doç.Dr. Ersin
Olduran, Türk Siyasi Bilimler Vakfı Yay. S. 86). Oysa Türk siyasi partiler
rejimi daha başından Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası tarafından resmi
ideolojinin cenderesine alınmış, bunun dışına çıkması yasaklanmıştır.
Partiler
önerdikleri sosyo-ekonomik modeller ve çözüm önerileri üzerinde politikalarını
şekillendirirler. Toplumsal örgütlenmeyi, farklı kesimlere ulaşmayı bu yolla
gerçekleştirmeye çalışırlar. Ne yazık ki, mevcut yasalar, demokrasinin
vazgeçilmez unsurları olarak adlandırılan partilere, tek ideolojik kılıfa
bürünmeyi şart koşuyorlar. Bu kör-topal ve tek yanlı siyasetle ülke yönetilerek
demokrasi oyunu oynatılmaktadır.
Eğer
gerçek anlamda bir demokrasi isteniyorsa, öncelikle partiler tek ideolojik
formasyona itilmemeli ve her partiye kendi politik taleplerini özgürce tartışma
olanağı sağlanmalıdır. Aksi halde tek parti, resmi ideoloji partilerine ve onun
iktidarına mahkum olunur.
Sayın
Yargıçlar;
Demokrasi,
sadece hukuku geliştirmek, kökleştirmek gibi insan haklarının yaygınlaşmasına
katkı yapmıyor. O, özgür bir tartışma ortamı ve araştırma-geliştirme mekanizmalarını
güçlendiriyor. Özetle; siyasetten ekonomiye, kültürden sanata her alanda
gelişmeye fırsat veriyor. Demokrasi ve hukuk içiçedir, yanyanadır. Gelişmeleri
de biribirine bağlıdır. Bu nedenle hukuk ve demokrasinin gelişmesinden
korkmamalıyız.
Uluslararası
hukuk ve ulusal hukuk, çeyrek yüzyılda önemli gelişmeler kaydetti. Bu
gelişmelerin bir çoğu uluslararası planda düzenlenen bağıtlarla evrenselleşti.
Bu da, hukukun evrensel yanını güçlendirdi. Yani hukuk ve adalet, giderek
ulusalüstü boyutlara erişti. Helsinki Nihai Senedi'nde ifade edilen
"içişlerine karışmamak" ilkesi genel çerçevesini korusa bile,
AGİT-Moskova Toplantılarıyla (insani boyut) yeni bir biçime kavuştu. Buna göre,
insan hakları alanındaki ihlaller devletlerin içişleri olarak kabul edilemez.
Keza
Türkiye'nin de imza koyduğu ve 1948 yılında yürürlüğe konulan Birleşmiş
Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi düzenlenmiştir.
Bu
bildirgeyi beslemek ve bildirge hükümlerini geliştirmek amacıyla da, ayrıca alt
sözleşmeler düzenlenmiştir. Bu sözleşmeler;
Kişisel
ve Siyasal Haklara İlişkin Sözleşme ile
Ekonomik,
Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Sözleşme'dir.
Sözkonusu
alt sözleşmeler; Yaşama Hakkı, İşkence Yasağı, Kişi Güvenliği, Kanun Önünde
Eşitlik, İnanç ve Düşünce Özgürlüğüne Dair Temel Haklar, Toplumların Kendi
Kültürlerini Koruma ve Geliştirmeye Dair Temel Haklar'ı içerir.
Türkiye'nin
imza koyduğu ve Anayasanın 90. maddesinin 5. fıkrası gereğince de, kanun
hükmünde olan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 1. ve 2.
maddeleri davamızla oldukça yakından ilgilidir.
Madde
1- Her insan özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğar. Akıl ve vicdanla
donatılmış olup, biribirine karşı kardeşlik anlayışıyla davranır.
Madde
2- Herkes; ırk, renk, cinsiyet, din, dil, siyaset ya da başka bir görüş, ulusal
ya da toplumsal köken, mülkiyet doğuş ya da benzeri bir statü gibi herhangi bir
ayırım gözetmeksizin bu bildirgede öne sürülen tüm hak ve özgürlüklere
sahiptir.
Ayrıca
ister bağımsız olsun, ister vesayet altında, ya da kendi kendini yönetmeyen bir
ülke olsun, ister başka bir egemenlik sınırlaması altında bulunsun, bir
kimsenin uyruğunda bulunduğu ülke ya da alanın siyasal, hukuksal ya da
uluslararası statüsüne dayanarak hiçbir ayırım gözetilemez. Demektedir.
Bu
iki madde bile T.C. vatandaşları olarak Kürtlere uygulanmış olsaydı, inanıyoruz
ki Kürt sorunu bu denli kangrenleşmemiş olacak, yıllarca süren savaşta
katrilyonu aşan ekonomik kaynak heba edilmeyecek, bunca kan ve gözyaşına,
şiddete gerek kalmayacak ve bugün de partimiz kapatılma istemi ile huzurunuzda
olmayacaktı.
Yine
alt sözleşmelerden bazıları şöyledir :
Soykırım
Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme, Savaş Suçlarının ve
İnsanlığa Karşı Suçların Zaman Aşımından Yararlandırılmaması Sözleşmesi,
İşkence ve Keyfi Tutuklamaya Karşı Sözleşme, İnsanlar Arasında Ayırım
Gözetilmesini Önlemeye Dair Sözleşme, Kendi Kaderini Belirleme Hakkını Kabul
Eden Sözleşme.
Ne
yazık ki, bu sözleşmelerin hiçbirine uyulmuyor.
Görülüyor
ki, Birleşmiş Milletler gibi bir kurumun sözleşmeleri dahi, Türkiye'de
uygulanan bu çağdışı yasalarla hiçe indirilmiştir.
Ayrıca
Sayın Savcı, "Barış görüşmelerinde söz alan İsmet İnönü : "Türkiye'de
hiçbir müslüman azınlık yoktur; çünkü, kuramsal yönden olduğu kadar, uygulamada
da müslüman nüfusun çeşitli unsurları arasında hiçbir ayırım
gözetilmemektedir." demiştir." (İdd. S.20, paragraf 2) biçiminde
tespit yapmaktadır. İnönü'nün "Kuramsal" terimi ile neyi kastettiğini
bilmiyoruz. Ama uygulamada müslüman nüfusun çeşitli unsurları arasında hiçbir
ayırım gözetilmemektedir şeklindeki iddiası, göz boyamadır, kocaman bir
yalandır.
Yine
Sayın Savcı, 15 Aralık 1922 günlü tasarının 4., 6., 7. ve 8. maddelerinde geçen
"din ya da dil", "soy, din ya da dil azınlıkları"
sözcükleri yerini "gayri müslüm ekalliyetler" sözcüklerine
bırakmıştır. Böylece, Türkiye'de değişik bir dil kullanmanın ya da soy
unsurunun bir grubun azınlık sayılmasında ölçü olarak kabul edilmeyeceği Lozan
Barış Antlaşması'yla kabul edilmiştir. Ayrıca konferansta Kürt azınlığın
yaratılması yönünde öncelikle Lord Curzon tarafından gösterilen çabalar, Türk
delegasyonunun, "Kürtler kaderlerinin Türklerin kaderiyle ortak olduğu
görüşündedir; azınlık haklarından yararlanmak istememektedir." gerçeğini
bildirmeleri karşısında kabul görmemiştir..." biçimindeki mahkemenizin
Siyasi Parti Kapatılmasına ilişkin 16.07.1991, 17.07.1992 ve 17.07.1993 günlü
kararlarına atıfta bulunarak Kürtlerin kaderleri bakımından Türklerle ortaklık
içinde oldukları için azınlık haklarından yararlanmak istemedikleri ileri
sürülmektedir.
Sayın
Yargıçlar;
Kürtler
Cumhuriyetten bu yana içinde bulundukları siyasal ve sosyal durumdan memnun
olmamışlardır. Bu durumu savunmamızın giriş bölümünde anlatmaya çalışmış ve
Kürt ayaklanmalarını da bunlara örnek olarak göstermiştik. Bugün de Kürtlerin
yaşadıkları bu durumdan memnun olmadıklarına değinmiştik.
Sayın
Savcıya soruyoruz, Lozan Antlaşması'na göre Kürtler azınlık değil, Sayın
Savcıya göre de halk değil, bize ve tarihi gerçeklere göre de Türk değil ' Peki
kimdir bu Kürtler '
Sayın
Savcının hazırlamış olduğu, merkezine Kürtlerin Türk olduğu anlayışını oturtan
bu iddianameye karşı bazı gerçekleri de söylemeden edemedik. Açıktır ki
Lozan'da da, daha sonraki dönemlerde de Kürtlerin Türkiye'de nasıl yaşamak
istediklerine ilişkin ne bir referandum yapılmış, ne de bu yönde serbest bir
tartışma ortamının yaratılmasına fırsat verilmiştir. Lozan'da olduğu gibi,
ondan sonraki dönemlerde de ve ne acıdır ki bunca yaşanmış acı deneylere rağmen
bugün de hala Kürtler Türk sayılmakta, en temel insani hakları bile
tanınmamaktadır.
Sayın
Yargıçlar;
Sizden
önceki mahkemeler de ve eminiz sonraki mahkemeler de kararlarıyla tarihi
gerçekleri değiştiremediler, değiştiremezler. Görülen bu dava Türk hukuk
sisteminin bugünü adına büyük bir önem taşımaktadır. Biz kendi adımıza
söylediklerimizi her alanda savunmayı bir görev bileceğiz. Bu onurlu görevi
sürdürürken tarihi gerçekleri ve hukukun üstünlüğünü asla çarpıtmadan
önemseyeceğiz. Bu yüce değerlere bağlı kalacağız.
Gücümüzü
tarihten, cesaretimizi bilinçten alıyoruz.
Tarih
bizlere de sizlere de aynı mesafededir. Onun tanıklığına sığınıyoruz.
Neticeten
: Partimiz aleyhine haksız ve mesnetsiz olarak açılan davanın reddine karar
verilmesini saygılarımızla arz ve talep ederiz."
III-
YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI'NIN ESAS HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 2.8.1995 günlü, SP.76 Hz.1995/45 sayılı esas
hakkındaki görüşünde aynen :
"Demokrasi
ve Değişim Partisi hakkında 5.6.1995 günlü iddianame ile dava açılmış, davalı
siyasi parti 28.7.1995 günlü ön savunmasını vermekle Yüksek Mahkemenizce
istenilen esas hakkındaki görüşümüz aşağıda sunulmuştur.
Davalı
siyasi partinin, davanın parti faaliyetine dayanmadığını, ulaşılan sonucun
geçersiz yoruma dayandığını ön savunmada ileri sürmesi geçerli bir nedene
dayanmamaktadır.
Davalı
siyasi partinin kapatılma nedeni saydığımız yasaklamalarla ilgili Siyasi
Partiler Yasasının 78/a, 80, 81/a ve 81/b. maddeleri "amacını güdemezler
ve/veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar ve...bulunduğunu ileri
süremezler" şeklinde sona ermektedir. 101/a maddesi ise parti programının
bu yasaklara aykırı hükümler taşımasını kapatma nedeni saymaktadır.
Parti
faaliyeti de aynı yasaklama kapsamında ise de, her iki aykırılığın birlikte
gerçekleşmesi gibi bir koşul yasada öngörülmediğinden sadece parti programı
dava konusu yapılmıştır. İddianamede hangi konunun yasanın hangi maddesine,
doğrudan aykırılık teşkil ettiği açıkça ve yeterince izah edilmiştir.
Davalı
siyasi parti, programında, adını açıklamadan, Türkiye'yi de bağlayan ve
gerçekleştireceğini söylediği uluslar arası sözleşmelerden bahsetmekte, ön
savunma bu sözleşmelerin neler olduğunu açıklamakta ve demokrasi ve hukukun
evrensel niteliği doğrultusunda gelişen uluslararası hukuka ve bu sözleşmelere
dayanılarak iddianameye cevap verilirken, daha ziyade Anayasa, yasalar ve yargı
kararları eleştirilmektedir.
Ön
savunmada, parti programı savunulup, iddianameye cevap verilirken varılan
sonuç, Türk Devletini oluşturan Ulus'un tek bir Ulus olmak yerine etnik
kökenlerine göre çeşitli uluslardan oluştuğu şeklinde kabulden kaynaklanmakta
ve bu yönüyle iddianameyi doğrulamaktadır. Bazı sözleşmelerde yer alan diğer
haklar yanında "Kendi Kaderini Belirleme Hakkını Kabul Eden Sözleşme"
hükümlerine uyulmadığının belirtilmesi gibi.
Cumhuriyet
Başsavcılığımızca davalı siyasi parti programında yer alan konular objektif
olarak Anayasa ve Siyasi Partiler Yasasındaki kapatma nedenleri, yerleşik
nitelik kazanmış içtihatlar ışığında açıklanmış, gerekçesi ayrıntılı biçimde
ortaya konularak yasak kapsamına giren konular ile ilgili yasa maddeleri
irtibatlandırılmak suretiyle işbu dava açılmış ve davanın ilerleyişinde bir
değişiklik olmadığından yeni bir husus bildirilmemiştir.
Sonuç
:
Yasal
dayanakları ve gerekçesi 5.6.1995 günlü iddianamemizde açıklandığı üzere davalı
Demokrasi ve Değişim Partisinin Programı Anayasanın Başlangıç Kısmı ile 2., 3.,
6., 69. maddelerine ve Siyasi Partiler Yasasının 78/a, 80, 81-a-b maddelerine
aykırı nitelikte olduğundan,
Demokrasi
ve Değişim Partisi'nin Siyasi Partiler Yasasının 101. maddesinin (a) bendi
gereğince kapatılmasına karar verilmesini arz ve talep ederim."
denilmiştir.
IV-
DAVALI SİYASİ PARTİNİN ESAS HAKKINDAKİ SAVUNMASI
Demokrasi
ve Değişim Partisi'nin 13.10.1995 günlü esas hakkındaki savunmasında aynen
şöyle denilmiştir:
"Bu
dava Türkiye'de demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla yerleşmesini isteyen,
değişime açık, sivil ve demokratik toplum mücadelesini veren kesimlerin
karşısına dikilen bir duvardır.
Bu
dava statükocu, resmi ideolojinin dümen suyuna girmiş, değişime direnen
kesimlere hizmet eden bir davadır. Bu dava Kürtlerin red ve inkarını ve
dolayısı ile sahip olmaları lazım gelen haklarının yok sayıldığı bir politik
sürecin devamıdır. Bu nedenle bu dava hukukun üstünlüğü ilkesinden ve
uluslararası hukuk normlarından uzak bir davadır.
Bu
dava, iç barışı, toplumsal huzuru ve adaleti savunanların önüne dikilen,
tümüyle keyfi yorumların, kişisel istemlerin hakim olduğu, bilimdışılığın,
keyfiliğin ve hukukun yalnızca bir araç olarak kullanıldığı, Kürt kimliğinin
yok sayılmasını dayatan siyasi ve ideolojik bir davadır.
Bu
dava resmi ideolojinin zor yoluyla Türkiye toplumuna benimsetildiğini gösteren
tarihi bir belgedir.
Bu
dava Cumhuriyetin sadece "Türk" cumhuriyeti ve bu cumhuriyet
sınırları içinde yaşayanların da zorla "Türk" sayıldığı ırkçı şoven
amaçların hizmetine sunulmuş bir davadır.
Özetle
bu dava siyasidir. "Kürt" adının telafuz edilmesine bile tahammül
gösterilmemiş, "Kürt" adının "Türk" adıyla birlikte yan
yana kullanılmış olmasının bölücülük sayıldığı ırkçı bir belgedir.
Sayın
Başkan, Sayın üyeler;
Bizler
bu ülkenin sorumlu yurttaşları olarak üzerimize düşen görevleri ağır diyetler
pahasına yerine getirdik. Bundan böyle de bu sorumluluğumuza uygun ve insanlık
onuruna yakışır bir biçimde, mücadele edeceğiz.
Bu
davaya konu olan, Kürt sorunu, partimiz tarafından keşfedilmiş değildir. Belli
ki, bütün bunların nedeni Kürt sorununda izlenen red ve inkar politikalarıdı r.
Hak
ve özgürlükler, ekonomik durum ve toplumsal katmanların tümü ya da bir kaçı
hatta bir kesimi için bile tespitlerde bulunmak siyasal partilerin görevidir.
Zira siyasi partileri vazgeçilmez kılan öğe de budur.
Sayın
savcı ya da savcıların ön savunmamıza ilişkin hazırlamış oldukları esas
hakkındaki mütalasında kapatılma isteminin nasıl bir gerekçeye dayandırıldığı
görülmektedir.
Bu
davada da, benzer öteki davalarda olduğu gibi "Türk Hukuk Sistemi"
marifetiyle "Türklük" dayatılmaktadır.
Başsavcı,
bizi mahkum edebilmek adına bilimi tahrif ediyor, bilim dünyasına belirsiz
kavramlar kazandırıyor.
