ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı:1993/4 (Siyasî
Parti-Kapatma)
Karar Sayısı:1995/1
Karar Günü:19.7.1995
R.G.
Tarih-Sayı:22.10.1997-23148
DAVACI
: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
DAVALI
: Sosyalist Birlik Partisi
DAVANIN
KONUSU : Sosyalist Birlik Partisi'nin, tüzük ve proğramının, Birinci Büyük
Kongre'de alınan kararın, bu karara dayanak oluşturan Genel Yönetim Kurulu
raporu ile Genel Başkan ve Genel Başkan Yardımcısı'nın Parti adına yaptığı
açıklamaların; Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2., 3., 6., 14., 69. maddelerine,
Siyasî Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) bendine, 80. maddesine ve 81.
maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırılığı savıyla, aynı Yasa'nın 101.
maddesinin (a) ve (b) bentleri uyarınca kapatılmasına karar verilmesi
istemidir.
I-
DAVA
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın kapatılma istemli kamu davasına ilişkin 28.12.1993
günlü, SP. 43 HZ.l993/57 sayılı iddianamesinde şöyle denilmektedir:
"I-
Giriş
Çalışmalarıyla
ulusal iradeyi oluşturarak genel ve yerel seçimler yoluyla siyasal iktidara
sahip olmayı ve siyasal kararları etkilemeyi hedef alan kuruluşlar olan siyasal
partileri, Anayasanın 68. maddesinin ikinci fıkrası hükmü, demokratik siyasal
hayatın vazgeçilmez ögeleri saymak suretiyle demokrasinin belirleyici temel
özelliklerinden birisi olarak kabul etmiştir.
Kişilerin
genel oy hakkı çerçevesinde tek tek sahip oldukları siyasal tercihleri,
programları yönünde toplayıp birleştirerek siyasal iktidara ulaşmayı amaçlayan
siyasal partilerin ulusal iradenin oluşmasındaki rol ve görevleriyle olağan
derneklerden farklı bir durumda bulunduğunu gözeten Anayasa, bu nedenle onları
öncelikle kendi yapısı içinde düzenleme gereğini duymuş ve 68. ve 69.
maddelerinde kuruluşları, tüzük ve programlarında ve çalışmalarında uymakla
yükümlü oldukları hususları ve kapatılmaları hakkında genel nitelikteki
kuralları getirmiştir. Ancak, önceden izin alınmadan kurulabileceği ve onlar
olmadan gerçek bir demokratik hayatın var olamayacağı kabul edilen siyasal
partilerin, çalışmalarında hiçbir sınırlamaya bağlı olmayacaklarını söylemek
olanaksızdır. Çünkü, toplum hayatında çok önemli işlevlere sahip bulunan
siyasal partilerin demokratik düzeni ve cumhuriyetin niteliklerini hedef alan
bir güç merkezi durumuna gelmesi toplumu tehdit etmeye başlar ve kamu düzeni
bozulur. Toplumun hukuksal açıdan örgütlenmiş biçimi olan devletin bizzat kendi
varlığına yönelen bu gibi tehlikelere karşı hukuk devleti ilkesi çerçevesi
içinde gereken önlemleri alması onun demokratik hukuk devleti olma niteliğinin
gereğidir. Anayasa, siyasal partileri demokratik, siyasal hayatın vazgeçilmez
ögeleri ve demokrasinin simgesi saymış olmakla birlikte, çalışmalarında
sınırsız bir özgürlük tanımamış, onların ülke zararına çalışmaların odağı
olabilmesi olasılığını öngörerek bu gibi hallerde kapatılabileceklerini kabul
etmiştir. Getirilen yasaklamalara uyulmaması durumunda, Türkiye Cumhuriyetinin
kendisiyle özdeşleşmiş olan niteliklerin ve devletin dayanağını oluşturan temel
ilke ve esasların sarsılacağı ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tehlikeye
düşeceğinde hiç kuşku yoktur. Yukarıda belirlenen nitelikler ve işlevlerin
sonucu olarak Anayasa 69. maddesiyle, kurulan partilerin tüzük ve
programlarının ve kurucularının hukukî durumlarının Anayasa ve yasa hükümlerine
uygunluğunun kuruluşlarını takiben ve öncelikle denetleme ve gerektiğinde
kapatma davası açma görevini Cumhuriyet Başsavcılığımıza vermiştir.
Siyasal
partilerin kuruluşlarından itibaren çalışmaları, denetimleri konularında olduğu
kadar kapatılmalarına ilişkin ilke ve esaslar belli bir düzen içerisinde
ayrıntılı olarak Siyasî Partiler Yasası (Daha sonra "SPY" olarak
anılacaktır)'nda yer almış, Anayasada belli edilen yasaklara uymadığı
Cumhuriyet Başsavcılığınca tespit edilen siyasal partiler hakkında Anayasa Mahkemesinde
kapatma davası açılması benimsenmiştir.
Davalı
siyasal parti, gerekli bildiri ve belgelerin 15.1.1991 tarihinde İçişleri
Bakanlığına verilmesiyle SPY'nın 8. maddesine göre tüzel kişilik kazanmıştır.
Cumhuriyet Başsavcılığımız da Anayasa ve SPY'nın yüklediği görev uyarınca,
diğer partiler gibi, davalı siyasal partinin yurt düzeyindeki çalışmalarını
kuruluşundan başlayarak izlemeye başlamış, görevden ötürü (re'sen) yapılan
izleme yanında 9.11.1993 gün ve SP.33 Muh.1993/154 sayılı yazımız üzerine davalı
siyasi partice 12.10.1993 gün ve 706 sayılı yazı ekinde gönderilen yayınların
incelenmesi ve değerlendirilmesinden, davalı siyasî partinin çalışmalarında,
kapatmayı gerektiren yasaklamalara aykırı davranışların var olduğu kanısına
varılmıştır.
II-
Açıklamalar
SPY'nın
78., 80. ve 81. maddelerini de içeren, dördüncü kısmındaki yasaklara aykırılık
halinde partinin kapatılmasını düzenleyen 101. maddesinde bir siyasal parti
hakkında kapatma kararının şu hallerde verileceği belirlenmiştir: (a) Parti
tüzük, program ve diğer mevzuatının yasanın dördüncü kısmında yer alan
hükümlere aykırı olması veya (b) Parti büyük kongresinde, merkez karar ve
yönetim kurulunca veya bu kurulun iki ayrı kurul olarak oluşturulduğu hallerde
ilgili kurulca ya da Türkiye Büyük Millet Meclisi grup yönetim veya grup genel
kurullarınca Yasa'nın dördüncü kısmındaki hükümlere aykırı karar alınması veya
genelge ve bildiriler yayınlanması veya karar alınmamış olsa bile bu kurullarca
aynı hükümlere aykırı faaliyetlerde bulunulması yahut parti genel başkan veya
genel başkan yardımcısı veya genel sekreterinin sözü edilen bu maddeler
hükümlerine aykırı olarak sözlü ya da yazılı beyanda bulunması veya (c) parti
merkez karar ve yönetim kurulunca Yüksek Seçim Kuruluna partiyi temsilen
konuşma yapacağı bildirilmiş olan kimsenin radyo ve televizyonda yaptığı
konuşmanın Yasa'nın dördüncü kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı
olması.
Bu
dava açısından 101. maddenin (c) bendinin uygulanması söz konusu değildir. Bu
nedenle, var olan kanıtların (a) ve (b) bentleri uyarınca değerlendirilmesi
gerekmektedir. (a) bendinde tüzük ve programı esas alması yanında (b) bendinde
de sözlü ya da yazılı beyanlarıyla partinin kapatılmasına neden olabilecek
parti organları arasında büyük kongre, merkez karar ve yönetim kurulu veya bu
kurul iki ayrı kuruluş olarak oluşturulmuş ise bunların her biri ile genel
başkanı ve genel başkan yardımcısı sayılmıştır.
Davalı
siyasî partinin tüzük ve programındaki kapatılma nedeni olabilecek kimi
belirsizlikleri; davalı siyasi partinin büyük kongre kararı, genel yönetim
kurulu raporları, genel başkan Sadun AREN ve genel başkan yardımcısı Sıtkı
COŞKUN'un parti adına açıklamaları ile kapatılmaya ilişkin kanıtlar daha
belirgin hale gelmiştir.
Parti
Tüzüğünün, partinin amaçlarını belirleyen 2. maddesinde,
"...
Parti, ulusal baskı ve şiddetin her türlüsüne karşı mücadele eder. Kürt
sorununa barışçı, demokratik ve adil bir çözüm yolunun bulunması, bunun
koşullarının yaratılması için çalışır..." denilmekte ve parti programının,
Katılımcı
demokrasi başlığı altında,
"Ülkemizin
karşı karşıya bulunduğu çok boyutlu, derin sorunlar ve dünyadaki hızlı, çok
yönlü değişiklikler, Türkiye'de köklü bir politik yenilenmeyi, demokratik
yeniden yapılanmayı zorunlu kılmaktadır. Toplumsal yaşamın her alanında yıkıcı
etkilerde bulunan tıkanıklığı aşmak, toplumsal dinamizmin önünü açmak, ancak
baskıcı anlayış ve rejime son vermekle ve köklü bir demokratikleşmeyle mümkün
olacaktır.
Buna
bir ilk adım olarak Partimiz
........
Kürtlerin
varlığının ve kimliğinin resmen tanınmasını, kendi sözlerini söyleyebilmelerini
.......
zorunlu
görmektedir..."
Kürt
sorunu başlığı altında,
"Partimiz,
Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının önemli bir bölümünü Kürtlerin oluşturduğu
olgusundan hareketle, "Kürt Halkı'nın varlığı" gerçeğini söylemeyi
engelleyen yasaklar zinciri ortadan kaldırılmadıkça, Kürt sorununu tartışma ve
çözümler üretme olanağının bulunmadığı görüşündedir.
Partimiz,
Kürt sorunu çözülmeden ülkemize demokrasinin gelemeyeceği, demokrasi sorununa
çözüm bulunmadan da Kürt sorununun çözülemeyeceği inancındadır. Kürt sorunu,
Türkiye'nin, Türklerin ve Kürtlerin, demokrasi ve özgürlükten yana olan
herkesin sorunudur. Çünkü bu sorun, baskıcı rejimin hem bir nedeni hem bir
sonucudur.
Partimiz,
Kürt sorununun, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi, Helsinki Sonuç Belgesi doğrultusunda Türkiye'nin yeniden yapılanması
temelinde barışçı, demokratik yöntemlerle çözülmesinden yanadır.
Partimiz,
Kürt sorununa barışçı, demokratik ve adil bir çözüm yolu bulunması, bunun
koşullarının yaratılması için ciddi, tutarlı ve inançlı bir uğraş verecektir.
Partimiz,
kendini Kürt halkının yerine koymadan, onlar adına çözümler önermeden, Türkler
ve Kürtler arasında demokratik bir ortamda oluşacak bir mutabakatla, bu
ekonomik, politik, sosyal ve kültürel boyutlu karmaşık sorunun çözüme ulaşması
için çalışacaktır.
Partimiz,
Kürtlerin kendi kimlikleri ile tartışmalara katılması, sorunun çözümünde taraf
olabilmeleri için, Kürt dili ve kültürü üzerindeki yasak ve baskıların
kaldırılması için, Kürtçe yazma ve konuşmayı yasaklayan 2932 sayılı Yasa'nın ve
benzer yasaların kaldırılması, Ceza Yasası'nda ve Siyasî Partiler Yasası'ndaki
ilgili yasaklara son verilmesi için çalışacaktır.
Partimiz,
acil olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da savaş hali ve gerekçelerinin ve devlet
terörünün son bulması, militarist, şoven, baskıcı resmî anlayışın, Kürtleri bir
güvenlik rizikosu kabul eden görüşlerin terkedilmesi, yerlerinden yurtlarından
olmalarının önlenmesi, zorunlu göç ve sürgüne, kötü muamelelere hedef olmaktan
kurtulmaları için mücadele edecektir."
Eğitim
başlığı altında,
diğer
düzenlemeler yanında "... Kürtlerin ana dillerinde eğitim görmeleri imkanı
da sağlanmalıdır..."
Kültür
başlığı altında,
"...
Kürtlerin kendi kültür varlıklarını yaşatmaları ve geliştirmeleri
desteklenecektir..."
İbareleri
yer almaktadır.
Siyasî
Partiler yasasının belirlediği yöntem ve esaslara göre parti mevzuatındaki bu
düzenlemelerin anlamının; partinin büyük kongeresi ile ilgili kurullarının
aldığı kararlar, yayınladığı genelge ve bildirileri, bir karara dayanmasa bile
faaliyetleri, genel başkan, genel başkan yardımcısı ve genel sekreterinin
yazılı veya sözlü beyanları ile birlikte değerlendirilmesi zorunlu görülmüştür.
Davalı
siyasî partinin Büyük Kongresi 2-3 Mayıs 1992 tarihinde yapılmıştır. Bu
kongrede partinin genel yönetim kurulunun çalışma raporu incelenmiş ve göndemindeki
konuları görüşerek bazı noktaların bir sonuç bildirgesiyle duyurulması
kararlaştırılmıştır. Gerek genel yönetim kurulu çalışma raporu ve gerekse
birinci kongre sonuç bildirgesi ve kararları parti yayını olarak
yayınlanmıştır.
Birinci
kongre genel yönetim kurulu çalışma raporunda;
"...
Kürt sorununun bugün geldiği yer Kürt halkının uzun mücadele sürecinin ve
birleşik olarak kürt politik örgüt ve hareketlerinin varlığıyla gelinen yerdir.
Son 10 yılda Türkiye açısından PKK. öne çıkan kürt örgütü durumundadır.
....
Nevroz
olayları ve sonrasındaki şiddet askersel çözüm yanlısı güçler, Hizbullak (h)
vb. kontgerilla organizasyonlarını da daha yoğun kullanarak kendi tutumlarını
hükümete kabul ettirmişlerdir. Bu durumda Kürt realitesini yok sayan, onların ulusal
ve uluslararası yasa ve antlaşmalardan doğan ve her ulusun sahip olduğu kendi
geleceğini özgürce belirleyebilmek için vazgeçilmez olan hak ve özgürlüklerini
yadsıyan ve bu konulardaki yasal ve barışçı girişimi şiddetle bastıran
geleneksel politika en azından bugün tekrar üstünlük kazanmış görünmektedir.
Oysa, bu politikanın bizzat kendisinin bölücü niteliği 70 yıllık uygulamasının
sonuçlarıyla ortadadır.
.....
SBP
GYK'sı şiddete dayalı yöntemlerin ne Kürtlere ne de Türklere hiçbir yararı
olmadığı ve terkedilmesi gerektiğinin yaşamsal öneminin altını çiziyor. Bir
bütün halinde şiddet Türk ve Kürt nüfusunun gittikçe daha çoğunu sertlik
yanlısı güçlere doğru kutuplaştırma ve her iki halkı da birbirine karşı
cepheleştirme eğilimi taşıyor.
.....
GYK'mız
Kürt sorununun çözümü açısından şu temel noktaların altını çizmektedir.
Kürt
sorunu Kürt kimliği ve özgürlüklerini tanımamak ve gereğini yerine
getirmemekten kaynaklanmaktadır.
Kürtler
nasıl yaşamak istiyorlarsa öyle yaşamakta özgür olmalıdırlar. Bu en doğal insan
hakkıdır. Bu hak bağımsız yaşamayı da içerir.
Nasıl
yaşamak istedikleri konusunda Kürtler özgür olunca, bu sorun çözüm yoluna
girebilir.
Kürtler
üniter devlet içinde yaşamaktan, bağımsız devlet kurmaya kadar çeşitli
alternatif yaşam biçimlerini seçmekte özgür olmalıdırlar.
Bu
özgürlük hiçbir tehdit, korku ve müeyyide taşımayan bir özgürlük olmalıdır.
Şiddet
eylemleri ve PKK. ile Kürt sorununu özdeş görmemek, karıştırmamak gerekir. Kürt
sorunu PKK'dan önce de vardır. PKK. bu işten vazgeçerse de, Kürt sorunu
çözülmezse Kürt sorunu gene varolmaya devam edecektir.
Türkiye
halkı ve demokrasiden yana olan herkesin ortak çabası ile Kürt sorunu
çözülebilir ve çözülmelidir. Bu noktada GYK'mız işçi sınıfının sendikal,
politik hak ve özgürlükler mücadelesi ile Kürtlerin hak ve özgürlüklerinin
gerçekleştirilmesinin yakın bağına dikkatleri çekiyor.
Kürt
sorunu çözülmeden 12 Eylül'den tam çıkış ve demokrasi gelemez. Demokrasi
uygulanmadan, Kürt sorunu çözülemez. Yani Türkler ve Kürtler arasında tam hak
eşitliği sağlanmadan, sorunun tam bir açıklıkla ve sınırsızca tartışılması için
politik ve yasal koşullar sağlanıp, yasaklar kalkmadan hangi çözümün doğru
olduğunu sağlıklı bir biçimde tartışmak bile mümkün değildir.
Sorunun
çözümünün birinci koşulu; çözüm olarak önerilebilecek bütün görüşlerin
açıklanma, savunulma ve alternatif olarak da kendini istediği biçimde ifade
etmesi özgürlüğünün kabul edilip, güvence altına alınmasıdır. İkinci koşul,
problemin ilgililerinin demokratik ortamda oluşacak tercihlerine karşı kesin
bir kabul ve saygı dışında hiçbir yaptırım uygulanmayacağı güvencesinin yasal
temelde sağlanmasıdır. Üçüncü koşul; özgür demokratik bir tartışma sonucu
oluşan sonuçla birlikte ilerde sorunun şu veya bu evrede gündeme tekrar gelmesi
halinde ele alınabilmesi işlevli mekanizmalara sahip olmasıdır.
Önce
tüm yasakların, baskı ve eşitsizliklerin kalktığı şiddetin ve silahın
terkedildiği tam ve güvenceli demokratik bir ortam. Bu olmadan GYK'mız Kürt
sorununu tartışmak ve çözümler üretme olanağının çok sınırlı olduğu
görüşündedir.
Kürt
sorunu, Kürtlerin özgür iradesini temel alan, Kürtlerin ve Türklerin tam hak eşitliği
temelinde ortak çıkarlarını sağlayan demokratik bir mutabakatla, bölge ve dünya
barışına hizmet eden, şiddeti bütün biçimleriyle reddeden, barışçı, demokratik
ve adil bir çözümle sonuca ulaştırılabilir.
Önceki
yıllarda çözümü daha kolay olan Kürt sorunu, gün geçtikçe çözümü zorlaşan bir
sorun haline gelmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin geleneksel politikalarıyla,
Kürt realitesinin çatıştığı bir konumdan Kürtlerle Türklerin çatıştığı bir
konuma doğru yuvarlanma tehlikesi ciddidir. Bu noktada, Türkiye solunun üzerine
düşeni yeterince yerine getirdiği söylenemez. Partimiz sorundaki tehlikeli
gelişmeye dikkati çekmiş, Genel Başkanımız Sadun AREN bu konuda doğrudan Sayın
S.DEMİREL ve E.İNÖNÜ'ye mektupla görüşlerimizi iletmiş, kamuoyuna açıklamalar
yapmıştır. İl örgütlerimizin girişimleri olmuştur. Ama en başta Kürtlerin yoğun
yaşadığı illerde parti örgütlerimizi kuramamış oluşumuzdan başlayarak sorunda
eksik kaldığımızı da kabul etmeliyiz.
Türkler
ve Kürtlerin özgür ve gönüllülükleri temelindeki birliğinden yana olan SBP
birinci kongresi vesilesiyle Türkiyenin Türk-Kürt tüm yurttaşlarına, kamu
görevi yürüten ya da yurttaş insiyatifi niteliğinde bulunan bütün kurumlarına
seslenmekte ve aşağıdaki önerilerin hayata geçirilmesi için zaman yitirilmemesi
gerektiğini hatırlatmaktadır.
Yukarıda
ifade edilen noktalardan çıkarak gerçekleştirilmesi gereken değişikliklerin bir
bölümü hükümet kararnameleriyle, bir bölümü yasa değişiklikleriyle, bir bölümü
ise yeni bir anayasa ile sağlanabilir.
İvedilikle
harekete geçilmesi gerektiğinden, anayasa gibi geniş mutabakatlar gerektiren
konuların ele alınmasından önce hükümet kararnameleri ve yasa değişiklikleriyle
temel adımların atılması gerekmektedir.
Sosyalist
Birlik Partisi Türkiye'nin, tüm yurttaşların esenlik içinde yaşadığı bir ülke
haline gelebilmesi için ulaşılması gereken hedefleri şöyle tanımlamaktadır :
1)
Kürtlerin varlığı yasal temelde tanınmalıdır.
2)
Devlet ve hükümet Kürt sorununun çözümünde askersel araç ve çözümleri değil,
politik araçlar ve çözümü benimsediğini açıklamalıdır.
3)
Olağanüstü hal hemen sona ermeli, koruculuk sistemi kaldırılmalı, özel tim
bölgeden çekilmelidir.
4)
Anayasa ve siyasî partiler yasası barışçılığı esas alan tüm görüşlerin tam bir
özgürlük içinde dile getirilmesini sağlamalıdır. Ayrılıkçı partiler de yasal
olabilmelidir. Bu ayrılma durumunun hangi koşulların yerine gelmesiyle
gerçekleşebileceğinin anayasada tanımlanmış olmasını gerektirir.
5)
Kürt sorununu yasal yollardan dile getirmek ve en uç önerileri bile
seslendirebilmek mümkün olmadığı için yasal yolların dışına çıkmış olanlar için
bir genel af getirilmelidir.
6)
Merkezi devlet örgütlenmesinde ademi merkeziyetçiliği güçlendirecek şekilde
bölgesel düzenlemeler yapılmalı, eyalet sistemine geçilmeli, eyalet meclisleri
kurulmalı, eyalet il ve ilçe yönetimleri seçimle görev getirilmelidir.
7)
Eğitimde yerel yönetimlerin söz sahibi olması sağlanmalı ve yerel yönetimlerin
kararlarına bağlı olarak Kürtçe derslerinin konulması mümkün olabilmelidir.
8)
Radyo ve televizyonlardan Kürtçe de yayın yapılmalıdır.
9)
Devlet katlarında ve Silahlı Kuvvetlerde görevli kürt kökenli yurttaşların
kendi ulusal kimliklerini açık ifade edebilmeleri sağlanmalıdır. Devletin
yasama, yürütme ve yargı erk organlarının bileşiminin ülke nüfusunun etnik-ulusal
bileşimine uygun hale gelmesiyle eşitlik sağlanmağa başlanılmış olabilir.
Haklarda ve devletin tüm yapısında farklı kökenlerden tüm yurttaşların tam
eşitliği ve devletin milliyetçilikten arındırılması, yani Türk vasfından
uzaklaştırılmasıyla, devlet Türklerin, Kürtlerin ve ülkede yaşayan tüm ulus ve
etnik kökenden yurttaşların demokratik devleti olma imkanını kazanabilir. Eğer
Kürt olduğunu ifade eden bir teğmen general olabiliyorsa, Kürtlerin devletin en
yüksek katlarına gelebildiği ancak o zaman söylenebilir.
Türkiye
Cumhuriyeti'nin ve bu Cumhuriyette yaşayan tüm yurttaşların esenliği bu
değişikliklere ulaşılabilmesine bağlıdır. Geleneksel devlet politikasında ısrar
Türkiye'yi içeride kaosa, dışarıda ise bir barbarlar ülkesi konumuna
sürükleyecektir..." denilmektedir.
Davalı
Partinin büyük kongeresinde alınan karara dayalı partinin görüşleri "1.
kongre sonuç bildirgesi ve kongere kararları" ismi ile parti yayını olarak
bir kitapcık haline getirilmiştir. Burada "Kürt Sorunu Hakkında Karar
Tasarısı" başlığı altında aynen,
".....
SBP
1. Kongresi, Kürt sorununun çözümü açısından şu temel noktaların altını
çizmektedir.
Kürt
sorunu, kürt kimliği ve özgürlüklerini tanımamak ve gereğini yerine
getirmemekten kaynaklanmaktadır.
Kürtler
nasıl yaşamak istiyorlarsa öyle yaşamakta özgür olmalıdırlar. Bu en doğal insan
hakkıdır. Bu hak bağımsız yaşamayı da içerir.
Nasıl
yaşamak istedikleri konusunda kürtler özgür olunca, bu sorun çözüm yoluna
girebilir.
Kürtler
üniter devlet içinde yaşamaktan, bağımsız devlet kurmaya kadar çeşitli
alternatif yaşam biçimlerini seçmekte özgür olmalıdır.
Bu
özgürlük hiçbir tehdit, korku ve müeyyide taşımayan bir özgürlük olmalıdır.
Şiddet
eylemleri ve PKK ile Kürt sorununu özdeş görmemek, karıştırmamak gerekir. Kürt
sorunu PKK'dan önce de vardı. PKK bu işten vazgeçerse de, Kürt sorunu
çözülmezse Kürt sorunu gene varolmaya devam edecektir.
Türkiye
halkı ve demokrasiden yana olan herkesin ortak çabası ile Kürt sorunu
çözülebilir ve çözülmelidir. Bu noktada Kongremiz işçi sınıfının sendikal,
politik hak ve özgürlükler mücadelesi ile Kürtlerin hak ve özgürlüklerinin
gerçekleştirilmesinin yakın bağına dikkatleri çekiyor.
Kürt
sorunu çözülmeden 12 Eylül 'den tam çıkış ve demokrasi gerçekleşemez. Demokrasi
uygulanmadan, Kürt sorunu çözülemez. Yani Türkler ve Kürtler arasında tam hak
eşitliği sağlanmadan, sorunun tam bir açıklıkla ve sınırsızca tartışılması için
politik ve yasal koşullar sağlanıp, yasaklar kalkmadan hangi çözümün doğru
olduğunu, sağlıklı bir biçimde tartışmak bile mümkün değildir.
Sorunun
çözümünün birinci koşulu;çözüm olarak önerilebilecek bütün görüşlerin açıklama,
savunulma ve alternatif olarak da kendi istediği biçimde ifade etmesi
özgürlüğünün kabul edilip, güvence altına alınmasıdır. İkinci koşul; problemin
ilgililerin demokratik ortamda oluşacak tercihlerine karşı kesin bir kabul ve
saygı dışında, hiçbir yaptırım uygulanmayacağı güvencesinin yasal temelde
sağlanmasıdır. Üçüncü koşul; özgür, demokratik bir tartışma sonucu oluşan
sonuçla birlikte ilerde sorunun şu veya bu evrede gündeme tekrar gelmesi
halinde ele alınabilmesi işlevi mekanizmalara sahip olmasıdır.
Önce
tüm yasakların, baskı ve eşitsizliklerin kalktığı şiddet ve silahın
terkedildiği tam ve güvenceli demokratik bir ortam bu olmadan kongremiz Kürt
sorununu tartışmak ve çözümler üretme olanağının çok sınırlı olduğu
görüşündedir.
Kürt
sorunu, Kürtlerin özgür iradesini temel alan, Kürtlerin ve Türklerin tam hak eşitliği
temelinde ortak çıkarlarını sağlayan demokratik bir mutabakatla, bölge ve dünya
barışına hizmet eden, şiddeti bütün biçimleriyle reddeden barışçı, demokratik
ve adil bir çözümle sonuca ulaştırılabilir.
Önceki
yıllarda çözümü daha kolay olan Kürt sorunu, gün geçtikçe çözümü zorlaşan bir
sorun haline gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti'nin geleneksel politikalarıyla,
Kürt realitesinin çatıştığı bir konumdan, Kürtlerle Türklerin çatıştığı bir
konuma doğru yuvarlanma tahlikesi ciddidir.
SBP.
Kongresi şiddete dayalı yöntemlerin, ne Kürtlere ne de Türklere hiçbir yararı
olmadığı ve terkedilmesi gerektiğinin yaşamsal öneminin altını çiziyor. Bir
bütün halinde şiddet, Türk ve Kürt nüfusunun gittikçe daha çoğunu sertlik
yanlısı güçlere doğru kutuplaştırma ve her iki halkı da birbirine karşı
cepheleştirme tehlikesini taşıyor. Son günlerde Batı Anadolu'da tekrar uç
verdirilen olaylar vahimdir. Dış Türkler olgusundan da çarpıtılarak yararlanan
şoven, pantürkist çevrelerin kışkırtmaya çalıştığı milliyetçi hisleri bu açıdan
tehlikeli bir toplumsal psikolojik zemin yaratıyor.
Kongremiz,
Kürt sorununun bu ortam içinde ve şiddet makasında, en azından belli bir süre
için çözüm olanaklarının daraltılıp ertelendiği bir duruma, kitlenme
tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna dikkatleri çekmektedir. Çünkü Kürtlerin
varlıklarını inkar politikasından bile tam anlamıyla vazgeçilmemiştir.
Hükümetin kuruluşunu izleyen günlerde Başbakan DEMİREL'in "Kürt
realitesini tanıyoruz" sözleri resmî devlet televizyonunda sansür edilebilmiştir.
Gene Başbakan'ın 30 Mart 1992'de yabancı basın için İstanbul'da düzenlediği
basın toplantısında sarfettiği "Kürt" sözcüğü yine TRT tarafından
yansıtılmamıştır. Kısaca, "devlet içindeki devletin" Kürt sorununu
çözümsüzlüğe doğru yuvarlama tehlikesi artmaktadır.
Türklerin
ve Kürtlerin özgür ve gönüllülük temelindeki birliğinden yana olan SBP.,
Birinci Kongresi vesilesiyle, Türklerin Türk-Kürt tüm yurttaşlarına, kamu
görevi yürüten ya da yurttaş insiyatifi niteliğinde bulunan tüm kurumlarına
seslenmekte ve aşağıdaki önerilerin hayata geçirilmesi için zaman yitirilmemesi
gerektiğini hatırlatmaktadır.
Yukarıda
ifade edilen noktalardan çıkarak gerçekleştirilmesi gereken değişikliklerin bir
bölümü hükümet kararnameleriyle, bir bölümü yasa değişiklikleriyle, bir bölümü
ise yeni bir anayasa ile sağlanabilir.
İvedilikle
harekete geçilmesi gerektiğinden, anayasa gibi geniş mutabakatlar gerektiren
konuların ele alınmasından önce, hükümet kararnameleri ve yasa
değişiklikleriyle temel adımların atılması gerekmektedir.
Sosyalist
Birlik Partisi 1.Kongresi Türkiye'nin tüm yurttaşların esenlik içinde yaşadığı
bir ülke haline gelebilmesi için, ulaşılması gereken hedefleri şöyle
tanımlamaktadir.
1)
Kürtlerin varlığı yasal temelde tanınmalıdır.
2)
Devlet ve hükümet Kürt sorununun çözümünde askersel araç ve çözümleri değil,
politik araç ve çözümleri benimsediğini açıklamalıdır.
3)
Olağanüstü hal hemen sona erdirilmeli, koruculuk sistemi kaldırılmalı, özel tim
bölgeden çekilmelidir.
4)
Anayasa ve siyasî partiler yasası, barışçılığı esas alan tüm görüşlerin tam bir
özgürlük içinde dile getirilmesini sağlamalıdır. Ayrılıkçı partiler de yasal
olabilmelidir. Bu ayrılma durumunun, hangi koşulların yerine gelmesiyle
gerçekleşebileceğinin Anayasada tanımlanmış olmasını gerektirir.
5)
Kürt sorununu yasal yollardan dile getirmek ve en uç önerileri bile
seslendirebilmek mümkün olmadığı için, yasal yolların dışına çıkmış olanlar
için bir genel af getirilmelidir.
6)
Merkezi devlet örgütlenmesinden adem-i merkeziyetçiliği güçlendirecek şekilde
bölgesel düzenlemeler yapılmalı, eyalet sistemine geçilmeli, il ve ilçe
yönetimleri seçimle göreve getirilmelidir.
7)
Eğitimde yerel yönetimlerin söz sahibi olması sağlanmalı ve yerel yönetimlerin
kararlarına bağlı olarak Kürtçe derslerinin konulması mümkün olabilmelidir.
8)
Radyo ve televizyonlardan Kürtçe yayın da yapılmalıdır.
9)
Devlet katlarında ve Silahlı Kuvvetlerde görevli Kürt kökenli yurttaşların
kendi ulusal kimliklerini açık ifade edebilmeleri sağlanmalıdır. Devletin
yasama, yürütme ve yargı erk organlarının bileşiminin ülke nüfusunun etnik
ulusal bileşimine uygun hale gelmesiyle eşitlik sağlanmağa başlanılmış
olabilir. Haklarda ve devletin tüm yapısında farklı kökenlerden tüm
yurttaşların tam eşitliği ve devletin milliyetçilikten arındırılması, yani Türk
vasfından uzaklaştırılmasıyla, devlet Türklerin, Kürtlerin ve ülkede yaşayan
tüm ulus ve etnik kökenden yurttaşların demokratik devleti haline
getirilebilir. Eğer Kürt olduğunu ifade eden bir teğmen general olabiliyorsa,
Kürtlerin devletin en yüksek katlarına gelebildiği ancak o zaman söylenebilir.
Türkiye
Cumhuriyeti'nin ve bu Cumhuriyette yaşayan tüm yurttaşların esenliği bu
değişikliklere ulaşabilmesine bağlıdır. Geleneksel devlet politikasında ısrar
Türkiye'yi içerde kaosa, dışarda ise barbarlar ülkesi konumuna
sürükleyecektir."
Denilmekte
ve bu kararın 6 karşı oyla çoğunlukla kabul edildiği belirtilmektedir.
Partinin
genel yönetim kurulunun çeşitli tarihlerdeki bu açıklamalarının
"Bülten" adı ile yayınlanan ve "Sosyalist Birlik Partisi Genel
Merkez Haber Bülteni" olduğu belirtilen parti yayınının 4., 7., 8. ve 11.
sayılarında yer aldığı ve benzer görüşlere yer verildiği görülmektedir.
Partinin
Anayasa değişikliğine ilişkin önerisi Bülten'in 7. sayısında yer almıştır ve
burada "Eğitim dili Türkçe olmalı, ancak değişik etnik kökenli
yurttaşların yoğun olarak yaşadıkları bölğelerde, halkın yaygın olarak
konuştuğu dillerde de eğitim yapılmalıdır. Her dilde özel okul açmak serbest
olmalıdır." ilkesine yer verilmektedir.
