ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı:1993/3 (Siyasî
Parti-Kapatma)
Karar Sayısı:1994/2
Karar Günü:16.6.1994
R.G.
Tarih-Sayı:30.06.1994-21976
DAVACI
: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
DAVALI
: Demokrasi Partisi
DAVANIN
KONUSU : Demokrasi Partisi Genel Başkanı'nın 29.5.1993 tarihinde Federal
Almanya'nın Bonn; 15.8.1993 tarihinde Irak'ın Erbil kentlerinde yapmış olduğu
konuşmalarla Parti Merkez Yürütme Kurulu'nun "Demokrasi Partisinin Barış
Çağırısıdır" başlıklı bildirisinin, Anayasa'nın Başlangıc'ı, 2., 3., 14.
ve 69. maddeleri ile 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın 78. ve 81.
maddelerinin (a) ve (b) bentlerine aykırılığı ileri sürülerek anılan Parti'nin
aynı Yasa'nın 101. maddesinin (b) fıkrası uyarınca kapatılması istemidir.
I-
İDDİANAME
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 2.12.1993 günlü, SP.52.Hz.1993/55 sayılı
İddianamesinde aynen şöyle denilmektedir:
"Deliller
: Davalı partinin genel başkanı Yaşar Kaya'nın 29.5.1993 tarihinde Federal
Almanya'nın Bonn; 15.8.1993 tarihinde Irak'ın Erbil şehirlerinde yaptığı
konuşmalara dair video kasetler, bunların çözümüne ve çevirisine ilişkin
tutanaklar, Davalı partinin merkez Yürütme Kurulunun 1993 yılı Ağustos ayında
yayınlayıp dağıttığı "Demokrasi Partisinin Barış Çağrısıdır" başlıklı
bildirisi,
Bu
konularda Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığınca yapılan
hazırlık soruşturmalarına ilişkin 1993/425, 426, 443 sayılı dosyalarının
örnekleri ve o dosyalardaki Yaşar Kaya ile Merkez Yürütme Kurulu üyelerinin anlatımları,
I-
Giriş
Çalışmalarıyla
ulusal iradeyi oluşturarak genel ve yerel seçimler yoluyla siyasal iktidara
sahip olmayı ve siyasal kararları etkilemeyi hedef alan kuruluşlar olan siyasal
partileri, Anayasanın 68. maddesinin ikinci fıkrası hükmü, demokratik siyasal
hayatın vazgeçilmez ögesi saymak suretiyle demokrasinin belirleyici özelliği
olarak kabul etmiştir. Kişilerin genel oy hakkı çerçevesinde tek tek sahip
oldukları siyasal tercihleri, programları yönünde toplayıp birleştirerek
siyasal iktidara ulaşmayı amaçlayan siyasal partilerin ulusal iradenin
oluşmasındaki rol ve görevleriyle olağan derneklerden farklı bir durumda
bulunduğunu gözeten Anayasa, bu nedenle onları öncelikle kendi yapısı içinde
düzenleme gereğini duymuş ve 68. ve 69. madde lerinde kuruluşları, tüzük ve
programlarında ve çalışmalarında uy makla yükümlü oldukları hususlar ve
kapatılmaları hakkında genel nitelikteki kuralları getirmiştir. Ancak, önceden
izin alınmadan kurulabileceği ve onlar olmadan gerçek bir demokratik hayatın var
olamayacağı kabul edilen siyasal partilerin, çalışmalarında hiçbir sınırlamaya
bağlı olmayacaklarını söylemek olanaksızdır. Çünkü, toplum hayatında çok önemli
işlevlere sahip bulunan siyasal partilerin demokratik düzeni ve cumhuriyetin
niteliklerini hedef alan bir güç merkezi durumuna gelmesi toplumu tehdit etmeye
başlar ve kamu düzeni bozulur. Toplumun hukuksal açıdan örgütlenmiş biçimi olan
devletin bizzat kendi varlığına yönelen bu gibi tehlikelere karşı hukuk devleti
ilkesi çerçevesi içinde gereken önlemleri alması onun demokratik hukuk devleti
olma niteliğinin gereğidir. Anayasa, siyasal partileri demoratik, siyasal
hayatın vazgeçilmez ögesi ve demokrasinin simgesi saymış olmakla birlikte,
çalışmalarında sınırsız bir özgürlük tanımamış, onların ülke zararına
çalışmaların odağı olabilmesi olasılığını öngörerek bu gibi hallerde
kapatılabileceklerini kabul etmiştir. Getirilen yasaklamalara uyulmaması
durumunda, Türkiye Cumhuriyetinin kendisiyle özdeşleşmiş olan niteliklerin ve
devletin dayanağını oluşturan temel ilke ve esasların sarsılacağı ve Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin tehlikeye düşeceğinde hiç kuşku yoktur.
Yukarıda
belirlenen nitelikler ve işlevlerin sonucu olarak Anayasa 69. maddesiyle,
kurulan partilerin tüzük ve programlarının ve kurucularının hukukî durumlarının
Anayasa ve yasa hükümlerine uygunluğunun kuruluşlarını takiben ve öncelikle
denetleme ve gerektiğinde kapatma davası açma görevini Cumhuriyet
Başsavcılığımıza vermiştir.
Siyasal
partilerin kuruluşlarından itibaren çalışmaları, denetimleri konularında olduğu
kadar kapatılmalarına ilişkin ilke ve esaslar belli bir düzen içerisinde
ayrıntılı olarak Siyasî Partiler Yasası (Daha sonra "SPY" olarak
anılacaktır)'nda yer almış, Anayasa'da belli edilen yasaklara uymadığı
Cumhuriyet Başsavcılığınca tespit edilen siyasal partiler hakkında Anayasa
Mahkemesinde kapatma davası açılması benimsenmiştir.
Davalı
siyasal parti, gerekli bildiri ve belgelerin 7.5.1993 tarihinde İçişleri
Bakanlığına verilmesiyle SPY.nın 8. maddesine göre tüzel kişilik kazanmıştır.
Cumhuriyet Başsavcılığımız da Anayasa ve SPY.nın yüklediği görev uyarınca,
diğer partiler gibi, davalı siyasal partinin yurt düzeyindeki çalışmalarını
kuruluşundan başlayarak izlemeye başlamış, görevden ötürü (re'sen) yapılan
izleme yanında, SPY.nın 106. maddesi gereğince yerel adlî ve idarî makamlardan
Cumhuriyet Başsavcılığımıza gönderilen bilgi ve belgelerin
değerlendirilmesinden, davalı siyasal partinin çalışmalarında, (II) no.lu
bölümde belirtilen ve kapatmayı gerektiren yasaklamalara aykırı davranışların
var olduğu kanısına varılmıştır.
II-
Davayla İlgili Yasa Hükümleri
A)
Anayasa Hükümleri
1-
Başlangıç kısmı: "... bu Anayasa ... hiçbir düşünce ve mülahazanın Türk
millî menfaatlerinin, Türk varlığının Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği
esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği ilke
ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ... fikir,
inanç ve kararıyla anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak
sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere Türk Milleti tarafından, demokrasiye âşık
Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur."
2-
2. madde: "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet
anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milleyetçiliğine bağlı,
başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir
hukuk Devletidir." 3- 3. maddenin 1. fıkrası: "Türkiye Devleti ülkesi
ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir."
4-
4. madde: "Anayasanın birinci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet
olduğu hakkındaki hüküm ile ikinci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3
ncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez."
5-
14. maddenin 1. fıkrası: "Anayasada yeralan hak ve hürriyetlerden hiçbiri,
Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmüz bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve
Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek,
Devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın
diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve
mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere
dayanan bir devlet düzeni kurmak amacıyla kullanılamazlar."
Aynı
maddenin 3. fıkrası: "Anayasanın hiçbir hükmü, Anayasada yeralan hak ve
hürriyetleri yok etmeye yönelik bir faaliyette bulunma hakkını verir şekilde
yorumlanamaz."
6-
66. maddenin 1. fıkrası: "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan
herkes Türktür."
7-
68. madde: "... Siyasî partiler, demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez
unsurlarıdır.
Siyasî
partiler, önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa ve kanun hükümleri içinde
faaliyetlerini sürdürürler.
Siyasî
partilerin tüzük ve programları, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne, insan haklarına, millet egemenliğine, demokratik ve lâik
Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz.
Sınıf
veya zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlayan siyasî partiler kurulamaz..."
8-
69. maddenin 1. fıkrası: "Siyasî partiler, tüzük ve programları dışında
faaliyette bulunamazlar; Anayasanın 14 üncü maddesindeki sınırlamalar dışına
çıkamazlar; çıkanlar temelli kapatılır."
B)
2820 Sayılı Siyasî Partiler Yasasındaki Hükümler:
1-
5. maddenin 3. fıkrası: "Siyasî parti kurma hakkı,
Anayasanın
başlangıç kısmında belirtilen temel ilkelere aykırı olarak ve Türk Devletinin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Devletin ve Cumhuriyetin
varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin bir
kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın, diğer sosyal
sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din, mezhep ayrımı veya bölge
farklılığı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere veya
herhangi bir diktatörlük türüne dayanan bir devlet düzeni kurmak amacıyla
kullanılamaz."
2-
78. madde: "Siyasî partiler:
a)
Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini; Anayasanın başlangıç kısmında ve
ikinci kısmında belirtilen esaslarını; Anayasanın 3 ncü maddesinde açıklanan
Türk devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline, bayrağına,
millî marşına ve başkentine dair hükümlerinin; egemenliğin kayıtsız şartsız
Türk Milletine ait olduğu ve bunun ancak, Anayasanın koyduğu esaslara göre
yetkili organları eliyle kullanılabileceği esasını; Türk Milletine ait olan
egemenliğin kullanılmasının belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa
bırakılamayacağı veya hiçbir kimse veya organın, kaynağını Anayasadan almayan
bir devlet yetkisi kullanamayacağı hükmünü; seçimler ve halkoylamalarının
serbest, eşit, gizli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı
yönetim ve denetimi altında yapılması esasını değiştirmek; Türk Devletinin ve
Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek,
dil, ırk, renk, din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu
kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak; Amacını güdemezler veya
bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik
edemezler.
b)
Bölge, ırk, belli kişi, aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat
esaslarına dayanamaz veya adlarını kullanamazlar.
c)
Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini veya zümre
egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi
amaçlayamazlar ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar.
d)
Askerlik, güvenlik veya sivil savunma hizmetlerine hazırlayıcı nitelikte eğitim
ve öğretim faaliyetlerinde bulunamazlar.
e)
Genel ahlâk ve âdâba aykırı amaçlar güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette
bulunamazlar.
f)
Anayasanın hiçbir hükmünü, Anayasada yer alan hak ve hürriyetleri yok etmeye
yönelik bir faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlayamazlar."
3)
81. madde: "Siyasî partiler:
a)
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde millî veya dinî kültür veya mezhep veya ırk
veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler.
b)
Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek
veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak
millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu yolda faaliyette
bulunamazlar.
c)
...."
4)
101. madde: "Anayasa Mahkemesince bir siyasî parti hakkında kapatma
kararı:
a)
Parti tüzüğünün veya programanının yahut partinin faaliyetlerini düzenleyen ve
yetkili parti organları veya mercilerince yürürlüğe konulmuş olan diğer parti
mevzuatının bu Kanunun dördüncü kısmında yer alan hükümlerine aykırı olması,
b)
Parti büyük kongresince, merkez karar ve yönetim kurulunca veya bu kurulun iki
ayrı kurul olarak oluşturulduğu hallerde ilgili kurulca veya Türkiye Büyük
Millet Meclisi grup yönetim veya grup genel kurullarınca bu kanunun dördüncü
kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı karar alınması veya genelge veya
bildiriler yayınlanması veya karar alınmamış olsa bile bu kurullar tarafından
aynı hükümlere aykırı faaliyette bulunulması veya parti genel başkanı veya
genel başkan yardımcısı veya genel sekreterinin sözü edilen bu maddeler
hükümlerine aykırı olarak sözlü ya da yazılı beyanda bulunması,
c)
Parti merkez karar ve yönetim kurulunca Yüksek Seçim Kuruluna partiyi temsilen
konuşma yapacağı bildirilmiş olan kimsenin, radyo ve televizyonda yaptığı
konuşmanın bu kanunun dördüncü kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı
olması,
hallerinde
verilir.
..."
III-
Açıklamalar
SPY.nın
78. ve 81. maddelerini de içeren, dördüncü kısımdaki yasaklara aykırılık
halinde partinin kapatılmasını düzenleyen 101. maddesinde bir siyasal parti
hakkında kapatma kararının şu hallerde verileceği belirlenmiştir: (a) Parti
tüzük, program ve diğer mevzuatının yasanın dördüncü kısmında yer alan
hükümlere aykırı olması veya (b) Parti büyük kongresinde, merkez karar ve yönetim
kurulunca veya bu kurulun iki ayrı kurul olarak oluşturulduğu hallerde ilgili
kurulca ya da Türkiye Büyük Millet Meclisi grup yönetim veya grup genel
kurullarınca yasanın dördüncü kısmındaki hükümlere aykırı karar alınması veya
genelge ve bildiriler yayınlanması veya karar alınmamış olsa bile bu kurullarca
aynı hükümlere aykırı faaliyetlerde bulunulması yahut parti genel başkan veya
genel başkan yardımcısı veya genel sekreterinin sözü edilen bu maddeler
hükümlerine aykırı olarak sözlü ya da yazılı beyanda bulunması veya (c) parti
merkez karar ve yönetim kurulunca Yüksek Seçim Kuruluna partiyi temsilen
konuşma yapacağı bildirilmiş olan kimsenin radyo ve televizyonda yaptığı
konuşmanın yasanın dördüncü kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı olması.
Bu
dava açısından 101. maddenin (a) ve (c) bentlerinin uygulanması sözkonusu
değildir. Bu nedenle, var olan kanıtların (b) bendi uyarınca değerlendirilmesi
gerekmektedir. Belirtildiği üzere, (b) bendi sözlü ya da yazılı beyanlarıyla
partinin kapatılmasına neden olabilecek parti organları arasında merkez karar
ve yönetim kurulu veya bu kurul iki ayrı kuruluş olarak oluşturulmuş ise
bunların her biri ile genel başkanı saymıştır. Genel Başkan Yaşar Kaya'nın
yurtdışında genel başkan sıfatıyla ve partisini temsilen yapmış olduğu
konuşmalarla parti tüzel kişiliğini sorumlu kılacağı üzerinde daha fazla söz
edilmesini gerektirmeyecek kadar açıktır.
Partinin
bildiri yayınlayan Merkez Yürütme Kurulunun durumuna gelince; davalı siyasal
partinin tüzüğünün SPY.nın 16. maddesinin birinci fıkrasındaki, merkez karar,
yönetim ve icra organlarının tüzükte belirtilen ad, biçim ve sayıda
kurulacağından söz eden hükmünden yararlanarak, yönetim ve yürütme organlarını
"genel başkan"ın yanında, 22. maddesinde "parti meclisi",
25. maddesinde "merkez yürütme kurulu" olarak düzenlediği
görülmektedir. Bu durumun, SPY.nın 101. maddesinin (b) bendindeki, merkez karar
ve yönetim kurulunun iki ayrı kuruluş olarak oluşturulduğu halde bu kurullardan
herbirinin yazılı ya da sözlü beyanlarının partinin kapatılmasına neden
olabileceği biçimindeki düzenlemeye uygun bulunduğu ve merkez yürütme
kurulunun, parti meclisi üyeleri arasından seçilen, parti meclisinden ayrı ve
ona bağlı olarak tüzükte belirlenen görevleri yerine getiren yönetim ve icra organı
olduğu anlaşılmakta ve merkez yürütme kurulunun bildirisinin de parti tüzel
kişiliğini sorumlu kıldığı sonucuna varılmaktadır.
Elde
edilen bilgi ve belgelerin incelenmesinde, yukarıda açıklandığı üzere, SPY.nın
101. maddesinin (b) bendi anlamında, beyanlarıyla parti tüzel kişiliğini
bağlayan davalı Demokrasi Partisi Genel Başkanı Yaşar Kaya'nın iki ayrı yerde
ve tarihte genel başkan sıfatıyla ve partisi adına konuşmalar yaptığı ve Merkez
Yürütme Kurulunun da "Demokrasi Partisinin Barış Çağrısıdır" başlıklı
bir bildiri yayınlayıp dağıttığı anlaşılmıştır.
Sözü
edilen konuşmaların ve bildirinin içerikleri, tarih sırasına göre, aynen
şöyledir :
A)
Genel Başkan Yaşar Kaya'nın 29.5.1993 günü Federal Almanya'nın Bonn şehrindeki
konuşması:
"Sevgili
kardeşlerim. Böyle bir günde sizinle beraber yaşadığım için mutluyum. Hepiniz
hoşgeldiniz. Sizi DEP adına sevgiyle selamlıyorum. Sizler ateşin ve güneş
ülkesinin çocuklarısınız. Size böyle hitap etmek zorundayım. Çünkü Türkiye'de
sizin adınızı anmak, sizin ülkenizin adını anmak daha da siyasî partiler için
kapatılma sebebidir. Elbette 70 yıllık inkâr, soykırım, sürgün, darağacı, kan,
irin, gözyaşı, barut bizim ülkemizde birbirine karışmış, analarımız ak süt
yerine bizi gözyaşı ile emzirmişlerdir. Biz ülkemizin tarihi yiğitçe direnen
Mahmut Berdemci (Berzenci, olmalı)lerin ve Mahabat'ta Çarçıra Meydanında idam
edilen Gazi Muhammed'lerin, Şark İstiklâl Mahkemesinin astığı Şeyh Sait'lerin,
Dersim lideri Seyit Rıza'ların, Ali Şan'ların, Ağrı direnişlerinin, Zilan
deresine kan akıtanların, bazı rejime (Baas rejimine, olmalı) 30 yıl direnen
Mustafa Barzani'lerin, Diyarbakır zindanlarının cellatlarını hiçe indiren Hayri
Durmuş'ların, Kemal Pir'lerin, çağdaş Kawa Mazlum Doğan'ların tarihidir. Evet,
bizim tarihimiz kahramanca direnen çağdaş Kawa'ların tarihidir. Bu sizin büyük
yürüyüşünüzdür. Bu tarihte ilk ve tek buluşmamızdır. Bu ilk birliğimizdir. Bunu
tarihe böyle kayıt düşün. Ben size Ağrı'nın, Tendürek'in, Zilan'ın, Gabar'ın,
Botan'ın karlı dağlarının ardında, ak saçlarını Diyarbakır köşelerinde al
kanlar içerisinde bırakarak gülümseyen şehitler babası Musa Anter'den selâm
getirdim. Son otuz yıllık aydınlanma döneminden sonra tarih bir noktada bizi
bir araya getirdi. Bugün burada özgür bir ülke ve ulusal birlik için yürüyoruz.
Yaşasın ulusal birliğimiz. Yaşasın bizi biz eden sevda.
"Sevgili
kardeşlerim, yürüyenler yalnız biz değiliz, kalbi bizimle olan bütün
halkımızdır. Kürt halkı artık düşürülmüş bir halk değil, serhildanda başını dik
tutan bir halktır. Demokrasi Partisi sizin birliğinizin, sizin ulusal
mutabakatınızın eseridir. Osmanlı Devletinin 600 yıllık mirası, İttihatçı
komploculuğu ve Cumhuriyetin 70 yıllık tarihi üstüne kurulan Cumhuriyet
Türkiye'si üç şeyi beceremedi. Birincisi, demokratik bir devlet yapısı
kuramadı. İkincisi, Kürt sorununu demokratik bir yolla çözüme götüremedi.
Üçüncüsü, geniş halk kitleleri ve emekçiler üzerindeki sömürüyü kaldıramadı.
İşte Demokrasi Partisi böyle bir zaruretten doğmuştur. Dünyada yaşanan
gelişmelere rağmen, Türkiye'de yönetim anlayışı değişmedi. Kürtler hep zindanı,
inkârı, sürgünü ve ölümü yaşadılar. Bugün gelinen noktada Kürtlerin inkârı
mümkün değildir. Silahlı mücadele Kürt sorununu Kürt halkının önüne, Kürt ve
Türk halkının önüne, dünya kamuoyunun önüne koydu. Bunu söylerken Kürt
devriminin arka bahçesinde bulunan kültürel rönesansı da selâmlıyorum.
Kürtlerin demokrasi ve değişim isteklerine sözcü olabilecek onu
gerçekleştirebilecek nitelikte bir örgütlenmenin olmaması kısır bir döngüdür.
Bu çıkmazı aşmanın yolu gerçek demokrasi ve değişimden yana olan güçleri
seferber etmek ve sağlıklı bir kanala yöneltip örgütsel birliği kurmaktır.
Demokrasi Partisi bu kulvarda mücadele edecek demokrat bir kitle partisidir.
Kürt sorununa barışçı ve âdil bir çözüm bulmak kaçınılmazdır. Savaşlar sonsuza
kadar sürmez. Bir halkı imha etmek mümkün değildir. Kürt halkının istekleri
vardır, bizim isteklerimiz vardır. Biz öncelikle Türkiye'de Kürt sorunu dahil
her sorunu yasaksızca tartışabileceğimiz bir demokrasi istiyoruz. Oysa ki,
Türkiye'de her yer mayın tarlasıdır. Özgür Gündem gibi bir gazete sekiz ayda
kendi mensuplarından sekiz şehit vermiştir. Böyle bir ülkede demokrasiden
bahsetmek mümkün değildir. Ben geçen gün İstanbul DGM.de şahit olduğum bir
olayı size aktarmak isterim. Ben ve arkadaşlarımın, Özgür Gündem'cilerin 14
duruşması vardı. Biz bir kapıda bekliyorduk. Öbür kapıda Azadi Gazetesi'nin ve
sorumlularının duruşması vardı. Öbür mahkemenin kapısında Medya Güneşi'nin ve
arkadaşlarının duruşması vardı. Bir arkadaşımızı tevkif ettiler. DGM.lerin
koridorlarına baktım. Bu olağanüstü mahkemeler sanki biz, yalnız Kürtler için
kurulmuştur. Böyle bir ülkede demokrasiden bahsetmek mümkün değildir."
Ankara
Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığınca Cumhuriyet Başsavcılığımıza
gönderilmiş bulunan 1993/443 sayılı hazırlık soruşturması dosyası örneğinin
incelenmesinden; Genel Başkan Yaşar Kaya'nın Bonn'daki konuşmasını içeren bir
video kasetin Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığınca elde
edilerek, 23.9.1993 gün, 1993/310 B.Muh. sayılı yazı ile gereğinin takdir ve
ifası için Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığına
gönderildiği,
Yüksek
Mahkemenize de sunulmakta olan kasetin çözümüne ilişkin 29.9.1993 günlü rapora
göre, "Kürdistan Ulusal Birlik Yürüyüşü" adıyla başlayan kasetin ilk
başlarında PKK. örgütünün lideri Abdullah Öcalan'ın yaptığı bir konuşmanın
seslendirici tarafından anlatımının yer aldığı, daha sonra yürüyüşe katılan
büyük bir kalabalığın PKK. örgütünün, onun cephe faaliyetlerini yürüten ERNK.
ile silâhlı gücünü ifade eden ARGK.nin bayrak ve flamalarını taşıdığı; bir
sergide örgütün bayrak, flama, pankartları, halı, kilim ve heybe gibi eşyanın
sergilendiği, bir folklor grubunun sarı, kırmızı, yeşil renklerden oluşan
giysilerle halk oyunları oynadığı; kalabalığın Kürtçe ve Almanca ibareler
yazılı pankartlarla birlikte, "Yaşasın Apo", "Yaşasın
Kürdistan", "Liderimiz Abdullah Öcalan", "Yaşasın PKK,
KSK,PDK, KUK, RNK" gibi sloganlar bağırdığı; yürüyüşe katılanlarla küçük
röportajlar yapıldığı, verilen cevaplarda, katılımcıların Almanya'nın çeşitli
şehirlerinden ve Fransa ve Belçika gibi ülkelerden geldiklerini söyledikleri,
bir konuşmacının, "Yüz bin Kürt halkı hepsi bir arada toplanıp yürüyorlar.
Çok mutluyuz. Kürdistan'ın özgürlüğü için nice işkenceler çektiler. Kahramanca
çıkıp Kürdistan için Botan dağları ve aralarında Mardin'de, Sason'da ve Siirt'e
kadar yürüyüp savaştılar. Yaşasın Apo. yaşasın özgürlük mücadelemiz. Kürt halkı
için kimse söyleyemez, Kürtler öldüler (diye). Kürtler ölmezler. Kürtler her
zaman canfedadırlar. Biz Kürdistan şehitleri(ni) unutmayız." şeklinde
sözler söylediği; "Kürdistan Ulusal Birlik Yürüyüşü" adı altında
düzenlenen, PKK. örgütünün egemen öge olarak yer aldığı ve akışı kalın
çizgilerle özetlenen bu açık hava toplantısında Demorasi Partisi Milletvekili
Hatip Dicle'nin çok kısa bir konuşma, Genel Başkan Yaşar Kaya'nın da yukarıda
belirtilen konuşmasını yaptıkları: bu hususta ifadesine başvurulan Genel Başkan
Yaşar Kaya, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığındaki
7.10.1993 günlü anlatımında, "Almanya'nın Bonn kentinde 29 Mayıs 1993 günü
yapılan toplantıya Demokrasi Partisi Genel Başkanı olarak katıldığını ve genel
başkan olarak konuşma yaptığını, kaset çözümünden okunan konuşmayı kendisinin
yaptığını, konuşmanın bütünüyle kendisine ait olduğunu, bu konuşmada partisinin
görüşlerini, eksiksiz bir demokrasinin nasıl olması gerektiğini, Kürt ve Türk
kardeşliğinin nasıl olacağını, iki halkın nasıl bir arada yaşayacağını ve
sonucuna nasıl çözüm bulunacağını anlattığını" söylemiş,
Sevk
edildiği Devlet Güvenlik Mahkemesi Yedek Hâkimliğindeki aynı günlü anlatımında,
"Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığındaki ifadesini aynen kabul
ve tekrar ettiğini beyanla, konuşmanın kendisine ait olduğunu, cümle
düşüklükleri dışında kaset çözümünün genellikle doğru ve bu görüşlerin
kendisinin ve partisinin görüşleri olduğunu, Kürt ve Türk halkının kardeşçe
yaşamasını temenni ettiğini, yaptığı konuşmanın tamamen partisinin görüşlerini
açıklamaya yönelik bulunduğunu" belirttiği; Genel Başkan Yaşar Kaya
hakkında Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığının 22.10.1993
gün, 1993/443-112-91 sayılı iddianamesiyle o yer Devlet Güvenlik Mahkemesinde,
Türkiye Cumhuriyetinin ulusu ve ülkesiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaya yönelik
propaganda yaptığı iddiasıyla 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasasının 8/1.
maddesi uyarınca cezalandırılması için kamu davası açıldığı anlaşılmıştır.
B)
Genel Başkan Yaşar Kaya'nın Irak'ın Erbil şehrinde düzenlenen Irak Kürdistan
Demokrasi Partisi'nin 11. Genel Kurulunun açılışında 16.8.1993 tarihinde
yaptığı konuşma: (Kürtçe olarak yapılmış olan bu konuşmanın elde üç ayrı
çevirisi bulunmaktadır. Bunlardan özet nitelikte bir tanesi Ankara Devlet
Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığının Hz.1993/425 sayılı soruşturma
dosyası içinde yer almakta olup, bir tanesi de Genelkurmay Başkanlığının
1.10.1993 gün, İSTH: 3590-493-93 İKK. ve GÜV.D.İç.İsth.Ş.(614) sayılı yazısı
ekinde gönderilen ve konuşmanın kayıtlı olduğu kasetten yapılan çeviri yazıdır.
Mevcut çevirilerin özet niteliği gözönünde bulundurularak, konuşmanın tamamını
elde edebilmek ve bu suretle bütünsel bir değerlendirme yapabilmek amacıyla
video kasetteki konuşma Cumhuriyet Başsavcılığımızca Türkçeye çevirtilmiştir.
Bilindiği
gibi, bir metnin veya konuşmanın ayrı ayrı kişilerce yapılan çevirilerinin
üslûp ya da form bakımından birbirlerinin tıpatıp aynı olması beklenemez.
Hatta, aynı kişi tarafından yapılan çeviriler bile, hele üzerinden belli bir
zaman geçmişse, birbirine benzemeyebilir. Çeviriyi yapan kimsenin her iki dile
olan egemenliği, anlatım gücü, üslûbu çeviriyi etkileyen faktörlerdir. Çeviride
önemli olan anlamın değişmemesi, gerçek anlamın aktarılması ya da
yansıtılmasıdır.
Sözkonusu
konuşmanın mevcut çevirileri dikkate alındığında, üslûp ve biçim yönünden
farklılıkların ortaya çıktığı görülmekte ise de, anlamda herhangi bir
aykırılığın bulunmadığı ve her birinin genelde birbirinin aynı olan anlamı
verdiği görülmektedir.)
"Ey
bacılarım ve kardeşlerim; bugün iyi bir gündür. Biz azat olmuş Kürdistan'dan
KDP.nin kongresine gelmişiz. Bu bizim için bir rüyadır. Ben dört parça
Kürdistan adına ve Demokrasi Partisi adına size hoş sefa gelmişsiniz diyorum.
Ben Demokrasi Partisi adına lider Mesut Barzani'yi ve hazır bulunan misafirleri
saygılarımla selâmlarım.
Ey
hazır bulunan kardeşlerim; Kürdistan halkının sorunu yüzelli senedir ihanet
sorunu ve başkaldırma sorunudur. Şeyh Ubadullah Nehdi (Ubeydullah Nehri)'den
tutun da şimdiye kadar Kürdistan'ın bağımsızlığı ve kurtuluşu için kimne yapmışsa
biz hepsine saygı duyuyoruz. Hepsi Kürdistan devleti için.
Ey
Kürdistan Demokrasi Partisi'nin silahlı askerleri; sizin partinizin sorunu
adınız, sesiniz, sedanızdır. Adınız bizim orada da (duyulmuştur), (aynı
zamanda, zaten) savaş merkezidir. Herkes bizi biliyor. Her Kürt arslan ve
kaplan gibidir. Sorununuz (davanız) sevgidir, zaferdir, rahmetli Molla
Mustafa'dır. Muhammedin gazasıdır (Gazi Muhammed), güleryüzdür, savaş
meydanında, milletin kahramanı, ölmeyen, rahmetli Molla Mustafa Barzani'dir. Hasaneyn
Heykel, Molla Mustafa için diyordu ki, o Kürdistan'ın yaşlı kartalıdır. Sizin
davanız Barzani'nin koşusudur. Davanız Kürdistan'ın kurtuluşudur. Davanız tüm
Kürdistan partilerinin anasıdır.
Ey
kıymetli kardeşlerim; ben Serhat'ten, Tendürek'ten, Ağrı'dan, Van Gölü'nden,
General İhsan Nuri'nin yanından geliyorum. Ben Piran'dan, Bingöl'den,
Diyarbakır'dan, İhtiyar Şeyh Sait'in yanından geliyorum. Ben Koçgiri'de
kahraman Ali Şer'in yanından, ben Dersim'den Seyit Rıza'nın yanından geliyorum.
Ben Diyarbakır zindanlarından, Mazlum Doğan'ın yanından, Bitlis'ten Hasan Hayri
Bey'in yanından geliyorum. Ben şehitlerin babası ve Musa Anter'in babasının
yanından geliyorum.
Eyaletin
(ülkenin) şehitleri şöyle diyorlardı: Biz sizden ümitliyiz. Bugün kardeşlik
günüdür, birlik günüdür.
İnsan
tek (başına) oldu mu, ne dost ne de düşman size değer vermez. Süleymaniye'den
tut, Dersim'e kadar, Mahabat'a kadar, Cebel-i Ekrat'a kadar hepsi şehitlerin
ziyaretgâhıdır, kandır, baruttur. Yıldızlar kadar şehitlerin mezarları vardır.
Hepsi
(bütün bunlar) niçin' Kürt kardeş olmadı, dost olmadı, onun için. Düşmanın
elinin altından kurtulamaz. Kürt kardeş olmazsa Kürdistan olmaz. Düşmanın
elinde Kobra helikopterleri var. Bizim gönlümüzde sadece kardeşlik var, birlik
var, Düşman öldürdüğü zaman bu KDP., bu YDK., bu PKK. demiyor, bunlar Kürttür
diyor. Kurtun yanındaki Kürdistan'da (Diğer çevirilerde bu ibare "Kuzey
Kürdistan" olarak belirtilmiş, bizzat genel başkan Yaşar Kaya da,
doğruluğunu kabul ettiği 15.9.1993 günlü kolluk anlatımında (s.21),
konuşmasında "Kuzey Kürdistan" demiş olduğunu ifade ettiğinden,
ibareyi bu şekilde anlamak gerekir.) büyük savaş vardır. Arkadaşlar dediler ki:
Halepçe'yi unutmadık. Evet, hiçbir Kürt Halepçe'yi unutamaz. Ama, şimdi kurtun
yanındaki (Kuzey) Kürdistan'da Şırnak var, Sarıka mış var, Digor var. (Şırnak,
Sarıkamış, Digor il ve ilçelerimizin yer aldığı ülke parçasına
"Kürdistan" denildiğine göre, ister "Kuzey" sözcüğüyle,
ister başka bir sıfatla nitelendirilmesinin sonucu etkilemediği açıktır.
Ey
kardeşlerim; Kürt birlik olmayıncaya kadar, evet biz Kürdistan için birlik
olamıyoruz. Düşman Türk, Arap ve Acem menfaatleri için birlik oluyorlar. Acaba
biz Kürdistan için niye birlik olamıyoruz ' Ben dedim ki Kürdistan'ın sorunu
ihanetlik sorunudur. Hiç Kürtlerin başkaldırması sorunsuz sönmemiştir. Hile,
desise, müzakere, siyaset ve bizim içimizdeki hainlerle, kandırmayla ve
içimizdeki düşmanla bizi kandırmışlar ve söndürmüşler. Herkes bizi aldatmış.
1600 sene Kürtler İslâmiyete hizmet etmişlerdir. Bugün Kürt İslâmiyetin
yetimidir. Bu kadar İslâm devletleri Kürtler için bir karar almıyorlar. Kürtler
sosyalizme de hizmet etmişler. Bizler marksist Türk, Arap ve Acem'in kölesi
olmuşuz. Askerler bize Kürtlüğü kader işi yapmışlar. Burjuvalar, kapitalistler
bizi Kürtlük (Kürt olduğumuz) için kabul etmiyorlar. Kürtlük devleti için
birlik olmak ve kurtulmak bizim şiarımızdır. Hür olmak ve serbest olmak
pahalıdır. Bizim halkımız erkektir (yiğittir). Halkımız davası için, kurtuluşu
için kızını, gelinini, oğlunu bize veriyor. Dağlarda günde 40-50 tanesi şehit
düşüyor. Kürdistan eski Kürdistan değil, Kürt eski Kürt değil. Kürtler yemin
etmişler. Yeminimiz ölümdür. Ey ülke senin uğrunda canımız feda, senin yolunda.
Bizim kefenimiz giysilerimizdir. Ferman ve hediye birşey istemiyoruz dünyada
ölümden başka. Bizim kanımız satılıktır, onunla alın Kürdistan'ı, bizim
rüyalarımız olur. Biz başka birşey istemiyoruz.
Kardeşlik
ve birlik için KDP.nin kongresi başarılı olsun, siz sağ selâmet olun. Allah
yardımcınız olsun."
Ankara
Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığının bu konudaki Hz.1993/425
sayılı hazırlık soruşturmasına ilişkin dosya örneğine göre; Genel Başkan Yaşar
Kaya'nın 15.9.1993 tarihinde Ankara Emniyet Müdürlüğünce bu konuşmasıyla ilgili
olarak ifadesine başvurulduğunda, özetle, gazeteci Emin Çölaşan'ın 28.8.1993
tarihli Hürriyet Gazetesi'nde yayımlanan "Kim kime ihanet ediyor '"
başlıklı yazısında, konuşmadan yapılan alıntıya işaret ederek, bu yazıların
yaklaşık olarak kendisinin kongrede yapmış olduğu konuşma olduğunu,
konuşmasında "Kuzey Kürdistan" olarak tanımladığı yerin Güneydoğu ve
Doğu Anadolu bölgelerinde bulunan bazı illeri kapsadığını, "Kuzey
Kürdistan" derken Türkiye'nin bir bölümünü kastettiğini; Demokrasi
Partisi'nin, Kürt kimliğinin, Kürt halkının demokratik özlemlerinin demokrasi
kuralları içinde konuşulmasından ve verilmesinden yana olduğunu, partinin Kürt
sorununun Kürt ve Türk Halkının kardeşliği temelinde savaşsız, ölümsüz,
silahsız çözümünden yana olduğunu; Irak'a Demokrasi Partisi genel başkanı olarak
davet edildiğini ve bu sıfatla oraya gittiğini;
Ankara
Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığındaki 16.9.1993 tarihli
ifadesinde ise, özetle, Irak Kürdistan Demokrasi Partisi'nin 15.8.1993
tarihindeki 11. Olağan Kongresine davet üzerine Demokrasi Partisi genel başkanı
sıfatıyla katılıp, bu sıfatla Demokrasi Partisi adına konuşma yaptığını;
Ankara
Devlet Güvenlik Mahkemesi Yedek Hâkimliğindeki 16.9.1993 tarihli ifadesinde de,
özetle, kongreye parti genel başkanı olarak resmi davetli olduğunu, olay
hakkında DGM. Cumhuri yet Savcılığında ve kollukta etraflı olarak beyanda
bulunduğunu, bu ifadelerinin doğru olduğunu ve onları tekrar ettiğini söylemiş,
Hakkında
Ankara DGM. Cumhuriyet Savcılığınca düzenlenen 1.10.1993 gün, 1993/425-91-74
sayılı iddianame ile, o yer Devlet Güvenlik Mahkemesinde, Türkiye
Cumhuriyetinin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğünü bozmaya yönelik
propaganda yapma suçundan dolayı 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasasının 8/1
maddesi uyarınca kamu davası açılmış olduğu anlaşılmıştır.
C)
Demokrasi Parti Merkez Yürütme Kurulunun 1993 yılı Ağustos ayında yayınladığı
"Demokrasi Partisi'nin Barış Çağrısıdır" başlıklı bildirisi:
"Anti
demokratik yöntemlerle ülke sorunlarını çözmek mümkün değildir. Bugün ülkemizde
ilân edilmemiş adı konulmamış bir savaş yaşanmaktadır.
Uluslararası
hukuk kurallarının açıkça çiğnendiği bu savaş yüzünden Kürtler de Türkler de
çok ağır bedeller ödemektedir.
Savaşta
her gün 30 insanımız hayatını kaybetmektedir. Savaş boyunca, 17.700 insanımız
öldü. Yaklaşık 400 köy tümden veya kısmen boşaltıldı ve yakıldı. Ormanlar ve
tarihi değerler yok edildi. Milyonlarca insan topraklarından koparıldı. Toplu
göçler ve sürgünler yapıldı. Yoksul insanlarımızın cebinden alınan milyonlarca
para bu savaş için harcandı.
Emekçiler,
İnsan Hakları Savunucuları, Barış severler,
Her
iki taraftan ölen 17.700 insanın hepsi bizim insanımız. Savaşın bütün yükü
yoksul halkımıza fatura ediliyor.
Bilelim
ki, bu savaş ne kadar sürerse sürsün, ne kadar insan ölürse ölsün, Kürt sorunu
çözülemeyecektir. Askeri politikalar 70 yıldır uygulanıyor. Devlet bu
politikalarla neyi çözebildi' Katliamla, sürgünle, inkârla Kürt sorunu
çözülebilseydi, bugüne kadar çoktan çözülmüş olurdu.
Sorun,
"Ekonomik geri kalmışlık veya terör sorunu" değildir. "Sorun
siyasidir ve adı da Kürt Sorunudur.
Onun
için daha çok insan ölmeden, daha çok kan dökülmeden, daha çok ekonomik yıkıma
uğramadan, demokratik hak ve özgürlüklerimizden daha fazla ödün vermeden BARIŞ
sağlanmalı, siyasi çözüm yolları bulunmalıdır.
"Ulusal
mutabakat" ve "Vatanın bölünmesi tehlikesi" yalanlarıyla
haklarınız ve özgürlükleriniz elinizden alınmaktadır. Bu ağır bedeli ödemek
zorunda değilsiniz. Bu savaşa hep birlikte dur diyelim. Savaşa karşı barışı
savunmak insanlık görevidir. Topyekün savaşa karşı, topyekün barışı savunalım.
barış içinde, eşit ve özgür koşullarda yaşamak hepimizin hakkı. Kendi
haklarımıza ve görevlerimize sahip çıkalım. Ekmeğimizi, özgürlüklerimizi,
kardeşliğimizi, barış içinde ve demokratik bir ortamda yaşama hakkımızı savaş
yanlılarının insafına terketmeyelim. Onlar bir avuçtur. Onları durdurabiliriz.
Akan kana ve tüm acılara son verebiliriz. Birlikten doğan gücümüzle sorunları
çözebiliriz.
Bunun
için öncelikle silâhlar susmalıdır. PKK ve devlet ATEŞKES ilân etmeli ve
kararlarına uymalıdırlar. Ateşkes tarafsız güçlerce denetlenebilmelidir.
Sorunun
köklü çözümü; barışçıl ve demokratik bir ortamda ve eşitlik temelinde siyasi
yol ve yöntemler uygulanarak bulunacaktır. Kürt kimliğinin tüm sonuçlarıyla
birlikte kabul edildiği, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün eksiksiz
uygulandığı demokratik bir ortamda siyasi çözüm yollarını birlikte bulabiliriz.
Barışı
kazanmak ve kalıcılaştırmak için;
1-
Devlet, Kürtlerin her düzeyde seçilmiş meşru temsilcileriyle görüşmeler yolunu
açmalıdır.
2-
Türkiye'nin sosyolojik gerçeğine uygun olarak Kürt kimliği tüm sonuçları ile
birlikte tanınmalı, Anayasa ve yasalarca garanti altına alınmalıdır.
3-
Kürt kimliğinin kabulü temelinde, Türkiye'nin taraf olduğu tüm uluslararası
anlaşmalara konulmuş çekinceler geri alınmalı ve sorunun AGİK süreci ve Paris
Şartına uygun olarak çözümü için adımlar atılmalıdır.
4-
Kürtler, kendilerini çağdaş anlamda ifade edebilmek için dilini, kültürünü ve
sanatını yazılı ve sözlü olarak kullanabilmeli ve geliştirebilmelidir.
5-
Anadilde eğitim hakkı sağlanmalı, radyo ve TV'lerde Kürtçe yayın yapılmalıdır.
6-
Kürt sorunu ve diğer tüm sorunların çözüm yollarının, bütün boyutlarıyla ve
özgürce tartışılabileceği demokratik bir ortam sağlanmalıdır.
7-
Olağanüstü Hal Uygulaması, bütün kurumları ile birlikte kaldırılmalıdır.
8-
Özel Tim bölgeden çekilmelidir.
9-
"Faili meçhul cinayetler" aydınlatılmalı, kontrgerilla örgütü açığa
çıkarılıp, dağıtılmalıdır.
10-
Köy koruculuğu sistemine son verilmelidir.
11-
Anti-Terör Yasası yürürlükten kaldırılmalıdır.
12-
12 Eylül'ün sonuçlarını ortadan kaldıracak bir genel af ilân edilmelidir.
13-
Adil bir seçim yasası çıkartılmalı ve her türlü düşüncenin serbestçe
örgütlenmesi sağlanmalıdır.