Sayın
Yargıçlar;
Bu
ülkenin insanları olarak akli ve mantıki düşünmek, gerekçelere uygun davranmak,
yarınlarımızı ortaklaşa değerlendirmek ve her birimiz vicdanen rahat olmak
zorundayız. Nasıl ki Türkiye'de Türklerin yaşamakta olduğu bir gerçekse,
Kürtlerin ve öteki kesimlerin de yaşadığı bir o kadar gerçektir. Bu gerçek
Kürt'ün, Türk'ün ve öteki kesimlerin vicdanında yer etmelidir.
Resmi
tarih ve resmi söylem de buna uygun olarak tanzim edilmelidir. Bizlere düşen
de, sorumlu yurttaşlar olarak bu gerçeğe katkı yapmaktır.
Osmanlı
mirası üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yöneticileri
imparatorluktan cumhuriyete geçişin bu denli sancılı olmasını
engelleyebilirlerdi. Bunun yolu ise, Kürtlere haklarını tanımak, onların da bu
ülkenin asli unsuru olduğunu kabul etmekti. Ne yazık ki, bu alanda gerekli
politik adımlar atılmadı, sorunun giderek kangrenleşmesi için bilinçli bir
politika izlendi.
Osmanlı
döneminde Türk adıyla yan yana ve bir arada telaffuz edilen Kürt adı ne yazık
ki ancak cumhuriyetin ilk 5-10 yılında hoş karşılanabildi. Tolerans görebildi.
Zira cumhuriyet henüz tam anlamıyla ve bütün kurumlarıyla oturmuş olmadığı
için, daha çok dış problemlerle dıştan gelen isteklerle meşguldü. Bu hoşgörü ve
toleransın nedeni de bizce budur.
Sayın
Yargıçlar;
Bu
ülkede Kürtler hiçbir dönemde insan olmaktan doğan haklarını kullanamadılar.
İnsan haklarının en ağır tahribatlarıyla karşılaştılar, dilleri yasaklandı,
kültürleri yok sayıldı, hep ikinci sınıf vatandaşlar olarak görüldüler. Ne
yazık ki, bu durum yargı alanında da böyle oldu.
Yıllardır
resmi söylem, "Bu ülkede yaşayan her insan, her mevkiye gelebildiğine göre
herkes eşittir" gibi anlaşılması güç gerekçeler kullanmakta; oysa ki, her
birey kendi özel kimliğini koruyarak, bu kimliğini geliştirerek hakettiği her
mevkiye gelebiliyorsa, bu tez doğru olur. Ne yazık ki bundan söz etmek mümkün
değildir.
Toplumsal
barış ve huzur için en önemli unsur, her alanda çoğulculuktur. Çok kültürlü,
çok dilli Türkiye için ise, bu, çok daha önemlidir.
Irk
ya da millet kavramları bireyden bireye, sınıfdan sınıfa ya da zümreden zümreye
göre değişkenlik göstermezler. Mahkemeler ya da savcılar bunu tayin edemezler.
Bu yönde hükümde bulunulsa bile sosyolojik gerçekleri değiştiremezler. Dünyada
hiç bir dönemde veya dünyanın hiçbir yerinde millet veya ırk tartışmaları
konusundaki ikilem, çelişki, belirsizlik ya da iddia veya savlar mahkeme
kararları ile sonuçlandırılmamıştır. Mahkemeler kendilerini bu türden sorunları
çözen merciler olarak görmemişlerdir. Bu tür anlaşmazlıkların çözüm yeri de
mahkemeler değildir. Çözüm mercii uluslararası ilişkilerden doğan haklar veya
tarafların göstereceği çabalar sürecidir. Tanık ve belgeler ise Tarih ve
Coğrafyadır. Bunlar ise hiç kimsenin tekelinde olmamıştır.
Ne
var ki, resmi devlet politikası Türkiye'de sayıları yirmi milyonu aşan Kürtleri
yok saymış, onları zorla Türkleştirmek için ne gerekli ise onu yapmıştır.
Anayasa ve öteki yasalar bu esasa göre tanzim edilmiştir. Öteki rejim yasaları,
hatta Kanun Hükmündeki Kararnameler bile bu durum gözetilerek düzenlenmiştir.
Tüm
bunlarla yetinilmemiş, yeni baştan tarih yazılarak adına "Türkiye
Cumhuriyeti" denilen sınırlar içinde yaşayan Kürtler Türk sayılmıştır. Bu
red ve inkar politikası Kürt insanına süngü zoruyla dayatılmıştır.
Bir
ülke düşünün ki, yetmiş yıldır kendisini "Kürt" sayan yurttaşlarını,
hem resmi politikada, hem de günlük siyasal söylemde yok saysın; bu amaçla
kanunlar yapsın, hatta Anayasasını bile buna göre düzenlesin, Kürt adını,
varlığını her alanda yok saysın, fakat bizzat bu Cumhuriyetin Sayın Başbakanı "Kürt
realitesini tanıyorum" desin, sonra ağır eleştiri ve tepkiler karşısında
kem küm ederek söylediklerini ters yüz etsin ve bu Başbakan ülkenin son otuzbeş
yılında söz sahibi olan biri olsun; yine Cumhuriyetin Cumhurbaşkanı, yani
devletin başı, Kürtler ve Türklerin birarada ya da yanyana yaşaması amacıyla
tartışılmak istenen Federasyon konusunu bizzat tartışmaya açıyor olsun.
Bu
durum, Kürtler adına trajedi, seyri bakımından komedi, Türkiye Cumhuriyeti
açısından da dramdır.
Sayın
Yargıçlar ;
Yine
tarihi belgeler ve sosyolojik gerçekler de gösteriyor ki, Kürt adı son 20 yılın
keşfedilmiş problemli bir icadı ya da dış güçlerin, yöneticilerin deyimiyle o
ünlü dış mihrakların aramıza soktuğu bir nifak tohumu değildir. Aksine Kürt adı
ve Kürdistan henüz Türkiye Cumhuriyeti yokken bile tarihi belgelerde yer
almıştır. Bu belgelerin kaynağı da ne acıdır ki ya Kanuni Sultan Süleyman ya
İttihat ve Terakki belgeleri ya da Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olan
Atatürk'tür.
Kanuni
Sultan Süleyman Fransa Kralı Fransuva'ya günümüzden yaklaşık 400 yıl önce
yazdığı, kendisini metheden, "Benki" diye başlayan mektubunda; Yemen,
Arabistan ve daha birçok yerin adı yanında "Kürdistan" adından da söz
ederek kendisini Fransuva'yla kıyaslamaya çalışmaktadır. Mustafa Kemal ise 29 Mayıs
1919 tarihinde Osmanlı Hükümetine yazdığı bir mektubunda şunları söylüyor.
"Son günlerde muttali olduğum bazı mulumata nazaran Kürdistan (abç)
mıntıkası ile de meşgul ve alakadar olmak icap eder" diyor.
Yüzyıllarca
Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altında Araplar ve öteki halklarla birlikte
yaşayan Kürtler hiç bir dönemde Kürt adından ya da Kürt olmaktan kaynaklanan
soy kimliğinden dolayı baskıya maruz kalmamışlardır. Onlar hep Kürt olarak
kabul edilmişlerdir. Ulusal devlet istemleri ise hep kanla bastırılmıştır.
Araplara ise güç yetirilememiştir ve koca Arabistan yarımadası Osmanlıdan
bağımsızlığını kazanmıştır.
Kürtler
Çaldıran'da, Malazgirt'te Türkler'le omuz omuza savaşarak kader birliği
yapmışlardır. Çaldıran ve Malazgirt savaşlarının Anadolu Türkleri tarihinde
birer kavşak, birer dönüm noktası olduğu da bir gerçektir. Yine Kürtler
Çanakkale savaşında, Türkler'le aynı kaderi paylaşmış olmalarına rağmen,
Cumhuriyetin hemen sonrasında, cumhuriyet rejimine karşı 1925'te, Şeyh Sait
önderliğinde ayaklanma başlatmış olmaları da düşündürücüdür.
Bu
ayaklanma, Türkiye Cumhuriyetinin onu oluşturan öğelerin devleti
olmaktan,"Türk Devleti" olmaya ve başta Kürtler olmak üzere öteki
kesimlere yönelik asimilasyona ve baskıya yönelmesiyle meydana gelmiştir.
Tarih
ve vicdan hak ve hukuku teslim edecekse, Anadolu Türklüğü Anadoludaki
mevcudiyetini Ortadoğu'da Mezopotamya'da yaşayan Kürtlere borçludur.
Yine
daha bir çok zor dönemde bir arada ve kardeşçe yaşamayı becermiş olan Kürtler
ve Türkler, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin "Türklük" dayatması
nedeniyle zaman zaman bu kesimlerin yüreğini sızlatan, bir arada yaşamasını
zorlaştıran olaylar da ne yazık ki meydana gelmiştir. Ve üzülerek söylemeliyiz
ki, uygulamalara ve yanlış politikalara karşı yapılmış olan Kürt ayaklanmalarının
tümünün nedeni red ve inkar politikalarını uygulayan, pantürkizm batağına
saplanmış dar görüşlü, statükocu politikacılardır.
Sayın
Yargıçlar ;
70
Yılı aşkın bir zamandır Türkiye'de siyasal iktidar gerek olanakları ve gerekse
toplumsal düzene ilişkin düzenlemeleri statükoyu koruyan, onunla bağlaşık bir
halde değerlendirmektedir. Yenilikçi ve değişime açık politikaların ise, hep
önü kesilmektedir.
Bu,
zaman zaman baskı ve zor yoluyla, bazen de yasalar marifetiyle
gerçekleştirildi. Özetle her keresinde statüko korundu, değişim ve demokrasinin
önüne set çekildi. Amaçlanan belliydi: Bir avuç egemenin saltanatını
sürdürebilmek ve ülkeyi onlar için dikensiz gül bahçesi haline getirmekti.
Bizler,
Türkiye'de politikacıların da, tarihe ve sosyolojik gerçeklere, en az bilim
adamları kadar bağlı kalmaları gerektiğine inanıyoruz. Zira bir ülkenin
geleceği hakkında bilim adamlarından çok politikacıların kararlarının rolü
önemlidir. Eğer bu rolleri iyi oynayamazsak, bu rollere uygun davranamazsak
ülkeye fayda yerine zarar vermemiz kaçınılmaz olacaktır.
Yargıçlar
da, politikacılar da, toplumsal huzuru ve iç barışı olumsuz yönde etkileyecek
olan düzenlemeleri sessizlikle izlememeli, bunları geçiştirmemelidir. Hukukun
üstünlüğü ise; hukuk adamlarının gerçekçi davranmalarıyla, hak hukuk ve adalet
kavramlarına bağlı kalmalarıyla daha da saygınlaşır.
Hukukçu,
katı ve yasakçı yasalara sıkı sıkıya bağlı kalmak zorunda değildir. Hele
siyasal iktidara ve iktidar ideolojisine asla ödün vermemelidir. Yine hukukçu,
insan hakları alanındaki temel haklara ilişkin ihlaller konusunda siyasal
iktidarı ve öteki üst yapı kurumlarının haksız uygulamalarına karşı çıkmak
durumundadır. Hukuku ve evrensel değerlere dönüşmüş olan hak ve adalet gibi
kavramları keyfiliğe alet eden, siyasal ortama göre yorumlayan değerlendirmeler
hukuku hiçe indirmektir.
Bizler,
Demokrasi ve Değişim Partililer olarak Türkiye'nin aydınlık yarınları ve
Kürtlerin temel insan haklarından olan haklarını önemsediğimiz ve Türkiye'nin
bu hale düşürülmüş olmasını içimize sindiremediğimiz için öngörülerimizi, amaç
ve istemlerimizi bir program çerçevesinde ifade etmeye çalıştık.
Kuşku
yok ki toplumsal yaşamda ve üretim süreci içinde rol alan tüm kesimler değişime
uğramaktalar. Bu değişim genelde insanlığın yararına olmuştur. Türkiye'de ise
bu değişime ayak uydurmak bir yana, buna hep direnilmiştir.
Türkiye'de
uzun yıllardır demokrasinin çağdaş, evrensel ilkelerine, haklar ve özgürlüklere
uymayarak bu alanlardaki ihlallerle, ileri ve demokratik bir ülke olmaktan uzak
kaldı.
Bu
nedenledir ki, uzun yıllardır tek partili yönetimlere mahkum olundu.
Sıkıyönetimler, askeri darbeler yaşandı. İnsan haklarının en ağır ihlalleri,
sansür yasaları, aydınların yazarların cezaevine doldurulması, faili meçhul
cinayetler, dahası siyasal partilerin kapatılması bir alışkanlık oldu.
Demokrasi ise hep bir avuç egemen ve onların sözcüleri için var oldu.
Temel
hak ve özgürlükleri güvence altına alan çağdaş, çoğulcu ve katılımcı bir
anayasa ile hukukun üstünlüğüne dayanan demokratik bir düzen yerine red ve
inkar temelinde şekillenen baskıcı bir düzen tercih edildi. Bu tarihi ve
siyasal tercih, Kürt toplumuna ve öteki emekçi kesimlere süngü gücüyle
dayatıldı.
Ülke
gerçekleri evrensel hukuk ilkeleri ve uluslar arası hukuk normları hiçe
indirilerek, Türkiye toplumunun hak ve özgürlükler bakımından geniş ve ileri
toplumlar içinde yer alması, çağdaş bir ülke olması, bilinçli bir biçimde
engellendi. Bu yönde proje üreten kesimler ise hep bölücü, yıkıcı olarak
nitelendirildiler. Ülkeyi sevmek birlik ve beraberlikten yana olmak
"Türk" olmak, "Türklüğü" kabullenmek şartına bağlandı. Bu
bilim dışı mantık Türkiye'de sürekli ve temel siyasal tercihe dönüştü.
Fikir
üretenler, baskı grupları, rejim muhalifleri için mahkemeler çalıştırıldı,
olağanüstü dönemlere özgü yasalar çıkarıldı, cezaevleri aydınlarla dolduruldu.
Böylece "sükunet" sağlanmış oldu.
Üzülerek
söylemeliyiz ki tarihin bu konulardaki acı deneyleri Türkiye'nin temel siyasal
tercihlerini etkilemeye yetmemiştir. Resmi ideolojiye bağlı kesimler
kendilerini vatansever, öteki kesimleri -Demokrasi ve değişim güçlerini- hain
ya da bölücü olarak nitelemişlerdir. Musollini İtalya'sı , Hitler Almanya'sı,
Franko ve
Salazar'ın
İspanya ve Portekiz'leri hala insanlığın hafızalarında canlılıklarını
korumaktadırlar. Adını saydığımız bu liderlerin her biri ülkelerini ve
ülkelerinin geleceğini birlik ve beraberliklerini ve hatta bölünmez
bütünlüklerini herkesten daha çok sevdiklerini iddia ediyorlardı. Ne acıdır ki
bu insanların ülkelerine en büyük kötülüğü yapan yine bu insanlardı.
Sayın
Yargıçlar;
Siyasal
erk marifetiyle ve yine bu erk avantajıyla birlik ve bütünlüğün, beraberliğin
hamaset edebiyatı ancak soyut bir değerlendirme olarak görülebilir. Ülkenin bu
noktaya gelmesinin asıl nedenlerinden biri de bu "Vatan - Millet"
edebiyatıdır.
Sayın
savcı tarihi gerçekleri de çarpıtarak bizi o klasik ve artık herkesin alıştığı
"Yıkıcılık"la suçlamaktadır.
Sayın
savcı tespit ve temennilerimizden hareketle bizi sakıncalı göstermiş, bu
nedenle partimizin de faaliyetlerden men edilerek kapatılmasını önermiştir.
Türkiye'de cumhuriyet savcıları siyasal partiler konusunda hep aynı pencereden
bakmışlardır. Onlara göre partiler sınırları çizilmiş bir şablon çerçevesinde
program hazırlamalı politikalarını da bu şablona uygun bir biçimde ortaya
koymalıdır. Aslında bu konuda yani sayın savcının bize layık gördüğü kostümün
ne anlama geldiğini, hangi amaca hizmet ettiğini ön savunmada belirtmiştik.
Fakat çok önemli bulduğumuz ve konuyla ilgili yaklaşımlar bakımından da kayda
değer olduğunu düşündüğümüz için sayın savcının bir iki çarpıtmasına; bilimi
keyfiliği için nasıl da acımasız bir biçimde harcadığına değinmek istiyoruz.
Önce
Kürt dili konusunda yani Kürtçe konusunda iki önemli keyfiliği vurgulamak
istiyoruz. Birincisi Kürtçenin yerel düzeyde kaldığını, gelişmediğini ve
dolayısıyla, bireylerin manevi varlıklarını sağlayamayacağını iddia etmesidir.
Ne acıdır ki bu iddiası bile açık bir biçimde ifade bulmamıştır. Genel olarak
diller ifadesi kullanılmış ancak bu genel ifade "Kürt" dili kast
edilerek özellikle kullanılmıştır. Burada sayın savcının hukuki bir belge
yazarken bile siyasi bir tutum içine düştüğünü üzülerek görmekteyiz.