Genel
Merkez Haber Bülteni'nin Temmuz 1992, Ağustos 1992 ve Eylül 1992 tarihli
sayılarında davalı parti genel başkanının çeşitli yayın organı temsilcileri ile
yaptığı röportajlardaki beyanları yayınlanmıştır. Genel Başkan Sadun AREN'in
konu ile ilgili olarak sorulara partisi adına verdiği yanıtlar aynen şöyledir;
".....
Vo
Realites: Kürt sorunu konusunda ne düşünüyorsunuz'
AREN:
Türk hükümeti Kürt kimliğini tanımak istemiyor. Sorunun çözümü Kürt kimliğinin
tanınmasından geçiyor.
Vo
Realites: Kürt sorunu konusunda, bağımsızlık, özerklik veya federasyon
önerileri içinde siz hangisine taraftarsınız'
AREN:
Bu konuda kararı Kürtler vermeli. Biz onlara özerklik veya federasyon türü bir
öneriyi dayatamayız. Çözüme ulaşabilmek için önce konunun tartışılabileceği bir
ortam yaratılmalı.
Vo
Realites: 17 Mayıs tarihinde Irak'ta yaşayan Kürtler, arasında seçimler
yapıldı. Bunun Türkiye'de yaşayan Kürtler üzerinde bir yansımasının
olabileceğini düşünüyormusunuz'
AREN:
Düşünmüyorum. Türkiye'de yaşayan Kürtler Irak'takinden çok farklıdırlar; ileri
durumdadırlar. Çok uzun süredir birlikte yaşadıkları Türklerle kaynaşmışlardır.
Türkiye'nin batısında yaşayan birçok Kürt, yaşadıkları bölgenin halkıyla o
kadar bütünleşmişlerdir ki, Kürt kimliklerini ileri sürmemektedirler. Bir örnek
verecek olursak, şu andaki Hükümetin Dışişleri Bakanı Kürttür. Arap ülkelerinde
ise durum farklıdır. Oradaki Kürtler yerli halkla karışıp bütünleşmemişlerdir.
Vo
Realites: Bu nedenle mi, Türkiye'de ne kadar Kürdün yaşadığı hesaplanamıyor'
AREN:
Evet, tamamen öyle. Bu rakamın on ile yirmi milyon arası olduğu söylenebilir.
Altmışlı yıllardaki nüfus kayıtlarında insanlara "ana diliniz ne'"
sorusu soruluyordu. Bu soru Kürt nüfusunun saptanmasına olanak veriyordu. Bugün
bu tür soruların sorulmuyor olması, nüfus içindeki Kürt oranının tespitini
olanaksız kılıyor.
Vo
Realites: PKK'nın "Kürtlerin temsilcisiyim" iddiasını nasıl
değerlendiriyorsunuz'
AREN:
Bunu söyleyemezler. Silah kullandıkları sürece Kürtler de kendilerinden korkuyor.
Zor bir soru.
Vo
Realites: Türkiye'nin iç durumunu nasıl yorumluyorsunuz'
AREN:
Demokratikleşme yönünde gelişmeler var. Güneydoğudaki silahlı mücadele
demokratikleşmenin önünde bir engel oluşturuyor. Eğer eski SSCB sınırları
içerisinde bir Türk müdahalesi gerçekleştirilirse, bu durum da olumsuz
gelişmelere neden olur.
.......
Vorwarts:
Türkiye'de Kürt halkının varlığından bahsetmek yasa önünde suç sayılıyorsa,
partinin Kürt konusundaki tavrı nedir'
AREN:
Partimiz Kürt sorunu konusunda yaklaşık olarak Kutlu ve Sargın'ın partisinin
savunduklarına yakın şeyler söylüyor. Türkiye'de Kürt halkının varlığını, bu
halkın Türklerin sahip olduğu haklara sahip olması, gelecekleri hakkında
kendilerinin karar vermesi gerektiğini savunuyoruz. Kanunlara karşı geliyor sayılsak
bile, bizim konuya bakışımız böyledir. Şu anda hükümet bu konuda kesin bir
tavır takınmıyor, var olan kanunu da bize karşı kullanmıyor.
Kürt
sorunu şu anda Türkiye'nin önemli sorunu. Güney Doğu'da PKK önderliğinde bir
silahlı savaş sürmektedir. Bu durum sorunun barışçı çözümünü engellemektedir.
Biz silah kullanılmasına karşıyız.PKK silahlarını bırakmalı, hükümet de
PKK'cılara af çıkartmalı. PKK mücadelesini yasal yollardan yürütebilmelidir.
Ancak o zaman sorunlar tartışılıp bir çözüm bulunabilir.
Vorwarts:
Türkiye'de demokratikleşme süreci o kadar kuvvetli değil. PKK'nın silahlı
mücadelesi buna engel olabilirmi'
AREN:
Düşünceme göre evet. Fakat şunu da belirtmekte yarar görüyorum ki, şu anda hiç
kimse Kürtlerin tam olarak ne istediğini bilmiyor. Türkiye Kürtlerinin durumu,
Irak ve İran'dakilerden farklı. Kanunlar önünde Türkler ve Kürtler arasında bir
fark yoktur. Kürt halkının yarısı bugün ülkenin batısında yaşamaktadır.
Buradaki halkla kaynaşmış, aralarında derin bağlar oluşmuştur. Bir Kürt başbakan
veya amiral olabilir. Ama Kürt olarak, Kürt asıllı olarak değil. 15 milyon
Kürdün 8 milyonu Türklerle iç içe yaşamaktadır. Bu nedenle Kürtlerin
bağımsızlığı veya özerkliği durumunda başka problemler de çıkacağından, çokça
Kürt bu çözüm önerilerine taraftar değildir. Bugün ayrılma yönünde mücadele
eden Kürtler vardır. Düşünceme göre, serbest bir referandum yapılacak olursa
sonuç arzuladıkları gibi olmayacaktır. Öncelikle Kürtlerin varlığı resmî olarak
kabul edilmeli, okulda, toplumda, kendi dillerini konuşabilmeli, kültürlerini
sürdürebilmelidirler. Konunun açıkça tartışılabileceği bir ortam yaratılmalı,
böyle bir ortamda yapılacak bir referandumla gelecekleri konusunda karar
verebilmelidirler. Partimiz sorunun barışçıl ve demokratik yöntemlerle
çözümünden yanadır.
........"
".......
L'HUMANİTE:
TBKP, gibi yasanın hışmına uğramamak için kongre metinlerinizde Kürt sorununu
nasıl ele aldınız'
S.
AREN: Bildiğiniz gibi, eğer yasa çerçevesinde kalmak istenirse, ülkemizde ne
bir şey yapılabilir, ne de bir şey söylenebilir. Siyasî Partiler Yasası,
partilerin, Türkiye'de etnik ya da dinsel azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek
hakkının olmadığını söylüyor. Buna göre, Kürtlerin olduğu bile söylenemez....
Kürt'lerin bütün sorunu bu; olmak mı, olmamak mı, varlık mı, yokluk mu sorunu.
Biz, Kürt'lerin hak eşitliğini savunuyor ve onları bir azınlık olarak görmeyi
kabul etmiyoruz. Ama bu, sorunu çözmeye yetmez. Gereken şey, Kürt'lerin kendi
yazgılarını kendilerinin kararlaştırabilmesidir. Kongrenin başlıca
sloganlarından biri de buydu: "Kürtler, istedikleri gibi yaşamakta özgür
olmalıdırlar".
-
Gerçekte bu ne anlama geliyor'
-
Örgütlenebilmeleri, geleceklerini tartışmak için kendi partilerini kurmaları
gerektiği anlamına geliyor. Olası çözümlerden biri, bağımsızlıktır. Bir başkası
federasyondur. Bir üçüncüsü, kültürel özerkliktir. Şimdi olduğu gibi, üniter
bir Türk devleti içinde yaşamayı da seçebilirler. Ama bunu söylemek onların
işi. Şimdilik bunu kendileri de bilmiyorlar. Çünkü bu çözümleri özgürce
görüşmek, olası tüm tercihlerin sonuçlarını tartışma olanakları yok.
-
Öyleyse siz, Kürt partilerinin kurulmasından yanasınız'
-
Kuşkusuz. Demokratik bir ortam yaratmak gerekiyor. Bugün durum nedir' Hükümet,
"Kürdistan"dan söz edilmesini bir suç olarak görüyor ve bunu yapan
herkesi mahkemeye veriyor. Ama eğer bir Kürt: "Ben böyle çok iyiyim, bu
durumun değişmesini istemiyorum" derse, bu kez de PKK ona saldırıyor. Bu
koşullarda görüşüp tartışmak olanaksız. O halde silahların susması, hükümetin
bir genel af çıkarması ve PKK'nın yasallaştırılması gerekiyor.
-
PKK'nın yasallık kurallarına uymaya karşı olduğunu mu düşünüyorsunuz'
-
Bilmiyorum. Ama bir şeyden başlamak gerekiyor. Eğer hükümet ilk adımı atarsa
PKK'nın nasıl bir karşılıkta bulunacağı görülecek. Bir şey kesin, bu sorun
silahla çözülemez. İki taraf da bunu kabul etmek ve insan öldürmeye son vermek
zorunda.... Sorun şu ki, PKK hükümetin tek muhatabı olmak istiyor. Ama biz,
halk için de var olan bütün eğilimlerin kendini dile getirebilmeleri için
birçok örgüt olması gerektiğini düşünüyoruz. Bizim önerdiğimiz şema şu:
Kürt'lerin özgürce örgütlenmesi, tartışma ve referandum. Sonra, Kürtler eğer
bağımsızlığı seçerlerse bunu kabul etmek ve sınırlar sorunu gibi, Türk'lerin ve
Kürtlerin malları sorunu gibi, batı bölgelerinde yaşayan Kürtler sorunu gibi
teknik sorunları çözmek için görüşme masasına oturmak gerekecek.
-
Böyle bir şema şimdilik çok azınlıkta kalmıyor mu'
-
Doğru. Bu fikir, Türk toplumu tarafından hoşgörü ile karşılanmıyor. Ama işleri
ilerletmek için bu fikri dile getirmek de önemli. Bu bir zihniyet sorunu. Kürt
halkının özgür kararını kabul etmek zorunda olduğumuzu kabul ettirmekte başarı
sağlamak gerekiyor. Türkiye için temel sorunlardan biridir bu. Eğer bu sorun
çözülebilirse, bütün öteki sorunlar da çözülebilir. Demokratlaşmanın temeli bu.
Çünkü Kürtler için özgürlük kabul edilebilirse, kadınlar için de özgürlük kabul
edilebilir ve bu böylece sürer gider ... her şey birbirine bağlı. Bütün
tabuları yıkmak gerek"
....."
".....
-
Sayın AREN, Kürt sorunu konusunda partiniz iyi niyetli yaklaşımlar içinde olsa
da bu konuda somut bir pratiğiniz yok. Bunun nedenini açıklarmısınız'
-
Öncelikle bizim partimizin görüşünü aktarmak istiyorum, böylece sorunuza da
açıklık getirebilirim.
Kürtler
bir ulustur. Türklerden farlı bir kimliği olan, kültürü olan bir ulustur.
Türkiye'nin aslî unsurudur. Kürtler, azınlık falan sayılmazlar. Eskiden beri
Türklerle yan yana yaşamış kaynaşmış bir halktır.
Türk
devletinin Kürtler üzerinde uyguladığı yok sayma politikası sorunun bu şekilde
gelişmesine neden olmuştur. Belki daha farklı bir gelişme yaşanabilirdi. Biz bu
politikayı reddediyoruz. Yani öncelikle Kürtlerin varlığı kabul edilmeli, onlar
üzerindeki tüm yasaklamalar ve kısıtlamalar kaldırılmalıdır. Ondan sonra
Kürtler nasıl yaşamak istediklerine kendileri karar vermelidirler. Hangi
biçimde olursa olsun, Kürt halkının geleceği Kürtler tarafından
belirlenmelidir. Bu nedenle parti olarak çözüm önerileri üretmek ve bunları
Kürt halkına dayatmaktan yana değiliz.
Bugüne
kadar Kürt halkının kendi özgür idaresiyle karar verme şansı olmadığından doğru
zeminde bir gelişme yaşanmamış. Yani Kürtler üniter bir devlet içinde mi,
federal bir devlet içinde mi, yoksa tamamıyla ayrılıp bağımsız bir devlet
olarak mı yaşamak istiyorlar' Bunu bilmiyoruz. Karşılıklı iki güç arasında Kürt
halkı kendi isteğini dile getirmek fırsatından yoksun kalmıştır. Biz bu
nedenlerle sonunu sahiplerine, yani Kürt halkının özgür iradesine
bırakılmasından yanayız. Bundan dolayı, nasıl yaşayacakları konusunda herhangi
bir önerimiz olamaz. Ancak, Kürt kimliğinin ve kültürünün üzerindeki baskılar
mutlaka sona ermelidir. Bu biçimde yaşama ya da ayrı yaşama biçimlerinden hangisi
olursa olsun bu mutlaka gereklidir.
Bize
düşen görev bu düşüncelerimizi dile getirmektir. Biz de bunu sık sık,
gittiğimiz her platformda dile getiriyoruz."
Gene
genel başkan Sadun AREN'in çeşitli sebeplerle parti adına konu ile ilgili
yaptığı açıklamalar partinin yayın organı "Bülten"in 4., 10. ve 11.
sayılarında yer almıştır. Bu beyanlar,
"....
Kürt sorunu önce özgürce oluşturulacak bir tartışma ortamında tartışılmalıdır.
Parti olarak biz "Kürtler nasıl yaşamak istiyorlarsa öyle yaşamakta özgür
olmalıdırlar" diyoruz. (Bülten Sayı:4)
"
.... Bu vesile ile hükümetin Kürt sorununun çözümüne yönelik bazı adımlar
atmasının yerinde olacağı inancındayız. Örneğin TV. ve radyoda Kürtçe yayın ve
Kürt dilinde eğitim yapılmasını bunlar arasında sayabiliriz." (Bülten
sayı: 10).
"
.... Dünyadaki benzer olaylar ve ülkemizde Kürt sorununun izlediği gelişme
çizgisi bu sorunun silahlı yollarla değil, fakat ancak siyasal, demokratik ve
barışçı yollarla çözülebileceğini en açık biçimde ortaya koymuştur. Bu nedenle
herşeyden önce Hükümetin, PKK'nın silahlı eylemleriyle asıl Kürt sorununu
birbirinden ayırması gerekmektedir. Bundan sonra yapılacak iş Kürt halkını
temsil edebilecek parti ve örgütlerle bir diyaloğ içinde soruna barışçı ve
demokratik çözümler aramaktır. Unutmayalım ki daha PKK'nın bile tam olarak ne
istediği bilinmemektedir.
Burada
Kürtçe eğitim görme olanağı ve Radyo-Tv'de Kürtçe yayın yapılması
gereçekleştirilmelidir. Bunlar talep edildiği takdirde de karşılanması gereken
en doğal demokratik haklardır." (Bülten Sayı: 11).
biçimindedir.
Davalı
Partinin genel başkan yardımcısı Sıtkı COŞKUN'un 28 Şubat 1993 günü Paris'te
yapılan "Türkiye'de siyasi durum ve görevimiz" konulu toplantıda
partisi adına yaptığı açıklamalar "Bülten"in 7. sayısında yer
almaktadır. Bu beyanın bir bölümü aynen "... Kürt sorunu bugün ülkenin en
güncel ve can alıcı sorunudur. Kürt sorunu çözülmeden demokrasi gerçekleşemez.
Her Kürt, Türk yurttaşlarla eşit olana kadar, üzerindeki her türlü baskı ve
ayrımcılık bitene kadar her bilinçli Türk insanı "ben Kürdüm"
diyebilmelidir..." şeklindedir. Sıtkı COŞKUN başka bir beyanında da
"... Sosyalist Birlik Partisi bu noktadan hareketle, Türk ve Kürt
halklarını Çekiç Güç'e karşı çıkmaya çağırıyor, MGK'nın ve hükümetin Çekiç
Güç'ün görev süresinin uzatılması önerisine karşı, milletvekillerinin red oyu
vermesini istiyor." (Bülten Sayı: 10) demektedir.
III-
Kapatma Nedenleri ve Değerlendirme:
A)
Kapatma Nedenleri
Daha
önce de değinildiği gibi, siyasal partilerin amaçları ve kapatılmalarına
ilişkin esaslar Anayasa'nın 68. ve 69. maddelerinde düzenlenmiş bulunmaktadır.
68. maddenin dördüncü fıkrası, siyasal partilerin tüzük ve programlarının
devletin ülkesi ve ulusuyla bütünlüğüne, insan haklarına, ulus egemenliğine,
demokratik ve lâîk Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı; beşinci fıkrası,
sınıf ve zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlayan parti kurulamayacağı kuralını getirmiş, 69. maddenin
birinci fıkrası ise, siyasal partilerin tüzük ve programları dışında faaliyette
bulunamayacakları, Anayasanın 14. maddesinde yer alan sınırlamaların dışına
çıkamayacakları, çıkanların temelli kapatılacakları, sekizinci fıkrası da,
siyasal partilerin yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan, yabancı
ülkelerdeki dernek ve gruplardan herhangi bir suretle ayni ve nakti yardım ve
emir alamayacakları ve bunların Türkiye'nın bağımsızlığı ve ülke bütünlüğü
aleyhindeki karar ve faaliyetlerine katılamayacakları, bu hükümlere aykırı
hareket eden siyasal partinin temelli kapatılacağı kuralını kabul etmiştir.
Çalışmaları
ile ulusal iradenin oluşmasını sağlayarak siyasal iktidara sahip olmayı
hedefleyen siyasal partilerin toplum düzeni ve demokratik hayatın devamı
bakımından taşıdıkları önem onların kuruluş ve faaliyetlerinin izlenmesinin
benzeri örgütlerden farklı olmasını zorunlu kılmıştır. Nitekim, genel çizgileri
itibariyle olağan derneklere benzese bile, siyasal partilerin uymaları gereken
esasların Anayasa'da yer alması, çalışmalarının Anayasa ve yasalar hükümlerine
uygun olup olmadığının derneklerden farklı olarak özel biçimde izlenip,
denetlenmesi, demokratik hayatın vazgeçilmez ögeleri sayılmalarının sonucudur.
Ancak, siyasal partilerin yukarıda belirtilen hedefe ulaşmaları için
yapacakları çalışmalarda mutlak bir özgürlükten yararlanmaları beklenemez.
Demokratik hukuk devleti olmanın gereği olarak, bu özgürlük Anayasa ve
yasalarla sınırlandırılmış, siyasal partiler çalışmalarında herhangi birinin
çiğnenmesi halinde, Anayasa'nın Türkiye Cumhuriyetinin özünden ayrılmayacak
olan nitelikler ve devletin dayandığı temel ilke ve görüşler hiçe sayılmış olur
ve böylece doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti tehlikeye düşer.
Siyasal
partilerin kurulmalarına, faaliyetlerine, denetlenmelerine, kapatılmalarına
ilişkin esasları düzenleyen SPY, Anayasa'nın 68. ve 69. maddelerinde öngörülen
ilke ve esaslara paralel olarak, siyasî partilerle ilgili yasaklar başlıklı
dördüncü kısmında partilerin amaç ve faaliyetlerinde uyacakları hususları
düzenlemiş, bu ilke ve esaslara uymamanın yaptırımını 101. maddenin (a), (b) ve
(c) bentlerinde "partinin kapatılması" olarak belirlemiştir.
Siyasal
partiler için öngörülen yasaklamalar, davanın konusunu ilgilendirdiği ölçüde,
şu biçimdedir:
SPY.nın
78. maddesinde; "Siyasî partiler:
a)
Türkiye Devletinin ... Anayasanın başlangıç kısmında ve 2. maddesinde
belirtilen esaslarını; anayasanın 3. Maddesinde açıklanan Türk Devletinin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline ... dair hükümlerini ....
değiştirmek;
...
dil, ırk, .... ayrımı yaratmak amacını güdemezler veya bu amaca yönelik
faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler.
...."
hükmü getirilmiştir. Sözkonusu yasaklamaların Cumhuriyetin niteliklerini,
devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğini ve Atatürk milliyetçiliği ilkesini
korumaya yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Madde metninde belirtilen Anayasanın
Başlangıç'ında, "... hiçbir düşünce ve mülahazanın ... Türk varlığının
devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının ... Atatürk milliyetçiliği, ilke ve
inkılâpları ... karşısında koruma göremiyeceği" ifade edilmiş, Anayasanın
2. maddesinde ise, Cumhuriyetin nitelikleri sayılırken Başlangıç'a gönderme
yapılmak suretiyle "bölünmezlik" ya da bütünlük ilkesinden dolaylı
olarak söz edilmiş, 3. maddesinin birinci fıkrasında ise, "Türkiye Devleti
ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe'dir." biçimindeki
hükümle "bölünmezlik" ilkesi açık olarak konulmuş, 14. maddesinin
birinci fıkrasında, Anayasadaki hak ve özgürlüklerin hiçbirinin devletin ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak ... dil, ırk, din ve mezhep ayırımı
yaratmak ... amacıyla kullanılamayacağı kabul edilerek temel hak ve
özgürlükleri kötüye kullanılmasının önüne geçilmek istenmiştir.
Sözü
edilen bölünmezlik ilkesinin siyasal, tarihsel ve hukuksal dayanaklarını Amasya
Genelgesi ile başlayıp, Misak-ı Millî (Ahd-ı Millî) bildirgesi ile sonuçlanan
belgeler dizisi oluşturur. Gerçekten, 21-22.6.1919 tarihli Amasya Genelgesinin
1. maddesinde, "Vatanın tamamiyeti, milletin istiklali tehlikededir."
tesbiti yapıldıktan sonra, 7.8.1919 tarihli Erzurum Kongresi kararlarında,
"Trabzon vilayeti ve Canik sancağiyle Vilayat-ı Şarkiye adını taşıyan,
Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Mamuretilaziz, Van, Bitlis vilayeti ve bu saha
dahilindeki müstakil livalar, hiçbir sebep ve bahaneyle birbirinden ve Osmanlı
topluluğundan ayrılması düşünülemeyen bir bütündür. Buralarda yaşayan
müslümanlar birbirlerinin sosyal ve ırki durumlarına saygılı ve öz
kardeştirler.", "Vatanın bütünlüğü, milli istiklalin sağlanması ve
Saltanat ve Hilafetin masuniyeti için kuva-yı milliyeyi amil ve irade-i
milliyeyi hakim kılmak esastır.", ve "Mondros mütarekesiyle
sınırlarımız içinde kalan ve her bölgesinde olduğu gibi Doğu Anadolu
Vilayetlerinde de ezici bir çoğunluğu İslamlar teşkil eden, iktisadi ve
kültürel üstünlüğü müslümanlara ait bulunan ve yekdiğerinden gayrıkabil-i
infikak öz kardeş olan din ve ırkdaşlarımızla meskun memleketlerimizin
bölünmesinden vazgeçilmeli, mevcudiyetimize, hukuk-ı tarihiye, ırkîye ve
dîniyemize riayet edilmelidir." biçimindeki ilkelerle ülke ve ulusun
bölünmezliği vurgulanmıştır. 11.9.1919 tarihli Sivas Kongresi kararlarında ise,
"Heyet-i Temsiliye, Şarkî Anadolu'nun heyet-i umumiyesini temsil
eder."
ibaresi
yerine "Heyet-i Temsiliye vatanın heyet-i umumiyesini temsil eder."
hükmü getirilmiş, "Hükümet-i Osmaniye bir tazyik-i düvelî karşısında
buraları (yani Şark vilayetlerini) terk ve ihmal etmek ızdırarında bulunduğu
anlaşıldığı takdirde alınacak idarî, siyasî, askerî vaziyetlerin tayin ve
tesbiti" yani geçici yönetim oluşturmak meselesini düzenleyen hükümde yer
alan "buraları" ibaresi yerine de "mülkümüzün herhangi bir
cüzünü terk ve ihmal etmek ..." biçiminde kapsamlı ve genel bir kayıt
getirilmiştir. İstanbul'da toplanan Meclis-i Meb'usan'ca 28.1.1920 tarihinde
kabul edilip Büyük millet Meclisi'nce de benimsenen Misak-ı Millî Bildirgesinin
1. maddesinde, "Devlet-i Osmaniye'nin münhasıran Arap ekseriyetiyle meskun
olup 30 Teşrinievvel 1918 tarihli mütarekenin hin-i akdinde muhasım orduların
işgali altında kalan aksamın mukadderatı, ahalinin serbestçe beyan edecekleri
araya tevfikan tayin edilmek lazım geleceğinden, mezkur hatt-ı mütareke
dahilinde dînen, ırkan ve aslen müttehit, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile
ve fedakarlık hissiyatıyla meşhun ve hukuk-ı ırkiye ve içtimaiyeleri ile
şeriyat-ı muhitalarına tamamiyle riayetkar Osmanlı-İslam ekseriyetiyle meskun
bulunan aksamın heyet-i mecmuası hakikaten veya hükmen hiçbir sebeple tefrik
kabul etmez bir küldür." denilerek bölünmezlik ilkesi doğrulanmıştır.
Anayasanın,
bir tarihsel olgu ve hukuksal temel niteliğinde olan bölünmezlik ilkesine
devletin temel amaç ve görevlerini düzenleyen 5., temel hak ve özgürlüklerin
sınırlanmasıyla ilgili 13., basın özgürlüğünü dezenleyen 28. ve 30., dernek
kurma özgürlüğünü düzenleyen 33., gençliğin korunmasından söz eden 58., siyasal
partilerin tüzük ve programlarının uyacakları esasları belirten 68.,
yükseköğretim kurumlarını düzenleyen 130., radyo-televizyon idaresi ve kamuyla
ilişkili haber ajanslarını düzenleyen 133., kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşlarını düzenleyen 135. maddelerinde bu ilkeye yer verdiği 143.
maddesiyle bu bütünlük aleyhine işlenen suçlar için özel yargı yerleri olan
Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurduğu, hatta 81. maddesinde milletvekili 103.
maddesinde Cumhurbaşkanı yemini metnine dahil ettiği görülmektedir. Bütün bu
düzenlemeler, Anayasanın Türkiye Devletinin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği
ilkesine karşı gösterdiği duyarlık ve titizliğin birer işaretidir. Gerçekten,
toplumun hukuksal bağlamda örgütlenmesi demek olan devletin ve dolayısıyla
toplumun kendi varlığına yönelebilecek tehditlere karşı korunmasını sağlayan
bölünmezlik ilkesi bir yönüyle ülkenin tümlüğünü, diğer yönüyle de ulusu
meydana getiren ögelerin bütünlük oluşturmasını ifade eder. Bu ilkenin öylesine
bir özelliği vardır ki, bir yönünün herhangi bir biçimde ihlal edilmesi, diğer
yönünün de ihlal edilmesi sonucunu doğurmaktadır.
Lozan
Barış Antlaşması görüşmelerinde Başdelege İsmet Paşa, "Büyük Millet
Meclisi Hükümeti; Türk yurdunun birliğine ve bölünmezliğine en büyük önemi
vermekte, hakların ve ödevlerin, çıkarların ve yükümlülüklerin yurttaşlarca
eşit olarak paylaşılması gerektiğine inanmaktadır." biçimindeki sözlerle
bütünlük ilkesini açıklığa kavuşturmuştur.
78.
maddenin (a) bendi, siyasal partilerin devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez
bütünlüğü yanında, devlet dilinin Türkçe olduğuna dair kuralı da değiştirme
amacını güdemeyeceklerini ve bu yolda faaliyette bulunamayacaklarını
belirtmektedir. Anayasanın 3. maddesinin birinci fıkrası, devlet dilinin Türkçe
olduğu hükmünü taşımaktadır. Bölünmezlik ilkesinin bir gereği ve sonucu olan bu
hüküm, resmî işlemlerin ve yazışmaların Türk dilinde yapılması, resmî
belgelerin bu dilde düzenlenmesi, öğretimin ve ulusal kültürün yalnızca
Türkçeye dayanması, başka deyişle ülkedeki tek ulusal kültürü Türk kültürünün
oluşturması demektir.Türkçe bireyler arasında yalnızca bir resmi dil olma durumunu
çoktan aşmış; ayrı etnik kökenlerden gelseler bile, yüzyıllar boyunca karışıp
kaynaşmış ve bir ortak kaderi paylaşmış, ortak bir kültüre ulaşmış kitlelerin
hem günlük yaşantıda, aile içinde ve işyerinde yaygın biçimde kullandığı ortak
bir iletişim aracı olabilmiş, hem de aynı kitlelerin ortak bilim, kültür ve
sanat dili olma derecesine ulaşabilmiş ve böylece gerek bireysel, gerekse
toplumsal iletişimin sağlanmasında ana araç olmuştur. Türkçenin kazandığı bu
yaygınlık ve genellik gözönüne alındığında, etnik grupların sahip oldukları
yerel dillerin resmi dil yerine genel iletişim ve eğitim dili olarak
kullanılması düşüncesi kabul edilemez. Yerel düzeyde kalmış, gelişememiş diller
bireylere manevi varlıklarını geliştirme olanağı sağlayamaz.
Diğer
taraftan, hernekadar Anayasanın 26. maddesinin üçüncü fıkrasında,
"Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan
herhangi bir dil kullanılamaz." hükmü getirilmişse de, günümüzde
kullanılması yasaklanmış bir dilin bulunmadığı, her yurttaşın istediği dili
özel yaşantısında özgürce kullandığı yaşanan gerçeklerdendir. Anayasanın 42.
maddesinin son fıkrasında, "Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim
kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez
..." kuralı yer almış, uluslararası sözleşmelerin hükümleri bundan ayrı
tutulmuştur. İlköğretimin zorunlu olması, eğitim ve öğretim birliğinin
sağlanması gereği olarak böyle bir düzenlemeye ihtiyaç duyulmuştur.
Dil
konusunda Anayasada bulunan bir diğer hüküm de 14. maddenin ilk fıkrasındaki,
"Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin
varlığını tehlikeye düşürmek ..... amacıyla kullanılamazlar ..."
biçimindeki kuraldır. Bu hükümle, Anayasadaki hak ve özgürlüklerin dil ayırımı
yaratmak amacıyla kullanılamayacağı kabul edilmiştir.
Davanın
konusu bakımından, SPY.nın 78. maddesinin (a) bendinde incelenmesi gereken bir
başka husus da "millet (ulus)" ve "milliyetçilik (Atatürk milliyetçiliği"
kavramlarıdır. Yüksek Mahkemenizin de, 16.7.1991 gün, Esas 1990/1 (Siyasî Parti
Kapatma), Karar 1991/1 sayılı, 10.7.1992 gün, Esas 1991/2 (Siyasî Parti
Kapatma), Karar 1992/1 sayılı ve en son 14.7.1993 gün, Esas 1992/1 (Siyasî
Parti Kapatma), Karar l993/1 sayılı kararlarında belirtildiği gibi; "...
"millet" KAVRAMI; insanlığın gelişme süreci sonunda vardığı en
ilerlemiş birlikteliği oluşturan toplumsal yapıyı anlatır. "Ulus" ve
yerine göre "Halk" sözcükleriyle de anlatılan bu yapı, bir gelişme düzeyini,
bilinçli ve kişilikli bireyler olgusunu gösterir. "Milliyetçilik"
ise, büyük bir toplumsal gerçek ve "millet düşüncesi"nin üzerine
kurulu olan çağın en etkin kültür ve politik anlayışıdır. Milliyetçilik,
Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Türk Devrimi'nin temel ve önde gelen ilkelerinden
biridir. Cumhuriyet döneminde "millet" ve "milliyetçilik"
kavramları, başta teokrasiden demokrasiye geçişi sağlayan Atatürk olmak üzere
Cumhuriyetin kurucularıyla, onların koyduğu temel ilkeler üzerinde Cumhuriyeti
yöneten kuşaklarca yorumlanmış ve 1924, 1961, 1982 Anayasalarında yer almıştır.
1982 Anayasasının Başlangıç'ında, " ... Atatürk'ün belirlediği
milliyetçilik anlayışı ...", 2. maddesinde "... Atatürk
milliyetçiliği...", 42. maddesinde " ... Atatürk ilkeleri ..."
ve 134. maddesinde "Atatürkçü düşünce ..." sözcükleriyle Atatürk
milliyetçiliği güçlü biçimde yer almaktadır. Atatürk milliyetçiliği, ayrımcı ve
ırkçı bir kavram değil, Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkının, kökeni ne
olursa olsun, devlet yönünden tartışmasız eşitliği, içtenlikli birliği ve
birlikte yaşama istencini içeren çağdaş bir olgudur. Ayrımcılığı dışlayıp
"ulus" yapısı içinde kaynaşmayı öngören bu kavram; etnik kökenleriyle
kimliklerin ayrımcılığa varan resmi bir tanıtım belirtisi olarak söylenmesini
engellemektedir...
"Ulus,
tarihsel ve sosyolojik yönden belirli aşamaları geçmiş ve belirli nitelikleri
kazanmış bir topluluktur. Türk ulusu, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasıyla
sınırları çizilmiş "vatan" kavramına dayanır. Ulus; vatan üzerinde
yaşayan, geçmişten geleceğe doğru bir zaman akışı içinde, ortak yaşam istek ve
amacına bağlanan kültür ve ülkü birliğine dayanır. "Ulus" kavramı dar
çerçeveli topluluk ve dinden başka toplumsal bir bağı olmayan ve başka öge
aramayan ümmet kavramlarından çok farklıdır. Ulus, tarihsel ve sosyal
gelişmenin yarattığı birlikte yaşama olgusudur. Irk gibi antropolojik ve
filolojik niteliklere dayanan dar bir kavram da değildir. Ulus, ortak bir tarih
bilinci yaratmamış göçebe, yerli dil ve soy gruplarından oluşan sosyolojik bir
yapı olan kavim de değildir ..."
Anayasanın
2. maddesinin gerekçesinde, "Atatürk milliyetçiliği" olarak ifade
edilen milliyetçilik kavramı, bütün bireylerin kaderde, kıvançta ve tasada
ortak, bölünmez bir bütün halinde, diğer bir deyişle, ulusal dayanışma ve
adalet anlayışı içinde yaşamaları olarak tanımlanmıştır. Başlangıç'ın dokuzuncu
paragrafında Türk vatandaşlarını millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve
kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve
millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğunun belirtilmesi de Atatürk
milliyetçiliğinin tanımından başka bir şey değildir.