14-
Boşaltılan, yakılan ve yıkılan köyler yeniden inşa edilmeli, köylülerin
uğradığı zararlar karşılanmalıdır.
15-
Bölge ekonomisinin canlandırılması için gerekli tedbirler alınmalıdır.
16-
İsmi değiştirilen yerleşim birimlerine eski isimleri iade edilmelidir.
Savaştan
çıkarı olmayan en geniş kesimleri, BARIŞ çağrımıza destek olmaya çağırıyoruz.
Sesinizi yükseltin. Öncelikle barış ortamını sağlayalım. Barış ortamını kalıcı
kılmak ve demokrasiyi kazanmak yaşamsaldır. İnsanca yaşama hakkımızı hep
birlikte savunalım.
-Yaşasın
halkların kardeşliği
-Silahlar
sussun, akan kan dursun
-Askeri
çözüm değil, demokratik çözüm istiyoruz
-Barış
kampanyamıza katıl, güç ver "
Davalı
partinin Merkez Yürütme Kurulu tarafından kaleme alınan bu bildirinin yurdun
çeşitli yerlerinde dağıtılmak üzere gönderildiği, bu cümleden olarak İzmir il
başkanlığının İzmir Valiliğine verdiği 2.7.1993 günlü dilekçede bildirinin
İzmir ilindeki dağıtımına Konak, Buca, Karşıyaka, Bornova, Balçova, Gaziemir,
Selçuk, Torbalı, Menemen, Aliağa ve Narlıbahçe ilçelerinde başlanacağının
bildirildiği, İzmir Emniyet Müdürlüğünden Cumhuriyet Başsavcılığımıza yazılan
4.8.1993 gün 068728 sayılı yazıda da bildirilerin 3.8.1993 tarihinde anılan
ilçelerde dağıtıldığından bilgi verildiği ve bildirilerin bir örneğinin
gönderildiği,
Aynı
bildirilerin Manisa ilinde dağıtımını gerçekleştiren davalı partinin Manisa il
başkanı Ahmet Sağın ile sekreter üye Bedrettin Mutlu hakkında, halkı ırk ve
bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiğinden söz edilerek
İzmir DGM. Cumhuriyet Savcılığının 27.4.1993 gün 1993/356-143-123 sayılı
iddianamesiyle T.Ceza Yasasının 312/2 maddesi uyarınca İzmir Devlet Güvenlik
Mahkemesinde kamu davası açıldığı, il başkanı Ahmet Sağın'ın 23.8.1993
tarihinde Manisa Cumhuriyet Savcılığındaki ifadesinde, bildirilerin parti genel
merkezinden gönderildiğini belirttiği,
Bildirilerin
Diyarbakır'da da dağıtılmak istenmesi üzerine, Diyarbakır (1) no.lu Devlet
Güvenlik Mahkemesi Yedek Hâkimliğinin 10.7.1993 gün, Müt.1993/275 sayılı
kararıyla, T.Ceza Yasasının 312/2 maddesi kapsamında bulunduğu kanısına
varılmakla 2950 sayılı Yasayla 5680 sayılı Basın Yasasının Ek-1 maddesine göre
dağıtılmasına engel olunup, el konulmasına ve toplatılmasına karar verildiği,
Malatya Devlet Güvenlik Mahkemesi Yedek Hâkimliğinin 16.8.1993 gün, 1993/180
Değ.İş sayılı kararıyla da sözkonusu bildirilerin toplatıldığı,
İlgili
soruşturma kağıtlarının Diyarbakır ve Malatya DGM.Cumhuriyet Savcılıkları
tarafından Ankara DGM.Cumhuriyet Savcılığına gönderilmesini takiben, Merkez
Yürütme Kurulu üyelerinin ifadelerine başvurulduğunda, kurulu oluşturanlardan
İbrahim Aksoy, İsmail Arslan, Kemal Okutan, Ali Beyköylü, Kemal Bilget, Sara
Akan, Osman Özçelik, Cabbar Gezici, Bahattin Güner, Nesim Kılıç, Refik Karakoç,
Nevzat Özbay, Murat Bozlak ve Raşit Deli 27.9.1993 günlü anlatımlarında,
özetle, bildirinin iç barışın sağlanması amacıyla başlattıkları kampanya
dolayısıyla Merkez Yürütme Kurulunca hazırlandığını söyledikleri,
Genel
Başkan Yaşar Kaya da dahil olmak üzere adları geçenler hakkında düzenlenen
4.10.1993 gün, 1993/426-92-75 sayılı iddianameyle Ankara DGM.nde, devletin
ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğünü bozmaya yönelik propaganda yapma
suçundan 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasasının 8/1. maddesi uyarınca kamu
davası açıldığı,
ekte
sunulan belgelerin incelenmesinden anlaşılmıştır.
IV-
Kapatma Nedenleri ve Değerlendirme :
A)
Kapatma Nedenleri
Daha
önce de değinildiği gibi, siyasal partilerin amaçları ve kapatılmalarına
ilişkin esaslar Anayasa'nın 68. ve 69. maddelerinde düzenlenmiş bulunmaktadır.
68. maddenin dördüncü fıkrası, siyasal partilerin tüzük ve programlarının
devletin ülkesi ve ulusuyla bütünlüğüne, insan haklarına, ulus egemenliğine,
demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı; beşinci fıkrası,
sınıf ve zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlayan parti kurulamayacağı kuralını getirmiş; 69. maddenin
birinci fıkrası ise, siyasal partilerin tüzük ve programları dışında faaliyette
bulunamayacakları, Anayasanın 14. maddesinde yer alan sınırlamaların dışına
çıkamayacakları, çıkanların temelli kapatılacakları; sekizinci fıkrası da,
siyasal partilerin yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan, yabancı
ülkelerdeki dernek ve gruplardan herhangi bir suretle aynî ve naktî yardım ve
emir alamayacakları ve bunların Türkiye'nin bağımsızlığı ve ülke bütünlüğü
aleyhindeki karar ve faaliyetlerine katılamayacakları, bu hükümlere aykırı
hareket eden siyasal partinin temelli kapatılacağı kuralını kabul etmiştir.
Çalışmaları
ile ulusal iradenin oluşmasını sağlayarak siyasal iktidara sahip olmayı
hedefleyen siyasal partilerin toplum düzeni ve demokratik hayatın devamı
bakımından taşıdıkları önem onların kuruluş ve faaliyetlerinin izlenmesinin
benzeri örgütlerden farklı olmasını zorunlu kılmıştır. Nitekim, genel çizgileri
itibariyle, olağan derneklere benzese bile, siyasal partilerin uymaları gereken
esasların Anayasa'da yer alması, çalışmalarının Anayasa ve yasalar hükümlerine
uygun olup olmadığının derneklerden farklı olarak özel biçimde izlenip,
denetlenmesi, demokratik hayatın vazgeçilmez ögeleri sayılmalarının sonucudur.
Ancak, siyasal partilerin yukarıda belirtilen hedefe ulaşmaları için
yapacakları çalışmalarda mutlak bir özgürlükten yararlanmaları beklenemez.
Demokratik hukuk devleti olmanın gereği olarak, bu özgürlük Anayasa ve
yasalarla sınırlandırılmış, siyasal partiler çalışmalarında tümüyle serbest
bırakılmamışlardır. Çünkü, bu sınırlamalardan herhangi birinin çiğnenmesi
halinde, Anayasa'nın Türkiye Cumhuriyetinin özünden ayrılmayacak olan
nitelikler ve devletin dayandığı temel ilke ve görüşler hiçe sayılmış olur ve
böylece doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti tehlikeye düşer.
Siyasal
partilerin kurulmalarına, faaliyetlerine, denetlenmelerine, kapatılmalarına
ilişkin esasları düzenleyen SPY. Anayasa'nın 68. ve 69. maddelerinde öngörülen
ilke ve esaslara paralel olarak, siyasî partilerle ilgili yasaklar başlıklı
dördüncü kısmında partilerin amaç ve faaliyetlerinde uyacakları hususları
düzenlenmiş, bu ilke ve esaslara uymamanın yaptırımını 101. maddenin (a), (b)
ve (c) bentlerinde "partinin kapatılması" olarak belirlemiştir.
Siyasal
partiler için öngörülen yasaklamalar, davanın konusunu ilgilendirdiği ölçüde,
şu biçimdedir:
SPY.nın
78. maddesinde; "Siyasî partiler:
a)
Türkiye Devletinin .... Anayasanın başlangıç kısmında ve 2. maddesinde
belirtilen esaslarını; Anayasanın 3. maddesinde açıklanan Türk Devletinin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline ... dair hükümlerini ...
değiştirmek;
....
dil, ırk .... ayırımı yaratmak amacını güdemezler veya bu amaca yönelik
faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler.
..."
hükmü getirilmiştir. Sözkonusu yasaklamaların Cumhuriyetin niteliklerini,
devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğini ve Atatürk milliyetçiliği ilkesini
korumaya yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Madde metninde belirtilen Anayasanın
Başlangıç'ında, "... hiçbir düşünce ve mülâhazanın ... Türk varlığının
devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının ... Atatürk milliyetçiliği, ilke ve
inkılâpları ... karşısında koruma göremeyeceği" ifade edilmiş, Anayasa'nın
2. maddesinde ise, Cumhuriyetin nitelikleri sayılırken Başlangıç'a gönderme
yapılmak suretiyle "bölünmezlik" ya da bütünlük ilkesinden dolaylı
olarak söz edilmiş, 3. maddesinin birinci fıkrasında ise, "Türkiye Devleti
ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe'dir." biçimindeki
hükümle "bölünmezlik" ilkesi açık olarak konulmuş, 14. maddesinin
birinci fıkrasında, Anayasadaki hak ve özgürlüklerin hiçbirinin devletin ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak.... dil, ırk, din ve mezhep ayırımı
yaratmak ... amacıyla kullanılamayacağı kabul edilerek temel hak ve
özgürlüklerin kötüye kullanılmasının önüne geçilmek istenmiştir.
Sözü
edilen bölünmezlik ilkesinin siyasal, tarihsel ve hukuksal dayanaklarını Amasya
Genelgesi ile başlayıp, Misak-ı Millî (Ahd-ı Millî) bildirgesi ile sonuçlanan
belgeler dizisi oluşturur. Gerçekten, 21-22.6.1919 tarihli Amasya Genelgesinin
1. maddesinde, "Vatanın tamamiyeti, milletin istiklâli tehlikededir."
Tesbiti yapıldıktan sonra, 7.8.1919 tarihli Erzurum Kongresi kararlarında,
"Trabzon vilayeti ve canik sancağiyle Vilayât-ı Şarkiye adını taşıyan
Erzurum, Sivas, Diyarbekir, Mamuretülaziz, Van, Bitlis vilâyeti ve bu saha
dahilindeki müstakil livalar, hiç bir sebep ve bahaneyle birbirinden ve Osmanlı
topluluğundan ayrılması düşünülemeyen bir bütündür. Buralarda yaşayan
müslümanlar birbirlerinin sosyal ve ırki durumlarına saygılı ve öz
kardeştirler.", "Vatanın bütünlüğü, millî istiklâlin sağlanması ve
Saltanat ve Hilâfetin masuniyeti için kuvâ-yı milliyeyi âmil ve irade milliyeyi
hâkim kılmak esastır." ve "Mondros mütakeresiyle sınırlarımız içinde
kalan ve her bölgesinde olduğu gibi Doğu Anadolu Vilâyetlerinde de ezici bir
çoğunluğu İslâmlar teşkil eden, iktisadî ve kültürel üstünlüğü Müslümanlara ait
bulunan ve yekdiğerinden gayrıkabil-i infikâk öz kardeş olan din ve
ırkdaşlarımızla meskûn memleketlerimizin bölünmesinden vazgeçilmeli,
mevcudiyetimize, hukuk-ı tarihiye, ırkîye ve dînîyemize riâyet edilmelidir."
biçimindeki ilkelerle ülke ve ulusun bölünmezliği vurgulanmıştır. 11.9.1919
tarihli Sivas Kongresi Kararlarında ise, "Heyet-i Temsiliye, şarkî
Anadolu'nun heyet-i umumiyesini temsil eder." ibaresi yerine "Heyet-i
Temsiliye vatanın heyet-i umumiyesini temsil eder." hükmü getirilmiş,
"Hükûmet-i Osmaniye bir tazyik-i düvelî karşısında buraları (yani Şark
Vilayetlerini) terk ve ihmal etmek ızdırarında bulunduğu anlaşıldığı takdirde
alınacak idarî, siyasî, askerî vaziyetlerin tayin ve tesbiti" yani geçici
yönetim oluşturmak meselesini düzenleyen hükümde yer alan "buraları"
ibaresi yerine de "mülkümüzün herhangi bir cüzünü terk ve ihmal etmek
..." biçiminde kapsamlı ve genel bir kayıt getirilmiştir. İstanbul'da
toplanan Meclis-i Mebusan'ca 28.1.1920 tarihinde kabul edilip Büyük Millet
Meclisi'nce de benimsenen Misâk-ı Millî Bildirgesinin 1. maddesinde,
"Devlet-i Osmaniye'nin münhasıran Arap ekseriyetiyle meskûn olup 30
Teşrinievvel 1918 tarihli mütarekenin hin-i akdinde muhasım orduların işgali
altında kalan aksamın mukadderatı, ahalinin serbestçe beyan edecekleri âraya
tevfikan tayin edilmek lâzım geleceğinden, mezkûr hatt-ı mütareke dahilinde
dînen, ırkan ve aslen müttehit, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ve
fedekârlık hissiyatıyla meşhun ve hukuk-ı ırkiye ve içtimaiyeleri ile şeriat-ı
muhitalarına tamamiyle riayetkâr Osmanlı-İslâm ekseriyetiyle meskûn bulunan
aksamın heyet-i mecmuası hakikaten veya hükmen hiçbir sebeple tefrik kabul
etmez bir küldür." denilerek bölünmezlik ilkesi doğrulanmıştır.
Anayasa'nın,
bir tarihsel olgu ve hukuksal temel niteliğinde olan bölünmezlik ilkesine
devletin temel amaç ve görevlerini düzenleyen 5., temel hak ve özgürlüklerin
sınırlanmasıyla ilgili 13., basın özgürlüğünü düzenleyen 28. ve 30., dernek
kurma özgürlüğünü düzenleyen 33., gençliğin korunmasından söz eden 58., siyasal
partilerin tüzük ve programlarının uyacakları esasları belirten 68.,
yükseköğretim kurumlarını düzenleyen 130., radyo-televizyon idaresi ve kamuyla
ilişkili haber ajanslarını düzenleyen 133., kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşlarını düzenleyen 135. maddelerinde bu ilkeye yer verdiği 143.
maddesiyle bu bütünlük aleyhine işlenen suçlar için özel yargı yerleri olan
Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurduğu, hatta 81. maddesinde milletvekili, 103.
maddesinde Cumhurbaşkanı yemini metnine dahil ettiği görülmektedir. Bütün bu
düzenlemeler, Anayasa'nın Türkiye Devletinin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği
ilkesine karşı gösterdiği duyarlık ve titizliğin birer işaretidir. Gerçekten,
toplumun hukuksal bağlamda örgütlenmesi demek olan devletin ve dolayısıyla
toplumun kendi varlığına yönelebilecek tehditlere karşı korunmasını sağlayan
bölünmezlik ilkesi bir yönüyle ülkenin tümlüğünü, diğer yönüyle de ulusu
meydana getiren ögelerin bütünlük oluşturmasını ifade eder. Bu ilkenin öylesine
bir özelliği vardır ki, bir yönünün herhangi bir biçimde ihlâl edilmesi, diğer
yönünün de ihlâl edilmesi sonucunu doğurmaktadır.
Lozan
Barış Antlaşması görüşmelerinde Başdelege İsmet Paşa, "Büyük Millet
Meclisi Hükûmeti; Türk yurdunun birliğine ve bölünmezliğine en büyük önemi
vermekte, hakların ve ödevlerin, çıkarların ve yükümlülüklerin yurttaşlarca
eşit olarak paylaşılması gerektiğine inanmaktadır." biçimindeki sözlerle
bütünlük ilkesini açıklığa kavuşturmuştur.
78.
maddenin (a) bendi, siyasal partilerin devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez
bütünlüğü yanında, devlet dilinin Türkçe olduğuna dair kuralı da değiştirme
amacını güdemeyeceklerini ve bu yolda faaliyette bulunamayacaklarını
belirtmektedir. Anayasa'nın 3. maddesinin birinci fıkrası, devlet dilinin
Türkçe olduğu hükmünü taşımaktadır. Bölünmezlik ilkesinin bir gereği ve sonucu
olan bu hüküm, resmî işlemlerin ve yazışmaların Türk dilinde yapılması, resmî
belgelerin bu dilde düzenlenmesi, öğretimin ve ulusal kültürün yalnızca
Türkçe'ye dayanması, başka deyişle ülkedeki tek ulusal kültürü Türk kültürünün
oluşturması demektir. Türkçe bireyler arasında yalnızca bir resmî dil olma
durumunu çoktan aşmış; ayrı etnik kökenlerden gelseler bile, yüzyıllar boyunca
karışıp kaynaşmış ve bir ortak kaderi paylaşmış, ortak bir kültüre ulaşmış
kitlelerin hem günlük yaşantıda, aile içinde ve işyerinde yaygın biçimde
kullandığı ortak bir iletişim aracı olabilmiş, hem de aynı kitlelerin ortak
bilim, kültür ve sanat dili olma derecesine ulaşabilmiş ve böylece gerek
bireysel, gerekse toplumsal iletişimin sağlanmasında ana araç olmuştur.
Türkçe'nin kazandığı bu yaygınlık ve genellik gözönüne alındığında, etnik
grupların sahip oldukları yerel dillerin resmi dil yerine genel iletişim ve
eğitim dili olarak kullanılması düşüncesi kabul edilemez. Yerel düzeyde kalmış,
gelişememiş diller bireylere manevi varlıklarını geliştirme olanağı sağlayamaz.
Diğer
taraftan, hernekadar Anayasa'nın 26. maddesinin üçüncü fıkrasında,
"Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan
herhangi bir dil kullanılamaz." hükmü getirilmişse de, günümüzde
kullanılması yasaklanmış bir dilin bulunmadığı, her yurttaşın istediği dili
özel yaşantısında özgürce kullandığı yaşanan gerçeklerdendir. Anayasa'nın 42.
maddesinin son fıkrasında, "Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim
kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve
öğretilemez..." kuralı yer almış, uluslararası sözleşmelerin hükümleri
bundan ayrı tutulmuştur. İlköğretimin zorunlu olması, eğitim ve öğretim
birliğinin sağlanması gereği olarak böyle bir düzenlemeye ihtiyaç duyulmuştur.
Dil
konusunda Anayasa'da bulunan bir diğer hüküm de 14. maddenin ilk fıkrasındaki,
"Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin
varlığını tehlikeye düşürmek ... amacıyla kullanılamazlar..." biçimindeki
kuraldır. Bu hükümle, Anayasa'daki hak ve özgürlükleri dil ayırımı yaratmak
amacıyla kullanılamayacağı kabul edilmiştir.
Davanın
konusu bakımından, SPY.nın 78. maddesinin (a) bendinde incelenmesi gereken bir
başka husus da "millet (ulus)" ve "milliyetçilik (Atatürk
milliyetçiliği)" kavramlarıdır. Yüksek Mahkemenizin de 16.7.1991 gün, Esas
1990/1 (Siyasî Parti Kapatma), Karar 1991/1 sayılı, 10.7.1992 gün, Esas 1991/2
(Siyasî Parti Kapatma), Karar 1992/1 sayılı ve en son 14.7.1993 gün, Esas
1992/1 (Siyasî Parti Kapatma), Karar 1993/1 sayılı kararlarında belirtildiği
gibi; "..."millet" kavramı; insanlığın gelişme süreci sonunda
vardığı en ilerlemiş birlikteliği oluşturan toplumsal yapıyı anlatır.
"Ulus" ve yerine göre "Halk" sözcükleriyle de anlatılan bu
yapı, bir gelişme düzeyini, bilinçli ve kişilikli bireyler olgusunu gösterir.
"Milliyetçilik" ise, büyük bir toplumsal gerçek ve "Millet
düşüncesi"nin üzerine kurulu olan çağın en etkin kültür ve politik
anlayışıdır. Milliyetçilik, Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Türk Devrimi'nin temel
ve önde gelen ilkelerinden biridir. Cumhuriyet döneminde "millet" ve
"milliyetçilik" kavramları, başta teokrasiden demokrasiye geçişi
sağlayan Atatürk olmak üzere Cumhuriyetin kurucularıyla, onların koyduğu temel
ilkeler üzerinde Cumhuriyeti yöneten kuşaklarca yorumlanmış ve 1924, 1961, 1982
Anayasalarında yer almıştır. 1982 Anayasası'nın Başlangıç'ında, "...
Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı...", 2. maddesinde "...
Atatürk milliyetçiliği...", 42. maddesinde "...Atatürk ilkeleri
..." ve 134. maddesinde "Atatürkçü düşünce..." sözcükleriyle
Atatürk milliyetçiliği güçlü biçimde yer almaktadır. Atatürk milliyetçiliği,
ayrımcı ve ırkçı bir kavram değil, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkının
kökeni ne olursa olsun, Devlet yönünden tartışmasız eşitliği, içtenlikli
birliği ve birlikte yaşama istencini içeren çağdaş bir olgudur. Ayrımcılığı
dışlayıp "ulus" yapısı içinde kaynaşmayı öngören bu kavram; etnik
kökenleriyle kimlikleri ayrımcılığa varan resmî bir tanıtım belirtisi olarak
söylenmesini engellemektedir....
"Ulus,
tarihsel ve sosyolojik yönden belirli aşamaları geçmiş ve belirli nitelikleri
kazanmış bir topluluktur. Türk Ulusu, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasıyla
sınırları çizilmiş "vatan" kavramına dayanır. Ulus; vatan üzerinde
yaşayan, geçmişten geleceğe doğru bir zaman akışı içinde, ortak yaşam istek ve
amacına bağlanan kültür ve ülkü birliğine dayanır. "Ulus" kavramı dar
çerçeveli topluluk ve dinden başka toplumsal bir bağı olmayan ve başka öge
aramayan ümmet kavramlarından çok farklıdır. Ulus, tarihsel ve sosyal
gelişmenin yarattığı birlikte yaşama olgusudur. Irk gibi antropolojik ve
filolojik niteliklere dayanan dar bir kavram da değildir. Ulus, ortak bir tarih
bilinci yaratmamış göçebe, yerli dil ve soy gruplarından oluşan sosyolojik bir
yapı olan kavim de değildir..."
Anayasa'nın
2. maddesinin gerekçesinde, "Atatürk milliyetçiliği" olarak ifade
edilen milliyetçilik kavramı, bütün bireylerin kaderde, kıvançta ve tasada
ortak, bölünmez bir bütün halinde, diğer bir deyişle, ulusal dayanışma ve
adalet anlayışı içinde yaşamaları olarak tanımlanmıştır. Başlangıç'ın dokuzuncu
paragrafında Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve
kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve
millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğunun belirtilmesi de Atatürk
milliyetçiliğinin tanımından başka bir şey değildir.
Türkiye
Cumhuriyeti'nin niteliklerinden olan ve onun ulusal devlet olmasının bir sonucu
olan Atatürk milliyetçiliği çağdaş milliyetçilik anlayışıdır. Yani, hangi
kökenden gelirse gelsin, bireyleri bir araya getiren, bir arada yaşatan şey,
onlardaki aynı bir ulusa mensup olma duygu ve düşüncesi, bu yolda gösterilen
kararlılık ve irade birliğidir. Subjektif nitelikteki bu milliyetçilik
düşüncesinde esas olan, kökeni ne olursa olsun, bireyin, kendisi gibi olanlarla
birlikte, kaderde, kıvançta ve tasada ortak ve bölünmez bir bütün
oluşturdukları duygu, düşünce ve inancıdır. Bu bakımdan, sınırları belli
bölünmez vatan esasını temel alır. Gerçekçi ve çağdaş milliyetçilik anlayışını
temsil eder. Irk düşüncesi, kan bağı, diğer biyolojik ölçütler ve soyca başka görünen
toplulukların bütünden ayrı sayılmaları düşüncesi bi millliyetçilik anlayışında
yer almaz. Kültür milliyetçiliğidir. Bu nedenle, kökenlerine, soylarına,
bakılmaksızın, bireyleri ortak bir kültüre mensup oldukları bilinci ve mavevî
mutabakatı etrafında toplar, onları "tek ulus" yapısı içinde
kaynaştırıp, bütünleştirir. Yüksek Mahkemeniz de bir tarihsel olgu olarak bu
milliyetçilik anlayışını kararlılık gösteren bir biçimde böyle yorumlamaktadır.
Nitekim, 20.7.1971 gün, Esas 1971/3 (Parti Kapatılması), Karar 1971/3 sayılı
kararda, "..... Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde Türk milliyetçiliği
ideolojisi egemendir ve Anayasamız (Başlangıç) kuralları arasında bunu
bildirdiği gibi, bütün Anayasa yapısının oturduğu temel dahi budur. Bu, Türk
kültürüne dayanan bir milliyetçiliktir ve bunda ırk düşüncesi ve kökence başka
görünen toplulukların ayrı tutulması düşüncesi yer almış değildir...";
8.5.1980 gün, Esas 1979/1 (Parti Kapatılması), Karar 1980 sayılı kararda,
"...geçmişte "panislâmist" ve "panturanist" görüşlerin
neden olduğu acı deneyimleri yaşamış olan Türk Ulusu'nun din, dil, ırk ve
mezhep gibi esaslara dayalı ayrılık çabalarına ödün vermeyen, birleştirici ve
toplayıcı bir "milliyetçilik" anlayışına Anayasa'nın Başlangıç
hükümleri arasında yer verilmesi, imparatorluktan ulusal devlete dönüşmüş olan
bir toplumun bilinçli bir davranışıdır...."; 27.11.1980 gün, Esas 1979/31,
Karar 1980/59 sayılı kararda, "...Anayasada, ırkçılık, turancılık ya da
din veya mezhep doğrultusunda bütünleşmeyi amaçlayan inanışları reddeden Türk
Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk sayan birleştirici ve
bütünleştirici bir milliyetçilik anlayışı benimsenmiştir..."; 18.2.1985
gün, Esas 1984/9, Karar 1985/4 sayılı kararda, "...Atatürk milliyetçiliği,
Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk sayan, dil, ırk,
din gibi düşüncelerle yapılacak her türlü ayırımı ret eden, birleştirici ve
bütünleştirici bir anlayışı temsil eder..." biçimindeki görüşlere yer
verilmiştir.
Özellikle
son iki yıl içinde benzer davalar dolayısıyle vermiş olduğu kararlarda Yüksek
Mahkemenizin, giderek kazandığı öneme paralel olarak sözü edilen ilkenin
anlamını daha da artan bir duyarlılıkla yorumlayıp zenginleştirdiği
gözlenmektedir. Nitekim, 16.7.1991 gün, Esas 1990/1 (Siyasî Parti Kapatma),
Karar 1991/1 sayılı kararında şöyle denilmiştir. "Bugün, Türkiye
Cumhuriyeti içinde yaşayan insanların bir kesimi değişik kaynaklardan gelse
bile kültürleriyle tek bir yapı oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyetinde dil ve
kültürün bugünkü düzeye gelmesinde, ülkenin her karış toprağında, her kökenden
ve soydan gelen vatandaşlarımızın payı vardır... Ülkenin her yeri her
yurttaşındır.
"Kurtuluş
Savaşı'ndan önce Anadolu'nun yer yer işgal edildiği bütün güç ve olanaklarına
el konulduğu bilinmektedir. Bu çok kötü koşullar içinde Anadolu'nun bir kısım
topraklarının parçalanması için yoğun çabaların sürdürüldüğü sıralarda, 19
Mayıs 1919'da Samsun'a çıkan Atatürk'ün 18.6.1919 günü, 1.Kolordu Komutanı
Cafer Tayyar Paşa'ya çektiği telgrafta; "Bütün Anadolu halkının millî
bağımsızlığı kurtarmak için baştan aşağı tek bir vücut gibi birleşmiş"
olduğu belirtilmektedir.
"Atalarımız
tarihin geçmiş günlerinde olduğu gibi, o karanlık günlerde de bölücü propaganda
ve desteklere kapılmadan, kendi özgür istençleriyle ve ortak istekleriyle
çağların yarattığı ortak kültürde birleşmeyi ve Türk Ulusu'nu oluşturmayı
sağlamıştır. Bu olgu, bugün de ulusça bağlı olduğumuz bir tür ulusal ant ve
toplumsal uzlaşmadır. Yasama, yürütme ve yargı organlarıyla yönetim
görevlerinde, yerleşimde, çalışma hayatında, temel hak ve özgürlüklerde
eşitliği kabul eden bu tarihsel dayanışma, kaynaşma ve oluşum, Kurtuluş
Savaşı'nda zafere ulaşmayı, ülkesi ve ulusuyla bölünmez bir bütün olan Türkiye
Cumhuriyeti devletini kurmayı başarmıştır.
"Türk
Devletinin vatandaşları arasında etnik ya da diğer herhangi bir nedenle siyasal
veya hukuksal aykırılık söz konusu değildir.. Türk Milleti içinde yer alan her
kökenden vatandaş, hiç bir ayırım gözetilmeksizin, istem ve başarılarına göre
her görev ve işte çalışmış, Türkiye'nin her yerinde, köyünde, şehirinde yaşama,
yerleşme, okuma, evlenme, gelişme ve yükselme ile Türk dil ve kültüründen
faydalanma ve katkıda bulunma olanağına kavuşmuştur....
"Türkiye'de;
Türk Ulusu'nun dengeli, tutarlı tutumu, hoşgörüsü, insan sevgisi ve
değerbilirliği millî bütünlüğü adaletli biçimde sağlamıştır. Millî
bütünlüğümüzün temeli, ortak kültüre, lâiklik ilkesi ile akla, mantıklı
düşünceye, sağduyuya, adalete dayanan "Atatürk milliyetçiliği"dir.
"Anayasamız,
Türk Devleti'ne vatandaşlık bağı ile sağlı olan herkesi Türk sayan birleştirici
ve bütünleştirici bir milliyetçilik anlayışına sahiptir. Devletin, ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğü, bu çağdaş milliyetçilik anlayışının belirgin
niteliklerinden birini oluşturmaktadır.
"Anayasa
Mahkemesi'nin yine siyasal partilere ilişkin 20.7.1971 günlü, Esas 1971/3,
Karar 1971/3 sayılı kararında bu konuda şöyle denilmiştir:
"1921
Anayasası'ndan 1961 Anayasası'na değin sürekli olarak üzerinde durulmuş bir
ilke olan (Türk Devleti'nin ulusu ve ülkesi ile bölünmezliği) ilkesi, Erzurum
ve Sivas Kongreleri'nde saptanan biçimi ile Misakı Millî kurallarında
dayanağını bulmaktadır. Misakı Milli'nin gösterdiği sınırlar içinde birbiriyle
kaynaşmış olarak yaşayanların gerçekten ve hukuka aykırılık kabul etmez bir
bütün oldukları kesinlikle belirlenmiş ve bu bütünlük içinde Kürt halkından
hiçbir zaman söz edilmemiş olduğu gibi, Lozan Barış Antlaşması görüşme ve
kararlarında da, Misakı Millî'nin çizdiği sınırlar içinde azınlıklar sayılırken
Kürt ayırımına yer verilmemiştir.
"Bu
durum yalnızca bir olayın değil, doğrudan doğruya bir gerçeğin de anlatımı
olmaktadır. Bu gerçeğin de en aydınlık anlamıyla doğrudan doğruya Atatürk'ün
ulus anlayışında bulmaktayız. Atatürk'ün kendi el yazısı ile düzenlediği
notlarında: "Bugünkü Türk Milleti, siyasî ve içtimaî camiası içinde
kendilerine Kürtlük fikri, çerkezlik fikri ve hatta lâzlık fikri veya Boşnaklık
fikri propaganda edilmek istenmiş yurttaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat
mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış göstermeler hiçbir millet
ferdi üzerinde üzüntü ve kınamadan başka bir tesir hâsıl etmemiştir. Çünkü bu
millet efradı da umum Türk Camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlâka ve
hukuka sahip bulunuyorlar" demiş ve "Ulus"u "Türkiye
Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir."..."
biçiminde tanımlamış)
"10.7.1992
gün, Esas 1991/2 (Siyasî Parti Kapatma), Karar 1992/1 sayılı kararda;
"...Uluslar, varlıklarını tarihsel gelişmeler ve gerçeklerle kazanırlar.
Ortak kültüren, sosyal dayanışmanın ve birlikte yaşama duygusunun doğuşu,
gelişip güçlenmesi tarihe dayanır. Tek vücut durumunda ve tam ulus yapısı
içinde bütünleşerek Kurtuluş Savaşı'nı yapmış halkın vatanı Türk Vatanı,
Milleti Türk Milleti, Devleti de Türk Devleti'dir. Dünya çağlar boyu Anadolu
için "Türkiye" ve burada yaşayanlar için "Türkler" adını
kullanmıştır. Bu durum, ulus bütünlüğü içinde yeralan farklı etnik grupları
görmeme anlamına gelmez.
"Türk
Ulusu'nu oluşturan, binlerce yıl birarada yaşamış, kaynaşmış, ortak kültüre,
ahlâka ve dine sahip insanların tarihleri birdir. Vatanı üzerinde yaşamış bütün
geçmiş kuşaklar, ülkenin ve ulusun tümlüğünü ve onurunu sürdüreceği kuşkusuz
olan, gelecek kuşaklarla birlikte düşünülmelidir. Her ulusun olduğu gibi
tarihsel gerçeklere dayanan Türk Ulusu'nun ortak kimliği ve kültürü de
savunmasız bırakılamaz. Herşeyden önce Türk Devleti'nin bağımsızlığına,
kimliğine ve özbenliğine, ulusal bütünlüğüne düşman olan tüm karşıtlıklarla
uğraşmak uluslararası hukuksal belgelerin benimsendiği temel bir görev ve
haktır..
"Yüzyıllardan
beri süregelen tarihsel ve manevî birliğe ek olarak, bütün yıkıcı ve bölücü
faaliyetlere karşın birlikte Ulusal Kurtuluş Savaşı'na katılıp Cumhuriyeti kuran
ve böylece kader ve gönül birliğini kanıtlamış bulunan; ülkenin her yöresindeki
vatandaşlar arasında ulusal bütünlük perçinlenerek, Türk Ulusu'nun siyasal ve
toplumsal birliği kurulmuştur.
"Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşları, ortak tarihsel değerlere ve kültüre sahip, aynı
ulusal kimlik taşıyan ve tek vücut olan Türk Ulusu'nun bireyleridir.
"Türkiye
Cumhuriyeti, milliyetçiliğe büyük önem vermiş ve bu kuram Anayasalarda temel
ilke olarak yer almıştır. Atatürk Milliyetçiliği, ülke ve ulus bütünlüğünü
koruyan temel ilkedir. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk Milliyetçiliğine içtenlikle
bağlıdır. Eşitlikçi ve birleştirici içeriğiyle çağdaş anlayışı yansıtan Atatürk
Milliyetçiliği toplumsal dayanışmanın güvencesidir. Atatürk Milliyetçiliği,
yaşamsal ve bilimsel gerçek olarak benimsenmiştir. Bu tarihsel ilke aynı
zamanda ulusal varlığın korunmasına ve yüceltilmesine hizmet edecek yaşam
anlayışı ve biçimidir. İnsalcıl, uygar ve barışçıdır. Kardeşliği, sevgiyi,
dayanışmayı ve çağdaş evrensel değerleri kucaklar...." denilmiş; 14.7.1993
gün, Esas 1992/1 (Siyasî Parti Kapatma), Karar 1993/1 sayılı son kararda ise
önceki iki kararda yer alan esaslar aynen tekrarlanmak suretiyle Anayasamızdaki
milliyetçilik anlayışının niteliği bir kez daha vurgulanmıştır.
SPY.nın
78. maddesinin (b) bendinde yasaklanan bir husus da siyasal partilerin ırk
esasına dayanmalarıdır. Buna göre, siyasal partiler belirli bir ırka mensup
olanların toplandıkları, sırf onla ra mahsus bir parti olduklarını iddia
edemeyeceklerdir. Tersine davranışa izin verilmesi halinde bundan öncelikle
bölünmezlik ilkesinin zarar göreceği kesindir.
Anayasa'nın
Başlangıç kısmı ile 2. maddesinde yer verilmek suretiyle Türkiye Cumhuriyetinin
dayandığı temel görüş ve ilkeler arasına katılmış olan Atatürk Milliyetçiliği
ile 3. madde de belirtilen, Devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği ile diline
dair hükümler korumasız bırakılmamış, 4. madde ile bu ilke ve esasları
belirleyen 2. ve 3. maddelerin değiştirilemeyeceği, değiştirilmesinin teklif
edilemeyeceği öngörülmüş, 14. maddede, Anayasada yer alan hak ve özgürlüklerin
hiçbirinin devletin ve ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk
Devletinin ve Cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek... dil, ırk,....
ayırımı yaratmak... amacıyla kullanılamayacağı kuralı getirilmiş, siyasal
partiler yönünden de, 68. maddeyle, tüzük ve programlarının devletin ülkesi ve
ulusuyla bölünmezliğine, insan haklarına, ulus egemenliğine, demokratik ve lâik
Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı, 69. madde ile de 14. maddede belirtilen
sınırlamalara aykırı davranan partilerin kapatılacağı kabul edilmiştir.
Bölünmezlik
ilkesinin bir diğer güvencesini oluşturan SPY.nın 81. maddesinin (a) bendinde,
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde ulusal ya da dinsel kültür ya da mezhep
veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek; (b)
bendinde ise Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak,
geliştirmek ve yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar
yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması amacını gütmek ve bu yolda faaliyette
bulunmak yasaklanmıştır. Maddenin gerekçesine göre, "Ülkemizde Lozan
Antlaşmasıyla kabul edilen azınlıklar dışında bir azınlık yoktur. Herhangi bir
ülkede resmî dilin dışında bazı dillerin bilinmesi veya yer yer konuşulması
azınlık yaratmaz. Hele siyasî, sosyal, Ekonomik ve kültürel alanlarda olduğu
gibi her alanda bütün haklara sahip ve borçlarla eşit bir şekilde yükümlü olan
tek bir milletin evlatları arasında azınlıktan söz etmek mümkün değildir.
"Bir
memlekette resmî dilin her vatandaş tarafından bilinmesi hangi alanda olursa
olsun, eşitlik ilkesinin hakkıyla uygulanabilmesi ve adlî ya da idarî işlerin
çabukluk ve selâmetle yürütülmesi bakımından yararlı, hatta zorunludur. Bu
itibarla, resmî dili genç, ihtiyar, kadın, erkek her vatandaşın bilmesini
sağlamak devletin görevidir."
Maddenin
(a) bendinde siyasal partilere, ulusal ya da dinsel veya .... ırk veya dil
farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek yasaklanmıştır.
Gerekçede de açıklandığı gibi, Lozan Barış Antlaşmasıyla kabul edilen
azınlıklar bu yasağın dışında kalmaktadırlar.
İç
hukuk kuralı haline gelmiş olan ve uluslararası hukuk alanında da sonuçlar
doğuran Lozan Barış Antlaşmasının Türkiye'deki azınlıklar konusundaki
hükümlerine esas teşkil eden hazırlık çalışmalarına Yüksek Mahkemeniz özellikle
son bazı kararlarında ayrıntılı olarak yer vermektedir. Bunlara göre,
"...Müslüman topluluklar arasındaki değişik gruplara azınlık statüsü
tanınmadığı, kuşku ve duraksamaya yer bırakmayacak bir açıklıkta Lozan Barış
Konferansı tutanaklarında bir çok kez vurgulanmıştır.
"Alt
komisyon önce, etnik azınlıkların, başka bir deyimle, müslüman olmayan
azınlıkların da, örneğin Kürtlerin, Çerkeslerin ve Arapların tasarıdaki koruma
tedbirlerinden yararlanmalarında direnmiştir. Türk temsilci heyeti, bu
azınlıkların korunmaya ihtiyaçları olmadığını ve Türk yönetimi altında
bulunmaktan tamamiyle memnun olduklarını söylemiştir. Alt komisyon bu
inandırıcı sözler üzerinde koruma tedbirlerini yalnız müslüman olmayan azınlıklarla
sınırlamayı kabul etmiştir.
"Barış
görüşmelerinde söz alan İsmet İnönü: "Türkiye'de hiçbir müslüman azınlık
yoktur; çünkü, kuramsal yönden olduğu kadar uygulamada da müslüman nüfusun
çeşitli unsurları arasında hiçbir ayırım gözetilmemektedir." demiştir.
Aynı konferansın 20 Kasım 1922 günlü oturumunda Rıza Nur Bey tarafından okunan
bildiride şu görüşler yer almıştır: "Müttefiklerin tasarısı Müslüman
azınlıklardan söz etmekte idi; oysa, Türkiye'de bu gibi azınlıklar söz konusu
olamaz; çünkü, tarihsel gelenekler, moral düşünceler, görenekler,
yapılagelişler, Türkiye'de yaşayan Müslümanlar arasında en tam bir birlik
yaratmaktadır."
"Türk
Delegasyonunun bu görüşleri Konferansça benimsenmiş ve "Müttefik Temsilci
Heyetlerince Sunulan Azınlıkların Korunmasına İlişkin" 15 Aralık 1922
günlü tasarısının 4., 6., 7. ve 8. maddelerinde geçen "din ya da
dil", "soy, din ya da dil azınlıkları" sözcükleri yerini
"gayrımüslim ekalliyetler" sözcüklerine bırakmıştır. Böylece, Türkiye'de
değişik bir dil kullanmanın ya da soy unsurunun bir grubun azınlık sayılmasında
ölçü olarak kabul edilemiyeceği Lozan Barış Antlaşması'yla kabul edilmiştir.
Aynı Konferansta, Kürt azınlığın yaratılması yönünde, özellikle Lord Curzon
tarafından gösterilen çabalar, Türk Delegasyonunun "Kürtler, kaderlerinin
Türklerin kaderleriyle ortak olduğu görüşündedirler; azınlık haklarından
yararlanmak istememektedirler." gerçeğini bildirmeleri karşısında kabul
görmemiştir..." (Anayasa Mahkemesi'nin siyasal parti kapatılmasına ilişkin
16.7.1991, 10.7.1992, 14.7.1993 günlü kararları)
Bu
suretle, ülkemizde sadece "Müslüman olmayanlar" azınlık kapsamına
dahil edilmişlerdir. Müslüman olmayanlara da Müslümanlara sağlanan medenî veya
siyasî haklardan yararlanma olanağı verilerek yasalar önünde din ayırımı yapılmaksızın
herkesin eşit olduğunu belirtmek amacıyla böyle bir düzenlemeye gidilmiş ve
örneğin antlaşmanın 38. maddesinin ikinci fıkrasında, "Gayrümüslim
ekalliyetlerin bütün Türk tebaasına tatbik edilen ...serbesti-i seyrüsefer ve
hicretten tamamiyle istifade etmeleri", 40. maddede, "Gayrimüslim
ekalliyetlere mensup Türk tebaasının ... masrafları kendilerine ait olmak üzere
her türlü müessesatı hayriye, diniye veya içtimaiyeyi, her türlü mektep ve sair
müessesatı talim ve terbiyeyi tesis, idare ve murakabe etmek ve buralarda kendi
lisanlarını serbestçe istimal ve âyini dinilerine serbestçe icra etmek
hususlarında müsavi bir hakka malik bulunacakları" kabul edilmiştir.