Yine
sayın savcı Türkiye'de kanunla yasaklanmış herhangi bir dil bulunmadığını
söylemekle 1991 yılında kaldırılmış olan 2932 sayılı Yasayı ve Anayasanın 26-28
ve 42 maddelerini görmezden gelmektedir. Aslında bu sayın savcı ne yaptığını
iyi bilmekte. Ancak olayın bir siyasal polemik olmaktan çıkması için de bilerek
ve özellikle dolambaçlı yolları tercih etmektedir. Hem yasaları istediği gibi
görmek ve yorumlamak özgürlüğüne sahip olduğunu düşünmekte, hem de dil
konusunda uzman olmadığı halde, bir uzman marifetiyle ancak araştırma
sonuçlarında elde edilebilen "Yerel düzeylilik",
"gelişmemişlik", "Manevi varlıkları geliştirme olanağından
yoksunluk" gibi her biri tek başına ya da bir arada akademik araştırma
gerektiren ve ancak böylece elde edilebilen tespitlerde bulunmak gibi bilimi,
bilime saygıyı küçümsemeyi göze alabilmektedir.
Bilmeliyiz
ki, savcıların da, hakimlerin de, diğer meslek gruplarının gereği olan bir
uzmanlık alanı, bir bilim dalları vardır. Bu kimseler öğrenim sonucu ve
araştırmalar katkısıyla ve deneylerin sonucunda elde edilen somut bilgiler
ışığında öğrenip, eğitim gördükleri alanlara ilişkin tespitlerde bulunurlar.
Yani hukukçu birine bir cerrah ve uzmanın işi olan by-pas ameliyatı
yaptırılamaz. Yine bir inşaat mühendisine barodan avukatlık belgesi verilemez.
CMUK ve HUMK hükümlerine göre; "Mahkeme, çözümü özel veya teknik bir
bilgiyi gerektiren hallerde bilirkişilerin oy ve görüşlerinin alınmasına karar
verir." Hiçbir savcı kendi başına otopsi yapmaz, teknik hiçbir konuda
belirleme yapmaz.
Sorumlu
bireyler ve bu ülkenin yarınlarının problemsiz, kavgasız bir ortama kavuşmasını
isteyen insanlar olarak hayatın her alanı için doğru projeler, kabul edilebilir
ve gerçekçi politikalar üretmek zorundayız. Biz Demokrasi ve Değişim Partisi
olarak bu alanda üzerimize düşen görevleri yerine getirmiş olmanın kıvancını
taşıyoruz. Ve bu kıvancı, inanıyoruz ki bizden sonraki kuşaklarda
paylaşacaklardır.
Sayın
mahkemenizin önünde kapatılma istemiyle bulunan bu dava aslında sıradan bir
dava ya da herhangi bir adli dava değildir. Bu dava siyasidir. Bu nedenledir ki
biz de tarihin tanıklığından, tarihi belgelerden yararlanarak, bu ülkede
yaşanan gerçekleri yani esas gerçekleri, yani yaşananların öteki yüzünün ortaya
konması için kendimizi ve bilgimizi bu işin hizmetine koşmuş bulunmaktayız.
Bilgimizi ve cesaretimizi sürekli ve kesintisiz olarak insanlığın yararına hak,
hukuk ve adalet kavramlarının ruhuna uygun olarak kullanacağız. Bu amaçla, her
zeminde cesaretimizi ve bilgimizi insanlığın çıkarına sunmaktan
esirgemeyeceğiz.
Bu
ülkede hiçbir dönemde tam anlamıyla demokrasi yaşanmadı. Demokratik hak ve
özgürlüklerin kırıntılarına bile kimi zaman tahammül gösterilmedi. Kürtler
açısından ise, bu hep böyle oldu. Bugün de böyledir. Bu ülkede işçiler,
emekçiler ve öteki çalışan kesim enflasyonun ağır cenderesi altında hep
ezildiler. Örgütlenme özgürlüğü önündeki engeller toplumu bir bütün olarak tık
nefes hale getirdi. Yazar ve sanatçılar anlatım özgürlüğü önündeki engeller
nedeniyle hatta halkın oylarıyla seçilmiş parlamenterler bile bu nedenle
der-dest edilerek cezaevlerine kondular.
Mahkemeler
hem uygulamaları, hem de siyasal iktidarların baskılarına açık bir görünüm
sergiledikleri için kamu vicdanında ne yazık ki aklanmamış olan yargı sistemine
katkı sunmak bir yana, bu durumu daha da ağırlaştırmışlardır. Özetle yargı
bağımsızlığı diye bir şey Türkiye'de ancak ve ancak bir özlem olabilmiştir.
Yargıçlar ve bir bütün olarak hukuk adamları bu kötü tablodan elbette
kendilerini arındıramazlar. Ancak en büyük sorumluluk bu alanda kendilerini
açıkça siyasal iktidarların emrinde görenlere, hak hukuk ve adalet kavramlarını
bir ideolojiye uygunlukla değerlendiren savcı ve yargıçlar da olacaktır. Bu
durumun Türkiye toplumunun yarınları için ne denli tehlikeli olduğunu söylemek
isteriz.
Partimiz,
bütün partilerin yaptığı gibi bir programla yola çıkmıştır. Ve bu programda,
Kürt sorununun çözümü için şiddet ve baskı yolunun terk edilmesini, barışçı ve
demokratik yolların seçilmesini öne sürmüştür. Yine partimiz Türklerin ve
Kürtlerin bir arada kardeşçe yaşamasından yana olduğunu vurgulamıştır.
Kürt
sorununun çözümü ekonomik alanda da ciddi bir rahatlama sağlayacak, kaynakları
yakmaya ve yıkmaya değil, yapmaya yöneltecektir.
Bu
durumu tespit etmeye, bu gerçeği ortaya koymaya, son 10 yıllık harcamaların
gösterdiği tablo tek başına yeterlidir. Bunca can kaybı ve iş gücü kayıbının
yanı sıra, göçlerden ötürü yaşanan enerji ve üretim kaybı da, tüm kesimlerin
kaybı olarak ortadadır. DDP, bu gerçeği görmüştür ve bu gidişe dur demek
istemiştir.
Ne
var ki, partimizin bu siyasi cesareti ve siyasi sorumluluk anlayışı ona
kapatılmak gibi ağır bir bedelle mal edilmek isteniyor.
Çağdaş
bir demokrasi için; egemen kesimin saltanatına son vermek gerektiğini, bu
kesimin sürdürmüş olduğu imtiyazları için, işlettikleri acımasız sömürü çarkına
dur demek gerektiğini belirten partimiz; söz konusu zümrenin bugün de ülkenin
kaderini elinde tuttuğunu ve demokrasiyi halktan esirgediğini belirtmiştir.
Esasen
bugün de demokrasi ve özgürlük adına söylenenler ve yapılanlar tam bir tuluattır.
Egemenler, yıllardır imtiyazlarını sürdürebilmek için halkı oyalamaktan ve
aldatmaktan başka bir şey yapmadılar. Onlar, her seferinde iç ve dış kamuoyunu
aldatmak, kitleleri oyalamakta medet umdular.
Partimiz;
egemenlerin yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet çarkına son vermek, yıllardır inatla
sürdürülen şiddeti durdurmak, bu şiddet politikasının ve yoz çarkın tükettiği
ülke kaynaklarını, geniş halk yığınlarının yararına; üretime ve ülkenin öteki
hayati sorunlarının çözümü için seferber etmenin ekonomik yapıyı bir düzene
kavuşturacağını ileri sürmüştür.
Sayın
Yargıçlar;
Özetle
partimiz, bir politik hat ciddiyeti içinde, ülke sorunlarına cesaretle yaklaşım
göstermiş ve bu sorunların çözümü için de gerçekçi tespitlerde bulunmuştur. Ne
var ki sayın savcı henüz hiçbir faaliyette bulunmadan, yani kitleyle hiçbir
alanda yüzyüze gelinmeden partimiz hakkında sadece ve sadece programımızdaki
tespitlerden dolayı kapatma davası talebinde bulunmuştur.
Aslında
bu tutum partimizin Kürt sorunu konusundaki çözüm önerilerilerine gösterilen
bir tahammülsüzlüktür. Resmi ideolojiyi reddetmemize bir tepkidir.
Demokrasi
ve Değişim Partisinin programı ve öteki belgeleri Türkiye Cumhuriyeti
Devleti'nin sınırlarının değiştirileceğini ya da bütünlüğü bozmayı hedefleyen
açık ya da dolaylı ifadeler içermemiştir-içermemektedir. Parti programımız
iktidarımız döneminde Kürt dilinin resmi ve öteki işlemlerde kullanılacağını
belirtmiştir. Bu istemimiz belki bu yıl, belki de önümüzdeki 5-10 yıl içinde
bugünün iktidar ya da muhalefet partileri tarafından hayata geçirilecektir. Bu
da program ve istemlerimizin ne denli gerçekçi ve vazgeçilmez olduğunu
göstermektedir.
Yine
parti programımızda, hak ve özgürlüklerin mahiyeti hakkında yaptığımız tespit
ve temenniler için fikir yürüten sayın savcı kendi niyetlerini ya da bize ait
olmayan görüşleri, bize aitmiş gibi göstermek suretiyle keyfiliğini açıkça
ortaya koymuştur. Buradan da anlaşılıyor ki, sayın savcı kendince partimizi
"suçlu" kabul etmiştir.
Sorun
resmi ideoloji ve Türklük dayatmasının bağımsız olması lazım gelen yargıyı ve
yargı mensuplarını nasıl kuşattığıdır. Bu kuşatılmışlık üzülerek belirtmeliyiz
ki Cumhuriyetin bütün kurumlarına sirayet etmiştir.
Bu
nedenledir ki, demokrasilerin vazgeçilmez unsurları sayılan siyasal partiler
için yapılmış Siyasi Partiler Yasası bir yasaklar demetidir. Aslında 2820
sayılı S.P.Y. siyasi partiler ve onların yöneticileri için adeta bir kelepçe
görevi yapmaktadır.
Sayın
Yargıçlar;
Kürtlerin
de Türkler kadar Anadolu'da özgür olarak yaşamaları gerektiğini yukarıda
belirtmiştik. Yani Türkiye Cumhuriyeti'nin Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de
cumhuriyeti olması gerektiğini söylemiştik. Kürtlerin özgürlüğü, yani Türklerle
yanyana birarada ve eşitlik temelinde yaşama hakkı ellerinden alınmıştır. Bugün
en temel insan haklarının bile ihlal edildiği bir haksızlığa maruz
kalmışlardır. Yani bu özgürlük köleliğe dönüşmemiş olsa bile zorla ve süngü
gücü ile dayatılan Türklük dayatmasıyla hiçe indirilmiştir.
Bugün
İran ve Irak'ta da Kürtler yaşamaktadır. Irak Kürtleri Kürt Federe Devleti'yle
birlikte nisbeten de olsa rahattırlar. Ancak söz konusu bu iki devlet, yani
İran ve Irak Senandej ve Halepçe'yi bombalarken bile, Kürtleri yok etmek için
her türlü yolu denerken bile Kürt gerçeğini ve Kürdistan sözcüğünü asla yadsımadılar.
Bugün bile Irak'ta; uluslararası güçlerin gözetiminde 36. paralelin kuzeyinin
yönetiminin Kürtlere bırakılmasına rağmen "Kürt" ve
"Kürdistan" sözcükleri yasaklanmış değildir. İran'da Kürtlerin
yaşadığı bölgeye tüm baskı ve zulme rağmen "Kürdistan" denmektedir.
İlginçtir
İran Hava Yolları'na ait "Kürdistan" adlı uçak dünyada sadece
Türkiye'ye sefer yapamamaktadır. Bu durum bile resmi ideolojinin ve ırkçı-şoven
politikanın gerçek yüzünü ortaya koymaya yetmektedir. Mollalar rejimi yaklaşık
20 yıldır Kürtlere karşı en ağır silahlarla savaşmaktadır. Irak'ta ise Baas
yönetimi çeyrek asırdır Kürtlere kan kusturmaktadır. Ne acıdır ki, bu her iki
ülkede bile Türkiye'dekine benzer bir biçimde Kürtler'le ilgili, Kürtleri
çağrıştıran kavramlara karşı savaş açılmamıştır.
Amaç,
çağdaş ve ileri bir ülke olmaksa, iç barışı ve huzuru gerçekten ve samimi
olarak temin etmekse, bunun yolu Kürtlerin haklarını tanımaktan geçer. Bu ise,
Kürt sorununun adil ve demokratik çözüme kavuşturulmasıyla mümkündür.
Başında
da belirttiğimiz gibi bu dava Kürtlerin red ve inkarını temel alan bir mantığın
ürünüdür. Bu da, hiç kimseye yarar sağlamamaktadır. Aksine sorunları daha da
derinleştirmekte, ülkeyi bir bütün olarak kaos ortamına sürüklemektedir. Ama
biliyor ve inanıyoruz ki, mahkemeler verdikleri kararlarıyla siyasilerin de
önünü açabilirler.
Bu
nedenle bu dava karara bağlanırken; Türkiye'nin toplumsal gerçekliği, nüfus
yapısı, boğucu siyasal atmosferi ve bilinçli bir biçimde körüklenen Kürt Türk
çatışması, Kürtlerin demokratik alanda görüşlerini özgürce ifade etmelerinin
önündeki engelleri yarattığı ve bundan böyle de yaratacağı tahribatlar
gözetilmelidir. Türkiye'nin buna ihtiyacı vardır.
Neticeten
: Partimiz aleyhinde haksız ve mesnetsiz olarak açılan davanın reddine karar
verilmesini arz ve talep ederiz."
V-
YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCISININ SÖZLÜ AÇIKLAMALARI İLE DAVALI PARTİ
TEMSİLCİSİNİN SÖZLÜ SAVUNMALARININ DİNLENİLMESİ
Anayasa'nın,
Anayasa Mahkemesi'nin çalışma ve yargılama usulünü belirleyen 149. maddesinin
son fıkrası uyarınca, 24.10.1995 gününde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın
sözlü açıklamaları ile davalı siyasî parti temsilcisinin sözlü savunmaları
dinlenilmiştir.
A-
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın Sözlü Açıklaması
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı Sözlü Açıklamasında :
"Sayın
başkan ve değerli üyeler; Demokrasi ve Değişim Partisi'nin kapatılması
istemiyle açılmış bulunan dava dolayısıyla 4121 sayılı Yasa ile Anayasa'nın
149. maddesinin son fıkrasına eklenen cümle gereğince, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı'nın dinlenilmesine dair Yüce Mahkemece verilen 6.9.1995 tarihli
karar hakkında Cumhuriyet Başsavcılığımızın görüşünü yazılı olarak
bilgilerinize sunmayı gerekli görüyoruz.
Bu
görüş ve isteğimizin kabul edilmemesi halinde, davalı partinin hukukî durumunda
bir değişiklik meydana gelmediğinden, sunduğumuz iddianameyle esas hakkındaki
görüşümüz içeriğini tekrarla, bunların sözlü açıklamalar olarak kabulünü
saygıyla arz ve talep ederim.
Ben,
bu yazılı beyanı da Başkanlığa takdim ediyorum" demiş; bundan sonra sözlü
açıklama ve görüş yerine geçmek üzere 24.10.1995 günlü yazısını Başkanlığa
sunmuştur.
B-
Davalı Siyasî Parti Temsilcisinin Sözlü Savunması
Demokrasi
ve Değişim Partisi temsilcisi sözlü savunmasında :
"Sayın
Başkan, Sayın Üyeler;
Sayın
Mahkemenize kapatılma istemiyle aleyhine dava açılan Demokrasi ve Değişim
Partisi 03.04.1995 günü İçişleri Bakanlığına verilen dilekçe ile kuruldu.
06.06.1995 tarihinde de iş bu dava açıldı. Demokrasi ve Değişim Partisi daha
henüz iki aylık bir parti iken, daha henüz siyasal bir eylemi ve işlemi olmadan
ve daha henüz örgütlenmeye ve kamuoyuna kendisini tanıtma fırsatı bulamadan iş
bu kapatılma davası ile karşı karşıya kaldı.
Başsavcı
partinin eylem ve işlemlerini izleme gereği görmemiş ama Ay. 69 md. aykırılık
iddiasında bulunmaktadır. Partinin hangi eylem ve işleminin yasa hükmüne
aykırılık oluşturduğunu da izah etmemiştir.
DDP,
Programında, uluslararası durumun genel bir değerlendirmesini yaptıktan sonra
ülkemizin de içinde bulunduğu bölgemizin siyasi durumunu irdeleyerek
"Türkiye'de Durum" başlığı altında (Sh.4) Türkiye'nin sorunlarını
tespit ederek bu sorunlara ilişkin çözüm ve önerilerini "Somut hedefler ve
çözümler" (Sh.8) başlığı altında dile getirmiştir.
Partinin
bu tespit ve taleplerine karşılık Cumhuriyet Başsavcılığı'nca hazırlanan
iddianame esasen parti program metnine dayanmaktan ziyade soyut fikir
yürütmelere, yorum ve kıyaslara dayanmaktadır.
Kapatma
Nedenleri ve İddianamenin Değerlendirilmesi
İç
Hukuk Açısından
İddianamenin
"Kapatma ve değerlendirme" (abç) başlığında yer alan iddia ve tespitlerde
iddianamenin nasıl hazırlandığı hususu da izah edilmektedir.