Türkiye
Cumhuriyeti'nin niteliklerini oluşturan ve onun ulusal devlet olmasının bir
sonucu olan Atatürk milliyetçiliği, çağdaş milliyetçilik anlayışıdır. Yani,
hangi kökenden gelirse gelsin, bireyleri bir araya getiren, bir arada yaşatan
şey, onlardaki aynı bir ulusa mensup olma duygu ve düşüncesi, bu yolda
gösterilen kararlılık ve irade birliğidir. Subjektif nitelikteki bu
milliyetçilik düşüncesinde esas olan, kökeni ne olursa olsun, bireyin, kendisi
gibi olanlarla birlikte, kaderde, kıvançta ve tasada ortak ve bölünmez bir
bütün oluşturdukları duygu, düşünce ve inancıdır. Bu bakımdan, sınırları belli,
bölünmez vatan esasını temel alır. Gerçekçi ve çağdaş milliyetçilik anlayışını
temsil eder. Irk düşüncesi, kan bağı, diğer biyolojik ölçütler ve soyca başka
görünen toplulukların bütünden ayrı sayılmaları düşüncesi bu milliyetçilik
anlayışında yer almaz. Kültür milliyetçiliğidir. Bu nedenle, kökenlerine,
soylarına, bakılmaksızın, bireyleri ortak bir kültüre mensup oldukları bilinci
ve manevi mutabakatı etrafında toplar, onları "tek ulus" yapısı
içinde kaynaştırıp, bütünleştirir. Yüksek Mahkemeniz de bir tarihsel olgu
olarak bu milliyetçilik anlayışını kararlılık gösteren bir biçimde böyle
yorumlamaktadır. Nitekim, 20.7.1971 gün, Esas 1971/3 (Parti Kapatılması), Karar
1971/3 sayılı kararda, "... Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde Türk
milliyetçiliği ideolojisi egemendir ve Anayasamız (Başlangıç) kuralları
arasında bunu bildirdiği gibi, bütün Anayasa yapısının oturduğu temel dahi
budur. Bu, Türk kültürüne dayanan bir milliyetçiliktir ve bunda ırk düşüncesi
ve kökence başka görünen toplulukların ayrı tutulması düşüncesi yer almış
değildir..."; 8.5.1980 gün, Esas 1979/1 (Parti Kapatılması), Karar 1980/1
sayılı kararda, "... geçmişte "panislamist" ve
"panturanist" görüşlerin neden olduğu acı deneyimleri yaşamış olan
Türk Ulusunun din, dil, ırk ve mezhep gibi esaslara dayalı ayrılık çabalarına
ödün vermeyen, birleştirici ve toplayıcı bir "milliyetçilik"
anlayışına Anayasanın Başlangıç hükümleri arasında yer verilmesi,
imparatorluktan ulusal devlete dönüşmüş olan bir toplumun bilinçli bir
davranışıdır..."; 27.11.1980 gün, Esas 1979/31, Karar 1980/59 sayılı
kararda, "... Anayasada, ırkçılık, turancılık ya da din veya mezhep
doğrultusunda bütünleşmeyi amaçlayan inanışları reddeden Türk Devletine
vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk sayan birleştirici ve
bütünleştirici bir milliyetçilik anlayışı benimsenmiştir..."; 18.2.1985
gün, Esas 1984/9, Karar 1985/4 sayılı kararda, "... Atatürk
milliyetçiliği, Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk
sayan, dil, ırk, din gibi düşüncelerle yapılacak her türlü ayırımı ret eden,
birleştirici ve bütünleştirici bir anlayışı temsil eder..." biçimindeki
görüşlere yer verilmiştir.
Özellikle
son iki yıl içinde benzer davalar dolayısıyle vermiş olduğu kararlarda Yüksek
Mahkemenizin, giderek kazandığı öneme paralel olarak sözü edilen ilkenin
anlamını daha da artan bir duyarlılıkla yorumlayıp zenginleştirdiği
gözlenmektedir. Nitekim, 16.7.1991 gün, Esas 1990/1 (Siyasî Parti Kapatma),
Karar 1991/1 sayılı kararında şöyle denilmiştir: "... Bugün, Türkiye
Cumhuriyeti içinde yaşayan insanların bir kesimi değişik kaynaklardan gelse
bile kültürleriyle tek bir yapı oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyetinde dil ve
kültürün bugünkü düzeye gelmesinde, ülkenin her karış toprağında, her kökenden
ve soydan gelen vatandaşlarımızın payı vardır... ülkenin her yeri her yurttaşındır.
"Kurtuluş
Savaşı'ndan önce Anadolu'nun yer yer işgal edildiği, bütün güç ve olanaklarına
el konulduğu bilinmektedir. Bu çok kötü koşullar içinde Anadolunun bir kısım
topraklarının parçalanması için yoğun çabaların sürdürüldüğü sıralarda, 19
Mayıs 1919'da Samsun'a çıkan Atatürk'ün 18.6.1919 günü, 1. Kolordu Komutanı
Cafer Tayyar Paşa'ya çektiği telgrafta; "Bütün Anadolu halkının millî
bağımsızlığı kurtarmak için baştan aşağı tek bir vücut gibi birleşmiş"
olduğu belirtilmektedir.
"Atalarımız
tarihin geçmiş günlerinde olduğu gibi, o karanlık günlerde de bölücü propaganda
ve desteklere kapılmadan, kendi özgür istençleriyle ve ortak istekleriyle
çağların yarattığı ortak kültürde birleşmeyi ve Türk Ulusu'nu oluşturmayı
sağlamıştır. Bu olgu, bugün de ulusça bağlı olduğumuz bir tür ulusal ant ve
toplumsal uzlaşmadır. Yasama, yürütme ve yargı organlarıyla yönetim
görevlerinde, yerleşimde, çalışma hayatında, temel hak ve özgürlüklerde
eşitliği kabul eden bu tarihsel dayanışma, kaynaşma ve oluşum, Kurtuluş Savaşı'nda
zafere ulaşmayı, ülkesi ve ulusuyla bölünmez bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti
devletini kurmayı başarmıştır.
"Türk
Devletinin vatandaşları arasında etnik ya da diğer herhangi bir nedenle siyasal
veya hukuksal ayrılık söz konusu değildir... Türk Milleti içinde yer alan her
kökenden vatandaş, hiçbir ayırım gözetilmeksizin, istek ve başarılarına göre
her görev ve işte çalışmış, Türkiye'nin her yerinde, köyünde, şehirinde yaşama,
yerleşme, okuma, evlenme, gelişme ve yükselme ile Türk dil ve kültüründen
faydalanma ve katkıda bulunma olanağına kavuşmuştur....
"Türkiye'de;
Türk Ulusunun dengeli, tutarlı tumumu, hoşgörüsü, insan sevgisi ve
değerbilirliği millî bütünlüğü adaletli biçimde sağlamıştır. Millî
bütünlüğümüzün temeli, ortak kültüre, lâiklik ilkesi ile akla, mantıklı
düşünceye, sağduyuya, adalete dayanan "Atatürk milliyetçiliği"dir.
"Anayasamız,
Türk Devleti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk sayan birleştirici
ve bütünleştirici bir milliyetçilik anlayışına sahiptir. Devletin, ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğü, bu çağdaş milliyetçilik anlayışının belirgin
niteliklerinden birini oluşturmaktadır.
"Anayasa
Mahkemesi'nin yine siyasal partilere ilişkin 20.7.1971 günlü, Esas 1971/3,
Karar 1971/3 sayılı kararında bu konuda şöyle denilmiştir :
"1921
Anayasası'ndan 1961 Anayasasına değin sürekli olarak üzerinde durulmuş bir ilke
olan (Türk Devleti'nin ulusu ve ülkesi ile bölünmezliği) ilkesi, Erzurum ve
Sivas Kongreleri'nde saptanan biçimi ile Misakı Milli kurallarında dayanağını
bulmaktadır. Misakı Milli'nin gösterdiği sınırlar içinde birbiriyle kaynaşmış
olarak yaşayanların gerçekten ve hukuka aykırılık kabul etmez bir bütün
oldukları kesinlikle belirlenmiş ve bu mütünlük içinde Kürt halkından hiçbir
zaman söz edilmemiş olduğu gibi, Lozan Barış Antlaşması görüşme ve kararlarında
da, Misakı Milli'nin çizdiği sınırlar içinde azınlıklar sayılırken Kürt
ayırımına yer verilmemiştir.
"Bu
durum yalnızca bir olayın değil, doğrudan doğruya bir gerçeğin de anlatımı
olmaktadır. Bu gerçeğin de en aydınlık anlamıyla doğrudan doğruya Atatürk'ün
ulus anlayışında bulmaktayız. Atatürk'ün kendi el yazısı ile düzenlediği
notlarında: "Bugünkü Türk Milleti, siyasî ve içtimaî camiası içinde
kendilerine Kürtlük fikri, çerkezlik fikri ve hatta lâzlık fikri veya Boşnaklık
fikri propaganda edilmek istenmiş yurttaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat
mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış göstermeler hiçbir millet
ferdi üzerinde üzüntü ve kınamadan başka bir tesir hasıl etmemiştir. Çünkü bu
millet efradı da umum Türk Camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlâka ve
hukuka sahip bulunuyorlar" demiş ve "Ulus"u, "Türkiye
Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir." ..."
(biçiminde tanımlamış).
"10.7.1992
gün, Esas 1991/2 (Siyasî Parti Kapatma), Karar 1992/1 sayılı kararda "...
Uluslar, varlıklarını tarihsel gelişmeler ve gerçeklerle kazanırlar. Ortak
kültürün, sosyal dayanışmanın ve birlikte yaşama duygusunun doğuşu, gelişip
güçlenmesi tarihe dayanır. Tek vücut durumunda ve tam ulus yapısı içinde
bütünleşerek Kurtuluş Savaşı'nı yapmış halkın vatanı Türk vatanı, Milleti Türk
Milleti, Devleti de Türk Devleti'dir. Dünya çağlar boyu Anadolu için
"Türkiye" ve burada yaşayanlar için "Türkler" adını
kullanmıştır. Bu durum, ulus bütünlüğü içinde yeralan farklı etnik grupları
görmeme anlamına gelmez.
"Türk
Ulusu'nu oluşturan, binlerce yıl birarada yaşamış, kaynaşmış, ortak kültüre,
ahlâka ve dine sahip insanların tarihleri birdir. Vatanı üzeninde yaşamış bütün
geçmiş kuşaklar, ülkenin ve ulusun tümlüğünü ve onurunu sürdüreceği kuşkusuz
olan, gelecek kuşaklarla birlikte düşünülmelidir. Her ulusun olduğu gibi
tarihsel gerçeklere dayanan Türk Ulusu'nun ortak kimliği ve kültürü de
savunmasız bırakılamaz. Herşeyden önce Türk Devleti'nin bağımsızlığına, kimliğine
ve özbenliğine, ulusal bütünlüğüne düşman olan tüm karşıtlıklarla uğraşmak
uluslararası hukuksal belgelerin benimsendiği temel bir görev ve haktır...
"Yüzyıllardan
beri süregelen tarihsel ve manevi birliğe ek olarak, bütün yıkıcı ve bölücü
faaliyetlere karşın birlikte Ulusal Kurtuluş Savaşı'na katılıp Cumhuriyeti
kuran ve böylece kader ve gönül birliğini kanıtlamış bulunan; ülkenin her
yöresindeki vatandaşlar arasında ulusal bütünlük perçinlenerek, Türk Ulusu'nun
siyasal ve toplumsal birliği kurulmuştur.
"Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşları, ortak tarihsel değerlere ve kültüre sahiy, aynı
ulusal kimlik taşıyan ve tek vücut olan Türk Ulusu'nun bireyleridir.
"Türkiye
Cumhuriyeti, milliyetçiliğe büyük önem vermiş ve bu kuram Anayasalarda temel
ilke olarak yer almıştır. Atatürk Milliyetçiliği, ülke ve ulus bütünlüğünü
koruyan temel ilkedir. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk Milliyetçiliğine içtenlikle
bağlıdır. Eşitlikçi ve birleştirici içereğiyle çağdaş anlayışı yansıtan Atatürk
Milliyetçiliği toplumsal dayanışmanın güvencesidir. Atatürk Milliyetçiliği,
yaşamsal ve bilimsel gerçek olarak benimsenmiştir. Bu tarihsel ilke aynı
zamanda ulusal varlığın korunmasına ve yüceltilmesine hizmet edecek yaşam
anlayışı ve biçimidir. İnsancıl, uygar ve barışçıdır. Kardeşliği, sevgiyi,
dayanışmayı ve çağdaş evrensel değerleri kucaklar ..." denilmiş; 14.7.1993
gün, Esas 1992/1 (Siyasî Parti Kapatma), Karar 1993/1 sayılı son kararda ise
önceki iki kararda yer alan esaslar aynen tekrarlanmak suretiyle Anayasamızdaki
milliyetçilik anlayışının niteliği bir kez daha vurgulanmıştır.
Bölünmez
bütünlük ilkesi ile yakın ilişkisi bulunan egemenliğin, kullanılmasıyla ilgili
olarak SPY.nın 80. maddesi siyasî partilerin "Türkiye Cumhuriyetinin
dayanağı olan Devletin tekliği ilkesini değiştirmek" amacını güdemeyeceği
ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamayacağı yasağını koymuştur.
Türkiye
Cumhuriyeti tekil devlet esasına göre kurulan bir devlettir. Bu husus aynı
zamanda Türkiye Cumhuriyetinin ulusal devlet olmasının da sonucudur. Bu
tarihsel gerçekten hareket eden Cumhuriyet anayasaları federatif devlet
sistemini kabul etmemiş, devletin tekil yapısını korunması için güçlü ve ödün
vermez yaptırımlar öngörmüştür.
Tekil
devlet yapısını sağlayan bölünmez bütünlük ilkesidir. Bu ilke, azınlık
yaratılmaması, bölgecilik ve ırkçılık yapılmaması ve eşitlik ilkesinin
korunması anlamına gelir. Şu halde tekil devlette, birden çok ulusa ve tek olan
egemenliği paylaşan federe devletlere yer yoktur. Egemenliğin kullanılmasını ve
Anayasanın 6. maddesinde belirtildiği gibi, onun tek sahibi olan ulus yapısını
bölen düzenlemeler, bütünlük ve tekil devlet ilkesiyle bağdaşmaz. Siyasal
partiler Türkiye'de bu ilke ve esaslar tersine çalışma yapamazlar. Bu husus
Yüksek mahkemenizin 10.7.1992 gün ve 2-1 sayılı kararı ile, 4.7.1993 gün ve 1-1
sayılı kararında geniş şekilde açıklanmıştır.
Bölünmezlik
ilkesinin bir diğer güvencesini oluşturan SPY.nın 81.maddesinin (a) bendinde,
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde ulusal ya da dinsel kültür ya da mezhep
veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek; (b)
bendinde ise Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak,
geliştirmek ve yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar
yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması amacını gütmek ve bu yolda faaliyette
bulunmak yasaklanmıştır. Maddenin gerekçesine göre, "Ülkemizde Lozan
Antlaşmasıyla kabul edilen azınlıklar dışında bir azınlık yoktur. Herhangi bir
ülkede resmî dilin dışında bazı dillerin bilinmesi veya yer yer konuşulması azınlık
yaratmaz. Hele siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda olduğu gibi her
alanda bütün haklara sahip ve borçlarda eşit bir şekilde yükümlü olan tek bir
milletin evlatları arasında azınlıktan söz etmek mümkün değildir.
"Bir
memlekette resmî dilin her vatandaş tarafından bilinmesi, hangi alanda olursa
olsun, eşitlik ilkesinin hakkıyla uygulanabilmesi ve adlî ya da idarî işlerin
çabukluk ve selametle yürütülmesi bakımından yararlı, hatta zorunludur. Bu
itibarla, resmî dili genç, ihtiyar, kadın, erkek her vatandaşın bilmesini
sağlamak devletin görevidir."
Maddenin
(a) bendinde siyasal partilere, ulusal ya da dinsel veya ... ırk veya dil
farklılığına dayan azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek yasaklanmıştır.
Gerekcede de açıklandığı gibi, Lozan Antlaşmasıyla kabul edilen azınlıklar bu
yasağın dışında kalmaktadırlar.
İç
hukuk kuralı haline gelmiş olan ve uluslararası hukuk alanında da sonuçlar
doğuran Lozan Barış Antlaşmasının Türkiye'deki azınlıklar konusundaki
hükümlerine esas teşkil eden hazırlık çalışmalarına Yüksek Mahkemeniz özellikle
son bazı kararlarında ayrıntılı olarak yer vermektedir. Bunlara göre, "
... Müslüman topluluklar arasındaki değişik gruplara azınlık statüsü
tanınmadığı, kuşku ve duraksamaya yer bırakmayacak bir açıklıkta Lozan Barış Konferansı
tutanaklarında bir çok kez vurgulanmıştır.
"Alt
komisyon önce, etnik azınlıkların, başka bir deyimle, müslüman olmayan
azınlıkların da, örneğin Kürtlerin, Çerkeslerin ve Arapların tasarıdaki koruma
tedbirlerinden yararlanmalarında direnmiştir. Türk temsilci heyeti, bu
azınlıkların korunmaya ihtiyaçları olmadığını ve türk yönetimi altında
bulunmaktan tamamiyle memnun olduklarını söylemiştir. Alt komisyon bu
inandırıcı sözler üzerine koruma tedbirlerini yalnız müslüman olmayan
azınlıklarla sınırlamayı kabul etmiştir.
"Barış
görüşmelerinde söz alan İsmet İNÖNÜ: "Türkiye'de hiçbir müslüman azınlık
yoktur; çünkü, kuramsal yönden olduğu kadar uygulamada da müslüman nüfusun
çeşitli unsurları arasında hiçbir ayırım gözetilmemektedir." demiştir.
Aynı konferansın 20 Kasım 1922 günlü oturumunda Rıza Nur Bey tarafından okunan
bildiride şu görüşler yer almıştır: "Müttefiklerin tasarısı Müslüman
azınlıklardan söz etmektedir; oysa, Türkiye'de bu gibi azınlıklar söz konusu
olamaz; çünkü, tarihsel gelenekler, moral düşünceler, görenekler,
yapılagelişler, Türkiye'de yaşayan Müslümanlar arasında tam bir birlik
yaratmaktadır."
"Türk
Delegasyonunun bu görüşleri Konferansça benimsenmiş ve "Müttefik Temsilci
Heyetlerince Sunulan Azınlıkların Korunmasına İlişkin" 15 aralık 1922
günlü tasarının 4., 6., 7. ve 8. maddelerinde geçen "din ya da dil".
"soy, din ya da dil azınlıkları" sözcükleri yerini "gayrımüslim
ekalliyetler" sözcüklerine bırakmıştır. Böylece, Türkiye'de değişik bir
dil kullanmanın ya da soy unsurunun bir grubun azınlık sayılmasında ölçü olarak
kabul edilemiyeceği Lozan Barış Antlaşması'yla kabul edilmiştir. Aynı
Konferansta, Kürt azınlığın yaratılması yönünde, özellikle Lord Curzon
tarafından gösterilen çabalar, Türk Delegasyonun "Kürtler, kaderlerinin
Türklerin kaderleriyle ortak olduğu görüşündedirler; azınlık haklarından
yararlanmak istememektedirler." gerçeğini bildirmeleri karşısında kabul
görmemiştir..." (Anayasa Mahkemesinin siyasal parti kapatılmasına ilişkin
16.7.1991, 10.7.1992, 14.7.1993 günlü kararları)
Bu
suretle, ülkemizde sadece "Müslüman olmayanlar" azınlık kapsamına
dahil edilmişlerdir. Müslüman olmayanlara da Müslümanlara sağlanan medenî veya
siyasî haklardan yararlanma olanağı verilerek yasalar önünde din ayırımı
yapılmaksızın herkesin eşit olduğunu belirtmek amacıyla böyle bir düzenlemeye
gidilmiş ve örneğin antlaşmanın 38. maddesinin ikinci fıkrasında,
"Gayrımüslim ekalliyetlerin bütün Türk tebaasına tatbik edilen ...
serbesti-i seyrüsefer ve hicretten tamamiyle istifade etmeleri", 40.
maddede, "Gayrımüslim ekalliyetlere mensup Türk tebaasının ... masrafları
kendilerine ait olmak üzere her türlü müessesatı hayriye, diniye veya
içtimaiyeyi, her türlü mektep ve sair müessesatı talim ve terbiyeyi tesis,
idare ve murakabe etmek ve buralarda kendi lisanlarını serbestçe istimal ve
ayini dinilerini serbestçe icra etmek hususlarında müsavi bir hakka malik
bulunacakları" kabul edilmiştir. (Anayasa Mahkemesinin siyasî parti
kapatılmasına ilişkin 16.7.1991 günlü kararı)
Bundan
ayrı olarak, bir de, 18.10.1925 tarihli Türk Bulgar Dostluk Antlaşmasında, Türkiye'de
yaşayan Bulgarların azınlık sayılmaları kabul edilmiş ise de, yeni Türk
Devletinin lâik mevzuatı kabul etmesinden sonra bu kimseler azınlık statüsünden
kendiliklerinden vazgeçmişlerdir.
Sonuç
olarak, Türkiye'deki hukuk düzeninde bu iki antlaşma ile kabul edilenlerin
dışında herhangi bir azınlığın bulunduğu söylenemez.
Özellikle,
belirli bir büyüklüğe ulaşmış devletlerde ırk, dil, din, mezhep yönünden
çeşitli boyutlara varan farklılıklara sahip toplulukların, yani ulus olgusuna
oranla ikincil nitelikte kesimlerin bulunması doğal olduğu kadar, gözlenen bir
gerçektir de. Yüksek Mahkemenizin 8.5.1980 gün, Esas: 1979/1, (Parti
Kapatılması) Karar: 1980/1 sayılı kararında belirtildiği üzere, bu gibi
toplulukların dilinin ya da dininin toplumun öteki kesimlerinden ayrı
olduğundan nesnel biçimde söz etmek tek başına bir "azınlığın bulunduğunu
ileri sürmek" anlamına gelmez. SPY.nın 81. maddesine benzer hükmü içeren
eski 648 sayılı Yasanın 89. maddesinin birinci fıkrasını yorumlayan Yüksek
Mahkemeniz, aynı kararında, "azınlıklar bulunduğunun ileri
sürüldüğünün" kabul edilebilmesi için, "söz konusu topluluğun
toplumun öbür kesimlerinden ayrılan varlığını ve niteliklerini koruması ve
sürdürmesi için kendisine özel bir hukuksal güvence tanınması gerektiğinin,
yani bu kimselerin "azınlık hukuku"ndan yararlanmaya hak kazanmış
olduklarının da açık ya da üstü örtülü biçimde ileri sürülmüş olması
gerektiğini" belirtmiş bulunmaktadır. Bu gibi toplulukların her birine
azınlık hakkı tanınması ülke ve ulus bütünlüğü ilkesine aykırı düşer. Hele
böylesi topluluklar ortak geçmişten gelen tarihsel, kültürel ve manevi bütünlük
anlayışı içinde kendi kaderlerini o ulusun kaderleriyle özdeşleştirme istek ve
iradesini göstermişlerse, böyle bir hakkın tanınmasına gerek kalmaz.
Bizim
toplumumuzda da "farklı kesimlerin varlığı" olgusunu görmek
mümkündür. Gerçekten, X.Yüzyılda Türklerin Anadolu yarımadasına gelmelerinden
sonra, Türkler ve o dönemde anadolu toprağında yaşamakta olan her soydan
topluluk birbirini izleyen çeşitli siyasal oluşumlar içinde birlikte
yaşamışlar, bu oluşumlar arasından yükselen Osmanlı İmparatorluğunun çatısı
altında da bu yaşayış devam etmiş, zaman içinde bu birlikteliğe Kafkasya,
Balkan ve Arap Yarımadası ahalisi de dahil olmuştur. Daha sonra, çeşitli
tarihsel ve askersel olaylar sonucunda, Osmanlı Devleti sınırlarını Doğu Trakya
ve Anadolu'ya kadar küçültmek zorunda kalmış ve tarih sahnesindeki yerini
Türkiye Cumhuriyetine terketmiştir. Böylece, bin yıllık bir süreç içerisinde
Türkler ve diğer etnik topluluklar aynı siyasal oluşumlar içinde iyi ve kötü
günleri birlikte yaşamışlar, acılara birlikte göğüs germişler, sevincli günleri
birlikte kutlamışlar, gerek birbirleriyle, gerekse başka topluluklarla, çeşitli
tarihsel, siyasal nedenlerle ya da göç hareketleri sonucunda karışıp
kaynaşmışlar, aynı toplumsal kaderi paylaşmışlardır. Bu kader birliği, her tür
etnik topluluğu aynı toplumsal pota içinde kaynaştırıp, bütünleştirmiştir.
Ortak bir geçmişe, tarihe, dine, ahlaka, hukuka, değer yargılarına, başka
deyişle aynı bir ortak kültüre sahip insanlar, soyu ne olursa olsun, tek bir
ulusa mensup olma bilinç ve istenciyle, bir tür toplumsal ant ve toplumsal
uzlaşma sonucu ulusal sınırlar içinde "Türk Ulusu"nu oluşturmuşlar ve
ortak kararlılık, istenç ve heyecanla Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlardır. Bu
birliktelik duygu ve düşüncesi o kadar güçlüdür ki örneğin, Kürt kökenliler
diğer yurttaşlarla omuz omuza Kurtuluş Savaşına fiilen katılarak can, kan ve
gözyaşı pahasına yurdumuzun işgalci düşmanlardan temizlenmesinde ve onu takiben
Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasında üstün hizmetler görmüşlerdir. Bugün dahi
Türk Ulusuyla birlik ve bütünlük içinde olma duygusunun eksilmeden devam ettiği
görülmektedir. Nitekim, Doğu ve Güneydoğu Anadoludaki ayrılıkçı, terörden kaçan
yurttaşlar, soydaşlarının bulunduğu Irak'a, veya İran'a sığınmamakta, tersine,
hepsi de İstanbul, Ankara, İzmir, Adana v.s. gibi şehirlere göç ederek
geleceklerini yurdun başka yörelerindeki yurttaşlarla birlikte güvence altına
almak istemektedirler. Bu itibarla, Türk Ulusu yanyana yaşamlarını sürdüren
çeşitli halklardan değil, kendi özgür iradesiyle, ortak geçmişin yarattığı
ortak kültürde geleceği de kapsayacak biçimde birleşmeye, kaynaşıp,
bütünleşmeye karar vermiş olan tek halktan, Türk halkından meydana gelmiştir.
Anayasanın
66. maddesinin birinci fıkrasında, Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı
olan herkesin Türk olduğu belirtilerek, Türk Ulusundan sayılmak için kabul
edilen tek koşulun "vatandaşlık bağı" olduğu, bunun dışında kalan
dil, din, ırk v.s. gibi farklılıkların nazara alınmadığı, Türk Ulusunun, bir
hukuksal bağ anlamında vatandaş sayılanların oluşturduğu bütünlüğü ifade ettiği
benimsenmiştir. "Türk olmak" Türkiye Cumhuriyetinin yurttaşı olmak
demektir. Bu ulus bütünlüğü içinde, şu ya da bu nedenle, yasanın deyişiyle,
ulusal veya dinsel kültür, mezhep yahut ırk ya da dil ayırımına dayanan
azınlıklar yoktur. Yüksek Mahkemenizin siyasî parti kapatılmasıyla ilgili
10.7.1992 ve 14.7.1993 günlü kararlarında belirtildiği gibi, "... Türk
ulusunu oluşturan etnik gruplar arasında çoğunluk ya da azınlık biçiminde bir
ayırıma yer verilmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile
bağlı olan herkesi "Türk" sayan birleştirici ve bütünleştirici
milliyetçilik anlayışı kabul edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devletine
vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin, hangi etnik gruptan olursa olsun,
"Türk" sayılması, onun etnik kimliğini inkar anlamında değil,
dünyaca, devletine "Türkiye Cumhuriyeti Devleti", ulusuna "Türk
Ulusu" ve vatanına "Türk Vatanı" denen ve toplum yapısında
çeşitli etnik gruplar bulunan ülkede bütün vatandaşlar arasında eşitliğin
sağlanması ve hepsi çoğunluk içinde bulunan etnik grupların azınlığa düşmesini
önleme amacına yöneliktir.
"Diğer
kökenli yurttaşlar gibi, Kürt kökenli yurttaşların da kimliklerini belirtmeleri
yasaklanmamış; ancak, azınlık ve ayrı ulus olmadıkları, Türk Ulusu dışında
düşünülemeyecekleri, devlet bütünlüğü içinde yer alacakları ortaya konulmuştur
..."
Bir
devletin nüfus ögesini oluşturan bireylerin hepsinin ayrımsız aynı soydan ve
dilden olmaları olanaksızdır. Genellikle her ülkenin nüfusu değişik oranlarda
da olsa, başka soya ya da soylara mensup toplulukları içerir. Ancak, bu gibi
topluluklara soy ve dil farklılığına dayanılarak azınlık hakları tanımak ülke
ve ulus bütünlüğü ilkesine uymaz. Türk Ulusunu oluşturan, ulus bütünlüğü içinde
yeralan etnik ögeler, Anayasanın 66. maddesinin birinci fıkrasında anlamını
bulan ve Türk Devletine sadece vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesi Türk
sayan milliyet anlayışı karşısında toplumda azınlık ya da çoğunluk
oluşturmazlar. Türk ulusunun manevî bütünlüğü içinde karışıp kaynaşmış olan her
birey hukuksal ve toplumsal bağlamda mutlak eşit durumdadır. Hiç bir etnik
kökenin diğerine üstünlüğü yoktur. Her yurttaş, başka yurttaşlara tanınmış olan
her türlü siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel, medenî v.s. haklardan
sınırsız biçimde yararlanabilmektedoir. Türk Vatandaşlığı kavramı herkesi eşit
ve ayrıcalıksız kılmaktadır. "Eşit vatandaş"lık, Fransız Büyük
devrimi (1789)'nden bu yana, hepsi çoğunluğu oluşturan her bireyin, soy, dil,
din ve mezhep gibi ayırıcı özellikleri dikkate alınmaksızın, en üst düzeyde ve
en değerli varlık olarak kabul edilmesi demektir. Herkesin böylesine eşit ve
ayrıcalıksız olduğu bir hukuksal statüde azınlıktan ya da çoğunluktan söz etmek
olanaksızdır.
81.
maddenin (b) bendinde ise, siyasal partilerin Türk dilinden ve kültüründen
başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye
Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması
amacını gütmeleri ve bu yolda faaliyet göstermeleri yasaklanmıştır. Bu hükümle
anlatılan, Türk dili ve kültüründen başka dil ve kültürleri korumak,
geliştirmek ya da yaymak yoluyla ülkede azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün
bozulması amacını siyasal partilerin güdemeyecekleri ve bu yolda faaliyet
gösteremeyecekleridir. Burada belirtilmesi gereken, 81. madde ile ulusu
oluşturan bireyler arasındaki etnik ayırımların, sahip bulunulan farklı dil ve
kültürlerin yasaklanmadığıdır. Ancak yüzyıllardır birlikte hayat sürmüş, ortak
bir geçmişe, tarihe, dine, geleneklere ve değer yargılarına sahip bireylerin
oluşturduğu ulus bütünlüğü içinde bu ögelerden meydana gelen ortak kültürden
ayrı, bireyler arasında bu bakımdan ayrımlaşma nedeni olabilecek yuğunlukta bir
kültür farklılığından söz edilemez. Özel yaşantılarında çeşitli etnik
kökenlerden gelen yurttaşların kimliklerini belirtmeleri, dillerini
konuşmaları, gelenek ve göreneklerini uygulamaları karşısında herhangi bir
yasal ya da toplumsal engel yoktur. Yasaklanan, azınlık ve ayrı bir ulus
oluşturduklarının ifade edilmesi suretiyle ulus bütünlüğünün bozulması amacını
gütmeleridir.
Söz
konusu kuralın küçük değişikliklerle benzeri olan eski 648 sayılı SPY.nın 89.
maddesinin (b) bendini yorumlayan Yüksek Mahkemeniz 8.5.1980 gün, E.1979/1
(Parti Kapatma), K.1980/1 sayılı kararında şu hükme varmıştır: "... Bu
hükümde de ......"azınlıklar yaratma" deyiminin açıklığa
kavuşturulması gerekmekte olup, söz konusu deyimin de maddenin tümü içinde
değerlendirilmesi ve birinci fıkrasındaki "azınlıklar bulunduğunun ileri
sürülmesi" deyimiyle sıkı ilişki gözönünde tutularak, aynı doğrultuda
yorumlanması zorunludur. Böyle bir yorumla, varılacak sonuç ise "azınlık
yaratma" deyiminin ancak bir "vatandaş topluluğunda azınlık
hukukundan yararlanmaları gerektiği düşüncesini yaratmak" anlamına
gelebileceğidir....
"Yukarıda
da değinildiği gibi, azınlıklar dil, din ve ırk gibi nitelikleri nedeniyle
toplumun çoğunluğundan ayrı varlıkları ve bu varlıklarını sürdürmeye hakları bulunduğu
hukukça tanınan vatandaş toplulukları olduklarından, ülkemizde azınlık
hukukundan yararlanmaya hak kazanmış gruplar bulunduğunu ileri sürmek, ya da
Türk dilinden ve kültüründen gayrı dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya
yaymak yoluyla kimi vatandaş gruplarında azınlık hukukundan yararlanmaları
gerektiği düşüncesini yaratmaya çalışmak, kuşkusuz, yukarıda açıkça ortaya
konulan anayasal durum karşısında Anayasanın Başlangıcı ile 2. ve 3.
maddelerinde yeralan "ülke ve ulus bütünlüğü" temel hükmüne ve bu
temel hükmü içeren 57/1 maddesine aykırı düşer..."