(Anayasa Mahkemesi'nin siyasî parti kapatılmasına ilişkin 16.7.1991 günlü
kararı)
Bundan
ayrı olarak, bir de, 18.10.1925 tarihli Türk-Bulgar Dostluk Antlaşmasında,
Türkiye'de yaşayan Bulgarların azınlık sayılmaları kabul edilmiş ise de, yeni
Türk Devletinin lâik mevzuatı kabul etmesinden sonra bu kimseler azınlık
statüsünden kendiliklerinden vazgeçmişlerdir.
Sonuç
olarak, Türkiye'deki hukuk düzeninde bu iki antlaşma ile kabul edilenlerin
dışında herhangi bir azınlığın bulunduğu söylenemez. Özellikle, belirli bir
büyüklüğe ulaşmış devletlerde ırk, dil, din, mezhep yönünden çeşitli boyutlara
varan farklılıklara sahip toplulukların, yani ulus olgusuna oranla ikincil
nitelikte kesimlerin bulunması doğal olduğu kadar, gözlenen bir gerçektir de.
Yüksek Mahkemenizin 8.5.1980 gün, Esas: 1979/1 (Parti Kapatılması) Karar:
1980/1 sayılı kararında belirtildiği üzere, bu gibi toplu lukların dilinin ya
da dininin toplumun öteki kesimlerinden ayrı olduğundan nesnel biçimde söz
etmek tek başına bir "azınlığın bulunduğunu ileri sürmek" anlamına
gelmez. SPY.nın 81. maddesine benzer hükmü içeren eski 648 sayılı Yasa'nın 89.
maddesinin birinci fıkrasını yorumlayan Yüksek Mahkemeniz, aynı kararında,
"azınlıklar bulunduğunun ileri sürüldüğünün" kabul edilebilmesi için,
"söz konusu topluluğun toplumun öbür kesimlerinden ayrılan varlığını ve
niteliklerini koruması ve sürdürmesi için kendisine özel bir hukuksal güvence
tanınması gerektiğinin, yani bu kimselerin "azınlık hukuku"ndan
yararlanmaya hak kazanmış olduklarının da açık ya da üstü örtülü biçimde ileri
sürülmüş olması gerektiğini" belirtmiş bulunmaktadır. Bu gibi toplulukların
her birine azınlık hakkı tanınması ülke ve ulus bütünlüğü ilkesine aykırı
düşer. Hele böylesi topluluklar ortak geçmişten gelen tarihsel, kültürel ve
manevî bütünlük anlayışı içinde kendi kaderlerini o ulusun kaderleriyle
özdeşleştirme istek ve iradesini göstermişlerse, böyle bir hakkın tanınmasına
gerek kalmaz.
Bizim
toplumumuzda da "farklı kesimlerin varlığı" olgusunu görmek
mümkündür. Gerçekten, X. yüzyılda Türklerin Anadolu yarımadasına gelmelerinden
sonra, Türkler ve o dönemde Anadolu toprağında yaşamakta olan her soydan
topluluk birbirini izleyen çeşitli siyasal oluşumlar içinde birlikte
yaşamışlar, bu oluşumlar arasından yükselen Osmanlı İmparatorluğunun çatısı
altında da bu yaşayış devam etmiş, zaman içinde bu birlikteliğe Kafkasya, Balkan
ve Arap Yarımadası ahalisi de dahil olmuştur. Daha sonra, çeşitli tarihsel ve
askersel olaylar sonucunda, Osmanlı Devleti sınırlarını Doğu Trakya ve
Anadolu'ya kadar küçültmek zorunda kalmış ve tarih sahnesindeki yerini Türkiye
Cumhuriyetine terketmiştir. Böylece, bin yıllık bir süreç içerisinde Türkler ve
diğer etnik topluluklar aynı siyasal oluşumlar içinde iyi ve kötü günleri
birlikte yaşamışlar, acılara birlikte göğüs germişler, sevinçli günleri
birlikte kutlamışlar, gerek birbirleriyle , gerekse başka topluluklarla,
çeşitli tarihsel siyasal nedenlerle ya da göç hareketleri sonucunda karışıp
kaynaşmışlar, aynı toplumsal kaderi paylaşmışlardır. Bu kader birliği, her tür
etnik topluluğu aynı toplumsal pota içinde kaynaştırıp, bütünleştirmiştir. Ortak
bir geçmişe, tarihe, dine, ahlâka, hukuka, değer yargılarına, başka deyişle
aynı bir ortak kültüre sahip insanlar, soyu ne olursa olsun, tek bir ulusa
mensup olma bilinç ve istenciyle, bir tür toplumsal ant ve toplumsal uzlaşma
sonucu ulusal sınırlar içinde "Türk Ulusu"nu oluşturmuşlar ve ortak
kararlılık, istenç ve heyecanla Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlardır. Bu
birliktelik duygu ve düşüncesi o kadar güçlüdür ki örneğin, Kürt kökenliler
diğer yurttaşlarla omuz omuza Kurtuluş Savaşı'na fiilen katılarak can, kan ve
gözyaşı pahasına yurdumuzun işgalci düşmanlardan temizlenmesinde ve onu takiben
Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasında üstün hizmetler görmüşlerdir. Bugün dahi
Türk Ulusuyla birlik ve bütünlük içinde olma duygusunun eksilmeden devam ettiği
görülmektedir. Nitekim, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki ayrılıkçı terörden kaçan
yurttaşlar, soydaşlarının bulunduğu Irak'a veya İran'a sığınmamakta, tersine,
hepsi de İstanbul, Ankara, İzmir, Adana v.s. gibi şehirlere göç ederek
geleceklerini yurdun başka yörelerindeki yurttaşlarla birlikte güvence altına
almak istemektedirler. Bu itibarla, Türk Ulusu yanyana yaşamlarını sürdüren
çeşitli halklardan değil, kendi özgür iradesiyle, ortak geçmişin yarattığı
ortak kültürde geleceği de kapsayacak biçimde birleşmeye, kaynaşıp,
bütünleşmeye karar vermiş olan tek halktan, Türk halkından meydana gelmiştir.
Anayasa'nın
66. maddesinin birinci fıkrasında, Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı
olan herkesin Türk olduğu belirtilerek, Türk Ulusundan sayılmak için kabul
edilen tek koşulun "vatandaşlık bağı" olduğu, bunun dışında kalan
dil, din, ırk v.s. gibi farklılıkların nazara alınmadığı, Türk Ulusu'nun, bir
hukuksal bağ anlamında vatandaş sayılanların oluşturduğu bütünlüğü ifade ettiği
benimsenmiştir. "Türk olmak" Türkiye Cumhuriyetinin yurttaşı olmak
demektir. Bu ulus bütünlüğü içinde, şu ya da bu nedenle, Yasa'nın deyişiyle,
ulusal veya dinsel kültür, mezhep yahut ırk ya da dil ayrımına dayanan
azınlıklar yoktur. Yüksek Mahkemenizin siyasî parti kapatılmasıyla ilgili
10.7.1992 ve 14.7.1993 günlü kararlarında belirtildiği gibi, "...Türk
Ulusu'nu oluşturan etnik gruplar arasında çoğunluk ya da azınlık biçiminde bir
ayırıma yer verilmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile
bağlı olan herkesi "Türk" sayan birleştirici ve bütünleştirici
milliyetçilik anlayışı kabul edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devletine
vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin, hangi etnik gruptan olursa olsun,
"Türk" sayılması, onun etnik kimliğini inkâr anlamında değil,
dünyaca, devletine "Türkiye Cumhuriyeti Devleti", ulusuna "Türk
Ulusu" ve vatanına "Türk Vatanı" denen ve toplum yapısında
çeşitli etnik gruplar bulunulan ülkede bütün vatandaşlar arasında eşitliğin
sağlanması ve hepsi çoğunluk içinde bulunan etnik grupların azınlığa düşmesini
önleme amacına yöneliktir.
"Diğer
kökenli yurttaşlar gibi, Kürt kökenli yurttaşların da kimliklerin belirtmeleri
yasaklanmamış, ancak, azınlık ve ayrı ulus olmadıkları, Türk Ulusu dışında
düşünülemeyecekleri, devlet bütünlüğü için yer alacakları ortaya konulmuştur..."
Bir
devletin nüfus ögesini oluşturan bireylerin hepsinin ayrımsız aynı soydan ve
dilden olmaları olanaksızdır. Genellikle her ülkenin nüfusu değişik oranlarda
da olsa, başka soya ya da soylara mensup toplulukları içerir. Ancak, bu gibi
topluluklara soy ve dil farklılığına dayanılarak azınlık hakları tanımak ülke
ve ulus bütünlüğü ilkesine uymaz. Türk Ulusu'nu oluşturan, ulus bütünlüğü
içinde yeralan etnik ögeler, Anayasa'nın 66. maddesinin birinci fıkrasında
anlamını bulan ve Türk Devletine sadece vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesi
Türk sayan milliyet anlayışı karşısında toplumda azınlık ya da çoğunluk
oluşturumazlar. Türk Ulusu'nun manevi bütünlüğü içinde karışıp kaynaşmış olan
her birey hukuksal ve toplumsal bağlamda mutlak eşit durumdadır. Hiç bir etnik
kökenin diğerine üstünlüğü yoktur. Her yurttaş, başka yurttaşlara tanınmış olan
her türlü siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel, medeni v.s. haklardan
sınırsız biçimde yararlanabilmektedir. Türk Vatandaşlığı kavramı herkesi eşit
ve ayrıcalıksız kılmaktadır. "Eşit Vatandaş"lık, Fransız Büyük
Devrimi (1789)'nden bu yana, hepsi çoğunluğu oluşturan her bireyin, soy, dil,
din ve mezhep gibi ayırıcı özellikleri dikkate alınmaksızın, en üst düzeyde ve
en değerli varlık olarak kabul edilmesi demektir. Herkesin böylesine eşit ve
ayrıcalıksız olduğu bir hukuksal statüde azınlıktan ya da çoğunluktan söz etmek
olanaksızdır.
81.
Maddenin (b) bendinde ise, siyasal partilerin Türk dilinden ve kültüründen
başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye
Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması
amacını gütmeleri ve bu yolda faaliyet göstermeleri yasaklanmıştır. Bu hükümle
anlatılan, Türk dili ve kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek
ya da yaymak yoluyla ülkede azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması
amacını siyasal partilerin güdemeyecekleri ve bu yolda faaliyet
gösteremeyecekleridir. Burada belirtilmesi gereken, 81. madde ile ulusu
oluşturan bireyler arasındaki etnik ayırımların, sahip bulunulan farklı dil ve
kültürlerin yasaklanmadığıdır. Ancak yüzyıllardır birlikte hayat sürmüş, ortak
bir geçmişe, tarihe, dine, geleneklere ve değer yargılarına sahip bireylerin
oluşturduğu ulus bütünlüğü içinde bu ögelerden meydana gelen ortak kültürden
ayrı, bireyler arasında bu bakımdan ayrımlaşma nedeni olabilecek yoğunlukta bir
kültür farklılığından söz edilemez. Özel yaşantılarında çeşitli etnik
kökenlerden gelen yurttaşların kimliklerini belirtmeleri, dillerini
konuşmaları, gelenek ve göreneklerini uygulamaları karşısında herhangi bir
yasal ya da toplumsal engel yoktur. Yasaklanan, azınlık ve ayrı bir ulus
oluşturduklarının ifade edilmesi suretiyle ulus bütünlüğünün bozulması amacını
gütmeleridir.
Söz
konusu kuralın küçük değişikliklerle benzeri olan eski 648 sayılı SPY.nın 89.
maddesinin (b) bendini yorumlayan Yüksek Mahkemeniz 8.5.1980 gün, E.1979/1
(Parti Kapatma), K. 1980/1 sayılı kararında şu hükme varmıştır: "...Bu
hükümde de.."azınlıklar yaratma" deyiminin açıklığa kavuşturulması
gerekmekte olup, sözkonusu deyimin de maddenin tümü içinde değerlendirilmesi ve
birinci fıkrasındaki "azınlıklar bulunduğunun ileri sürülmesi"
deyimiyle sıkı ilişki gözönünde tutularak, aynı doğrultuda yorumlanması
zorunludur. Böyle bir yorumla varılacak sonuç ise "azınlık yaratma"
deyiminin ancak bir "vatandaş topluluğunda azınlık hukukundan
yararlanmaları gerektiği düşüncesini yaratma" anlamına gelebileceğidir...
"Yukarıda
da değinildiği gibi, azınlıklar dil, din ve ırk gibi nitelikleri nedeniyle toplumun
çoğunluğundan ayrı varlıkları ve bu varlıklarını sürdürmeye hakları bulunduğu
hukukça tanınan vatandaş toplulukları olduklarından, ülkemizde azınlık
hukukundan yararlanmaya hak kazanmış gruplar bulunduğunu ileri sürmek, ya da
Türk dilinden ve kültüründen gayrı dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya
yaymak yoluyla kimi vatandaş gruplarında azınlık hukukundan yararlanmaları
gerektiği düşüncesini yaratmaya çalışmak, kuşkusuz, yukarıda açıkça ortaya
konulan Anayasal durum karşısında Anayasa'nın Başlangıcı ile 2. ve 3.
maddelerinde yeralan "ülke ve ulus bütünlüğü" temel hükmüne ve bu
temel hükmü içeren 57/1 maddesine aykırı düşer..."
Yine
Yüksek Mahkemenizin 20.7.1971 gün, E. 1970/1 (Parti Kapatılması), K. 1971/1
sayılı kararında belirtildiği gibi, "... bir siyasî partinin Türkiye
ülkesi üzerinde Türkçeden başka dil konuşan azınlık bulunduğunu ileri sürerek
ve o azınlığı erek edinerek onun için birtakım haklar ve yetkiler tanınmasını
istemesi ulusal yapıda gitgide kopmalara, bölünmelere yol açması demekdir. Yine
Türk yurttaşları arasında Türk dilinden ve kültüründen başka dil ve kültürleri
koruma çabalarına girişmek Türkiye ülkesi üzerinde ulus bütünlüğünün bozulması
sonucunu doğurmağa elverişli bir tutumdur..."
Şu
halde, dillerini, kültürlerini ve sanatlarını kullanabilmeleri ve
geliştirebilmelerini, ana dillerinde eğitim hakkı sağlanmasını istemek
suretiyle bir kısım yurttaşları ırk, dil ve kültür bakımlarından şu veya bu ad
altında ulus bütünlüğünden ayrı sayma, onlarda bu bütünlükten ayrı bir azınlık
oluşturdukları düşünce ve bilincini yaratma, ulus bütünlüğünün bozulmasıyla
sonuçlanabilecek ya da en azından böyle bir tehlikenin belirmesine yol
açabilecek olan, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlık yaratma demektir.
Siyasal partiler yönünden böyle bir amaç ülke ve ulus bütünlüğü ilkesine
terstir. Daha önce de belirtildiği gibi, Türk Ulusu bütünlüğü içinde belirli
uluslararası sözleşmelerle azınlık oldukları kabul edilen "Müslüman
olmayan" yurttaşlar hariç, herhangi bir azınlıktan söz etmek olanaksızdır.
Her Türk yurttaşı hukuk düzeninin sağladığı her türlü hak ve özgürlükten,
herhangi bir etnik ayırımcılık söz konusu olmaksızın sınırsız ve mutlak biçimde
yararlanmakta, ulus bütünlüğü içinde bireysel mutluluk ve huzurunu
gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Böylesine ayrıcalıksız konumdaki bir kısım
yurttaşlar arasında, bir azınlığa mensup olduğu duygu ve düşüncesini yaratmak
ve onların sınırlı haklar rejimine tabi kılınmasını, ulusun bizzat kendisi iken
azınlık haline gelmesini istemek ulus bütünlüğünü bozmaktan başka biçimde
yorumlanamaz.
B)
Değerlendirme
Davalı
Demokrasi Partisi Genel Başkanı Yaşar Kaya'nın yukarıda belirtilen konuşmaları
ile parti Merkez Yürütme Kurulu'nun "Demokrasi Partisinin Barış
Çağrısıdır" adlı bildirisinin Anayasa ve SPY.ndaki kimi esaslar açısından
yapılan çözümlemesinde;
Türk
Ulusu bütünlüğünden ayrı bir ulus oluşturduğu anlamında Türkiye'de Kürt
halkının var oluşundan söz edilerek, bu kitlenin varlığının Cumhuriyetin
kuruluşundan bu yana yetmiş yıldan beri inkâr edildiği, Kürtlerin baskı ve
soykırım uygulamasına maruz kılındığı, milyonlarca insanın topraklarından
koparıldığı, toplu göç ve sürgünler yapıldığı, bu inkâr ve yok etme
politikalarının "Kürt sorunu" adını verdikleri bir siyasal sorun
oluşturduğu, Cumhuriyetin, bu sorunu demokratik yollardan çözemediği; Demokrasi
Partisi'nin, Cumhuriyetin sorunu çözememesinin meydana getirdiği zorunluluklardan
doğduğu, partinin Kürtlerin değişim isteklerinin sözcüsü olabilecek
örgütlenmenin sağlanması için mücadele edeceği ve belgelerinin "Kürt
devleti için birleşmek" olduğu belirtilerek;
Kürt
halkının isteklerinin başında bu sorun da dahil olmak üzere, her sorunun yasaksız
olarak tartışılabileceği bir demokrasi isteğinin geldiği söylenip, ekonomik
geri kalmışlık ya da terörle ilgisinin bulunmadığı, "siyasal" olduğu
ifade edilen sorunun köklü çözümünün, sanki Türkiye'deki Kürt kökenlilere
sistematik şiddet uygulanıyormuş ve Kürt kökenliler Türk ulusunu oluşturan
diğer soylardan gelen yurttaşlarla tam bir eşitlik içinde değillermiş gibi,
barışçıl ve demokratik ortamda ve eşitlik temelinde "siyasal" yol ve
yöntemlerin uygulanması suretiyle sağlanacağı, siyasal çözüm yollarının
bulunması gerektiği, "siyasal çözüm"ün Kürt kimliğinin tüm
sonuçlarıyla kabul edildiği, düşünce, örgütlenme özgürlüğünün eksiksiz
uygulandığı demokratik bir ortamda bulunabileceği savunulmaktadır.
Edinilen
beyanlar ve yayınlanan bildiride dikkati çeken bir diğer husus, ülkemizde
yaşanmakta olan "ayrılıkçı terör" olgusuna karşı sergilenen yaklaşım
biçimidir. Bu bağlamda, devletin devlet olma gereğinin bir ifadesi olarak
yurttaşların can ve mal güvenliğini, kamu düzenini ve esenliğini sağlamak
amacıyla, terörü yok etmek için hukuk devleti kuralları içinde meşru güçleriyle
terör örgütü PKK.ya karşı giriştiği mücadele bir savaşa benzetilerek, ülkede
bir savaş yaşandığı, bu savaşta uluslararası hukuk kurallarının uygulanmadığı,
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun il ve ilçelerinden olan Şırnak, Sarıkamış ve
Digor'un yer aldığı yurt parçası "Kuzey Kürdistan" olarak
adlandırılarak savaşın Kürdistan'da cereyan ettiği, bu silâhlı mücadelenin Kürt
sorununu, Kürt ve Türk halklarının ve dünya kamuoyunun önüne getirdiği, bu
savaşta "düşman" olarak nitelendirilen silâhlı kuvvetlerimizin Kobra
helikopterlerine karşılık, bölücü terörü yöneten yasadışı örgüt mensuplarıyla
kendilerinin bir ve aynı saflarda yer alan kimseler olduklarını belirtecek
şekilde, çoğul birinci şahıs zamirinin tamlayanı olan "bizim" sözcüğü
kullanılarak (bizim gönlümüzde) gönüllerinde kardeşlik ve birlik duygularının
bulunduğu, bölücü örgütün yapmakta olduğu terör eylemlerinin bir savaş olduğu
ve Kürt kökenli yurttaşların bu savaşı destekledikleri anlamında ve bir halk
savaşı olduğu izlenimini verecek biçimde, halkın kendi kurtuluşu için kızını,
oğlunu, gelinini kendilerinin yanına verdiğini, savaşın barışa dönüşmesi için
savaşın tarafları olan PKK. adlı silahlı çete ile devletin ateşkes ilân etmeleri
ve ateşkesin tarafsız güçler tarafından kontrol edilmesi, devletin Kürtlerin
her düzeyde seçilmiş meşru temsilcileriyle görüşmesi, Kürt ulusunun varlığı
anlamında, Kürt kimliğinin Anayasa ve yasalarda bütün sonuçlarıyla tanınarak
güvence altına alınması savları ileri sürülmektedir.
Genel
çizgileriyle bir yerinme ve özeleştiri niteliğinde olan ve özgür bir Kürt
devletinin oluşumu için, ülkemizdeki ulus bütünlüğünü oluşturan ögelerden olan,
Kürt soyundan gelenler ile kimi komşu ülkelerdeki aynı kökenliler arasındaki
birleşme konusuna değinen Erbil konuşmasında, Genel Başkan Yaşar Kaya;
"Kürdistan"ın, bir parçasını da ülkemizin Doğu ve Güneydoğu
bölgelerinin oluşturduğunu üstü kapalı olarak ifade eder biçimde, dört parçaya
ayrılmış olmasını, Kürtler arasında birlik olmayışına bağlayarak, birlik
olmazsa hiç kimsenin kendilerine değer vermeyeceğini, Süleymaniye (Irak)'den
Dersim (Tunceli ilinin eski adı), Mahabat (İran)'a Cebel-i Errad'a kadar uzanan
bölgede, her yerin, Kürtler arasında kardeşlik ve dostluk bulunmayışının sonucu
olarak, şehitlerle dolu olduğunu, Kürtler arasında kardeşlik olmadığı takdirde
Kürdistan'ın da olmayacağını, Kürtlerin Kürtlük için birlik olamadıklarını,
Kürt tarihinin ihanetlerle dolu olduğunu söyleyerek bağımsız Kürdistan
devletinin doğabilmesi için birlik ve kardeşliğin gerekliliğine dikkatleri
çekmiştir.
Davalı
partinin merkez yürütme kurulunun söz konusu bildirisinde, ayrıca Kürt
kimliğinin bütün sonuçlarıyla Anayasa ve yasalarda güvence altına alınmasına
bağlı olarak Kürt kimliğinin kabulü anlamında, Türkiye Cumhuriyeti'nin
uluslararası antlaşmalara koymuş olduğu tüm çekincelerden vazgeçilmesi ve
sorunun AGİK süreci ve Paris Şartına uygun biçimde çözümlenmesi için adımlar
atılması gerektiğinin ifade edildiği; Kürtlerin dillerini, kültürlerini ve
sanatlarını yazılı ve sözlü olarak kullanabilmeleri ve geliştirebilmelerine
olanak sağlanması, ana dilde eğitim hakkı verilmesinin savunulduğu
görülmektedir.
Genel
Başkan Yaşar Kaya'nın her iki konuşmasında hitap ettiği topluluklara, kendilerinden
selâm getirdiğini beyan ettiği Şeyh Sait, Seyit Rıza, General İhsan Nuri, Ali
Şir (Şen, Şan) gibi isimlerin Cumhuriyet öncesi ya da sonrası girişilmiş Kürt
başkaldırı hareketlerinin temsilcileri olmaları, Şeyh Sait isyanının
başlatıldığı Piran kasabasından, 1945-1946 ayaklanması sırasında İran'da
kurulan Kürdistan Bağımsız Cumhuriyeti'nin başkenti olan Mahabad kentinden söz
edilmesi, Şeyh Ubeydullah Nehrî'den başlayarak Kürdistan'ın bağımsızlığı ve
kurtuluşu için hizmeti geçenlere saygı duyduklarının belirtilmesi, terör
olaylarına karşı sergilenen yaklaşım biçimiyle uyumlu ve konuşmaların içerdiği
öz ve kitlelere ulaştırmak istediği mesaj bakımından anlamlı bulunmuştur. Bu
adlarla birlikte belirtilen ve Diyarbakır zindanlarından oldukları söylenen Kemal
Pir hakkında, Ülkem Basın ve Yayıncılık San. Tic. ŞTi. adına Yaşar Kaya'nın
imtiyaz sahibi bulunduğu Özgür Gündem adlı gazetenin 17.8.1993 günlü nüshasında
yayımlanan "15 Ağustos atılımı karanlığa sıkılan ilk kurşundur" adlı
yazı dizisinde, "Türkiye devrimini Kürdistan devriminde görüyorum"
diyen PKK-MK üyesi Kemal Pir, engin öngörüsü, siyasî ve askerî alanlarda
sunduğu katkı ile enternasyonalist devrimciler arasında yerini almıştır. Haki
Karer vasıtasıyla ideolojik grup çalışmalarına katılan Kemal Pir, Ortadoğu
alanına ilk çıkarılan PKK kadroları arasında bulunmuştur. Tutsak düştükten
sonra konulduğu Diyarbakır zindanında, siyasî savunma savaşımı için girilen
ölüm orucunda ölmüştür. Kemal Pir ilk gruplarla gelip eğitim görürken
Filistinlilerin verdiği parayı "biz paralı asker değiliz" diyerek
reddetmiş." biçiminde, Mazlum Doğan hakkında da aynı gazetenin 18.8.1993
günlü nüshasındaki aynı yazı dizisinde, "12 Eylül'ün vahşet ormanında,
Diyarbakır zindanlarında, "Direnmek yaşamaktır" şiarını yükseltmek
için 1982 yılının 20 Mart'ını 21 Mart'ına bağlayan gece 35. koğuşun 9.
hücresinde kendini yaktı. Yaktığı üç kiprit çöpü aynı zamanda Newroz ateşi
oldu." biçiminde birer değerlendirmenin fotoğraflarıyla birlikte yer
aldığı, ayrıca bu kişilerle birlikte Hayri Durmuş'un "Özgürlük
şehitleri" olarak 27 Kasım vesilesiyle anılmalarına ilişkin bir ilânın
Özgür Gündem gazetesinin 21, 22, 23.11.1993 günlü nüshalarında ard arda
yayınlandığı görülmektedir.
Üzerinde
ayrıca durulması gereken bir konu, merkez yürütme kurulunun bildirisindeki,
Kürt sorununun AGİK süreci ve Paris Şartına uygun olarak çözümü için adımlar
atılması çağrısıdır.
3.7.1973-1.8.1975
tarihleri arasında toplantılarını sürdürmüş olan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği
Konferansı (AGİK) sonucunda kabul edilen Helsinki Sonuç Belgesi'nde yer alan
ilkeler: (1) Egemen eşitlik, egemenlik niteliğindeki haklara saygı, (2) Güç
tehdidine başvurmaktan ya da güç kullanmaktan kaçınma, (3) Sınırların
çiğnenmezliği, (4) Devletlerin toprak bütünlüğü, (5) Antlaşmazlıkların barışçı
çözümü, (6) İçişlerine karışmama, (7) Düşünce, Vicdan ya da inanç özgürlüğü
dahil insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı, (8) Halkların hak eşitliği
ve kendi yazgılarını belirleme hakkı, (9) Devletler arasında işbirliği, (10)
Uluslararası hukuka göre üstlenilen yükümlülüklerin iyi niyetle yerine
getirilmesidir.
AGİK'in
kendi adıyla anılan süreç içerisinde, Paris'te yaptığı toplantılar sonucunda
21.11.1990 tarihinde imzalanan "Yeni Bir Avrupa İçin Paris Antlaşması
(Şartı)" da, demokrasi ve insan haklarına ağırlık veren ilkeleri arasında,
ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerinin korunması,
ulusal azınlığa mensup olanların ayırıma uğramaksızın ya da yasa önünde tam bir
eşitlik kimliklerini özgürce dile getirme, koruma ve geliştirme haklarından söz
etmiştir. (Sencer, M. Paris Şartı ve İnsan Hakları, 16.12.1991 günlü cumhuriyet
Gazetesi) Davalı partinin merkez yürütme kurulunun yukarıdaki çağrısından,
Helsinki Sonuç Belgesindeki, halkların kendi kaderini belirleme hakkı ile Paris
Şartının azınlık haklarına ilişkin hükümlerine uygun çözümlerin amaçlandığı
sonucuna varmak gerekir. Uluslararası bir sözleşme niteliğinde olmayan ve bu
nedenle hukuken bağlayıcılığı bulunmayan Helsinki Sonuç Belgesi'nde yer alan,
halkların kendi kaderini belirleme hakkından ilk kez 1918 tarihli Wilson
ilkeleri
arasında söz edilmiş, uluslararası hukukta kabulü de
Birleşmiş
Milletler Antlaşmasında yer almasıyla gerçekleşmiştir. Bu
hakkın
anlamı ve kapsamı, özellikle 1960'lı yıllarda başlayan bir
süreç
içerisinde kabul edilen Birleşmiş Milletler kararlarıyla belirlenmiş
bulunmaktadır. Buna göre, kendi kaderini belirleme hakkının iki yönünün olduğu
görülmektedir. Birinci yönü, devletlerin iç
örgütlenmelerine
ilişkin olup, bir halkın dilediği yönetim biçimini,
herhangi
bir dış baskı olmadan seçmesi hakkı bulunduğunu, yani devlet ve hükümet
biçimlerinin saptanmasında halklara serbestlik tanınmasını ifade etmektedir.
İkinci yönü, bir halkın bağımsız bir devlet kurmak dahil, dilediği devlete
bağlı olmayı seçme hakkı olarak anlaşılmaktadır. Ancak, kendi kaderini
belirleme hakkının, bu ikinci yönü bakımından kullanılması, yerleşmiş bir
uluslararası ilkesi olan ve Helsinki Sonuç Belgesi'nin de doğruladığı
"devletin ülkesinin bütünlüğü"ne saygı gereği olarak bazı sınırlamalara
bağlanmıştır. Bu bağlamda, kendi kaderini belirleme hakkı sömürge yönetimi
altındaki halklara tanınmakta, bir devletin tam parçasını oluşturan topraklar
üzerinde bulunan toplulukların ayrılması yoluyla yeni bir devletin kurulması
kabul edilmemektedir. Bu haktan yararlanmak isteyen bir topluluğun sömürge
yönetiminde yaşayan bir halk mı, yoksa içinde yaşadığı devletin ülke
bütünlüğünü bozacağı gerekçesiyle bu hakkı kendisine tanınmayan bir halk mı
olduğu bakımından kabul edilen ölçüte göre, bir devletin ülkesinin tümünde
geçerli olan genel statüde bulunup herhangi bir ayırıma bağlı tutulmayan ülke
parçalarında yaşayan toplulukların birtakım değişik özelliklere sahip olması,
kendini belirleme hakkından yararlanabilecekleri anlamına gelmemekte, (Pazarcı,
H., Uluslararası Hukuk Dersleri Cilt: II, 2.baskı, Ankara, 1990, ss.8-12);
başka deyişle, eğer devletlerin yönetimleri çeşitli grupları temsil edici bir
nitelik taşıyorsa ve gruplara karşı etnik köken, din, dil, renk yahut başka
farklılıklara dayalı bir ayrımcılık güdülmüyorsa, artık kendi kaderini
belirleme hakkından söz edilmemektedir. (Soysal, M., Tutarlılık, 7.4.1992 günlü
Hürriyet Gazetesi)
1993
yılının Haziran ayında AGİK süreci içinde kabul edilen Viyana Bildirgesi'nde
ise., kendi kaderini belirleme hakkı terörizmden ayrılmış, sömürge halkları
için kabul edilen bu hakkın sadece meşru eylemler yoluyla kabul ettirilmesine
çalışılması benimsenerek, terör yöntemi sömürge halklarının kendi kaderini
belirleme mücadelesinde bile geçerli sayılmamıştır.
Bu esaslar
açısından bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti'nde kendi kaderlerini belirleme
hakkından yararlanması gereken sömürge halkı niteliğinde veya başkaca bir
topluluk, grup v.s. yoktur. Türkiye bu konuyu Lozan Barış Antlaşması ile kesin
olarak çözümlemiştir. Türkiye'de tek bir ulus, Türk Ulusu vardır. Kürt kökenli
vatandaşlar, diğer etnik kökenli vatandaşlarla "ulus" bütünlüğünü
oluşturmuş ve birbiriyle kaynaşarak "Türk Ulusu"nu meydana
getirmiştir. Ulusu meydana getiren bireyler arasında, temel hak ve özgürlüklerden
yararlanma ve onları kullanma yönünden hukuksal ve pratik olarak hiçbir ayırım
yoktur. Ayrıca bir ulus, ayrı bir halk ya da azınlık varmış gibi, üstü kapalı
ibarelerle, dolaylı yoldan yapılan çözüm çağrılarının bölünmeyi amaçladığı
kuşkusuzdur.
Hukuksal
yönden bağlayıcılığı bulunmayan Paris Şartı her ne kadar azınlıklara birtakım
haklar tanımışsa da, kimlerin azınlık sayılacağı konusunda bir tanımlama
getirmemiştir. Esasen, uluslararası hukukta üzerinde oybirliği sağlanan bir
azınlık tanımlaması da bulunmamaktadır. Böyle olunca, azınlık veya Şart'ta
geçen ve sınırlandırılmış biçimiyle "ulusal azınlık" teriminin
yorumlanması imzacı devletlerin kendi hukuk düzenlerine ve uygulamalarına bağlı
kalmaktadır. (Kırca, C., Paris Şartı'na Göre Azınlıklar ve Türkiye, 24.12.1991
tarihli Cumhuriyet Gazetesi) Türkiye Devleti'nin kendi azınlık hukukunu hangi
biçimde düzenlediğine ve kimleri azınlık saydığına daha önce ayrıntılarıyla
değinilmişti. Bir kez daha ve kısaca belirtmek gerekirse, Türkiye Cumhuriyeti'nde
Lozan Antlaşması ve Türkiye ile Bulgaristan Arasındaki Dostluk Antlaşması
hükümlerine göre azınlık oldukları kabul edilen Rum., Ermeni, Musevi ve
Bulgar'lardan başka azınlık yoktur.
Açıklanan
nedenlerle, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğini bozmaya yönelik
girişimlere olanak veren hükümler taşımayan Helsinki Sonuç Belgesi ile Yeni
Avrupa İçin Paris Antlaşması (Şartı)nın sözde çözüme esas alınması çağrısının
hiç bir dayanağı yoktur.
Genel
Başkan Yaşar Kaya'nın konuşmaları ve merkez yürütme kurulunun bildirisinde,
davalı parti adına açıklanan görüşlerden çıkan genel sonuç ve anlam, Türklerden
ayrı bir varlığa sahip olduğu bildirilen Kürtlerin Türklerden kopartılması ve
Kürt kökenli yurttaşlarımızın Türk ulusunun kaynaştırıcı bütünlüğünden
soğutulması ve ayrılması amaç ve ereğinin ve bu yolda bir kışkırtmacılığın
izlenmekte oluşudur. Oysa, Anayasa'nın ve SPY.nın devletin ülkesi ve ulusuyla
bölünmezliğini siyasal partilerin amaç ve çalışmaları yönünden güvence altına
alan hükümleri var olmasa bile, Anayasa'nın 11. maddesi gereğince, Başlangıç
kısmı ile 2. ve 3. maddelerindeki bölünmezlik temel kuralı ile bağlı ve sınırlı
bulunan tüm siyasal partiler ve davalı Demokrasi Partisi'nin ülkenin ya da
ulusun bir bölümünün, var olan bütünlüğü bozarak ayrılması sonucunu doğrudan ya
da dolaylı olarak meydana getirme olasılığı bulunan her türlü davranıştan,
sözden ve yazıdan kaçınması ve çalışmalarını bu bütünlüğü daha da güçlendirecek
biçimde yürütmesi gerekir. Siyasal partiler ırk ayırımcılığını ve bunun siyasal
ve hukuksal sonuçlarını amaç ve erek olarak benimseyemezler. Tersine
davranışları, uluslararası hukukta da benimsenen, devletin varlığını
güçlendirerek sürdürmek, bağımsızlığına ve varlığına yönelik tehlikelere karşı
önlemler alıp uygulamak yetkisi çerçevesinde, siyasal partileri de kapsayacak
biçimde, ülkesi ve ulusuyla tümlüğünü korumak amacıyla alacağı önlemlerle
karşılaması devletin doğal hakkı ve kamu düzenini ve insan haklarını koruma
yönünden de görevidir.
Davalı
partinin genel başkanının konuşmalarındaki beyanlar ile merkez yürütme
kurulunun bildirisi içerikleri, açıklanan Anayasa ve SPY hükümlerinin ışığı
altında, taşıdıkları düşünsel bütünlük içinde değerlendirildiğinde, yasaya
aykırılık hallerinin şu biçimde belirdiği görülmektedir:
a)
Bu konuşmalar ve bildiride;
-Türkiye
Cumhuriyetinde Kürtlere karşı yetmiş yıldan beri inkâr, soykırım, sürgün,
darağacı, kan ve barut politikalarının uygulandığı, Kürtlerin hep zindanı,
inkârı, sürgünü ve ölümü yaşadıkları,
-Cumhuriyet
Türkiye'sinin Kürt sorununu demokratik yolla çözemediği bu sorunun ekonomik
geri kalmışlık veya terör değil, siyasal bir sorun olduğu, çözümünün demokratik
bir ortamda ve eşitlik temelinde siyasal yol ve yöntemlerin uygulanması
suretiyle olabileceği, siyasal çözümün Kürt kimliğinin tüm sonuçlarıyla kabul
edildiği, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün eksiksiz uygulandığı demokratik
bir ortamda bulanabileceği,
-Kürt
halkının ayaklanmada başını dik tutan bir halk olduğu ve isteklerinin
bulunduğu,
-Terör
örgütü PKK. ile yapılan mücadele bir savaşa benzetilerek, ülkede savaş
yaşandığı, bu savaşın ülkenin "Kürdistan" olarak adlandırılan bir
bölümünde cereyan ettiği, bu silahlı mücadelenin Kürt sorununu Türk ve Kürt
halkları ile dünya kamuoyunun önüne getirdiği, (Kürt) halkın(ın) bu kurtuluş
savaşı için çocuklarını örgütün yanına gönderdiği, Kürtlerin ülkeleri uğrunda
ölmeğe yemin ve canlarını feda ettikleri,
-Özgür
bir ülke ve ulusal birlik için yürüdükleri, özgür ve serbest olmanın pahalı
olduğu, belgilerinin Kürt devleti için birlik olmak ve kurtulmak olduğu, beyan
edilmek ve Türkiye Cumhuriyeti ülkesinin bir kısmı "Kürdistan" olarak
adlandırılmak suretiyle, Anayasa'nın 69. maddesinin birinci fıkrası ile SPY.nın
78. maddesinin (a) bendine aykırı olarak, Anayasa'daki ulus bütünlüğü dışına
çıkılıp, ulusun Türk ve Kürt halkları olarak bölündüğü, ayrı bir Kürt ulusunun
varlığının vurgulandığı ve bu ulusun özgürlük uğruna, kendisini baskı altında
tutan Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı silahlı mücadeleye giriştiği, son hedefin
özgür bir ülke ve özgür Kürt devleti olduğu ifade edilmektedir.
Oysa,
Türkiye Cumhuriyeti devletin birden fazla ulus olamaz. Soyu, dili, dini,
mezhebi farklı da olsa, Türk ulusunun kaynaştırıcı bütünlüğü içinde yer alan
herkes Türk yurttaşıdır. Tarihsel bir gerçeğin anlatımı olan "Türk
Ulusu" olgusunun ve devletin ülkesiyle bölünmezliğinin ortadan
kaldırılması sonucunu verecek, ırkçılığa dayalı siyasal ayrılıklar ve
oluşumların ve Türk yurttaşlığı niteliğini değiştiren iddiaların ileri sürülmesine
Anayasa ve SPY.izin vermemektedir.
b)
Cumhuriyet Türkiyesi'nin Kürt sorununu çözmeyi başaramadığı, Demokrasi
Partisi'nin böyle bir zorunluluktan doğduğu, partinin Kürtlerin değişim
isteklerinin sözcüsü olabilecek bir örgütlenmenin bulunmayışının yarattığı
kısır döngünün aşılması için gerçek demokrasi ve değişimden yana olan güçleri
seferber ederek örgütsel birliği sağlama yolunda mücadele edecek bir parti
olduğu belirtilerek, SPY.nın 78. maddesinin (b) bendine aykırı biçimde,
partinin Kürtlerin sorunlarını çözebilme ve onlar arasındaki örgütsel birliği
kurma amacıyla oluşturulduğu ve bu yolda mücadele edeceği söylenmekte ve
böylece parti ırk esasına dayandırılmaktadır.
c)
Siyasal çözümün, Kürt kimliğinin tüm sonuçlarıyla kabul edildiği bir ortamda bulunabileceği,
Kürt kimliğinin tüm sonuçlarıyla Anayasa ve yasalarca garanti altına alınması,
uluslararası antlaşmalara konulmuş çekincelerin geri alınması, sorunun AGİK
süreci ve Paris Şartına uygun olarak çözülmesi için adımlar atılmasının
söylenmesi suretiyle SPY.nın 81. maddesinin (a) bendine aykırı biçimde, ayrı
bir dile sahip farklı bir kesimin bulunduğundan objektif bir biçimde
sözedilmesinin ötesinde, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde, ayrı bir ulusal
ve kültürel kimliğe sahip olan ve varlığı ile kimliğinin korunması ve
sürdürülmesi için kendilerine azınlık hukukun uygulanması gereken bir Kürt
azınlığının bulunduğu ileri sürülmüştür.
d)
Kürt devriminin arkasındaki kültürel rönesans (yeniden doğuş) selâmlanarak,
Kürtlerin dillerini, kültürlerini ve sanatlarını yazılı ve sözlü olarak
kullanabilmeleri ve geliştirebilmeleri, ana dilde eğitim hakkının sağlanması
gerektiği belirtilerek Türk dili ve kültüründen başka bir dili ve kültürü
korumak, geliştirmek yoluyla azınlık yaratılarak ulus bütünlüğünün bozulması
amacı izlenmiş ve SPY.nın 81. maddesinin (b) bendine aykırı davranılmıştır.
Halbuki,
Yüksek Mahkemenizin siyasal parti kapatılmasıyla ilgili 14.7.1993 gün, Esas
1992/1, Karar 1993/1 sayılı kararında da vurgulandığı üzere, "...ülkedeki
etnik farklılıkların ve bunların dil ve kültürünün yasaklanması değildir.
Çeşitli kökenden gelen yurttaşlarımız kendi dil ve kültürüne sahip bulunmakta,
onları geliştirmektedir. Günlük yaşamda bu açıkça görülmekte, ülke ve ulus
bütünlüğü içinde onurlu yerini almakta ve saygı görmektedir. Bin yıldır
birlikte yaşamış, tarihi, dini, gelenek ve görenekleri aynı olan, birbirinden
ayrılması ve koparılması olanaksız kültürleri güçlü biçimde ulusal kültürde
yerini alan bir topluluğun bireyleri arasında ayrılığı gerektirecek düzeyde
kültür ayrılığı olduğunu ileri sürmek ve ortak ulusal kültürü yadsıyıp dışlamak
gerçeklerle bağdaşmaz. Kürt kökenli Türk yurttaşı ile başka kökenli Türk
yurttaşı arasında temel hak ve özgürlüklerden yararlanma açısından hiçbir fark
yoktur. Türk vatandaşlığı, ayrımları önleyen ve herkesi insan hak ve
özgürlükler(in) de birleştiren bir kurumdur. "Kürtlerin kültürel ve ulusal
hakları" sözleri azınlık yaratmaya ve buna bağlı olarak somut ayrılıkları
gündeme getirmeye yöneliktir. Kürt kökenli yurttaşların dillerini, gelenek ve
göreneklerini özel yaşamlarında sürdürmelerine hiçbir engel yoktur. Davalı
partinin amacını devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğünü yıkarak
devlet yapısını değiştirmek ve ırk esasına dayanan oluşumları gerçekleştirmek
olduğu anlaşılmaktadır. Buna Anayasa olur vermemektedir. Türkçe'nin çeşitli
etnik soydan gelen vatandaşlar arasında resmî dil olması yanında ortak iletişim
aracı, kültür ve eğitim dili olduğu, bu olgunun tarihi ve sosyolojik gerçeklere
dayandığı göz ardı edilmemelidir.