"...Türk
Ulusu yanında ve onunla eşit durumda bulunan, kendilerine özgü hak ve
özgürlüklere sahip ayrı bir halk oluşturduklarının anlatılmak istenmesi de
ulaştığımız yorumu (abç) güçlendirmektedir.
"...
Programın birinci sayfasında da davalı partinin bu iki halkın (abç), birarada
kardeşçe yaşamasından yana olduğu ifade edilmektedir..." (Sh. 30, P. 2)
"...Kürt
kimliği ve ulusal haklarını (abç)... ayrı bir ulus kimliğine (abç) sahip Kürt
azınlığının bulunduğu ileri sürülmektedir.
Programın
hiç bir yerinde böylesi bir belirleme yoktur. DDP, programının hiç bir yerinde
Kürtleri halk veya ulus olarak nitelendirmemiş, haklarını ise ulusal hak, aynı
şekilde kimliğini ise ulus kimliği olarak nitelendirmemiştir.
İddia
makamı bu sonuca nasıl vardığını da iddianamede izah etmektedir.
"...Yapılan
tespit ve temennilerden talep edilen hak ve özgürlüklerin niteliği hakkında
fikir yürütmek (abç) olanaklı bulunmaktadır..." Şeklindeki tespitleri ile
iddianamenin program metninin lafzına bağlı kalınmadığı, kurucuların bu metin
ile murat ettiklerinin ötesine geçilerek ve bundan hareketle varılan yorum ile
hazırlandığı da anlaşılmaktadır.
Partinin
tespitleri ve talepleri ayrı ayrı hususlardır. Yasaya aykırı olmayan bu
hususların, birini diğerinin eksikliğini gidermede ikame etmek, en yakın
ifadeyle hukukun zorlanmasıdır.
İddianemedeki
mantık karışıklığı, Türkiye'nin taraf olduğu "Yeni bir Avrupa için Paris
Şartı" antlaşmasına ilişkin tespit ve iddialarda da var. Taraf devletlerin
bu antlaşma ile güvenliğe ilişkin bölümde belirtilen, "...Devletlerin
bağımsızlığını, egemen eşitliğini ya da toprak bütünlüğünü ihlal eden
etkinliklere karşı demokratik kurumların savunulması..." ve "...tüm
terörizm etkinliklerini, yöntemlerini ve uygulamalarını bir suç olarak mahkum
ettiği..." husus doğrudur.
Demokrasi
ve Değişim Partisi'nin programında bu norma aykırı hiç bir tespit ve talep söz
konusu edilmemiştir. Aksine aynı antlaşmanın; "...katılan devletler ulusal
azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerinin korunacağı ve
ulusal azınlıklara mensup kişilerin, hukuk önünde tam bir eşitlikle ve hiçbir
ayrımcılık yapılmaksızın, bu kimliklerini özgürce ifade etme, koruma, saklı
tutma ve geliştirme hakları bulunduğu teyid ederiz..." hükmüne rağmen,
partinin Kürt kimliğine ilişkin talepleri yasaya aykırı sayılmaktadır.
Keza
aynı şekilde "...Devletin bütünlüğünü hedef alan faaliyetlerin demokratik
haklar ve özgürlükler çerçevesinde düşünülemeyeceği..." yolundaki
tespitinin Paris Şartı hükümleri ile izahı mümkün değildir. Çünkü Paris
Şartı'nın güvenliğe ilişkin hükmü, ülkenin bütünlüğünü korumayı düzenlemiştir.
Devletin bütünlüğüne (üniter yapısına) ilişkin bir koruma, bu hükümlerde yer
almamıştır. Sayın Savcı bu hükmün içine devletin bütünlüğüne ilişkin bir
ilaveyi de sıkıştırmaya çalışmaktadır.
Aynı
sözleşmeye taraf olan Belçika'nın üniter bir yapıdan, federatif bir yapıya
nasıl geçebildiğini izah etmek de mümkün değildir. Aksi halde Paris Şartı'nın
devletin yapısını değiştirmeye, islah etmeye ilişkin hükümlerinin Belçika için
demokratik hak ve özgürlük, Türkiye için ise, "yıkıcılık" olarak
vazedildiğini kabul etmek gerekecektir.
İddianamenin
aynı bölümünde dikkat çeken diğer hususlar ise Başsavcılığın Türklük, Türkçe ve
Türk milliyetçiliğine ilişkin bilim dışı belirleme ve nitelemeleridir.
İddianamenin
14. sayfasında "...Türkçe bireyler arasında yalnızca bir resmi dil olma
durumunu çoktan aşmış; ayrı etnik kökenden gelseler bile, yüzyıllar boyunca
karışıp kaynaşmış ve bir ortak kaderi paylaşmış, ortak bir kültüre ulaşmış
kitlelerin hem günlük yaşantıda, aile içinde ve iş yerinde yaygın biçimde
kullandığı ortak bir iletişim aracı olabilmiş, hem de aynı kitlelerin ortak
bilim, kültür ve sanat dili olma derecesine ulaşabilmiş ve böylece gerek
bireysel, gerekse toplumsal iletişimin sağlanmasında başlıca araç olmuştur.
Türkçe'nin kazandığı bu yaygınlık ve genellik göz önüne alındığında, etnik
grupların sahip oldukları yerel dillerin resmi dil yerine genel iletişim ve
eğitim dili olarak kullanılması düşüncesi kabul edilemez. Yerel düzeyde kalmış,
gelişmemiş diller bireylere manevi varlıklarını geliştirme olanağı
sağlayamaz..." denilmektedir.
Şayet
Türkçe iddia edildiği şekilde yaygın biçimde kullanılan ortak iletişim aracı
ise "...Resmi dili genç, ihtiyar, kadın, erkek, her vatandaşın bilmesini
sağlamayı devletin görevi ..." (Sh. 19) kılmanın mantığını anlamak ve izah
etmek mümkün değildir. Ya Türkçe'nin yaygınlığında, ya da devlete yüklenen bu
görevde bir yanlışlık vardır. Tüm iyi niyetimize rağmen ikisini bir arada
anlayabilmekte güçlük çektiğimizi itiraf etmeliyiz.
Dünyanın
hiç bir ulusal devletinin, resmi dilini kadın-erkek, yaşlı-genç her vatandaşına
öğretmek gibi garip bir temel görevi yoktur. Zira bu devletlerin her vatandaşı
dilini bilir. Ancak bizim ülkemiz gibi halkı resmi dilini bilmeyen ve yaygın
şekilde konuşamayan ülkelerde devletin bu kabil görevleri vardır.
Diğer
bir husus da, yerel düzeyde kaldığı, gelişmediği ve dolayısıyla bireylerin
manevi varlıklarını geliştirme olanağı sağlayamayacağı iddia edilen dillere
ilişkin tespitdir. Başsavcılığın isimlendirmediği bu yerel dillerle hangi
dilleri kasttettiğini bilemiyoruz. Fakat daha önceki tespitlerinden kastedilen
dilin Kürtçe olduğu hakkında fikir yürütmek olanaklı bulunmaktadır.
D.İzoli'nin
hazırladığı (Deeng Yayınları, Şubat 1992 1. Baskı) Kürtçe-Türkçe sözlükte her
iki dilin kelime hazinesi şu şekildedir:
Kürtçe...30.000.
kelime ve 4000 deyim (Saydam)
Türkçe...25.000.
kelime (Arapça, Farsça, Osmanlıca, İngilizce, Fransızca vd. orjinliler dahil)
Bir
çok baskı ve yasaklama ile kuşatılmış bulunan Kürtçe'nin Türkçe kadar yaygın
olmadığı doğru ise de, bireylerin manevi varlığını Türkçe'den daha iyi
geliştirebileceği hususu açık ve nettir.
İddianamede
"...Ülkemizde yasaklanmış bir dil bulunmamaktadır..." (Sh. 33)
belirlemesi gerçek değildir. Ay. 26, 28, 42 vd. maddeleri kanunla yasaklanan dilden
bahsetmektedir. Aynı şekilde Siyasî Partiler Yasası, Basın Yasası ve diğer bir
kısım yasalarda da benzeri hükümler vardır. Çok yakın bir tarihe kadar 2932
sayılı yasa ile yasaklanan dilin Kürtçe olduğu hususunu artık sağır sultan bile
duymuştur.
Tüm
bu gerçekler karşısında, Başsavcılığın Türkçenin yaygınlığına ilişkin iddiasına
kendilerinin de inandığını sanmıyoruz.
Parti,
programında Kürtçenin radyo-televizyon yayınlarında, eğitimde ve resmi
işlemlerde kullanılması hususu talep edilmiştir. Fakat eğitimde
"Anadil" olarak okutulacağına ilişkin bir belirleme ve ifade
olmamasına rağmen Ay. 42. maddesinin zikredilmiş olmasını anlamak mümkün
değildir.
İddianamede
bilimselliğe aykırı bir diğer tespit de "... Ulus olgusuna oranla ikincil
nitelikte kesim..." şeklindeki ifadedir.
Başsavcılığın
"ikincil nitelikteki kesimler"i sosyoloji bilminin bilinen
kategorilerinden biri ile isimlendirmemiş olmasının bilgi eksikliğinden
kaynaklandığını sanmıyoruz. Daha ciddi ve önemli bir nedenle yapıldığı
muhakkaktır. Bu ciddi ve önemli nedenin de ne olabileceğini sayın heyetinizin
takdirine bırakıyoruz.
Sayın
Yargıçlar;
Yine
Sayın Savcı Lozan'da Türk delegasyonunun tartışmalarından, "alt komisyon
önce, etnik azınlıkların, başka bir deyimle, müslüman olmayan (olan kastedilmiştir.
B.N) azınlıkların da, örneğin Kürtlerin, Çerkezlerin, Arapların tasarıdaki
koruma tedbirlerinden yararlanmalarında direnmiştir. Türk temsilci heyeti bu
azınlıkların (abç) korunmaya ihtiyaçları olmadığını ve Türk yönetimi altında
bulunmaktan tamamıyla memnun olduklarını söylemiştir. Alt komisyon bu
inandırıcı sözler üzerine (abç) koruma tedbirlerini yalnız müslüman olmayan
azınlıklarla sınırlamayı kabul etmiştir." Biçiminde bir alıntı
aktarmaktadır.
Sayın
Savcının bu alıntıyı aktarırken ne kadar şartlanmış bir tutum içinde olduğu
görülmektedir. Kürtlerin Türkler gibi Müslüman olmaları Türk oldukları anlamına
gelmediği gibi, Türklerle birlikte ve birarada yaşamaya rıza göstermeleri de
Kürtlerin Türk oldukları anlamına gelmiyor.
Sayın
Savcı; "Atatürk Milliyetçiliği, ayrımcı ve ırkçı değil. Türkiye
Cumhuriyetini kuran Türk halkının, kökeni ne olursa olsun devlet yönünden
tartışmasız eşitliği, içtenlikli birliği ve birlikte yaşama istencini içeren
çağdaş bir olgudur." demektedir. (İd. S. 16, Satır 22. 26) Bu tanıma göre
Türk halkı ve Türk ulusu kavramları T.C. sınırları içinde yaşayan bütün
yapıları kapsamaktadır. Türk kavramı, T.C. Devleti sınırları içinde yaşayan
insanlara konulmuş genel ve soyut bir ad ise, Türkiye sınırları dışında adına
"Türk" denilen başka toplumların olmaması gerekir. Yani,
"Türk" kavramı ya Anadolu halkının adıdır. Ya da "Türk"
adı, Güneydoğu Asya halklarında olan bir ırkın adıdır.
Yukarıda
da belirttiğimiz gibi, Kafkaslar'da, Balkanlar'da, özellikle Batı Trakya'da
hatta Kerkük'te bile Türkiye Türk'leriyle aynı soydan geldikleri iddia edilen
Türk'lerden bahsedilmektedir. Ne yazık ki, aynı iddia Türkiye'de
"Türk" adı içinde tanımlanmış olan Kürt'lerin, Sayın Savcıca da
doğrulanan, İran ve Irak'taki soydaşları için ileri sürülmemektedir.
Sayın
Yargıçlar;
Yakın
geçmişte yaşadığımız bir iki önemli örneğe değinmemize izin veriniz. Türkiye
Cumhuriyeti'nin yöneticileri, Bulgaristan ve Yunanistan'daki Türk azınlığa
"Soydaşlarımız" demektedir. Ve bütün Türk insanı da bunu böyle
bilmektedir. Aynı yöneticiler İran ve Irak'taki Kürt'lere, bırakınız
"Soydaş" demeyi, "yurttaşlarımızın soydaşları" demekten
bile bilinçli bir şekilde kaçınmışlardır. Onlara genelde "sınırlara yakın
bölgelerde yaşayan vatandaşlarımızın akrabaları" gibi isimler bulmuşlardır.
Keza
Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 yıldızın Türk ırkının tarihte kurduğu devletleri
temsil ettiğini herkes bilmektedir. Bu da, "Türklüğün" Cumhuriyetten
evvel var olduğunu göstermektedir.
Sayın
Savcı, iddianamenin 22. sayfasında şöyle söylemektedir: "...Hele böylesi
topluluklar, ortak geçmişten gelen tarihsel, kültürel ve manevi bütünlük
içinde, kendi kaderini, o ulusun kaderiyle özdeşleştirme istek ve iradesini
göstermişlerse, böyle bir hakkın tanınmasına gerek kalmaz..." Burada Kürt
toplumunun, Türk Ulusunun kaderiyle özdeşleşme istek ve iradesini gösterdiği
ileri sürülmektedir. Bizce Kürt toplumu ya da Sayın Savcının deyişiyle Kürtler,
kendi iradeleri ve istekleriyle Türk sayılmayı, dillerinden ve kültürlerinden
vazgeçmeyi ve öteki demokratik haklarını askıya almayı kendileri benimsemiş
değillerdir. Bu onlara sonradan reva görülen baskı politikasının sonucudur.
Oysa Kürtlere Kurtuluş Savaşında, Amasya Tamimi'nde vaadedilen ve önerilen
statü kendilerinin red ve inkarı değildi, bilakis kendilerini Cumhuriyet'in
asli unsuru olarak kabul etmekti.
Hal
böyleyken, Sayın savcının "Kendi kaderlerini o ulusun kaderiyle
özdeşleştirme istek ve iradesini göstermişlerdi." (abç) biçimindeki
iddiası karşısında sormak istiyoruz: Türkiye'de yaşayanlara "Kökeniniz
nedir '" diye kim sormuştur ' Veya bu yönde iradesini ortaya koyanları kim
kaale almıştır' Kürtlerle - Türkler kardeşçe, eşit haklarla bir arada yaşasın
diyenleri, zindanlarda çürüten, göç etmek zorunda bırakan, Parti Programlarında
Kürtlerden söz edildiği için partilerin kapatılmasını nasıl izah etmek gerekir'
Durum böyleyken, hala böyle bir iradeden söz etmek, tarihi gerçekleri
yansıtmaktan uzaktır.
Yine
Sayın Savcı, "...15 Aralık 1922 günlü tasarının 4., 6., 7. ve 8.
maddelerinde geçen "din ya da dil", "soy, din ya da dil
azınlıkları" sözcükleri yerini "gayri müslüm ekalliyetler"
sözcüklerine bırakmıştır. Böylece, Türkiye'de değişik bir dil kullanmanın ya da
soy unsurunun bir grubun azınlık sayılmasında ölçü olarak kabul edilmeyeceği
Lozan Barış Antlaşması'yla kabul edilmiştir. Ayrıca Konferansta Kürt azınlığın
yaratılması yönünde öncelikle Lord Curzon tarafından gösterilen çabalar, Türk
delegasyonunun, "Kürtler kaderlerinin Türklerin kaderiyle ortak olduğu
görüşündedir; azınlık haklarından yararlanmak istememektedir." Gerçeğini
bildirmeleri karşısında kabul görmemiştir..." biçimindeki mahkemenizin
Siyasî Parti kapatılmasına ilişkin 16.07.1991, 17.07.1992 ve 17.07.1993 günlü
kararlarına atıfta bulunarak Kürtlerin kaderleri bakımından Türklerle ortaklık
içinde oldukları için azınlık haklarından yararlanmak istemedikleri ileri
sürülmektedir.
Sayın
Yargıçlar;
Sayın
Savcının hazırlamış olduğu, merkezine Kürtlerin Türk olduğu anlayışını oturtan
bu iddianameye karşı bazı gerçekleri de söylemeden edemedik. Açıktır ki
Lozan'da, daha sonraki dönemlerde ve Kürtlerin Türkiye'de nasıl yaşamak
istediklerine ilişkin ne bir refarandum yapılmış, ne de bu yönde serbest bir
tartışma ortamının yaratılmasına fırsat verilmiştir. Lozan'da olduğu gibi,
ondan sonraki dönemlerde de ve ne acıdır ki bunca yaşanmış acı deneylere rağmen
bugün de hala Kürtler Türk sayılmakta, en temel insani hakları bile
tanınmamaktadır.