Yine
Yüksek Mahkemenizin 20.7.1971 gün, E. 1970/1 (Parti Kapatılması), K. 1971/1
sayılı kararında belirtildiği gibi, "... bir siyasî partinin Türkiye
ülkesi üzerinde Türkçeden başka dil konuşan azınlık bulunduğunu ileri sürerek
ve o azınlığı erek edinerek onun için birtakım haklar ve yetkiler tanınmasını
istemesi ulusal yapıda gitgide kopmalara, bölünmelere yol açması demektir. Yine
Türk yurttaşları arasında Türk dilinden ve kültüründen başka dil ve kültürleri
koruma çabalarına girişmek Türkiye ülkesi üzerinde ulus bütünlüğünün bozulması
sonucunu doğurmağa elverişli bir tutumdur..."
Şu
halde, dillerini, kültürlerini ve sanatlarını kullanabilmeleri ve
geliştirebilmelerini, ana dillerinde eğitim hakkı sağlanmasını istemek
suretiyle bir kısım yurttaşları ırk, dil ve kültür bakımlarından şu veya bu ad
altında ulus bütünlüğünden ayrı sayma, onlarda bu bütünlükten ayrı bir azınlık
oluşturdukları düşünce ve bilincini yaratma, ulus bütünlüğünün bozulmasıyla
sonuçlanabilecek ya da en azından böyle bir tehlikenin belirmesine yol
açabilecek olan, Türkiye Cumhuriyet iülkesi üzerinde azınlık yaratma demektir.
Siyasal partiler yönünden böyle bir amaç ülke ve ulus bütünlüğü ilkesine
terstir. Daha önce de belirtildiği gibi, Türk Ulusu bütünlüğü içinde belirli
uluslararası sözleşmelerle azınlık oldukları kabul edilen "Müslüman
olmayan" yurttaşlar hariç, herhangi bir azınlıktan söz etmek olanaksızdır.
Her Türk yurttaşı hukuk düzeninin sağladığı her türlü hak ve özgürlükten,
herhangi bir etnik ayırımcılık söz konusu olmaksızın, sınırsız ve mutlak
biçimde yararlanmakta, ulus bütünlüğü içinde bireysel mutluluk ve huzurunu
gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Böylesine ayrıcalıksız konumdaki bir kısım
yurttaşlar arasında, bir azınlığa mensup olduğu duygu ve düşüncesini yaratmak
ve onların sınırlı haklar rejimine tabi kılınmasını, ulusun bizzat kendisi iken
azınlık haline gelmesini istemek ulus bütünlüğünü bozmaktan başka biçimde
yorumlanamaz.
B)
Değerlendirme
Davalı
siyasî partinin tüzük ve programı, birinci büyük kongre kararı, bu karara
dayanak teşkil eden genel yönetim kurulu raporu, genel yönetim kurulunun bu
yöndeki kararları, genel başkan Sadun AREN ve genel başkan yardımcısı Sıtkı
COŞKUN'un partisi adına yaptığı açıklamaların içerikleri, açıklanan Anayasa ve
SPY. hükümlerinin ışığı altında, taşıdıkları düşünsel bütünlük içinde
değerlendirildiğinde, yasaya aykırılık şöylece ortaya çıkmaktadır.
Davalı
Sosyalist Birlik Partisi tarafından:
a)-
Partimiz Kürt sorunu çözülmeden ülkemize demokrasinin gelemeyeceği, demokrasi
sorununa çözüm bulunmadan da Kürt sorununun çözülemeyeceği inancındadır. Bu
sorun baskıcı rejimin bir nedeni ve aynı zamanda sonucudur.
-
Partimiz, militarist, şoven, baskıcı resmî anlayışın, Kürtleri bir güvenlik
rizikosu kabul eden görüşlerin terk edilmesi, yerlerinden yurtlarından
olmalarının önlenmesi, zorunlu göç ve sürgüne, kötü muamelelere hedef olmaktan
kurtulmaları için mücadele edecektir.
-
Kürt realitesini yok sayan, onların ulusal ve uluslararası yasa ve
antlaşmalardan doğan ve her ulusun sahip olduğu kendi geleceğini özgürce
belirleyebilmek için vazgeçilmez olan hak ve özgürlüklerini yadsıyan ve bu
konulardaki yasal ve barışçı girişimi şiddetle bastıran geleneksel politika en
azından bugün tekrar üstünlük kazanmamış görünmektedir. Oysa bu politikanın
bizzat kendisinin bölücü niteliği 70 yıllık uygulaması sonucuyla ortadadır.
-
Kürtler nasıl yaşamak istiyorlarsa öyle yaşamakta özgür olmalıdırlar. Bu en
doğal insan hakkıdır. Bu hak bağımsız yaşamayı da içerir.
-
Nasıl yaşamak istedikleri konusunda kürtler özgür olunca, bu sorun çözüm yoluna
girebilir.
-
Kürtler üniter devlet içinde yaşamaktan, bağımsız devlet kurmaya kadar çeşitli
alternatif yaşam biçimlerini seçmekte özgür olmalıdırlar.
-
Bu özgürlük hiçbir tehdit, korku ve müeyyide taşımayan bir özgürlük olmalıdır.
-
Sorunun çözümünün birinci koşulu; çözüm olarak önerilebilecek bütün görüşlerin
açıklama, savunulma ve alternatif olarak da kendi istediği biçimde ifade etmesi
özgürlüğünün kabul edilip, güvence altına alınmasıdır. İkinci koşul: problemin
ilgililerin demokratik ortamda oluşacak tercihlerine karşı kesin bir kabul ve
saygı dışında hiçbir yaptırım uygulanmayacağı güvencesinin yasal temelde
sağlanmasıdır. Üçüncü koşul: özgür demokratik bir tartışma sonucu oluşan
sonuçla birlikte ilerde sorunun şu veya bu evrede gündeme tekrar gelmesi
halinde ele alınabilmesi işlevli mekanizmalara sahip olmasıdır.
-
Olası çözümlerden biri bağımsızlıktır. Bir başkası federasyondur. Bir üçüncüsü
kültürel özerkliktir. Şimdi olduğu gibi, üniter bir Türk devleti içinde
yaşamayı da seçebilirler. Ama bunu söylemek onların işi.
Denilmek
suretiyle SPY.nın 78. maddesinin (a) bendine aykırı olarak nitelikleri
Anayasada belirtilen Türk devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne
ve diline dair hükümlerin değişitirilmesi amacı güdülmüştür.
b)
Kürt sorununun çözümü önerileri arasında federasyon önerilmesi yanında,
-
Merkezi devlet örgütlenmesinden adem-i merkeziyetçiliği güçlendirecek şekilde
bölgesel düzenlemeler yapılmalı, eyalet sistemine geçilmeli, il ve ilçe
yönetimleri seçimle göreve
geterilmelidir.
-
Eğitimde yerel yönetimlerin söz sahibi olması sağlanmalı ve yerel yönetimlerin
kararlarına bağlı olarak Kürtçe derslerinin konulması mümkün olabilmelidir.
denilmek
suretiyle Anayasanın 6. ve SPY. nın 80. maddesine aykırı olarak Devletin
tekliği ilkesini değiştirme amacına yönelik faaliyette bulunulmuştur.
c)-
Partimiz Kürtlerin varlığının ve kimliğinin resmen tanınması ve kendi sözlerini
söyleyebilmelerini zorunlu görmektedir.
-
Kürtlerin varlığının ve kimliğinin resmen tanınması ve kendi sözlerini
söylemeleri zorunlu görülmektedir.
-
Kürtlerin kendini istediği biçimde ifade etmesi özgürlüğünün kabul edilip
güvence altına alınması gerekir.
-
Kürt sorunu, Kürt kimliği ve özgürlüklerini tanımamak ve gereğini yerine
getirmemekten kaynaklanmaktadır.
-
Kürtler Türkler'den farklı kimliği ve kültürü olan ayrı bir ulustur.
denilmek
suretiyle SPY.nın 81. maddesinin (a) bendine aykırı biçimde Türkiye Cumhuriyeti
ülkesi üzerinde, Türklerden ayrı bir ulusal kimliğe sahip olan ve varlığı ile
kimliğinin korunması gereken bir Kürt azınlığının bulunduğu ileri
sürülmektedir.
d)
- Partimiz Kürtlerin kendi kimlikleri ile tartışmalara katılması, sorunun
çözümünde taraf olabilmeleri, Kürt dili ve kültürü üzerindeki yasak ve
baskıların kaldırılması için çalışacaktır.
-
Kürtlerin ana dillerinde eğitim görmeleri imkanı, sağlanıp, kendi kültür
varlıklarını yaşatmaları, geliştirmeleri desteklenecektir.
Şeklinde
görüşler ileri sürülüp, olası çözümler arasında Kürtlere kültürel özerklik
tanınabileceği belirtilerek Türk dili ve kültüründen başka dili ve kültürü
korumak, geliştirmek yoluyla azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması
amacı izlenmiş ve böylece SPY.nın 81. maddesinin (b) bendine aykırı davranılmış
bulunulduğu görülmüştür.
IV-
Sonuç ve İstem :
Yukarıda
yasal dayanakları ve gerekçeleriyle açıklandığı üzere, davalı Sosyalist Birlik
Partisi'nin Anayasanın Başlangıç kısmı ile 2., 3., 6., 14., 69. maddelerine ve
SPY.nın 78. maddesinin (a) bendine, 80. maddesine ve 81. maddesinin (a) ve (b)
bentlerine aykırı nitelikte beyan ve açıklamaların mevcut olduğu
anlaşıldığından,
Sosyalist
Birlik Partisi'nin SPY.nın 101. maddesinin (a) ve (b) bentleri gereğince
kapatılmasına karar verilmesini arz ve talep ederim".
II-
DAVALI SİYASî PARTİNİN ÖN SAVUNMASI
Sosyalist
Birlik Partisi'nin 28.2.1994 günlü Ön Savunmasında şöyle denilmektedir:
"1.
Üç Yıl Sonra Açılan Dava :
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 28.12.1993 günlü iddianamesi ile Sayın Mahkemenizin
huzuruna getirilen bu davada, SBP'nin kapatılması istenmektedir. Başsavcılığın
kapatma isteği, Parti'nin bir kısım çalışmalarına olduğu kadar, kuruluş
belgelerine de dayanmaktadır. Gerçekten de, iddianamenin daha başında,
"deliller" bölümünde, kapatma isteğine "davalı siyasi partinin
tüzük ve programı" kanıt gösterildikten başka (sh.2), iddianamenin 4.
sayfasında Parti tüzüğünden, 5. ve 6. sayfalarında programdan alıntılar
yapılarak tüzük ve program suçlanmakta, iddianamenin sonunda
"değerlendirme" başlığı altında (sh.39) "davalı siyasî partinin
tüzük ve programı"nın suçlandığı bir kez daha vurgulanmaktadır.
Başsavcılığın
bu suçlamasında, daha ilk bakışta hayretle gözlenen bir olgu vardır. Bu da,
SBP'nin kuruluş belgelerinin tarihidir. 15 Ocak 1991 olan bu tarih, Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın iddianamesinde gösterilmemektedir. Diğer suçlamalara dayanak
oluşturan Parti çalışmaları hakkında tarih belirtilirken (örneğin sh.6,
1.Kongre tarihi, sh. 14, Prof.Aren'le yapılan röportajların yer aldığı
Bültenler; sh. 19, Sıtkı Çoşkun'un katıldığı toplantı tarihi) Parti'nin kuruluş
tarihi gösterilmemiştir. Bunun nedeni ise, bu belgelerin, üç yıl sonra bir
suçlamaya muhatap edilmeleri olmalıdır.
Oysa
Başsavcılığın bazı siyasî partiler için Sayın Mahkemenizde açtığı kapatma
davalarının iddianameleri şöyle başlamaktadır:
"Sosyalist
Parti, 1 Şubat 1988 tarihinde Siyasî Partiler Kanununda öngörülen bildiri ve
belgelerini, İçişleri Bakanlığına vererek kurulmuş, tüzel kişilik
kazanmıştır." (C.Başsavcılığı'nın 15.2.1988 günlü ve SP. 23 Hz. 1988/2
sayılı iddianamesi)
"4
Haziran 1990 tarihinde İçişleri Bakanlığı'na kuruluş bildiri ve belgelerini
vermek suretiyle Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) adıyla bir siyasî
parti kurularak tüzel kişilik kazanmış..." (C.Başsavcılığının 14.6.1990
günlü ve SP. 30.Hz. 1990/34 sayılı iddianamesi)
"Davalı
Parti, 1.2.1988 tarihinde İçişleri Bakanlığı'na kuruluş bildiri ve belgelerini
vermek suretiyle Sosyalist Parti adı altında tüzel kişilik kazanmıştır."
(C.Başsavcılığı'nın 14.11.1991 günlü ve SP. 13. Hz. 1991/94 sayılı iddianamesi)
Kuruluşundan
3 yıl sonra, bir siyasî partinin tüzük ve programı ile suçlanması oldukça
ilginçtir. Bu 3 yıl boyunca tüzüğü ve programı nedeniyle herhangi bir
soruşturmaya uğramayan SBP'nin şimdi bu belgeler de vesile edilerek kapatılması
istenmektedir. Bir siyasî parti için kapatmanın, "idam cezası" olduğu
yolunda hukuksal görüşler ileri sürülmüştür. (As.Yarg.Başsavcılığı'nın
30.4.1984 günlü ve 1984/567 sayılı tebliğnamesi) Bu kadar vahim bir nitelik
taşıyan tüzük ve program, 3 yıl süreyle soruşturmaya hedef olmamıştır. Bunun
ise açık bir anlamı vardır. Bu tüzük ve program toplumsal olduğu kadar hukuksal
olarak da meşruiyet kazanmıştır. 3 yıl sonra gelen bu soruşturma,
"kapatma" biçiminde yöneldiği sonucun vahim niteliği ile kendisi
çelişmektedir.
İddianamenin
3. sayfasında şöyle denilmektedir: "Cumhuriyet Başsavcılığımız Anayasa ve
SPY'nın yüklediği görev uyarınca, diğer partiler gibi, davalı siyasal partinin
yurt düzeyindeki çalışmalarını kuruluşundan başlayarak izlemeye başlamış,
görevden ötürü (re'sen) yapılan izleme yanında 9.11.1993 gün ve SP 33 Muh.
1993/154 sayılı yazımız üzerine davalı siyasi partice 12.10.1993 gün ve 706
sayılı yazı ekinde gönderilen yayınların incelenmesi ve değerlendirilmesinden,
davalı siyasî partinin çalışmalarında, kapatmayı gerektiren yasaklamalara
aykırı davranışların var olduğu kanısına varılmıştır."
Bu
ifade kendisiyle çelişmektedir. SBP'nin "kuruluşundan başlayarak"
yapılan izleme, -ki bu SPY'nın 10. maddesinin açıkça öngürdüğü bir
gerekliliktir- "kapatmayı gerektiren yasaklamalara aykırı" görülmüşse
bugüne kadar böyle bir dava niçin açılmamıştır.' Gerçekte yasaklamalara aykırılık
yoksa, bugün böyle bir dava açılmasının anlamı nedir' Sözü edilen, "davalı
siyasî partice 12.10.1993 günlü yazı ekinde gönderilen yayınların" ancak
şimdilerde, kapatmayı gerektiren bir sorumluluk taşıdığı kanaatini
yaratamayacağını ise, aşağıda ele alacağız.
Gene
iddianamenin 4. sayfasında şöyle denilmiştir: "Davalı siyasî partinin
tüzük ve programındaki kapatılma nedeni olabilecek kimi belirsizlikler; davalı
siyasî partinin büyük kongre kararı, Genel Yönetim Kurulu raporları, Genel
Başkan Sadun AREN ve Genel Başkan Yardımcısı Sıtkı COŞKUN'un parti adına
açıklamaları ile kapatılmaya ilişkin kanıtlar daha belirgin hale
gelmiştir."
"Kapatılma
nedeni olabilecek belirsizlikler" ne demektir' Bir "belirsizlik"
nedeni ile mi kapatma istenmektedir' İddianame bu belirsizliğin ne olduğunu
söylemelidir. Bu belirsizlik şimdi nasıl "daha belirgin" hale
gelmiştir' İddianame bunu açıklamalıdır. Gariptir ki, iddianame,
"belirsizlik" olarak nitelendirdiği hususun giderilmiş olduğunu
söyleyememekte, ancak "daha belirgin hale" geldiğini belirtmektedir.
Bu ise, hala belirgin olmayan yanları bulunan, yani kısmen belirgin, kısmen
belirgin olmayan demektir. Belirgin olmayana da dayanan bir suçlama, kapatma
isteğinde inandırıcı görülebilir mi'
Aslında
iddianame, SBP'nin masumiyetini görmektedir. İşte bunun yanı sıra kapatma
isteğinin açıklanması sıkıntı yaratmaktadır.
SPY'nın
9. maddesi, yeni kururulan siyasi partilerin tüzük ve programlarının,
C.Başsavcılığı'nca, Anayasa ve kanun hükümlerine uygunluğunun incelenip
denetleneceğini öngörmektedir. Gene aynı madde hükmüne göre bu denetlemede
görülecek noksanlıkları gidermeyen, istenecek ek bilgi ve belgeleri göndermeyen
siyasî partiler hakkında kapatılmaya dair hükümler uygulanacaktır. Yukarıya
alıntıladığımız ifadeden anlaşıldığı üzere, SBP'nin tüzük ve programı hakkında
da yapılmış olan, "Anayasa ve kanun hükümlerine uygunluk" denetiminde
olumsuz bir kanaate ulaşılmamıştır. Çünkü Parti tüzük ve programının
değiştirilmesi veya düzeltilmesi konusunda Yargıtay Cumhuriyet başsavcılığı'ndan
herhangi bir yazı alınmamıştır. Yukarıda sözü edilen davalarda Sosyalist Parti
davasının iddianamesi, partinin kuruluşundan 14 gün sonra TBKP'nin iddianamesi
ise 10 gün sonra hazırlanmıştır.
2.
Suçlanan Parti Çalışmalarının Üstünden 1,5 Yıl Geçmiştir.
Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın iddianamesinde, SBP, tüzük ve programından başka bir kısım
faaliyetler nedeniyle de suçlanmaktadır. Partinin suçlanmasına neden yapılan bu
faaliyetler;
a)
1.Kongereye sunulan Genel Yönetim Kurulu Çalışma Raporu ve bu kongrede alınan kararlar
ve Kongre Sonuç Bildirgesi ile,
b)
Genel Başkan prof. Sadun Aren ile Genel Başkan Yardımcısı Sıtkı Coşkun'un SBP
Bülteni'nde yayınlanan bazı röportaj veya toplantılardaki konuşmalarıdır.
Ne
var ki, yukarıda partinin kuruluş belgeleri için söylediklerimiz, bunlar için
de geçerlidir.
SBP'nin
1. Olağan Kongresi 2-3 Mayıs 1992 tarihlerinde yapılmıştır. bu tarih ile
iddianamenin hazırlandığı tarih arasında bir buçuk yıldan fazla bir süre
geçmiştir. Üstelik tüzük ve programdan belirsizlikler bulunduğunu ileri süren
Başsavcılık, Kongre belgeleri için böyle bir şey söylememekte, aksine bu
belirsizliğin örneğin bu belgelerle daha belirgin hale geldiğini ifade
etmektedir. Şu halde 1. Kongre'ye sunulan Çalışma Raporu ile Kongre'de alınan
kararlar, Parti'nin kapatılmasına neden oluşturacak sarih ögeler taşımasına
karşın, böyle bir dava açılmamış, birbuçuk yıl beklenmiştir. Aradan böyle bir
süre geçtikten sonra, ancak şimdilerde bu davanın açılmasına acaba neden gerek
görülmüştür'
Prof.
Aren'in ve S.Coşkun'un demeç ve açıklamaları için de aynı şey sözkonusudur.
Prof. Aren'in Vo Realites ve Vorwarts dergileri ile I'Humanite ve Azadi
gazetelerinde yayınlanan röportaj ve demeçlerinin hepsi de 1992 yılı ortalarına
aittir. Ve iddianame tarihinden bir-birbuçuk yıl daha eskidir.
SBP
hakkında kapatma nedeni oluşturduğu iddia edilen bulguların geçmişi üç yıla
uzanırken, bu süre zarfında Parti kongresini yapmış, 44 il, 200'ü aşkın ilçe ve
200'ü aşkın beldede örgütlenmiş ve bir yığın siyasal etkinliklerde bulunmuştur.
Parti bu faaliyetlerde bulunurken herhangi bir engelleme ile karşılaşmamış, bir
uyarıya muhatap olmamıştır. (Karşılaşılan bir yığın idari engeller ise bu
anlamda değildir.)
İddianamede,
"davalı siyasî partice 12.10.1993 günlü yazı ekinde gönderilen yayınların
incelenmesi"nden söz edilmiştir. (sh.3) Buna bakılırsa, C.Başsavcılığı
parti yayınlarını zamanında temin edip inceleyemediğini, bunların kendisine geç
ulaştığını söylemektedir. Ne var ki, SPY'nın 10. maddesi,
"C.Başsavcılığı'nca her siyasî parti için bir sicil dosyası"
tutulacağını öngörmekte ve maddenin (c) bendinde, "partinin faaliyetlerini
düzenleyen her türlü yönetmelikler ve yayınları"n da bu dosyaya
konulmasını emretmektedir. Maddenin 4. fıkrasına göre bu belgelerin,
C.Başsavcılığı'na intikal ettirilme süresi onbeş gündür. Bu süreye, siyasî
partilerin yayınlarını C.Başsavcılığı'na iletmek için uymak zorunda oldukları
kadar, C.Başsavcılığı da, -iddianamesinde belirttiği gibi re'sen yürüttüğü
görevinde bu süreye uyacaktır. Görülüyor ki, onbeş günlük süre kısa bir
süredir. kanunda 15 gün içinde yapılması öngörülen bir işin; birbuçuk yıl gibi,
üç yıl gibi bir süre sonra yapılması, C.Başsavcılığı'na kanunen tanınmış bir
hak değildir. Tekrar ifade edelim ki, bu, partinin kabul edilmiş olan toplumsal
ve hukuksal meşruiyetine, her nedense şimdilerde uygun görülen bir karşı
çıkmadır. Bu davanın SBP'nin seçimlere katılma hakkını elde ettiğinin kamuoyuna
açıklanmasının hemen ardından gelmesi oldukça ilginçtir.
SPY
Anayasa'ya Aykırıdır.
Yargıtay
C.Başsavcılığı SBP'nin kapatılmasını, 2820 sayılı SPY hükümlerine dayanarak
istemektedir. İddianamede SBP, SPY'nın 18, 80. 81/a ve 81/b maddelerine
aykırılık iddiasıyla suçlanmaktadır. Davada SPY, "uygulanacak kanun"
durumundadır. (Anayasa md. 152; 2949 sayılı K. md. 28).
SPY'nın
bu hükümleri Anayasaya aykırı hükümlerdir. Anayasa'nın 69. maddesine göre,
siyasî partilerin faaliyetleri, Anayasa'nın 14. maddesindeki sınırların dışına
çıkamaz. Anayasa'nın 14. maddesinde sıralanan yasaklamalarla SPY'nın bahsi
geçen hükümleri tam bir uyum gösteren hükümler değildir. Bu hükümler Anayasa'yı
aşan sınırlamalar getirmekte, siyasî partilere sağlanan Anayasal güvenceyi
ortadan kaldırmaktadır. Bu itibarla iddianamenin dayandığı SPY hükümleri,
Anayasa'nın 10, 11, 12, 13, 14, 68 ve 69. maddelerine aykırıdır.
Ancak
önem taşıyan konu, 2820 sayılı kanunun Anayasa'ya aykırılığının, Anayasa'nın
geçici 15. maddesi karşısındaki durumudur. Bu maddenin kapsamı hakkında, son
zamanlarda giderek yoğunlaşan görüşler ortaya çıkmaktadır. Gerçekten de, geçici
15. maddenin, özetle; bir kısım yasama işlemlerini anayasal denetimin dışında
tuttuğu, bunun ise Cumhuriyetin hukuk devleti olma niteliğini zedelediği,
Anayasa'da gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenen
hukuk düzeninin dışına çıkılması sonucunu doğurduğu; geçici bir maddenin,
Anayasa'nın temel kuralllarını süresiz işlemez hale getirmesinin Anayasal
sistemle bağdaşmayacağı, bunun, maddenin geçicilik özelliğine de uygun
düşmeyeceği; bu geçici maddenin, sürekli bir kural olarak kabulu durumunda,
Anayasa'nın öngördüğü hukuk devleti, Anayasa'nın üstünlüğü ve anayasal
denetimle ilgili temel kuralların, 12.9.1980 - 6.12.1983 tarihleri arasında
çıkan yasama metinleri yönünden Anayasa'nın işlerliğini kaybettiği; geçici bir
maddenin sürekli bir kural niteliğinde anlaşılması halinde, geçici hükmün,
Anayasa'nın kimi temel kurallarının önüne geçmesi sonucunu doğurduğu; Anayasa
yapımcısının, geçici 15. madde ile koyduğu yasaklamayı sürekli kılmak
isteseydi, geçici maddeler arasına değil, temel maddeler arasına koyması
gerekeceği düşünceleri belirmiş ve bu yöndeki düşünceler giderek güç ve
yoğunluk kazanmıştır.
4.
Anayasa'nın Geçici 15. Maddesi Hakkında:
Bunlarla
birlikte, SPY'nın tümü itibariyle gördüğü değişiklikler yüzünden orijinal biçim
ve bütünlüğünü kaybettiği; kanunun 7 yılda 10 kez değiştirildiği, bu nedenle
geçici 15. maddenin koruması altında bulunamayacağı düşünceleri de ciddi
boyutlar kazanmıştır. Bu konuda Anayasa Mahkemesi'nde çoğunlukla benimsenen
görüş şöyledir:
"Geçici
maddeler geçerliği, uygulama süreleriyle değil, geçici olarak düzenledikleri
hukuksal ilişki ve kurumlarla kendisi ve bağlı olduğu temel metinlerin
içerikleri ve anlamları ile değerlendirilir. Geçici maddeler, değişik hukuksal
düzenlemeler arasında bağlantı kurar, kazanılmış hakların saklı tutulmasını,
uygulamanın daha geniş bir zaman dilimine yayılarak yapılmasını sağlarlar. Bu
yönden de geçici maddeler ile temel hükümler arasından farklılıklar bulunması
doğaldır. Geçici maddelerin taşıdıkları hukuksal değer, diğer maddelerden
farklı değildir. Hatta temel düzenlemeden ayrık hükümler getirmesi yönünden
uygulama önceliğine ve etkinliğine sahiptirler." (Anayasa Mahkemesi'nin
16.7.1991 günlü ve 1990/1 (S.P.Kapatma) E. 1991/1, karar sayılı ve 10.7.1992
günlü ve 1991/2 (S.P.Kapatma) E. 1992/1 K. sayılı kararları)
Yüksek
Mahkemenin bu görüşünü aşağıda değineceğimiz "ihmal"e ilişkin görüşü
ile birlikte ele alacağız. Nitekim Anayasa'ya aykırılık sorununun geçici 15.
madde ile tıkandığı görüşünün ağırlık kazandığı hallerde "Anayasa'nın
temel ilkelerine ve bu ilkelere egemen olan hukukun ana kurallarına
olabildiğince uygun düşecek biçimde yorum" tekniğinin kullanılması
(Anayasa Mahkemesi, 28.9.1984, 1984/1 (S.P.Kapatma) E. 1984/1 K.) yoluna
gidebileceği gibi; Anayasa'nın temel hükümleri ile çelişen bir yasa hükmünün,
Anayasa Mahkemesi'nin deyişiyle bir yana bırakılması, yani ihmali gibi bir
çözüm yolu da bulunabileceği düşünceleri ortaya çıkmıştır. Bu konuda Anayasa
Mahkemesi, 16.7.1991 günlü ve 1990/1 E., 1991/1 K. sayılı kapatma davası
kararının gerekçesinde; önce gene Anayasa Mahkemesi'nin 28.9.1994 günlü ve
1984/1 E. sayılı Siyasî Parti Kapatma Davası Kararından;
"Geçici
15. maddenin, Anayasa'ya aykırı hükümlerinin sığınabileceği bir yer olarak
değil, 12 Eylül Harekatının zedelenmesine imkan verilmemesi için ve tıpkı 1961
Anayasası'nın geçici 4. maddesindeki gibi bir düzenlemeden ibaret olduğu kabul
edilmelidir. Bahis konusu geçici maddenin kapsamında olan ve böylece Anayasal
koruma altında bulunan yasa hükümlerinin, sırf bu nedenle Anayasa'ya aykırı
oldukları ileri sürülemeyeceği gibi, bunların Anayasa Mahkemesi'nce ihmal
edilmesinden de sözedilemez. Bu durumdaki hükümlerin ancak, Anayasa'nın temel
ilkelerine ve bu ilkelere egemen olan hukukun ana kurallarına olabildiğince
uygun düşecek biçimde yorumlanmaları düşünülebilir." alıntısı
aktarıldıktan sonra şöyle devam edilmektedir:
"Bu
kararda da açıkça belirtildiği gibi Anayasa'nın geçici 15. maddesi, olağanüstü
koşullar altında siyasal bir geçiş döneminde çıkarılan yasaların Anayasa
Mahkemesi'nce denetlenmesini ve Anayasaya aykırı olduklarının ileri sürülmesini
önleyici, açık bir Anayasa hükmüdür... Anayasa koyucunun belli bir dönemde
çıkarılan yasaların Anayasa Mahkemesi'nin denetimi dışında kalması yolunda
yaptığı siyasal tercihin ifadesi olan geçici 15. madde, konuyu açık bir biçimde
ortaya koymuştur. Anayasa Mahkemesi'nin herhangi bir nedenle de olsa bu kuralı
yok sayması olanaksızdır."
Bu
karardan bir yıl sonra Anayasa Mahkemesi, aynı konuyu, aynı anlayış ile
benimseyerek yinelemişse de, gerekçedeki ifade değiştirilmiştir. nitekim
10.7.1992 günlü ve 1991/2 E., 1992/1 K. sayılı kapatma kararında, aynı görüş bu
kez şöyle söylenmiştir:
"Geçici
15. madde, salt Anayasa'ya aykırı hükümlerin sığınabileceği bir yer olmayıp,
1961 Anayasası'nın geçici 4. maddesindeki gibi bir koruma düzenlemesidir."
Görülüyorki,
Anayasa Mahkemesi Anayasa'ya aykırılık konusunda SPY'nın, Anayasa'nın geçici
15. maddesinin koruması altında bulunduğunu ve bu kanun hükümlerinin
uygulanmasının ihmal edilemeyeceğini kabul ederken, bu görüşünü, bir düzeni
oluşturan yasal düzenlemelerin korunması olarak benimsemektedir. Bu düzen ise
12 Eylül harekatının getirdiği düzendir. Geçici 15. madde, 12 Eylül Harekatının
zedelenmesine imkan verilmemesi için konulmuştur. O halde Anayasa Mahkemesi'nce
de bu kuralın yok sayılması olanaksızıdr.
Anayasa
Mahkemesi'nin sonuç itibariyle bir farklılık yaratmamakla birlikte, bir yıl
arayla verdiği bu kararlar, ayrıntıda da olsa bir değişikliğe uğramaktan uzak
kalamamaktadır. Örneğin 16.7.1991 günlü kararda, "Anayasa'nın geçici 15.
maddesinin uygulanmasında anayasa hükümleri arasında da bir çelişme
yoktur" denilip, 28.9.1984 tarihli kararda ifade edildiği gibi, bu
maddenin "Anayasa'ya aykırı hükümlerin sığınabileceği bir yer olarak"
görülmemesi gerektiği söylenmişken, bu kez 10.7.1992 tarihli kararda
"Geçici 15. madde, salt Anayasa'ya aykırı hükümlerin sığınabileceği bir
yer olmayıp" denilmektedir.
5.
Siyasî Parti Kapatma Sorunu:
Ülkemizde
son yıllarda, siyasî parti kapatma davalarının çok sayıda örnekleri
görülmüştür. Oysa doğası gereği siyasî partilerin yargı organı tarafından
kapatılması az rastlanan bir dava türü olmalıdır. Haklarında kapatma kararı
verilen siyasî partilerin büyük çoğunluğunu; sosyalist, marksist programlı
partiler oluşturmaktadır. Bu partilerin hepsi de, "Kürt sorunu" ile
ilgili nedenlerden dolayı kapatılmışlardır. Hiç kuşkusuz ki, sosyalist,
marksist partiler etnik sorunları görmezlikten gelemezler. Ama bu konu,
yalnızca sosyalist partilerin sorunu değildir. Ülke yönetimine talip olan ciddi
bir siyasî partinin, ister muhalefette, ister iktidarda olsun, ülkenin her bir
kesimi ve tüm sorunları ile ciddi bir biçimde ilgilenmesi, onun boşlayamayacağı
aslî görevlerinden biridir. Bir siyasî partinin ülke sorunlarına ister muhalefette,
isterse iktidarda olsun, çözümler araması, getirmesi veya önermesi, mutlak
görevlerinden biridir. Ekonomik programları ne olursa olsun, politik eğilimleri
ne olursa olsun, siyasal çözüm bulmakla görevli olan partiler tüm toplum
kesimlerine yönelmek zorundadırlar. Örneğin şu görüşler, bugün koalisyon
hükümetinin ortağı olan bir siyasî partinin görüşleridir:
"Doğu
ve Güneydoğu Anadolu'nun bazı bölümlerinde yaşayan yurttaşların ağırlıklı bir
bölümü etnik açıdan Kürt kökenlidir... Kürt kimliğini kabul ederek kendine
"Kürt kökenliyim" diyen yurttaşlara, bu kişiliklerini hayatın her
alanında istedikleri gibi ve özgürce belirtme hakkına sahip olmaları olanağı
sağlanacaktır." (SHP'nin Doğu ve Güneydoğu Sorunlarına Bakış ve Çözüm
Önerileri. Ankara, Temmuz 1990, S. 28-43).
Ancak,
Anayasa Mahkemesi'nin yargısı, bütün siyasî partilere uzanabilmekte değildir.
Bu, C.Başsavcılığı'nın tekelinde olan bir inisiyatiftir. Bu durumda Anayasa
Mahkemesi'nin gözeteceği eşitlik ve adalet ölçütlerinde, dikkate alınacak
önemli hususlar vardır.