"....yasaklanan,
farklılıkların açıklanması değil, bunların Türk ve Cumhuriyeti ülkesi üzerinde
olmayan azınlıklara özendirerek, zorla azınlık yaratmaya çalışarak ulus
bütünlüğünün bozulması ve buna dayalı yeni bir devlet düzeni kurma amacını
gütmektir. Bunun hiçbir ulusal ve bireysel yararı yoktur. İstekler, insan
haklarına dayalı vatandaşlık hakları ile ilgili değildir. İstenilen kültürel
haklar da, etnik bir grup haklarının üstünde ulusal varlığının temeli olarak
ileri sürülmekte ve ulusal özgürlük ortaya konmaktadır. Oysa, haklar ve
özgürlükler yönünden yurttaşlar arasında ayrım ve bir yurttaşa eksik ya da
fazla verilen bir hak yoktur..."
V.
Sonuç ve İstem
Yukarıda
yasal dayanakları ve gerekçeleriyle açıklandığı üzere, davalı Demokrasi
Partisi'nin genel başkanının Bonn ve Erbil'de yapmış olduğu konuşmalarda ve
parti merkez yürütme kurulunun yayınlamış olduğu "Demokrasi Partisi'nin
Barış Çağrısıdır" başlıklı bildirisinde, Anayasa'nın Başlangıç kısmı ile
2., 3., 14., 69. maddelerinde ve SPY.nın 78. maddesinin (a) ve (b), 81.
maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırı nitelikte beyan ve açıklamaların mevcut
olduğu anlaşıldığından,
Demokrasi
Partisi'nin SPY.nın 101. maddesinin (b) bendi gereğince kapatılmasına karar
verilmesini arz ve talep ederim."
II.
DAVALI PARTİNİN ÖN SAVUNMASI
Demokrasi
Partisi'nin 28.1.1994 gün 994/1445 sayılı ön savunmasında aynen şöyle
denilmektedir :
"1-
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nca düzenlenen, Demokrasi Partisinin
kapatılması istemli, 02.12.1993 günlü, SP.52.Hz. ve 1993/55 sayılı iddianamenin
Cumhuriyet Başsavcılığı'na iadesi gerekir.
Demokrasi
Partisi, gerekli belge ve bildirilerini 7.5.1993 tarihinde İçişleri
Bakanlığı'na vererek, SPY'nın 8. maddesine göre tüzel kişilik kazanmıştır.
Parti tüzüğü ile programının, yasalara aykırılığı ileri sürülmemiştir.
Siyasi
Partilerin kapatılması davaları öz itibariyle bir ceza davasıdır. Kapatma tüzel
kişiliğin sona erdirilmesi müeyyidesini taşıdığı için, en ağır ceza olan idam
ile eşdeğerdir. Bu nedenle hazırlık tahkikatı önem taşımaktadır. İddianamede
delil olarak, Genel Başkan Yaşar KAYA'nın 29.05.1993 tarihli Federal
Almanya'nın Bonn, 15.08.1993 tarihli Irak'ın Erbil şehrinde yaptığı iki konuşma
ile Merkez Yürütme Kurulunun "Barış Kampanyası" gösterilmektedir.
SYP'nın
106 ncı maddesi uyarınca Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığı'nca,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na intikal ettirilen belgeler ve soruşturma
evrakları sonucu, Ankara DGM'de 93/114 ile 115 E. davalar açılmış olup,
derdesttir. Bu dosyalara ait deliller aynı zamanda kapatılma iddiasının
temelini teşkil eden delillerdir.
Ceza
usulümüzde her ne kadar vicdanî delil sistemi benimsenmişse de, delillerin,
yasalara, usule, hukuka, ahlaka uygunluğu ve meşru olarak temini zorunludur.
CMUK'nuna göre Savcılar delil toplarken, aynı zamanda lehe ve aleyhe olan tüm
delilleri toplamak ile yükümlüdürler. Ankara DGM Savcılığı'nın başlattığı
soruşturmada, bu hususlara riayet edilmediği için Başsavcı Nusret DEMİRAL
hakkında Adalet Bakanlığı'na yaptığımız başvuru sonucu Bakanlık soruşturma izni
vermiş olup, Adalet Bakanlığı Başmüfettişliğince başlatılan soruşturma
sürmektedir.
Erbil
konuşmasının kasetinin, hangi yolla temin edildiği meçhuldur. Genel Kurmay
kaynaklarınca temin edilmiş ise, istihbarat veya başkaca hangi yoldan örneğin,
diplomatik kanalla veya başkaca bir yazışma sonucu temin edilip edilmediğinin
saptanması ve konuşmanın tamamının sağlıklı bir biçimde temini gerekmektedir.
Ayrıca Irak Kürdistan Demokrat Partisinin DEP ile ilgili davetiye ve
yazışmalarının temini, konuşmanın hangi gün ve saatte yapıldığının tümünün
tespiti zorunludur. Aynı husus Bonn konuşması için geçerli olup, Alman
makamlarıyla temas kurulup, toplantının kimin adına yapıldığı, DEP Genel
Başkanı Yaşar KAYA'nın hangi sıfatla katılıp konuştuğu hususunun SPY'nın 101/b
maddesi uyarınca saptanması zorunludur. Yine parti MYK sının barış bildirisi
kapatma gerekçesi olarak gösterildiği için, "Barış Kampanyasının"
parti kurultay kararı olup olmadığının, kararı ise ne tür bir karar olduğunun
ayrıca bu konuda parti Meclisinin aldığı bir kararın olup olmadığının
saptanması zorunluluğu vardır. Bu hususların araştırılması, ondan sonra
iddianame tanzimi gerekirken, SPY'nın 9. maddesine aykırı olarak dava
açılmıştır.
Delillerin
eksik, hatalı, bütünlüğü bozucu olması, gerekli titizliğin gösterilmemiş
olması, hukuka ve ahlaka aykırı olarak, toplanması karşısında iddianamenin
iadesi gerekmektedir.
2-
Kapatma davaları öz itibariyle bir ceza davasıdır. Bu durumda iddiaya dayanak
edilen delillerin, tartışılması soruşturmanın genişletilmesi sonucudur ki sübut
delillerinin bulunup bulunmadığı değerlerdirme konusu yapılabilir.
Ankara
DGM'de 1993/114-115 Esas derdest davalar, kapatılma iddiasının dayanağını
teşkil ettiğinden bu davaların sonuçlanmasının beklenmesi bir zorunluluktur.
İleri sürülen iddialar sübuta ermediği takdirde, kapatma iddiasının
gerekçeleride ortadan kalkacaktır. Bu nedenle bu iki davanın "Mesele-i
müstehire" addedilmesi hukuki bir zorunluluktur.
3-
Halkın Emek Partisinin kapatılması davası, bireysel başvuru yoluyla Avrupa
İnsan Hakları Komisyonuna götürülmüştür. Komisyonda 22723/93, 22724/93,
22725/93 sayılı dosyalar derdesttir.
Türkiye
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini 1954 yılında kabul etmiş olup, 6366 sayılı
yasa ile yürürlüğe girmiştir. Anayasanın 90 ıncı maddesine göre iç hukukta
kanun hükmünde olup uygulanma kabiliyeti olan sözleşme karşısında sözkonusu
davalarda Genel Sekreter İbrahim AKSOY'unda bulunması nedeniyle, şahsi ve fiili
irtibat bulunduğundan "Mesele-i Müstehire" kabul edilmesi gerekmektedir.
4-
Terörle Mücadele Yasasının 9 uncu maddesi Anayasaya aykırıdır. DEP'in
kapatılması istemli iddianamede, delil olarak Ankara DGM Savcılığı'nın
iddianame ve DGM Mahkemesinin 1993/114-115 esas dava dosyaları delil olarak
gösterilmektedir. Siyasi Partilerin denetimi münhasıran Anayasa Mahkemesine ait
olmasına rağmen, 3713 sayılı Yasa'nın 9 uncu maddesi nedeniyle Devlet Güvenlik
Mahkemesinde dava açıldığından, Anayasa Mahkemesinin münhasıran denetimi ihlal
edildiğinden, 9 uncu maddenin Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal edilmelidir.
Anayasanın 14 üncü maddesi "temel hak ve hürriyetleri" 68 inci
maddesi Siyasi Partilerin demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez koşulu, 69 uncu
maddesi "siyasi partilerin kuruluş ve denetimlerinin münhasıran Anayasa
Mahkemesine ait oduğu" 2820 sayılı SPY'nın 98 ve 101 inci maddeleri ile
DGM'lerin yargılama usulu kanunun 9 uncu maddesinin son fıkrasına aykırıdır. Bu
yasa ile Terör suçlarından Devlet Güvenlik Mahkemeleri görevi kapsamı içinde
olduğu belirtilmiştir.
SHP'nin
Anayasa Mahkemesinde açtığı iptal davasında hernedense bu madde gözardı edilmiş
ve iptale konu edilmemiştir. Anayasa Mahkemesinin 31.3.1992 tarih 91/18 E-92/20
K. sayılı kararında sözkonusu madde inceleme konusu yapılmadığından ve Anayasa
aykırılığı ciddi bulunduğundan, dikkate alınması gerekmektedir.
5-
Anayasa ve Siyasi Partiler Yasasında bir takım değişiklikler yapılması
nedeniyle orijinal halinden uzaklaşılmış olmakla, SPY'nın Anayasaya
aykırılığının ele alınıp incelenmesi gerekmektedir.
SPY'nın
78 inci maddesi, Anayasa'nın başlangıç bölümüne 1, 2, 3, 4, 5 ve 66 ncı
maddelerini yasak kapsamına aldığından Anayasaya aykırıdır.
Sözkonusu
yasalar sosyoloji bilimine, toplumsal uzlaşmaya, uluslararası sözleşmelere ve
Anayasanın 90 ıncı maddesi uyarınca iç hukuk hükmü olan AİHS nin 9, 10, 11, 14
üncü maddelerine aykırıdır. Türkiye sözkonusu sözleşmeye imza atmakla ve
sözleşme yürürlüğe girmekle, "Pacta Sun senvanda" yani ahde vefa
gereği iç hukuk mevzuatını buna uydurmakla yükümlüdür.
Hakimler,
yalnızca kanun takipçisi olarak dar bir yorumlamaya gidemezler hukukun evrensel
ilkeleri ve uymakla zorunlu olduğu tüm hukuk kurallarının uygulanması kanun
yerine hukukun uygulanması zorunluluğu vardır. Bu nedenle Anayasaya aykırılık
iddiamızın ciddi kabul edilerek incelenmesi gerekir. Anayasanın geçici 15 inci
maddesi bir döneme ait yasama işlemlerini Anayasal denetimin dışına çıkararak,
"hukuk devleti" anlayışına ters De facto bir durum yaratmıştır.
Sözkonusu yasa, atanmış bir meclisin ürünü yasaları tabu durumuna sokarken,
hukukçuların kendilerini böyle bir yasa ile kayıtlaması mümkün değildir. Bir
yandan uluslararası sözleşmelere imza atılırken, diğer yandan çağın gereklerine
uygun yeni yasalar çıkarılırken, orijinallığı bozulmuş, yasalarda uygulama
kabiliyetini yitirdiğini varsaymak ve "keemlemyekün saymak" hukukun
gereğidir. 669 yasa, 90 adet KHK 2324 sayılı yasa uyarınca 76 adet Milli
Güvenlik Konseyi kararını, 3 adet Milli Güvenlik Konseyi bildirisini değişmez
ve dokunulmaz saymak, yaşama toplumun değişmesine, çağın gereklerine, evrensel
hukuk değerlerine aykırıdır. Özgürlükçü demokrasi ve bunun icaplarıyla
belirlenmiş hukuk düzenine aykırı 15 inci madde, hukuk pramidinin üstü olan
Anayasanın üstü durumunda ki AİHS ne aykırı olduğundan, Türkiye hakkında
açılacak tüm bireysel başvuruların mahkumiyetle sonuçlanması anlamına
gelmektedir. Hukukçuların bu durumu dikkate alınması ve yasanın amacından yola
çıkılarak sınırlama konusunda 6.12.1983 tarihini dikkate alması hukuki açıdan
bir zorunluluktur. Bu nedenle 24.04.1983 tarih ve 2820 sayılı SPY'nın 78 ve 81
inci maddelerinin Anayasaya aykırılık savının incelemeye alınması
gerekmektedir.
6-
Duruşma İstemi
Siyasi
Parti kapatma davalarının öz itibariyle ceza davası olması, Ceza Muhakemeleri
Usulü'nün uygulanması nedeni ile, SPY'nın 98 inci maddesinin "...dosya
üzerinde incelenme yapılarak karara bağlanır..." hükmü davanın duruşmalı
yapılmasına engel değildir. Bu nedenle duruşma yapılmasını talep ediyoruz.
Anayasa
Mahkemesi uygulamada hukuk mahkemelerinde görülen bir isticvap benzeri
uygulamayla yetinmektedir. Bu ise niteliği itibariyle bir sorgudur. Sorgu
yalnızca ilgililerin beyanları ile sınırlı kaldığından yeterli olmaz.
Delillerin bir kısma konuşma olarak geçtiğinden, bilirkişi incelemesi tercüman sorunu,
tanık ve diğer yan deliller ile maddi kanıtlar açısından, savunma hakkınında
tam olarak kullanılabilmesi için tam bir duruşma yapılması gerekmektedir.
Kapatma davasına gerekçe gösterilen ve Ankara DGM'de derdest olan dosyaların
delil olarak taktiri sözkonusu olduğundan, yalnızca bekletici mesele olarak
düşünülmesi ve yetinilmeside yeterli olmayacaktır. Açıkladığımız nedenlerle
yargılamanın duruşmalı yapılması gerekmektedir.
7-
Uluslararası hukuk açısından değerlendirme
Anayasanın
90 ıncı maddesi uyarınca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, iç hukukta kanun
hükmündedir. Bu itibarla iddia makamının bu anlaşmaları dikkate almadan, AGİK
ve Paris Şartına değinerek bunların iç hukukta uygulanmayacağı görüşünü
belirtirken, bağlayıcı sözleşmeleri dikkate almaması hukuka aykırıdır. AİHS de
düşünce, örgütlenme özgürlüğü, 14 üncü madde ırk, din, dil, mezhep ayrımı
yapılmayacağı hükmü karşısında, kapatma davasının yasal dayanakları
bulunmamaktadır.
Kapatma
davasını 27 Mart 1994 tarihinden sonraya bırakılması istemimiz her na kadar
reddedilmişse de; Türkiye'nin imzalayıp, onayladığı ve iç hukukta
uygulanabilir, hüküm niteliğinde olan AİHS'ne ek 1 nolu protokolun 2 nci
maddesinde halkın özgür iradesinin tezahürünün, seçim yoluyla yansımasının
koşullarının oluşturulması, eşit koşullarda adil seçim zemininin hazırlanması
hükmü karşısında, sözkonusu protokolü Türkiye'de imzaladığından, seçim takvimi
başlamış olmakla, kapatma davasının seçim takvimi sonrasına bırakılması
zorunluluğu doğmuştur. Genel Yerel seçimlerde, belediye başkanı, il ve belediye
encümeni binlerce partilinin seçme ve seçilme hakkını ortadan kaldırıcı
nitelikte olan kapatma tehditi altında, demokrasinin işleyişi mümkün değildir.
Anayasanın vazgeçilmez unsuru olan bir siyasi partinin, diğer siyasi partilerden
farklı ve eşit olmayan koşullarda seçime girmesi durumu sözkonusu olduğundan
sonradan aday olan üyelerin siyasi faaliyetlerinin kısıtlanması sözkonusudur.
Adil ve eşitlikçi olmayan bu duruma son verilmesi için kapatma davasının
duruşma sonuna bırakılması gerekir.
İddianameye
konu eylemler konuşma ve bildiri eylemleri olduğundan, düşünce açıklama
niteliğindedir. Şiddet unsuru içermeyen, terörle alakası olmayan, normal siyasi
parti faaliyetlerinin kapatma gerekçesi olarak gösterilmesi mümkün değildir. Anayasa
Mahkemesi kararları kesin olmakla içhukuk yolları tükendiğinde AİHS'nin 25 inci
maddesi uyarınca "bireysel başvuru" hakkı kullanıldığında davalı
konuma düşecek olan ve yargılanacak olan T.C. Hükümetidir. Bu yargılama sonucu
iç hukuk mevzuatının değişmesi ile birlikte ödence gibi ağır müeyyideler
bulunmaktadır. Bu nedenle dikkate alınması zorunlu hukuk hükümlerini
taşımaktadır.
8-
Demokrasi Partisinin tüzük ve programı yasalara uygun görülmüş ve kapatma
gerekçesi yapılmamıştır. İddia makamının Genel Başkanın konuşmaları ile MYK'nun
bildirisinin, öncelikle tüzük ve programına uygun olup olmadığını incelemesi
gerekirken, bu yönden bir inceleme yapılmadan dava açılmıştır. Bu nedenle
Anayasa Mahkemesine dava açılırken, "dava şartı" gerçekleşmemiştir.
Tüzük ve programın yasalara uygunluğunun bir ön mesele olarak ele alınması
gerekmektedir.
Siyasi
Parti faaliyetlerinde yetkili kurul ve organların söz ve yazılı eylemlerinin
parti tüzük ve faaliyetlerine uygun olup olmadığı, aynı zamanda kendi iç
işleyişi açısından da önem arzetmektedir. Disiplin mekanizmesı ve benzeri
müeyyideler yanında, SPY uyarınca "ihtar" lüzumunu değerlendirilmesi
zorunluluğu bulunmaktadır. Bu hususun dikkate alınarak, dava şartı
gerçekleşmediğinden davanın reddine karar verilmesi gerekmektedir.
9-
İddialara Karşı Diyeceklerimiz.
a)
İddianamede Bonn konuşması, parti ile ilgisi olmayan bir sanıkta ele geçirilen
video kasete dayanmaktadır. Kasetin çözümü yapılmış, onun dışında herhangi bir
araştırma yapılamamıştır. Ankara DGM'nin 93/114 E. dosyasının iddianame ve
delilleri dayanak olarak gösterilmektedir.
İddia
edildiği gibi, Bonn yürüyüşünü PKK Genel Sekreteri Abdullah ÖCALAN
düzenlememiştir. Alman resmi makamlarında herhangi bir araştırma yapılmamıştır.
Yapılmış olsaydı yasal bir toplantının tertipleyicilerinin kim olduğu, adları,
soyadları ve kimin adına düzenledikleri açıklığa kavuşacaktı.
Toplantıya
çok sayıda kuruluş katılmıştır. Bunların tesbiti halinde, toplantının amacı ve
düzenleme biçimi saptanacaktı. Ancak bu araştırma hazırlık aşamasında
yapılmamıştır. Yine DEP Genel Başkanı Yaşar KAYA'nın Genel Başkan sıfatıyla
davet edildiğine ve katıldığına dair herhangi bir belge ibraz edilememiştir.
Almanya resmi makamlarıyla diplomatik yolla bir araştırma yapıldığı için,
konuşmaların tamamı temin edilmemiş konuşma tümlüğü içinde amaç saptanmamıştır.
Sözkonusu
konuşma nedeniyle yargılama Ankara DGM'de sürdüğünden, öncelikle iddianın
ispatı gereklidir. Bu hususlar saptanmadan esasa girmek mümkün değildir.
b-
Erbil konuşması, önceleri saptanmamış, daha sonra dosyaya bir kaset ibraz
edilmiş ve Genel Kurmay kaynaklarınca temin edildiği belirtilmiştir. Konuşma
Kürtçe yapılmış olup, temin edilen kaset eksik bilgiler içermektedir.
Konuşmanın tamamını kapsamamaktadır. Kürtçe çeviri özüne uygun yapılamamıştır.
Genel
Kurmay Başkanlığı'nın 1.10.1993 gün, İSTH: 3590-493-93 İKK ve
Güv.D.iç.İEskh.Ş.(614) sayılı yazı ekinde gönderilen ve konuşmanın kayıtlı
olduğu kaset, soruşturma başlattıktan çok sonra temin edilmiş, temini usül ve
yasalara aykırı olduğu gibi, nasıl temin edildiği ve nereden temin edildiği
konusunda bir açıklama yer almamaktadır. Öncelikle bu delillerin sıhat
derecesinin araştırılması ve gerçekleştiğinin kanıtlanması yükümü iddia
makamına düşmektedir. Konuşmanın nasıl temin edildiğinin neden diplomatik
yoldan elde edilmediğinin ve soruşturma sonrası temin edildiğinin saptanması
zorunluluğu doğmaktadır. Aksi halde, hukuka ve ahlaka aykırı olarak temin
edilen delillerin değerlendirilmesi mümkün değildir.
Her
iki konuşma ile ilgili olarak, ciddi bir araştırma ve duruşma sonrası, bilgi ve
görgü temelinde tanıkların dinlenmesi sonucu aydınlığa kavuşabilir.
Kasetlerin
montajların mümkün olabilmesi ihtimali de dikkate alınarak teknik araştırma ve
inceleme zorunluluğu doğmaktadır. Anayasa Mahkemesinin ve Yargıtayın bir çok
kararında kasetlerin tek başına delil olmayacağı dikkate alınmalı ve yan
delillerle doğrulanması araştırılmalıdır. Bütün bunların dosya üzerinde
yapılması mümkün değildir.
İddianamede,
Bonn ve Erbil konuşma kasetlerinin, usule, hukuka ve diplomatik yolla elde
edildiğine dair bir kayıt olmadığından, dosyadan çıkarılması gerekmektedir.
Anayasa Mahkemesinin bu kasetleri delil olarak değerlendirebilmesi için,
usulüne uygun diplomatik yolla Irak ve Almanya Adalet Bakanları kanalıyla sağlıklı
bir şekilde istemesi gerekmektedir. Bundan sonra tercüme dahil, teknik
bilirkişi incelemesi, yapılması zorunludur.
c-
MYK kararı ile henüz dağıtılmadan toplattırılan "Barış Bildirisinin"
bölücülük suç propogandasının unsurlarını taşımadığı ortadadır. Türkiye
mozaiğinin bir parçası olan Kürt yurttaşlarımızdan sözedilmesini bölücülük
olarak varsayım yoluyla kabulü mümkün değildir. Kürt sözcüğü devletin resmi
makamlarınca ifade edilmekte DYP-SHP koalisyonu Kürt realitesini kabul ettiğini
açıklarken hergün medyada bu konuda açıklamalar yapılmaktadır. Diğer siyasi
partilerinde Türkiye'nin bir numaralı sorunu hakkında görüş ve programları
mevcut olup, bu konuda çifte standarttan uzak, sosyolojik ve bilimsel
gerçeklerin dile getirilerek çözüm yollarının aranması ve bu arayışın yasal
zeminde meşru yapılması karşısında, müsnet suç unsurlarının oluşamadığı
açıktır.
İddianamede
delil olarak gösterilen bildirinin, hangi organın tasarrufu olduğu ve
sorumluluk konusunda araştırılmadan dava açıldığı için, öncelikle SPY'nın 101
inci maddesinin "b" fıkrasının tatbiki mümkün değildir.
d-
SPY'nın 78 inci maddesi açısından
"....Türk
devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline....dair
hükümleri....değiştirmek...dil...ırk ayrımı yapmak..." amacı güdülmemiş bu
yolda amaca yönelik faaliyette bulunulmamış... başkaları tahrik ve teşvik
edilmemiştir.
Bu
konuda ki iddialar soyut varsayımlara dayanmaktadır. Demokrasi Partisi programı
ile bir ırk partisi olmadığını Türkiye mozayiğinin, zenginliğinin yansıtıcısı
olduğunu ve kardeşçe birarada yaşamak için barış kampanyasını başlatmıştır.
Barış
istemini bölücülükle suçlamak hukuken mümkün olmayıp, politik bir yaklaşımla
söylenmeyen ve gerçeği yansıtmayan bir takım varsayımlarla anlamlar türetmek ve
sonuçta bölücülük yapılıyor demek mümkün değildir. Böylesi bir mantıkla yola
çıkılacak olursa Barzani ve Talabani ile görüşen Cumhurbaşkanı, Başbakan,
Hükümet üyeleri ve üst düzey yetkililerin yüce divanda yargılanmaları
gerekirdi. Aynı şekilde sürekli olarak konuyu yazan medyanın susturulması ve
mensuplarının yargı önüne getirilmesi gerekirdi. Bu durum diğer siyasi partiler
içinde sözkonusu olup, Kürt Enstitüsü kurmayı programına alan Hükümet ortağı
SHP'nin de aynı iddiayla yargılanması gerekirdi. Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkün
Adaletin çifte standartlardan uzak, hukuka ve evrensel ilkelerine uygun bir
yaklaşımla değerlendirmede bulunması kaçınılmazdır.
e-
İddianameye göre Türkiye'de Kürtlerin varolduğunu söylemek, bölücülüktür.
Sosyolojik gerçekleri, bilimi yok saymak devletin resmi istatistiklerini yok
saymak, meclis tutanaklarını yok saymak gerekir. Böylesi bir yaklaşımın hukuku
olmadığı ve bazı gerçekleri dile getirmenin de bölücülük olmadığını belirtmek
istiyoruz. AGİK'e imza koymuş, Paris Şartını kabul etmiş, Türkiye'de düşünce
açıklama hürriyetini ortadan kadıran bir yaklaşımla, siyasi partilerin her
faaliyetlerini bölücülük olarak görmek, değerlendirmek hukuken mümkün değildir.
Kıyas mantığı veya varsayımlar la, olmayacak bir şeyi varmış gibi göstermenin
hukuki ve mantıki izahı olmaz. Bölücülük suçu açıkça ayrı bir devlet kurmayı
hedefler. Barış Bildirisinde böylesi bir amaç olmadığı gibi, böylesi bir sonucu
zorlama yoluyla çıkarmakta mümkün değildir.
f-
İddianamede, barış bildirisinde, silah kullanan tüm güçlerin silahları
susturması istemi, farklı bir mantıkla yoruma alınmaktadır. Demokrasi Partisi
bir bakıma eleştirilirken, "...Ülkede bir savaş yaşandığı..."
yönündeki görüş hukuki olmayan bir açıdan ele alınmaktadır. Savaş tanımlanması
devletin yetkili makamlarınca "küçük ölçekli savaş" "cephe"
vb. tanımlamalarla dile getirilmektedir. Aynı mantığı kıyaslama yoluna
gidersek, Genel Kurmay, Milli Savunma Bakanınıda aynı şekilde suçlamak
gerekecek ki, bu doğru hukuki yaklaşım değildir.
g-
Kuzey Irak'ta Erbil kentinde Irak Kürdistan Demokrat Partisinin kongresinde,
kongrede bulunanlara yurtdışında bölücü propoganda yapıldığı iddiasınında
hiçbir inandırıcılığı yoktur. Seçimlerini yapmış, hükümetini kurmuş Irak'lı
Kürtlere propoganda yapmayı gerektirecek koşullar yoktur. Yurtdışında bu tür
suçlarla ilgili olarak TCK'nun 140 ıncı maddesinin uygulanması ihtimali
düşünülse de sözkonusu madde yürürlükten kaldırıldığı için, uygulama kabiliyeti
bulunmamaktadır.
10-
İddianame Çelişkilerle Dolu
49
sayfalık iddianamenin içinde, parti eylemlerine ve kapatılma iddialarına
ayrılan kısım toplam 5-6 sayfayı geçmiyor. Tamamı Anayasa, SPY ve geçmiş
Anayasa Mahkemesi kararları ile Lozan ve uluslararası hukukun
değerlendirmelerine ayrılan iddianamede Demokrasi Partisi'nin
"bölücülük" iddiası somut, inandırıcı, kesin hiçbir kanıta
dayandırılmamış olduğundan iddia kendi içinde çelişkilerle doludur. Bunu
örneklemek gerekirse:
a-
"...bizim toplumumuzda da "farklı kesimlerin varlığı" olgusunu
görmek mümkündür. Gerçekten, x. Yüzyılda Türklerin Anadolu yarımadasına
gelmelerinden sonra Türkler ve o dönemde Anadolu toprağında yaşamakta olan her
soydan topluluk birbirini izliyen siyasal oluşumlar içinde birlikte
yaşamışlar..."
Lozan
anlaşmalarından alıntı yapan, "Kürtler, Çerkezler, Araplar..."dan
bahseden iddianame, Anayasa Mahkemesinin kararlarından da bu gerçekliği
vurgulamaktadır. Daha sonra:
"...Yasaklanan,
farklılıkların açıklanması değil, bunların Türk ve Cumhuriyeti ülkesi üzerinde
olmayan azınlıklara özendirerek, zorla azınlık yaratmaya çalışarak ulus
bütünlüğünün bozulması ve buna dayalı yeni bir devlet düzeni kurma amacını
gütmektir..."
Bir
yandan bu açıklamalara yer verilirken diğer yandan, DEP'in Kürt'lerden
bahsetmesini başlı başına "bölücülük" olarak değerlendirmekte ve
olmayan bir ulus, halk, azınlık yaratılma gayreti olarak değerlendirilmektedir.
Kendi iddiaları ile çelişip bu yaklaşımı hukuki bulmak mümkün değildir.
Bölücülük, ayrı coğrafya, ayrı bayrak, ayrı sınır, ayrı devlet örgütlenmesi
demektir. Hiçbir konuşma ve yazılı metinde böylesi bir açıklama
bulunmamaktadır.
b-
MYK bildirisinde, Helsinki Sonuç Belgesi, AGİK ve Paris Şartının yerine
getirilmesi isteğide bölücülük olarak tavsif edilmiştir. Türkiye'nin imzacısı
olduğu bu sözleşmeleri savunmanın, bölücülük olarak değerlendirilmesini
algılamakta güçlük çektiğimizi belirtmek isteriz.
c-
1993 yılı Haziran ayında AGİK süreci içinde kabul edilen "Viyana
Bildirgesi" kendi kaderini belirleme hakkını terörizmden ayırmış, sömürge
halklar için kabul edilen bu hakkın sadece meşru eylemler yoluyla kabul
ettirilmesine çalışılmasını benimsemiştir. Denilen iddianamede hukuki olmaktan
çok politik bir değerlendirme yapıldıktan sonra;
Paris
Şartı her ne kadar azınlıklara bir takım haklar tanımışsada... Türkiye açısından
hukuksal bağlayıcılığı yoktur denilmekte. İddianame :
Türkiye'nin
taraf olduğu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini, Türkiye tarafından kabul
edilerek bir yasa ile onanan ve yürürlüğe giren Avrupa Konseyi tarafından kabul
edilen "Avrupa insan haklarını ve ana hürriyetlerini korumaya dair
sözleşmeyi", 22.1.1987 tarih ve 1987/11439 sayılı Bakanlar Kurulu kararı
ile adı geçen sözleşmenin 25. maddesi uyarınca Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna
"Bireysel Başvuru" hakkını, 22.1.1993 tarih 1993/3987 sayılı Bakanlar
Kurulu kararı ile "Avrupa İnsan Hakları Divanı'nın zorunlu yargı
yetkisini" ise görmemezlikten gelmektedir.
Bir
devlet uluslararası sözleşmede imza koyduktan sonra "Pacta sun
senvanda" yani ahde vefa yükümlülüğü ile karşı karşıya olup, anlaşmalara
saygı elbette öncelikle yürütme ve yasamanın görevi olmakla birlikte,
Anayasanın 90 ıncı maddesi uyarınca iç hukuk hükmü olan bu sözleşmelerin de
uygulanmasında yargıçlar tıpkı siyasi partiler yasasını uygulamak kadar
sorumludurlar. DEP'in bu nedenle uluslararası sözleşmelerin uygulanması
istemini kapatma gerekçesi olarak sunmak, hem hukuka aykırı hem de demokrasiyle
bağdaşmamaktadır.
d-
İddianamede Anayasa Mahkemesinin 14.7.1993 gün 1992/1 - 1993/1 sayılı kararında
yapılan bir alıntıda "...ülkedeki etnik farklılıkların ve bunların dil ve
kültürünün yasaklanması değildir. Çeşitli kökenden gelen yurttaşlarımız kendi
dil ve kültürüne sahip bulunmakta..." denilmekte, diğer yandan, Demokrasi
Partisi MYK'sının Barış Bildirgesinde Kürt kimliğinin bütün sonuçlarıyla Anayasa
ve yasalarda güvence altına alınması..." istemi meşru, yasal ve normal bir
siyasal parti faaliyeti olmakla birlikte bölücülük olarak değerlendirilmekte ve
kapatma gerekçesi olarak sunulmaktadır. Soyut yorumlarla, zorlama gerekçelerle
tanzim edilmiş bir iddianame ile karşı karşıya bulunmaktayız.
e-
İddianamede, "Kürt halkının isteklerinin başında bu sorunda dahil olmak
üzere, her sorunun yasaksız olarak tartışılabileceği bir demokrasi isteği"
de kapatma gerekçesi olarak gösterilmektedir. 1982 Anayasası'nın 12 Eylül ara
rejimi sonucu teşkil edildiği ve günümüz gelişmelerine, toplumsal değişime,
çağdaşlaşmağa, gelişen teknoloji ve bilgisayar iletişim çağında birçok
anti-demokratik hükümle dolu olduğundan değiştirilmesi istemi, tüm siyasi
partilerce benimsenmekte, ve bu konuda Meclis Başkanının girişimi ile siyasi
parti liderleri toplantılar yapmakta, sayın Anayasa Mahkemesi Başkanı da mevcut
Anayasanın değişmesi gerektiğini söylemekte ve demokrasilerde bu tür bir
istemin en doğal hak olarak kabulü ve siyasi partiler açısından asli bir görev
olduğu düşünülmeden, kapatma gerekçesi yapılması üzücüdür.
f-
Siyasal çözümün, AGİK ve Paris Şartına uygun olarak çözülmesi için adımlar
atılmasının söylenmesi suretiyle SPY'nın 81 inci maddesinin (a) bendine aykırı olduğu
iddiası... ayrı bir dile sahip farklı bir kesimin bulunduğu... ayrı kültürlerin
bulunduğu... azınlık yaratıldığının ileri sürüldüğü şekilde bir sonuçla
bağlanmaktadır. Öncelikle şunu belirtmekte yarar görüyoruz. Demokrasi Partisi
hiçbir açıklamasında "azınlık" sözünü kullanmamıştır. Diğer hususlar
ise esasen iddianemede kabul görmektedir. İddianame bu yönüyle de kendi içinde
çelişkilidir.
11-
Adil yargılama hakkı "ayrımsız" yargılama sürecinin tüm aşamalarında
"geçerli ve vazgeçilmez" bir haktır.
Anayasa
Mahkemesinde bugüne kadar görülen siyasi parti kapatma davalarında izlenen
usül, süre Demokrasi Partisi içinde geçerlidir. Bir siyasi Partinin kapatma
davasının normalde sekiz ayı aşkın bir süre olduğu dikkate alınacak olursa,
aynı usül ve teemmül haline gelen uygulamanın DEP içinde sözkonusu olduğu
yönünde bir tereddütümüz yoktur. Ancak,
Avrupa
insan hakları sözleşmesinin 6 ncı maddesi uyarınca "adil bir
yargılama" yapılması istemimiz vardır. Hiçbir önyargı ve varsayımla
hareket etmeden, başka bir değişle suç delillerini getirme yükü savcıya ait
olmakla, savunmaya kendi kanıtlarını getirme, savunma olanağı tanınmalıdır.
Erbil
ve Bonn konuşmaları ile ilgili delil istemlerimizin yerine getirilmesi zarureti
doğmaktadır. Bunlar sağlanamadığı takdirde savunma olarak bunları temin yönünde
tarafımıza makul bir süre tanınması, yurtdışına çıkmak için vize bağışıklığı
dahil olmak üzere olanak tanınması gerekmektedir.
12-
Anayasanın 38 inci maddesi uyarınca "ceza sorumluluğu şahsidir" yani
failden gayri kişilerin bir suç sebebiyle cezalandırılamayacağı hükmü
karşısında, kapatma davası sonucu etkilenecek olan Milletvekillerinin ve tüm
parti yöneticilerinin sözlü olarak dinlenmeleri zorunluluğu doğmaktadır. Aksi
halde, kendi eylem ve davranışları dışında cezalandırılmaları mağdur olmaları
sözkonusu olacaktır.
Anayasanın
84 üncü maddesi uyarınca kapatılan bir siyasi partinin, davanın açıldığı
tarihteki milletvekillerinin üyeliği sona ereceğinden kendilerini savunmalarına
olanak tanınması adil bir yargılamanın gereğidir.
Siyasi
Parti kapatma davalarında, partiye gönül veren üye ve taraftarlarının durumu,
ülkenin içinde bulunduğu demokratikleşme süreci, ulusal ve uluslararası konum,
o ülkenin imzacısı olduğu ve iç hukukunda bağlayıcı olan uluslararası
sözleşmeler, dikkate alınarak, ülke ve Mahkemenin saygınlığı alınan kararın
kamu vicdanında adil olması, Anayasal temel hak ve hürriyetlerin kullanılması
açısından çok yönlü değerlendirme yapılması zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
Anayasa
kurallarından da öte onların üzerinde, hukukun genel kurallarının, evrensel
değer ve ilkelerinin uluslararası sözleşme ve yükümlülüklerinin ışığında çok
yönlü bakılması zorunluluğu doğmaktadır. Demokrasi Partisi herhangi bir şiddet
eylemi nedeniyle yargılanmamaktadır. Düşünceleri nedeniyle yargılanan bir
partinin, özellikle çoğulculuk, katılımcılık, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü
temelinde, baskı ve şiddete başvurmadan, darbelerle iktidarı amaçlamadan,
özgürce faaliyet yürütebilmeleri ve Anayasal korumadan yararlanmaları
gerekmektedir.
Demokrasi
Partisi sözlü ve yazılı düşünceleri nedeniyle yargılanmaktadır. TCK'nun 141,
142, 163 üncü maddeleri kaldırıldıktan sonra 3713 sayılı Terörle Mücadele
Yasası ile getirilen hükümler, Anayasa Mahkemesinin siyasi partilere ilişkin
münhasır yetkisinide ortadan kaldırmıştır. Demokrasi Partisi Genel Başkanı
aylarca tutuklu kalmıştır. Bir Genel Başkanın tutuklanması o siyasi parti
faaliyetinin durdurulması anlamına gelir. Bu mahsurları gidermek için 1961
Anayasasında getirilen ve daha sonra 1982 Anayasasında yer alan siyasi
partilerin denetimine ilişkin, münhasırın yetkiye müdahale edildiği nitelikdeki
Terörle Mücadele Yasası ile demokrasimiz ciddi yara almıştır.
İç
hukukumuza, yükümlediğimiz uluslararası sözleşmelere uydurmak için,
Strazburg'da Avrupa İnsan Hakları Komisyonu veya insan hakları adalet divanında
mahkum olmayı beklemeye gerek yoktur. Kanun tatbiki yerine özellikle hukukun
tatbikinde Anayasa Mahkemesine büyük görevler düşmektedir.
Sonuç
ve İstem : Yukarıda açıkladığımız nedenlerle;
1-
Dava şartı gerçekleşmediğinden iddianamenin Cumhuriyet Başsavcılığı'na
iadesine,
2-
Usul ve hukuka aykırı olarak, temin edilip dosyaya konulan; Genel Başkan Yaşar
KAYA'nın Bonn ve Erbil'deki konuşmalarını içerdiği iddia edilen bantların
altında imza, isim, makam bulunmayan istihbarat notlarının yayınlanmayan Hasan
ÖZGÜN'e ait olduğu iddia edilen yazı, kaynağı doğrulanmayan Emin ÇÖLAŞAN'a ait
ihbari yazının dosyadan çıkartılmasına varsa asıllarının mahkemece ilgili
devletlerden diplomatik yolla istenmesine,
3-
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesindeki 93/114 ve 115 E. dosyalar ile HEP'in
Avrupa İnsan Hakları Komisyonundaki derdest davalarının Mesele-i Müstehire
kabul edilmesine,
4-
Duruşma isteğimizin kabulüne, kapatma davası nedeniyle etkilenecek Milletvekili
ve yöneticilerin sözlü olarak dinlenmelerine;
5-
TCY'nın 9 ve 2820 sayılı yasanın ilgili maddelerinin Anayasaya aykırılığının
incelenerek iptaline,
6-
AİHS'ne ek I nolu protokolün 2. maddesi uyarınca Genel Yerel Seçim takvimi
başladığından eşitlik açısından davanın seçim sonrasına bırakılmasına,
7-
Bonn ve Erbil konuşmaları ile ilgili savunma delillerimizi toplayabilmek için
tarafımıza makul bir süre verilmesine, ondan sonra esas hakkında süre
tanınmasına,
8-
Davanın reddine karar verilmesini davalı parti adına vekaleten dileriz."
III-
YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI'NIN ESAS HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 21.2.1994 günlü, SP.52 Hz.1993/55 sayılı Esas
Hakkındaki Görüşü'nde aynen şöyle denilmektedir :
"Davalı
Demokrasi Partisi hakkında 2.12.1993 günlü iddianame ile açılan kapatma davası
dolayısıyla Yüksek Mahkemenizden istenilen esas hakkındaki görüşümüzle birlikte
davalı parti savunmalarının 28.1.1994 günlü, ön savunmalarında değinilen
noktalara verilen yanıtlar aşağıda sunulmuştur.
Ön
savunmanın l. bendindeki, iddianamenin Cumhuriyet Başsavcılığına iadesine
ilişkin istek ile kanıtların elde ediliş biçimine yöneltilen itirazlara ileride
değinilecektir.
l-
Ön savunmanın 2. ve 3. bentlerinde Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesinin 1993/114
ve 115 esas sayılı davalarının ve Halkın Emek Partisi'nin kapatılmasıyla ilgili
olarak Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na yapılmış olan başvurularda genel
sekreter İbrahim Aksoy'un da bulunması dolayısıyla ortaya çıkan kişisel ve
eylemsel bağ nedeniyle bu başvuruların sonuçları alınıncaya kadar bekletici
sorun sayılmaları isteği:
Yargılama
hukukunda bekletici sorun, bir mahkemenin görmekte olduğu bir davada, davanın
sonucunu etkileyecek ve çözümlenmesi o mahkemenin görevi dışında kalan bir
uyuşmazlık ortaya çıktığında söz konusu olur. Görülmekte olan davanın konusu
itibariyle, ortada bekletici sorun sayma zorunluluğu olan bir durum yoktur.
Konuşmaları yapan kişi ile bildiriyi yayınlayan parti merkez yürütme kurulu
üyeleri hakkında açılmış kişisel ceza davaları ve hele daha önce kapatılmış
olan Halkın Emek Partisi'yle ilgili olarak Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na
bireysel başvuruda bulunulmuş olması ile parti kapatma davası arasında, kapatma
davasının sonucunu etkileyecek doğrudan bir ilişki söz konusu değildir. Bu
durumda, bütün kanıtları ortada bulunan kapatma davasında, Ceza Muhakemeleri
Usulü Yasasının 254. maddesi göz önünde bulundurularak, söz konusu kanıtlar
soruşturmadan edinilecek kanıya göre değerlendirilerek sonuca varılması
gerekir.
Açıklanan
nedenlerle, ceza davaları ile bireysel başvuru sonucunun beklenmesine dair
isteğin reddi gerekmektedir.