Yine
Sayın Savcı Türkiye'de kanunla yasaklanmış herhangi bir dil bulunmadığını
söylemekle 1991 yılında kaldırılmış olan 2932 sayılı yasayı ve Anayasa'nın
26-28 ve 42 maddelerini görmezden gelmektedir. Ve aynı şekilde "Yerel
Düzeylilik", "Gelişmemişlik", "Manevi varlıkları geliştirme
olanağından yoksunluk" gibi her biri tek başına ya da bir arada akademik
araştırma gerektiren ve ancak böylece elde edilebilen tespitlerde bulunmak gibi
bilimi, bilime saygıyı küçümsemeyi göze alabilmektedir. CMUK ve HUMK
hükümlerine göre; "Mahkeme, çözümü özel veya teknik bir bilgiyi gerektiren
hallerde bilirkişilerin oy ve görüşlerinin alınmasına karar verir." Hiç
bir savcı kendi başına otopsi yapmaz, teknik hiçbir konuda belirleme yapmaz.
Lozan
Antlaşması'na göre Kürtler azınlık değil, Sayın Savcıya göre de halk değil,
bize ve tarihi gerçeklere göre de Türk değil' Peki kimdir ve nedir bu Kürtler'
Bu
davaya konu olan, Kürt sorunu, DDP tarafından keşfedilmiş değildir. Belli ki,
bütün bunların nedeni Kürt sorununda izlenen red ve inkar politikalarıdır.
Sayın
Yargıçlar;
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'nin başbakanları, hatta cumhurbaşkanları bile mevcut
yasaları aşan beyanatlarda Kürtlerden, Kürt realitesinden söz ederlerken,
herhangi bir kovuşturmaya uğuramamaktadırlar. Ne yazık ki, resmi söylemden
farklı düşünenler, tarihi gerçeklere dayanarak ileri sürdükleri görüş ve
önerilerinden dolayı her seferinde kovuşturmaya uğruyor; ağır hapis cezalarına
çarptırılıyorlar. Bu yüzdendir ki, Türkiye Cumhuriyeti'nin yetmiş yıllık
tarihinde ve elli yıllık sözde çok partili döneminde iktidarı ve muhalefeti ile
aynı ideolojik formasyona sahip partileri nöbet değişimi yaparak demokrasicilik
oyunu oynamış, ülkenin bu durumuna engel olamamışlardır.
Sayın
Yargıçlar;
Yine
tarihi belgeler ve sosyolojik gerçekler de gösteriyor ki, Kürt adı son 20 yılın
keşfedilmiş problemli bir icadı ya da dış güçlerin, yöneticilerin deyimiyle o
ünlü dış mihrakların aramıza soktuğu bir nifak tohumu değildir. Aksine Kürt adı
ve Kürdistan henüz Türkiye Cumhuriyeti yokken bile tarihi belgelerde yer
almıştır. Bu belgelerin kaynağı Kanuni Sultan Süleyman, İttihat ve Terakki
belgeleri ile Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olan Atatürk'tür.
Kanuni
Sultan Süleyman Fransa Kralı Fransuva'ya günümüzden yaklaşık 400 yıl önce
yazdığı, kendisini metheden, "Benki" diye başlayan mektubunda; Yemen,
Arabistan ve daha birçok yerin adı yanında "Kürdistan" adından da söz
ederek kendisini Fransuva'yla kıyaslamaya çalışmaktadır. Mustafa Kemal ise 29
Mayıs 1919 tarihinde Osmanlı Hükümetine yazdığı bir mektubunda şunları
söylüyor. "Son günlerde muttali olduğum bazı malumata nazaran Kürdistan
mıntıkası (abç) ile de meşgul ve alakadar olmak icap eder" diyor.
Yüz
yıllarca Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altında Araplar ve öteki halklarla
birlikte yaşayan Kürtler hiç bir dönemde Kürt adından ya da Kürt olmaktan
kaynaklanan soy kimliğinden dolayı baskıya maruz kalmamışlardır. Onlar hep Kürt
olarak kabul edilmişlerdir.
Kürtler
Çaldıran'da Malazgirt'te Türkler'le omuz omuza savaşarak kader birliği
yapmışlardır. Çaldıran ve Malazgirt savaşlarının Anadolu Türkleri tarihinde
birer kavşak, birer dönüm noktası olduğu da bir gerçektir. Yine Kürtler
Çanakkale savaşında, Türkler'le aynı kaderi paylaşmış olmalarına rağmen,
Cumhuriyetin hemen sonrasında, cumhuriyet rejimine karşı 1925'te, Şeyh Sait
önderliğine ayaklanma başlatmış olmaları da düşündürücüdür.
Açıktır
ki, politikacıların da, tarihe ve sosyolojik gerçeklere, en az bilim adamları
kadar bağlı kalmaları gerekir. Zira bir ülkenin geleceği hakkında bilim
adamlarından çok politikacıların kararlarının rolü önemlidir.
Sayın
Yargıçlar;
Şimdi
de izninizle Mahkeme Başkanı Sayın Yekta Güngör Özden'in "Hukukun
Üstünlüğüne Saygı" adlı eserinin 417. sayfasından bir alıntı yapmak
istiyoruz. "...İnsan hakları, insanın doğuşuyla sahip olduğu,
devredilemez, vazgeçilemez haklarıdır. Bunlar her zaman, her koşulda, her yerde
insanı insan kılan ve savunulan değerlerdir. Hukuk, bu hakları ve özgürlükleri
koruyup, güçlendirme, yaygınlaştırıp, kökleştirme aracıdır. İnsan hakları,
hukuk olmadan da vardır. Anayasalar benimsenmese de vardır. Bana göre
Anayasalardan da önce gelir. Anayasa, hukuk yoluyla bu hakları benimsedikçe ve
bunlara dayandıkça, daha saygın ve onurlu olur. Hukuk, insan hak ve özgürlükleri
önündeki değişik engelleri kaldırmakla yükümlüdür. (abç) Barışı, sağlığı ve
mutluluğu sağlayan, insana insan olmasının kıvancını duyurmayan düzenlemeler,
baskıcı işlemler hukuksallıktan yoksundur. Halk dilinde "Kalıbına
uydurulması" dediğimiz, biçimsel uygunluklar hukuksallık için yeterli
değildir. Özde aykırılık olunca hukuksallık sözde kalır. İnsan haklarını odak
sayarsak bunun çevresinde temel haklar bulunur. Birlikte bütünleşirler. Temel
haklarda Anayasal gereklerle geçici sınırlamalar yapılabilirse de insan
haklarında böyle düzenlemelere gidilemez ve hiç bir ödün verilemez. Çağımız
insanlık çağıdır."
Yukarıda
aktardığımız düşünce, parti programını ve savunmamızı önemli ölçüde
desteklemektedir.
Sayın
Yargıçlar;
Amerika'da
zencilerin haklarıyla ilgili olumlu gelişmelerin önünü, parlamentodan önce
mahkemeler açmıştır. Yani hukuk, haklar ve özgürlükleri korumanın yanısıra,
onları kökleştirip geliştirmiştir. İnsan hakları önündeki engelleri kaldırmakla
hukuk saygınlığını artırmıştır. Mahkemeniz de böylesi bir sürecin başlamasına
katkı yapabilir, bu onurun sahibi olarak tarihe geçebilir.
Irk
yada millet kavramları bireyden bireye, sınıfdan sınıfa ya da zümreden zümreye
göre değişkenlik göstermezler. Mahkemeler ya da savcılar bunu tayin edemezler.
Bu yönde hükümde bulunulsa bile sosyolojik gerçekleri değiştirmezler. Dünyada
hiç bir dönemde veya dünyanın hiçbir yerinde millet veya ırk tartışmaları
konusundaki ikilem, çelişki, belirsizlik ya da iddia veya savlar mahkeme
kararları ile sonuçlandırılmamıştır. Mahkemeler kendilerini bu türden sorunları
çözen merciler olarak görmemişlerdir. Bu tür anlaşmazlıkların çözüm yeri de
mahkemeler değildir.
Sayın
Yargıçlar;
Yıllardır
resmi söylem, "Bu ülkede yaşayan her insan, her mevkiye gelebildiğine göre
herkes eşittir" gibi anlaşılması güç gerekçeler kullanmakta; oysa ki, her
birey kendi özel kimliğini koruyarak, bu kimliğini geliştirerek hakettiği her
mevkiye gelebiliyorsa, bu tez doğru olur. Ne yazık ki bundan söz etmek mümkün
değildir.
Toplumsal
barış ve huzur için en önemli unsur, her alanda çoğulculuktur. Çok kültürlü,
çok dilli Türkiye için ise, bu, çok daha önemlidir.
Türkiye
toplumu, Türk, Kürt, Laz, Çerkez v.s.'nin birarada yaşadığı "çok
dilli" ve "çok kültürlü" ve bir toplumdur. Diğer bir deyişle
"heterojen" bir toplumdur.
Heterojen
toplumlar, çok boyutlu parti sistemine göre işler. Partiler, 1- sosyo-ekonomik
boyut, 2- dinsel boyut, 3- kültürel etnik boyut, 4- şehir kırsal vs
boyutlarından biri veya birkaçı temelinde program, çalışma ve oluşum yaratır.
(Çağdaş Demokrasiler Arnd Lijpart, Çev. Prof.Dr. Ergun Özbudun, Doç.Dr. Ersin
Olduran, Türk Siyasi Bilimler Vakfı Yay. S.86). Oysa Türk siyasi partiler
rejimi daha başından anayasa ve Siyasi Partiler Yasası tarafından resmi
ideolojinin cenderesine alınmış, bunun dışına çıkması yasaklanmıştır.
Partiler
önerdikleri sosya-ekonomik modeller ve çözüm önerileri üzerinde politikalarını
şekillendirirler. Toplumsal örgütlenmeyi, farklı kesimlere ulaşmayı bu yolla
gerçekleştirmeye çalışırlar. Ne yazık ki, mevcut yasalar, demokrasinin
vazgeçilmez unsurları olarak adlandırılan partilere, tek ideolojik kılıfa
bürünmeyi şart koşuyorlar. Bu kör-topal ve tek yanlı siyasetle ülke yönetilerek
demokrasi oyunu oynatılmaktadır.
Gerçek
bir demokrasi, ancak partilerin tek ideolojik formasyona itilmemesi ve her
partiye kendi politik taleplerini özgürce tartışma olanağı sağlanmasıyla
mümkündür.
Ulusalüstü
Hukuk Açısından
Sayın
Yargıçlar;
Hukuk
ve adalet giderek ulusalüstü boyutlara erişti. Helsinki Nihai Senedi'nde ifade
edilen "İçişlerine karışmamak" ilkesi genel çerçevesini korusa bile,
AGİT-Moskova Toplantılarıyla (insani boyut) yeni bir biçime kavuştu. Buna göre;
insan hakları alanındaki ihlaller devletlerin içişleri olarak kabul edilemez.
Keza
Türkiye'nin imza koyduğu ve 1948 yılında yürürlüğe konulan Birleşmiş Milletler
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi düzenlenmiştir.
Bu
bildirgeyi beslemek ve bildirge hükümlerini geliştirmek amacıyla da, ayrıca
yeni sözleşmeler ve alt sözleşmeler düzenlenmiştir. Bu sözleşmeler;
-
Kişisel ve Siyasal Haklara İlişkin Sözleşme ile - Ekonomik, Sosyal ve Kültürel
Haklara İlişkin Sözleşme'dir.
-
Sözkonusu alt sözleşemeler ise;
-
Yaşama Hakkı,
-
İşkence Yasağı,
-
Kişi Güvenliği,
-
Kanun önünde Eşitlik,
-
İnanç ve Düşünce Özgürlüğüne Dair Temel Haklar,
-
Toplumların Kendi Kültürlerini Koruma ve Geliştirmeye Dair Temel Haklar'ı
içerir.
Yine
alt sözleşmelerden bazıları şöyledir:
-
Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme,
-
Savaş Suçlarının ve İnsanlığa Karşı Suçların Zaman Aşımından
Yararlandırılmaması Sözleşmesi,
-
İşkence ve Keyfi Tutuklamaya Karşı Sözleşme,
-
İnsanlar Arasında Ayırım Gözetilmesini Önlemeye Dair Sözleşme,
-
Kendi Kaderini Belirleme Hakkını Kabul Eden Sözleşme.
Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nce 10.03.1954 gün ve 6366 sayılı yasa ile onaylanan
"İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesi ve Ek
Protokol" Anayasa 90. madde hükmü gereğince iç mevzuat sayılmıştır.
4
Kasım 1950 tarihinde Roma'da taraf devletlerce imzalanan iş bu sözleşme
hükümleri ile düşünme ve vicdan hürriyeti (9/1 m.) bunu açıklama hürriyeti (9/2
m. - 10/1 m) tanınmış, 14. Madde hükmüyle bu hak ve hürriyetlerin "...
Bilhassa cins, ırk, renk, dil, din, siyasi veya diğer kanaatler, milli veya
sosyal menşe, milli bir azınlığa mensupluk..." ayrımı gözetilmeksizin
herkese sağlanacağı hususu öngörülmektedir.
Keza
Türkiye'nin de imzaladığı (25 Haziran 1993) Viyana bildirisi ve etkinlik
Programı ile diğer bir çok uluslar arası sözleşmeler ve bidiriler azınlıklara
mensup kişilerin kendi kültürlerini kullanma, uygulama, koruma ve geliştirme
hak ve hürriyeti tanımaktadır.
Ne
yazık ki, bu sözleşmelerin hiçbirine uyulmamaktadır ve bunların iç mevzuat gibi
hüküm ifade etmesinin önü açılmamaktadır.
Neticeten
Demokrasi
ve Değişim Partisi, bütün partilerin yaptığı gibi bir programla yola çıkmıştır.
Ve bu programda, Kürt sorununun çözümü için şiddet ve baskı yolunun terk
edilmesini, barışçı ve demokratik yolların seçilmesini öne sürmüş, Türklerin ve
Kürtlerin bir arada kardeşçe yaşamasından yana olduğunu vurgulamıştır.
Kürt
sorununun çözümü ekonomik alanda da ciddi bir rahatlama sağlayacak, kaynakları
yakmaya ve yıkmaya değil, yapmaya yöneltecektir.
Bu
durum tespit etmeye, bu gerçeği ortaya koymaya, son 10 yıllık harcamaların
gösterdiği tablo tek başına yeterlidir. Bunca can kaybı ve iş gücü kayıbının
yanı sıra, göçlerden ötürü yaşanan enerji ve üretim kaybı da, hepimizin kaybı
olarak ortadadır DDP, bu gerçeği görmüştür ve bu gidişe dur demek istemiştir.
Ne
var ki, DDP'nin bu siyasi cesareti ve siyasi sorumluluk anlayışı ona kapatılmak
gibi ağır bir bedelle ödetilmek isteniyor.
Keza
aynı şekilde DDP, yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet çarkına son vermek, yıllardır
inatla sürdürülen şiddeti durdurmak, bu şiddet politikasının tükettiği ülke
kaynaklarını, geniş halk yığınlarının yararına; üretime ve ülkenin öteki hayati
sorunlarının çözümü için seferber etmenin ekonomik yapıyı bir düzene
kavuşturacağını ileri sürmüştür.
Tüm
bu nedenlerle, haksız ve mesnetsiz olarak açılan iş bu kapatma davasının
reddine karar verilmesini saygılarımla bilvekale arz ve talep ederim."
demiştir.
Demokrasi
ve Değişim Partisi Temsilcisi bu sözlü savunmasından sonra, savunmasına esas
olan yazılı metni Başkanlığa sunmuştur.
VI-
İNCELEME
A-
Ön Sorun Yönünden
Davalı
Parti'nin Ön Savunmasında Özetle:
Demokrasi
ve Değişim Partisi'nin 3.4.1995 günü kurulduğu, 6.6.1995 gününde de bu davanın
açıldığı; henüz iki aylık bir parti iken, siyasal bir eylemi ve işlemi yokken,
örgütlenmeye ve kamuoyuna kendisini tanıtma fırsatını bulamadan, Cumhuriyet
Başsavcısı'nın, Parti'nin eylem ve işlemlerini izleme gereğini görmeden, hangi
eylem ve işleminin Yasa hükmüne aykırılık oluşturduğu belirtilmeden,
Anayasa'nın 69. maddesine aykırılık savında bulunulduğu ve bu kapatma davası ile
karşı karşıya kalındığı ileri sürülmüş, esas hakkındaki savunmada ve sözlü
açıklamada da bu görüşler yinelenmiştir.
Konu
ile ilgili olarak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın esas hakkındaki
görüşünde de özetle:
Parti'nin
ön savunmasında, üzerinde durulan hususların geçerli bir nedene dayanmadığı;
Siyasî Partiler Yasası'nın yasaklamalarla ilgili, 78/a., 80., 81/a ve b
maddelerinin, "amacını güdemezler ve/veya bu amaca yönelik faaliyette
bulunamazlar ve ... bulunduğunu ileri süremezler" şeklinde sona erdiği,
101/a maddesinin ise parti proğramının bu yasaklara aykırı hükümler taşımasını
kapatma nedeni saydığı; Parti faaliyetinin de aynı yasaklama kapsamında olduğu,
ancak her iki aykırılığın birlikte gerçekleşmesi gibi bir koşulun Yasa'da
öngörülmediği, bu nedenle de sadece parti proğramının Yasa'ya aykırılığı
nedeniyle kapatılma davası açıldığı; İddianamede hangi konunun Yasa'nın hangi
maddesine, doğrudan aykırılık oluşturduğunun açıkça ve yeterince belirtildiği
ileri sürülmüştür.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nca Anayasa Mahkemesi'nde Demokrasi ve Değişim Partisi
Proğramı'nın Anayasa'nın kimi maddeleri ile, Siyasî Partiler Yasası'nın 78.
maddesinin (a) bendine, 80. maddesine ve 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine
aykırı amaçlar taşıdığı gerekçesiyle dava açılmış ve bu Parti'nin aynı Yasa'nın
101. maddesinin (a) bendi gereğince kapatılmasına karar verilmesi isteminde
bulunulmuştur.