Anayasa
Mahkemelerinin, genellikle anayasal koruma görevini yerine getirebilmek için,
temel kurallara uygun olmasa bile, özgürlüklere aykırı olacağını ve hatta zarar
vereceğini bilerek, koruma işlevine haklılık aradıkları, temel hak ve
özgürlüklerin çeşitli alanları üzerdinde bu tür yorumlar ve çözümler
ürettiklerinin çok sık önrekleri görüldüğü ileri sürülmüştür. (Dominique
Rousseau: Anayasa Mahkemelerinin Politikaları, 1992, S.130-131) Bu nedenle
Anayasa Mahkemeleri, bir üst düzey mahkemesi (Yüksek Mahkeme) olarak, siyasî
mahkemelerdir. Prof. Bahri Savcı, Anayasa Mahkemelerinin, hemen her yerde siyasi
mahkemeler olduğunu kaydetmektedir.
Şimdi
bizde görülen siyasî parti kapatma tablosunda da, kuşkusuz siyasal tercihlerin
etkileri gözlenmektedir. Sosyalist, marksist partilerin Kürt sorununa, etnik
konulara yaklaşım ve açılımına Anayasa mahkemesi olanak tanımamaktadır. Bu,
Anayasa Mahkemesi'nin Devletin üst düzey politikası ile bütünleşen tutumudur.
Bu nedenle marksist programa sahip olmayan bir siyasî parti, örneğin ülke
üzerinde ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri sürse (SPY,
md. 81/a) ya da Türk dilinden başka bir dili korumak niyetini açıklasa (SPY,
md. 81/b) bu, önemli görülmeyecektir.
Oysa
iddianamede zikredilen (bk. sh. 27, 29, 38), Anayasa Mahkemesi'nin 20.7.1971
günlü ve 1971/3 E., 1971/3 K. sayılı kapatma kararından bu yana, özellikle son
yıllarda oldukça artan sayıdaki kapatma davalarında, aynı tutum, bir siyasî
tercih olarak ortaya çıkmıştır. Şimdi kapatılmış olan bu siyasî partilerin,
geçmişte kalan faaliyetlerine bakıldığı zaman, toplumsal dinamiğin bugün çok farklı
noktalara ulaşmış olduğunu görürüz.
Ancak
her parti kapatma olayında, demokrasi ve özgürlüklerden önemli kayıplar
verildiği kuşkusuzdur. Çeşitli görüş ve düşüncelere açık, çok sesli bir
demokrasi anlayışı, gelişecek bir ortak bulamamaktadır. Siyasî partiler
kapatmanın demokratik rejime bir katkı getirmesi düşünülemez; aksine Anayasa'da
"demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurları" olduğu belirtilen
(md. 68) partilerin kapatılması, demokratik hayatın unsurlarını yok etmek
sonucunu doğurur.
6.
Uluslararası Sözleşmeler :
Türkiye
son yıllarda, uluslararası hukukla daha geniş bağlantılar kurmuştur. Artık,
özellikle Avrupa hukuku, Türkiye'ye daha fazla yansımaktadır. Anayasa'nın 90.
maddesinin 5. fıkrasına göre, uluslararası antlaşma hükümleri, yalnızca
uluslararası hukuk değil, iç hukuk olmuştur. Bu nedenle uluslararası hukukun,
usulüne göre onaylanan sözleşmeler yoluyla iç hukukumuza giren kuralları,
yalnızca kanun olarak değil, uygulamaları Anayasa emri olarak (md. 90/5)
güçlendirilen normlardır. 1974 tarihinde, Türk Hükümetince imzalanan Helsinki
Nihai Senedi ile, ilke olarak; uyuşmazlıkların barışçı yollarla çözümü,
düşünce, vicdan, din ve inanç özgürlükleri de dahil olmak üzere, insan
haklarına ve temel özgürlüklere saygı; halkların hak eşitliği ve kendi
kaderlerini tayin hakkı, diğer imzacı ülkelere karşı taahhüt edilerek
benimsenen temel haklar oldu.
Helsinki
Nihai Senedi'nin ardından Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı'na (AGİK)
katılan ülkeler AGİK süreci sonunda, ortaklaşa yeni bir ferman oluşturdular:
Yeni bir Avrupa için Paris Şartı. Paris Şartı, 1990'ların Avrupasında, temel
haklar ve özgürlüklere ilişkin resmî düzeydeki ortak görüşün ifadesidir.
Paris
Şartı ile Helsinki ilkeleri pekiştirilmekte ve Avrupa'nın toplumsal, hukuksal,
ekonomik, demokratik, kültürel, askerî konsepsiyonunun güvenliği dile
getirilmektedir. Bunlar bilinen ilkeler olmakla birlikte, gene de hatırlamakta
yarar vardır. Örneğin Şart'ın, "İnsan Hakları, Demokrasi ve Hukukun
Üstünlüğü" başlıklı ilk bölümünde şöyle denilmektedir:
"Ulusal
azınlıkların etnik, kültürel, dil ve dini kimliklerinin korunacağını, ulusal
azınlıklara mensup kişilerin bu kimliklerini ayrıma tabi tutulmaksızın ve kanun
önünde tam bir eşitlikle, hür olarak ifade etmeye, korumaya ve geliştirmeye
hakları olduğunu teyit ederiz."
Avrupa'da
yeni bir çağa geçildiğinin belirtildiği Şart, "İnsani boyut" başlığı
altında, gelecek için rehber niteliğinde gördüğü ilkeleri şöyle ifade etmiştir:
"Ulusal
azınlıkların toplumlarımızın hayatına zengin katkılarını artırmak azmi ile,
durumlarının daha da iyileştirilmesine çalışacağız. Barış, adalet, istikrar ve
demokrasinin yanı sıra halklarımız arasındaki dostane ilişkilerin de ulusal
azınlıkların etnik, kültürel, dili ve dini kimliklerinin korunmasını ve
kimliğin kuvvetlendirilmesi için gerekli şartların yaratılmasını gerektirdiğine
ilişkin derin inancımızı teyit ederiz. Ulusal azınlıklarla ilgili sorunların
ancak demokratik bir siyasî çerçevede tatminkar olarak çözümlenebileceğini
beyan ederiz. Ulusal azınlıklara mensup fertlerin haklarına, evrensel insan
haklarının bir parçası olarak, bütünüyle saygı gösterilmesi gerektiğini de
kabul ediyoruz." (Basın yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, Ankara,
Aralık 1990)
Bu
taahhüt niteliğindeki beyanların altında, Türkiye'nin o tarihteki Cumhurbaşkanı
ve Başbakananı'nın birlikte imzaları bulunmaktadır.
Öte
taraftan; Türkiye, 6366 sayılı Kanunla onaylanan insan haklarının ve temel
özgürlüklerin korunmasına ilişkin sözleşmenin (AİHS) de imzacılarındandır. Bu
sözleşmenin 9. maddesi, düşünce özgürlüğünü, 10. maddesi ise görüşlerini ve
anlatım özgürlüğünü güvenceye almaktadır.
Sözleşmenin
14. maddesi ise, "Bu sözleşmede tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma,
cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya sosyal
köken, ulusal bir azınlığa mensupluk, servet, doğuş veya herhangi başka bir
durum bakımından hiçbir ayrım gözetilmeksizin sağlanır" demektedir.
İddianamede,
bu ilkelerin yer aldığı metinler görmezlikten gelinmiştir.
Bu
sözleşmeye ek 1 numaralı protokolün 3. maddesi ise, akit tarafların, yasama
organının seçilmesinde halkın düşüncesinin özgürce açıklanmasını sağlayacak
şartlar için de makul aralıklarla gizli oyla seçim yapmayı taahhüt ettiklerini
hükme bağlamaktadır. Anayasa'nın 66. maddesi, "Türk Devletine vatandaşlık
bağı ile bağlı olan herkesin Türk" olduğunu belirtmektedir. Buna göre,
devlete vatandışlık bağı ile bağlı olmak, "Türk olmak" anlamındadır.
türk olan herkes; Anayasa'da, kanunlarda, uluslararası sözleşmelerde, devletin
uygulanmasını yükümlenip taahhüt ettiği her düzeydeki belgede yer alan
haklarını kullanabilecektir. Dahası, bu hakların gerçekleştirilmesini isteme
hakkına sahip olacaktır.
Yani,
bu hükümlere göre, Kürt halkına ilişkin çözüm önerilerinin yer aldığı bir
program vatandaşın seçme hakkına ulaştırılamadığı, bunun engellendiği bir
durumda (Örneğin bu konuda görüşleri olan bir siyasî partinin kapatılması gibi)
sözleşme hükümleri ihlal edilmiş olur. (Ek protokol md. 3) Çünkü "halkın
düşüncesinin özgürce açıklanmasını sağlayacak şartlar" oluşturalamamış,
tam tersine ne ölçüde varsa o da yok edilmiştir. Aynı şekilde, Anayasalarda ve
Anayasal oluşumu etkileyecek konuma sahip seçme, seçilme haklarını düzenleyen
metinler ve bunların başta gelenlerinden olan siyasal partiler yasasında yer
alan hakların, yalnızca "Türk" olarak tanımlanan; ama, her kesim ve
düzeydeki otoritelerin ifade etmekten kaçınamadığı Kürt realitesini dışlayan en
azından görmezlikten gelen düzenlemesi, bu sözleşme hükümleriyle açıkça
çelişkilidir.
Türkiye,
bireysel başvuru hakkının istemeyerekte olsa -kabul edildiği 28 Ocak 1989
tarihinden bu yana, AİHS'nde yer alan temel hak ve özgürlükleri korumakla
yükümlü olan; Avrupa Konseyi'nin yargı organlarının yargısına tabi
bulunmaktadır. Türkiye şu ana kadar, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'nca
aleyhinde düzenlenmiş raporlarda öngörülen gereklilikleri yerine getirmekten
uzak kalamamıştır. T.C. Hükümeti, şimdi yakın bir tarihte (Mart 1994) Avrupa
İnsan Hakları Divanı önünde de kendisini savunacaktır. Esasen Türkiye, Divan'ın
zorunlu yargı yetkisini tanımazdan önce (1990) Komisyon'un yargı alanında
bulunurken; Komisyon, Divan'ın içtihatlarına uyumlu görüşler ürettiği için,
-dolaylı bile denilemeyecek kadar- Divan'ın kararlarına (içtihat) riayet etme
yükümlülüğünde idi.
AİHS,
"Dünya'da barış ve adaletin asıl temelini oluşturan ve sağlanıp
korunabilmesi her şeyden önce, bir yandan gerçekten demokratik bir siyasal
rejimin varlığına, öte yandan da insan hakları konusunda ortak bir anlayış ve
ortaklaşa saygı esasına bağlı olan bu temel özgürlüklere derin inançlarını bir
daha tekrarlayarak... aşağıdaki hususlarda anlaşmışlardır" demektedir.
Yani
sözleşme dibacesi, sözleşme hükümlerine riayetin "derin bir inanç"ın
ifadesi olduğunu buyurucu ve bağlayıcı olarak belirtmektedir.
Komisyon
(ve divan) iç yönetmeliği ise, sözleşme de yer alan temel haklara ilişkin
ilkelerin korunması konusunda, derin bir inançla taahhütte bulunan devletlerin,
onu gerçekleştirebilmek için ellerinden gelen çabayı göstereceklerini de ifade
etmektedir.
Yineleyelim
ki, Anayasa'ya göre, uluslararası sözleşmeler kanun hükmündedir. (md. 90/5)
Ancak,
kanun hükmünde uygulanmaları Anayasal güvenceye alınan bu metinler başka bir
metin karşısında (2820 saylı SPY) görmezlikten gelinebilmektedir.
7.
SBP ve Kürt Sorunu:
İddianamede
yer alan suçlamalara göre, SBP'nin kapatılması isteğinin nedenleri;
a)
Partinin kuruluş belgeleri,
b)
1. Kongre belgeleri ve
c)
Genel Başkan Prof.Sadun Aren ile Genel Başkan Yardımcısı Sıtkı Coşkun'un bazı
demeç ve açıklamalarıdır.
İddianame,
bunlarla ilgili suçlamalar yaparken tamamiyle soyut iddialar ileri sürmekte;
gerçekte bu suçlamalara konu ettiği dökümanları ele almamaktadır. İddia gayet
soyuttur. İddia bir parti belgesinin zikrettikten sonra; ardından hiç ilgisiz
bir konuya geçmekte, fakat bununla parti belgesi arasında bir bağ, bir ilinti
kurmaya gerek görmemektedir. Başsavcılığın başka tür bir suçlama yöntemi
kullanması zaten mümkün değildir. Çünkü üç yıl sonra açılan bu dava suçlamada
samimi kanıtlara dayanmamaktadır. İddia yukarıda belirtildiği gibi bugüne
kadar, kapatılmalarına karar verilen sosyalist Programlı partilerle ilgili
genel kavramları ve bunlara dayalı suçlamaları somutlaştıramamaktadır.
İddianameye
göre, yalnızca Kürt halkının varlığından söz etmek bile partinin kapatılmasını
gerektirir. Asla hukuksal bir biçimde izahı mümkün olmayan, çağ dışı bir
düşünceyi kanunlaştıran bu hükmün Anayasa'ya aykırılığının ileri sürülemeyeceği
konusunda, Anayasaya madde konulması sebepsiz değildir. Bu düzenleme kendi
mantığı ile tutarlı olabilir; fakat akılcı ve hukuki olma niteliğini kazanamaz.
Azınlıklar
bulunduğunu ileri sürülemeyeceği veya azınlıklar yaratılamayacağına ilişkin
düzenlemeler (SPY 81/9, 81/6) ancak, ya Kürtlerin olmadığı ya da siyasî
partilerin Kürtlerden söz edemeyeceği biçiminde anlaşılabilir. Bunların her
ikisinin de demokratik olma niteliği ile bağdaştırılması imkansızdır. Oysa,
siyasî partilerin işlevlerinin demokratik olamayan bir ortamda yerine getirmesi
mümkün değildir.
Yukarıda
da belirttiğimiz gibi şimdiye kadar kapatılmalarına karar verilen sosyalist
partilerin hepsinin de kapatılma nedeni aynıdır. Şu halde, Kürt halkının
varlığı politik düzeyde dile getirilemez.
Kürt
sorunu ülkenin yaşadığı en sıcak olaylardan biridir. Sorunun çözümü için
başlıca iki yaklaşım sözkonusu olmaktadır.
a)
Askeri çözüm,
b)
Barışçı çözüm
Siyasî
Partiler bu seçeneklerden hangisini benimsiyorlarsa onu programına alacaktır.
Barışçı çözüm bu seçeneklerden biridir. Ancak Kürt halkının varlığından
sözetmesi mümkün olmayan bir siyasî partinin soruna çözüm önermesi de mümkün
değildir.
Kürt
sorununa çözüm aranması yalnızca Kürtleri ilgilendiren bir konu değildir. Konu
Türkiye'nin bir sorunudur. Bu nedenle, gündeminde kürt sorunu bulunmayan bir
siyasî partinin programı eksiktir.
Devletin
ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü iddiası ise, öteki iddiaları gibi,
iddianamede soyut kalmaktadır. İddianamede konuya ilişkin yapılan yorumun
SBP'nin program ve faaliyetleri ile somut hiçbir bağlantısı kurulamamaktadır.
SBP'nin Kürt sorununa bakışı programında yer almış ve iddianameye de aynen
alıntılanmıştır.
Kürt
sorununa barışçı bir çözüm bulunmasının demokrasinin de sorunu olduğu ve temel
hak ve özgürlükleri kısıtlayan hükümlerin kaldırılması, kuşkusuz ki, bir siyasî
partinin hakkı ve ödevidir. SBP'nin üzerinde, "Kürtler nasıl yaşamak
istiyorlarsa öyle yaşamakta özgür olmalıdırlar" yazılı olan bir afişi
nedeniyle, İzmir DGM'de bakılan bir davada; bunun, "onlara ayrı bir devlet
kurmak ve T.C. ülkesini bölme özgürlüğü tanınacağı veya böyle bir özgürlüğün
kastedildiği anlamına" gelemiyeceği "Kürtlere ayrı devlet kurma
özgürlüğü istendiği gibi anlamı" çıkarılamadığı, "böyle bir maksat
güdüldüğünü kabul etmenin tahmini olacağı" gerekçesiyle suç oluşmadığından
beraat kararı verilmiştir. (İzmir DGM. 24.12.1992, 1992/105 E., 1992/143 K.)
Genel
Başkan Prof. Sadun Aren'in ve Genel Başkan Yardımcısı Sıtkı Coşkun'un görüş ve
açıklamaları Devletler Hukuku kuralları ve uluslararası andlaşmalarla
uyumludur. Gerek parti olarak SBP, gerekse, partinin yöneticileri, bölünmeyi
değil barış içinde bir arada yaşamayı savunmaktadırlar. Partinin hiçbir
yöneticisi hakkında -yukarıda sözü edilen İzmir DGM davası dışında- bir
soruşturma açılmamıştır.
Anayasa
Mahkemesi'nin iddianame ile birlikte partiye tebliğ edilen 11.1.1994 günlü ara
kararında; iddianamenin yazıldığı tarihte partinin Genel Başkanı, Genel Başkan
Yardımcısı ve Merkez Karar Yürütme Kurulu üyelerinin isimlerinin bildirilmesi
istenmiştir. SPY.nın 95., dahası Anayasa'nın 84. maddesini hatırlatan bu konu
üzerinde ileride esas hakkındaki savunmamızda duyuracağız.
8.
Sözlü Açıklama Yapmak İstiyoruz
Nihayet
son olarak 2949 sayılı Kanunun 33. maddesi hükmü gereğince tarafımıza sözlü
açıklama olanağı tanınmasını diliyoruz. Şimdiye kadar bakılan siyasî parti
kapatma davalarında tanınan bu olanağı kullanmak istiyoruz. Bu nedenle gerek
parti temsilcisi ve ilgililerinin sözlü açıklama yapmak için çağrılmalarını
diliyoruz.
9.
Sonuç
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın, SBP'nin kapatılmasına ilişkin isteğinin reddine karar
verilmesini dileriz."
III-
YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI'NIN ESAS HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 11.3.1994 günlü ve SP.43 Hz.1993/57 sayılı esas
hakkındaki görüşü şöyledir :
"Sosyalist
Birlik Partisi hakkında 28.12.1993 günlü iddianame ile açılan kapatma davası
nedeniyle Yüksek Mahkemenizden istenilen esas hakkındaki görüşümüzle birlikte
davalı parti savunmanının 28.2.1994 günlü ön savunmasında değinilen konulara
verilen yanıtlar aşağıda sunulmuştur.
Anayasa
Mahkemesi tarafından bir siyasî partinin kapatılmasına karar verilmesi ile o
siyasî partinin hukukî varlığı sona ermektedir. Halbuki Anayasa'ca siyasî
partiler demokratik hayatın vazgeçilmez unsuru olarak kabul edilmektedir. Bu
nedenle siyasî partilerin kapatılması için dava açılması ve kapatılması kararı
verilmesi durumunda titizlikle davranılması gerekmektedir. Yüksek Mahkemenizin
8.12.1988 gün ve 2-1 sayılı kararında, dava konusu parti programının bir
maddesine değinilerek, partinin henüz faaliyeti görülmeden sırf programındaki
bu madde nedeniyle anayasa'ya aykırı düştüğü sonucuna varılamayacağı
belirtilmiştir.
Davalı
siyasî partinin kapatılma nedeni saydığımız yasaklamalarla ilgili siyasî
partiler yasasının 78/a, 80, 81/a ve 81/b maddeleri "amacını güdemezler
ve/veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar ve .... bulunduğunu ileri
süremezler" şeklinde sona ermektedir.
Bu
açıklamalar karşısında davalı siyasî partinin tüzük ve programının
faaliyetleriyle birlikte değerlendirilerek neyi amaçladığının ortaya
çıkarılması bakımından, partinin tüzük ve programı yanında faaliyetleri de aynı
derecede önem kazanmaktadır.
Açıklanan
sebeblerle ön savunmada, partinin kuruluşundan üç yıldan fazla zaman geçtikten
sonra tüzük ve programının suçlanamayacağı şeklindeki ileri sürülen iddia
yerinde değildir.
Ön
savunmada ayrıca kapatma nedeni sayılan parti faaliyetlerinin dava tarihinden
bir buçuk yıl önceye rastladığı aynı şekilde ileri sürülmektedir. Bu sav da
yerinde değildir. Çünkü, davalı siyasî parti, Siyasî Partiler Yasası'nın 10/c maddesinde
belirtilen yayınlarını 15 günlük yasal süresi içinde Cumhuriyet Başsavcılığımız
Siyasî Partiler Sicil Bürosuna verme zorunluğunu yerine getirmemiştir. aksine,
yayınlar aynı yasanın 102. maddesinde yazılı zorlamaya dayalı olarak, 9.11.1993
gün ve SP. 33 Muh. 1993/154 sayılı yazımız üzerine gönderilmiş ve bunlar
28.12.1993 günlü iddianamemizin hemen başında partinin tüzük ve programı
yanında delil olarak gösterilmiştir.
Kaldıki,
Siyasî Partiler Yasası'nın 101/d maddesi hükmü ayrık olmak üzere, siyasî
partiler hakkında kapatılma davası açılması bir süreye tabi değildir.
Ön
savunmada, Anayasa ve Siyasî Partiler Yasasında birtakım değişiklikler
yapılması nedeniyle orijinal halinden uzaklaşılmış olmakla Siyasî Partiler
Yasasının Anayasaya aykırılığının incelenmesi ve anılan Yasanın 78., 80. ve 81.
Maddelerinin Anayasanın 10., 12., 13., 14., 68. ve 69. maddelerinin Anayasaya
aykırı olduğu savı ileri sürülmüştür.
Bu
savın yanıtlanmasında, konu ile Anayasanın geçici 15. maddesi arasındaki ilişki
öncelikle incelenmelidir. Sözü edilen maddeninin son fıkrasında, birinci
fıkrada belirtilen 12.9.1980 tarihinden ilk genel seçimler sonucu toplanacak
Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek
süreye gönderme yapılarak, bu dönem içinde çıkarılan yasaların, yasa hükmünde
kararnamelerin ve 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Yasa uyarınca alınan
karar ve tasarrufların Anayasaya aykırılığının iddia edilemeyeceği belirtilmiş
ve böylece yetkili organca kaldırılıncaya veya değiştirilinceye kadar Anayasaya
uygunluk denetimi yolunda bu hükümlerin tartışılmasının önlenmesi biçiminde bir
siyasal tercih ortaya konmuştur.
22.4.1983
tarihinde kabul edilmiş olan Siyasî Partiler Yasası, 12.9.1980 ile 6.11.1983
tarihinde yapılmış olan ilk genel seçimden sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanlık Divanının oluşması arasındaki dönemde kabul edilmiş olduğundan,
geçici 15. maddenin son fıkrası kapsamında bulunmaktadır. Böyle olunca,
Anayasal koruma altına alınmış olan söz konusu yasanın tümünün ya da kimi
maddelerinin Anayasaya aykırılığı ileri sürülemez.
Öte
yandan, Siyasî Partiler Yasasının getirdiği yasaklar ve dolayısıyla 78., 80. ve
81. maddelerde öngörülen kısıtlamalar, Anayasanın 68. ve 69. maddelerinde yer
alan kapatma nedenlerinin somutlaştırılması, başka deyişle bu kapatma
nedenlerinin beliriş, ortaya çıkış biçimleri olarak düşünülmelidir. Bu hükümler
"ulusal devlet niteliğinin korunması" ilkesinin siyasal partiler
yönünden öngörülmüş yaptırımları demektir. Çünkü, Anayasanın 69. maddesinin son
fıkrasında, "siyasal partilerin kuruluş ve faaliyetleri, denetleme ve
kapatılmaları yukarıdaki esaslar dairesinde kanunla düzenlenir." kuralı
getirilmiş, yasakoyucu da Siyasî Partiler Yasasındaki yasaklamaları kabul etmek
suretiyle Anayasada öngörülen düzenlemeyi gerçekleştirmiştir. Yüksek Mahkemeniz
de birçok kararlarında aynı sonuca varmış bulunmaktadır.
Belirtilen
nedenlerle, Siyasî Partiler Yasasının 78., 80. ve 81. maddelerinin Anayasaya
aykırı olduğu savı yerinde değildir.
Ön
savunmada ileri sürülen, Anayasanın 90. maddesi uyarınca iç hukuk kuralı haline
gelen Helsinki Sonuç belgesi'nin ardından AGİK süreci sonucu Yeni Bir Avrupa
İçin Paris Antlaşması (Şartı) hükümleri ve İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri
Korumaya Dair Sözleşme maddelerinin, varlığı ileri sürülen sorunun çözümünde
esas alınacağı bu metinlerde yer alan ilkeleri görmezlikten gelinerek
düzenlenen iddianamenin dayanaktan yoksun bulunduğu şeklindeki sava gelince;
3.7.1973-1.8.1975
tarihleri arasında toplantılarını sürdürmüş olan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği
Konferansı (AGİK) sonucunda kabul edilen Helsinki Sonuç Belgesi'nde yer alan
ilkeler: (1) Egemen eşitlik, egemenlik niteliğindeki haklara saygı, (2) Güç
tehdidine başvurmaktan ya da güç kullanmaktan kaçınma, (3) Sınırların
çiğnenmezliği, (4) Devletlerin toprak bütünlüğü, (5) Anlaşmazlıkların barışçı
çözümü, (6) İçişlerine karışmama, (7) düşünce, vicdan ya da inanç özgürlüğü
dahil insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı, (8) Halkların hak eşitliği
ve kendi yazgılarını belirleme hakkı, (9) Devletler arasında işbirliği, (10)
Uluslararası hukuka göre üstlenilen yükümlülüklerin iyi niyetle yerine
getirilmesidir.
AGİK'in
kendi adıyla anılan süreç içeriğinde, Paris'te yaptığı toplantılar sonucunda
21.11.1990 tarihinde imzalanan "Yeni Bir Avrupa İçin Paris Antlaşması
(Şartı)" da, demokrasi ve insan haklarına ağırlık veren ilkeleri arasında,
ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerinin korunması,
ulusal azınlığa mensup olanların ayırıma uğramaksızın ya da yasa önünde tam bir
eşitlikle kimliklerini özgürce dile getirme, koruma ve geliştirme haklarından
söz etmiştir. (Sencer, M., Paris Şartı ve İnsan Hakları, 16.12.1991 günlü
Cumhuriyet Gazetesi)
Davalı
partinin, Helsinki Sonuç Belgesi'ndeki, halkların kendi kaderini belirleme
hakkı ile Paris Şartının azınlık haklarına ilişkin hükümlerine uygun çözümlerin
amaçlandığı sonucuna varmak gerekir. Uluslararası bir sözleşme niteliğinde
olmayan ve bu nedenle hukuken bağlayıcılığı bulunmayan Helsinki Sonuç
Belgesi'nde yer alan, halkların kendi kaderini belirleme hakkından ilk kez 1918
tarihli Wilson ilkeleri arasında söz edilmiş, uluslararası hukukta kabulü de
Birleşmiş Milletler Antlaşmasında yer almasıyla gerçekleşmiştir. Bu hakkın
anlamı ve kapsamı, özellikle 1960'lı yıllarda başlayan bir süreç içerisinde
kabul edilen Birleşmiş Milletler kararlarıyla belirlenmiş bulunmaktadır. Buna
göre, kendi kaderini belirleme hakkının iki yönünün olduğu görülmektedir.
Birinci yönü, devletlerin iç örgütlenmelerine ilişkin olup, bir halkın dilediği
yönetim biçimini, herhangi bir dış baskı olmadan seçme hakkı bulunduğunu, yani
devlet ve hükümet biçimlerinin saptanmasında halklara serbestlik tanınmasını
ifade etmektedir. İkinci yönü, bir halkın bağımsız bir devlet kurmak dahil,
dilediği devlete bağlı olmayı seçme hakkı olarak anlaşılmaktadır. Ancak, kendi
kaderini belirleme hakkının, bu ikinci yönü bakımından kullanılması, yerleşmiş
bir uluslararası hukuk ilkesi olan ve Helsinki Sonuç Belgesi'nin de doğruladığı
"devletin ülkesinin bütünlüğü'ne saygı gereği olarak bazı sınırlamalara
bağlanmıştır. Bu bağlamda, kendi kaderini belirleme hakkı sömürge yönetimi
altındaki halklara tanınmakta, bir devletin tam parçasını oluşturan topraklar
üzerinde bulunan toplulukların ayrılması yoluyla yeni bir devletin kurulması
kabul edilmemektedir. Bu haktan yararlanmak isteyen bir topluluğun sömürge
yönetiminde yaşayan bir halk mı, yoksa içinde yaşadığı devletin ülke
bütünlüğünü bozacağı gerekçesiyle bu hakkı kendisine tanınmayan bir halk mı
olduğu bakımından kabul edilen ölçüte göre, bir devletin ülkesinin tümünde
geçerli olan genel statüde bulunup herhangi bir ayırıma bağlı tutulmayan ülke
parçalarında yaşayan toplulukların birtakım değişik özelliklere sahip olması,
kendini belirleme hakkından yararlanabilecekleri anlamına gelmekte, (Pazarcı,
H., Uluslar arası Hukuk dersleri cilt : II, 2. bası, Ankara, 1990, ss.8-12);
başka deyişle, eğer devletlerin yönetimleri çeşitli grupları temsil edici bir
nitelik taşıyorsa ve gruplara karşı etnik köken, din, dil, renk yahut başka
farklılıklarla dayalı bir ayrımcılık güdülmüyorsa, artık kendi kaderini
belirleme hakkından söz edilmemektedir. (Sosyal, M., Tutarlılık, 7.4.1992 günlü
Hürriyet Gazetesi)
1993
yılının Haziran ayında AGİK süreci içinde kabul edilen Viyana Bildirgesi'nde
ise, kendi kaderini belirleme hakkı terörizmden ayrılmış, sömürge halkları için
kabul edilen bu hakkın sadece meşru eylemler yoluyla kabul ettirilmesine
çalışılması benimsenerek, terör yöntemi sömürge halklarının kendi kaderini
belirleme mücadelesinde bile geçerli sayılmıştır.
Bu
esaslar açısından bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti'nde kendi kaderlerini
belirleme hakkından yararlanması gereken sömürge halkı niteliğinde veya başkaca
bir topluluk, grup v.s. yoktur. Türkiye'de tek bir ulus, Türk Ulusu vardır.
Kürt kökenli vatandaşlar, diğer etnik kökenli vatandaşlarla "ulus"
bütünlüğünü oluşturmuş ve birbiriyle kaynaşarak "Türk Ulusu"nu meydana
getirmiştir. Ulusu meydana getiren bireyler arasında, temel hak ve
özgürlüklerden yararlanma ve onları kullanma yönünden hukuksal ve pratik olarak
hiçbir ayırım yoktur. Ayrıca bir ulus, ayrı bir halk ya da azınlık varmış gibi,
üstü kapalı ibarelerle, dolaylı yoldan yapılan çözüm çağrılarının bölünmeyi
amaçladığı kuşkusuzdur.
Hukuksal
yönden bağlayıcılığı bulunmayan Paris Şartı her ne kadar azınlıklara birtakım
haklar tanımışsa da, kimlerin azınlık sayılacağı konusunda bir tanımlama
getirmemiştir. Esasen, uluslararası hukukta üzerinde oybirliği sağlanan bir
azınlık tanımlaması da bulunmamaktadır. Böyle olunca, azınlık veya Şart'ta
geçen ve sınırlandırılmış biçimiyle "ulusal azınlık" teriminin
yorumlanması imzacı devletlerin kendi hukuk düzenlerine ve uygulamalarına bağlı
kalmaktadır. (Kırca, C., Paris Şartı'na Göre Azınlıklar ve Türkiye, 24.12.1991
tarihli Cumhuriyet Gazetesi) Türkiye devleti'nin kendi azınlık hukukunu hangi
biçimde düzenlediğine ve kimleri azınlık saydığına iddianamede ayrıntılarıyla değinilmişti.
Bir kez daha ve kısaca belirtmek gerekirse, Türkiye Cumhuriyeti'nde Lozan Barış
Antlaşması ve Türkiye ile Bulgaristan Arasındaki Dostluk Antlaşması hükümlerine
göre azınlık oldukları kabul edilen Rum, Ermeni, Musevi ve Bulgar'lardan başka
azınlık yoktur.
Açıklanan
nedenlerle, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğini bozmaya yönelik
girişimlere olanak veren hükümler taşımayan Helsinki Sonuç Belgesi ile Yeni Bir
Avrupa İçin Paris Antlaşması (Şartı)nın sözde çözüme esas alınması görüşü
yerinde değildir.
İnsan
Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye gelince, bu sözleşme
genel olarak, İnsan Hakları Evrensel bildirgesindeki kişisel ve siyasal hakları
güvence altına almaktadır. Ancak, bu sözleşme ve eki protokollerde azınlıklar
ve etnik gruplara ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır. Sözü edilen her iki
uluslararası metinde düzenlenmiş olan hak ve özgürlükler Türkiye Cumhuriyeti
anayasasına dahil edilmişlerdir. Kaldıki, bu belgelerdeki hak ve özgürlükler
sınırsız da değildir.
İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesinin 29. maddesinde, "Herkes haklarını kullanmak
ve hürriyetlerden istifade etmek hususlarında ancak kanun ile sırf başkalarının
hak ve hürriyetmlerinin tanınmasını ve bunlara saygı gösterilmesini sağlamak
maksadıyla ve demokratik bir cemiyette ahlak, nizam ve genel refahın muhik
icaplarını karşılamak için tespit edilmiş kayıtlamalara tabidir."
denilmiş, 30. maddesinde de, "İşbu beyannamenin hiçbir hükmü, içinde ilan
olunan hak ve hürriyetlerin bir devlet, zümre veya fert tarafından yok edilmesini
güden bir faaliyete girişmeye veya bilfiil bunu işlemeye herhangi bir hak
gerektirir mahiyette yorumlanamaz." hükmü getirilmiştir. İnsan Haklarını
ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesinin 11. maddesinin ikinci fıkrası da,
"Bu hakların kullanılması, demokratik bir toplulukta zaruri tedbirler
mahiyetinde olarak millî güvenliğin, amme emniyetinin, nizamı muhafazanın,
suçun önlenmesinin sağlığın ve ahlakın veya başkalarının hak ve hürriyetlerinin
korunması için ve ancak kanunla tahdide tabi tutulur.