2-
3713 sayılı Terörle Mücadele Yasasının 9. maddesinin, Anayasa Mahkemesinin
siyasal partiler üzerindeki münhasır denetim yetkisine karışma niteliğinde ve
bu nedenle Anayasanın 69. maddesine aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edilmesi
isteği:
2949
sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Yasanın,
görev ve yetki konularını düzenleyen l8. maddesinin (2) no.lu bendi, "....
siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin davalarda aynı madde (Anayasanın 152.
maddesi) gereğince ön mesele olarak bakması gereken işleri karara bağlamak ..."
biçimindeki hükümle Anayasa Mahkemesini, parti kapatma davasında ön sorun
niteliğinde ileri sürülecek Anayasaya aykırılık iddialarını inceleyip
sonuçlandırma yetkisiyle donatmıştır. Ancak, böyle bir durumda, Anayasanın 152.
ve 2949 sayılı Yasanın 28. maddesi uyarınca, iptali istenen yasa
hükmünün/hükümlerinin o davada uygulanacak kural olması da bir koşuldur.
3713
sayılı Yasanın iptali istenen 9. maddesi şöyledir: "Bu kanunun kapsamına
giren suçlarla ilgili davalara Devlet Güvenlik Mahkemelerinde bakılır ve bu
suçları işleyenler ile bunların suçlarına iştirak edenler hakkında bu Kanun ve
2845 sayılı Devlet Güvenlik Mahkemelerinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkında Kanun hükümleri uygulanır."
Yüksek
Mahkemenizde görülmekte olan bu dava ise Siyasi Partiler Yasası(daha sonra,
SPY. olarak anılacaktır)nın 78, 81, l0l. maddelerine göre açılmış bir parti
kapatma davasıdır. Bu davada uygulanacak yasa hükümleri SPY. ile Anayasa
Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Yasanın belirli kuralları
olup, 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasasının iptali istenen 9. maddesinin bu
davada uygulama yeri yoktur. Her ne kadar, kapatma davasının açılmasına neden
olan beyanlar ve bildirinin sahipleri olan (eski) genel başkan ile merkez
yürütme kurulunu oluşturan kişiler hakkında SPY.nın ll7. maddesi yoluyla 3713
sayılı Yasanın 8/l maddesi uyarınca Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesinde kamu
davaları açılmış bulunuyorsa da, bu davaların parti kapatma davasıyla doğrudan
bir ilişkisi bulunmadığı gibi, davaların açılmasına aracı olan SPY.nın 117.
maddesi de kapatma davasında uygulanacak kurallardan değildir.
Açıklanan
durum karşısında, iptali istenen kural, görülmekte olan parti kapatma davasında
uygulanacak kural olmadığından, isteğin öncelikle bu nedenle reddi gerekir.
3-
Anayasa ve SPY.nda birtakım değişiklikler yapılması nedeniyle orijinal halinden
uzaklaşılmış olmakla SPY.nın Anayasaya aykırılığının incelenmesi ve anılan
Yasanın 78. ve 81. maddelerinin Anayasanın Başlangıç bölümü ile l., 2., 3., 4.,
5., 6. maddelerini yasak kapsamına aldığından dolayı Anayasaya aykırı olduğu
savı:
Bu
savın yanıtlanmasında, konu ile Anayasanın geçici 15. maddesi arasındaki ilişki
öncelikle incelenmelidir. Sözü edilen maddenin son fıkrasında, birinci fıkrada
belirtilen 12.9.1980 tarihinden ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye
Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süreye
gönderme yapılarak, bu dönem içinde çıkarılan yasaların, yasa hükmünde
kararnamelerin ve 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Yasa uyarınca alınan
karar ve tasarrufların Anayasaya aykırılığının iddia edilemeyeceği belirtilmiş
ve böylece yetkili organca kaldırılıncaya veya değiştirilinceye kadar Anayasaya
uygunluk denetimi yoluyla bu hükümlerin tartışılmasının önlenmesi biçiminde bir
siyasal tercih ortaya konmuştur.
22.4.1983
tarihinde kabul edilmiş olan SPY, 12.9.1980 ile 6.11.1983 tarihinde yapılmış
olan ilk genel seçimden sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanının
oluşması arasındaki dönemde kabul edilmiş olduğundan, geçici l5. maddenin son
fıkrası kapsamında bulunmaktadır. Böyle olunca, Anayasal koruma altına alınmış
olan söz konusu yasanın tümünün ya da kimi maddelerinin Anayasaya aykırılığı
ileri sürülemez.
Öte
yandan, SPY.nın getirdiği yasaklar ve dolayısıyla 78. ve 8l. maddelerde
öngörülen kısıtlamalar, Anayasanın 68. ve 69. maddelerinde yer alan kapatma
nedenlerinin somutlaştırılması, başka deyişle bu kapatma nedenlerinin beliriş,
ortaya çıkış biçimleri olarak düşünülmelidir. Bu hükümler "ulusal devlet
niteliğinin korunması" ilkesinin siyasal partiler yönünden öngörülmüş
yaptırımları demektir. Çünkü, Anayasanın 69. maddesinin son fıkrasında,
"siyasal partilerin kuruluş ve faaliyetleri, denetleme ve kapatılmaları
yukarıdaki esaslar dairesinde kanunla düzenlenir." kuralı getirilmiş,
yasakoyucu da SPY.ndaki yasaklamaları kabul etmek suretiyle Anayasada öngörülen
düzenlemeyi gerçekleştirmiştir. Yüksek Mahkemeniz de 10.7.1992 gün, E.1992/l
(Siyasi Parti Kapatma), K.1992/1 sayılı kararında aynı sonuca varmış
bulunmaktadır.
Belirtilen
nedenlerle, SPY.nın 78. ve 8l. maddelerinin Anayasaya aykırı olduğu savı
yerinde değildir.
4-
Yargılamanın duruşmalı olarak yapılması isteği:
Anayasanın,
Anayasa Mahkemesinin çalışma ve yargılama usullerini düzenleyen 149. maddesinin
son fıkrasında, Mahkemenin Yüce Divan sıfatıyla baktığı davalar dışında kalan
işleri dosya üzerinde inceleyeceği hükmü kabul edilmiştir. Aynı kural, SPY.nın
98. maddesinin ilk fıkrasında kapatma davasından açıkça söz edilmek suretiyle
tekrarlanmış, 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri
Hakkında Yasanın 33. maddesinde de Anayasadaki hükme paralel olarak siyasal
partilerin kapatılmasına ilişkin davaların Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası
hükümleri uygulanmak suretiyle dosya üzerinde incelenip karara bağlanacağı
esası getirilmiştir. Ancak, gerek SPY.nın, gerekse 2949 sayılı Yasanın sözü
edilen maddelerinde, Anayasa Mahkemesine, gerek gördüğü durumlarda sözlü
açıklamalarını dinlemek için ilgilileri ve konu hakkında bilgisi olanları
çağırma yetkisi tanınmış bulunmaktadır. Öngörülen usulde, kapatma davalarında
Ceza Muhakemeleri Usulü Yasasının uygulanacağı kabul edilmiş, ancak duruşma
yapılması benimsenmemiştir. Uygulanacak yöntem yönünden Ceza Muhakemeleri Usulü
Yasasına gönderme yapılması, o yasada yer alan her yargılama kuralının
uygulanması anlamında olmayıp, "duruşma" dışında davanın bünyesine
uygunluk gösteren kuralların uygulanacağını belirtmek amacıyladır. Birer özel
yargılama hukuku hükmü niteliğinde olan ve kamu düzenini ilgilendiren bu Anayasal
ve yasal düzenleme karşısında, Yüksek Mahkemenize ilgililer ve bilgisi olanları
dinleme yetkisini kullanma bakımından tanınmış olan takdir hakkı saklı kalmak
üzere, parti kapatma davalarında duruşma açılması mümkün bulunmadığından,
davalı partinin bu yöne ilişkin isteğinin reddi gerekir.
5-
Davanın genel yerel seçimlerin yapılacağı 27 Mart 1994 gününden sonraya
bırakılması isteği ve dava sonucunda İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri
Korumaya Dair Sözleşmenin 25. maddesi uyarınca bireysel başvuru hakkı
kullanıldığında T.C. Hükümetinin davalı konumuna düşeceği ve yargılanacağı, bu
yargılama sonucu iç hukuk kurallarının değişmesi ile birlikte ödence
yaptırımının söz konusu olacağının gözetilmesi gerektiği savı:
Davanın
genel yerel seçimden sonraya bırakılması isteği hakkında, Yüksek Mahkemenizin
20.1.1994 günlü ara kararıyla, Ceza Yargılama Usul Yasası hükümlerine uygun
olmadığı gibi bu konuda 2949 ve 2820 sayılı Yasalarda kabule olanak veren bir
kuralın bulunmaması gerekçesiyle ret kararı verilerek sorun çözümlenmiş
olduğundan bu konuda yeni bir karar verilmesine gerek bulunmamaktadır.
Kural
olarak, her dava açıldığı tarihte geçerli olan durum ve koşullara göre görülüp
sonuçlandırılır. Öte yandan, bir olasılık olarak ileri sürülen bireysel başvuru
hakkı henüz kullanılmadığına, ileride kullanılsa bile, başvuru sahibinin
yararına sonuçlanacağı kesin ve belli olmadığına göre, gelecekte gerçekleşeceği
belirsiz durumların görülmekte olan davayı etkilemesi düşünülemez ve bu nedenle
göz önünde bulundurulması söz konusu olamaz.
Bu
nedenlerle, davalı partinin yukarıda özetlenen sav ve isteğinin reddi gerekir.
6-
Kapatma davasının, (eski) genel başkanının beyanları ve Merkez Yönetim
Kurulunun bildirisinin öncelikle partinin tüzük ve programına uygun olup
olmadığı incelenmeden ve böylece dava şartı gerçekleşmeden açıldığı,
"ihtar" gereğinin yerine getirilmediği savı:
Davalı
parti hakkındaki kapatma davası SPY.nın l0l. maddesinin (b) bendine
dayanmaktadır. Sözü edilen kuraldan anlaşılacağı gibi, kapatma kararı, partinin
merkez yürütme kurulunun ....yasanın 78. ve 8l. maddelerini de içeren dördüncü
kısmında yer alan hükümlere aykırı....bildiri yayınlaması....veya parti genel
başkanının belirtilen bu kurallara aykırı sözlü....beyanda bulunması hallerinde
verilir. Gerek l0l. madde hükmünde, gerekse siyasal partilerin kapatılmasını
düzenleyen beşinci kısımda, parti organ ve görevlilerinin bu gibi
faaliyetlerinden dolayı dava açılmadan önce, partiye ihtarda bulunulmasını şart
koşan bir düzenleme yer almamıştır. Esasen, böyle faaliyetlerde ihtar koşunlunu
aramak işin mantığına da uygun düşmez. Çünkü, yasa, dördüncü kısımındaki
yasaklara aykırı beyanda bulunulmasını, bildiri yayınlanmasını cezalandırdığına
göre, beyanın yapıldığı veya bildirinin yayınlandığı anda, yaptırım
uygulanmasını gerektiren yasaya aykırılık hali meydana gelmiş olacağından, bu
aykırılığın yapılacak ihtar sonrasında parti tarafından giderilmesi
olanaksızdır. Böyle bir koşulun öngörülmesi SPY.l0l. maddesinin işlemesine
engel olur ki yasa koyucunun amacının bu olduğu söylenemez.
Bu
nedenlerle, şartı gerçekleşmeden dava açıldığı savı yerinde görülmemiştir.
7-
Bonn konuşmasını içeren video kasetin çözümünün dışında başka herhangi bir
araştırma yapılmadığı, yürüyüş hakkında Alman resmi makamlarından bilgi
alınmadığı, Yaşar Kaya'nın genel başkan sıfatıyla davet edildiğini ve
katıldığına dair belge ibraz edilmediği; Erbil konuşmasını içeren kasetin
nereden ve nasıl sağlandığı konusunda açıklama bulunmadığı, kasetlerin montaj
olabileceği, çevirinin konuşmanın özüne uygun yapılmadığı; Hukuka ve ahlaka
aykırı olarak sağlanan kanıtların değerlendirilmesinin olanaklı olmadığı, bu
nedenle dava dosyasından çıkartılmaları gerektiği savı:
İddianamede
Bonn yürüyüşünün Abdullah Öcalan tarafından düzenlendiğine dair bir beyan
yoktur. Sadece, 29.9.1993 günlü çözüm tutanağına ve kasetin seyredilmesinden
edinilen izlenime göre, "Kürdistan Ulusal Birlik Yürüyüşü" adı
altında düzelenen yürüyüşte PKK. örgütünün egemen öge olarak yer aldığı
belirtilmiştir. Konuşmanın yapıldığı bu toplantı ve yürüyüşü kimin tertiplemiş
olduğu davanın konusu dışındadır. Dava yönünden önem taşıyan husus, Yaşar
Kaya'nın bu toplantıda genel başkan sıfatıyla konuşma yapıp yapmadığı, yapmış
ise konuşmanın içeriğidir. Kasette yer alan, Yaşar Kaya'nın dava konusu
konuşması Türkçe yapılmış olup, görüntü ve ses herhangi bir duraksamaya yer
vermeyecek kadar açık ve nettir. Bonn konuşmasında olduğu gibi, herkese açık
bir ortamda yapılan yürüyüş sırasında yine herkese açık koşullarda, bir
dinleyici topluluğuna yapılmış olan konuşmada gizlilikten söz edilemeyeceğine
göre, konuşmanın kimin tarafından kasete kaydedilmiş olduğu hususu kanıtın
geçerliliği açısından önemli ve araştırılması gerekli değildir. Kasetin
içeriği, hazırlanış biçimi, kullanılan ögeler bunun propaganda amacıyla
hazırlanmış olduğu izlenimi vermektedir. Üstelik, Yaşar Kaya, Ankara Devlet
Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığı ve Yedek Hakimliğindeki 7.10.1993 günlü
anlatımlarında, 29.5.1993 günü Bonn kentinde yapılan toplantıya Demokrasi
Partisi genel başkanı olarak katılıp konuştuğunu, kaset çözümünden okunan
konuşmayı kendisinin yapıtığını, konuşmanın bütünüyle kendisine ait olduğunu,
bu konuşmada partisinin görüşlerini... anlattığını söylemiş, mahkemedeki
sorgusunda da Yedek Hakimlikteki anlatımının da doğru olduğunu, bu toplantı
için parti adına davet gelip gelmediğini bilmediğini, kendisinin genel başkan
olarak her yerde partisini temsil etme hakkı bulunduğunu ifade etmiştir.
Bonn
konuşması için söylenenler Erbil konuşması yönünden de geçerlidir. Irak
Kürdistan Demokrasi Partisi'nin 11 nci Olağan Kongresi de çağrılıların ve basın
mensuplarının hazır bulunduğu açık ortamda yapılmış, bu ortamdan yararlanılarak
Yaşar Kaya'nın konuşması görüntü ve ses olarak tespit edilmiştir. Konuşmanın
yapıldığı ortamda bir gizlilik ve kapalılık söz konusu olmadığından, görüntünün
tespit ediliş yönteminin araştırılmasına gerek yoktur. Kasetteki görüntü ve ses
hiçbir kuşku ve duraksamaya meydan vermeyecek biçimde açık ve nettir. üstelik,
konuşmanın sahibi Yaşar Kaya, bu konuyla ilgili olarak hakkında yapılan
soruşturma aşamalarında, Irak Kürdistan Demokrasi Partisi'nin 15.8.1993
tarihindeki 11. Olağan Kongresine davet üzerine Demokrasi Partisi genel başkanı
sıfatıyla katılıp parti adına konuşma yaptığını kabul etmiş; konuşmanın,
hakkındaki iddianameye konu edilen bölümünün, yaklaşık olarak kendisinin
kongrede yaptığı konuşma olduğunu ifade etmiş, gerek kendisi ve gerekse
savunmaları Devlet Güvenlik Mahkemesine sundukları muhtelif dilekçelerde
"konuşma yapmış olma" gerçeğini kabul etmişlerdir. Hatta Genelkurmay
Başkanlığı'nca gönderilen ve bir kopyası da Yüksek Mahkemenizde bulunan, Erbil
konuşmasına ait kasetin 19.1.1994 gününde Devlet Güvenlik Mahkemesince izlenip
Türkçe'ye çevrilmesi sırasında Yaşar Kaya hazır bulunarak görüp dinlediği
konuşmasını bizzat kendisi Türkçe'ye çevirmiştir. Eski genel başkan Yaşar
Kaya'nın çevirisi ile Cumhuriyet Başsavcılığımızca 25.10.1993 gününde
yaptırılan çeviri arasında öze ilişkin olmayan bir iki nokta dışında hiçbir
fark bulunmamaktadır. Böylece çevirinin konuşmanın özüne uygun yapılmadığı
savunması bizzat Yaşar Kaya'nın kendi çevirisiyle geçersiz kılınmış
bulunmaktadır.
Merkez
yürütme kurulunun bildirisine gelince; kurulu oluşturan parti üyelerinin Ankara
Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığındaki anlatımlarında, bildirinin,
iç barışın sağlanması amacıyla başlattıkları kampanya dolayısıyla merkez
yürütme kurulunca hazırlandığını ifade ettikleri, bazı üyelerin Devlet Güvenlik
Mahkemesindeki sorgularında da genelde aynı biçimde beyanda bulundukları,
bunlardan İbrahim Aksoy'un, bildirinin, kurultayın almış olduğu karar doğrultusunda
parti meclisinin verdiği görev gereğince hazırlandığını söylediği
görülmektedir. Ön savunmada, dağıtılmadığı söylenen bildirinin hangi organın
tasarrufu olduğuna, bu konuda parti meclisinin bir kararının bulunup
bulunmadığının araştırılmadığına ilişkin olarak ileri sürülen görüşlerin
ibrahim Aksoy'un bu beyanıyla ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Ankara
Devlet Güvenlik Mahkemesinin 1993/115 esas sayılı dava dosyasındaki belgelere
göre, bildirilerin Diyarbakır, Malatya ve Gaziantep illerinde dağıtılamamakla
beraber, Ankara, İzmir ve Manisa'da dağıtıldığı anlaşılmaktadır.
Bu
suretle, SPY.nın 101. maddesinde öngörülen "bildiri yayınlama"
koşulunun gerçekleşmiş olduğu kuşkusuzdur. Davalı parti merkez yürütme
kurulunun partinin kapatılmasına neden olma yönünden hukuki konumu hakkında
iddianamede yeterli açıklama yapılmıştır. Merkez yürütme kurulunun bu bildiriyi
kendisine kurultayca ya da parti meclisince verilen görev gereği yayınlamış
olması da davalı partinin SPY.nın 101. maddesi karşısındaki hukuki durumunda
bir değişiklik meydana getirici nitelikte değildir. Çünkü, kurultayın ya da
parti meclisinin dahi bu nitelikte bir bildiri yayınlaması SPY'nın 101.
maddesinin (b) bendine göre başlıbaşına birer kapatma nedenidir. Bu durum
karşısında, dava konusu bildirinin kökeninin araştırılması, Yüksek Mahkemenizin
önünde bulunan dava yönünden gerekli bulunmamaktadır.
Cumhuriyet
Başsavcılığımızca yürütülen soruşturmada hiçbir kuşku ve duraksamaya yer
vermeyen, tamamen objektif nitelikteki kanıtların elde edilmesi sonucu, Ceza
Muhakemeleri Usulü Yasasının 163. maddesi anlamında, bunlar yeterli görülerek
Yüksek Mahkemenize işbu dava açılmıştır.
Açıklanan
hususlar göz önünde buludurulduğunda, ön savunmada ileri sürülen konuşmalar
hakkında, yapıldığı ülkelerin resmi makamlarından bilgi alınmadığına, Yaşar
Kaya'nın genel başkan sıfatıyla davet edilip katıldığına ilişkin belge ibraz
edilmediğine, Erbil konuşmasını içeren kasetin nereden sağlandığının belli
olmadığına, kasetlerin montaj olabileceğine, çevirinin öze uygun bulunmadığına,
hukuka ve ahlaka aykırı olarak elde edilen kanıtların değerledirilemeyeceğine,
merkez yürütme kurulu bildirisinin kökeninin araştırılmadığına dair
savunmaların reddi gerekir. Ayrıca, ön savunmanın 1. bendinde ileri sürülen ve
iddianameninin Cumhuriyet Başsavcılığına iadesine dair isteğin de hiçbir yasal
dayanağı yoktur. Zira, Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası, SPY ve 2949 sayılı
Yasada böyle bir işleme olanak veren bir düzenleme yer almamıştır.
8-
Bonn ve Erbil konuşmaları ile ilgili kanıt sağlama yönünden süre tanınması
isteği:
Yukarıda
yeterince belirtildiği üzere, görülmekte olan kapatma davasıyla doğrudan
ilişkili olan bütün maddi, somut ve esas hakkında hüküm kurmaya elverişli
kanıtlar, objektif biçimde toplanıp Yüksek Mahkemenize sunulmuş olduğundan ek
süre isteğinin reddi gerekir.
9-
Dava sonucundan etkilenebilecek olan tüm partili milletvekilleri ile parti
yöneticilerinin sözlü olarak dinlenmeleri isteği:
SPY.nın
98. maddesinin birinci fıkrası ile 2949 sayılı Yasanın 33. maddesine göre,
parti kapatma davalarında Anayasa Mahkemesi gerekli gördüğü hallerde sözlü
açıklamalarını dinlemek için ilgilileri ve konu hakkında bilgisi olanları
çağırma yetkisine sahiptir. Bu nedenle, böyle bir işleme gerek görülüp
görülmeyeceği Yüksek Mahkemenizce değerlendirilecek bir husustur.
10-
Davanın esasına gelince; davanın yasal dayanakları, gerekçeleri ve kanıtları
iddianamede açıkça ve ayrıntılı biçimde ortaya konmuş, parti adına yapılan
konuşmalar ile yayınlanan bildirinin içerikleri çözümlenmiş, Anayasa ve SPY'nda
düzenlenmiş olan bu davayla ilgili kapatma nedenleri öğreti ve artık kökleşmiş
bir nitelik kazanmış olan Yüksek Mahkemenizin uygulamaları ışığında açıklanmış
ve son olarak, konuşmalar ile bildiri bu yasa hükümleri karşısında irdelenerek
var olan kanıtlara göre davalı siyasal partinin kapatılması gerektiği sonucuna
varılmıştır. Davanın ilerleyişinde, kanıtlarda bir değişiklik meydana
gelmediğinden sonuç bağlamında yeni bir husus bildirilecek değildir.
Ancak,
davalı parti merkez yürütme kurulunun dava konusu bildirisinde, varlığı öne
sürülen Kürt sorunun AGİK süreci ve Paris Şartı'na uygun olarak çözümü için
adımlar atılması gerektiğinin beyan edilmesine ek olarak, ön savunmanın 7.
bendinde, Anayasanın 90. maddesi uyarınca iç hukuk kuralı haline gelmiş olan
İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme'nin düşünce,
örgütlenme özgürlüğünü düzenleyen ve ırk, din, dil, mezhep ayırımı
yapılamayacağına dair hükümleri karşısında, kapatma davasının yasal
dayanaklarının bulunmadığının belirtildiği gözetilerek bu konudaki Cumhuriyet
Başsavcılığımızın görüşünün açıklanmasına gerek görülmüştür.
Helsinki
Sonuç Belgesi ile Yeni Bir Avrupa için Paris Antlaşması (Şartı) nın hukuksal
niteliği ve ana hatlarıyla ilkeleri ve hedefleri hakkında iddianamede, davayla
olan ilgisi ölçüsünde açıklama yapılmış ve bu uluslararası belgelerin, devletin
ülkesi ve ulusuyla tümlüğünü bozmaya yönelik girişimlere olanak veren hükümler
taşımadığı ve bu nedenle öne sürülen çözüme esas alınmaları çağrısının hiçbir
hukuksal dayanağının bulunmadığı belirtilmiştir.
Ön
savunmada belirtilen İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair
Sözleşmeye gelince, bu sözleşme genel olarak, insan Hakları Evrensel
Bildirgesindeki kişisel ve siyasal hakları güvence altına almaktadır. Ancak, bu
sözleşme ve eki protokollerde azınlıklar ve etnik gruplara ilişkin bir hüküm
bulunmamaktadır. Sözü edilen her iki uluslararası metinde düzenlenmiş olan hak
ve özgürlükler Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına dahil edilmişlerdir. Kaldıkı, bu
belgelerdeki hak ve özgürlükler sınırsız da değildir.
İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesinin 29. maddesinde, "Herkes haklarını kullanmak
ve hürriyetlerden istifade etmek hususlarında ancak kanun ile sırf başkalarının
hak ve hürriyetlerinin tanınmasını ve bunlara saygı gösterilmesini sağlamak
maksadıyla ve demokratik bir cemiyette ahlak, nizam ve genel refahın muhik
icaplarını karşılamak için tespit edilmiş kayıtlamalara tabidir."
denilmiş, 30. maddesinde de, "İşbu beyannamenin hiçbir hükmü, içinde ilan
olunan hak ve hürriyetlerin bir devlet, zümre veya fert tarafından yok
edilmesini güden bir faaliyete girişmeye veya bilfiil bunu işlemeye herhangi
bir hak gerektirir mahiyette yorumlanamaz." hükmü getirilmiştir. insan
Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesinin 11. maddesinin ikinci
fıkrası da, "Bu hakların kullanılması, demokratik bir toplulukta zaruri
tedbirler mahiyetinde olarak milli güvenliğin, amme emniyetinin, nizamı
muhafazının, suçun önlenmesinin sağlığın ve ahlakın veya başkalarının hak ve
hürriyetlerinin korunması için ve ancak kanunla tahdide tabi tutulur.
Bu
madde, bu hakların kullanılmasında idare, silahlı kuvvetler veya zabıta
mensuplarının muhik tahditler koymasına mani değildir." şeklindeki hükmü
ile sözleşmede yer alan hak ve hürriyetlerin ulusal güvenlik, kamu güvenliği ve
düzenin korunması vs. amaçlarıyla sınırlanabileceğini kabul etmiş, 17.
maddesinde de, "Bu sözleşme hükümlerinden hiçbiri bir devlete, topluluğa
veya ferde işbu sözleşmede tanınan hak ve hürriyetlerin yokedilmesini veya
mezkûr sözleşmede derpiş edildiğinden daha geniş ölçüde tahditlere tabi
tutulmasını istihdaf eden bir faaliyete girişmeye veya harekette bulunmaya
matuf herhangi bir hak sağlandığı şeklinde tefsir edilemez." kuralını
getirmiştir.
Anayasa
ve SPY.da öngörülen, siyasal partilere ilişkin yasaklamalar, sözleşmede yer
alan özgürlükleri kaldırıp azaltma anlamında ve demokratik toplum düzenin
gereklerine aykırı görülemez. Bunlar, Uluslararası Hukukta var olan egemenliği,
ülke ve ulus bütünlüğünü korumaya, ırkçılığa dayalı bölünmeleri önlemeğe
yöneliktir.
Davalı
parti, İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin 11.
maddesinin ikinci fıkrası ile 17. maddesinde düzenlenmiş olan kurallarla
bağdaşmayacak biçimde faaliyette bulunmuştur. Özellikle, araç farklı olmakla birlikte
Demokrasi Partisi'nin faaliyetlerindeki amaç ile bölücü terör örgütü
mensuplarının amacı arasındaki benzerlik dikkat çekici ve anlamlıdır.
Yüksek
Mahkemeniz de, parti kapatılması ile ilgili 10.7.1992 gün, E.1992/2, K.1992/1
sayılı, 14.7.1993 gün, E.1993/1, K.1993/1 ve en son olarak 23.11.1993 gün,
E.1993/1, K.1993/2 sayılı kararlarında davanın konusuyla ilgili olarak sözü
edilen uluslararası belgeleri aynı biçimde yorumlamış bulunmaktadır.
Sonuç
:
2.12.1993
günlü iddianamemizde ve onu tamamlayıcı nitelikte yukarıda yasal dayanakları ve
gerekçeleriyle açıklandığı üzere, davalı Demokrasi Partisi'nin eski genel
başkanının Bonn ve Erbil kentlerinde yapmış olduğu konuşmalar ve parti merkez
yürütme kurulunun yayınlamış olduğu "Demokrasi Partisinin Barış
Çağrısıdır" başlıklı bildirisinde, Anayasanın Başlangıç kısmı ile 2., 3.,
14. ve 69. maddelerine ve SPY.nın 78. maddesinin (a) ve (b), 81. maddesinin (a)
ve (b) bentlerine aykırı nitelikte beyan ve açıklamaların mevcut olduğu
anlaşıldığından,
Demokrasi
Partisi'nin SPY.nın 101. maddesinin (b) bendi gereğince kapatılmasına karar
verilmesini arz ve talep ederim."
IV-
DAVALI PARTİ TEMSİLCİLERİNİN SÖZLÜ AÇIKLAMALARI
22.3.l994
günü yapılan Sözlü Açıklama'da davalı Parti Genel Başkan Vekili Remzi KARTAL
ile davalı Parti Vekili Avukat Hasip Kaplan doğrudan ve yönetilen sorulara
yanıt olarak aynen şunları söylemişlerdir:
REMZİ
KARTAL- Dosyamızda partimizin kapatılmasıyla ilgili delil olarak gündeme
getirilen konular eski Genel Başkan Sayın Yaşar Kaya'nın yurtdışında yaptığı
iki konuşma, bir de parti merkez yürütme kurulunun "bu Demokrasi
Partisinin Barış Çağrısıdır" başlığı altındaki bir bildirisi söz
konusudur. Sayın Yaşar Kaya'nın yurtdışında yaptığı konuşmalar sürecinde ben
partinin parti meclisi ve diğer yetkili organlarında yoktum, bu vesileyle
kendisi de basından anladığımız kadarıyla yurt dışındadır, kendilerinin de aynı
zamanda avukatları olarak Sayın Hasip Kaplan belki o konuyla ilgili söylemesi
gereken cevapları, bilgileri sizlere herhalde sunacaktır. Ben ancak bu barış
çağrısıyla ilgili bir iki şey söylemek istiyorum.
Bu
bildiride ele alınan konulardan dolayı ülkenin bölünmez bütünlüğünü hedeflemek,
ülkeyi bölmek, milletiyle, ülkesiyle bölünmez bütün olan Türkiye Cumhuriyeti
Devletini bu anlamda zaafa uğratmak amacı taşınmamıştır. Daha çok Türkiye'de
var olan toplumsal sorunları kendi partimizin düşünceleri doğrultusunda teşhis
ve bunların tedavisi doğrultusunda Türkiye toplumuna, Parlamentosuna katkı
sağlamak, bunların Türkiye'nin bütünlüğü içerisinde iç barışını hedefleyerek
nasıl çözülebilir konusunda olayın adını teşhisini de kendimize göre koyarak
kaleme alınan bir bildiridir. Kaldıki, Türkiye'de Türk kimliğinden kültüründen
başka bir etnik kimliğin varlığını ifade etmek ve bu kimliğin Türkiye'nin bütünlüğü
içerisinde kendisini ifade etmesine olanak tanımakla ilgili iddialar bizim
partimizin dışında da çeşitli partiler ve kurumlar tarafından dile
getirilmiştir, bugüne dek. 49. uncu ve 50 nci hükümetlerin koalisyon protokolü
ve programında bu konu çok açıktır. Bu yapıların varlığı, bu yapıların
demokratik sistem içerisinde Türkiye'nin kültür mozaiği olduğu, bunların ifade
edilmesi için gerekli yasal düzenlemelerin demokratik açılımların sağlanacağı
ifade edilmiştir. Aynı şekilde Sosyaldemokrat Halkçı Parti tarafından da daha
önce yine Güneydoğu olayları ve Kürt sorunuyla ilgili yapılan çalışmalarda aynı
çerçevede konu ele alınmış.
Aynı
şekilde 49 uncu Hükümetin Başbakanı, bugün Cumhurbaşkanı olan Sayın Demirel'in
gerek o zamanki ifadelerinde gerekse bu son günlerde yine basına yansıyan
ifadelerinde benzer şeyler ifade edilmiştir.
Burada
amaç Demokrasi Partisinin kaleme aldığı bildirisinde amaç: Türkiye'nin mevcut
millet bütünlüğünü bölmek, parçalamak ve Türkiye toprakları üzerinde bir
bölümünü ayrı bir devlet şeklinde Türkiye'nin bütünlüğünden ayırmak gibi bir
maksat söz konusu değildir. Bize göre bugünkü Anayasamız siyasî partilerin bu
faaliyetleri açısından birtakım sınırlamalar getirse de Türkiye'nin var olan
sorunlarının konuşulması, tartışılması ve yine Türkiye Büyük Millet Meclisi ve
Türkiye'nin diğer sivil örgütleriyle, kamuoyuyla oluşturulacak bir irade
çerçevesinde bu sorunlara çözüm bulunması inancıyla hareket edilerek partimizin
düşüncelerini bu vesileyle ifade etmiştir. Ve yine Türkiye olarak uluslararası
arenada altına imza koyduğumuz Paris Şartı, işte Helsinki Nihaî Senedi, Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi gibi birçok sözleşmenin de bizlere bu çerçevede
sorunlarımızı çözebilme, tartışabilme, konuşabilme olanağını sağladığına
inanıyoruz. Bu açıdan ben, Yüksek Mahkemenize birazdan hoşgörünüze sığınarak
şunu ifade etmek istiyorum; hukukçu değilim, böyle bir mahkemede de ilk kez
ifade veriyorum, bu anlamda bir eksiklik de olursa hoşgörünüzü istirham
ediyorum.
Türkiye'nin
çok zor bir dönemden geçtiğine inanıyoruz. Bu zor süreçte var olan sorunlarını
demokratik bir sistem içerisinde çözebilme, sıkıntılarını aşabilme, ülke bütünlüğünü
sağlama, iç barışını sağlama ve gerek Ortadoğuda gerekse dünya konjonktüründe
güçlü bir Türkiye'nin yaratılabilmesi bugün Türkiye'de siyaset yapan kurumların
sorumluluğu içerisindedir. Bizim anlayışımıza göre türkiye'nin var olan
sorunlarını bu çerçevede çözüme kavuşturma yükümlülüğünde olan siyasî güçler
bugünkü uyguladıkları tercih ettikleri siyasî politikalarla alternatif
politikalarla Türkiye'yi içinden çıkılmaz bir hale getirmişlerdir. Türk halkına
karşı, Türkiye'ye karşı ileride tarihte büyük bir vebal altında olduklarına
inanıyoruz. Biz parti olarak bu süreçte Türkiye'nin var olan sorunlarının
konuşulup tartışılabileceği bir ortamın sorunlarının çözümü için birinci şart
olduğuna inanıyoruz. Meclisteki varlık nedenimizi buna bağlıyoruz, konuşmalarımızın
amacı bu, belki bazı kurumlara göre bazı odaklarla siyasî partilere göre
onların değerlendirmelerine göre maksadını aşan konuşmalar olmuş olabilir,
yanlış bulunmuş olabilir, ama hedef, amaç bu sorunların tartışılıp konuşulduğu
ortamı yaratmak gerek Meclis içinde gerekse Meclis dışında ve bu tartışma
ortamında düşünce serbestliği ortamında Türkiye'nin sorunlarının çözümünün
gündeme getirilmesini sağlamak. Bu bildiri de bu çerçevede kaleme alınmıştır.
Partimizin bu bildiriyle ülkenin bölünmez bütünlüğüne, ülke ve millet
bütünlüğüne yönelik bir düşünce içerisinde olmadığını ifade etmek istiyorum.
Av.HASİP
KAPLAN- "Kanımca bugün burada tartıştığımız konu bir hukukî konu olmakla
beraber bir siyasî partinin kapatılma davası olmakla aynı zamanda Türkiye Siyasal
yaşamını, toplumsal yapısını günün gelişen koşullarını ve dünya konjonktürünü
bütün bu etkenleri beraber bu çerçevede değerlendirmeyi gerektiren çok önemli
bir konu. O açıdan biz, savunma olarak bu davaya hiçbir zaman meri yasalar
yönünden kanun tatbiki anlamında dar anlamda bakmadık, bakmak istemiyoruz, Yüce
Mahkemenin de birçok kararında hukukun evrensel ilkelerinin onun ötesinde
uluslararası sözleşmelerle şekillenen ve dünya devletlerinin o uluslar üstü
anayasaya doğru iç mevzuatlarını yönlendirmeye başlayan bir hukuk değişiminin
yapısı içinde ben şöyle düşünüyorum bir avukat olarak, acaba Türkiye
Cumhuriyeti Devleti iki konuşma ve bir bildiriyle bölünebilir mi' Acaba Türkiye
Cumhuriyeti devletinde düşünce ne zamana kadar suç ve yasak olmaya devam edecek'
Tabiî
ben bunları düşünürken başından sonuna kadar olan bir süreci sürekli
gözlerimizin önüne getiriyorum ve biz ön savunmamızda önemle bir beklentici
mesele olarak hem Ankara DGM davalarını hem de Avrupa İnsan Hakları
Komisyonunda şu an görülmekte olan ve önemi itibariyle öne alınan hızlandırılan
bu Nisan toplantısında Avrupa İnsan Hakları Komisyonunun gündemine alınan
Halkın Emek Partisi davasının bekletici mesele sayılmasında ülkemiz demokrasisi
açısından büyük yararlar olduğuna inanıyorum.
Ben,
bu konuda Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna yaptığımız başvuruda tabiî ki
bireysel başvuru olması nedeniyle Yüce Mahkemenin kararında fiileri kapatılmaya
engel olan Sayın Feridun Yazar, Sayın Ahmet Karataş ve Sayın İbrahim Aksoy'un
başvurularını aynı zamanda tüzelkişi parti olarak yapmıştı. Ve şunu ifade etmek
istiyorum, l0-l5 gün önce Strazburg'daydım, düşünce açıklamaları düşünce
özgürlüğüyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ilgili hükümleri ve şiddet
eylemleri arasında çok ciddi bir ayrım ve değerlendirmenin yapıldığını gördüm
ve ben bu belgeyi sunuyorum, bu davaların orada derdest olduğuna dair bir
belgedir.
Diğer
bir konuyu önemle açıklamak istiyorum: Bizim 82 Anayasasının 90 ıncı maddesinde
imzacısı olduğumuz onayladığımız ve yürürlüğe giren ki, ben tarihe bir
bakıyorum l954 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini imzalamışız, 5366
sayılı yasa ile yürürlüğe girmiş; ancak çok yıllar sonra l987 yılında Türkiye
bireysel başvuru hakkını kabul etmiş ve bugün komisyonda değerli hocamız Sayın
Şeref Gözübüyük, üyeler, arkasından l990 yanında Avrupa Bakanlar Komitesinin
siyasi denetimi dışında Avrupa İnsan Hakları Adalet Divanının yargı yetkisi
kabul edilerek bugün Sayın Gölcüklü Hocamızın üye olduğu Türkiye'yi temsil
ettiği divanının da denetiminde olduğumuzu burada önemle belirtmek istiyorum.
Burası elbetteki iç hukukta kesin ve nihaî kararını veren yüce mahkemedir,
ancak bu yüce mahkemenin de kararlarının hukukun evrensel ilkeleri ve imzacısı
olduğumuz uluslararası sözleşmeler açısından denetime tabi olduğunuz ve bizi
ülke olarak bağladığını belirtmek istiyorum. Ve buna bir örnek olarak da benim
savunmasını yaptığım kamuoyunda Yeşilyurt dışkı yedirme davası olarak
adlandırılan ve açıklıkla ifade edeyim ki, savunma avukatı olarak bizim
gösterdiğimiz ve iyi niyet ve dostane çözümle biten bu davada devlet
yükümlülüğü gereği 4 milyar lira tazminat ödemeyi kabullanmıştir. Bunun
belgesini arz etmek istiyorum. Çünkü hem memurin yasasının değişimini kabul
eden türkiye Cumhuriyeti Hükümeti hem de tazminat ödemeyi kabul etmiştir, ancak
bu arada gururla belirtmek istiyorum ki, Strazburg'daki duruşmada l2 Ocak
l993'te yüce mahkemenin memurin muhakematının altıncı maddesinin iptaline dair
olan iptal kararını sunduğumda komisyondaki tüm üyelerin hukukçu olmayan bu
idare kurullarının kararlarının kesin olması, iptal yönündeki bu karara büyük
ilgi göstermişlerdir, büyük etki yapmıştır. Türkiye'de mevzuatta bu değişikliği
kabul etmiştir, ancak Yüce Anayasa Mahkemesi Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinden
önce bu yasayı iptal etmekle daha önce davranmış oldu ve Yüce Mahkemenin bu
kararına mütefarık olarak kişi başına 300 bin Frank tazminat ödemeyi taahhüt
eden dostane çözüm kararını sunmak istiyorum.
Şimdi
bunlar gerçekten bir hukukçu olarak hem hoşuma gidiyor bazı yanları hem gitmiyor.
Çünkü bu davamızda muhtemelen olabilir olumlu veya olumsuz karara göre
Strazburg'a gitme durumu söz konusu olabilir. Ancak biz şunu belirtirken
özellikle Fransa'da iç hukukun önemle Avusturya, İtalya, Danimarka'daki iç
hukukun giderek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi doğrultusunda şekillendiğini
belirtmek istiyorum. Bu şekillenme en başta düşünce özgürlüğü ve örgütlenme
özgürlüğü kapsamında ifadesini bulmakta ve bunun sınırı olarak da demokratik
toplum gösterilmektedir. Bu nedenle Halkın Emek Partisinin Avrupa İnsan Hakları
Komisyonundaki davasını bekletici mesele olmasında ve hatta Yüce Mahkemenin
Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna başvurarak bir yazıyla bu dava akibetinin
sorularak bilgi istenilmesinde kanımca bir hukukçu olarak ben yarar
bulmaktayım. Hatta sonuçlanma süreci açısından da buna bir gereksinim olduğuna
inanıyorum 90 ıncı madde uyarınca iç hukuk hükmü halinde olan bu sözleşmeler
uyarınca Yüce Mahkemenin böyle bir istemde bulunması kanımca çok hukukîdir. Ben
öyle değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Diğer
bir noktaya değinmek istiyorum: eski Genel Başkan Yaşar Kaya'nın Erbil ve Bonn
konuşmalarını ben bir hukuk devletinde gerçekten usulün, soruşturmanın,
kovuşturmanın, her şeyin hukukun ilkelerine göre yapılması gerektiğine inanan
bir hukukçuyum. Erbil bugün Kuzey Irak'ta bir Kürt şehri, orada Kuzey Irak
Kürdistan Demokrat Partisinin bir kongresi yapılıyor, SHP, ANAP, Menderes'in
Partisi şu an demokrat Parti oldu, onun temsilcilerinin çağrıldığı katıldığı
bir toplantı yapıldı ve bu toplantıda Sayın yaşar kaya Kürtçe bir konuşma
yapıyor. Ankara DGM Savcılığı bunu bir iddianame tanzim ederek deniliyor ki,
yaşar Kaya bölücülük suçunu Irak'taki Kürdistan Demokrat Partisi seçime girmiş,
gayri resmi de olsa bir federe meclisi olan Kürtçe dili olan, Kürtçe eğitimini
yapan, hatta Kürtçe mahkemeleri, Kürt mahkemeleri olan fakat devletler hukuku
açısından baktığımızda resmi olarak değil, defakta olarak var olan şu veya bu
nedenle bir gerçeklik ve o gerçekliğe biz Türkiye'den kalkıyoruz gidiyoruz onlara
bölücülük yapacağız. Bunun hiçbir inandırıcılığı yok. Tabiî l40 ıncı madde
yürürlükten kaldırıldı, 3713 sayılı yasayla ve bakanlar Kurulunun gündeminde
l40'ın boşluğunu doldurmak üzere Türkiye dışında Türkiye aleyhine yapılan
konuşmalarla ilgili müeyyide getirici yeni bir yasa çalışması da şekillenmedi
Meclisten geçmedi. Bu da kapatma gerekçesi kapsamında. Tabiî cezai yönü bu.