Anayasa'nın
68. maddesinin ilk üç fıkrasında; siyasî partilerin, demokratik siyasî hayatın
vazgeçilmez unsurları olduğu; vatandaşların, siyasî parti kurma ve usulüne göre
partilere girme ve partilerden ayrılma hakkına sahip bulunduğu; siyasî
partilerin önceden izin almadan kurulacakları; Anayasa ve Yasa hükümlerine göre
faaliyetlerini sürdürecekleri; dördüncü fıkrasında da, siyasî partilerin tüzük
ve proğramları ile eylemlerinin, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine,
millet egemenliğine, demokratik ve lâik cumhuriyet ilkelerine aykırı olamıyacağı;
sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangibir diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlayamayacağı; suç işlenmesine özendiremeyeceği kurala
bağlanmıştır.
Anayasa'nın
69. maddesinde ise, siyasî partilerin kuruluş ve faaliyetleri ile denetleme ve
kapatılmalarının yasayla düzenleneceği belirtilmiştir. Bu anayasal kural
uyarınca da, siyasî partilerin, kurulmaları, teşkilatlanmaları, faaliyetleri,
görev, yetki ve sorumlulukları, gelir ve giderleri, denetlenmeleri, kapanma ve
kapatılmalarıyla ilgili, 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası çıkarılmıştır.
Bu
Yasa'nın dördüncü kısmında siyasî partilerle ilgili yasaklar belirlenmiştir. Bu
kısımda yer alan 78. Maddede "Demokratik Devlet düzeninin korunması ile
ilgili yasaklar", 80. maddesinde, "Devletin tekliği ilkesinin
korunması" ile ilgili yasak, 81. maddesinde de "azınlık
yaratılmasının önlenmesi"yle ilgili yasaklar hükme bağlanmıştır. Bu
yasaklara uyulmamasının yaptırımı da Yasa'nın 101. maddesinde kurala bağlanmış
ve bu bağlamda maddenin (a) bendinde; "parti tüzüğünün veya proğramının
yahut partinin faaliyetlerini düzenleyen ve yetkili parti organları veya
mercilerince yürürlüğe konulmuş olan diğer parti mevzuatının bu kanunun
dördüncü kısmında yer alan hükümlerine aykırı olması" kapatma nedeni
olarak kabul edilmiştir.
Bir
siyasî partinin faaliyetleri nedeniyle kapatılması, Siyasî Partiler Yasası'nın
101. maddesinin (a) bendi dışında kalan bentlerinde ve ilgili diğer
maddelerinde kurala bağlanmıştır. Bu doğrultuda, tüzük ve proğram içeriğinin
Anayasa ve Yasa'ya aykırı bulunması yeterli olup ayrıca faaliyetlerinin
varlığını saptamak zorunluluğu yoktur.
Kuşkusuz
koşulların gerçekleşmesi durumunda Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nca bir
siyasî partinin yalnızca tüzük ve programı ya da yalnızca faaliyetleri yönünden
dava açılabileceği gibi, birlikte gerçekleşmesi durumunda her ikisi yönünden de
dava açılması olanaklıdır.
Demokrasi
ve Değişim Partisi hakkında dava yalnızca Parti'nin tüzük ve proğramının
Anayasa'nın ilgili maddeleri ile Siyasî Partiler Yasası'nın dördüncü kısmında
yer alan yasaklara aykırılığı nedeniyle açılmıştır. Bu nedenle davalı Parti'nin
bu konudaki itirazı yerinde görülmemiştir.
B-
Esas Yönünden
1-
Genel Açıklama
Anayasa'nın
67. maddesinde öngörülen genel ve eşit oy hakkı çoğulcu, katılımcı kurallar ve
kurumlar düzeni olan çağdaş demokrasilerde yurttaşların devlet yönetimine
katılmalarının temel koşuludur. Bu nedenle, bireysel iradeleri birleştirip
yönlendirerek onlara işlerlik kazandıran özgün kuruluşlara gereksinim
duyulmuştur. Bu kuruluşlar, dağınık siyasal tercihleri birleştirip açıklık ve
güç sağlayarak devlet hizmetlerini daha yararlı kılmak, hak ve özgürlükleri
güvenceye bağlayarak toplumsal barışı güçlendirmek, anayasal ilkeler
doğrultusunda kamuoyu oluşturarak toplumsal yaşama daha çok aydınlık getirmek
yönünden vazgeçilmez öneme sahip olan siyasal partilerdir.
Anayasa'nın
68. maddesinin ikinci fıkrasında, "Siyasî partiler demokratik siyasî
hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır" ilkesine yer verildikten sonra, üçüncü
fıkrasında da, "Siyasî Partiler önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa
ve kanun hükümleri içinde faaliyetlerini sürdürürler" denilmektedir.
Siyasal
partilere ilişkin Anayasa kuralları, Anayasakoyucunun demokrasinin benimsenmesi
yönünden bu konuya özel bir önem ve değer vermiş olduğunu göstermektedir.
Siyasal
partilerin kuruluş ve çalışmalarının özgürlük içinde olması temel ilkedir.
Siyasal partiler, belli siyasî düşünceler çerçevesinde birleşen yurttaşların
özgürce kurdukları ve özgürce katılıp ayrıldıkları kuruluşlardır. Kamuoyunun
oluşumunda önemli etkinliği olan siyasî partiler, yurttaşların istem ve
özlemlerinin gerçekleşmesine çalışan ve siyasal katılımları somutlaştıran
hukuksal yapılardır.
Demokrasinin
simgesi sayılan siyasî partilerin, devlet yönetimindeki etkinlikleri ve ulusal
istencin gerçekleşmesindeki rolleri nedeniyle, Anayasakoyucu, onları öteki
tüzelkişilerden farklı tutup, kurulmalarından başlayarak çalışmalarında
uyacakları ilkeleri; kapatılmalarında izlenecek yöntem ve kuralları özel olarak
belirlemekle kalmamış; Anayasa'nın 69. maddesinin son fıkrasında, çalışma,
denetleme ve kapatılmalarının Anayasa'da belirlenen ilkeler çerçevesinde
çıkarılacak bir yasayla düzenlenmesini uygun bulmuştur.
Anayasa
uyarınca 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası çıkarılmış; siyasî partilerin
kuruluşlarından başlayarak çalışmaları, denetimleri, kapatılmaları konularında,
belirli bir sistem içerisinde ayrıntılı kurallar getirilmiştir. Getirilen
sistemde, yasaklara uymayan siyasal partilerin Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı'nca izleneceği ve gerektiğinde kapatılmaları için Anayasa
Mahkemesi'nde dava açılacağı öngörülmüştür.
Siyasal
partilerin, demokratik yaşamın vazgeçilmez öğeleri olmaları, devlet örgütü ve
kamu hizmetleriyle yoğun ilişki içinde bulunmaları, onların her istediklerini
yapabilecekleri anlamına gelmez. Siyasal partilerin baskı ve engellerden uzak
kalmalarını sağlamaya yönelik kurulma ve çalışma özgürlüğü, Anayasa ve bu alanı
düzenleyen yasalarla sınırlıdır. Bu belirleme aynı zamanda demokratik hukuk
devleti olmanın da gereğidir.
Varlığı
ve etkisi, işlevleriyle ortaya çıkan devlet, belirli topraklar üzerinde
yerleşmiş, bağımsız ve egemen aynı üstün güce bağlı örgütlü insanlar topluluğu
olarak da tanımlanır. Bu tanıma göre, ülke ve ulus bütünlüğüyle egemenlik,
yasalara dayanan bir otoriteye bağlı örgütlenme, bir devlet için vazgeçilmez
öğelerdir. Her canlının kendini koruma içgüdüsü bulunduğu gibi, devletin de
kendi varlığını koruma hakkı, uluslararası hukuk düzeninde de kabul edilmiştir.
Devletler
hukukunda, devletin varlığını güçlendirerek sürdürmek, bağımsızlığına ve
yapısına yönelik tehlikelere karşı önlemler alıp uygulamak yetkisi biçiminde
tanımlanan kendini koruma hakkı, insan hak ve özgürlüklerinden başlayarak
demokratik toplum düzenini bozucu, devletin öğelerini yıkıcı her tür eylemi
karşılayacak çabaları kapsar. Devletin temel dayanaklarını, sürekliliğini ve
demokrasiyi yokedici sakıncaları gidermek için yasal düzenlemelerin
gerçekleştirilmesi hukuk devleti için en doğal davranıştır.
2-
Değerlendirme
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı, dâvalı Parti'nin proğramında Türk-Kürt ayrımı
yapılarak, Kürtlerin haklarının tanınması ve eşitlik istemlerinin temelinde
politik, yönetsel ve kültürel bir yapılanmanın amaçlandığı; Kürt dilinin
toplumsal yaşamın her alanında ve resmî işlemlerde serbestçe kullanılması için
gerekli düzenlemelerin yapılmasının istendiği; böylece önceki bölümde açıklanan
gerekçelerle Siyasî Partiler Yasası'nın 78. meddesinin (a) bendine aykırı
davranıldığı savında bulunmuştur.
Davalı
Parti ise, İddianamede belirtilen savların haksız ve dayanaksız olduğunu ileri
sürmüştür.
Öncelikle
davalı Partinin proğramında yer alan görüşlerin, "Devletin Ülkesi ve
Milletiyle Bölünmez Bütünlüğü"nün bozulması amacını taşıyıp taşımadığının
saptanması gerekmektedir.
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve bunu
pekiştiren ortak dil, kültür, eğitim ve Atatürk Milliyetçiliği kavramları
hukuksal, siyasal olduğu kadar, tarihsel ve sosyal gerçeklere dayanmaktadır.
"Devletin,
ülkesi ve milletiyle bölünmezliği" ilkesi, Anayasa'nın birçok maddesinde
özellikle vurgulanmış, Türk Milleti'nin bağımsızlığı ve bütünlüğüyle, ülkenin
bölünmezliğini korumak devletin temel amaç ve görevleri arasında gösterilmiştir
(Madde 5). Ülke ve ulus bütünlüğünü korumak için temel hak ve özgürlüklerin
kısıtlanabileceği kabul edilmiş (Madde 13 ve 14); aynı amaçla basın ve dernek
kurma özgürlüklerine özel sınırlamalar getirilmiş (Madde 28, 30, 33); gençlerin
bu anlayış doğrultusunda yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı önlemler alınması
devlete özel görev olarak verilmiş (Madde 58); bilimsel araştırma ve yayında
bulunma yetkisinin Devletin varlığı ve bağımsızlığıyla ulusun ve ülkenin
bütünlüğü ve bölünmezliğine karşı kullanılamayacağı belirtilmiş (Madde 130);
kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının bu nedenle Devletçe denetimi
uygun bulunmuş (Madde 135); birlik ve bütünlüğe karşı işlenecek suçlar için
özel mahkemelerin kurulması öngörülmüş (Madde 143); aynı konu, TBMM üyeleri ve
Cumhurbaşkanı yeminlerinin temel öğelerinden birini oluşturmuş (Madde 81 ve
103) ve siyasî partilerin uyacakları esasların başlıcaları arasında yine
"ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlük" ilkesi yer almıştır (Madde
68 ve 69).
Uluslar,
nice olaylar, durumlar ve gelişmeler sonucunda varlıklarını kazanırlar. Ortak
kültürün, sosyal dayanışmanın ve birlikte yaşama duygusunun doğuşu, gelişip
güçlenmesi tarihsel bir gerçektir. Tek vücut durumunda ve tam ulus yapısı
içinde birleşip bütünleşerek Kurtuluş Savaşı'nı yapmış olan halkın vatanı, Türk
Vatanı; Milleti, Türk Milleti; Devleti de Türkiye Cumhuriyeti Devleti'dir.
Dünya, 11. yüzyıldan bu yana, çağlar boyu, Anadolu için "Türkiye" ve
burada yaşayanlar için de "Türkler" adını kullanmıştır. Kuşkusuz bu
durum, ulus bütünlüğü içinde yeralan farklı etnik grupların bulunmadığı
anlamına gelmez.
Anayasa'ya
ve Siyasî Partiler Yasası'na göre ülke ve ulus bütünlüğü, devletin
bölünmezliğinin temel ögeleridir. Ülke ve ulus bütünlüğünü bozmaya yönelik
faaliyetler sonunda, devletin bölünmezliğinin tehlikeye girmesi söz konusudur.
Ülke bütünlüğünün hedef alınmasının, ulus bütünlüğünü; ulus bütünlüğünü
bozmanın hedef alınmasının, ülke bütünlüğünü bozacağı kuşkusuzdur. Anayasa ve
yasa, bu değerleri birlikte, ödünsüz ve mutlak olarak korumayı amaçlamıştır.
Hiçbir organ bu konuda hoşgörülü davranmak ve ödün vermek yetkisini kendinde
göremez.
"Millet"
(ulus) kavramı, insanlığın gelişme süreci sonucunda vardığı en ilerlemiş
birlikteliği oluşturan, "bir" oluşu somutlaştıran toplumsal yapıyı
anlatır. "Millet" sözcüğüyle anlatılan yapı, bir gelişme düzeyini,
bilinçli ve kişilikli bireyler olgusunu gösterir. "Milliyetçilik"
ise, büyük bir toplumsal gerçek ve "millet düşüncesi"nin üzerine
kurulu bir anlayışdır. Milliyetçilik, Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Türk
Devrimi'nin temel ve önde gelen ilkelerinden biridir. Cumhuriyet döneminde
1924, 1961, 1982 Anayasa'larında "millet" ve
"milliyetçilik" kavramlarına yer verilmiştir. 1982 Anayasası'nın Başlangıç'ında
"Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı", 2. maddesinde
"Atatürk milliyetçiliği", 42. maddesinde "Atatürk ilkeleri"
ve 134. maddesinde "Atatürkçü düşünce" sözcükleri kullanılarak çağdaş
milliyetçilik anlayışı yer almaktadır. Bu anlayış ayrımcı ve ırkçı değil, Türkiye
Cumhuriyeti'ni kuran Türk milletini oluşturan bireylerin kökenleri ne olursa
olsun, Devlet yönünden tartışmasız eşitliği, içtenlikli birliği ve birlikte
yaşama istencini, başka uluslara karşıtlığı değil, dostluk ilişkileri, içte ve
dışta barışla iyi gelenekleri koruyup güçlendirme çabalarını, herkesi
barındıran topraklara birlikte sahip çıkma bilincini içeren çağdaş bir olgudur.
Kökeni ne olursa olsun, ulus içinde herkes ayrımsız biçimde yer almakta, ulusun
birliği olgusu böylece somutlaşmaktadır. Ulus, tarihsel ve sosyal gelişmenin
yarattığı birlikte yaşama olgusudur. Irk gibi antropolojik ve filolojik
niteliklere dayanan dar bir kavram da değildir. Ulus, ortak bir tarih bilinci
yaratmamış göçebe, yerel dil ve soy gruplarından oluşan sosyolojik bir yapı
olan kavim de değildir. "Misak-ı Millî" sınırları içinde Türkiye
Cumhuriyeti'nin üzerinde kurulduğu, Avrupa ve Asya kıtaları arasında köprü
durumunda olan, çeşitli göç ve sığınmalara kucak açan vatanda, bin yılı aşan
uzun bir tarihsel gelişme sonunda yaşayan ve Kafkaslara, Balkanlara, Afrika ve
Orta Doğu'ya uzanan Osmanlı İmparatorluğu'ndan arta kalan çeşitli etnik
kökenlerden gelen insanlar ortak geçmişe, tarihe, ahlâka, değer yargılarına,
dine, hukuka ve eşit haklara sahip olarak karşılıklı şekilde birbirlerinin
kültürlerini ve eski Anadolu uygarlıklarından kalan değerleri de özümseyerek
birlikte ortak kültür ve kimliğe sahip bir vatan ve ulus oluşturmuşlardır.
Yapısı bu biçimde olan Türk Ulusu içinde etnik kökene dayalı ayrımcılığı gütmek
gerçekle bağdaşmaz.
Bu
nedenle Atatürk, yeni Türk devletinin kuruluş günlerinde açıkca "Türkiye
Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına, Türk Ulusu denir" demiş ve
anayasalarımızda Ulusun birliği ve Ülkenin bütünlüğü esas alınmıştır. Bu
anlayıştan uzaklaşıp ulusu etnik kökene dayalı "Türk ve Kürt" biçimde
ayırarak ırka dayalı savlarla bölücülüğe gitmek olanaksızdır.