Bu
madde, bu hakların kullanılmasında idare, silahlı kuvvetler veya zabıta
mensuplarının muhik tahditler koymasına mani değildir." şeklindeki hükmü
ile sözleşmede yer alan hak ve hürriyetlerin ulusal güvenlik, kamu güvenliği ve
düzenin korunması vs. amaçlarıyla sınırlanabileceğini kabul etmiş, 17.
maddesinde de, "Bu sözleşme hükümlerinden hiçbiri bir devlete, topluluğa
veya ferde işbu sözleşmede tanınan hak ve hürriyetlerin yokedilmesini veya
mezkur sözleşmede derpiş edildiğinden daha geniş ölçüde tahditlere tabi
tutulmasını istihdaf eden bir faaliyete girişmeye veya harekette bulunmaya
matuf herhangi bir hak sağlandığı şeklinde tefsir edilemez." kuralını
getirmiştir.
Anayasa
ve Siyasî Partiler yasasında öngörülen, siyasal partilere ilişkin yasaklamalar,
sözleşmede yer alan özgürlükleri kaldırıp azaltma anlamında ve demokratik
toplum düzeninin gereklerine aykırı görülemez. Bunlar, Uluslararası Hukukta var
olan egemenliği, ülke ve ulus bütünlüğünü korumaya, ırkçılığa dayalı
bölünmeleri önlemeğe yöneliktir.
Davalı
parti, İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin 11.
maddesinin ikinci fıkrası ile 17. Maddesinde düzenlenmiş olan kurallarla
bağdaşmayacak biçimde faaliyette bulunmuştur.
Yüksek
Mahkemeniz de, parti kapatılması ile ilgili 10.7.1992 gün, E. 1992/2, K.1992/l
sayılı, 14.7.1993 gün, E.1993/1, K.1993/1 ve en son olarak 23.11.1993 gün,
E.1993/1, K.1993/2 sayılı kararlarında davanın konusuyla ilgili olarak sözü
edilen uluslararası belgeleri aynı biçimde yorumlamış bulunmaktadır.
Cumhuriyet
Başsavcılığımızca yürütülen soruşturmada hiçbir kuşku ve duraksamaya yer
vermeyen, tamamen objektif nitelikteki kanıtların elde edilmesi sonucu, Ceza
Muhakemeleri Usulü Yasasının 163. maddesi anlamında, bunlar yeterli görülerek
Yüksek Mahkemenize işbu dava açılmıştır.
Davanın
yasal dayanakları, gerekçeleri ve kanıtları iddianamede açıkça ve ayrıntılı
biçimde ortaya konmuş, partinin tüzük ve programı yanında parti yetkili
kurulların kararları ile parti adına yapılan konuşmalar ile bunların yer aldığı
yayınlarının içerikleri çözümlenmiş, Anayasa ve Siyasî Partiler yasasında
düzenlenmiş olan davayla ilgili kapatma nedenleri yerleşik nitelik kazanmış
içtihat ışığında açıklanmış, yasak kapsamına giren fiil ile irtibatlandırılarak
davalı siyasî partinin kapatılması gerektiği sonucuna varılmıştır. Davanın
ilerleyişinde, kanıtlarda bir değişiklik olmadığı gibi geçersizliği yönünde bir
itiraz da gelmediğinden sonuç bağlamda yeni bir husus bildirilmemiştir.
Sonuç
:
28.12.1992
günlü iddianamemizde ve onu tamamlayıcı nitelikte yukarıda yasal dayanakları ve
gerekçeleriyle açıklandığı üzere, davalı Sosyalist Birlik Partisi'nin tüzük ve
programı ile, partiye ait basılı yayınlarda yer alan, partinin büyük genel
kurulu, genel yönetim kurulu, genel başkanı ve genel başkan yardımcısının
kararlar, bildirileri, demeç ve açıklamaları Anayasanın Başlangıç kısmı ile 2.,
3., 6., 69. maddelerine ve Siyasî Partiler yasasının 78/a, 80, 81/a-b
maddelerine aykırı nitelikte bulunduğundan,
Sosyalist
Birlik Partisi'nin Siyasî Partiler Yasası'nın 101. maddesinin (a) ve (b)
bentleri gereğince kapatılmasına karar verilmesini arz ve talep ederim".
IV-
DAVALI SİYASî PARTİNİN ESAS HAKKINDAKİ SAVUNMASI
Sosyalist
Birlik Partisi'nin 2.5.1994 günlü esas hakkındaki savunmasında :
"Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı, 11 Mart 1994 tarihinde davanın esası hakkındaki
görüşünü (EHG) bildirmiş, bu görüş aynı tarihte davalı Sosyalist Birlik
Partisi'ne tebliğ edilmiştir.
EHG'ün,
daha önceki siyasî parti kapatma davalarından farklı bir görünüm taşıdığı ilk
bakışta göze çarpmaktadır. EHG, -deyim yerindeyse- davada son bir
"değerlendirme" yapmamakta, ön savunmaya cevap vermektedir. Nitekim
Sayın başsavcılık EHG'üne, 28.21994 günlü ön savunmada değinilen konulara
verilen yanıtlar aşağıda sunulmuştur" diyerek başlamaktadır. (S.2) EHG'ün
sonunda, "Davanın ilerleyişinde, kanıtlarda bir değişiklik olmadığı gibi
geçersizliği yönünde bir itiraz da gelmediğinden sonuç bağlamda yeni bir husus
bildirilmemiştir" denilmektedir. (S. 10) Bu hale göre, EHG yenilik taşıyan
bir belge değildir; yeni bir görüş getirmemektedir. Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki 2949 sayılı Kanun'un 33. maddesi,
siyasî partilerin kapatılmasına ilişkin davalarda Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanunu'nun uygulanacağını hükme bağlamaktadır. Bu madde aracılığı ile
uygulanması söz konusu olan CMUK'nun 251. maddesi, cevap verme hakkını kural
olarak C.Savcısına değil, sanığa tanımaktadır.
Yargıtay
C.Başsavcılığı ön savunmayı yanıtlarken, daha önceki siyasî parti kapatma
davalarından yalnızca biçim olarak değil, içerik olarak da farklı bir tutum
göstermektedir. EHG ile iddianame savunulmakta, ne var ki, iddianameye haklılık
kazandırmak noktasında EHG oldukça zorlanmaktadır.
A.
Uluslararası Sözleşmelerin Hukuken Bağlayıcılıklarının
EHG'te
bazı saptamalar yapılmakta, daha sonra da bu saptamalardan hareketle bazı
sonuçlara varılmaktadır. EHG'te şu saptamalar yapılmıştır:
"Uluslararası
bir sözleşme niteliğinde olmayan ve bu nedenle hukuken bağlayıcılığı bulunmayan
Helsinki Sonuç Belgesi ..." (S. 5)
"Hukuksal
yönden bağlayıcılığı bulunmayan Paris Şartı ..."
Bu
tür deyişler, bu belgelerden duyulan rahatsızlığın ifadesidir. Uluslararası
sözleşmelerin bağlayıcılık niteliği, sözleşmede bu konuda açık bir hükme yer
verilmiş olması gibi hususlardan kaynaklanmaz. Uluslararası sözleşmelerin
bağlayıcılığı devletler hukuku kurallarına göre değerlendirilir. Bu konudaki
başlıca kural, ahde vefa (pacta sunt servanda) kuralıdır. Gerçekten de
uluslararası ilişkilerde devletlerin biribirlerine karşı yükümlendikleri
taahhütler riayet görmelidirler. Aksi takdirde, bu konuda devletlerin
biribirlerine karşı imzalayarak yükümlülük altına girmelerinin bir anlamı
kalmaz. Aynı şekilde; "Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası
andlaşmalar kanun hükmündedir" diyen Anayasa kuralının da (md. 90/5) bir
anlamı kalmaz.
Ahde
vefa kuralı gereğince, Devletin üstlendiği yükümlülüklere bağlılığı, sadece Devletin
dış ilişkilerini ilgilendiren bir husus değil, aynı zamanda iç uygulamalarında
da riayet etmesi gereken yükümlülüklerdir. Çünkü, riayet taahhüdü, yalnızca dış
ilişkiler için değil,iç uygulamalar için de geçerlidir. Bu nedenle ahde vefa
ilkesi, Devletin ülke içindeki uygulamaları açısından da geçerlidir.
Söz
konusu olan sözleşmeler açısından Türkiye'nin bu sözleşmelere uyma
yükümlülüğünün nasıl garanti edildiğine bir bakalım.
a)
Helsinki Sonuç Belgesi:
1
Ağustos 1975 tarihinde imzalanan Helsinki Sonuç Belgesi'nin VIII. bölümünde şu
temel görüşler yer almaktadır:
"Katılan
Devletler, halkların hak eşitliğine ve kendi yazgılarını belirleme haklarına
saygı gösterirler. Bu durumda Birleşmiş Milletler antlaşmasının amaç ve
ilkeleriyle ve Devletlerin toprak bütünlüğüne ilişkin olanlar dahil, ilgili
uluslararası hukuk kurallarına uygun davranır.
Tüm
halkların hak eşitliği ve halkların kendi yazgılarını belirleme haklarından
ötürü, her zaman tam bir özgürlük içinde ve dış karışma olmaksızın iç ve dış
siyasal statülerini ne zaman ve nasıl isterse belirleme ve siyasal, ekonomik,
toplumsal ve kültürel gelişmelerini diledikleri gibi sürdürme hakları
vardır."
Bu
bildirgeyi imzalayan 35 Devlet, yükümlendikleri konuda biribirlerine şu
güvenceyi vermektedirler:
"Katılan
Devletler, ister uluslararası hukukun genel olarak benimsenmiş ilke ve
kurallarından doğsun, ister taraf oldukları anlaşma ve öteki sözleşmelerden
uluslararası hukuka uygun olarak doğan yükümlülükler olsun, uluslararası hukuka
göre üstlendikleri yükümlülükleri iyi niyetle yerine getirir.
"Yasalarını
ve düzenlemelerini belirleme hakkı dahil, egemenlik haklarını kullanırlarken,
uluslararası hukuka göre üstlendikleri yasal yükümlülüklerine uygun davranır ve
ayrıca Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı Son Belgesinin hükümlerini
gereği gibi gözönünde bulundurarak uygular." (Aynı belge, X Bölüm)
............
"Yukarıda
öne sürülen tüm ilkelerin birincil önemi vardır ve bu nedenle, herbiri,
ötekiler gözönüne alınacak biçimde yorumlanarak aynı ölçüde ve kayıt konmaksızın
uygulanır.
Katılan
Devletler, bu Bildirgede öne sürülmüş olan tüm ilkelere tam anlamıyla saygı
göstermeye ve tümü tarafından bu ilkelerin saygı görerek uygulanmasından
doğacak yararların herbirine sağlanması için bu ilkeleri karşılıklı ilişki ve
işbirliğinde her bakımdan uygulamaya kararlılıklarını dile getirir." (aynı
bölüm)
Şimdi
Helsinki Sonuç belgesinin bağlayıcılığı konusu değerlendirilirken bunların
hatırlanmasında yarar vardır.
b)
Paris Şartı :
Gene
EHG'te bir sözleşme niteliğinde olmadığı ifade edilen Paris Şartı'nın
"İnsan Hakları, Demokrasi ve Hukukun Üstünlüğü" başlıklı ilk
bölümünde şöyle denilmektedir:
"Ulusal
azınlıkların etnik, kültürel, dil ve dini kimliklerinin korunacağını, ulusal
azınlıklara mensup kişilerin bu kimliklerini ayrıma tabi tutulmaksızın ve kanun
önünde tam bir eşitlikle, hür olarak ifade etmeye, korumaya ve geliştirmeye
hakları olduğunu teyit ederiz."
Gene
Paris Şartı'nda şu hükümler yer almaktadır:
"Ulusal
azınlıkların toplumlarımızın hayatına zengin katkılarını arttırmak azmiyle,
durumlarının daha da iyileştirilmesine çalışacağız. Barış, adalet, istikrar ve
demokrasinin yanısıra halklarımız arasındaki dostane ilişkilerin de ulusal
azınlıkların etnik, kültürel, dil ve dini kimliklerinin korunmasını ve bu
kimliğin kuvvetlendirilmesi için gerekli şartların yaratılmasını gerektirdiğine
ilişkin derin inancımızı teyit ederiz.
Ulusal
azınlıklarla ilgili sorunların ancak demokratik bir siyasî çerçevede tatminkar
olarak çözümlenebileceğini beyan ederiz. Ulusal azınlıklara mensup fertlerin
haklarına, evrensel insan haklarının bir parcası olarak, bütünüyle saygı
gösterilmesi gerektiğini de kabul ediyoruz." (Aynı belge, İnsani Boyut
Başlıklı bölüm).
21
Kasım 1990 tarihinde imzalanan Paris Şartı'nda imzası bulunan 34 ülke biribirlerine
şu güvenceyi vermişlerdir:
"Nihai
Senedin On İlkesi, son onbeş yıldan bu yana daha iyi ilişkiler kurulması için
bize nasıl ışık tuttuysa, arzuladığımız bu gelecekte de bize rehber olacaktır.
Bütün AGİK yükümlülüklerinin tam olarak uygulanması, ülkelerimizin emellerinin
gerçekleştirilmesine imkan sağlayacak girişimler için temel teşkil
etmelidir." (Giriş bölümü).
"Biz,
taraf Devletlerin aşağıda belirtilen yüksek temsilcileri, Zirve Toplantısı'nın
sonuçlarına verdiğimiz büyük siyasî önemi müdrik olarak ve kabul ettiğimiz
kararlar uyarınca hareket etme kararlılığımızı beyan ederek, aşağıya
imzalarımızı atıyoruz." (Sonuç cümlesi).
EHG'te
bağlayıcılığı bulunmadığı belirtilen bu uluslar arası metinlerde riayet
yükümlülüğü böylece yer almış iken, şimdi bunlara uyulmayacağı
belirtilmektedir.
c)
İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya dair
Sözleşme:
Sayın
Başsavcılık, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme
hakkında ise; bu sözleşme ve eki protokollerin azınlıklar ve etnik gruplara
ilişkin bir hüküm içermediğini ileri sürmektedir. Buna bakılırsa, davanın
konusu gözden kaçırılmaktadır. Bu davanın konusu, bir siyasî partinin
kapatılması ile ilgilidir. İktidar olabilmeleri doğal hakları olan siyasal
partilerin faaliyetleri, yalnızca azınlık hakları ve etnik grup
değerlendirmelerinin ötesinde, düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, eşitlik,
siyasî programlarını gerçekleştirebilme yöntemi olan seçimlere katılma
bakımından önem taşır. Bu Sözleşme hükümlerinin bu kapsamda ele alınıp
değerlendirilmesi gereklidir.
4
Kasım 1950 tarihinde Avrupa Konseyi üyesi ülkeler arasında imzalanan bu
Sözleşme ilkelerine bağlılık, Sözleşmenin başlangıcında şöyle ifade edilmiştir:
"Dünyada
barış ve adaletin asıl temelini oluşturan ve sağlanıp korunabilmesi, her şeyden
önce, bir yandan gerçekten demokratik bir siyasal rejimin varlığına, öte yandan
da insan hakları konusunda ortak bir anlayış ve ortaklaşa saygı esasına bağlı
olan bu temel özgürlüklere derin inançlarını bir daha tekrarlayarak;
...aşağıdaki hususlarda anlaşmışlardır."
Anayasa
Mahkemesi, bu Sözleşme hükümlerini "buyurucu ve bağlayıcı" olarak
nitelendirmektedir. (Any. Mhk., 29.1.1980, 1979/38 E., 1980/11 K.)
Türkiye
bugün her zamankinden daha fazla uluslar arası sözleşmelere riayet yükümlülüğü
altındadır. Çünkü, Türkiye, artık imza koyduğu uluslararası sözleşmelerle,
uluslararası yargı kuruluşlarının yaptırımlarıyla karşı karşıya gelmek
durumundadır.
B.
Davanın gecikerek açılmış olmadığı:
EHG'ün
ön savunmayı yanıtladığı konulardan birisi de, davanın üç yıl gibi bir süre
geçtikten sonra açılmış olduğuna ilişkin savunmadır. Bu konudaki savunmanın
ayrıntıları 28 Şubat 1994 tarihli ön savunmada belirtilmiştir. SBP'nin
kurulmasından üç yıl sonra açılan bu davada, Parti'nin Tüzük ve Programı
suçlanırken, Sayın Başsavcılık şöyle demektedir :
"...
davalı siyasî partinin tüzük ve programının faaliyetleriyle birlikte
değerlendirilerek neyi amaçladığının ortaya çıkarılması bakımından, partinin
tüzük ve programı yanında faaliyetleri de aynı derecede önem
kazanmaktadır." Şu halde Tüzük ve Program tek başına ele alındıkları zaman
bir suç oluşturmamakta, kanuna aykırılık taşımamaktadır. Bunların kanuna
aykırılığı Parti faaliyetleri ile birleştiğinde görülmektedir. Oysa, ön
savunmada belirtildiği gibi, örneğin Sosyalist Parti (1988) ve Türkiye Birleşik
Komünist Partisi haklarında açılan davalar, henüz bir parti faaliyeti
görülmeden, partinin kuruluşundan itibaren 10 - 15 gün sonra açılmış, kapatma
nedeni yalnızca tüzük ve programlarına dayandırılmış davalardır.
Bu
husus, iddianamede yer alan Parti Tüzük ve Programındaki "kapatılma nedeni
olabilecek belirsizliklere" kavramı ile aynı anlamı paylaşmaktadır. Ne var
ki, bu belirsizliğin ne olduğu iddianamede açıklanamadığı gibi, şimdi EHG'te de
belirtilememektedir.
Öte
taraftan, Parti faaliyetlerinin tek başına değil, Tüzük ve Program ile bir
arada değerlendirilmesi ile kanuna aykırılığın ortaya çıktığının ileri
sürülmesi, Tüzük ve Program için olduğu kadar, söz konusu faaliyetler için de,
tek başına bir suçluluk taşımadıklarının ifadesidir. Çünkü, bu faaliyetler,
Tüzük ve Programa uygun bir şekilde yapılmıştır. Zaten suçlulukları da bundan
kaynaklanmaktadır. Bu tüzük ve program ise, üç yıl süreyle her hangibir
kovuşturmaya uğramamıştır. Ön savunmada da ifade edildiği gibi, bu SBP'nin
kuruluş belgelerinin toplumsal ve hukuki meşruiyet gördüğünün kabulüdür.
c.
Azınlıklar Konusu:
EHG'te
yer verilen konulardan biri de, azınlıklar konusudur. EHG, 2820 sayılı Siyasî
Partiler Kanunu'nun 81/a maddesinde yer alan yasaklama ile ilgili
değerlendirmesini yaptıktan sonra; "Bir kez daha kısaca belirtmek
gerekirse, Türkiye Cumhuriyeti'nde Lozan Barış Antlaşması ve Türkiye ile
Bulgaristan arasındaki Dostluk Antlaşması hükümlerine göre azınlık oldukları
kabul edilen Rum, Ermeni, Musevi ve Bulgar'lardan başka azınlık yoktur."
denilmektedir. EHG'teki bu deyiş ile 2820 sayılı Kanunun 81/a maddesini uyumlu
görmeğe olanak yoktur. Çünkü söz konusu kanun maddesine göre, siyasî partilerin
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde millî kültür veya ırk veya dil farklılığına
dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri sürmesi mümkün değildir; böyle bir durum
Partinin kapatılma nedenidir. Ancak konusu bir siyasî partinin kapatılması olan
bir davada, Yargıtay C.Başsavcılığı, Türkiye'de var olan, hem de birden fazla
sayıdaki azınlıkları ad vererek belirtmektedir. Şimdi Sayın Başsavcılığın
EHG'ünde anılan bu azınlıkların var olduklarını söylemek siyasî partilere
yasaktır. 2820 sayılı Kanunun 81/a maddesi bunu açıkça yasaklamaktadır. Ancak
bu çok önemli bir çelişkidir. Ülkede azınlıkların bulunduğu bir gerçektir. Bu
siyasal belgelerde ifade olmakta, Yargıtay C.Başsavcılığı'nın EHG'ünde
belirtilmektedir. Ne var ki, bu gerçeği dile getirmek siyasî partiler için en
büyük yasaklardan biridir. Bu yasağın yaptırımı, Partinin kapatılması; Askeri
Yargıtay Başsavcılığı'nın deyişiyle o parti hakkında "idam
cezası"dır. (As. Yarg. Başsavcılığı, 30.4.1984 günlü ve 1984/567 sayılı
tebliğname). İşte açıklanması olanaksız olan çelişki bu noktadadır. Azınlıklar
vardır, fakat azınlıklar sorununu siyasî partiler dile getiremeyeceklerdir. Bu
konuda şunlar düşünülebilir:
-
Ülkede azınlıklar bulunduğundan siyasî partiler söz edemezler. Ancak resmî
Devlet kuruluşları için böyle bir yasaklılık yoktur.
Ne
varki, Yargıtay C.Başsavcılığı, bu durumda kendi tutumu ile çelişmektedir.
Esasen böyle bir kabul eşitlik ilkesi ile bağdaşmaz.
-
Siyasî partilerin ülke üzerinde azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyeceklerine
ilişkin yasak, Rum, Ermeni, Musevi ve Bulgar azınlıklarını kapsamaz. Bunların
dışında bir azınlık bulunduğunu ileri sürmek yasaktır.
Ancak
2820 sayılı Kanunun 81/a maddesi, böyle bir ayrık kavram çıkarılmasına
elverişli değildir. Madde, bütünsel bir düzenleme yapmakta, bir istisnaya yer
tanımamaktadır. "Millî kültür veya ırk veya dil farklılığı"; Yargıtay
C.Başsavcılığı tarafından EHG'te sayılan azınlıklar için de geçerlidir.
Özet
olarak söylemek gerekirse, azınlıklar konusundaki düzenleme, büyük çelişkiler
içindedir. Ne tür yasaklar konulursa konulsun, Devletin çeşitli makam, mevki ve
kuruluşları bunun aksine olan gerçeği ifade etmekten geri kalmamaktadırlar.
D.
İddianamenin kürt halkı anlayışı:
Yukarıda
değinildiği gibi, iddianame ve EHG, Parti faaliyetlerini, Parti tüzük ve
Programı ile birlikte değerlendirdiğini ileri sürerek, bunları birlikte
suçlamaktadır. Ne var ki, suçlanan Parti faaliyetleri, kendi sorumluluk
çerçevesini aşan bir kapsamda suçlanmaktadır. Parti Genel Başkanı Prof.Sadun
AREN ile Genel Başkan yardımcısı Sıtkı COŞKUN'un röportaj ve konuşmaları, kendi
anlam ve kapsamlarının dışına çıkılarak yorumlanmakta ve bu konuşmalar
taşıdıkları boyutların ötesinde bir sorumluluk alanı içine çekilmektedir.
2949
sayılı Kanun'un 33. maddesi aracılığı ile, davada uygulanmakta olan CMUK
hükümleri, cezada kıyasa olanak tanımaz. Bu nedenle, örneğin Lozan Konferansı,
Misakı Millî ilkeleri vb. gibi kavramlardan hareket edilerek yapılan konuşmalar
ile ilgili sonuçlar çıkarmak ceza hukuku ilkeleri ile çelişir.
Ön
savunmada da değinildiği gibi, Anayasa Mahkemesi'nin bugüne kadar bakılan
sosyalist program sahibi siyasî partiler hakkında verdiği kapatma kararları,
sosyalist siyasî partileri kürt sorunu hakkında bir görüş sahibi olmaktan uzak
tutmaktadır. Ancak ülkede var olduğunun isbatlanması gerekmeyecek kadar açık
olan bir sorun hakkında, çözüm önerileri bulunan siyasî partilerin görüşlerinin
itibar edilip edilmeyecekleri bir yana, daha bunun öncesinde, bu görüşleri
tıkama ve bunlara önerilebilme olanağını bile tanımama sonucunu yaratan bu
tutum, herşeyden önce demokrasinin önünü tıkamaktadır. Bu nedenle davada
uygulanması istenilen, Siyasî Partiler Kanunu'nun 78., 80. ve 81. maddeleri,
gerçekte hukuksal bir öze dayanmamaktadır. Kürt sorununun çözümünde SBP'nin
görüşlerine yer tanınmaması, Yüksek Mahkemenizin yargı organı olarak askersel
çözüm insiyatifine güç kazandırma yaklaşımı sonucunu yaratır. Oysa yargı organı
bundan uzak kalmalıdır. Anayasa Mahkemesi'nin sosyalist siyasî partileri kürt
sorunu ile ilgili görüş ve öneri sahibi olmaktan uzak kılan bu tutumun
değişmesi gerektiği inancındayız." denilmiş ve Sosyalist Birlik
Partisi'nin kapatılması hakkındaki dâvanın reddine karar verilmesi isteminde
bulunulmuştur.
V-
DAVALI PARTİ TEMSİLCİLERİNİN SÖZLÜ AÇIKLAMALARI
3.5.1994
günü yapılan sözlü açıklamada, Partiyi temsile yetkili Parti Genel Başkanı
Sadun AREN, MYK Üyesi Kenan SOMER ve Partinin Vekili Av. Erşen ŞANSAL
dinlenilmiş, ayrıca savunmalarına ilişkin yazılı belgeler ya da diğer kayıtlar
varsa bunları da verebilecekleri Genel Başkan'a hatırlatılmıştır.
Sözlü
Açıklamada:
Genel
Başkan Sadun AREN :
"Şimdi
evvela çok kısa olarak, Sayın Heyetinize Partim hakkında özet bilgi vermek
istiyorum. Partim, Sosyalist Birlik Partisi, esas itibariyle sosyalist bir
partidir. Amacı, sosyalizme getirdiği yeni yorumla bir sosyalist toplum oluşturmaktır.
Bu toplum, özgürlükçü, eşitlikçi ve barışçı bir toplumdur ve bu topluma ulaşma
aracımız da demokratikleşmedir. Bu sosyalizm konusundaki yeni anlayışımızdır.
Böyle olunca, elbetteki her şeyden önce toplumun kendisini böyle bir
demokratikleşmeye elverişli bir yapıya kavuşturulması lazım gelir. Bunu
önleyici yapılarla mücadele edilmesi, bunların düzeltilmesi lazım gelir. Bu
yapılardan birisi, yani demokratikleşmeyi önleyici yapılardan birisi Kürt
sorunudur, kadın sorunudur, şeriat sorunudur, çevre sorunudur vesaire. Bunlar,
doğrudan doğruya sosyalizmle ilgili olmadıkları halde, yani bir işçi sınıfı
meselesinden olmadıkları halde, mutlaka demokratik bir şekilde çözümlenmeleri
gerekir. Partimizin özgürlükçü bir dünya anlayışının gereği olarak Kürt sorunuyla
uğraşması doğaldır. Kaldı ki, Kürt sorunuyla uğraşmak için sosyalist olmak da
gerekmez. Her partinin ülkenin sorunlarına çözümler getirmeye çalışması
gerekir. Yani, şunu demek istiyorum: Partimizin Kürt sorunuyla ilgilenmesinin
özel bir nedeni yoktur. Parti olmamızdan, özellikle de sosyalist bir parti
olmamızdan kaynaklanmaktadır.
Bizim
kapatılmamıza neden olarak gösterilen yasa maddeleri esas itibariyle
bölücülüğü, bölücülük kastını aramamaktadır. Yasa maddelerinin ihlalini bu
kastın bir çeşit karinesi saymaktadır. Oysa bu pek doğru bir yaklaşım değildir.
Çünkü, mesela: Kürt dilinin geliştirilmesinden, Kürt kültürünün
geliştirilmesinden bahsetmek, bunların radyoda, televizyonda kullanılmasından
bahsetmek esas itibariyle beraber yaşamak öngörülüyorsa, bir anlam taşır, Yoksa
ayrılıkçılık esas alınırsa, Kürtlerin bu gibi haklardan yararlanmasını talep
etmek geçersiz bir şeydir. Nitekim, ayrılmayı talep eden akımlar, Kürt akımları
böyle demokratik özgürlükler filan talep etmiyor. Çünkü, bu hakları talep etmek,
beraber yaşamayı isteyenler için söz konusudur. Bu bakımdan Kürtlerin
dillerinin, kültürlerinin geliştirilmesini isteyen beyanlarımız bir bölücülük
karinesi olarak düşünülemez. Tersine beraber yaşamanın bir karinesi olarak da
düşünülebilinir. Tabiî bu hakların böyle Kürtlere bazı haklar tanınması, mesela
bizim böyle bir şeyimiz var, Kürtler nasıl yaşamak istiyorlarsa öyle yaşamakta
özgür olmalıdırlar diyoruz. elbetteki bu ayrılma isteklerini de bir hak olarak
tanımak anlamına gelir; fakat bir hakkı tanımak başka şey, onun savunusunu
yapmak başka şey, Meşhur bir örnek olduğu için söylemek isterim, mesela:
Boşanma hakkını tanımak, insanlar birbirlerinden boşansın demek değildir. Bir
adam gelip bir çifte "Sizin boşanma hakkınız vardır" diyebilir; ama,
onların boşanmasını istemeyebilir. Tabiî bir de gelir, "Kızım sen bu
adamdan boşan" der, o zaman farklı bir durum vardır; fakat bir hakkı
sadece istemek, yani "dillerini konuşabilmelidirler, yahut istiyorlarsa
ayrılmalıdırlar filan ..." demek bunları illa yapın demek değildir. Demek
ki, biz böyle bir ayrılıkçılık hiçbir zaman düşünmedik. Zaten böyle bir şey
hiçbir yerde böyle bir beyanımız da yoktur. Sadece bu sözlerimiz
yorumlanmaktadır.
Bizim
görüşümüz, Kürt sorununun tartışılarak çözülmesi biçimindedir. Yani, Kürt
sorunu tartışılsın. Kürtler nasıl yaşamak istiyorlar, bağımsız mı yaşamak
istiyorlar veya üniter bir devlet içinde mi yaşamak istiyorlar ve bu iki uç
arasında bir sürü çözümler var, federasyonlar var, özerklik var, federasyonun
da çok çok çeşitleri var. Bunun hangisini istiyorlarsa, bunu kendi aralarında
tabiî onlar tartışarak bulmaya çalışmalıdırlar ve o neyse, hangi çözümse, o
kabul edilmelidir. Bizim görüşümüz budur. Bunun böyle olduğu iddianamemizde de
yazılıdır. L'HUMANİTE Gazetesine vermiş olduğum bir beyanatta, beyanat değil
de, bir röpörtajda, röpörtajı yapan bayan soruyor, "Sizin görüşünüz nedir,
Kürt sorunu hakkındaki çözümünüz nedir'" diyor, Ben diyorum ki, bizim bir
çözümümüz yoktur. Çünkü biz böyle bir şey öneremeyiz. Öyle bir şey değil biz
çözümün mekanizmasını önerebiliriz. Demin söylediğim tarzda tartışılır, hangi
konuda anlaşırlarsa, o çözüm olur. Biz, bir çözüm düşünüp bunu Kürt halkına
dayatmak düşünmeyiz, bunu bir yol olarak görmeyiz; çünkü bu sorunu çözmez.
Özgür beraberlik, samimi beraberlik ancak Kürtlerin de istedikleri bir çözümle
yapılabilir. Bunlar iddianamenin 18 inci sayfasında, altlara doğru böyle
söylenmiştir. Bu konuyla ilgili olarak, yani bir azınlık meselesi üzerinde
durmak istiyorum: Çünkü, yasanın bir maddesi Partiler Yasasının sanıyorum 81
inci maddesi, "Azınlık yaratılamaz Türkiye toprakları üzerinde, dinî veya
ırkî nedenlere dayanan bir azınlık yaratılamaz" diyor. Ve Sayın Savcı da
işte "Türkiye'de yalnız Bulgar; Rum, Ermeni veya Yahudi azınlıkları vardır,
başka azınlık yoktur" diyor. Şimdi biz zaten böyle bir azınlıktan filan
bahsetmiyoruz. Kürtlerin bir azınlık olduğunu da kabul etmiyoruz. Biz Kürtleri
Türkiye'nin aslî bir unsuru sayıyoruz. Ve Kürtlere haklar verilmesini, bir
muahadeyle, yani öbür azınlıklar bir muahadeyle verilmiştir. Bir uluslararası
anlaşma sonucu verilmiştir. Biz öyle uluslararası bir anlaşma sonunda
verilmesin, bizim Büyük Millet Meclisimiz gerekiyorsa bu hakları verir. Yani
böyle uluslararası anlamda bir azınlık diye görmüyoruz Kürtleri zaten yani bunu
bizim düşündüğümüz Kürt toplumu, Türkiye'deki Kürt toplumu bir azınlık olarak
düşünmüyoruz yani bunu, Türkiye'nin bir parçası olarak düşünüyoruz.
Efendim,
bizim kapatılmamızla ilgili maddeler, yasa maddelerinin gerekçesinin hakkında
bir yorum getirmek istiyorum: Farklı bir yorum getirmek istiyorum. Bana şimdi
şöyle bir madde var: "Türkiye toprakları üzerinde işte ırk, din, filan ...
Dayalı azınlıklar bulunduğu öne sürülemez" diyor madde, Yani maddenin
yazılışı şunu ifade ediyor, "yani vardır; ama, öne sürülemez, iddia
edilemez demek istiyor; çünkü yoksa zaten iddia edilemez veya iddia edilse bile
bilimsel olarak reddedilir. Demek ki var; fakat öne süremezsiniz diyor.