Anayasal açıdan denetlendiğinde belki farklı yorumlanabilir, ancak bir hukukçu
olarak bir savunma avukatı olarak biz bu konuşmada ve Bonn konuşmasında
özellikle temsil, davetiye, katılım, katılımdan sonra yapılan konuşmanın usule
uygun, hukuka uygun tartışma götürmeyecek delillerle saptanması gerektiğine
inanıyoruz. Erbil konuşmasının bir kaseti var, Ankara DGM'de Sayın Yaşar Kaya tutuklandığında
elde ne konuşma metni vardı, ne de kaset vardı, ikisi de yoktu, tutuklandıktan
üç ay sonra bir gün duruşmanın sonunda iddia makamı Genel Kurmay kaynaklı bir
kasetin olduğunu söyleyip sundular. Sayın Yaşar Kaya da bu kasetteki
konuşmaların konuşmanın tümünü kapsamadığını belirtti, tutanaklarda bunlar var.
Şimdi
efendim, Anayasa mahkemesinin kapatma iddialarından birisi bu. Önce biz
sağlıklı bir tespit yapmak zorundayız. Böyle bir konuşma var mıdır, yok mudur'
Kürtçe tercüme konusunu ciddi düşünmemiz gerekiyor, Kürtçe tercümeler doğru
mudur, değil midir' Bunu hangi kaynak temin etti, nasıl etti. Yani biz, vicdanî
delil sistemini benimseyen, ceza sisteminde özellikle bir ülke olabiliriz ancak
bizim vicdani delil sistemini benimsememiz bu tür delilleri kabul anlamında
olmamalı diye düşünüyorum.
Bonn
konuşmasında ise, parti adına bir davet tespiti yok. Ve henüz kurulmuş olan
Demokrasi Partisinin henüz kurulduğu günlerde yeni kurulduğu günlerde Sayın
Yaşar Kaya'nın bulunduğu bir toplantıdaki konuşması kapatılma gerekçesi. Ben
iki konuşmayı da izledim, iyice düşündüm...
Soru
üzerine; İzledim derken, inceledim bağışlayın teyp kaseti de var, izleme derken
o kasetleri de ben kastettim. Video bantlarını, DGM'de var, Ankara devlet
Güvenlik Mahkemesinde var, Yüce Mahkemeye de sunulmuş olabilir dedikten sonra
devamla;
Şimdi
efendim bu iki konuşmanın içeriği DEP l25 inci madde anlamında bir bölücülük
iddiasının sübut kanıtları yok. Yani şu sınırı çizeceğiz, şu örgütte şu devleti
kuracağız, şu renkte bayrağı kuracağız, şu rejimle ülkeyi yöneteceğiz değil;
tümlük dikkate alındığı zaman, demokratik hak ve istemler eşit ve barış içinde,
kardeşçe yaşama isteklerinin ön plana çıktığı görülür. Bu, bir realitesi
Türkiye'nin, Anadolu mozayiğinin bir realitesidir; bunu böyle kabul etmek
zorundayız. Bu realiteyi Yüce Mahkemenin birçok kararında da görüyoruz; ancak
yurttaşlık hukukunu ön plana çıkaran yurttaş hak, ödev, hak ve ödevlerini ön
plana çıkaran bir anlayışı, demokratik bir anlayışı bu toplumda oturtmanın
yöntemi nedir, henüz bunun siyasal açılımı yapılamamıştır; ancak, benim Yüce
Mahkemenin kararlarından edindiğim bir izlenim, yurttaşlık hukukunun, hak
eşitliğinin ve ödevlerinin eşitliğinin; örnek olarak Amerikan ulusu, Amerikan
vatandaşlık sisteminin benzerinin veya Fransa örneklerinin, Korsika örneğinin
Yüce Mahkemenin kararlarında gösterildiğini, biliyorum, görüyorum; ancak, ben
Fransa örneğinde şunu da görüyorum: Strazburg'da Avrupa Konseyi binasında yemek
yiyoruz, televizyonda Fransızca olmayan bir lisan, devlet televizyonu bu tabiî
Alsasca olduğunu söylediler, Alsas Loren Eyaletiymiş ve alta italik olarak
Fransızca yazılıyor. Elbette Fransa'yı örnek gösterirken, oradaki mozayiğin de
gerçekliğini ve oradaki anayasal yapılanışını da görmek gerektiğini düşünüyoruz.
Ben
bu delillerin çok karmaşık deliller olması açısından, sadece subut yönünden
bizde tereddütler yarattığını belirttikten sonra, Yüce Mahkemede bir noktayı
daha önemle değinmek istiyorum: Ben bir hukukçu olarak rahatsızlık duyduğum bir
konu, l96l Anayasası 58 inci maddesiyle siyasî partilerin münhasır denetimi
ilke sağlanıyor. Gerekçe de Şu: İlk defa çok partili rejime geçiyoruz. Siyasî
parti liderleri keyfi olarak tutuklanmasın, siyasî partiler keyfi olarak
kapatılmasın, siyasal hayatın demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak faaliyet
yürütebilsinler diye; ancak, l96l Anayasasında yer alan hükümlerin aynı şekilde
82 Anayasasında yer almasına rağmen, siyasî partilerin denetimine bir DGM
denetiminin getirildiğini ve Anayasanın bu münhasır yetkisinin, maalesef
parçalandığını belirtmek istiyorum. Terörle Mücadele Yasası 9; "Bütün
suçlar DGM'de yargılanır" diyor, bu konuda bizim Anayasaya aykırılık
iddiamız var, ön savunmada bunu ileri sürdük; ancak, hem cezai yönden DGM'de
yargılama, hem de kapatma, orada kişi olarak l25 yok, 8 inci maddeye aykırılık
var; l25 olsaydı orada fizikî olarak kişinin idamı, burada da tüzelkişiliğinin
idamı; kapatma bence idamdır. Yani, iki idam, mükerrer bir yargılama ve siyasî
parti asli organı, o organ sıfatıyla, söylediği sözler nedeniyle kapatılan o
siyasî parti, maalesef Anayasanın münhasır yargı denetiminin dışında bir
mercide yargılanıyor ve devlet Güvenlik Mahkemeleri cezaî anlamda bu olaya el
atmıştır ve bu da bizim hukuk sistemimizin, Anayasamızın, Siyasî Partiler
Yasamımızın bir eksikliktir, ulaşamadığımız hukuk devletinde, ulaşamadığımız
demokrasinin çağdaşlığa erişemediğimiz bir eksikliği.
Efendim,
şimdi bu eksiklikleri nasıl gidereceğiz; biz bu yasaları olduğu gibi
uygulayacakmıyız, yoksa hukuksal açıdan içtihat oluşturacak, açılım getirecek
ve gerçekten bu tür aksaklıkları giderecek hukuksal değişimi mi sağlayacağız.
Elbetteki budur, sağlanacaktır, ben ona inanıyorum; yoksa Hamurabi kanunlarıyla
yönetilmeye devam ederdik, hiç de değişim gereksinimi duyulmazdı ve bence bir
yasama organına da hukukçular birtakım değişimleri bırakmamalıdır diye
düşünüyorum. Hukukçuların da öncülük etme gibi bir yükümlülükleri olduğuna
inanıyorum.
Ben
buradan öz olarak demokrasi Partisinin kapatılması konusunda biraz fazla acele
davranıldığına inanıyorum ve çok zayıf delillerle bir kapatılma isteminde
bulunulduğuna inanıyorum; fakat beni ürküten diğer bir yan var. Ben l984 yılına
kadar İstanbul'da Avukattım, 84'ten 9l sonuna kadar da memleketim olan
Şırnak'ın İdil İlçesinde Avukatlık yaptım, şimdi İstanbul'da Avukatlığa devam
ediyorum. Ben 84'te İdil İlçesine gittiğim zaman, İlçenin kaymakamı, jandarma
komutanı, oradaki arkadaşlarla rahatlıkla bir köyde, bir vadide hep bir araya
oturabiliyorduk, konuşabiliyorduk, bir yemek yiyebiliyorduk. Bu dönemde olaylar
var mıydı; yoktu; fakat l984 yılında bizim İlçenin karşısında 48 örgüt üyesinin
olduğu yönünde duyumlar vardı. Ve bugün ülkenin geldiği çembere baktığımız
zaman, sürekli yasakla forumların budandığını, susturulduğunu, kısıtlandığını
ve bunun da giderek illegalitenin yolunu, şiddetin yonulunu genişlettiğini
artırdığını ve ülkemizin hiç istemediğimiz bir kaos ortamına geldiğini
belirtmek istiyorum. Ben utanç duyuyorum, bir hukukçu, bir aydın olarak l0 sene
kaldığım İdil İlçesinden irademin dışında ayrıldım. Ben orada olmak, o toplumda
konuşmak isterdim, düşüncelerimi açıklayıp, şiddete teslim olmadan, oradaki
gelişmelerin olmasını isterdim; ancak, ne yazık ki, düşüncenin suç ve yasak
olması, orada koruculuğu, feodaliteyi, oradaki geri kalmış ilişkileri
güçlendirdi ve o bölgede giderek yaygınlaştı. Şimdi bir teneffüs, bir soluk
alma, bir alan gerekiyor. Bu alanı Demokrasi Partisi eksik veya tam kullandı,
ayrı bir konu; ama, ben Demokrasi Partisinin bugün Türkiye demokrasisine ve
özellikle şiddetin durmasına, özellikle akan kanın durmasına hem Demokrasi
Partisinin, hem onun benzeri partilerin çok büyük ihtiyacı olduğuna inanıyorum;
çünkü, Türkiye'nin imzacısı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmelerine uygun
bir hukuk düzenlemesi kaçınılmaz olmuştur. Yüce Mahkemenin de bu konuda
kanılarını biliyoruz, kararlarını da okuyoruz. Sayın Başkanın açıklamalarını
biliyoruz bu Anayasanın değiştirilmesi gerektiği konusunda, Sayın Meclis
Başkanı Sayın Cindoruk'un, Siyasî Parti liderleriyle Anayasa değişikliği konusundaki
çalışmalarını biliyoruz ve bu konudaki büyük ölçüde mutabakatı da biliyoruz;
ama, bu konudaki aslî görevlerini yerine getiremediklerini de görüyoruz.
Şimdi,
böylesi bir dönemin içinden geçilirken, gerçekten çifte standart uygulamadan
birtakım gerçeklikleri yaşama geçirip; ama ülkenin hukuk düzeni içinde,
demokratik düzen içinde siyasî partiler açısından yaşamını geliştirme yollarını
bulması gerektiğini düşünüyoruz ve şu konuda dünkü sabah burada Sayın
Cumhurbaşkanımızın açıklaması "Kürtüm diyen varsın desin..." tabiî
içinde çok daha anlamlı sözler de var, "Tarihimizi gözden
geçirmeliyiz" deniliyor. Ne tesadüftür ki, Sayın Başkanım, Demokrasi
Partisinde her Kürt sözcüğünü bir ulusal azınlık yaratma ve ayrıcalıkla
suçlayan, iddianameyi düzenleyen Sayın Cumhuriyet Savcımız benim hemşehrimdir.
Sanıyorum köken olarak Türk değildir; ama, Türk vatandaşıdır. Ben de kürdüm;
ama, Türk vatandaşı olmakla da onur duyuyorum ve sanıyorum Yüce Mahkemenin de
üyelerinin içinde Türk vatandaşı; ama, etnik yapısı farklı insanlar olabilir.
Bu da bizim güzelliğimiz, gerçekliğimiz. Biz bu güzelliği ve gerçekliği
susturarak, toplumda demokrasiye katkı sunacağımıza inanmıyorum. Ve bu kadar
uzunca bir açıklama oldu sabırlarınıza teşekkür ediyorum.
"Kürt
kimliği tüm sonuçlarıyla birlikte tanınmalı" beyanının açıklanmasıyla
ilgili olarak bir üye tarafından sorulan soru üzerine:
REMZİ
KARTAL- Bildirinin 2 nci maddesinde Türkiye'nin sosyolojik gerçeğine uygun
olarak Kürt kimliği tüm sonuçlarıyla birlikte tanınmalı. Buradaki "Tüm sonuçları"
ibaresi, uluslararası sözleşmeler çerçevesinde bir etnik yapının, kimliğin
demokratik olarak kendisini ifade etmesiyle ilgili sonuçlardır. - Mesela,
dilidir, kültürüdür, televizyonla ilgili, medyayla ilgili, işte gazetedir bu
anlamda uluslararası sözleşmelerde Türkiye'nin de altına imza koyduğu, Paris
Şartı, bu yani çok detaylandırılmamıştır; ama, daha alt kademelerde, daha alt
maddelerde, yani diliyle ilgili, kültürüyle ilgili, radyo, televizyon şeklinde,
öbür maddelerde geçiyor. Burada amaç bu yapının Türkiye'nin zenginliği olduğu,
kendisini bu etnik yapıda gören insanların kendi kimliklerinin Türkiye'de
Cumhuriyet Devletinin çatısı altında yaşayarak, geliştirerek bu ülkeye daha çok
sadık, bu vatanın daha çok bütünlüğü içinde kendisini ifade edebileceğine olan
inancından kaynaklanıyor. Bu noktadan hareketle öbür maddelerde geçiyor
Kürt.... anadilde eğitim hakkı, radyo ve televizyon, Kürtçe yayın, yani bu
anlamda öbür maddelerde geçiyor; fakat Anayasa buna uygun mudur; değildir. Bir
siyasî parti de konuları tartıştırarak, var olan sorunların çözümü konusunda
yasama organının gerekli değişiklikleri yapması, siyasî parti de konuları
tartıştırarak, var olan sorunların çözümü konusunda yasama organının gerekli
değişiklikleri yapması, siyasî partilerin konuyu gündemlerine alması, bu konuyu
eğer mutabakat sağlanırsa, bu anlamda irade beyan edilirse, gerekli tedbirlerin
alınmasını hedeflemektedir.
Yine
aynı üyenin, acaba ulusal kimlik kazanmış bir gruptan mı, yoksa azınlıktan mı
bahsediyorsunuz ' sorusu üzerine:
Bildirinin
muhtevasında zaten konu sanıyorum açıklığa kavuşuyor. Şimdi Anayasa ve
yasalarca garanti altına alınmalıdır. Yani, 2 nci maddenin son cümlesi
bahsedilen tüm sonuçların tanınması ve Anayasa ve yasalarca garanti altına
alınması... Bu cümleden ülkenin bütünlüğü çok açık bir şekilde anlaşılmış
oluyor. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Anayasasının, yasalarının güvenceye
aldığı haklar, ülkenin bütünlüğünü riske edecek, sorun yaratacak konular
olamaz. Ha nedir azınlık hakları; Türkiye Cumhuriyet Devletinin sınırları
içerisinde yaşayan bu insanların kendi kültürlerini, kendi kimliklerini ifade
edebilmeleri bunun daha detaylandırılması ise, tabiî ki, türkiye Büyük Millet
meclisinin sorunudur. Eğer Meclis, siyasî partiler bu anlamda konunun önemini
kabul eder, konuyu gündemine alır, tartıştırırsa, bunu açabilir, tartışabilir
ve Meclisten çıkacak kararlarla dil olarak mı, televizyon olarak mı, radyo
olarak mı, ne anlaşılıyorsa, o çerçevede demokratik olarak kendilerini ifade
etme haklarının verilmesi işaret edilmektedir. Burada sanıyorum yani bildiride
bu anlamda.
Siz
yani netice olarak azınlık mı diyorsunuz' sorusu üzerine de: Türkiye'de
çoğunluğun dışında bulunan bir grup ise, azınlıktır tabii... Erbil'deki
toplantı ile ilgili davetiye olup olmadığı sorusuna karşılık:
Erbil
konuşmasının 4 siyasî partiye de resmî davet olduğu belli. Ancak, biz gerçekten
şunu açık yüreklilikle belirtmek istiyoruz: Biz çok konudaki savunma
delillerimizi parti arşivinden hazırlatıp, bugün bu sözlü savunmada sunmak için
hazırlık yapmıştık. Maalesef veremeyiz efendim, l8 Şubat'ta Parti Genel
Merkezinin bombalanması sonucu, sonuç ortada, binada kurtulan bir tek şey
kalmadı.
Özellikle
bu 4 siyasî partiye davetiye vardı; fakat Bonn toplatısıyla ilgili ben
araştırdım, bir vekil sıfatıyla araştırdım resmî bir davetiye yoktu; ancak Bonn
toplantısında bir yanlışlık vardı, bir yanlış tespit vardı, DGM Başsavcılığının
iddianamesinde olsun, Cumhuriyet Başsavcılığının kapatma iddianamesinde olsun
Bonn toplantısını PKK lidere Abdullah Öcalan'ın tertiplediği söyle- niyor. Ben
de bunu ifade etmek istiyorum: PKK lideri Abdullah Öcalan Almanya'ya giderse
hemen tutuklanır. Çünkü orada aranan bir kişi konumunda. Yani, bu durumda o tür
bir hukuk devletinde bulunma olanağı olmayan bir kişinin toplantı düzenlemesi
mümkün değil; ancak, düzenleyenler bellidir orada. Bir tertip komitesi olur
veya bir dernek olur veya bir kuruluş olur. Ha bunun da tespiti mümkündür,
diplomatik yoldan bir yazışmayla, yani Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti faksın
geliştiği, teknolojinin geliştiği bir çağda Bonn'daki Büyükelçiliğimize bir
faksla iki saat sonra faksa tekrar cevabın alabilir. Şimdi ben bunu
yadırgıyorum. Bir hukukçu olarak bu tür olanaklarımız var, imkanlarımız var ve
inanıyorum ki, Devlet Güvenlik Mahkemesi savcılıklarının yazışmalarına da büyük
hassasiyet ve önemle cevap veriliyor, anında veriliyor. Ama yapılmıyor.
Yaşar
Kaya'nın Erbil konuşması ile ilgili bir soru üzerine O kongreye (Erbil) çok
sayıda konuk katılmıştı ve bütün konuklara sırayla, sırası geldikçe konuşma
hakkı vermişler. Sayın Ercan Karakaş yanılmıyorsam, Anavatan Partisinden şu an
ismini hatırlıyamıyorum; ancak Hakkâri milletvekili Esat Canan'la beraber giden
bir temsilci ve büyük Değişim Partisinden birer temsilci ile birlikte sırası
geldiğinde Sayın Yaşar Kaya'da irticalen bir konuşma yapmış, yani o günün
gelişmeleri, o kongrenin havası içinde irticalen bir Kürtçe konuşma yapmış ve
takdir edersiniz ki, Yüce Mahkemenin kararlarında da Kürtçe konuşmak artık suç
değil, Yüce Mahkemenin kararlarında da son içtihatlarında da var.
Yüze
yakın konuşmacı vardır orada, yüze yakın konuşmacı var ve usulen gelen bütün
yabancı konuklara konuşma hakkı verilmiş o kongrede. BAŞKAN tarafından
"Türkiye'de etnik ve dinsel köken ayrımı yapmadan herkesin bu özelliklerini
açıklama özgürlüğü içinde..." hatırlatılması yapılarak "Kimliğin
ifadesi olanağı..." nereden başlayıp, nerede biten siyasal, sosyal ve
hukuksal boyut taşıyor' Bana onu açıklarmısınız' sorusuna karşılık olarak:
Kimliğin
ifadesi olanağında bir gerçekti Anayasa mahkemesinin tüm kararlarında
görüyoruz, "Türkiye mozayiği vardır" deniliyor. "Türkiye'de
Türklerden başka etnik ve azınlık unsurlar vardır" deniliyor. Bütün
mahkeme kararlarında var; ama, açılmıyor. Hatta isim olarak da belirtti,
"Kürt, Çerkez..." şeklinde de belirtti; ancak, Lozan Anlaşması örneği
getiriliyor. Dinî azınlıklar açısından getiriliyor Lozan örneği Anlaşması ve
Lozan Anlaşmasında bu dinî azınlıkların birtakım hakları var, eğitim,
okullaşma, yayın olanakları var. İlginç bir şey belirtmek istiyorum: Benim
İlçem İdil'de ilk Müslüman aile bizdik, tamamı Süryaniydi. Ama, ne yazık ki, şu
an 25 hane var. Mardin'in Sayın Cumhuriyet Başsavcımızın sanıyorum memleketi
oranın büyük çoğunluğu Süryaniydi, şimdi l5-20 hane var. Şimdi bu Süryaniler de
Lozan'a temsilci gönderdikleri zaman o dönemin metropolitanı o kadar kendini
Mezopotamya'nın mozayiğiyle bütünleştirmiş ki, "Biz kendimizi ayrı bir
azınlık hissetmiyoruz ve bir hak ve talebimiz yoktur" demiştir ve
Ermeniler, Rumlar, Yahudiler gibi Süryaniler azınlık statüsüne girmemiştir; ama
kiliselerinde bugüne kadar yapmışlardır eğitimlerini ve devlet tarafından bir
baskı da kendilerine yapılmamıştır.
Şimdi,
bunun yanında, Türkiye'de benim annem - yakında vefat etti - tek kelime Türkçe
bilmiyordu ve ben anlaşmak için elbetteki Kürtçe konuşmak zorundaydım. Bir
Kürtçe konuşma dili var. Normal günlük yaşamda var, Anayasa Mahkemesi
kararlarında da var. Bugün 20 büyük televizyon, l00'ü aşkın televizyon
bölgesel, bini aşkın radyo var. Biz Fransa'nın Korsika örneğini verirken, evet,
Fransa Anayasasındaki birlik, üniter yapıyı koyuyoruz demokratik toplum içinde;
ancak, her nedense Alsas Loren'deki dil hakkını özgürlüğünü kullanma,
televizyon hakkını kullanıyorlar, eğitim hakkını kullanıyorlar, okullarda
kullanıyorlar görmezlikten geliyor... Bask modelinde eyalet sistemi..
İngiltere'nin Galler örneğinde, Belçika'nın Flemenkler olayında, kantonlar
olayında, İsviçre'nin kantonlar olayında, hepsinde var ve bu Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin son koalisyon hükümetinin programında resmî bir ifade
olarak "Kürt realitesi" olarak ifade edildi. Kürt realitesi,
kimlikten öte bir geniş anlamı olan bir kelime; ama, Kürt realitesini ifade
eden Doğru Yol Partisi ve SHP hakkında kapatılma davası açılmamıştır. SHP'nin
Doğu, Güneydoğu Raporu 1989 senesinde yazılmıştır ve orada ben o dönemde o
partinin merkez yöneticiliğini yapıyordum. Kürt kimliği, hatta Kürt
enstitülerinin kurulmasına kadar geniş bir süreç içinde bir ifade, bir anlatım
var. Onlar da kapatılma gerekçesi yapılmamıştır, açılmamıştır ve geçmiş siyasî
parti kapatma davalarına bakıyorum; küçük sosyalist partiler ve son olarak
demokrasi Partisi, oy oranlarına baktığınız zaman sosyalist partilerin yüzde
l'i bulmuyor. Demokrasi Partisi yüzde 3 müdür, 7 midir; tartışma konusu; çünkü,
özgür bir henüz seçenekten sandığa ulaşmadı. Şimdi, Kürt kimliğinin sınırı
şudur: Türkiye Cumhuriyeti Devletinde, üniter birlik yapısı içinde, bütünlük
yapısı içinde kendi dilinden kaynaklanan, kendi kültüründen kaynaklanan ve
doğallıktan gelen, doğuşla kabul edilen bu hakların özgürce kullanımı, çağdaşça
kullanımı demektir. Yani nevruzun resmî bayram olması için benim ilçemde veya
komşu ilçem Çizre'de ille 50 kişinin ölmesini beklememek gerektiğini
düşünüyorum bir hukukçu olarak. Yine Kürt dilinin televizyonda söylenmesi
korkutmamalıdır. Yani, resmî olarak, devlet kaynaklı olarak devlet bunu belki
ilk aşamada yapmayabilir; ama yapmasında kanımca denetimsel olarak yarar
vardır, tıpkı Fransa örneğinde olduğu gibi, ama özel televizyonlarda bir Kürtçe
türkünün söylenmesi bu ülkede kardeşliğe mi katkı sunar, ayrıcalıklığa mı katkı
sunar' Bu çok önemli bir tespittir, bunu çok iyi görmek lazım. Eğer biz bunu
göremiyorsak, şimdi Yüce Mahkeme sadece Demokrasi Partisinin kapatılmasıyla
uğraşırken, Sayın Çiller'in partisi de Diyarbakır'da Şivan'ın kasetleriyle
seçim propagandası yaparsa, Şırnak'ta -açık konuşayım- Anavatan Partisi Kürt
gruplarının türküleriyle seçim propagandası yaparsaki, bunların hepsi bir
reailite ve yapılıyor- onlara müeyyide uygulanmazsa ve sadece ve sadece o
bölgede güçlü olan bir partiye bu müeyyide uygulamaya kalkar, teneffüs, soluk
alma olanağı kalmaz. DEP de kapatılırsa Sayın Başkanım, ne olacak orada' Başka
parti olacak mı' Şu an yok. Olmayınca... Yani, şimdi ben buraya getiriyorum,
kimlik ifadesini demokratik toplum sınırları içinde ve çok net söylüyorum,
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ölçüsünde ve çok net söylüyorum, biz Türkiye
Cumhuriyeti olarak yükümlülüğümüz var. Pakta sun selvanda, ahde vefa, yani
sözleşmeye saygı ve okuyorum Sayın Başkanım; kimliğe cevabımı veriyorum bu
maddede (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi l4 üncü madde): "Bu sözleşmede
öne sürülmüş olan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil,
din, siyasal ya da başka bir görüş, ulusal ya da toplumsal köken, bir ulusal
azınlıktan olma, mülkiyet, doğuş ve benzeri başka bir statü ayrımı
gözetilmeksizin herkes için sağlanır." Bu net. Paris Şartı insanî boyut
kararlarına bakıyoruz: Artık Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti olarak,
Ortadoğu'da parlayan bir yıldız olarak Avrupa'nın 32 üyeli konseyinin bir üyesi
olarak, çağdaş bir devlet olma iddiasında olarak 21 inci yüzyılın son çeyreğine
altı kala bu tür basit şeyleri aşabilmesi gerekir diye düşünüyorum. Laz kökenli
vatandaşlarımızı, Çerkez kökenli vatandaşlarımızı, Arnavut kökenli
vatandaşlarımızı ulusal azınlıklar kapsamında mı görüyorsunuz ya da görmüyür
musunuz' sorusuna karşılık:
Türkiye'de
resmî Devlet İstatistik Enstitüsünün kayıtlarını araştırırsanız Sayın Başkanım,
çok yakın tarihe kadar nerede kaç Kürt, kaç Laz, kaçı Arapça konuşuyor, kaçı
Türkçe konuşuyor, kayıtları var. Yani tek parti döneminde bile var. Bugün yok.
Olması gereken bugünde yok. Bu bilimsel bir tanım, bir sosyolojik tanım, bir
tarihsel sürecin getirdiği bir tanım. Bu ulusal ekaliyet olma veya azınlık olma
veya ulus olma veya halk olma, hiç önemli değil bence. Yani, l5 milyon da
olabilir, 2 milyon da olabilir, Bosna-Hersek bugün 2,5 milyon Boşnak
Müslümandır, İsrail 3 milyondur, yani sayılar ifade etmiyor.
Şimdi,
bu sayı azınlık olma veya çoğunluk olma. Bu sayı olayı kişinin doğuşundan
gelen, dilinden gelen, kültüründen gelen, tarihinden gelen haklarının
demokratik bir toplumda kullanılması için bu tür kavramların bir anlamı yoktur.
Bu tür kavramlar birtakım haklar doğururlar kaygı ve korkusundan kurtulmak
gerekir diye düşünüyorum. Çünkü Türkiye Cumhuriyetinde biz gerçekten
düşünüyorum bazen, o bölgede olayların içinde yaşayan bir insan olarak diyorum
ki binlerce yıllık beraberliğimiz, kardeşliğimiz, din birlikteliğimiz,
akrabalıklarımız, ekonomik ortaklıklarımız, bunca güçlü bir bağımız olmasaydı
biz birbirimize karşı bu kadar hor davranan insanlar çoktan Yugoslavya'nın
Krayine bölgesini aşmış olurdu. Ben bir hukukçu olarak bunu çok net olarak
görüyorum ve şunu isterdim ki, Yüce Mahkeme bu konuda toplumsal barışın
sağlanması konusunda bir öncülük, gerçekten bir açılım versin. Çünkü bir
tıkanılmışlık, bir kaos var ülkemizde ve bu kaos, milletvekillerini atabiliriz,
partiler kapanabilir; hiçbir şey çözmez, A gider, B gelir, yani değişmez. Onun
yerine başkası gelir, ama bir gerçek değişmez, hergün daha da boyutlanıyor
olaylar ve bu azalmıyor. Olaylar tırmanıyor azalmıyor. Buna bir demokratik
teneffüse ben Meclisin, Yasama organının yapısını ne yazık ki müsait görmüyorum.
Zaman zaman, demin gösterdiğim gazete örneğinde Sayın Demirel'in bu tür
açıklamaları bu sıkıntının ifadesidir, bir çözüm arayışıdır.
Sizin
okuduğunuz l4 üncü maddedeki hakları bağlayacağınız kurumsal yapı nedir, ne
olarak görüyorsunuz Türkiye'deki Kürt vatandaşlarımızı o madde içinde' Sorusuna
cevaben;
Kısa
ve net cevap vereyim: Ulusal ya da toplumsal köken diyorum. Azınlık, halk,
etnik grup demiyorum. Ulusal ya da toplumsal köken. Bilen tek bir vatandaşımız
vardı, o da ... vefat etti. Ulusal ya da toplumsal köken...ben sözleşmenin
maddesini aynen yazmışım burada. Aynı şey Paris Şartı, Helsinki Nihai Senedinde
de daha geniş olarak var.
Sık
sık halk ve halklar sözcükleri kullanılıyor. Bu sözcükleri parti nasıl
tanımlıyor, hangi anlamda kullanıyor bunları' sorusuna karşılık:
Türkiye'de
veya Türkiye gibi tarihî geçmişi olan, nüfus yoğunluğu olan, zenginliği olan
tüm ülkelerde tek ırk, tek ulus, tek etnik yapıdan gelme ari bir yapı bulmanız
mümkün değil. Rusya'yı aşın, Rusya'da 200'ü aşkın ulus, ulusal azınlık, grup.
Herhangi bir tarafa bakalım. Bir İsviçre örneği, bir Belçika örneği. Anadolu
bunlardan çok daha tarihî bir yer. Anadolu'da öyle bir tarih yaşanmış ki,
öylesine uluslar gelip gitmiş ki, öyle medeniyetler yaşanmış ki, bu toprakların
üzerinde de Türklerin geliş tarihi belli Osmanlılarla, ondan önce
Konstantinapolis'te yaşayan azınlıklar bugün de nadir de olsa İstanbul'da
yaşıyorlar ve bugün özellikle Türklerin geliş tarihi sonrası yine o toprakların
aslî unsuru olarak oralarda yaşamış olan ve tarihte Osmanlı ve Türk tarihinde,
Cumhuriyet tarihinde çok net, çok sık ve hatta Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu
Mustafa Kemal Atatürk'ün söylevlerinde ifade edilen Türk de vardır, Kürt de
vardır, Çerkez de vardır, Abaza da vardır, Laz da vardır, hatta hatta bunu
bilimsel araştırmasını yapanlar 49 tane etnik kesimin olduğunu belirtirler.
Ancak, bu kadar etnik kesim, kimlik, bugün kendisini ortak, kıvançta, acıda,
kadarde ortak noktalarda tinsel olarak şekillendirmişse ve geçmişten gelen bir
ortaklık varsa, bu ortaklığı güzelce bir çiçek demeti gibi yaşatmak gerektiğine
inanıyoruz. Çünkü Çanakkale'de yalnız türklerin kanı yok, dökülen kanı yok,
kürtlerin de kanı dökülmüştür, Kıbrıs'ta da aynı ve şimdi bu toprakların
kurtuluşunda beraber kan döken insanlar yalnız Türkler değildir. O zaman halk
veya halklar kavramından bilimsel olarak da, hukuksal olarak da, tarihsel
olarak da fazla korkmamak gerekir. Çünkü gerçeklik budur, realite budur ve bu
devletin resmî belgelerinde budur. Şimdi bu budur diye ben yok saymam ki.
Yok
sayılamayacağına göre, bu farklılıkların dün nevruz şenliklerini izlediniz
ekranlarda, yani halay çekiyor insanlar Kürtçe türkü söylüyor. Şimdi biz bu
Kürtçe türkünün yasaklanması için yasaklar koyarak, ifadeyi kapatarak önlerini
biz türk ulusunu homojen yapıyı oluşturamayız ki, buna bilim, buna sosyolojik
gerçekler, buna tarih müsait değildir. Yani biz kâğıt üzerinde istediğimiz
kadar yazalım çizelim gerçeklik budur. Kürt dili eğer kaybolmamışsa bugüne
kadar ve çok sayıda insan konuşuyorsa, böyle bir dilin olup olmaması önemli
değil, sonradan da gelişmiş, öğrenilmiş olabilir. Yani sonradan gelişmiş,
öğrenilmiş bir dil dahi olsa.
Halk
insanlardan oluşan toplulukların adı efendim. Halk kavramını herkes kullanıyor.
Politikacı kullanıyor, hukukçu kullanıyor, bakkal kullanıyor.
Terörle
Mücadele Yasası'nın 9. maddesiyle ilgili bir soru üzerine; 9 uncu madde gereği
DGM'de açılan bir soruşturmanın delilleri dışında iddianameye dayanak edilen
başka bir delil yoktur. Devlet Güvenlik Mahkemesinin hazırlık dosyalarından
alınan, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının siyasî Partiler Yasası l06 ncı
maddesi fıkrası uyarınca aldığı belgeler delil olarak gösteriliyor. Şimdi
Anayasa münhasır yargısal denetimi Yüce Anayasa Mahkemesine verecek, bunun
yanında Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi 9 uncu maddeye dayanarak "terör
suçu kapsamındadır" deyip bir kavuşturma açacak ve o kovuşturma bugün
burada delil olarak sunacak. Bundan daha öte bir hukuksal illiyeti ben
düşünemiyorum.
Net
olarak söylüyorum. Biri bu. İkincisi, 9 uncu madde Anayasanın münhasır
yetkisini kaldırmıştır. 68, 69 ayrıca Devlet Güvenlik Yargılama Usul Yasasının
9 uncu maddesinin son fıkrasında çok net. Deniliyor ki, Anayasa Mahkemesinin
bakacağı davalar hariç. Ama, sonradan getirilen, 3713'te getirilen 9 uncu
madde, bunu da kaldırıyor ve ilginçtir, SHP o dönemde iptal başvurusunu
yaparken hepsini saymış, nasılsa 9'u atlamış, ben onun mantığını anlayamadım
tabiî. Bütün bu maddeler Anayasa Mahkemesinde görüşüldü, iptal istemiyle
incelendi, ama bu madde atlanmış nedense. Onu anlayamadım, unutulmuş olabilir.
Başvuruda
olmayınca sizler de inceleyemediniz. REMZİ KARTAL- Başkanım, gerek sizin, gerek
sayın üyemizin şahsıma sorduğu sualle ilgili verilen cevaplarda belki eksik
kaldı düşüncesiyle, bir de Sayın Hasip Kaplan'ın şahsına sorulan suallerle
ilgili, partimle ilgili düşüncelerde katkı sağlamak için söz istirham ettim.
Şimdi
ikinci maddede Türkiye'nin sosyolojik gerçeğine uygun olarak Kürt kimliğiyle
tüm sonuçları, Kürt kimliği tüm sonuçlarıyla birlikte tanınmalı, Anayasa ve
yasalarca garanti altına alınmalıdır. Bu "tüm sonuçlarıyla" ne
kastediliyor' Ne anlıyorsunuz sorusu vardı. Kürtler azınlık mıdır, halk mıdır,
nedir, nasıl tanımlıyorsunuz' Yani, şey sonucu geliyor. Cevap aslında 3 üncü
maddede, yani Kürt kimliğinin kabulü temelinde Türkiye'nin taraf olduğu tüm
uluslararası antlaşmalara konulmuş, çekinceleri geri alınmalı ve sorunun AGİK
süreci ki, bu sürece imza koymuşuz ve Paris Şartına uygun olarak çözümü için
adımlar atılmalıdır.
Dört,
Kürtler kendilerini çağdaş anlamda ifade edebilmek için dilini, kültürünü,
sanatını yazılı ve sözlü olarak kullanabilmeli ve geliştirebilmelidir.
Şunu
altını çizerek arz etmek istiyorum: Geçmişte kapatılan Halkın Emek Partisi,
bugünde kapatılmasıyla ilgili davanın sürdüğü Demokrasi Partisi dört yıllık bir
süreç içerisinde, son dört yıllık süreçte karşımıza çıkıyor. Partinin
Türkiye'de olmayan bir sorunu yaratma ve yarattığı sorunla da Türkiye'yi kaosa
sokma, Türkiye'yi bölme gibi ne bir iddiası var, ne de böyle bir gücü var. Tam
tersine, Türkiye'de var olan ve Türkiye'nin bugün sosyal, siyasal, ekonomik,
kültürel yaşamının bütün problemlerini hemen hemen ana sorunu haline gelen
Türkiye'de yaşanan şiddet olaylarının, terör olaylarının, ekonomik ve siyasî
krizin nedenleriyle ilgili diğer siyasî partilerden farklı olan teşhisi ve
tedavisiyle ilgili, düşünceleriyle ilgili ortaya çıkış sebebi söz konusu. Adı
Kürt halkı mı olur, adı Kürt ulusu mu olur, adı bir aşiret mi olur, adı başka
bir şey mi olur; problem bu değil. Problem, Türkiye'de birtakım olaylar var.
Sayın Cumhurbaşkanı kendi ifadesiyle buna 29 uncu Kürt isyanı diyor, Sayın
Genelkurmay Başkanı kendi ifadesiyle düşük yoğunlukta savaş diyor. başka birisi
başka bir şekilde adlandırabiliyor. Millî Savunma Bakanı bölgeden gelirken ben
cepheden geliyorum gibi ifadede bulunuyor. Türkiye'de var olan bu sorunları
teşhis etmek ve çözme konusunda bizim parti olarak adı ne olursa olsun, ulus
mudur, halk mıdır, köken midir, yani bunu Türkiye kamuoyu konuşmalı tartışmalı,
ancak sonuç itibariyle çözüme ve tedavisine kamuoyunda oluşacak olan sağduyuyla
birlikte bir çare, bir formül bulunmalı, ama mutlak surette bulunmalı ki,
Türkiye bu giderek yaşadığı kaosu aşabilsin...
Size
göre çare nedir' sorusuna karşılık olarak da;
Bize
göre demokrasidir Sayın Başkanım, bize göre Türkiye Cumhuriyeti Devletinin
ordusundan daha güçlü, büyük bir gücü var, 60 milyona yakın insanın ortak
iradesidir. Bu 60 milyona yakın olan insanın barış içinde, bir arada, huzur
içinde yaşama ile ilgili olan iradesi her şeyin üstünde en güçlü kuvvettir diye
düşünüyoruz. Bu noktadan hareket edince demokratik ortamda konuşulup tartışılan
hiçbir fikrin, ne kadar zararlı da olursa olsun, ne kadar aşırı da olursa
olsun, hiçbir fikrin bu sağduyuyu aşabileceğine inanmıyoruz. Bize göre var
olan, yaşanan sıkıntıların temelinde 70 yıllık Cumhuriyet tarihi içerisinde
Türkiye'nin sosyolojik, etnografik kimliğine uygun olarak çözümsüz bırakılan
birtakım sorunları sebeptir. Bunun adı da Kürt sorunudur. Kürt sorununu
Demokrasi Partisi yaratmadı. Kürt sorunu var. Bu Türkiye'nin gerçeğine uygun
bir şekilde de siyasî güçler tarafından formüle edilemiyor ve bunun sonucu da
Türkiye gerek uluslararası konjönktürde gerekse Ortadoğu konjönktürde
Türkiye'nin birliğiyle ilgili sıkıntıları olan veyahut da problemleri olan
güçler tarafından da desteklenen bir boyutuyla Türkiye bu sıkıntıları giderek
yaşıyor ve bu sıkıntılar her geçen gün de artıyor. Demokrasi Partisi bu
sorunların çözümüyle ilgili konuları gündeme getirirken, kendiliğinden bu
sorunu yaratmıyor. Bir sorun var, bu sorun nedir, konuşmalıyız, tartışmalıyız,
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Mecli dışındaki bütün sivil toplum örgütleri,
kamuoyu medyasıyla bu sorunun adını, tedavisini doğru koymalıyız,
tedbirlerimizi almalıyız; ama ne, hangi hedefler için' Türkiye'nin bütünlüğü
için, Türkiye'nin iç barışı için, Türkiye'nin bölgede ve uluslararası arenada
güçlü bir devlet haline gelmesi bakımından.
Biz,
bugünkü yasalara göre, geçmişte Halkın Emek Partisinin kapatıldığı gibi, bu
parti de kapatılabilir; ancak, biz parti kapatmalarının düşüncesinin önündeki
engellerin devamının Türkiye'ye, ülkemize bir fayda sağlamayacağı inancındayız
ve kendimizi, özellikle bu yaşanan acılı tabloda soruna müdahale etme,
demokratik inisiyatifi, parlamento inisiyatifini koymayla görevli görmekteyiz.
Bu anlamda kendimizi, klasik anlamda bugüne kadarki kamuoyunun gördüğü
anlamdaki bir milletvekili kimliği de görmüyoruz. Esas kimliğimizi bu ülkenin
yaşadığı sancıları, acıları gündeme getirmek, tartıştırmak, demin çizdiğim hedefler
çerçevesinde bu sıkıntılı tarihî süreçte üzerimize düşen görevi yapmamız
gerektiği inancındayız.
Bu
partinin kuruluş amacı bu. Bu partinin Mecliste, kamuoyunda yapmak istediği
katkı bu. Ne ülkeyi bölmektir ne ülkede var olmayan bir sorunu yaratmaktır ne
de ülkenin giderek içinde yaşadığı bu iç çatışmaların artmasına, yoğunlaşmasına
katkı sağlamaktır. Bu bizim için medyada bizim düşüncelerimize karşı olan, bize
karşı olan güçlerin iddiasıdır.
Biz
iki şeyi aşamadık: Biz medyayı aşamadık, bunu aşacak gücümüz yok. Bis
parlamentodaki bugünki siyasî mutabakatı aşamadık. Siyasî partiler buna
"Millî mutabakat" diyorlar, biz bu düşüncede değiliz. yapılan millî
mutabakatın Türkiye'nin yararına olmadığına inanıyoruz. Bu sözlerimiz bugün
için Yüksek Mahkemeniz tarafından da kabul görmeyebilir. Parlamentoda görmediği
gibi. Ama, biz tarih önünde Türk halkının süreç içerisinde herşeyi çok daha
geriye dönüp baktığı zaman açıklıkla konuşup tartışacağına inanıyoruz. Bu
çerçevede, burada adı ulus mudur, halk mıdır, aşiret midir, köken midir '...
Sorunun bu olmadığı düşüncesindeyiz; ama, şu anda kendi ülkemizin imzaladığı
uluslararası sözleşmeler çerçevesinde, bu AGİK süreci ve Paris Şartı 3 üncü
madde geçen, buradaki tarifiyle buradaki tanınan demokratik taleplerle Türkiye'nin
iç hukukuna bunun uygulanmasıyla biz sorunun önemli ölçüde şiddetin elinden
alınacağına, ülkenin demokratik sistemi içerisinde 60 milyon insanın iradesiyle
şiddetin ülkenin toplumsal gündeminden çıkarılabileceğine ve ülkenin muhtaç
olduğu huzur ve iç barışını sağlayacağına inanıyoruz. Bu çerçevede
düşüncelerimizi ifade etmek istedik.