Anayasa'nın
66. maddesinde, "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes
Türktür" ilkesine yer verilmiştir. Bu ilkeyle evrensel bağlamda vatanı ve ulusuyla
bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti'nde vatandaşlar arasında eşitlik sağlanması,
ulusu kuran herhangi bir etnik gruba ayrıcalık tanınması önlenmiş, birleştirici
ve bütünleştirici bir temel oluşturulmuştur. Maddedeki "Türk" sözcüğü
ırka dayalı bir anlam taşımamaktadır. Bir kimsenin "Ben Türküm"
deyişi, "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, Türk Ulusu'nun bir
bireyiyim" anlamını taşır. Irka dayalı bir "Türklük" savı ve
etnik kökenleri değiştirme ya da kaldırma anlamına gelmez. Vatandaşlık ve
ulusal kimliğin getirdiği haklar yanında sorumluluklar da vardır. Bu bağlamda
etnik kökenler yurttaşlık niteliğini ve ulusal kimliği zedelemeyeceği gibi ayrı
ulus olma savlarına, dayanak yapılamaz.
Türk
Milleti içinde yer alan her kökenden vatandaşa, davalı Parti'nin savunmalarında
belirtilenlerin aksine, hiçbir ayrım gözetilmeksizin tüm demokratik, siyasal ve
temel haklar eşit olarak tanınmıştır. Nitekim, Cumhuriyet dönemi
Anayasalarında, Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde saptanan biçimi ile Misak-ı
Millî'nin gösterdiği sınırlar içinde birbiriyle kaynaşmış olarak yaşayanların
gerçekten ve hukukça ayrılık kabul etmez bir bütün oldukları kesinlikle
belirlenmiş ve bu bütünlük içinde ayrıcalıklı bir Kürt halkından hiçbir zaman
söz edilmemiş olduğu gibi, Lozan Barış Andlaşması görüşme ve kararlarında da,
Misak-ı Millî'nin çizdiği sınırlar içindeki azınlıklar sayılırken
"Kürt" ayrımına yer verilmemiştir.
Davalı
Partinin proğramında yer alan dil ve eğitim konusuna gelince, parti proğramında
ve savunmalarda belirtilenlerin aksine asırlardır birlikte yaşayan, vatanın her
yerinde içiçe kaynaşan çeşitli soy ve kökenden gelen bireyler arasında Türkçe
en yaygın dildir. Türkçe sadece resmî işlerde değil, ailede, günlük yaşamda ve
eğitimde, kısaca toplumsal ilişkilerin her alanında kullanılan ortak bir dil
olmuştur.
Anayasa'nın
26. maddesinin üçüncü fıkrasında "Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında
kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz" denilmektedir.
Türkiye'de özellikle yasaklanan bir dil olmadığı gibi, özel yaşamda da birçok
dil kullanılmaktadır. Anayasa'nın 42. maddesinin son fıkrasında, Türkçe'den
başka hiçbir dilin eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana
dilleri olarak okutulup öğretilemeyeceği, uluslararası andlaşmalar saklı
tutularak kurala bağlanmıştır. Anayasa'nın 14. maddesinin ilk fıkrasında da,
"Anayasa'da yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbirinin dil ayrımı yaratmak
amacıyla kullanılanılamayacağı ilkesine yer verilmiştir.
2820
sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) bendi, Anayasa'nın 4.
maddesi doğrultusunda bir kural koymuş siyasî partilerin, diğer yasaklar
yanında devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüyle diline ilişkin
Anayasa'nın 3. Maddesini değiştirmek amacını da güdemeyeceklerini
belirlemiştir.
Anayasa'daki
ulus bütünlüğü ilkesinden uzaklaşarak, Parti proğramında belirtildiği biçimde
Türk ve Kürt Ulusları ayrımına gidilemez. Türkiye Cumhuriyeti'nde, tek bir
devlet ve tek bir ulus vardır. Birden çok ulus yoktur. İçinde değişik kökenli
bireyler olsa da hepsi Türk Ulusu bütünlüğü içindedir. Tarihsel bir gerçek olan
"Türk Ulusu" olgusu yerine ırkçılığa dayanan ayrılıklar ve Türk
vatandaşlığı niteliğini değiştiren savlar geçersizdir.
Kimi
siyasal nedenlerle dış etkenlerden kaynaklanan, kimi varsayım, yorum ve
bahanelere dayanan, insan hakları ve özgürlük savlarıyla yoğunlaştırılan
sakıncalı amaçlara geçerlik tanınamaz. Devlet tekdir, ülke tümdür, ulus birdir.
Ulusal birlik, devleti kuran, ulusu oluşturan toplulukların ya da bireylerin,
etnik kökeni ne olursa olsun, yurttaşlık kurumu içinde ayrımsız
birliktelikleriyle gerçekleşir. Anayasa'da ve yasalarda yurttaşlar arasında
ayrımı öngören hiçbir kural bulunmadığı gibi, kimsenin soy kökeninin yadsınması
ya da kabul edilebilecek yeni bir savı da yoktur. Ulusal ve tekil devlet etnik
ayrılıklarla tartışılamaz. Herkesin, herzaman karşılaşabileceği ve giderek
hukuk devletinde giderilip karşılığı istenebilecek aykırılık, çelişki,
haksızlık ve yanlışlıklar, insan hakları alanında sömürü nedeni yapılarak,
gerçekler saptırılıp çarpıtılarak, üstü kapalı biçimde, ayrı ulus yoluyla ayrı
devlet amaçlanamaz. Tartışılamaz kavramlar ve değerlerle, ödün verilmesi
olanaksız ilke ve niteliklerin kaynağı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'dır.
Çağımızda da farklı etnik grupların zorunlu hukuksal öğelerinin varlığında,
birlikte uluslaşması ve devletleşmesi uluslararası düzeyde gerçekliliğini
korumaktadır. Türkiye Cumhuriyeti devleti için farklı düşünmenin, haklı bir
nedeni yoktur. Vatandaşlık, bölge özelliklerini ve etnik farklılığı aşan,
bütünleştirici çağdaş üst bir olgudur. Bu konuda bir kimsenin diğerinden farklı
olmasına, din, kültür ve etnik kökene ilişkin ayrıcalıklara yer yoktur. İnsan
haklarının sadece bir kişiye, sınıfa ve zümreye değil ayrımsız olarak bütün
vatandaşlara eşit olarak uygulanması esastır.
Her
devlette farklılık gösteren, tarihsel süreçle ulaşılan, devlet, ülke, ulus
kavramlarının yeniden değiştirilip biçimlendirilmesi olanaksızdır. Ulusal ve
uluslararası hukuk düzeninde insanlığın mutluluğu için bu temel olguları
korumak üzere getirilen düzenlemelere siyasî partilerin uyma zorunluluğu
vardır.
Kaldıki,
çağımızda tek uluslu diğer demokratik devletler de, ulus bütünlüklerini korumak
için yasal tedbirler almıştır. Türkiye'deki ulusal yapılaşmaya nazaran daha
yeni olan Amerika'da; Alman, Fransız, İtalyan, İspanyol, slav soyundan ve diğer
etnik kökenlerden gelen Amerikan vatandaşlarının ırka dayalı olarak ayrı ayrı
uluslaşması ve bunlara ayrı devletler kurma hakkının tanınması olanağı
bulunmadığı gibi, aynı biçimde demokratik tek uluslu devletlerde de bu yolun
açılması olanağı yoktur. Çünkü, bu devletlerde de Devlet ve ulusun parçalanması
demokratik hak olarak görülmemektedir.
Davalı
Parti'nin proğramında yer alan ve Cumhuriyet Başsavcılığı'nca da Siyasî
Partiler Yasası'na aykırı oldukları ileri sürülen, Cumhuriyetin kurucularının
ülkenin etnik gerçeğine, çok kültürlü ve dilli yapısına uygun bir siyasal ve
yönetsel yapı oluşturmaktan kaçındıkları, başka etnik grupları zorla
türkleştirmeye, eritmeye çalıştıkları, bu baskıların Kürtlerin ayaklanmasına
yol açtığı, Kürtlere özgürlüğün çok görüldüğü, izlenmekte olan baskı
politikasına son verilerek Kürtlere haklarının tanınması ve eşitlik temelinde
politik, yönetsel ve kültürel bir yapılanma sağlanması gerektiği, Kürt dilinin
toplumsal yaşamın her alanında ve resmi işlemlerde serbestçe kullanılması için
gerekli düzenlemelerin yapılacağı biçimindeki söylemler; Siyasî Partiler
Yasası'nın 78. maddesinin (a) bendindeki, siyasî partilerin "...
Anayasa'nın 3. madesinde açıklanan Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne, diline... dair hükümlerini ... değiştirmek; Türk
Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, ... dil, ... ayrımı
yaratmak ... amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar,
başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler" kurallarına açık
aykırılık oluşturmaktadır.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı, Türkiye Cumhuriyeti'nin tekil bir devlet olduğunu,
ulusal devlet olmanın yani ulusun bağımsız bir devlet halinde örgütlenmesinin
sonucu olan bu niteliğin, etnik, dinsel ya da başka bir düşünceyle ülkenin
federe devletlere ya da özerk bölgelere ayrılmasına izin vermediğini, ulusal
birliği kurmak ve devam ettirmek için devletin tekil biçimde örgütlendiğini;
oysa parti proğramında Anayasa'da belirtilen Türk Devletinin ülkesi ve ulusuyla
bölünmezliğine, diline ve tekillik ilkesine dair hükümlerin değiştirilmesi
amacının güdüldüğünü, böylece davalı Parti proğramının Siyasî Partiler
Yasası'nın 80. maddesine de aykırılık oluşturduğunu ve bu nedenle de
kapatılması gerektiğini ileri sürmüştür.
Siyasî
Partiler Yasası'nın 80. maddesinde "Siyasî partiler Türkiye
Cumhuriyeti'nin dayandığı "Devletin tekliği" ilkesini değiştirme
amacını güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar" denilmiş,
gerekçesinde de "Devletimizin federe ve konfedere devletler gibi teklik
ilkesine aykırı bir nitelik taşımadığı, bu ve buna benzer ayırmaların devletin
ve milletin bütünlüğü ilkesine ve toplum yararına ters düşeceğinden bu yolda
bir amaç güdülmesinin madde ile yasaklandığı" belirtilmiştir.
Türkiye
Devleti tekil, bir devlettir. Millî devlet olmanın, yani bir milletin bağımsız
devlet durumunda örgütlenmesinin doğal sonucu olan bu nitelik, etnik, dinsel ya
da başka herhangibir düşünceyle ülkenin federe devletlere veya özerk bölgelere
ayrılmasına olur veremez.
Demokrasi
ve Değişim Partisi'nin proğramında, Siyasî Partiler Yasası'nın 80. maddesinde
belirlenen, Türkiye Cumhuriyetinin dayandığı devletin tekliği ilkesini
değiştirmek amacı güdülmemektedir. Bu nedenle Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın davalı Parti'nin Siyasî Partiler Yasası'nın 80. maddesi
uyarınca kapatılması isteminin reddi gerekir.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı İddianamesinde, "Proğramdaki, Kürt dili ve kültürü
ile ilgili esas ve ilkelerle anlatılmak istenen, uluslararası hukuk normlarına
uygun olarak Kürt dili ve bağımsız ve ulusal nitelikli Kürt kültürü üzerinde
uygulanmakta olan baskı ve asimilasyona son verileceği, Kürt dilinin
radyo-televizyon yayınları dahil resmî işlemlerde serbestçe kullanılmasının
sağlanacağıdır. Bu sözlerle, Türk kültürü dışında ve ondan ayrı, kendi ulusal
kültür ve dil farklılığına dayanan bir kültür azınlığının varlığı kabul
edildiği gibi, bu azınlığın sahip olduğu ileri sürülen kültürün korunması ve
geliştirilmesinin amaçlandığı anlaşılmaktadır" denilerek davalı Parti'nin,
proğramının Siyasî Partiler Yasası'nın 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine
aykırılığı nedeniyle kapatılması isteminde bulunmuştur.
Parti
savunmalarında ise, Kürtlerin dilinin yasaklandığı, asimilasyona bağlı
tutuldukları; ülkenin tek ulus, tek dil esasına göre yönetildiği, bu yönde
kurallar ve yasaklar konularak Kürtlerin yok sayıldığı; Parti proğramlarında
Kürtçenin radyo-televizyon yayınlarında, eğitimde ve resmî işlemlerde
kullanılmasının istendiği, ancak "Anadil" olarak okutulmasına ilişkin
bir belirleme ve anlatımın yer almadığı ileri sürülmüştür.
İncelenen
parti proğramının ilgili bölümlerinde aynen:
"Partimiz,
Türklerin ve Kürtlerin bir arada kardeşçe yaşamasından yanadır ve bunun yolu,
bugüne kadar izlenen baskı politikasına son vermek, Türkiye'yi de bağlayan
uluslararası hukuk ilkelerine ve sözleşmelere de uygun olarak Kürtlerin
haklarını tanımak ve eşitlik temelinde çok yönlü, politik, yönetsel ve kültürel
bir demokratik yapılanma sağlamaktır.
...
Kürt
dili-kültürü üzerindeki baskılara, zoraki asimilasyon politikasına son
verilecek; bu alanda uluslararası hukuk normları ve sözleşme hükümleri hayata
geçirilecektir.
Kürt
dilinin, radyo-televizyon yayınları dahil, toplumsal yaşamın her alanında ve resmî
işlemlerde serbestçe kullanımı için gereken düzenlemeler yapılacaktır"
denilmiştir.
Siyasî
Partiler Yasası'nın 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerinde siyasî partilerin
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde millî veya dinî kültür veya mezhep veya ırk
veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri sürmeyecekleri, Türk
dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak geliştirmek veya
yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet
bütünlüğünün bozulması amacını güdemeyecekleri ve bu yolda faaliyette
bulunamayacakları öngörülmüştür.
Madde
gerekçesinde, "Ülkemizde Lozan Andlaşması ile kabul edilen azınlıklar
dışında bir azınlık yoktur. Herhangi bir ülkede resmî dilin dışında bazı
dillerin bilinmesi veya yer yer konuşulması azınlık yaratmaz. Hele siyasî,
sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda olduğu gibi her bir alanda bütün haklara
sahip ve borçlarla eşit bir şekilde yükümlü olan tek bir milletin evlatları
arasında azınlıktan söz etmek mümkün değildir...
Bir
memlekette resmî dilin her vatandaş tarafından bilinmesi, hangi alanda olursa
olsun eşitlik ilkesinin hakkıyla uygulanabilmesi ve adlî ya da idarî işlerin
çabukluk ve selametle yürütülmesi bakımından yararlı hatta zorunludur. Bu
itibarla resmî dili, genç, ihtiyar, kadın, erkek her vatandaşın bilmesini
sağlamak Devletin görevidir" denilmektedir.
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'nin vatandaşları arasında etnik köken ya da diğer herhangi
bir nedenle düşünsel ya da uygulama bağlamında siyasal ve hukuksal ayrılık söz
konusu değildir. Anayasa'ya göre, ulus ve ülke bütünlüğü devletin en temel
özelliği ve ilkesidir. Türkiye Cumhuriyeti içinde birden fazla ulus olamaz.
Türk ulusu içinde değişik kökenli bireyler olabilir; ancak bunların hepsi
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır ve ulus kavramı içindedir.
Siyasî
partilerin, çalışmalarında, devletin ülkesi ve ulusu ile bölünmezliği temel
kuralına uymaları; ülkenin ya da ulusun bütünlüğünü bozarak bir bölümünün
ayrılması sonucunu doğurabilecek her türlü eylemden ve propagandadan
kaçınmaları, bu bütünlüğü daha da pekiştirecek biçimde yürütmeleri gerekir.
Bunun sonucu da ülke ve ulus bütünlüğünü zedeleyebilecek olan her türlü yazı,
söz ve davranışın siyasal partiler için yasak olmasıdır.
Anayasa
ve Siyasî Partiler Yasası'na göre, ırk ayrımcılığı bir siyasal partinin
dayanağı, amacı ve ereği olamaz. Devletin bütünlüğünü koruması, en doğal hakkı
ve ödevidir.
Demokrasi
ve Değişim Partisi'nin Proğramıyla, bu proğramdaki görüşleri doğrulayan yazılı
ve sözlü savunmalarında, uluslar arası belgelere ve ulusal gerçeklere karşın
Türkiye Cumhuriyeti Devleti içinde, Türk Ulusu bütünlüğünden ayrı bir Kürt
Ulusunun varlığı ortaya konulmakta ve bu ulusun dil ve kültürünün korunması
istenmektedir. Davalı Parti'nin bu davranışları, Siyasî Partiler Yasası'nın 81.
maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırılık oluşturmaktadır.