"Partiler öne süremez" diyor, Bunun gerekçesi ancak şu olabilir:
Azınlıklar, yani Türkiye'de bulunan -şimdi konumuz Kürt olduğu için Kürt
diyeceğim- Kürtlerin varlıkları fazla vurgulanırsa, hele partiler tarafından
vurgulanırsa, bu insanlar ayrılmayı düşünmeye başlarlar. Onun için biz
özellikle partilerin bu farklılıkları, bu uygulamasını yasaklayalım. Yani, yasa
böyle bir yasa olması lazım gelir. O takdirde bir anlamı var. Yani, azınlık
durumundaki insanlar uyanmasınlar, "Ben demek azınlıkmışım, öyleyse öyle
olayım filan ..." demesinler diye bir şey konulmuş, Onun için gerçekten bu
bilincin henüz gelişmediği bir aşamada geçerli bir madde olabilir. Ve bir
tehlikeyi, yani bir azınlık sorununun çıkmasını önleyici olabilir. Bu anlamda
bir anlamı vardır; ama, bu sorun, bu azınlık sorunu ortaya çıktıktan sonra,
herkes bunu gördükten, öğrendikten sonra, hem yurt içinde, hem yurt dışında ve
ülkenin ileri gelen insanları cumhurbaşkanları, başbakanları ve diğer partileri
de böyle bir Kürt kimliğinden, varlığından bahseder hale geldikten sonra, artık
bu maddelerin geçerliliği kalmamıştır. Çünkü önlemek istenen şey artık
ortadadır. Ortaya çıkmıştır. Bir Kürt sorunu vardır. Bunu "yoktur"
demenin hiçbir anlamı yoktur. Bundan ötürü, bence bu maddeler kadük olmuştur,
bu aşamada, çünkü son 10 yıldır, tabiî bizim partimizin, hele faaliyette bulunduğu
son 3 yıldır Kürt sorunu artık dağlarda kan dökülerekte yürütülmektedir. Bu
uluslararası düzeyde de söz konusudur. Hala bu şeyden bahsedildi, Kürtlerden
bahsedildi, Kürt halkından bahsedildi diye bir parti kapatılırsa olmaz. Bundan
sonrası için geçerli olamaz. Bu kadar ayan beyan bir hale geldikten sonra Kürt
sorunu. Onun için bu maddenin böyle algılanmasını düşünüyorum, daha doğru olur
diye düşünüyorum ve bir Kürt azınlık sorununun ortaya çıkmasının önlenmesi
değil, çıkmış olan bu sorunun çözülmesi önemlidir. Bir çözüme kavuşturulması
önemlidir. Ve her partinin görevidir bu konuda bir çözüm getirmek; çünkü,
bildiğiniz gibi, bu yüzden binlerce insanımız ölmektedir, askerimiz ölmektedir,
Kürtler, Türkler ölmektedir, binlerce genç, şu, bu sebeple hapishanelerde yatmaktadır,
onlarca aydınımız, yazarımız, bilim adamımız hapislerdedir bölücülük yaptı
diye. Bunu ortadan kaldırmak lazımgelir. Bu sorunu örtbas etmek değil, çözmek
lazımgelir. Ve her partinin görevidir ve bu anlamda olarak partimizin bir görev
yaptığını düşünüyorum. Kapatılmasını gerektirecek bir suç işlediğini değil;
fakat, tebrik edilmesi gereken bir görev yaptığını düşünüyorum. Bu sorunun
mutlaka demokratik bir biçimde çözülmesi lazım gelir, ama, siz Kürt sorununu
-Siz derken tabiî heyetinizi kastetmiyorum- ama, toplumda Kürt sorununun
telaffuz edilmesi yasaklanırsa, o zaman bir çözüm tıkanmış olur. Onun önü
tıkanmış olur demokratik çözümün önü tıkanmış olur. Ne çözüm kalır, silahlı
çözüm kalır. Tabiî bu çözümden yana olan insanları daha güçlendirir. Çünkü,
başka bir çare yok."Kürt bile dedirttirmiyorlar, dilini bile
konuşturtturmuyorlar" diyerek, silahlı eyleme insan kazanmak tabiî çok
daha kolaydır; ama, elbetteki ülkemizde çok aklı başında veya Türkiye tarihinin
bilincinde bir sürü Kürt de vardır, bunlar da demokratik çözümlerden yanadır.
Bu insanlar hiçbir şey yapamamaktadır. Ve silâhlı eylemin yolu tamamiyle
açılmıştır ve 10 senedir silâhlı eylemin, silâhlı çözümün yani bizi Türkiye'yi
ne hale getirdiği, ne duruma getirdiği açıktır, ortadadır. Ekonomimiz de tabiî
büyük bir ağırlığı vardır bu silahlı mücadelenin, kötü bir duruma gelmiştir,
demokrasimiz kötü bir duruma gelmiştir; çünkü, ayrılıkçılığı bastırayım derken,
onları yasaklıyayım derken, başka birçok şeylerde ister istemez
yasaklanmaktadır. Yurt dışındaki itibarımıza halel gelmiştir. İnsan hakları
ihlâllerinin çok büyük bir kısmı Kürt sorunuyla ilgilidir. Her konuda bir
sıkıntı içindeyiz. Bu maddeler, yani Kürt sorunundan bahsedilmesini yasaklayan
maddeler, Türkiye'nin demokratik, ekonomik, her konuda, kültürel her konuda
gelişmesinin önünde bir barajdır, bir engeldir. Bu engelin mutlaka aşılması
lazım gelir. Bu engeli aşmak lazımdır. Ve toplumun artık hakikaten büyük
gelişmeler göstermiş olan Türkiye toplumunun, bu önündeki engelleri aşması her
konuda önünü açmak gerekir. Bu maddelerde düğümlenmektedir. Türkiye'nin
önündeki engeller; çünkü bu maddeler başka şeylere de yansımaktadır. Kadın
sorununa da yansımaktadır, şeriat sorununa da yansımaktadır. Siz Kürt sorununu
bu kadar baskı altına alırsanız, tabiî şeriatçılar da bilmem ne yapar, başka
konularda da öyledir. Hükümet ne yapar, yahut da Parlametoya düşüyor tabiî bu
iş esas itibariyle; ama Parlamentonun bugün görüyoruz pek bu işlerle uğraşacak
hâli yoktur. Ben Yüksek Heyetinizin bu konuda bir ışık yakabileceğini
düşünüyorum. Yani, bu maddeleri uygulanmasını bir tarafa koyabileceğini, uygun
bir yorum yaparak, bu maddelerin kadük hale getirmesini bir hukuk devrimi, bir
demokrasi devrimi olacağını düşünüyorum. Hakikaten ülkemizin önü açılacaktır ve
bu yalnız Kürt sorununda değil, başka birçok sorunda Türkiye'nin önünü
açacaktır. Tabiî bu arada partimizde bu kadar emek vererek kurduğumuz, bu güne
getirdiğimiz partimiz de kapatılmamış olacaktır. Benim söyleyeceklerim bu
kadardır..."
Kenan
SOMER :
"Sayın
Yargıçlar, 60'lı yıllarda Devlet Planlama teşkilatında çalışan Uzman Yardımcısı
rahmetli Ali Özoğuz, Türkiye'nin kalkınacağını, ama mevzuatın izin vermediğini
söylüyordu. Bugün demokratikleşme konusunda da benzer bir durumda bulunuyoruz.
Demokratikleşeceğiz; ama mevzuat izin vermiyor. Bu gerçeği Anayasa mahkemesi
Başkanımız da birkaç kez makamına uygun terimlerle dile getirmişlerdi. Parti
kapatma kararı vermekten hoşlanmadıklarını; ama, Anayasa ve yasaları uygulamak
zorunda olduklarını söylemişlerdi. Yani, Anayasa ve öteki antidemokratik
mevzuat değişmedikçe, bu tatsız durumun böyle süreceğini, kimi durumlarda
istemeye istemeye siyasî parti kapatma kararları vermeleri gerektiğini
belirtmişlerdi. Kesin çözümün mevzuat değişikliğinde olduğundan kuşku yok;
ancak, başka çözümler de vardır. Örneğin: Amerikan anayasası denilen tarihsel
metnin, yüksek yargıçların yorumlarıyla geliştirilip, güncelleştirildiği
bilinmektedir. Yüksek yargıçların bu yaratıcı, hukuksal etkinlikleri söz konusu
anayasa metninin ikide bir tepkisel değişikliklere uğramadan, tarihsel varlık
ve saygınlığını sürdürebilmesi olanağını da sağlamıştır. Bu yol, bizim Anayasa
Mahkememizin de büsbütün yabancısı olduğu bir yol değildir. Örneğin Yeşiller
partisinin kapatılma kararına muhalefet şerhi koyan bir Yüksek Yargıcımız,
mevzuatta öngörülmesine karşın, muhasebe yanlışlık ya da eksiklikleri ve başka
nedenlerle parti kapatılmasını doğru bulmadığını açıklamıştır. Yasaların
değiştirilmesi elbette Yasama Organının işidir. Ancak, hukukun geliştirilmesi
ve demokratikleştirilmesi yalnızca yasama etkinliğine indirgenemez. Devletimizi
temellendiren hukukun güncelleştirilip, demokratikleştirilmesi konusunda,
Anayasa Mahkememize büyük görevler düştüğü açıktır. Özellikle mevzuat mı,
demokrasi mi gibi bir seçenekle sık sık karşılaşıldığı ve yasama organının,
hukukun demokratikleştirilmesi yönünde beklenen etkinliği gösteremediği bir
dönemde, bu yolda en büyük görevin Anayasa mahkemesine düştüğü söylenebilir.
Hiç değilse biz böyle düşünüyoruz."
Dâvalı
Vekili Av. Erşen ŞANSAL ise :
"Sayın
Başkan, sayın üyeler; dosyaya sunduğumuz yazılı metinleri elinizde bulunan
görüşlerimizin kimi yerlerine bu sözlü açıklama sırasında değinmekte yarar
görüyoruz. Onun için parça parça olacak bazı konularda arz edeceklerimiz var.
Efendim,
Sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın, esas hakkındaki görüşlerinde
uluslararası sözleşmelerin bağlayıcılığı konusuna değiniliyor ve örneğin şöyle
deniliyor özet olarak: "Helsinki Sözleşmesi bir hukuki bağlayıcılık
taşımaz. Paris Şartı uluslararası sözleşme niteliğinde değildir" deniyor
ve bu nedenle, Helsinki Sonuç Belgesinde ve Paris Şartında var olan,
Hükümetimizin yetkili imzaları ile katılınmış olan, daha sonra Yasama Organınca
da katılınmış olan bu belgelerin bir bağlayıcılığı bulunmadığı konusu gündeme
getiriliyor.
Efendim,
uluslararası sözleşmelerin bağlayıcılığı, sözleşme metninde bu konuda açık bir
hüküm taşımasını gerektirmez. Devletler Hukuku kurallarına göre yapılacak bir
değerlendirmede, ahde vefa kuralının gereği yerine getirilir. Aksi takdirde bu
uluslararası sözleşmelere, bir imza konulmuş olmasının hiçbir anlamı kalmaz.
Yani, Hükümet tarafından kabul edilmiş, yasama organı tarafından kabul edilmiş
olan bir sözleşmenin, eğer uygulanması bir kenara bırakılıyorsa, bu takdirde,
konulan imzanın ve o sözleşmeye taraf olmuş olmanın hiçbir anlamı yoktur.
Hatta, bu durumda, Anayasanın 90 ıncı maddesi, usulüne uygun olarak yürürlüğe
konulmuş olan sözleşmelerin, uluslararası sözleşmelerin, kanun hükmünde
olduğunu belirten Anayasanın 90 ıncı maddesi hükmünün de bir anlamı kalmaz. Bu
nedenle, uluslararası sözleşmelerin, ahde vefa kuralı gereğince bağlayıcılığı
vardır. Bu bağlayıcılık, yalnızca uluslararası alanda sonuçlar yaratacak
bağlayıcılık değil, iç hukukta, iç uygulamalar açısından da yarattığı
bağlayıcılık sonucudur.
Esasen,
uluslararası sözleşmeler nedeniyle, Türkiye, son zamanlarda, artık, özellikle
Avrupa'nın ortak hukukunu yaşamaya daha çok katılmaktadır. Bu anlamda, bu tür
bir düşüncenin, esas hakkındaki mütalaada ifade edilen uluslararası
sözleşmelerin bağlayıcı olmadığı yolundaki bir görüşün uluslararası alanda
savunulması mümkün de olmayacaktır.
Aynı
şekilde, bu iki belgeden başka, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin, doğrudan
doğruya siyasî partilerin, doğrudan doğruya azınlıkların ve etnik grupların bir
yapısal özelliğiyle ilgili düzenleme getirmediği, bir hüküm taşımadığı esas
hakkındaki mütalaada ifade edilmiştir. Bu nedenle, konunun Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi açısından da herhangi bir şekilde davanın reddini gerektirecek yönde
ele alınmadığı ifade edilmektedir. Oysa, bu dava, bir siyasî partinin
kapatılması davasıdır. Siyasî bir parti, şu neden, bu nedenle kapatılabilir;
bunlardan birisi, örneğin bir azınlık meselesi olabilir, bir haklar meselesi
olabilir, başka bir mesele olabilir, Sayın Aren'in az önce ifade ettikleri
gibi. Bu durumda da, siyasî partilerle ilgili temel hükümlerin, güvencelerin
ihlal edilmesi söz konusudur. Sayın Başsavcılık, işin bu yanını, herhalde
görmezlikten gelmişlerdir.
Efendim,
bir diğer konu, Sayın Anayasa mahkemesinin, siyasî parti kapatma davalarında,
bugüne kadar, kararlarının seyri meselesidir. Özellikle sosyalist porgram
sahibi olan siyasî partiler konusunda, Anasaya Mahkemesi, son yıllarda, artık
belli ve yerleşik sayılabilecek bir görüş ifade eden kararlar vermiştir. Bu
kararlarda, son zamanlarda, muhalefet görüşleri, ayrık görüşler de yer
almaktadır. Ancak, şöylece özetlenebilecek bir görüş bugün Anayasa Mahkemesinde
hakimdir: Sosyalist partilerin Kürt meselesi hakkında herhangi bir görüş ve
proğram sahibi olmaları, mümkün değildir, yasaklıdır. Yani, kanunun, sosyalist
partiler açısından yasaklı bir durumu vardır. Gerçi başka partilerle ilgili bir
durum söz konusu olabilir mi; biz bu tarafı üzerinde durmuyoruz, bu konuyla
ilgili açılmış davalar olduğu takdirde ne olacaktır, onunla ilgili konular
üzerinde durmak istemiyoruz. Ancak, sosyalist partilerin Kürt meselesiyle
ilgili herhangi bir görüş ifade edememeleri, bu konudan yasaklı olmaları,
demokrasinin önünü tıkamaktadır ve bu konuda, Anayasa Mahkememiz, Sayın Anayasa
Mahkememiz, görüşlerinde bir değişiklik yapma durumundadırlar. Görüşümüz
böyledir.
Efendim,
şimdiye kadar sayın Mahkemeye getirilen siyasî parti kapatma davalarından; yani
sosyalist program sahibi siyasî partilerle ilgili kapatma davalarından, bu
davada görülen bir farklılık var. Bu nedenle bu davada biz, Anayasa
mahkemesinin geçmiş kararları doğrultusunda, ortaya çıkacak olan bir görüşün,
değiştirilebilir olduğu konusunu ele almak ve tartışmakta yarar görüyoruz.
Efendim,
gerçekten, farklı bir husus olarak, Sayın Başsavcılık, esas hakkındaki
görüşlerinde, Türkiye'de saydıkları azınlıklar bulunduğunu ifade ediyorlar.
Şimdi, bizim bir siyasî parti olarak, Sayın Başsavcılığın görüşüne katılmamız
bile mümkün değildir. Anayasanın 81 inci ve 80 inci maddeleri, 78 ve 81 inci
maddeleri karşısında, bizim, Sayın Başsavcılığın görüşlerine katılmamız bile
mümkün değildir. Yani Başsavcılığın, azınlıklar, azınlık gruplar vardır
biçimindeki görüşünün doğru olduğunu söylememiz bile mümkün değildir; ancak, bu
konuyla ilgili farklı şeyler düşünülebilir. Örneğin, azınlıklar bulunduğu
konusunu, bir resmî kuruluş ifade edebilir; fakat siyasî parti ifade edemez,
dile getiremez biçiminde bir düşünce olabilir bu.
Sayın
Başsavcılığın esas hakkındaki görüşünde, ülkede, Bulgar, Rum, Ermeni ve Musevi
azınlıkların bulunduğu ifade edilmektedir. Bizim, bir siyasî parti olarak,
Sayın Başsavcılığın bu görüşünü doğrular bir tutum içerisinde olmamız bile
mümkün değildir. Bu takdirde, gene Siyasî Partiler Kanununun ilgili yasaklayıcı
hükümleri dolaylı olarak karşımıza çıkmış olacaktır. Ne var ki, bu durumu, şu
düşüncelerle mazur görmek mümkün olabilir:
Örneğin
esas hakkındaki mütalaada, sayılan azınlık gruplarının dışında bir azınlık
grubu olduğu söylenemez, yahut, bu azınlıkların var olduğu devletin resmî
mercileri ve makamları tarafından ifade edilebilecektir, ama, siyasî partiler
tarafından ifade edilmesi mümkün değildir biçiminde açıklanabilir. Fakat, bu
açıklamalar da yapay olacaktır; çünkü Siyasî Partiler kanunun 80 ve 91 inci
maddeleri, bu tür yorumların yapılmasına olanak verecek bir açıklık
taşımamaktadır.
Efendim,
yazılı olarak sunduğumuz ön savunmamızda ve son savunmamızda ifade ettiğimiz
gibi kapatma isteği, Partinin kuruluş belgelerinin yanı sıra, parti
yöneticilerinin bazı açıklamaları ve basında yer alan röpörtajlarına
dayandırılmaktadır.Bununla ilgili iddianamede alıntılar yapılmış ve ilgili
bölümler gösterildikten sonra, ayrıntılı bir yoruma geçilmiştir. Bu yorumda,
Türkiye'nin meseleye bakışı konusunda, örneğin Lozan Konferansı ilkeleri,
örneğin Misakı Millî ilkeleri ele alınmakta, tartışılmaktadır.
Şimdi,
iddianameye de alıntılanan Parti yöneticilerinin görüşleri ve konuşmalarıyla
ilgili çok kısa metinler, bu kadar geniş bir boyutta yorumlanmaya elverişli
değildir. Yani, siyasî parti, Birleşik Sosyalist Parti yöneticilerinin, bu
konuyla ilgili görüşleri, Misakı millî ve Lozan Konferansıyla ilgili görüşleri
yoktur o belgelerde ve basına intikal eden konularda. Bu nedenle, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığının yaptığı yorumlar, fazla abartılı bulunmaktadır. 2949
sayılı Kanunun 33 üncü maddesinin atıfta bulunduğu Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanunu'nun 251 inci maddesi, dolaylı olarak uygulanacak olan madde, gene aynı
şekilde, dolaylı bir ilkeyi söz konusu etmektedir. Cezada, aleyhte yorum
yapılabilmesi mümkün değildir, genişletici bir yorum mümkün değildir. Bu
nedenle, iddia geniş bir suçlama getirmektedir.
Efendim,
ön savunmamızda arz ettiğimiz bir hususu, bu vesileyle burada da Sayın
Kurulunuzun bilgelerine sunmakta yarar görüyorum. Sosyalist Birlik Partisi,
Kürt Meselesiyle ilgili görüşlerinden dolayı, bir istisna dışında, hiç yargı
mercii önüne çıkmamıştır. Bir süre önce yapılan bir afiş nedeniyle, İzmir
Devlet Güvenlik Mahkemesine intikal eden bir olayda, şimdi iddianameyle
huzurunuza getirilen ve suçlanan bir cümle "Kürtler nasıl yaşamak
istiyorlarsa öyle yaşamalıdırlar, öyle yaşama hakkına sahip olmalıdırlar"
biçimindeki bir cümle, bu afişte yer almaktaydı. İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi,
bu konuyla ilgili 3711 sayılı Kanuna aykırılık nedeniyle açılan davada, bu
cümlenin hiçbir suç öğesi içermediğini ve kanuna aykırı olmadığını bu nedenle
suçun oluşmadığını ve sanıkların beraatine karar verilmesi gerektiğini hüküm
altına almış ve karar kesinleşmiştir.
Sayın
Başkan, sayın üyeler; dosyadaki yazılı savunmalarımızın da dikkate alınmasıyla,
açılan kapatma davasının reddine karar verilmesini saygıyla diliyoruz."
demişlerdir.
C-
Anayasa Mahkemesi Başkanı ve üyelerinin konuya ilişkin sorularıyla Parti yetkililerinin
yanıtları, soruna açıklık kazandıran boyutlarıyla tutanaklardadır.
VI-
İNCELEME
A-
Ön Sorunlar
1-
Davanın Siyasî Partiler Yasası'nın 9. Maddesine Aykırı Olarak Açılıp Açılmadığı
Sorunu Davalı Parti'nin savunmalarında özetle, davanın Siyasî Partiler
Yasası'nın 9. maddesine aykırı olarak açıldığı, ayrıca Parti'nin suçlanmasına
neden olarak gösterilen genel yönetim kurulu raporu, kongre kararları ve Parti
adına yapılan kimi röportaj ve konuşmalarla iddianamenin hazırlanması arasında
birbuçuk yıldan fazla zaman geçtiği, halbuki Siyasî Partiler Yasası'nın 10.
maddesinde Cumhuriyet Başsavcılığı'na verilecek kimi belgeler için partilere
onbeş günlük süre tanındığı, Başsavcılığın re'sen yürüttüğü görevlerini de
kendisinin de bu süreye uymasının gerektiği ileri sürülmüştür.
Yargıtay
Başsavcılığı, dâvalı Parti'nin görüşlerinin yerinde olmadığını bildirmiştir.
Siyasî
Partiler Yasası'nın 9. maddesi gereğince, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı,
kurulan partilerin tüzük ve programları ile kurucularının hukuksal durumlarının
Anayasa'ya ve yasa hükümlerine uygunluğunu, ayrıca, verilmesi gerekli bilgi ve
belgelerin tamam olup olmadığını kuruluşlarından sonra öncelikle ve ivedilikle
incelemek durumundadır. Buna göre Cumhuriyet Başsavcılığı, saptadığı
noksanlıkların giderilmesini, gerekli göreceği ek bilgi ve belgelerin
gönderilmesini isteyebilecektir. Bu isteğe uyulmamasının yaptırımı da, siyasî
partilerin kapatılmasına ilişkin hükümlerin uygulanmasıdır. Böylece Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın partileri denetleme görevinin içeriği ve sınırı belirlenmiş
olmaktadır. Anılan maddede, partilerin tüzük ve programları ile kurucularının
hukuksal durumlarının Anayasa ve yasa hükümlerine aykırı olması ya da bunlarda
noksanlıklar saptanması durumları birbirinden ayrılmış ve değişik hukuksal
sonuçlara bağlanmıştır. Şöyle ki, Cumhuriyet Başsavcılığı'nca saptanan
noksanlıkların giderilmesi gerekli görülen ek bilgi ve belgelerin gönderilmesi,
yazı ile istenmedikçe, bu nedene dayanılarak siyasî partilerin kapatılmasına
dair hükümlerin uygulanmasına, yani yazılı istemin dava açmanın ön koşulu
niteliğini almış olmasına karşın, kurulan partilerin tüzük ve programları ile
kurucularının hukuksal durumlarının Anayasa'ya ve yasa hükümlerine aykırı
olması nedeniyle kapatılmaları için dava açılması, 104. madde dışında böyle bir
ön koşula bağlanmamıştır.
Ayrıca
SPY'nın 10. maddesinin (b) bendindeki bilgilerle birlikte, (c) bendinde,
"Partinin faaliyetlerini düzenleyen her türlü yönetmelikler ve
yayınlar"ın ve bu bilgi ve belgeler ile bunlarda ve parti tüzük ve
programlarında yapılan değişikliklerin, yayın ve değişiklik tarihinden itibaren
onbeş gün içinde Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderileceği hükme bağlanmıştır.
Oysa, 9. Maddede de, partilerin tüzük ve programları ile kurucularının hukuksal
durumlarının Yasa'ya uygunluğunun Cumhuriyet Başsavcılığı'nca denetlenmesi bir
süreye bağlı tutulmamıştır.
Cumhuriyet
Başsavcılığı, Sosyalist Birlik Partisi'nin tüzük ve proğramı ile partinin Genel
Başkanı ve Yardımcısının beyan ve açıklamalarının, ayrıca Genel Yönetim Kurulu
raporu ile kararlarının Siyasî Partiler Yasası'nın Dördüncü Kısmı'nda yer alan
78. maddesinin (a) bendi ile 80. ve 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine
aykırılığı nedeniyle kapatılmasını istemektedir. Bu nedenle, 9. maddede
Cumhuriyet Başsavcılığı'na noksanlıkların giderilmesi ile ilgili olarak tanınan
yetkiyi yasaya aykırılıkları da kapsayacak bir duruma getirmek ve bu hususu bir
dava koşulu olarak kabul etmek, siyasî partilerin tüzük, program ve
faaliyetlerinin Yasa'nın Dördüncü Kısmındaki "Siyasî Partilerle İlgili
Yasaklar"a aykırı durumlarda, bu koşul yerine getirilmeden, doğrudan 100.
ve 101. maddelerdeki nedenlerle kapatma davası açılmasına olanak vermemek
anlamına gelir. Dâva Siyasî Partiler Yasası'nın Dördüncü Kısmı'nda yer alan yasaklara
aykırılık nedeniyle açılmış olduğundan, 9. maddeye göre bir uyarı yapılmadan
dava açılmasında Yasa'ya aykırılık görülmemiştir.
2-
Siyasî Partiler Yasası'nın kimi Maddelerinin Anayasa'ya Aykırılığı Sorunu
Dâvalı
siyasî parti savunmalarında özetle :
Siyasî
Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) bendi ile 80. maddesi ve 81. maddesinin
(a) ve (b) bentlerinin Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülmüştür.
Anayasa'nın
68. ve 69. maddelerinde siyasî partilerin uyacakları esaslar ve kurallar
belirlenmiştir. Kapatma nedenlerinin Anayasa'da gösterilmiş olması;
sınırlamanın yasalarla genişletilmesini önlemek ve bir anayasal güvence
sağlamak amacına dayanır. Anayasa'da öngörüldüğü gibi siyasî partiler
demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez öğeleridir. Bu nedenle partilerin özgürce
kurulmaları ve faaliyette bulunmaları asıldır.
Aykırılığı
ileri sürülen kurallar, Anayasa'nın 68. ve 69. maddelerin gereklerini yerine
getirmek amacıyla konulmuştur. Ancak, bunların Anayasa'ya uygunluğunu tartışmak
Anayasa'nın geçici 15. maddesinin açıklığı karşısında olanaksızdır. Anayasa'nın
geçici 15. maddesinin son fıkrası ile birinci fıkrası arasında, belirli bir
dönemde çıkarılan yasalar hakkında Anayasa'ya aykırılıkların iddia edilememesi
yönünden bir zaman ayrımı yapılmamış, üçüncü fıkrada yer alan "bu
dönem" sözcükleri birinci fıkrada açıklanmıştır. Böylece, belirli bir
dönemde çıkarılan yasalar için Anayasa'ya aykırılık savında bulunulamayacağı
öngörülmüştür. Geçici maddeler uygulama süreleriyle değil, geçici olarak
düzenledikleri hukuksal ilişki ve kurumlarla kendisi ve bağlı olduğu temel
metinlerin içerikleri ve verdikleri anlam ile değerlendirilmelidir. Geçici
maddeler, değişik hukuksal düzenlemeler arasında bağlantı kurar, kazanılmış
hakların saklı tutulmasını ve uygulamanın geniş bir zaman dilimine yayılmasını
sağlar. Geçici maddelerle temel hükümlerin farkı budur. Hukuksal değer
bakımından ise, geçici maddelerle diğerleri arasında bir farklılık
bulunmamaktadır. Geçici madde yasama organı tarafından yürürlükten
kaldırılıncaya kadar uygulanması zorunlu bir kuraldır. Karar başlığının
"geçici madde" olması, uygulamada yeterliği yönünden de bir farklılık
gerektirmez. Maddenin içeriği, 12 Eylül Harekatı ve yönetimi süresinde ele
almamayı değil, yürürlükte kaldığı sürece 12 Eylül 1980'de 6 Aralık 1983'e
kadar yapılan düzenlemelere karşı Anayasa yargısı yolunu kapatmıştır. Tersine
görüşler yerinde olsaydı Anayasa'nın 177. maddesinde bu konuda bir açıklık olur
ya da Anayasa'ya hiç konulmazdı. Anayasa'da düzenlenen bir konunun Anayasa
Mahkemesi'nce, uygulanmaması düşünülemez. Bu nedenle, Anayasa'nın geçici 15.
maddesine göre, 12 Eylül 1980'den ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nin Başkanlık divanı oluşturuluncaya (6 Aralık 1983) kadar
geçen süre içinde çıkarılmış olan yasaların Anayasa'ya aykırılığı ileri
sürülemeyeceğinden, bu dönem içinde çıkarılan 22.4.1983 günlü, 2820 sayılı
Siyasî Partiler Kanunu'nun da Anayasa'ya aykırılığı savında bulunulamaz.
Ayrıca
savunmalarda, yürürlüğe girdiği tarihten başlayarak S.P.Y.'nda birçok
değişiklik yapılması nedeniyle, bu Yasa'nın Anayasa'nın geçici 15. maddesi
kapsamı içine alınamayacağı ileri sürülmekte ise de, davada uygulanan maddeler,
değişikliğe uğrayan maddelerden olmadığı için bu sav üzerinde durulmamıştır.
3-
Siyasî Partiler Yasası'nın Kimi Kurallarının "İhmali" Sorunu
Dâvalı
siyasî parti, ön savunmasında ve sözlü açıklamasında, Siyasî Partiler
Yasası'nın Anayasa ile çelişen kurallarının "İhmal" edilmesini
istemiştir.
Bir
yasa kuralının ihmali, incelenmekte olan işte uygulanacak kural hakkında iptal
davası açılmamış olsa bile o kuralın Anayasa'ya aykırılık nedeniyle iptal
edilebilecek nitelikte olması koşuluna bağlıdır. Sözkonusu kuralların,
Anayasa'nın geçici 15. maddesi karşısında, Anayasa'ya uygunluk denetimi
yapılmasının olanaksızlığı nedeniyle ihmal edilmeleri de sözkonusu olamaz.
Bu
nedenlerle, Siyasî Partiler Yasası'nın ilgili kurallarının ihmal edilmesi
istemi yerinde görülmemiştir.
Güven
DİNÇER bu görüşlere katılmamıştır.
B-
Esas Yönünden
1-
Genel Açıklama
Anayasa'nın
67. maddesinde öngörülen genel ve eşit oy hakkı çoğulcu, katılımcı kurallar ve
kurumlar düzeni olan çağdaş demokrasilerde yurttaşların devlet yönetimine
katılmalarının temel koşuludur. Bu nedenle, bireysel iradeleri birleştirip
yönlendirerek onlara işlerlik kazandıran özgün kuruluşlara gereksinim
duyulmuştur. Bu kuruluşlar, dağınık siyasal tercihleri birleştirip açıklık ve
güç sağlayarak devlet hizmetlerini daha yararlı kılmak, hak ve özgürlükleri
güvenceye bağlayarak toplumsal barışı güçlendirmek, anayasal ilkeler
doğrultusunda kamuoyu oluşturarak toplumsal yaşama daha çok aydınlık getirmek
yönünden vazgeçilmez öneme sahip olan siyasal partilerdir.
Anayasa'nın
68. maddesinin ikinci fıkrasında, "Siyasî partiler demokratik siyasî
hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır" ilkesi ne yer verildikten sonra, üçüncü
fıkrasında da, "Siyasî Partiler önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa
ve kanun hükümleri içinde faaliyetlerini sürdürürler" denilmektedir.
Siyasal
partilere ilişkin Anayasa kuralları, Anayasakoyucunun demokrasinin benimsenmesi
yönünden bu konuya özel bir önem ve değer vermiş olduğunu göstermektedir.
Siyasal
partilerin kuruluş ve çalışmalarının özgürlük içinde olması temel ilkedir. Siyasal
partiler, belli siyasî düşünceler çerçevesinde birleşen yurttaşların özgürce
kurdukları ve özgürce katılıp ayrıldıkları kuruluşlardır. Kamuoyunun oluşumunda
önemli etkinliği olan siyasî partiler, yurttaşların istem ve özlemlerinin
gerçekleşmesine çalışan ve siyasal katılımları somutlaştıran hukuksal
yapılardır.
Demokrasinin
simgesi sayılan siyasî partilerin, devlet yönetimindeki etkinlikleri ve ulusal
istencin gerçekleşmesindeki rolleri nedeniyle, Anayasakoyucu, onları öteki
tüzelkişilerden farklı tutup, kurulmalarından başlayarak çalışmalarında
uyacakları ilkeleri; kapatılmalarında izlenecek yöntem ve kuralları özel olarak
belirlemekle kalmamış; Anayasa'nın 69. maddesinin son fıkrasında, çalışma,
denetleme ve kapatılmalarının Anayasa'da belirlenen ilkeler çerçevesinde
çıkarılacak bir yasayla düzenlenmesini uygun bulmuştur.
Anayasa
uyarınca 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası çıkarılmış; siyasî partilerin
kuruluşlarından başlayarak çalışmaları, denetimleri, kapatılmaları konularında,
belirli bir sistem içerisinde ayrıntılı kurallar getirilmiştir. Getirilen
sistemde, yasaklara uymayan siyasal partilerin Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı'nca izleneceği ve gerektiğinde kapatılmaları için Anayasa
Mahkemesi'nde dava açılacağı öngörülmüştür.
Siyasal
partilerin, demokratik yaşamın vazgeçilmez öğeleri olmaları, devlet örgütü ve
kamu hizmetleriyle yoğun ilişki içinde bulunmaları, onların her istediklerini
yapabilecekleri anlamına gelmez. Siyasal partilerin baskı ve engellerden uzak
kalmalarını sağlamaya yönelik kurulma ve çalışma özgürlüğü, Anayasa ve bu alanı
düzenleyen yasalarla sınırlıdır. Bu belirleme, aynı zamanda demokratik hukuk
devleti olmanın da gereğidir.
Varlığı
ve etkisi, işlevleriyle ortaya çıkan devlet, belirli topraklar üzerinde
yerleşmiş, bağımsız ve egemen aynı üstün güce bağlı örgütlü insanlar topluluğu
olarak da tanımlanır. Bu tanıma göre, ülke ve ulus bütünlüğüyle egemenlik,
yasalara dayanan bir otoriteye bağlı örgütlenme, bir devlet için vazgeçilmez
öğelerdir. Her canlının kendini koruma içgüdüsü bulunduğu gibi, devletin de
kendi varlığını koruma hakkı, uluslararası hukuk düzeninde de kabul edilmiştir.