Tekil
devletle tek ulus konusunda ne düşünüyorsunuz parti olarak' sorusuna karşılık:
Biz
Türkiye'de bu gerek sorduğunuz soru açısından, gerekse mevcut yaşanan sorunların
çözümü açısından bir program da yatan ve bu böyle çözülmelidir, bunun formülü
budur diyen bir dayatmacı konumda değiliz. Biz bir sorun var, bu sorun mevcut
bu politikalarla çözülmüyor daha çok ağırlaşıyor. Bunu tartışsın Türkiye;
Parlamento tartışsın, kamuoyu tartışsın, söylediğiniz sorunun da cevabını,
çözümlerin de cevabını tartışarak hep birlikte o zaman öğreneceğiz. Bu anlamda
çok açık net programı savunan bu ülkede bu işin çözümü budur, bu yapılmalıdır;
ama bugün kamuoyunda tartışılan, bizim de katıldığımız bu ülkede bir üst kimlik
altında, bu ülkede var olan, kendilerini ifade etmek isteyen Türkiye
Cumhuriyeti Devleti Bütünlüğü içerisinde alt kimliklerle bu sorunların
aşılabileceği düşüncesindeyiz. Ancak, parti olarak böyle bir programımız yok."
V-
DAVALI SİYASİ PARTİNİN ESAS HAKKINDAKİ SAVUNMASI
Davalı
Demokrasi Partisi'nin 15.4.1994 günlü 1993/3 S.P. dosya nolu esas hakkındaki
savunmasında özetle şöyle denilmiştir.
"I-
Usûle İlişkin
a-
Bekletici sorun, davanın sonucunu etkileyeceği gibi, bu sorun, Anayasa
Mahkemesinin görevi dışındadır.
Başsavcılık
iddianame ve esas hakkında görüşünde, partinin kapatılması istemini, Ankara
Devlet Güvenlik Mahkemesinde derdest olan, 1993/114-115 E.ceza dosyalarındaki
fiillere dayandırmaktadır. Kanımızca, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin,
Anayasanın münhasır yargı alanına girmesi, onların yetkilerini paylaşması,
Anayasaya aykırıdır. Ancak, açılmış ve derdest davalar bulunduğundan,
"bölücülük" suçlarının sübuta erip ermediğinin tesbiti ve bu yönde
kesin bir mahkeme kararının bulunması zarureti ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Ankara
Devlet Güvenlik Mahkemesince cezai yönden suç unsuru bulunmadığını varsayarsak,
aklanmış bir fiilin kapatma delili ve gerekçesi olarak sunulması hukuken mümkün
olamaz. Bir mahkemenin suç yoktur dediğine, diğer bir mahkemenin suç vardır
demesi, derecesi ne olursa olsun, ceza ve yargılama mantığı açısından
bakıldığında, sonuç olarak çelişki ve mükerrerlik olarak tezahür edecektir.
Bekletici
sorun olarak gösterdiğimiz Erbil ve Bonn konuşmaları ile " barış
bildirisi"nin 3713 s. y.nın 8/1 nci maddesine aykırılık nedeniyle dava
konusu olduğu dikkate alındığında, hem deliller bu dosyalardan temin edilmiş,
hemde sübut delilleri bu dosyalar üzerinden araştırılmaktadır. O halde bu
dosyaların kesin sonuçlarının beklenmesi, davanın sonucunu esastan etkileyecek
önemdedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesinin görevi dışında bir başka mahkemece
görülen derdest dosyaların sonuçlarının beklenmesi kaçınılmazdır.
b-
Avrupa İnsan Hakları Komisyonundaki HEP davası, bekletici sorun teşkil eder.
Avrupa
İnsan Hakları Komisyonunda 22723/93, 22724/93, 22725/93 sayılı derdest
dosyalar, HEP'in kapatılması davasında dayanak gösterilen Anayasa ve Siyasi
Partiler yasasının hükümlerinin, sözleşmeye aykırılık teşkil edip etmediği
görüşüldüğünden, önem arzetmektedir. Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, etnik,
din, dil farklılıkları ve bunların sonuçları hep birlikte
değerlendirilmektedir.
Türkiye
sözkonusu sözleşmeyi imzalamış, onamış ve yürürlüğe koymuş olmakla Anayasanın
90 ncı maddesi uyarınca bir iç hukuk hükmü haline gelmekle, buna uyulup
uyulmadığıda denetlenmiş olacaktır. Komisyonun Nisan ayı içinde gündeminde olan
davanın sonuçlanması mevzuat değişikliği ile birlikte ödence konusunuda gündeme
getirecektir.
Pacta
Sun Senvanda, yani ahd-e vefa gereği sözleşmeye saygı, hukuk devleti olmanın
gereğidir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hergeçen gün dahada geliştirilerek
"ortak bir Anayasa" olma yönünde gelişmektedir. Avrupa Konseyi üyesi
birçok ülke, mevzuatını yeniden belirlerken sözleşme hükümlerini dikkate
almakta, bu ülkelerde mahkemeler hüküm verirken sözleşme hükümlerini nazara
almaktadır.
Avrupa
İnsan Hakları Komisyonuna 1987 yılında bireysel başvuru hakkını kabul eden
Türkiye 1990 yılında Avrupa İnsan Hakları Divanının yargı yetkisini kabul
ederek önemli bir adım daha atmıştır. Dünyada tek uluslararası mahkeme olan
Komisyon ve Divan'ın üye ülkelerin en seçkin hukukçularından oluşması,
insanlığın ortak değerlerinin, evrensel hukuk ilkelerinin yaşama geçmesinde
belirleyici ve bağlayıcı etkileri giderek dahaçok kendini hissettirmeye
başlamıştır.
Yüce
Mahkemenin evrensel hukuk kuralları ve çağdaş gelişen dünyada ki değerleri
dikkate alması, yasamanın zaman zaman bazı nedenlerle gösterdiği tıkanıklık
karşısında hukuk içtihatları yaratarak, çağa ihtiyaca cevap verme gibi son
derece zor ama onurlu görevleride bulunmaktadır. Biz bu nedenle, Yüce
Mahkemenin Strasbourg'ta Komisyon nezdindeki gelişmeleri izlemesini, bekletici
sorun yapmasını istemekteyiz.
c-
Anayasaya aykırılık iddialarımız ciddidir.
Terörle
Mücadele yasasının 9 ncu maddesi siyasi Partiler Yasası'nın 78, 81 nci
maddelerinin Anayasaya aykırılıklarının incelenmesi gerekir. Geçici 15 nci
madde ise hukuken bağlayıcılığını yitirmiş bir maddedir. Kaldı ki Dünyanın
hiçbir hukuk devletinde böylesi bir madde bunca yıl yürürlükte kalmaz.
Uluslararası sözleşmlere, hukukun evrensel ilkelerine açıkça aykırı bu hükmün
mevcut yasaların orjinal hallerinin bozulması nedeniyle uygulama kabiliyetide
kalmamıştır.
Anayasamıza
göre Siyasi Partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Özgürce
faaliyetlerini sürdürebilmeleri içinde Anayasa Mahkemesinin münhasır denetimi
kabul edilmiştir. Anayasa Mahkemesi dışında özellikle Sıkıyönetim veya DGM gibi
özel mahkemelerin siyasî partileri kavuşturması durumunda hem Anayasanın
tanıdığı "münhasır yetki" zedelenmiş olur. Hemde demokrasiye ve hukuk
devletine zarar veren müdahaleler eksilmez.
1961
Anayasası ile getirilen güvence, 1982 Anayasasında 68 ve 69 ncu maddelerde
yeralmış olup, özellikle yasama dokunulmazlığı bulunmayan siyasi parti
liderlerinin keyfi gözaltı ve tutuklanmalarının önüne geçilmek istenmiştir. Ne
yazık ki uygulama bunun tersi olarak cereyan etmeye devam ediyor.
Siyasi
Parti liderleri seçim dönemi olsun ve olmasın sürekli olarak partilerini
tanıtıcı toplantı, miting benzeri etkinliklere katılır ve konuşmalar yaparlar.
Ülkenin heryerinde yapılan bu konuşmalar nedeniyle her yetkili savcı bir soruşturma
açmağa kalkarsa, liderler, günlerini nezarette ve ifade kuyruklarında
geçirirlerdi. Bu durumda ise demokrasinin gereklerinin yerine getirilmiş
olduğunu varsaymak mümkün değildir. DEP eski Genel başkanı Yaşar Kaya'nın
tutuklanıp üçaya yakın süre tutuklu kalması ile parti faaliyeti engellenmiştir.
Siyasi partilerin münhasır yetkisi ihlal edilmemiş olsaydı demokratik bir
şekilde çalışmalarını sürdürmeleri olanaklı olacaktı. Bu durumda 3713 s.y.nın 9
ncu maddesi, Anayasa açıkça aykırılık teşkil ettiğinden iptal isteminin ciddi
görülerek incelenmesi gerekmektedir.
d-
Usule, hukuka, ahlâka uygun delil toplanması istemimiz dikkate alınmalıdır.
Erbil
ve Bonn konuşmalarına ilişkin sağlıklı kayıtlar elde edilemediği gibi, nereden,
nasıl ve ne şekilde temin edildiği meçhül kasetlerin delil olarak
değerlendirilmesi mümkün değildir. Önsavunma dilekçemizde belirttiğimiz gibi
Yüce Mahkemece bu konuda bize yetki ve süre verildiği takdirde bizzat Erbil ve
Bonn'a giderek inceleme ve araştırma yapacağımızı belirtmiştik. Şu ana kadar
toplanan deliller ile iki konuşmanın tamamı ve orjinali elde edilememiştir.
Ankara
DGM Savcılığının iddianameleri delil olarak sunulduğundan, bazı iddiaların
hayal mahsulu olduğu örneğin Bonn toplantısını PKK Genel Sekreteri Abdullah
Öcalanın düzenlemediği, düzenleyen kişi ve kuruluşların ise belli olduğu ancak
araştırılmadığı görülmektedir. Bir sanıkta ele geçen kasetle yetinilmesi mümkün
değildir. Yüce Mahkemede Ceza Usul hükümleri uygulandığından, sübut delilleri
açısından sağlıklı bir araştırma yapılması zarureti ortaya çıkmaktadır. Aksi
takdirde, usule, hukuka ve ahlaka aykırı olarak elde edilen delillerin kapatma
gerekçesi teşkil edemiyeceğinin karara bağlanması gerektiği kanısıdayız.
Parti
MYK'sının aldığı bir kararla "Barış Bildirisinin" de kapatılma
gerekçesi olarak gösterildiği dikkate alındığında, ülkenin yaşadığı koşullar ve
toplumun barış istemi dikkate alınarak Kurultayın Parti Meclisine yüklediği
kararın alınmasında, tüzük ve proğram hükümlerinin ihlal edilip edilmediğinin
incelenmesi önem arzetmektedir. Daha önce herhangi bir ihtara konu olmayan iki
konuşma ve bir bildiri nedeniyle belirtiğimiz usuli eksikliklerin
giderilmesinden sonra esas açısından inceleme yapılması gerekir.
II-
Esasa İlişkin
Demokrasi
Partisi 7.5.1993 tarihinde İçişleri Bakanlığı'na başvurusunu yaparak SPY nın 8
nci maddesine göre tüzel kişilik kazanmıştır. Kuruluşundan yirmiikigün sonra
eski Genel Başkan Yaşar Kaya'nın katıldığı 29.5.1993 tarihli Federal
Almanya'nın Bonn : 15.8.1993 tarihindeki Erbil şehrindeki konuşma ile Ağustos
1993 tarihindeki parti Merkez Yürütme Kurulunun "Demokrasi Partisinin
barış çağrısıdır" başlıklı bildirisi kapatılma gerekçesi olarak
gösterilmektedir.
Anayasanın
69 ncu maddesine göre: Siyasi partiler tüzük ve proğramlarının dışında
faaliyette bulunamazlar..Cumhuriyet başsavcıları kurulan partilerin tüzük ve
proğramlarının Anayasa ve kanun hükümlerine uygunluğunu denetler..
denilmektedir. "DEP tüzük ve proğramı" sözkonusu denetimden geçmiş ve
herhangi bir aykırılık görülmemiştir.
a-
Siyasi Partiler Demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez unsurlarıdır.
Siyasi
Partiler, demokratik, çağdaş, hukuk devletlerinde, siyasal iktidara sahip
olmayı hedefleyen dinamik organizmalardır. Siyasal vücutlarını, doktirin ve
eylemlerinden örülü ideolojileri canlı tutar. Seçimi hedeflemeleri seçmen
kitlesinin "Halkın" istemlerinin yasama geçirilmesini hedeflemeleri
nedeniyle destek arayacakları ilk yer toplumsal kökleridir. Onun içindir İşçi
Partisi emekçilerden, Köylü partisi kırsal kesimden, Liberaller
Kapitalistlerden oy isterler. Günümüzde bu çerçeve ve yelpazeleri değişik
etkenlerle çoğaltmak mümkündür. Prof.Dr.Zafer Tunaya göre,
"Siyasal
Parti, bir proğram (doktirin eylem) çerçevesinde birleşmiş insanları bir örgüt
içinde toplar ve siyasal iktidarı, serbest seçimler yoluyla, ele geçirme
yönünde ortak çabaları düzenler ve kanalize eder.
Bu
tanıma giren siyasal parti, açık çoğulcu çok partili rejimin ögesi olmakta ve
tek partiden ayrılmaktadır. Giderek, tekçi rejimlerin güdümlü çoğulculuğundan
ayrılmaktadır..."
Demokratik
Devletin en büyük özelliği çok partili renkli siyasî yaşama sahip olmasıdır.
Siyasal Partilere özgürce çalışmaları ve faaliyette bulunmaları için getirilen
Anayasal güvence, bu nedenle Anayasa Mahkemesinin tek ve münhasır yetkisine
bağlanmıştır.
Siyasî
Partilerin tanımlamaları yapılırken, "Kadro Partileri" ve "Kitle
Partileri" ayrımına gidilmektedir. Kitle partileri üye ve taraflar
sayısını daima arttırmak için bünyelerinde değişik görüşlerede yerveren ortak
çıkarlarını öne alan anlayışları ile esnek yapılanmaları ile Kadro ve ideoloji
partilerinden ayrılırlar.
DEP
bir kitle partisi olduğu proğramında şöyle açıklamaktadır: "DEP toplumda
demokrasi için ciddi bir savaşım verebilmenin ön koşulunu, kendi içinde gerçek
bir demokratik yapı ve işleyiş sağlamakla görür. Bu nedenle, parti içinde tam
bir düşünce ve tartışma özgürlüğünü esas alır ve her türlü anti-demokratik ve
baskıcı yöntemi dışlar.
DEP
Demokrasi ve değişimden yana olan: baskıya haksızlığa karşı çıkan, kitlelerin
aldatılmasına son vermek ülkenin ve toplumun çehresini değiştirmek isteyen tüm
emekçileri, aydınları, gençleri, demokratları, yurtseverleri, barışseverleri ve
çevrecileri ortak amaca ulaşmak için saflarında birleşmeye ve görev almağa
çağırır.." denilmektedir.
DEP
mücadele anlayışını ve örgütlenme modelini açıklıkla belirledikten sonra,
Anayasal sınırlar içinde meşru ve haklı mücadelesini başlatmıştır.
b-
Kapatma gerekçesi iki konuşma bir bildiriden ibaret olup düşünce açıklamasının
kapatılma gerekçesi olması çağdışı ve hukuka aykırıdır.
DEP
hakkında "şiddet eylemlerine" başvurduğu için, veya yasadışı
eylemlilikler içinde bulunduğu için değil yalnızca Genel Başkanın iki konuşması
ve MYK'nın bir bildirisi nedeniyle kapatılmasının istenmesi Yirmibirinci
yüzyıla altı yıl kala "düşünce suçu nedeniyle" yargılanma ayıbı
olarak tezahür etmektedir. Hiçbir çağdaş demokratik hukuk devletinde
"düşünce suçu" diye bir suç olamaz, TCK'nun 141, 142 ve 163 ncü
maddelerinin kaldırılması ile övünen bir devletin imzaladığı uluslararası sözleşmeleri,
hukukun evrensel ilkelerini hiçe sayan bir yaklaşımla düşünceleri nedeniyle bir
siyasi partiyi kapatmak istemesi o ülkenin demokratikleşmede geldiği aşamayı
gösterdiği gibi, gerçek bir demokrasiden bahsedilmesi olanaklarınında
bulunmadığını gösterir. Bu yaklaşım tarzı olaylara hukuki açıdan değil
"politik" açıdan bakma yargılama görüntüsü verirki, partiler
mezarlığına dönen bir ülke asla demokratik bir hukuk devleti olamaz. Resmi
ideoloji doğrultusunda, tabucu, statükücü, hertürlü değişime tahammülsüz bir
resmi anlayış ile siyasi partilere böylesi dar, bir giysi giydirmenin hukukla
demokrasi ile bağdaşır hiçbir yanı yoktur.
c-
İsnad ciddi olmalı T.C. Devleti iki konuşma bir bildiri ile bölünmez.
Siyasi
Partiler tıpkı canlı organizmalar gibi gelişen, değişen çağa, tekniğe, topluma,
ihtiyaçlara göre kendilerini yenilemek zorundadırlar. Proğramlarını bu
ihtiyaçlara göre belirlerler. Proğramlarını ifade etmek için de sözlü veya
yazılı açıklamalarda bulunur düşünce açıklarlar. Toplum hayatında çok önemli
yeri olan partilerin siyasi faaliyetlerinde elbette sınırlar vardır. Bu sınırın
en başında demokratik mücadele anlayışı dışına çıkmamak gelir. Demokratik
mücadele anlayışı dışına çıkmak, şiddet sınırına geçmek en belli başlı
sınırdır."
"Düşünce
açıklama gibi son derece masum eylemler nedeniyle kapatılması,
milletvekillerinin Anayasanın 84 ncü maddesi uyarınca milletvekilliklerinin
düşürülmesi gibi ağır yaptırımlar karşısında, iddia ile sonuç arasındaki
illiyet yanısıra, ülke demokrasisine getireceği katkınında çok iyi
değerlendirilmesi gibi zorlu bir görev ile karşı karşıya bulunmaktayız.
Sosyal
yapılar içine girilmeden, gerçekçi bir inceleme ve araştırma yapılmadan,
çoğulculuk, katılımcılık ve demokrasi açısındanda sağlıklı çözümlere varamayız.
Prof.
Duwerger, çok partili rejimlerin demokrasinin varolduğu, Batı anlamında bir
demokrasinin göstergesi olduğu anlamına gelmeyeceğini vurgularken, önemli bir
noktaya dikkat çekmektedir.
Nüfus
yoğunluğu olan, çeşitli etnik ve dinsel zenginliklerin yaşadığı ülkelerde, bazı
partilerin bu ayrılıkları ve bunlardan doğan meşru hakları savunmak üzere
temsilci olabileceklerini, partileşmede ve parti sistemlerinin ortaya
çıkmasında bunun önemli bir etken olduğunu vurgulamaktadır. Çok partili rejim
mutlak bir gereklilikmidir' gerçekten demokrasinin şartımıdır. Artık Batı
demokrasileri bu soruya evet yanıtını veriyor ve tartışma konusu dahi yapmıyor.
Çünkü
demokrasi çoğulcudur ve bir kamuoyu rejimidir. Siyasi partiler fikirleri
toplar, gruplaştırır, biçimlendirir, kişileri yalnızlıklarından kurtarıp
ülkenin yönetimine yöneltir. Demokrasi siyasi partilere muhtaçtır.
Partisiz
demokrasi nasıl bir ütopya ise, partileri ortadan kaldırmak, kapatmak
demokratik hukuk düzeni ile bağdaşmaz. Partiler demokratik siyasi hayatın
ölçüleridir. Kamuoyu yapma ve bunu dile getirme hürriyeti siyasi partilerin
varlık nedenidir. Onun içindirki iktidardakiler gibi düşünmeme hürriyeti
demokrasinin özüdür.
d-
Dava açılırken "çifte standart" uygulanmıştır.
Demokrasi
Partisi kuruluşundan itibaren hemen takibe alınmıştır. Ankara DGM
Başsavcılığının açtığı soruşturma ve bu dosyalarda ki Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığının yazışmaları dikkate alınacak olursa; Bu hız ve gayretin diğer
siyasi partiler için gösterilmediği görülecektir. Bugüne kadar kapatılan siyasi
partilere göz atacak olursak yakın süreçte, TBKP, SP, HEP, ÖZDEP hakkında
kapatılma davaları açıldığı ve Anayasa Mahkemesince kapatılma kararı verildiği,
SBP ile DEP hakkındaki davaların ise sürdüğü görülür.
Açılan
davaların tümünde ortak bir iddia vardır "Bölücülük", hakkında
kapatma davası açılan tüm partiler Sosyalist veya demokratik sol partilerdir.
12 Eylül öncesi döneme baktığımız zaman Sıkıyönetim Mahkemeleride Sosyalist
Partilere karşı acımasız bir tavır içindedir.
Partiler
yelpazesinde MHP gibi ırkçı, MSP veya RP gibi dini esaslara dayanan partilerin
ise özenle korunduğu ve. Milliyetçiliğin son dönemlerde, "Türk-İslam"
sentezi modelinde giderek resmi bir politikaya dönüştüğü görülür
27
Mart 1994 yerel seçimlerine böylesi bir koruma altında giren ve devlet
kademelerinde kadrolaşan bu tür partilerin yakın bir zamanda genel iktidarlara
yönelmeleri ırkçı veya dini esaslara dayalı yönetim biçimlerinin gelişmesi
kaçınılmazdır. Bir bakıma "irtica" devletin kanatları altında bilerek
güçlendirilmiştir. Ne yazık ki böylesi bir çifte standarda hukukun ve yargının
alet edilmek istenmesinin bağışlanır hiçbir yanı yoktur. Ülke ve ulus çıkarları
dikkate alındığında buna hizmet eden herkesin kamu vicdanında tarih önünde
sorumlu duruma düşeceği kaçınılmazdır.
Dava
açılırken siyasi partiler arasında uygulanan çifte standart bununla da
kalmamıştır. Bazı partilerin açıklamaları görmezlekten gelinirken, aynı konuda
açıklamalarda bulunan partilerin kapatılması istenmiştir. Örneğin:
"Kürt
Realitesini tanıyoruz" sözleri Cumhuriyetin 49 ncu Hükümetinin Başbakanı
şimdiki Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile yardımcısı eski SHP eski Genel
Başkanı Erdal İnönü'ye aittir. Hükümet proğramında ise bu konuda iyileştirici
adımların atılacağı ve demokratikleşmenin sağlanacağı belirtilmektedir.
SHP
nin 1990 yılında yetkili kurullarınca kabul gören "Güneydoğu raporu"
ile tüzük ve proğramının son şekline bakıldığında: Kürt kimliğini kabul,
kültürel hakların yaşama geçirilmesi hatta bir Kürt Enstitüsünün kurulması istemi
vardır. C.Başsavcılığına göre SHP nin Kürt realitesini kabul etmesi,Kürtler
için kökeniyle, diliyle, kültürüyle çözümler üretmesi normaldir. DEP bunları
söylediğinde ise ortada suç vardır. Anlaşılan o ki demokrasilerde bazı siyasi
partiler ayrıcaklı bazılarda üvey evlat olarak uygulamağa muhatap olmaktadır.
Düzeni temsil eden, partiler herşeyi söylemekte özgürdür, bu demokrasinin
gereğidir. Değişimi özgürlüğü ve yeni bir anlayışı savunan partilere ise hayat
hakkı yoktur.
Devlet
resmi istatistiklerinde Kürtlerden bahsadebilir. Harp Akademilerinde
"Doğuda Kürt Meselesi" isimli kitaplar okutulabilir. Ancak DEP
bunları savunamaz. Böylesi bir çifte standardın "eşitlik" ve
"demokrasi" ile çoğulcu ve katılımcı parti anlayışı ile bağdaştığını
kabul etmek mümkün değildir. Çifte standart " inkarcı" politika ve
uygulamada da kendini açıkça göstermektedir.
Devletin
en yetkili makamında olanlar, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, hatta Mecliste
grubu bulunan siyasi partiler, Kuzey Irak Kürt Federe Meclisinde temsil bulan
Irak Kürdistan Demokrat Parti Lideri Mesut Barzani ile YCK Lideri Celal
Talabani ile Ankara'da resmi bir şekilde görüşebilirler. Çankaya'da Mecliste
görüşme hakları vardır. Ancak DEP böylesi bir görüşmede bulunmuş ise
"bölücülük" kıskacına alınır.
Türkiye
Uluslararası sözleşmeleri imzalarken, özellikle AGİK ve Paris Şartı gibi
günümüzde önem kazanan yükümlülükleri yerine getirmek, başta Anayasa olmak
üzere yasalarını çağa uyarlamak yükümlülüğü yerine, düşünceyi suç kapsamına
sokan daha ağır müeyyedileri yeni terörle Mücadele yasa taslağına koymaktadır.
Yasaklar,
bugüne kadar hiçbir şeyi çözemedi, Türkiyeye başını daha uzun yıllar ağrıtacak
bir "Kürt sorunu" hediye etmiş durumda ve ne yazıkki konuşularak
tartışılarak çözüm arama yollarının kapatılması ile silahların konuştuğu kör
bir kaosa doğru hızlı bir gidişat sergilenmiştir. Bugün 800 Trilyon gider ülke
ekonomisini felce doğru getirmektedir. Sivil resmi, halktan veya örgütten günde
ellikişiden fazla insanın öldüğü Türkiye'de herşeyin iyi gittiği ve bu şekilde
çözüleceğini sanmak korkunç bir gaflettir.
e-Yasaksız
bir demokrasi istemek "bölücülük" olarak tavsif edilemez. Bonn
konuşması kapatılma gerekçesi olamaz.
Bonn
konuşması, iddianamede ileri sürüldüğü gibi PKK Genel sekreteri Abdullah
Öcalan'ın düzenlediği bir toplantı değildir. Türkiye'nin Federal Almanya ile
iyi ilişkileri olup, diplomatik yoldan bir yazışma ile bu toplantıyı kimin
düzenlediği, hangi kuruluşların düzenlediği yasal olup olmadıkları
sorulabilirdi. Bu husus araştırılmamış, önsavunmamızdaki istemimizde yerine
getirilmediği için, toplantı ve konuşmanın tümünü kapsayan sağlıklı bant
çözümlerini temin mümkün olmamıştır.
İddianameye
göre; "Kürdistan Ulusal Birlik Yürüyüşü" adıyla başlayan kasetin,
denilmek süretiyle soruşturmalar esnasında DEP ile ilgisi bulunmayan bir kişide
yakalanan ve birçok montajı içerdiği hemen belli olan bir kasetten
bahsedilmektedir. Abdullah Öcalan bu toplantıya katılmadığına göre belliki
montaj vardır ve toplantı ile ilgili gerçek bir çözümü içermemektedir. İddianameye
böylesi bir alıntı yapılmasını ve kapatılma gerekçesi olarak gösterilmesini
anlamakta güçlük çekiyoruz. Davamız ile ilgisi olmayan ve gerçekliği
kanıtlanmayan bu tür delillerin dikkate alınmaması gerekmektedir.
Toplantıya
Yaşar Kaya'nın genel başkan sıfatı ile katıldığı belirtilmektedir. Öncelikle bu
konuda resmi bir davet yoktur. Toplantı tarihi dikkate alınacak olursa, DEP
kurulmadan önce tertiplenen bir toplantı olduğu ve DEP kurulduktan sonra
"özgür Gündem Gazetesi" imtiyaz sahibi olan eski genel başkanın bu
tür toplantılara şifahen çağrılı olduğu gerçekliği dikkate alınmamıştır.
Toplantıya
birçok kuruluşun katıldığı bir gerçektir. Sayısı yüzbini aşan bir toplantıda
her tür ses ve sloganın bulunması doğal olup, söyleyenleri bağlar. Asıl üzerinde
durulması gereken Yaşar Kaya'nın parti adına konuşup konuşmadığıdır. Orada
bulunması ve o anda Genel başkan sıfatını taşıması ayrı konulardır.
İddianamede
Bonn konuşmasında hangi sözcüklerle Anayasa ve Siyasi Partiler yasasının ihlal
edildiği belirtilmiyor. Aynı şekilde esas hakkında görüşte de böylesi bir
gerekçe bulmak mümkün değildir. İddianamede yeralan yalnızca eski genel başkan
Yaşar Kaya'nın konuşma yaptığı ve Ankara DGM de yargılandığının
belirtilmesidir. Anlaşılan Cumhuriyet Başsavcılığı Ankara DGM deki yargılama ve
iddiayı tek başına yeterli görmektedir.
f-
Bonn konuşmasının tümlüğü dikkate alınırsa, cezalandırılmak istenen
"kardeşlik" ve demokrasi istemidir.
Konuşmanın
girişi eski Genel Başkanı kaygılarında haklı çıkarmıştır. "...sizi DEP adına
sevgiyle selamlıyorum. Sizler ateşin ve güneş ülkesinin çoçuklarısınız. Size
böyle hitap etmek zorundayım. Çünkü Türkiye'de sizin adınızı anmak, sizin
ülkenizin adını anmak.. siyasi partiler için kapatma gerekçesidir.."
Konuşmada devamla inkar ve baskı potikalarından bahsedilmekte..sorunun
çözümünün inkar politikalarının terk edilmesi ve demokraside mümkün olacağı
belirtilmekte.. birlik ve kardeşliğin bu şekilde gelişeceği belirtilmektedir.
Konuşma elde edilen bölümü ile kısa bir mesaj şeklinde olup: eski genel
başkanın konuşması içinde "Kürt Halkı" deyimi geçmektedir.
Halk
deyimi üzerinde durma zaruretini hissetmekteyiz. Prof.Dr.Tarık Zafer Tunaya bu
konuya şu şekilde açıklık getirmektedir: "Halk kavramı, Millet kavramı ile
karşılaştırıldığında, somutluğu ve bölünebilirliği olan, aynı zamanda
sayılabilirliği mümkün olan bir toplam aritmetik olgudur. Bir sentez, bir tüzel
(ve "manevi") kişi değildir. Partilerde halk kitlesinin bölünmelerini
yansıtırlar. Bu anlamda bu bölünmeler ve kesimler, partilerin sosyal
temellerini, kısaca "tabanını" oluştururlar. Partilerin destek
arayacakları ilk yer, toplumsal kökleridir." denilmektedir. Halk kavramı
politik, bilimsel bir kavram olup, kimi zaman emekçi halk Kürt halkı vs.
şekillerde tanımlar bulabilir. Bu tanımları bölücülük olarak değerlendirmek
hukuken mümkün değildir.
Bu
konuşmanın başlı başına parti kapatma gerekçesi olamayacağı açıktır.
Baskılardan, Terörle Mücadele yasasından, soruşturma ve yargılanmalardan, DGM
lerden sözeden bir konuşmanın ülke ve devlet bütünlüğünü bozucu olduğu, ancak;
varsayım yolu ile ileri sürülebilir. Ceza usulümüzde, sistemimizde ve hukuken
de varsayım yolu ile sonuca varmak mümkün değildir. Böylesi bir anlayış bize
ünlü Abdülhamit döneminin jurnalciliğini orada "hava bulutlu" dediği
için, ördek demeyi kastettiği varsayılan vatandaşın konumunu hatırlatıyor.
Günümüz ne Abdülhamit devri, hukuk ne o dönemin hukukudur. Konuşmayı Anayasa ve
yasalar karşısında net çözümlemek ve değerlendirmek zorundayız.
Bağımsız
devlet kurma istemini dile getiren tek bir sözcük yoktur. Kurulacak bağımsız
devletin adı, rejim biçimi, bayrak, ulusal marş, sınır, coğrafya yoktur.
İddianame sayfalarca Anayasa hükümleri ve SPY yasasının ilgi hükümlerini boşuna
yazmıştır. Biz tüm hukukçularca bilinen bu hükümlerin nasıl ihlal edildiğine
dair bir cümlecik, haklı, inandırıcı kesin bir tek delil sunulamamıştır.
Bir
siyasi parti yasaklara, inkar politikalarına baskılara karşı ise bunlara
alternatif olarak proğramı doğrultusunda değişimi, özgürlüğü ve demokrasiyi
örgörüyorsa ve bunu savunuyorsa bu haklı istekleri "bölücülük" olarak
tasvif edip parti kapatma gerekçesi olarak göstermenin haklı hiçbir hukuki ve
mantıklı yanı bulunmamaktadır.
Bonn
toplantısına elliyi aşkın kuruluş, parlamenter siyasi parti katılımı olmuştur.
Bu gerçekliği gözardı etmek mümkün değildir. Erbil toplantısına da aynı şekilde
katılım olmuştur. Bu tür bir katılımda olmayı ise tek başına suç saymanın
hiçbir dayanağı yoktur. Böylesi bir suç olsaydı SHP,ANAP ve BDP heyetleri
içinde sözkonu edilmesi gerekirdi.
g-Bonn
konuşması SPYnın 101/b anlamında değerlendirilemez.
Cumhuriyet
Başsavcılığı iddiasını kanıtlamakla yükümlüdür. Eski Genel başkanın bu sıfatla
çağrılı olduğunu ve gittiğini kanıtlamakla yükümlüdür. Özgür Gündem gazetesi
imtiyaz sahibi iken aldığı şifahi bir davete icabet ettiği esnada ayrıca DEP
genel başkanı olması, bu sıfatla katıldığının kanıtını teşkil etmez. Bu
hususların araştırılmaması kanıtlanmaması, konuşma tümlüğünün sağlıklı bir
şekilde elde edilmemesi, ayrıca usule, hukuka uygun temin edilmiş delil
bulunmadığından değerlendirilmesi olanağı bulunmamaktadır.
h-Erbil
konuşma kaseti gerçekliği yansıtmadığı gibi, usule, hukuka ve ahlaka uygun
delil- den sözedilemez.
Hukuk
devletlerini, aşiret devletlerinden, yine hukuk devletlerini "Polis
devletlerinden" ayıran önemli özellikler vardır. Anayasa Mahkemesinde,
ceza usulun uygulanması ve sistemimizin "vicdani delil sistemini"
benimsemesi, iddiaya gerekçe olarak gösterilen delillerin usule, hukuka ve
ahlaka aykırı birşekilde toplanmasına cevap vermez. Bu şekilde toplanan
delillerin değerlendirme konusu yapılamayacağı birçok içtihatla müstekar hale
gelmiştir.
16.8.1993
tarihinde yapılan Erbil konuşması ile ilgili olarak 28.8.1993 tarihinde
Hürriyet gazetesinde köşe yazarı Emin Çölaşan'ın "Kim kime ihanet
ediyor" başlıklı yazısı ihbar kabul edilerek, Ankara DGM Başsavcılığınca
eski genel Başkan Yaşar Kaya hakkında soruşturma açılmıştır.
Irak
Kürdistan Demokrat Partisinin 11. Genel Kurulunda yapılan konuşma
"Kürtçe" olup, elde herhangi bir yazılı metin bulunmadan irticalen
yapılmıştır. Yaşar Kaya'nın yaptığı iddia edilen konuşma metni dahi elde
edilmeden, bu konuşma nedeniyle hakkında 3713.s. yasanın 8. maddesine
aykırılıktan tutuklama kararı verilmiş 1993/114 E. kamu davası açılmış olup
halen derdesttir.
Emin
Çölaşan'ın yazısı ihbar kabul edilmiş, celbedilmesine rağmen köşe yazarı savcılığa
gelerek beyanda bulunmamış, ayrıca yazısının kaynağının ne olduğu gerçeği
yansıtıp yansıtmadığı da sorulamamıştır.
Erbil
konuşması ile ilgili olarak, Ankara DGM Başsavcılığının iddianamesi delil
olarak gösterilmekte olup, iddianamede dayanılan delillerden biride, isimsiz
imzasız hangi makamdan verildiği belli olmayan ancak; istihbarat ve güvenlik
birimlerince tutulduğu varsayılan bir rapor delil olarak gösterilmiştir. Bu
rapor ile yazarın beyanları biribiri ile çelişik olduğu gibi, iddiaya dayanak olarak
gösterilen "Son imparator Barzani" isimli yazının da özgür Gündem
Gazetesinde yayınlandığı belirtilmesine rağmen, sözkonusu yazının
yayınlanmadığı faks sistemine girilmek suretiyle usule, ahlaka aykırı olarak
elde edildiği saptanmıştır.
Erbil
konuşması ile ilgili usule, hukuka, ahlaka aykırı ve heçbir gerçekliği
yansıtmayan bu delillerden sonra açılan davanın duruşmalarına başlanmış, 7 Ekim
1993 günlü duruşmada ise savcılık tarafından "Kaset çözümü" bulunduğu
ve dosyaya ibraz edildiği ileri sürülmüştür.
Kapatma
davasının ana delillerinden birini teşkil eden Erbil konuşması ile ilgili bu
gelişmeler dahi toplanan delillerin doğrulanmayan ve konuşma tümlüğünü
belgelemeyen, bu itibarla konuşmanın ana amacının ne olduğunu ortaya koyamayan
deliller olduğunu kanıtlamaktadır.
i-Kaset
çözümleri sağlıksız olup, delil olarak temin ediliş biçimi usule, yasalar ve
ahlaka aykırı.
Başsavcılık
iddianamesinde kaset çevirisinin üç ayrı şekilde yapıldığı belirtilmiştir.
Kasetin Genelkurmay Başkanlığının 1.10.1993 tarih İSTH;3590-493-93 İKK ve
Güv.D.İç.İsth.s.(614) sayıları yazı ekinde gönderildiği belirtilmektedir.
Soruşturma
açıldıktan aylar sonra, DGM Savcılığının veya Mahkemesinin Genelkurmay'dan
böylesi bir delil istemi olmamıştır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınında
böylesi bir delil istemi olmamıştır. Olduğu takdirde diplomatik yollardan
usulen uygun bir şekilde Dışişleri ve Adalet Bakanlığı ile yazışma suretiyle
elde edilmesi gerekirdi.
İstihbarat
birimlerinin yazılı raporları ile kaset içeriğide çelişmektedir.
Irak
Kürdistan Demokrat Partisinden herhangi bir istemde bulunulmamıştır. O halde
kaset nasıl ele geçirilmiştir. Toplantının seyri içinde konuşmanın tümünü
yansıtıyormu' orjinalmi' montajmı' ceza usulde ibraz edilen maddi kanıtların
usul hükümleri uyarınca araştırılması doğru olup olmadığının saptanması
gerekirdi. Böylesi bir imkanın savunmaya tanınmadığı, emrivaki biçiminde
dosyaya girdiği anlaşılmaktadır. Ceza usulumuz açısından böylesi bir delili
kabul etmenin ve değerlendirmenin hukuken olanağı yoktur.
Erbil
konuşması ile ilgili yerinde inceleme ve sağlıklı tesbitlere varma istememiz ön
savunmamızda yeralmış olup, davalı vekili olarak bize bu olanak tanınmadığı
için gerekli araştırmayı yapma imkanı olmamıştır.
j-
Erbil konuşması, içerik olarak bölücü propaganda mahiyetinde değerlendirilemez.
Kapatılma gerekçesi olamaz
Eldeki
mevcut eksik kaset çözümlerine rağmen tabede, çevirmede birçok eksik ve yanlış
anlamanın olduğu ortadadır. Konuşma içeriği Irak Kürdistan Demokrat parti
kongresine göre yapılmış olup, Kuzey Irak'taki durumları ele almakta kürtlerin
baskı altında olduğu belirtilmektedir. Bilindiği gibi, 1988 ile 1991 yılında
Irak'ta Saddam Hüseyin'in Halepçe ve benzeri soykırım politikaları, saldırı ve
bombalamaları sonucu yüzbinlerce Irak'lı Kürt sınırlarımızdan içeri girmiş bir
kısmı uzun yıllar Mardin, Muş, Diyarbakır gibi şehirlerimiz de çadırlarda
misafir edilmiştir.
1991
göçü en kapsamlısı olup, sayıları milyonları bulan sığınmacının, Silop'den
Çukurca'ya kadar dağlarda sınır boylarında, karda çamurda içine düştüğü durum
dünya kamuoyunun yakın ilgisini çekmiş, birçok devletin yardımlarda bulunması,
başta ABD olmak üzere Batı Avrupa ülkelerinin Kuzey Irak'a müdaheleleri
sonucunu doğurmuştur. Bu süreçleri yaşayan Irak Kürdistan Demokrat Partisinin kongresinde,
doğal olarak baskılar gündeme getirilmiştir.
Irak
Kürdistanı olarak adlandırılan yerde, yine Kürdistan isimli parti kongresinde
söylenenlerin içerik ve amaç olarak, Irak için söylenmiş olmasına 3713.s.y.nın
8 nci maddesinde ve Türkiye içinde yapılmış addetmek ve parti kapatma gerekçesi
olarak göstermek mümkün değildir.
Eski
Genel Başkan Yaşar Kaya Ankara Emniyet Müdürlüğündeki 15.9.1993 tarih ile Savcı
ve hakim önündeki 16.9.1993 tarihli beyanları dikkate alınacak olursa birçok
yanlış anlaşılma, yazılma ve talebinin konuşma içeriğini yansıtmadığı
yönündedir.
Eski
Genel Başkan Yaşar Kaya: "...Demokrasi partisinin, Kürt kimliğinin, Kürt
halkının demokratik özlemlerinin demokrasi kuralları içinde konuşulmasından ve
verilmesinden yana olduğu.." yönündeki beyanı dahi kapatılma gerekçesi
olarak gösterilmiş olup, açılan soruşturmadan sonra elde edilen beyanların
aleyhe delil olarak kullanılması mümkün değildir.
Yurtdışında
işlenen bu tür suçlar TCK'nun 140 ncı maddesi kapsamında olup, sözkonusu madde yürürlükten
kaldırılmış olup, yerine yeni bir hüküm konulmamıştır.
k-
Demokrasi Partisi MYK sının "Barış Çağrısı" başlıklı bildirisi suç
oluşturmadığı gibi, kapatılma gerekçeside olamaz.
DEP
kuruluşundan hemen sonra 27 Haziran 1993 tarihinde ilk kurultayını yapmıştır.
Bu kurultayda, birçok il örgütü ve kurultay delegesi verdikleri önergelerle,
partinin "barış kampanyası" başlatılmasını, akan kanın durması,
silahların susması yönünde çalışmalar başlatılmasının kurultay kararı haline
getirilmesini istemişlerdir.
Kurultay
"barış kampanyası" kararı almasını ve seçilecek yeni Parti Meclisi
üyelerinin bu görevi yerine getirmesini öngördüğünden, Parti Meclisi adına
Merkez Yürütme Kurulu 1993 yılının Ağustos ayı boyunca birçok etkinlikte
bulunmuştur. Bunlardan biriside "Barış çağırısı bildirisidir".
Bildiri
nedeniyle Ankara DGM Başsavcılığı MYK üyeleri hakkında 1993/115 E.kamu davasını
açmış olup, bu dava derdesttir. Aynı bildiri Cumhuriyet Başsavcılığının parti
kapatma iddianamesinde delil olarak gösterilmiştir. Bildiride Kürt halkından
bahsedilmesi... Kürt halkının isteklerinin başında bu sorunda dahil olmak
üzere, her sorunun yasaksız olarak tartışılabileceği bir demokrasi isteğinin
geldiği.." denilmek suretiyle bir takım varsayımlardan yola çıkılarak.. bazı
yurttaşların diğer yurttaşlarla tam eşitlik içinde olmadıkları izlenimi
yaratılmak istenmektedir, denilmektedir.
Konuşmalarda
ve bildirilerde Kürt halkından bahsedilmesi başlı başına suç addedilerek,
kapatılma gerekçesi olarak gösterilmek suretiyle, tarihsel, sosyolojik,
bilimsel gerçekler gözardı edilmektedir.