Davalı
Parti savunmalarında; Türkiye'nin de imza koyduğu ve 1948 yılında yürürlüğe
konulan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin Anayasa'nın
90. maddesinin beşinci fıkrası gereğince Yasa hükmünde olduğu, bu bildirgenin
1. ve 2. maddelerinin dava ile yakından ilgili bulunduğu, ancak bu hükümlere ve
bununla birlikte kimi alt sözleşmelere uyulmadığı; hukuk ve adaletin giderek
ulusalüstü boyutlara eriştiği, Helsinki Nihaî Senedi'nde ifade edilen "İçişlerine
karışmamak" ilkesi çerçevesini korusa bile, AGİT-Moskova toplantılarıyla
(insanî boyut)un, yeni bir biçime kavuştuğu, buna göre insan hakları alanındaki
ihlâllerin devletlerin içişleri olarak kabul edilemiyeceği, keza 1948 yılında
yürürlüğe konulan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ne
Türkiye'nin de imza koyduğu, bu Bildirgeyi beslemek ve hükümlerini geliştirmek
amacıyla "Kişisel ve Siyasal Haklara İlişkin Sözleşme" ile,
"Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Sözleşme"nin ve kimi
alt sözleşmelerin düzenlendiği; Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce 1.3.1954
gününde "İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesi ve Ek
Protokol"un onaylanarak Anayasa'nın 90. maddesi uyarınca iç mevzuat haline
getirildiği, bu sözleşmenin 9. ve 10. maddeleri ile düşünme ve vicdan hürriyeti
ile bunları açıklama hürriyetinin tanındığı, 14. maddesiyle de bu hürriyetlerin
bilhassa cins, ırk, renk, dil, din, siyasî ve diğer kanaatler, millî veya
sosyal menşe, millî bir azınlığa mensupluk gibi ayrımlar gözetilmeksizin
herkese sağlanacağı hususunun öngörüldüğü, keza Türkiye'nin de 25 Haziran
1993'te imzaladığı Viyana Bildirisi ve Etkinlik Proğramı ile diğer birçok
uluslararası sözleşme ve bildirilerin azınlıklara mensup kişilere kendi
kültürlerini kullanma, uygulama, koruma ve geliştirma hak ve hürriyetini
tanıdığı, ancak bu sözleşmelerin hiç birine uyulmadığı ve iç hukuk kuralları
gibi hüküm ifade etmesinin sağlanmadığı ileri sürülmüştür.
Cumhuriyet
Başsavcılığı ise özetle; uluslararası belgeler, andlaşmalar ve sözleşmelerde,
davalı Parti'nin amaç olarak benimsediği ve Proğramında geçen, ülke ve ulus
bütünlüğünü bozucu görüşlere yer verilmediğini belirtmiştir.
Davalı
partinin ön savunmasında sözü edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 1.
maddesinde, "Her insan özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğar. Akıl
ve vicdanla donatılmış olup, birbirine karşı kardeşlik anlayışıyla
davranır." 2. maddesinde de, "Herkes; ırk, renk, cinsiyet, dil,
siyaset ya da başka bir görüş, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuş ya
da benzeri bir statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin bu bildirgede öne
sürülen tüm hak ve özgürlüklere sahiptir. Bundan başka bağımsız memleket uyruğu
olsun, vesayet altında bulunan, gayrimuhtar veya sair bir egemenlik sınırlamasına
tâbi ülke uyruğu olsun bir kimse hakkında uyruğunda bulunduğu memleket veya
ülkenin siyasal, hukuksal ya da uluslararası statü bakımından hiç bir ayrılık
gözetilemez" denilmiştir.
Savunmada,
yalnızca bu iki maddenin uygulanması durumunda bile kimi sorunların ortadan
kalkacağı belirtilmiştir.
Ancak
faaliyetleri, aynı Bildirge'nin 30. maddesinin, "Bu Bildirgenin hiçbir
hükmü, herhangi bir devlet, grup ya da kişiye burada ileri sürülen hak ve
özgürlüklerden herhangi birinin yok edilmesini amaçlayan herhangi bir
etkinlikte ve eylemde bulunma hakkını verir biçimde yorumlanamaz" hükmü
içinde değerlendirilen davalı parti hakkındaki davanın İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi'nin 1. ve 2. maddeleri ile bir ilgisi bulunmadığı sonucuna varılarak
ön savunmada ileri sürülen bu hususa ilişkin savlar yerinde görülmemiştir.
Davalı
Parti'nin savunmalarında ayrıca, "İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi"ne bağlı olarak kimi alt sözleşmelerin çıkarıldığı, bu bağlamda
"Avrupa İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetlerini Korumaya Dair
Sözleşme", "Helsinki Sonuç Belgesi" ve "Yeni bir Avrupa
İçin Paris Antlaşması" ile kimi sözleşme ve altsözleşmelerin dava ile
ilgili olduğu, Anayasa'nın 90. maddesi uyarınca iç mevzuat düzeyine gelen bu
sözleşme ve antlaşmalara uyulmadığı ve iç mevzuat gibi hüküm ifade etmesinin
sağlanamadığı da ileri sürülmüştür.
Anayasa'nın
90. maddesinin son fıkrasında "Usulüne göre yürürlüğe konulmuş
milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya
aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz" denilmektedir.
Anayasa
Mahkemesi, siyasî parti kapatma davalarında usulüne uygun biçimde yürürlüğe
konulmuş andlaşma kurallarını da gözetmektedir. çok sayıda kararda İnsan
Hakları Evrensel Birdirgesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne ve Avrupa
Sosyal Haklar Temel Yasası'na yollamada bulunulmuştur.
İnsan
Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme kapsamındaki hak ve
özgürlükler, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda da güvence altına alınmış;
demokratik düzeni yıkıcı söz ve eylemlere karşı sınırlamalar getirilmesi ve
önlemler alınmasında da özellikle İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin hakları
kullanmanın, özgürlüklerden yararlanmanın sınırsız olmadığını vurgulayan 29. Ve
30. maddelerine içerik olarak dayanılmıştır.
Davalı
Parti'nin savunmalarının tersine Proğramının kimi bölümleri, İnsan Haklarını ve
Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme'nin örgütlenme hak ve özgürlüğüyle
ilgili 11. ve 17. maddeleri ile de bağdaşmamaktadır. Sözleşme'nin 11.
maddesinin ikinci fıkrasında; "Bu hakların kullanılması, demokratik bir
toplulukta, zarurî tedbirler mahiyetinde olarak millî güvenliğin, amme
emniyetinin, nizamı muhafazanın, suçun önlenmesinin, sağlığın ve ahlâkın veya
başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması için ve ancak kanunla tahdide tâbi
tutulur." Son fıkrasında da "Bu madde, bu hakların kullanılmasında
idare, silâhlı kuvvetler veya zabıta mensuplarının muhik tahditler koymasına
mani değildir" denilmekte; 17. maddesinde ise "Bu sözleşme
hükümlerinden hiçbiri bir devlete, topluluğa veya ferde, işbu Sözleşmede
tanınan hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya mezkûr sözleşmede derpiş
edildiğinden daha geniş ölçüde tahditlere tâbi tutulmasını istihdaf eden bir
faaliyete girişmeye veya harekette bulunmaya mâtuf herhangi bir hak sağlandığı
şeklinde tefsir olunamaz" hükümlerine yer verilmektedir.
Oysa,
davalı Parti'nin proğramı ile bunu destekleyen yazılı ve sözlü savunmalarında
Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde yaşayan ayrı dili ve kültürü olan bir
Kürt Ulusu'nun varlığı ileri sürülmektedir.
Türkiye'de
tek bir ulus vardır. Türk ve Kürt kökeninden gelen vatandaşlar, diğer etnik
kökenden gelen vatandaşlarla birlikte "Ulus" bütünlüğünü
oluşturmaktadır. Ayrı bir ulus, ayrı bir halk ya da bir azınlık varmış gibi
bölünmeyi amaçlayan çabalara geçerlik kazandırılamaz. Uluslararası hukuk
düzenindeki bu olguyu Türk Ulusu, her tür ayrılığı dışlayıp eşitliği sağlayarak
Lozan Barış Andlaşması'yla, gündeminden çıkarmıştır. Ülke ve Ulus bütünlüğünü
koruma hakkı, uluslararası hukuk düzeninde geçerlidir.
Davalı
Parti, belirtilen belgelerin yanısıra, Helsinki Nihaî Senedi'ne, Paris Şartı'na
ve kimi diğer uluslararası belgelere de uyulmadığını ileri sürmüştür. Helsinki
Nihaî Senedi'nde, Devletlerin egemenlik haklarına saygı, sınırların
dokunulmazlığı, devletlerin toprak bütünlüğüne saygı ve İçişlerine karışmama
ilkelerine yer verilmiş; Paris Şartı'nda da, "Tüm ilkeler, herbiri
diğerleri dikkate alınmak suretiyle yorumlanarak, kayıtsız şartsız ve aynı
derecede uygulanır. Bu ilkeler ilişkilerimizin temelini oluşturur.... Taraf
devletlerin bağımsızlığını, egemen eşitliğini ya da toprak bütünlüğünü ihlâl
eden faaliyetlere karşı demokratik grupları savunmak hususunda işbirliği
yapmaya kararlıyız. Dışarıdan yapılan baskı, zora başvurma ve yıkıcılık gibi
yasadışı faaliyetler burada söz konusu olan özelliklerdir" denilmiştir.
Türkiye
Cumhuriyeti'nin de taraf olduğu "Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı" da
ırkçılığı, etnik düşmanlığı ve terörizmi kınamış, ülke bütünlüğünü ve
demokratik düzeni yıkmayı amaçlayan hareketlere girişen kişi, grup ve örgütlere
karşı koruma ve kollama sorumluluğunu uluslararası bir çağrı olarak kabul
etmiştir.
Demokrasi,
hak ve özgürlüklerin güvenceye alındığı, çoğulcu, katılımcı bir kurallar ve
kurumlar düzenidir. Nitekim Birleşmiş Milletler'e üye devletlerin
katılmalarıyla 14-25 Haziran 1993 günlerinde, VİYANA'da gerçekleştirilen Dünya
İnsan Hakları Konferansı sonunda yayımlanan Deklerasyon'da da; kendi geleceğini
belirleme hakkının, "Eşit Haklar" ilkesine uygun olarak ırk, din ve
renk ayrımı gözetmeksizin ülkesine ait bütün insanları temsil eden bir hükûmete
sahip egemen ve bağımsız bir devletin, ülke bütünlüğünü ve siyasî birliğini
kısmî veya bütüncül biçimde parçalayarak herhangi bir eylemin desteklenmesi ve
bu eyleme yetki verilmesi anlamında yorumlanamayacağı değerlendirmesi yer
almıştır.
Belirtildiği
gibi, bütün bu uluslararası kurallar, devlet, ülke ve ulus bütünlüğünün
bozulmasına olanak tanımamaktadır.
Demokrasilerde
ırk ayrımcılığı, bir siyasal partinin dayanağı, amacı ve ereği olamaz. Irk ayrımcılığının
aracı durumuna düşen partinin varlığını sürdürmesi yasalar karşısında
olanaksızdır. Cumhuriyet Başsavcılığı'nın davalı Parti'nin proğramında kapatma
nedeni olarak gördüğü hususlar, Türkiye Cumhuriyeti için yakın ve görülebilir
bir tehlike oluşturmaktadır. Böyle bir tehlike içinde bulunan bir devletinde,
ülkesi ve ulusuyla bütünlüğünü koruması en doğal hakkıdır. Üstelik, Türkiye
Cumhuriyeti'nin konumu ve koşulları bu tehlikeyi daha ağırlaştırmaktadır.
Belirtilen
nedenlerle davalı Parti'nin uluslar arası andlaşma, sözleşme ve belgelere
yönelik savları yerinde görülmemiştir.
Haşim
KILIÇ gerekçenin uluslararası sözleşmelere ilişkin bölümüne katılmamıştır.
Sonuç
olarak, Demokrasi ve Değişim Partisi'nin, proğramında;
Kürt
dilinin toplumsal yaşamın her alanında ve resmî işlemlerde serbestçe
kullanılması için gerekli düzenlemelerin yapılacağının; Siyasal çözümün, Kürt
kimliğinin bütün sonuçlarıyla kabul edildiği bir ortamda bulunabileceğinin,
Kürt kimliğinin tüm sonuçlarıyla Anayasa ve yasalarca garanti altına
alınmasının gerektiğinin; Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde, varlığı ile
kimliğinin korunması ve sürdürülmesi gereken ayrı bir ulusal ve kültürel
kimliğe sahip bir Kürt azınlığın bulunduğunun; Kürt dili ve kültürü üzerindeki
baskıların kaldırılacağının ve Kürt dilinin radyo-televizyon yayınları dahil
toplumsal yaşamın her alanında, bu arada resmî işlerde de kullanılması için
gereken düzenlemelerin yapılacağının belirtilmesinin, Siyasî Partiler
Yasası'nın 78. maddesinin (a) bendi ile 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine
aykırılık oluşturduğu saptandığından, aynı Yasa'nın 101. maddesinin (a) bendi
gereğince kapatılmasına karar verilmesi gerekir.
Güven
DİNÇER bu görüşe katılmamıştır.
VII-
SONUÇ
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 5.6.1995 günlü, SP.76.Hz.1995/45 sayılı
İddianamesiyle Demokrasi ve Değişim Partisi Proğramının 2820 sayılı Siyasî
Partiler Yasası'nın 78. Maddesinin (a) bendine, 80. maddesine, 81. maddesinin
(a) ve (b) bentlerine aykırılığı savıyla davalı Parti'nin 2820 sayılı Yasa'nın
101. maddesinin (a) bendi gereğince kapatılması istenilmekle, gereği görüşülüp
düşünüldü :
A-
Davalı Demokrasi ve Değişim Partisi'nin;
1-
Proğramının, 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın 80. maddesine aykırılığı
savıyla kapatılması isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
2-
Proğramının, 2820 sayılı Yasa'nın 78. maddesinin (a) ve 81. maddesinin (a) ve
(b) bentlerine aykırılığı nedeniyle aynı Yasa'nın 101. maddesinin (a) bendi
gereğince KAPATILMASINA, Güven DİNÇER'in karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,
3-
Tüm mallarının 2820 sayılı Yasa'nın 107. Maddesi gereğince Hazine'ye geçmesine,
OYBİRLİĞİYLE,
B-
Gereğinin yerine getirilmesi için karar örneğinin, 2820 sayılı Yasa'nın 107.
maddesine göre Başbakanlığa ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilmesine,
OYBİRLİĞİYLE,
19.3.1996
gününde karar verildi.
|
Başkan
Yekta Güngör
ÖZDEN
|
Başkanvekili
Güven DİNÇER
|
Üye
Selçuk TÜZÜN
|
|
Üye
Ahmet N. SEZER
|
Üye
Haşim KILIÇ
|
Üye
Yalçın ACARGÜN
|
|
Üye
Mustafa BUMİN
|
Üye
Sacit ADALI
|
Üye
Ali HÜNER
|
|
Üye
Lütfi F.
TUNCEL
|
Üye
Fulya
KANTARCIOĞLU
|
|
|
|
|
KARŞIOY
YAZISI
Esas
Sayısı : 1995/1 (Siyasî Parti-Kapatma)
Karar
Sayısı : 1996/1
Davalı
Siyasî Parti, Programının Siyasî Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) bendi
ile 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırılık oluşturduğu nedeniyle
kapatılmaktadır.
Davalı
Parti Programında yer alan yorum ve öneriler, kapatma kararının dayanağını
oluşturan yasa kuralları karşısında irdelenirken ülkedeki siyasal tartışma
ortamı ve özellikle yürütme organında görev alan sorumlu politik kadrolar ile
diğer siyasal partilerin konu ile ilgili açıklamaları ve yasal belgelerde yer
alan düşünceleri gözönünde tutulmak suretiyle değerlendirilmelidir.
Yazılı
ve sözlü basında değişik görüşte politik tutum sergileyen partili kişilerle
yapılan ropörtajlar ve görüşmelerde davalı Partinin Programında yer alan
konulara benzer açıklama ve öneriler görülmektedir. Daha önemlisi ülke
yönetiminde en ön sırada sorumluluk yüklenen siyasal görevliler ve Mecliste
temsil edilen bazı siyasal partiler zaman zaman yaptıkları açıklamalarda bu
davada kapatma nedeni olan konuları tartışmaktadırlar.
Yürütme
organında veya muhalefette temsil edilen partilerin yetkililerince ileri
sürülen veya basında tartışılabilen konularda Mecliste temsil edilmeyen bir
parti programında bazı görüş ve düşünceler ileri sürülebilmesi doğaldır.
"Ülke
ve devlet bütünlüğü" kavramları partilerin siyasal gücüne, Meclisteki
temsiline veya iktidar veya muhalefette olmaya göre değişik biçimde ele
alınamaz. Eğer ülkede en önde gelen siyasal sorumluluk sahipleri bazı konuları
tartışmaya açmışlarsa ve bu tartışmayı sürdürebiliyorlarsa aynı konuda benzer
yöntemlerle her siyasî parti düşüncesini açıklayabilmelidir.
Mecliste
temsil edilen siyasal partilerin tartışmaya açtığı konular, tartışılması
"ülke ve devlet bütünlüğü" yönünden tehlike olmaktan çıkmış
konulardır. Bunlar Anayasa'nın 68. Maddesinde belirlenen ilkelere aykırılık
oluşturamazlar ve düşünce açıklaması olarak anayasal teminat altındadırlar.
Bu
nedenlerle davalı Partinin Programı nedeniyle kapatılmasına karşıyım.
|
|
|
|
|
Başkanvekili
Güven DİNÇER
|