Devletler
hukukunda, devletin varlığını güçlendirerek sürdürmek, bağımsızlığına ve
yapısına yönelik tehlikelere karşı önlemler alıp uygulamak yetkisi biçiminde
tanımlanan kendini koruma hakkı, insan hak ve özgürlüklerinden başlayarak
demokratik toplum düzenini bozucu, devletin öğelerini yıkıcı her tür eylemi
karşılayacak çabaları kapsar. Devletin temel dayanaklarını, sürekliliğini ve
demokrasiyi yokedici sakıncaları gidermek için yasal düzenlemelerin
gerçekleştirilmesi hukuk devleti için en doğal davranıştır.
2-
Değerlendirme
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı, davalı Parti'nin tüzük ve proğramında yer alan
belirlemelerle, Parti'nin Birinci Büyük Kongre Kararı ve bu karara dayanak
oluşturan Genel Yönetim Kurulu Raporunu, Genel Başkan ve Genel Başkan
Yardımcılarının Parti adına yaptıkları açıklamaları Anayasa Mahkemesi'ne kanıt
olarak sunmuş ve bu kanıtların Siyasî Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) bendi
ile 80. maddesine ve 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırılık
oluşturduğunu ileri sürmüştür.
Davalı
Parti ise bu değerlendirmelerin yerinde olmadığını belirtmiştir.
Öncelikle
Sosyalist Birlik Partisi yetkililerinin, Parti adına yaptıkları yazılı ve sözlü
açıklamaları ile faaliyetlerinde ileri sürdükleri; Kürtlerin üniter devlet
içinde yaşamaktan, bağımsız devlet kurmaya kadar çeşitli alternatif yaşam
biçimlerini seçmekte özgür olmaları gerektiği; olası çözümlerden birinin
bağımsızlık, bir başkasının federasyon, bir üçüncüsünün kültürel özgürlük
olduğu; Kürtlerin nasıl yaşamak istiyorlarsa öyle yaşamakta serbest olmaları
gerektiği, kürtlerin istiyorlarsa nazari olarak ayrı bir devlet
kurabileceklerinin kabul edilmesi ve buna olanak sağlanması gibi görüşlerin,
"Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü"nün bozulması
amacını taşıyıp taşımadığının saptanması gerekmektedir.
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve bunu
pekiştiren ortak dil, kültür, eğitim ve Atatürk Milliyetçiliği kavramları
hukuksal, siyasal olduğu kadar, tarihsel ve sosyal gerçeklere dayanmaktadır.
"Devletin,
ülkesi ve milletiyle bölünmezliği" ilkesi, Anayasa'nın birçok maddesinde
özellikle vurgulanmış, Türk Milleti'nin bağımsızlığı ve bütünlüğüyle, ülkenin
bölünmezliğini korumak devletin temel amaç ve görevleri arasında gösterilmiştir
(Madde 5). Ülke ve ulus bütünlüğünü korumak için temel hak ve özgürlüklerin
kısıtlanabileceği kabul edilmiş (Madde 13 ve 14); aynı amaçla basın ve dernek
kurma özgürlüklerine özel sınırlamalar getirilmiş (Madde 28, 30, 33); gençlerin
bu anlayış doğrultusunda yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı önlemler alınması
devlete özel görev olarak verilmiş (Madde 58); bilimsel araştırma ve yayında
bulunma yetkisinin Devletin varlığı ve bağımsızlığıyla ulusun ve ülkenin
bütünlüğü ve bölünmezliğine karşı kullanılamayacağı belirtilmiş (Madde 130);
kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının bu nedenle Devletçe denetimi
uygun bulunmuş (Madde 135); birlik ve bütünlüğe karşı işlenecek suçlar için
özel mahkemelerin kurulması öngörülmüş (Madde 143); aynı konu, TBMM üyeleri ve
Cumhurbaşkanı yeminlerinin temel öğelerinden birini oluşturmuş (Madde 81 ve
103) ve siyasî partilerin uyacakları esasların başlıcaları arasında yine
"ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlük" ilkesi yer almıştır (Madde
68 ve 69).
Uluslar,
nice olaylar, durumlar ve gelişmeler sonucunda varlıklarını kazanırlar. Ortak
kültürün, sosyal dayanışmanın ve birlikte yaşama duygusunun doğuşu, gelişip
güçlenmesi tarihsel bir gerçektir. Tek vücut durumunda ve tam ulus yapısı
içinde birleşip bütünleşerek Kurtuluş Savaşı'nı yapmış olan halkın vatanı, Türk
Vatanı; Milleti, Türk Milleti; Devleti de Türkiye Cumhuriyeti Devleti'dir.
Dünya, 11. yüzyıldan bu yana, çağlar boyu, Anadolu için "Türkiye" ve
burada yaşayanlar için de "Türkler" adını kullanmıştır. Kuşkusuz bu
durum, ulus bütünlüğü içinde yeralan farklı etnik grupların bulunmadığı
anlamına gelmez.
Anayasa'ya
ve Siyasî Partiler Yasası'na göre ülke ve ulus bütünlüğü, devletin bölünmezliğinin
temel ögeleridir. Ülke ve ulus bütünlüğünü bozmaya yönelik faaliyetler sonunda,
devletin bölünmezliğinin tehlikeye girmesi söz konusudur. Ülke bütünlüğünün
hedef alınmasının, ulus bütünlüğünü; ulus bütünlüğünü bozmanın hedef
alınmasının, ülke bütünlüğünü bozacağı kuşkusuzdur. Anayasa ve yasa, bu
değerleri birlikte, ödünsüz ve mutlak olarak korumayı amaçlamıştır. Hiçbir
organ bu konuda hoşgörülü davranmak ve ödün vermek yetkisini kendinde göremez.
"Millet"
(ulus) kavramı, insanlığın gelişme süreci sonucunda vardığı en ilerlemiş
birlikteliği oluşturan, "bir" oluşu somutlaştıran toplumsal yapıyı
anlatır. "Millet" sözcüğüyle anlatılan yapı, bir gelişme düzeyini,
bilinçli ve kişilikli bireyler topluluğu gerçeğini gösterir. "Milliyetçilik"
ise, büyük bir top lumsal olgu ve "millet düşüncesi"nin üzerine
kurulu bir anlayıştır. Milliyetçilik, Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Türk
Devrimi'nin temel ve önde gelen ilkelerinden biridir. Cumhuriyet döneminde
1924, 1961, 1982 Anayasa'larında "millet" ve "milliyetçilik"
kavramlarına yer verilmiştir. 1982 Anayasası'nın Başlangıç'ında
"Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı", 2. maddesinde
"Atatürk milliyetçiliği", 42. maddesinde "Atatürk ilkeleri"
ve 134. maddesinde "Atatürkçü düşünce" sözcükleri kullanılarak çağdaş
milliyetçilik anlayışı yer almaktadır. Bu anlayış ayrımcı ve ırkçı değil,
Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk milletini oluşturan bireylerin kökenleri ne
olursa olsun, Devlet yönünden tartışmasız eşitliği, içtenlikli birliği ve
birlikte yaşama istencini, başka uluslara karşıtlığı değil, dostluk
ilişkilerini, içte ve dışta barışla iyi gelenekleri koruyup güçlendirme
çabalarını, herkesi barındıran topraklara birlikte sahip çıkma bilincini içeren
çağdaş bir olgudur. Kökeni ne olursa olsun, ulus içinde herkes ayrımsız biçimde
yer almakta, ulusun birliği olgusu böylece somutlaşmaktadır. Ulus, tarihsel ve
sosyal gelişmenin yarattığı birlikte yaşama olgusudur. Irk gibi antropolojik ve
filolojik niteliklere dayanan dar bir kavram da değildir. Ulus, ortak bir tarih
bilinci yaratmamış göçebe, yerel dil ve soy gruplarından oluşan sosyolojik bir
yapı olan kavim de değildir. "Misak-ı Millî" sınırları içinde Türkiye
Cumhuriyeti'nin üzerinde kurulduğu, Avrupa ve Asya kıtaları arasında köprü
durumunda olan, çeşitli göç ve sığınmalara kucak açan vatanda, bin yılı aşan
uzun bir tarihsel gelişme sonunda beraberce yaşayan ve Kafkaslara, Balkanlara,
Afrika ve Orta Doğu'ya uzanan Osmanlı İmparatorluğu'ndan arta kalan çeşitli
etnik kökenlerden gelen insanlar, ortak geçmişe, tarihe, ahlâka, değer
yargılarına, dine, hukuka ve eşit haklara sahip olarak karşılıklı şekilde
birbirlerinin kültürlerini ve eski Anadolu uygarlıklarından kalan değerleri de
özümseyerek birlikte ortak kültür ve kimliğe sahip bir vatan ve ulus
oluşturmuşlardır. Yapısı bu biçimde olan Türk Ulusu içinde etnik kökene dayalı
ayrımcılığı gütmek gerçekle bağdaşmaz.
Bu
nedenle Atatürk, yeni Türk devletinin kuruluş günlerinde açıkca "Türkiye
Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına, Türk Ulusu denir" demiş ve
anayasalarımızda Ulusun birliği ve Ülkenin bütünlüğü esas alınmıştır. Bu
anlayıştan uzaklaşıp ulusu etnik kökene dayalı "Türk ve Kürt"
biçiminde ayırarak, ırka dayalı savlarla bölücülüğe gitmek olanaksızdır.
"Halk ve ulus" sözcükleri hiçbir ayrım yapmadan her yurttaşı kapsar,
her ayrılığı dışlar.
Anayasa'nın
66. maddesinde, "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes
Türktür" ilkesine yer verilmiştir. Bu ilkeyle evrensel bağlamda vatanı ve
ulusuyla bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti'nde vatandaşlar arasında eşitlik
sağlanması, ulusu kuran herhangi bir etnik gruba ayrıcalık tanınması önlenmiş,
birleştirici ve bütünleştirici bir temel oluşturulmuştur. Maddedeki
"Türk" sözcüğü ırka dayalı bir anlam taşımamaktadır. Bir kimsenin
"Ben Türküm" deyişi, "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, Türk
Ulusu'nun bir bireyiyim" anlamını taşır. Irka dayalı bir
"Türklük" savı ve etnik kökenleri değiştirme ya da kaldırma anlamına
gelmez. Vatandaşlık ve ulusal kimliğin getirdiği haklar yanında sorumluluklar
da vardır. Bu bağlamda etnik kökenler yurttaşlık niteliğini ve ulusal kimliği
zedeleyemeyeceği gibi ayrı ulus olma savlarına, dayanak da yapılamaz.
Türk
Milleti içinde yer alan her kökenden vatandaşa, davalı Parti'nin savunmalarında
belirtilenlerin aksine, hiçbir ayrım gözetilmeksizin tüm demokratik, siyasal ve
temel haklar eşit olarak tanınmıştır. Nitekim, Cumhuriyet dönemi
Anayasalarında, Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde saptanan biçimi ile Misak-ı
Millî'nin gösterdiği sınırlar içinde birbiriyle kaynaşmış olarak yaşayanların gerçekten
ve hukukça ayrılık kabul etmez bir bütün oldukları kesinlikle belirlenmiş ve bu
bütünlük içinde ayrıcalıklı bir Kürt halkından hiçbir zaman söz edilmemiş
olduğu gibi, Lozan Barış Andlaşması görüşme ve kararlarında da, Misak-ı
Millî'nin çizdiği sınırlar içindeki azınlıklar sayılırken "Kürt"
ayrımına yer verilmemiştir.
Anayasa'daki
ulus bütünlüğü ilkesinden uzaklaşarak, Parti'nin tüzük, proğram ve
faaliyetlerinde belirtildiği biçimde Türk ve Kürt Ulusları ayrımına gidilemez.
Türkiye Cumhuriyeti'nde, tek bir devlet ve tek bir ulus vardır. Birden çok ulus
yoktur. İçinde değişik kökenli bireyler olsa da hepsi Türk Ulusu bütünlüğü
içindedir. Tarihsel bir gerçek olan "Türk Ulusu" olgusu yerine
ırkçılığa dayanan ayrılıklar ve Türk vatandaşlığı niteliğini değiştiren savlar
geçersizdir.
Kimi
siyasal nedenlerle dış etkenlerden kaynaklanan, kimi varsayım, yorum ve
bahanelere dayanan, insan hakları ve özgürlük savlarıyla yoğunlaştırılan
sakıncalı amaçlara geçerlik tanınamaz. Devlet tekdir, ülke tümdür, ulus birdir.
Ulusal birlik, devleti kuran, ulusu oluşturan toplulukların ya da bireylerin,
etnik kökeni ne olursa olsun, yurttaşlık kurumu içinde ayrımsız
birliktelikleriyle gerçekleşir. Anayasa'da ve yasalarda yurttaşlar arasında
ayrımı öngören hiçbir kural bulunmadığı gibi, kimsenin soy kökeninin yadsınması
ya da kabul edilebilecek yeni bir savı da yoktur. Ulusal ve tekil devlet etnik
ayrılıklarla tartışılamaz. Herkesin, herzaman karşılaşabileceği ve giderek
hukuk devletinde giderilip karşılığı istenebilecek aykırılık, çelişki,
haksızlık ve yanlışlıklar, insan hakları alanında sömürü nedeni yapılarak,
gerçekler saptırılıp çarpıtılarak, üstü kapalı biçimde, ayrı ulus yoluyla ayrı
devlet amaçlanamaz. Tartışılamaz kavramlar ve değerlerle, ödün verilmesi
olanaksız ilke ve niteliklerin kaynağı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'dır.
Çağımızda da farklı etnik grupların zorunlu hukuksal öğelerinin varlığında,
birlikte uluslaşması ve devletleşmesi uluslararası düzeyde gerçekliliğini
korumaktadır. Türkiye Cumhuriyeti devleti için farklı düşünmenin, haklı bir
nedeni yoktur. Vatandaşlık, bölge özelliklerini ve etnik farklılığı aşan,
bütünleştirici çağdaş üst bir olgudur. Bu konuda bir kimsenin diğerinden farklı
olmasına, din, kültür ve etnik kökene ilişkin ayrıcalıklara yer yoktur. İnsan
haklarının sadece bir kişiye, sınıfa ve zümreye değil ayrımsız olarak bütün
vatandaşlara eşit olarak uygulanması esastır.
Her
devlette farklılık gösteren, tarihsel süreçle ulaşılan, devlet, ülke, ulus
kavramlarının yeniden değiştirilip biçimlendirilmesi olanaksızdır. Ulusal ve
uluslararası hukuk düzeninde insanlığın mutluluğu için bu temel olguları
korumak üzere getirilen düzenlemelere siyasî partilerin uyma zorunluluğu
vardır.
Kaldıki,
çağımızda tek uluslu diğer demokratik devletler de, ulus bütünlüklerini korumak
için yasal tedbirler almıştır. Türkiye'deki ulusal yapılaşmaya nazaran daha
yeni olan Amerika'da; Alman, Fransız, İtalyan, İspanyol, slav soyundan ve diğer
etnik kökenlerden gelen Amerikan vatandaşlarının ırka dayalı olarak ayrı ayrı
uluslaşması ve bunlara ayrı devletler kurma hakkının tanınması olanağı bulunmadığı
gibi, aynı biçimde demokratik tek uluslu devletlerde de bu yolun açılması
olanağı yoktur. Çünkü, bu devletlerde de Devlet ve ulusun parçalanması
demokratik hak olarak görülmemektedir.
a-
Siyasî Partiler Yasası Yönünden
Anayasa'nın
Başlangıç Kısmı ile 3., 6. ve 14. maddelerindeki kuralları somutlaştıran Siyasî
Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) bendinde, siyasî partilerin Türk
Devleti'nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne ilişkin hükümlerini,
egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunun ancak,
Anayasa'nın koyduğu esaslara göre yetkili olganları eliyle kullanabileceği
esasını, Türk Milleti'ne ait olan egemenliğin kullanılmasının belli bir kişiye,
zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı veya hiçbir kimse veya organın, kaynağını
Anayasa'dan almayan bir Devlet yetkisini kullanamayacağı hükmünü
değiştiremeyecekleri; Türk Devleti'nin ve Cumhuriyeti'nin varlığını tehlikeye
düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep
ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan
bir Devlet düzeni kurmak amacını güdemeyecekleri hükme bağlanmıştır.
Partilerin
amacı, Devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğünü bozmak değil, aksine
bunu daha da pekiştirmek olmalıdır.
Davalı
Parti'nin, tüzük ve programı ile diğer siyasal etkinliklerinde, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti içinde Türk Ulusu bütünlüğünden ayrı, ırk esasına dayanan
bir Kürt Ulusu'nun varlığından ve bu ulusun kendi geleceklerini belirleme
hakkından söz edilmektedir.
Oysa,
Anayasa ve yasa kuralları karşısında hangi kökenden gelirse gelsin vatandaşları
ulus bütünlüğünden ayırmak veya karşılıklı mücadele ortamına çekmek, Kürt
kökeninden gelen vatandaşları, Türk Ulusu bütünlüğünden ayırmak olanaksızdır.
Taraf
olduğumuz uluslararası andlaşmalar da dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı
yaratılmasına ve bu kavram ve bu görüşlere dayanan bir Devlet düzeni
kurulmasına olur vermemektedir.
Demokratik
siyasal yaşamın vazgeçilmez ögesi olan siyasal partiler demokrasiye ters düşen,
demokrasiyle bağdaşmayan, demokrasiyi güçsüz ve etkisiz düşürecek, toplumsal
barışı yıkacak proğram düzenleyemez ve eylemlerde bulunamazlar. Demokrasi,
demokratik hak ve özgürlüklerden yararlanarak yıkılamaz. Hakkı ve özgürlüğü
kötüye kullanmaya engel olmak devletin görevidir. Partilerin de yapamayacakları
şeyler vardır ve bunların başında devletin varlığıyla ülkenin ve ulusun
birliğini bozmak gelir.
Davalı
Partinin tüzük, program ve faaliyetlerinde Türk ve Kürt ulusları biçiminde bir
ayrımın yapılması, Kürt halkının kendi kaderini belirleme hakkını özgür
iradesiyle kullanmasından başka bir deyişle, Kürt olarak tanımladıkları bir
kısım yurttaşların Türkiye Cumhuriyetinden kopmasının amaçlanması, Siyasî
Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) bendinde söz konusu olan "devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü" ilkesine açıkça aykırıdır.
Siyasî
Partiler Yasası'nın 80. maddesi ile, partilerin ve parti yetkililerinin Türkiye
Cumhuriyetinin bölünüp parçalanmasına yol açacak, Devletin tekil yapısını
değiştirecek tarzda görüşler ileri sürmesi ve faaliyette bulunması
yasaklanmaktadır.
Davalı
Parti'nin özellikle, Kürtlerin üniter devlet içinde yaşamaktan bağımsız devlet
kurmaya kadar çeşitli alternatif yaşam biçimlerini seçmekte özgür olmalarının
gerektiğini belirtmesi ve Kürtlerin istiyorlarsa Türk Devletinden ayrı bir
devlet kurabileceklerini savunması böylece devletin tekliği ilkesine aykırı
faaliyette bulunması Siyasî Partiler Yasası'nın 80. maddesine açık aykırılık
oluşturmaktadır.
Siyasî
Partiler Yasası'nın "Azınlık Yaratılmasının Önlenmesi" başlıklı 81.
maddesinin (a) ve (b) bentlerinde siyasî partilerin Türkiye Cumhuriyeti ülkesi
üzerinde millî veya dinî kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına
dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyecekleri, Türk dilinden veya
kültüründen başka dil ve kültürleri korumak geliştirmek veya yaymak yoluyla
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün
bozulması amacını güdemeyecekleri ve bu yolda faaliyette bulunamayacakları
öngörülmüştür.
Madde
gerekçesinde, "Ülkemizde Lozan Andlaşması ile kabul edilen azınlıklar
dışında bir azınlık yoktur. Herhangi bir ülkede resmî dilin dışında bazı
dillerin bilinmesi veya yer yer konuşulması azınlık yaratmaz. Hele siyasî,
sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda olduğu gibi her bir alanda bütün haklara
sahip ve borçlarla eşit bir şekilde yükümlü olan tek bir milletin evlâtları
arasında azınlıktan söz etmek mümkün değildir...
Bir
memlekette resmî dilin her vatandaş tarafından bilinmesi, hangi alanda olursa
olsun eşitlik ilkesinin hakkıyla uygulanabilmesi ve adlî ya da idarî işlerin
çabukluk ve selametle yürütülmesi bakımından yararlı hatta zorunludur. Bu
itibarla resmî dili, genç, ihtiyar, kadın, erkek her vatandaşın bilmesini
sağlamak Devletin görevidir" denilmektedir.
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'nin vatandaşları arasında etnik köken ya da diğer herhangi
bir nedenle düşünsel ya da uygulama bağlamında siyasal ve hukuksal ayrılık söz
konusu değildir. Anayasa'ya göre, ulus ve ülke bütünlüğü devletin en temel
özelliği ve ilkesidir. Türkiye Cumhuriyeti içinde birden fazla ulus olamaz.
Türk ulusu içinde değişik kökenli bireyler olabilir; ancak bunların hepsi her
yönden tam bir eşitlikle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır ve ulus kavramı
içindedir.
Siyasî
partilerin, çalışmalarında, devletin ülkesi ve ulusu ile bölünmezliği temel
kuralına uymaları; ülkenin ya da ulusun bütünlüğünü bozarak bir bölümünün
ayrılması sonucunu doğurabilecek her türlü eylemden ve propagandadan
kaçınmaları, bu bütünlüğü daha da pekiştirecek biçimde yürütmeleri gerekir.
Bunun sonucu da ülke ve ulus bütünlüğünü zedeleyebilecek olan her türlü yazı,
söz ve davranışın siyasal partiler için yasak olmasıdır.
Anayasa
ve Siyasî Partiler Yasası'na göre, ırk ayrımcılığı bir siyasal partinin
dayanağı, amacı ve ereği olamaz. Devletin bütünlüğünü koruması, en doğal hakkı
ve ödevidir.
Dâvalı
Parti'nin Tüzük ve Proğramı ile faaliyetleri, farklı uluslar ve azınlıkların
varlıklarının kabul edildiğini göstermektedir. Bunlar birlikte
değerlendirildiğinde, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde millî veya dinî
kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar
bulunduğunun belirtildiği, Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve
kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla ülke üzerinde azınlıklar yaratarak
ulus bütünlüğünün bozulması amacının güdüldüğü anlaşılmaktadır.
Asırlardır
birlikte yaşamış bir topluluğu, ırk temeline dayanan düşüncelerle ayrıma bağlı
tutmak ve hepsini kapsayan ortak ulusal kültürü, dili ve kimliği yadsımak
Siyasî Partiler Yasası'nın 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırılık
oluşturur.
b-
Uluslararası Andlaşma ve Sözleşmeler Yönünden
Dâvalı
Parti'nin savunmalarında ileri sürdüğü iki hususun da açıklığa kavuşturulması
gerekmektedir.
Davalı
Parti savunmalarında, uluslararası hukukun, usulüne göre onaylamış sözleşmeler
yoluyla içhukukumuza giren kurallarının, yalnızca yasa değil, uygulanmaları
ile, Anayasa emri olarak güçlendirilen normlar olduğunu, Helsinki Senedi, Paris
Şartı ve İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme'nin bunlar
arasında yer aldığını ve görüşlerini doğrulayan hükümler içerdiğini, ancak,
Yasa hükmünde uygulanmaları anayasal güvenceye bağlanan bu metinlerin, başka
bir metin karşısında (2820 sayılı SPK.) görmezlikten gelindiğini ileri sürmüş;
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise, Anayasa ve Siyasî Partiler Yasası'nda
öngörülen, siyasal partilere ilişkin yasaklamaların, sözleşmelerde yer alan
özgürlükleri kaldırıp azaltma anlamında ve demokratik toplum düzeninin
gereklerine aykırı görülemeyeceğini, bunların uluslararası hukukta var olan
egemenliği, ülke ve ulus bütünlüğünü korumaya, ırkçılığa dayalı bölünmeleri
önlemeye yönelik olduğunu bildirmiştir.
Anayasa
Mahkemesi, siyasî parti kapatma davalarında usulüne uygun biçimde yürürlüğe
konulmuş andlaşma kurallarını da gözetmektedir. Bu bağlamda kimi kararlarda,
İnsan Hakları Evrensel Birdirgesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne ve
Avrupa Sosyal Haklar Temel Yasası'na yollamada bulunulmuştur. İnsan Haklarını
ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme kapsamındaki hak ve özgürlükler,
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda da güvence altına alınmıştır. Öncelikle
hakları kullanmanın, özgürlüklerden yararlanmanın sınırsız olmadığını
vurgulayan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 29. ve 30. maddeleri, içerik
olarak demokratik düzeni yıkıcı söz ve eylemlere karşı sınırlamalar
getirilmesinin ve önlemler alınmasının dayanağını oluşturur.
Dâvalı
Parti'nin tüzük ve proğramının kimi bölümleri, İnsan Haklarını ve Ana
Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme'nin örgütlenme hak ve özgürlüğüyle ilgili
11. ve 17. maddeleri ile bağdaşmamaktadır. Sözleşme'nin 11. maddesinin ikinci
fıkrasında; "Bu hakların kullanılması, demokratik bir toplulukta, zarurî
tedbirler mahiyetinde olarak millî güvenliğin, amme emniyetinin, nizamı
muhafazanın, suçun önlenmesinin, sağlığın ve ahlâkın veya başkalarının hak ve
hürriyetlerinin korunması için ve ancak kanunla tahdide tâbi tutulur.
Bu
madde, bu hakların kullanılmasında idare, silâhlı kuvvetler veya zabıta
mensuplarının muhik tahditler koymasına mani değildir" denilmekte; 17.
maddesinde de; "Bu sözleşme hükümlerinden hiçbiri bir devlete, topluluğa
veya ferde, işbu Sözleşmede tanınan hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya
mezkûr sözleşmede derpiş edildiğinden daha geniş ölçüde tahditlere tâbi
tutulmasını istihdaf eden bir faaliyete girişmeye veya harekette bulunmaya
mâtuf herhangi bir hak sağlandığı şeklinde tefsir olunamaz" hükümlerine
yer verilmektedir.
Oysa,
dâvalı Parti'nin tüzük ve proğramı ile bunu destekleyen diğer faaliyetlerinde
Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde yaşayan ayrı dili ve kültürü olan bir
Kürt Ulusu'nun varlığı ileri sürülmektedir.
Türkiye'de
tek bir ulus vardır. Türk ve Kürt kökeninden gelen vatandaşlar, diğer etnik
kökenden gelen vatandaşlarla birlikte "Ulus" bütünlüğünü
oluşturmaktadır. Ayrı bir ulus, ayrı bir halk ya da bir azınlık varmış gibi
bölünmeyi amaçlayan çabalara geçerlik kazandırılamaz. Uluslararası hukuk
düzenindeki bu olguyu Türk Ulusu, her tür ayrılığı dışlayıp eşitliği sağlayarak
Lozan Barış Andlaşması'yla, gündeminden çıkarmıştır. Ülke ve Ulus bütünlüğünü
koruma hakkı, uluslararası hukuk düzeninde de geçerlidir.
Dâvalı
Parti, belirtilen belgelerin yanısıra, Helsinki Nihaî Senedi, Paris Şartı ve
kimi diğer uluslararası sözleşmelerin de iç hukuk kuralları haline geldiğini ve
bunlara uyulmadığını ileri sürmüştür. Helsinki Nihaî Senedi'nde, Devletlerin
egemenlik haklarına saygı, sınırların dokunulmazlığı, devletlerin toprak
bütünlüğüne saygı ve İçişlerine karışmama ilkelerine yer verilmiş; Paris
Şartı'nda da, "Tüm ilkeler, herbiri diğerleri dikkate alınmak suretiyle
yorumlanarak, kayıtsız şartsız ve aynı derecede uygulanır. Bu ilkeler
ilişkilerimizin temelini oluşturur.... Taraf devletlerin bağımsızlığını, egemen
eşitliğini ya da toprak bütünlüğünü ihlâl eden faaliyetlere karşı demokratik
grupları savunmak hususunda işbirliği yapmaya kararlıyız. Dışarıdan yapılan
baskı, zora başvurma ve yıkıcılık gibi yasadışı faaliyetler burada söz konusu
olan özelliklerdir" denilmiştir.
Türkiye
Cumhuriyeti'nin de taraf olduğu "Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı" da
ırkçılığı, etnik düşmanlığı ve terörizmi kınamış, ülke bütünlüğünü ve demokratik
düzeni yıkmayı amaçlayan hareketlere girişen kişi, grup ve örgütlere karşı
koruma ve kollama sorumluluğunu uluslararası bir çağrı olarak kabul etmiştir.
Demokrasi,
hak ve özgürlüklerin güvenceye alındığı, çoğulcu, katılımcı bir kurallar ve
kurumlar düzenidir. Nitekim Birleşmiş Milletler'e üye devletlerin
katılmalarıyla 14-25 Haziran 1993 günlerinde, VİYANA'da gerçekleştirilen Dünya
İnsan Hakları Konferansı sonunda yayımlanan Deklerasyon'da da; kendi geleceğini
belirleme hakkının, "Eşit Haklar" ilkesine uygun olarak ırk, din ve
renk ayrımı gözetmeksizin ülkesine ait bütün insanları temsil eden bir hükûmete
sahip egemen ve bağımsız bir devletin, ülke bütünlüğünü ve siyasî birliğini
kısmî veya bütüncül biçimde parçalayacak herhangi bir eylemin desteklenmesi ve
bu eyleme yetki verilmesi anlamında yorumlanamayacağı değerlendirmesi yer
almıştır.
Görüldüğü
gibi, bütün bu uluslararası kurallar, devlet, ülke ve ulus bütünlüğünün
bozulmasına olanak tanımamaktadır.
Demokrasilerde
ırk ayrımcılığı, bir siyasal partinin dayanağı, amacı ve ereği olamaz. Irk
ayrımcılığının aracı durumuna düşen partinin varlığını sürdürmesi yasalar
karşısında olanaksızdır. Cumhuriyet Başsavcılığı'nın davalı Parti'nin
proğramında kapatma nedeni olarak gördüğü hususlar, Türkiye Cumhuriyeti için
yakın ve görülebilir bir tehlike oluşturmaktadır. Böyle bir tehlike içinde
bulunan bir devletinde, ülkesi ve ulusuyla bütünlüğünü koruması en doğal
hakkıdır.
Belirtilen
nedenlerle davalı Parti'nin uluslar arası andlaşma, sözleşme ve belgelere
yönelik savları yerinde görülmemiştir.
Haşim
KILIÇ, gerekçenin uluslararası sözleşmelere ilişkin bölümüne katılmamıştır.
Sonuç
olarak, Sosyalist Birlik Partisi, Tüzük ve Proğramındaki anlatımlarla ve bu
anlatımları destekleyen eylem, savunma ve sözlü açıklamalarıyla; Türkiye'de
hukuksal ve siyasal yönden ırka dayalı bir Türk Ulusu kavramı ya da etnik
kökene göre çoğunluk ve azınlık olmamasına karşın, farklı etnik kökenlerden
gelen bütün vatandaşların eşit haklarla yer aldığı Türk Ulusu'nu ırk esasına
dayalı olarak "Türk ve Kürt Ulusları" biçiminde ikiye bölmüş,
"Kürtler üniter devlet içinde yaşamaktan, bağımsız devlet kurmaya kadar
çeşitli alternatif yaşam biçimlerini seçmekte özgür olmalıdırlar"
söylemiyle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin vatandaşı Kürtlere ayrı bir ulus
olarak kendi kaderlerini tayin etme hakkını vermeye Devletin tekliği ilkesine
ayrı düşecek tarzda kendi devletlerini kurma hakkını tanımaya yönelik durumuyla
Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozucu bir konuma
düşülmüştür. Bu bağlamda dil ve kültür konuları da Türk Ulusu'nun ortak kültür
ve dilini dışlar nitelikte ayrı ulus ve devlet yaratma yolunda kullanılmıştır.
Bunlar yalnızca düşünce değil, yasaklanan sakıncalı eylemleri kışkırtma, katkı
ve destek niteliğinde, faaliyetlerdir.
Böylece,
Anayasa'nın 2., 3., 6., 14. ve 69. maddelerine ve Siyasî Partiler Yasası'nın
78. maddesinin (a) bendine, 80. maddesine ve 81. maddesinin (a) ve (b)
bentlerine aykırı davranılmıştır. Bu nedenlerle, Sosyalist Birlik Partisi'nin
Siyasî Partiler Yasası'nın 101. maddesinin (a) ve (b) bentleri gereğince
kapatılması gerekir.
VII-
SONUÇ
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 28.12.1993 günlü, SP.43.Hz.1993/57 sayılı
İddianamesi'nde Sosyalist Birlik Partisi'nin 2820 sayılı Siyasî Partiler
Yasası'nın 101. maddesi gereğince kapatılması istenilmekle, gereği görüşülüp
düşünüldü :
1-
Sosyalist Birlik Partisi'nin Tüzük ve Proğramı ile 1. Büyük Kongre kararının,
bu karara dayanak oluşturan Genel Yönetim Kurulu raporuyla bu yöndeki
kararlarının, Genel Başkan ile Genel Başkan Yardımcısının Parti adına
yaptıkları açıklamaların kimi bölümleri Anayasa'nın 2., 3., 6., 14. ve 69.
maddeleriyle, Siyasî Partiler Yasası'nın 78/a, 80., 81/a-b, maddelerine
aykırılık oluşturduğundan adı geçen Parti'nin Siyasî Partiler Yasası'nın 101.
maddesinin (a) ve (b) bentleri gereğince KAPATILMASINA,
2-
Davalı Parti'nin tüm mallarının 2820 sayılı Yasa'nın 107. maddesi uyarınca
Hazine'ye geçmesine,
3-
Gereğinin yerine getirilmesi için karar örneğinin, 2820 sayılı Yasa'nın 107.
maddesine göre Başbakanlığa ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na
gönderilmesine,
19.7.1995
gününde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.
|
Başkan
Yekta Güngör
ÖZDEN
|
Başkanvekili
Güven DİNÇER
|
Üye
İhsan PEKEL
|
|
Üye
Selçuk TÜZÜN
|
Üye
Ahmet N. SEZER
|
Üye
Haşim KILIÇ
|
|
Üye
Yalçın ACARGÜN
|
Üye
Mustafa BUMİN
|
Üye
Sacit ADALI
|
|
Üye
Ali HÜNER
|
Üye
Lütfi F.
TUNCEL
|
|
|
|
|