İddianamenin
41 nci sayfasında: "...Kürt kimliğinin bütün sonuçlarıyla Anayasa ve
yasalarda güvence altına alınmasına bağlı olarak kürt kimliğinin kabulu
anlamında, Türkiye Cumhuriyet'nin uluslararası antlaşmalara koymuş olduğu tüm
çekincelerden vazgeçilmesi ve sorunun AGİK süreci ve Paris Şartına uygun biçimde
çözümlenmesi için adımlar atılması gerektiğinin ifade edildiği; kürtlerin
dillerini, kültürlerini ve sanatlarını yazılı ve sözlü olarak kullanabilmeleri
ve geliştirmelerine olanak sağlanması, ana dilde eğitim hakkı verilmesinin
savunulduğu görülmektedir." yasal, demokratik, hukuka ve Türkiye'nin
imzacısı olduğu uluslararası sözleşmelere uygun en doğal ve haklı, hukuka uygun
istekleri, parti kapatma gerekçesi olarak göstermek, peşinen demokrasiyi,
düşünce ve ifade hürriyetini, gerçekleri dile getirmeği yasak ve sansür
kapsamına almak, insanlara tek tip düşünce ve ideoloji doğrultusunda düşünmeğe
zorlamak anlamındadır. Böylesi bir iddiayı kabul edebilmenin olanağı yoktur.
Yaşadığımız çağda, insan haklarını, demokrasiyi, hukuk devletini, çoğulculuğu,
katılımcılığı üstelik meşru zeminlerde, demokratik yolla savunmanın bedeli
parti kapatılma olamaz. Hiçbir devlet kendisinin imzacısı olduğu uluslararası
sözleşmeleri ve ona bağlı yükümlülükleri görmezlikten gelemez ve bunlara
uyulmasını istemeyi suç addedemez. İddianın mantığı bu olunca, kendince
ulaştığı sonuçta şu olmaktadır:
"...genel
sonuç ve anlam: Türklerden ayrı bir varlığa sahip olduğu bildirilen Kürtlerin,
Türklerden kopartılması ve Kürt kökenli yurttaşlarımızın Türk ulusunun
kaynaştırıcı bütünlüğünden soğutulması ve ayrılması amaç ve ereğinin ve bu
yolda bir kışkırtmacılığın izlenmekte oluşudur.."
İddianamenin
mantığı kendi içinde çelişik ve varsayımlar üzerine kurulu olduğu için,
birtakım kavramları, düşünceleri ve tahlilleri yerine geldiğinde ayrı ayrı
bölümlerde izah etmeğe çalışacağız. Bu nedenle, Anayasa, Siyasi Partiler
Yasası, uluslararası hukuk, hukuk devleti, bilim ve sosyoloji açısından Türkiye
gerçekliği ve mevcut antidemokratik düzenlemelerde dikkate alınarak ayrı ayrı
açıklanacaktır. Gerçekten; 49 sayfalık iddianamenin yüzde doksanı teorik
görüşlere, yüzde onu ise esas dava somutuna ayrılmıştır. Bu nedenle bazı
görüşlere zorunlu yanıt verirken, hukuki olmaktan çok, politik, bilimsel
olmaktan çok yoruma ve varsayıma dayalı iddialara yanıt vermeğe çalışacağız.
3-
İddianame kendi içinde çelişik olup, "inkarcı" bir anlayışla Kürt
realitesini yadsımaktadır.
Anayasa
Mahkemesi'nin muhtelif kararları örnek gösterilmek suretiyle, Türkiye'de
Türklerden başka Kürtlerinde yaşadığı, tarihten gelen bir gerçekçilik ve mozaik
olduğu vurgulanmaktadır. İddianamenin 33 ncü sayfasında:
"...özellikle,
belirli bir büyüklüğe ulaşmış devletlerde ırk, dil, din, mezhep yönünden
çeşitli boyutlara varan farklılıklara sahip toplulukların, yani ulus olgusuna
oranla ikincil nitelikte kesimlerin bulunması doğal olduğu kadar, gözlenen bir
gerçektirde.." bu tesbitten hemen sonra Anayasa Mahkemesi'nin 8.5.1980
gün. Esas 1979/1 (Parti kapatılması) Karar 1980/1 den yapılan alıntı ile şu
husus saptanmaktadır: "..bu gibi toplulukların, dilinin yada dininin
toplumun öteki kesimlerden ayrı olduğundan nesnel biçimde sözetmek tek başına
bir "azınlık olduğunu ileri sürmek" anlamına gelmez..."
denilmektedir.
İddianame
bu gerçekliği ortaya koyarken, kendisi ile tamamen çelişen iddiaları sıralamakta,
konuşma ve bildirilerde "Kürt Halkı" denilmesini, Kürt kimliği
denilmesini kapatılma gerekçesi olarak göstermektedir. Sonuç olarakta zorlama
bir mantıkla varsayımlardan yola kalkılarak, partinin kapatılmaması
istenmektedir.
4-Kürtler
"gayrımüslim ekali yet" değildir. Bu tür bir kıyaslama hukuki
olmaktan uzak olduğu gibi bilime aykırıdır.
Ulusal
azınlık kavramının menşei hep Lozan anlaşmasına götürülür. Ermeni, Yahudi, Rum,
gibi mozaiğimizin bir parçası ve tarihin gerçeği olan dini ve etnik azınlıklar
lozan anlaşması ile bazı hukuksal güvencelere bağlanmışlardır.
Azınlıklar
bu nedenle, okullarını açabilmekte kendi dillerinde eğitim ve basın yayın
faaliyetlerinde bulunmakta, kültürlerini geliştirebilmektedirler. Bu hakların
doğal ve insani olduğunu yerinde olduğunu belirtmek gerekir. Osmanlı döneminde
dahi bu azınlıkların Sultan güvencesinde aynı özgür haklara sahip olduklarını,
tazminat fermanı ile bu haklarının dile getirildiğini Meşrutiyet dönemlerinde
de benzer güvencelerin olduğunu görmekteyiz. Bu hakların çağdaş bir hukuk
devleti için önemli insani değerler olarak her zaman değerlendirilmesi
gerektiği izahtan varestedir. Ancak; Lozan anlaşmasının Batılı ülkelerle
imzalanan bir anlaşma olduğu gerçekliğini unutmamak gerekir.
Anlaşmaların
hukuk devletinde yeri ve bağlayıcılığı elbette önemlidir. Bu önem Türkiye'nin
sonradan imzacısı olduğu tüm uluslararası anlaşmalar içinde geçerlidir. Bİrini
ön plana çıkarırken diğerini yadsımak, hukukun temel ilkeleri bağdaşmaz.
Lozan
anlaşmasında unutulan bazı gerçeklerde vardır. Örneğin Süryaniler o dönemde en
büyük azınlık olmalarına rağmen, temsilci olarak o sırada bulunan
Metropolitleri Samuel'in Süryani azınlığı Türkiye toplumunun mütemmin cüzi
olarak gördüğünü ve eşit haklarda olduğunu belirtmesi ve ayrıca azınlık
isteklerinden yararlanmak istemiyoruz. demesi üzerine, Süryaniler bu kapsam
içine alınmamıştır. Ancak, hukuken diğer azınlıklara tanınan hakların, dini ve
dili itibariyle aynı azınlık statüsünde olan Süryaniler içinde geçerli olduğu
bir gerçekliktir. Diğer yandan Lozan görüşmelerinde Kürtlerin konumu çok daha
farklıdır. İsmet İnönü, Lozan'da Türkler ve Kürtleri temsilen bulunduğunu
açıklamıştır. Bu husus kayıtlarda açıkça bellidir. Kürtler nüfus yoğunlukları
nedeniylede ekaliyet olarak tabir edilen kesimlerden farklı olmalarına rağmen
asıl Müslüman olmaları, ortak din öğesi nedeniyle diğer azınlıklardan farklı
olarak değerlendirilmişlerdir. Anayasa Mahkemesinin bazı kararlarında
"..müslüman topluluklar arasındaki değişik gruplara azınlık statüsü tanınmadığı.."
belirlenmiştir denilmektedir.
Burada
Müslüman olan adı "topluluk" veya "grup" olarak ifade
edilen kesimlerin en başında Kürtlerin geldiği bir gerçektir. Bu gerçeklik,
beraberinde bazı hak ve yükümlülükleride getirmektedir. Devletin resmi tanımı
ile bunun adı "Kürt Realitesidir" Her realitenin getirip dayattığı
bazı hak ve ödevler vardır. Burada asıl üzerinde durulması gereken, Kürtlerin
konumunun azınlık statüsünün çok üstünde olduğu gerçekliğini görmektir. Bunu
görmezlikten geldiğimiz zaman, Kürt realitesini inkar etmiş oluruz. Kürt
realitesinin tarihten gelen, dil, kültür benzeri birçok zenginlikleri
bulunmakta bu zenginlikler, Anadolu mozağinin güzelliği ve gerçekliği olarak
tezahür etmektedir.
Biz
hukukçulara düşen görev, bazı anlaşmaları dar yorumlayıp, aksi kanaatler
üreterek, tarihin, toplum değişiminin ve çağın önüne dikilmek değildir. Biz
hukukçular böylesi bir misyon içinde olamayız.. yaşamın gerçekleri, dayatan
ihtiyaçları toplum mutabakatlarını, barışını ve demokrasiyi kökleştirecek açılımların
öncüsü olmak zorundayız. Aksi halde hala Hammurabi kanunları ile yönetilir
olurduk.
4-
Anayasa ve başlangıç kısmı Üniter Devlet yapısı, insan haklarının, uluslararası
hukukun ve evrensel ilkelerinin uygulanmasına engel gösterilmemelidir.
Anayasa'nın
Başlangıç Kısmı "...bu Anayasa hiçbir düşünce ve mülahazanın Türk millî
menfaatlerinin, Türk varlığının devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının,
Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği ilke ve
inkılâpları ve medeniyetçiğinin karşısında korunma göremeyeceği..."
şeklindedir. Burada korunan "Üniter Devlet" yapısıdır. Devletin
tekliği ve birliğidir.
Yüce
Mahkeme'nin en son ÖZDEP ile ilgili 23.11.1993 tarih 1993/1-2 sayılı kapatma
kararında:
"...Bu
konuda özenle üzerinde durulması gereken husus daha önce belirtildiği gibi bu
yöndeki yasal düzenlemelerin amacı ülkedeki etnik farklılıkların ve bunların
dil ve kültürlerinin yasaklanması değildir. Çeşitli etnik kökenlerden gelen
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, kendi dil ve kültürlerine sahiptirler...
yasaklanan kültürel farklılıkların ve zenginliğin belirtilmesi olmayıp bunların
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak, ulus bütünlüğünün
bozulması ve buna bağlı olarak yeni bir Devlet düzeninin kurulması amacıyla kullanılmasıdır..."
Yine
Yüce Mahkeme'nin Üniter Devlet yapısına ilişkin olarak Fransa örneği
gösterilmiştir. Ayrılıkçı Korsika tezlerinin Fransa Anayasa Mahkemesi'nce kabul
görmediği vurgulanmaktadır. Ancak, Fransa etnik farklılıklardan doğan dil ve
kültürlerin özgürce kullanımına ilişkin olarak Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'ne uygun yasal düzenlemelere gitmiştir. Örneğin Alsas-Loren
bölgesinde, Devlet televizyonu kanalıyla Alsasça yayın yapılmakta, alta
Fransızca italik harflerle yazı yazılmaktadır. Avrupa Konseyi ve
Parlamentosunun bulunduğu Strazbourg'ta bu gerçekliği yaşamak ve görmek
mümkündür. Bu tür faaliyetlerin ve hakların kullanımının "bölücülük"
olarak algılanamayacağı bir gerçekliktir.
Türkiye'de
ne yazıkki birtakım haklardan bahsetmek, hemen "bölücülük" olarak
değerlendirilmekte ve yasal düzenlemeler sonucu ağır cezalarla
müeyyidelendirilmektedir. Örneğin bir bilim adamı olan Fikret Başkaya'nın
yazmış olduğu bir kitap 3713 sayılı Yasa'nın 8. maddesi uyarınca
"Bölücülük suçu" olarak değerlendirilmiş, yazar da
"terörist" sıfatıyla tutuklanıp cezaevine konmuştur.
Anayasa'nın
2. maddesi T.C. devletinin lâik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu gerçekliğini
belirtmektedir. Hukuk, Anayasa ve yasalardan başlayarak, Türkiye'nin
yükümlendiği uluslararası antlaşmalar, ilkeler ve değerlerin bütününü teşkil
etmektedir. Anayasa'nın bu bütün içinde çağa ve günümüze cevap vermediği,
değiştirilmesi fikri, T.B.M.M.de önemle ele alınmakta hemen hemen tüm siyasî
partilerin mutabık kaldığı bir takım değişikliklerin yapılması gündeme
gelmektedir.
Anayasa'nın
değiştirilmesi fikri aynı zamanda Siyasî Partiler Yasası ile seçim yasalarının
değiştirilmesi fikri de öne almış bulunmaktadır. 1982 Anayasası'nın 12 Eylül
Askerî rejimi ve oluşturduğu Danışma Meclisi ve atadığı hukukçular ile
oluşturulduğu, bir nevi tepki Anayasası olduğu, özellikle düşünce ve örgütlenme
özgürlüğü ile insan hakları konusunda önemli eksiklikler ve yetersizlikler
taşıdığı inancı toplumda ve genel olarak hukukçularda oluşmuş bulunmaktadır.
Biz
hukukçuların dar anlamda kanun tatbikçisi olmadığımız, hukukun evrensel
ilkeleri ve değerleri ile bağlı olduğumuz gerçeği yanısıra Anayasa'nın 90 ncı
maddesi uyarınca usulüne uygun olarak imzalanmış ve yürürlüğe girmiş
uluslararası antlaşmaları bir iç hukuk hükmü olduğu gerçeğini göze almak
zorundayız.
Anayasa'nın
3 ncü maddesi resmî dilin Türkçe olduğunu belirlemektedir. Bu gerçekliğin
yanısıra Türkiye'de başka dillerin bulunduğu ve 2932 sayılı Yasa ile dil
yasaklarının kalktığı gerçeği karşısında, başkaca dillerin özgürce gelişimi ve
basım ve yayımının istenmesini dar anlamda "bölücülük" olarak veya
Üniter Devlet yapısını bozucu olarak değerlendirmek mümkün değildir. Nitekim
Yüce Mahkeme'nin kararlarında da bu husus vurgulanmaktadır.
DEP'in
kapatılması için gösterilen delillerin değerlendirilmesinde, Kürt dilinin
özgürce konuşulması isteminin bu nedenle kapatılma gerekçesi olarak
değerlendirilemeyeceği ortadadır.
Anayasa'nın
4 ncü maddesindeki Devletin yönetim şeklinin Cumhuriyet olduğu yönündeki
hükmünü ihlâl eden bir konuşma veya yazılı metin bulunmamaktadır.
Anayasa'nın
14 ncü maddesi "...Anayasada yer alan hak ve özgürlüklerin, Devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozucu şekilde kullanılamayacağı
belirtilmiş olup özellikle siyasî partilerin faaliyetlerinde bunun sınır ve
kapsamının iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Siyasî partilerin kullandığı
demokratik mücadele yöntemi, yasal ve meşru zeminlerde sürdükçe, şiddete
başvurulmadıkça, Anayasal güvence altında olan "düşünce açıklama hürriyetinin"
yok edilmemesi esastır. Aksi takdirde siyasî partilerin görüşlerini
açıklamaları ve kamuyu oluşturmaları iktidara geldikleri takdirde, bu
yükümlülüklerini yerine getirilmelerine olanak kalmazdı.
5.
2820 sayılı SPY.nın kapatılmaya ilişkin hükümleri ve nedenleri, olayımızda
yeterli delil bulunmadığı için uygulanamaz.
SPY.nın
78 nci maddesi: "...Türk devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne, diline, bayrağına, millî marşına ve başkentine dair hükümlerinin;
değiştirilemeyeceğine ilişkin olup; İddianamede gösterilen iki konuşma ve bir
bildiri eyleminde bu yönde bir görüş ve düşünce açıklaması bulunmamaktadır.
İddianın
bu konuya açıklık getirerek, hangi söz ve eylemle ihlalin sağlandığını
kanıtlaması gerekmektedir. DEP programında 7 sayfada : "Kürt sorununa
barışçıl ve adil çözüm başlığı altında görüşlerini net olarak belirlemiş olup,
bu görüşleri nedeniyle kapatma istemi yoktur. O halde bu programa uygun söz ve
yazılı açıklamaların kapatılma gerekçesi olarak gösterilmeside mümkün değildir.
Parti programı dikkate alınacak olursa, partinin örgütlenme modelinin demokratik
kitle partisi yönünde olduğu, kesinlikle ırk temelinde olmadığı ortaya
çıkacaktır.
Türkiye'de
ençok konuşulan ve çözüm bekleyen Kürt sorunu ile ilgili olarak ileri sürülen
görüşlerin tam bir demokrasi ve hukuk değerlerine bağlı bir çözümü içerdiği
görülmektedir. Böylesi bir çözüme karşı olmak, Türkiye'nin imzacısı olduğu
uluslararası anlaşmaları ve hukukun evrensel ilkeleri ile, demokratik toplum
yaşamına aykırılık teşkil eder.
SPY'nın
81 inci maddesi ise Türkiye'de dil yasakları kalkmasına rağmen, hala bu yasağı
sürdüren bir hüküm olmakla açıkça Anayasaya aykırılık teşkil etmektedir.
6-
Uluslararası anlaşmalar açısından kapatılma gerekçesi bulunmamaktadır.
İddianamenin
42-44 sayfaları ile esas hakkında görüşün 11 inci sayfasında: Helsinki Sonuç Belgesi
ile Yeni Bir Avrupa için Paris Şartı'nın hukuksal dayanağı ve bağlayıcılığı
bulunmadığı, "..bu sözleşme ve eki protokollerde azınlıklar ve etnik
gruplara ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır..." denilmektedir.
AGİK
süreci içindeki Viyana bildirgesi ile görüşlerdede bağlayıcı hüküm taşımadığı
belirtilirken, özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile ilgili olarak açık
ve gerekçeli bir görüşün yeralmadığı görülmektedir.
Öncelikle
şunu belirtmekte yarar görmekteyiz. Pacta Sun Senvanda, yani ahde vefa sözleşmeye
saygı kuralı hukuk devleti olmanın en temel zorunluluklarından biridir.
Türkiye
dahil, sözkonusu anlaşmaları imzalayan devletlerin bazı yükümlülükleri
bulunmakta ve kendi iç mevzuatlarının sözleşmelere uydurulması, bu yönde
değişikliğe gidilmesi gerekmektedir. Buna uymanın müeyyidesi, Avrupa İnsan
Hakları Komisyonu ile İnsan Hakları Adalet Divanında yargılanmayı kabul ile
birlikte politik olarak, önemli sonuçlar doğurmaktadır. Türkiye bu tür
konularda özellikle hassas davranmakta AT'ye girmek, ülkenin demokratikleşmesi
için hukuk alanında insan hakları konusunda bazı adımlar atmak için son
yıllarda gözle görülür gayretlerin içine girmektedir.
Türkiyede
yasalar piramidin en uç noktası Anayasa ise bununda bir üst noktası vardır ki :
o da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesidir. Bir nevi ortak Anayasa olma,
uluslarüstü hukuk olma yönünde ciddi gelişmelerin kaydedildiği bir aşamada
Türkiye'de iddia, savunma ve yargı üçlüsünün bu gerçekliği gözönüne alması
kaçınılmaz olmaktadır. Anayasanın 90 ıncı maddesi uyarınca bir iç hukuk hükmü
haline gelen anlaşmaların uygulanması yasal zorunluluktur.
Anayasamızın
l0 ncu maddesi: "...Herkes, dil, din, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce
felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun
önünde eşittir." denilmektedir. Türkiye gerçekliğinde, bu eşitliğin
olduğunu söylemek mümkünmüdür' Bu eşitliğin olmadığını ve sağlanması
gerektiğini söylemeği bu yönde bir siyasi partinin düşünce açıklamasını
"bölücü" olarak değerlendirmek, çelişki değilmidir'
Anayasanın
66 ncı maddesine göre "Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan
herkes Türktür" denilmektedir. Bu durumda Türkiye mozaiğinin bir parçası
olan, etnik kimliği Kürt olan bir T.C. vatandaşı radyoda, Televizyonda kendi
dilinde Kürtçe bir türkü dinliyemiyorsa, kültürel haklarını kullanamıyorsa
yasalar karşısında eşitlikten sözedilemez. Bir siyasi parti bunu dile
getiriyorsa, kapatılma tehditi ile karşılaşıyorsa o ülkede demokrasiden
sözedilemez.
İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesinin 2 mad: "Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil,
din, siyasal yada başka görüş, ulusal yada toplumsal köken, mülkiyet, doğuş
yada benzeri başka bir statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin bu
bildirgede öne sürülen tüm hak ve özgürlüklere sahiptirler..." bu hüküm ile
Anayasamızdaki benzer hüküm insanlığın büyük bedeller ödüyerek elde ettiği
kazanımlardır.
Birleşmiş
Milletler l966 tarihli kişisel ve siyasal haklar sözleşmesinin 27 nci maddesi:
"...Etnik ve dinsel azınlıklarla dil azınlıklarının bulunduğu devletlerde
bu azınlıklardan olan kişilerin kendi kültürlerinden yararlanma, kendi
dinlerini yada dillerini kullanma hakları inkar edilemez..."
denilmektedir. Paris Şartında:
"...Bir
ulus içindeki azınlıkların soy, kültür, dil, din, yönünden sahip oldukları
kimliğin korunacağını, azınlıklara mensup kişilerin hiçbir ayrım yapılmaksızın
kanun önünde tam bir eşitlik içinde işbu kimliği serbestçe ifade etmek, korumak
ve geliştirmek hakkına sahip olduklarını teyit eder..."
T.C.
Devleti, Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Güvenlik ve işbirliği
Konseyi (AGİK) üyesidir. Uluslararası sözleşmeleri ve bildirgeleri kabul etmiş
imzalamış bir ülkedir. Uluslararası planda, bu sözleşme ve bildirgelere uymayı
taahhüt etmiş olan T.C. Devleti, kendi iç hukukunda bunları ne kadar yerine
getirmiştir' Biz hukukçuların asıl üzerinde durması ve sorgulaması gereken konu
budur. Bu sözleşmelerin bizi bağlamadığını ileri sürüp, görmezlikten gelemeyiz.
Türkiye'de
TCK'nun l4l, l42, l63 ncü maddeleri düşünceyi yasakladıkları için l2.4.l99l
tarihinde kaldırılmasına rağmen, aynı gün 37l3 sayılı Terörle Mücadele Yasası 8
nci maddesi uyarınca daha ağır cezai müeyyideler getirilmiştir.
Bir
asırdan bu yana Türkiye'de azınlık sayılan Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, kendi
dillerinde eğitim, gazete, yayın faaliyetleri ile kültürlerini geliştirmeleri
mümkün olmasına, İngilizce, Fransızca, İtalyanca dillerinde aynı şekilde eşit
ve özgür faaliyet imkanı bulunmasına rağmen, adı Kürt olan herşey yasağa
bağlanmış bulunmaktadır. 2923 sayılı yabancı dil eğitimi ve öğrenimi kanunu
mad. 2/a: "Türk vatandaşlarına ana dilleri Türkçe'den başka hiçbir dil
okutulamaz ve öğretilemez. "Anayasanın 28. mad. Basın hürriyetini
belirlemiş olup, ülkenin bölünmez bütünlüğüne yönelik yayın yapılamaz, hükmü
ile, Türkçe dışındaki etnik kimliklerin ifadesi 3713 sayılı yasanın 8 nci
maddesinde "...hangi yöntem, maksat ve düşünceyle olursa olsun Türkiye
devletini ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedef alan yazılı, sözlü,
propaganda ve toplantı ve gösteri yürüyüşü yapılamaz..." denilmek
suretiyle, Türkiye Cumhuriyetinin asli unsurları olan, zengin mozaiğini teşkil
eden Türk dili ve kültürü dışında örneğin Kürt dili ve kültürünün konuşulması
ve geliştirilmesi yasak ve ceza kapsamına alınmış bulunmaktadır.
Benzer
hükümler, 3257 sayılı Sinema, video ve müzik eserleri kanununu madde 9/3 te,
2559 sayılı polis vazife ve selahiyetleri yasası 8/d fıkrada, 2954 sayılı Radyo
ve Televizyon yayınları kanunu 4/a da, dernekler yasasında ve daha birçok
yasada yeralmaktadır. Bu fiili yasa kısıtlamaların tamamı uluslararası
sözleşmelere aykırıdır. İddianamenin 37 nci sayfasında: "...özel
yaşantılarında çeşitli etnik kökenlerden gelen yurttaşların kimliklerini
belirtmeleri, dillerini konuşmaları gelenek ve göreneklerini konuşmaları
karşısında herhangi bir engel yoktur..." şeklinde bir açıklamanın
inandırıcı ve hukuki bir dayanağı yoktur. Bu yönde siyasi faaliyette bulunan
DEP'in bu nedenle kapatılmasını istenmesi büyük bir çelişki olarak tezahür
etmektedir.
İddianame
devamla "...Yasaklananın, azınlık ve ayrı bir ulus oluşturduklarının ifade
edilmesi suretiyle ulus bütünlüğünün bozulması amacını gütmeleridir..."
şeklinde açıklamada bulunuluyorsa da, Kürt halkından, dilinden bahsetmek başlı
başına kapatma gerekçesi olarak gösterilmektedir.
Agik
insani boyut konferansı Kopenhag toplantısı belgeseli bizi bağlayıcı hükümler
taşıyor.
5-29
Haziran l990 tarihinde yapılan toplantıya Türkiye katılmış ve imzacısı
devlettir. Bu toplantıda "...insan haklarını ilgilendiren uluslararası
belgelerin iç planda hukuk devletine yaptığı katkının önemini dikkate alan
katılan devletler, henüz yapmamış iseler, Medeni ve siyasi haklara ilişkin
Milletlerarası Sözleşmeye, ekonomik, sosyal ve kültürel haklara ilişkin
Milletler arası sözleşmeye ve diğer ilgili milletlerarası belgelere katılmayı
gözönünde bulunduracaklarını teyid ederler" denildikten sonra, buna bir
denetim mekanizması getirilerek, Yargı gözlemciliğini şu şekilde açıklamakta:
"...Viyana
Kapanış Belgesinin AGİK İnsani boyutu çerçevesinde üstlendikleri taahhütlerin uygulanmasında
en iyi bir şekilde bir şeffaflık sağlamak arzusunda olan katılan devletler, bir
güvenlik önlemi olarak, milli mevzuat ve devletler hukukunca öngörüldüğü gibi:
Mahkemeler önündeki duruşmalar sırasında katılan devletler tarafından
gönderilecek gözlemcilerin, hükümet dışı örgütlerin temsilcilerinin ve diğer
ilgili kişilerin mevcudiyetini kabul etmeğe karar vermişlerdir. Kapalı oturumun
ancak kanunda öngörülen durumlarda ve devletler hukukundan kaynaklanan
vecibelere ve milletlerarası taahhütlere uygun ilan edilebileceği hususunda
mutabık kalmışlardır"
Türkiye
bir hukuk devleti olarak bu yükümlülüklerin altına girdikten sonra, aynı
hakların bir başka Avrupa konseyi üyesi devlet açısından ve türk hukukçular
tarafından da geçerli olabileceği gerçeğini görmek gerekir. Kapatma davasının
en ağır sonuçlarından birisi de onu aşkın milletvekilinin üyeliklerinin düşmesi
ve yargılanmaları sonucunu doğurmasıdır ki, böylesi bir durumda "yargı
gözlemcisi" olarak denetim altında bulunacağımız gerçeğini gözönüne
aldığımızda iç mevzuatımızın uluslararası sözleşmelerle uygunluğununda bir
denetim geçireceği gerçeğini unutmamak gerekir.
"AGİK"
Milli azınlıklar uzmanlar toplantısı l991 Cenevre Raporu'nu dikkate almak
zorundayız.
l-l9
Temmuz l99l tarihlerinde Cenevre'de toplanan ve Türkiye'nin de katıldığı
"Yeni bir Avrupa için Paris Şartı" çerçevesinde;
"..Paris
yasasının ilgili hükümleri uyarınca, katılan devletlerin temsilcileri Milli
Azınlıklar ve onlara mensup kişilerin haklarına ilişkin konularda gerek yasal,
siyasi ve ekonomik geçmişlerinin, gerek durumların farklılığını yansıtan
ayrıntılı bir tartışma yapmışlardır..."
Milli
azınlıklara mensup kişilerinki de dahil olmak üzere, insan hakları ve temel
hürriyetlere saygının ve onların tam olarak kullanılmasının Yeni Bir Avrupanın
temelini teşkil ettiğini kabul ederek;
Halkları
arasındaki dostane ilişkilerin aynı zamanda barış, adalet, istikrar ve
demokrasinin, milli azınlıkların etnik, kültür, dil ve din kimliğinin
korunmasını gerekli kıldığı ve bu kimliğin ileri götürülmesi için şartların
yaratılması gerektiği yolundaki derin kanılarını teyid ederek,
Milli
azınlıkların bulunduğu devletlerde, demokrasinin milli azınlıklara mensup
olanlar dahil tüm kişilerin haklar ve temel hürriyetler konusunda tam ve fiili
eşitliğe sahip olmasını ve hukuk devleti ve demokratik kurumlardan
yararlanmasını gerekli kıldığına kani olarak....tüm etnik, kültür, dil veya din
farklılıklarının mutlak süretle azınlıkların yaratılmasına müncer olmayacağını
not ederler.. denilmektedir.
Milli
azınlıklara mensup kişilerin etnik, kültür, dil ve din benliklerini serbestçe
korumağa, muhafazaya ve geliştirmeğe ve kültürlerin tüm vecheleri ile iradeleri
hilafına herhangi bir şekilde asimilasyon girişimlerinden ari olarak
geliştirmeğe ve muhafaza etmeğe hakları olduğunu teyid ederler. Bunların
dışında katılan devletler; azınlık dillerinin geliştirilmesi, eğitimi, kültür
ve daha birçok konuda açıklayıcı kararlar alınmıştır. Son olarak katılan
devletlerin kendi ülkelerinde milli azınlıklara ve etnik kimliklere ilişkin,
gönüllülük esasına göre AGİK sekreteryası aracılığı ile bilgilendirme yükümlülüğü
kararıda vardır.
Türkiye
bu toplantılara katılmış, imza vermiş yükümlülük üstlenmiş bir hukuk devleti
olarak, bu anlaşmaları yoksayamaz. Bu nedenledirki: DEP'in barış bildirisinde
değindiği bu yükümlülükleri kapatılma gerekçesi olarak sunan iddianameyi
anlamakta güçlük çektiğimizi belirtmek isteriz. Bir siyasi parti yetkili
kurulunun, devletin imzacısı olduğu sözleşmelerin gereğinin yerine
getirilmesini istemekten daha doğal birşey olamaz. Burada önemle dikkat
edilmesi gereken nokta bu isteklerin demokratik yasal çerçeve içinde istenmiş
olmasıdır.
AGİK
insani boyut konferansı Moskova toplantısı belgesi
l0
Eylül - 4 Ekim l99l tarihleri arasında Moskova'da düzenlenen toplantıya
Türkiye'de katılmış, imza vermiştir. Bu toplantıda şu saptamalar ilgi çekicidir:
"...Milli,
etnik veya ayırımcılık, düşmanlık ve şiddet hareketlerini özellikle esefle
karşılamışlardır. Bu itibarla katılan Devletler, insani boyuta ilişkin
taahütlerinin tam olarak yerine getirilmesi için, meydana gelen köklü siyasal
değişiklerden özlü şekilde yararlanması gereken sürekli gayretlerin halâ
zorunlu olduğu görüşünü ifade eder..."
"...Katılan
devletler, Kopenhag Belgeselinde yeralan, hukuk devletine ilişkin taahhütlerini
hatırlar, hukuk devletinin temelini teşkil eden adalet ilkelerini ileri
götürmeğe ve desteklemeğe olan bağlılıklarını teyid ederler. Özellikle,
demokrasinin, hukuk devletinde mündemiç bir unsur olduğunu ve çoğulculuğun,
siyasal örgütler bakımından önem taşıdığını tekrar teyid ederler..."
"...katılan
devletler, bir Olağanüstü hal döneminde insan hakları ve temel özgürlüklerin
korunmasının, Kopenhag toplantısı belgesinin ilgili hükümlerinin hesaba
katılmasını ve taraf oldukları uluslararası sözleşmelere riayet edilmesinin
önem taşıdığı kanaatindedirler.."
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi Türkiye'de iç hukuk hükmünde olup, uygulanması
zorunluluğu vardır.
Türkiye
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini, l954 yılında onaylamıştır. İmzalanan ve
Resmi Gazete'de yayınlanan sözleşme Anayasanın 90 ncı maddesi uyarınca iç hukuk
hükmü haline gelmiştir. İddianame ve esas hakkında görüşte, bu sözleşmenin
bağlayıcılığı konusunda hiçbir görüşün ileri sürülmemesi dikkat çekicidir.
Davanın
konusu, parti kapatma olunca, gösterilen delillerde iki konuşma bir bildiri,
yani "düşünce açıklaması" olunca; AİHS'nin 9. maddesinde belirlenen
"...herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır.."
hükmü, l0 ncu maddede yeralan "...herkesin anlatım özgürlüğüne hakkı
vardır..." hükmü, ll nci maddede yeralan "...herkesin barışçı
amaçlarla toplanma hakkı..." hükmü, açıkça ihlâl edilmektedir.
Sözleşmenin,
l4 ncü maddesinde "...bu sözleşmede öne sürülmüş olan hak ve
özgürlüklerden yararlanma;cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal yada başka bir
görüş, ulusal yada toplumsal köken, bir ulusal azınlıktan olma, mülkiyet ve
benzeri başka bir statü ayrımı gözetilmeksizin herkes için sağlanır..."
hükmü karşısında, iddianın, yasal, uluslararası hukuk ve hukukun evrensel
ilkeleri açısından, çağımız açısından haklı hiçbir dayanak ve gerekçesinin
olmadığı ortadadır. Uluslararası bağlayıcı sözleşmeleri hiçe sayan iddianame,
Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Avrupa İnsan Hakları divanın'ın yargı
denetimini de önemsememektedir.
7-
Hukuk devleti ve demokrasi açısından, DEP'in düşünceleri nedeniyle kapatılması
ülke yararına değildir.
l982
Anayasasının hazırlandığı koşulları gözönünde tutmakta yarar vardır. l2 Eylül
sabahı beş general, iç hizmet kanunundan aldıkları bir yetki ile yönetime el
koyduklarını ilan ettiklerinden, yaptıkları ilk iş TBMM'ni ve demokrasinin
vazgeçilmez unsurları olan siyasi partileri kapatmak. Liderlerinin bir kısmını
Zincirbozan'a toplamak olmuştur.
Kaynağı
ulus egemenliği ve iradesi olmayan bir askeri darbe ile atanan Danışma Meclisi
ve bazı hukukçuların generallerin isteğine uygun hazırladıkları bir anayasa tek
yanlı olarak sözde refaranduma sunulmuştur. Bir tepki ve düşünce ve örgütlenme
özgürlüğünü kısan, birçok antidemokratik hükümle dolu olan Anayasanın,
uluslararası sözleşmelere, hukukun evrensel ilkelerine ve Türkiye toplumuna
uymadığı aradan geçen süre içinde birçok kez kanıtlanmıştır.
Zincirbozan'a
sürgün edilen liderlerin yasağı kalkmış bugün Çankaya'da Cumhurbaşkanı olarak
görev yapmakta, diğer liderlerin yasağı kalkmış, tamamı bugün meclis üyesi ve
siyasi partilerinin başında bulunmaktadırlar.
TBMM
üyeleri ve siyasi partiler bu Anayasanın değişmesi gerektiğini hep söylemişler,
Ancak; siyasi çıkarları gereği bu tarihi görevi yerine getirmemişlerdir.
Anayasanın,
Siyasi Partiler Yasasının seçim yasalarının değiştirilmesinin ençok tartışıldığı
bir ülkede, biz hukukçuların hukuku dar manada "Kanun tatbiki" olarak
değerlendirmemiz mümkün değildir. Bizi bağlayan hukukun evrensel değerlerini,
uluslararası sözleşmeleri bir kenara atamayız.
Anayasa
ve yasalarımızda birçok çelişkili hükmün bulunduğu gerçeği karşısında, çağımıza
damgasını vuran insan hakları ve özgürlük değerlerini ülkemiz ve toplumumuz
için lüks görme, tam katılımcı, çoğulcu bir demokrasiyi henüz özümsemeyecek
kaldıramayacak toplum olduğumuz anlayışı ile erteleme hakkını kendimizde
göremeyiz.
Bir
hukuk devletinde biz hukukçulara düşen sorumluluklar, bizi kamu vicdanında ve
tarih önünde sürekli değerlendirme konusu yapacaktır.
Adnan
Menderes'in idamına karar veren yargıçların hiçbiri bugün anılmıyor. Ancak;
Devlet töreni ile itibarının iadesine karar verilen Adnan Menderes'in İstanbul
Topkapı'da bulunan anıt mezarını hergün binlerce insan ziyaret ediyor.
Anayasa
Mahkemesi bazı kararlarında hukukun genel ilkelerinin, Anayasa kurallarından da
önde geldiğini belirlemiştir. Uluslararası sözleşmelere dayalı ulusalüstü bir
hukukun varlığı ve bu hukukun ve Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve kararlarının
bağlayıcılığı ve insan haklarının ortak değer olarak korunması anlayışı,
Anayasa Mahkemesinin getireceği yorumlardaki çağdaş niteliği belirleyen
ölçütler haline dönüşmüştür. Hukuk devleti olmanın en başta gelen ölçütüde
budur. Bu ölçütün düşünce özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü açısından özenle
korunması, demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan siyasi partilerin
yaşatılması ile mümkün olacaktır.
Anayasanın
başlangıç ve 174 üncü maddesinde, "...Türk toplumunun çağdaş uygarlık
düzeyine ulaştırması yada bu seviyenin üstüne çıkarılması azmini
belirlerken", 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında demokratik
olmayı hukuk devletinin temel özellikleri arasında saymıştır.
Çoğulculuk,
katılımcılık, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, demokrasinin vazgeçilmeyen
öğeleridir.
DEP
işlevlerini yerine getirirken, baskı ve teröre başvurmamıştır. Aksine sürekli
saldırılara hedef olmuştur. Ülkenin bölünmez bütünlüğünü bozmadan, yasal ve
meşru zeminde demokratik toplum kuralları içinde, sorunların çözümünden yana
olmuştur. Bu nedenle iki konuşma ve bir bildiri eylemi yani "Düşünce
açıklama" nedeniyle kapatılmasının istenmesi, anayasal ve hukuksal korumadan
yararlandırılmaması istemi hukuk devleti ve demokrasinin temel ilkeleri
bağdaşmamaktadır.
8-
Ülkemizin ve demokrasinin çıkarları açısından, toplumsal barış açısından DEP
yaşamalıdır.
DEP'in
kapatılması davasında, işin bir hukuksal yanı birde toplumsal yanı vardır.
Bugün DEP gibi bir partinin Türkiye genelinde örgütlendiği, onu aşkın
milletvekilinin bulunduğu gönül verenlerinin sayısının yüzbinleri aştığı
gerçeğini dikkate almak gerekir. Diğer bir nokta, ülkenin içinde bulunduğu
siyasi ve toplumsal konjoktürdür.
Bugün
Türkiye tarihinin en bunalımlı günlerini yaşamaktadır. Bir yandan, yılda 800
Trilyona varan Olağanüstü Hal harcamaları, diğer yandan 5 Nisan kararlarını
dayatan ekonomik çöküntü, enflasyon, işsizlik ve çözümsüzlük, Türkiye'de günde
elliyi aşkın insanın öldüğü, binlerce faili meçhül cinayet ve köy boşaltmasının
yaşadığı koşullarda, toplumsal barışa, huzura, akla ve sağduyuya en çok ihtiyaç
duyulan günlerde yaşamaktayız.
DEP'in
kapatılması davası, etnik kökeni Kürt olan milletvekillerinin yasama dokunulmazlıklarının
kaldırılması ve tutuklanmasından sonra, kapatılma kararı ile Anayasanın 84 üncü
maddesi uyarınca üyelikleri düşecek milletvekillerinin onlara gönül veren oy
veren seçmenleri nezdinde uyandıracağı duygu ve tepki, etnik kimlikleri kürt olanların
dışlanması cezalandırılması olarak algılanacaktır. Ne yazıkki siyasi partilerin
"münhasıran denetimi" yetkisi, Terörle Mücadele Yasasının 9 uncu
maddesi uyarınca ihlal edilmiş, partinin eski ve yeni genel başkanları
tutuklanmışlardır.
Ne
yazıkki; siyasi partilerin kapatılması davaları gibi önemli davaların, genelde,
siyasal ve demokratik yaşama Anayasanın temel ilkeleri doğrultusunda yön
verici, temel hak ve özgürlükleri koruyucu işlevi ağır basan Anayasa
mahkemelerinde görülmesinin en temel nedenleride ortadan kaldırılmış
bulunmaktadır. Ankara DGM Başsavcılığı açtığı soruşturmalarla "De
Facto" bir durumla siyasi partileri henüz kapatılmadan, fiilen işlemez
duruma sokmuştur.
9-
Anayasanın 84. maddesi açısından, DEP'in kapatılması durumunda, Anayasa'nın 84
üncü maddesi uyarınca davanın açıldığı tarihte DEP üyesi olan onu aşkın
milletvekilinin milletvekilliği düşecektir.
Bu
hüküm, eylem ve sözleriyle partinin kapatılmasına neden olan milletvekillerini
kapsamıyor. Davanın açıldığı tarihte üye olan tüm milletvekilleri kapatılma
davası sonucu etkilenmektedirler.
Ceza
hukukun genel ilkeleri arasında yeralan, Cezaların Şahsiliği Prensibi açıkça
ihlal edilmektedir. Parti tüzel kişiliği, parti üyeleri, yöneticileri ve
milletvekilleri kişilikleri ayrı ayrıdır. Partinin kapatılması durumunda
hepsinin cezalandırılması "Kollektif Cezalandırma" anlamına gelir.
Kollektif
cezalandırma, Ortaçağ döneminden kalma aşiret ve derebeylik hukukun temel
yargılamaları olmakla, aynı zamanda engizisyon döneminin bariz
karakteristiğidir. Günümüzün çağdaş hiçbir hukuk devletinde "kollektif
sorumluluk" yoktur. Nitekim ceza sistemimizde hukukun bu temel ilkesi
yeralmışsada, siyasi partiler açısından getirilen bu hüküm ne yazık ki
cezaların şahsiliği prensibine aykırı olarak, sonuç doğurmaktadır.
Anayasamızın
83 üncü maddesine göre, eylem ve sözleriyle ceza sorumluluğu olan ve
kapatılmaya neden olan milletvekillerinin ayrı ayrı saptanması gerekir.
Davamızda ise kapatılma gerekçeleri milletvekili olmayan eski Genel Başkan
Yaşar Kaya'nın iki konuşması ile milletvekili olmayan MYK üyelerinin
bildirisine dayanmaktadır. Yani kapatılma davasında hiçbir milletvekilinin söz
ve eylemi sözkonusu değildir.
Anayasa
Mahkemesi, hukukun evrensel ilkeleri karşısında, partinin kapatılmasında hiçbir
etkisi olmayan milletvekillerinin "cezaların şahsiliği prensibi"
uyarınca milletvekilliklerinin düşürülmesine karar vermemelidir.
Seçimle
gelen bir milletvekilinin, milletvekilliğinin Anayasa Mahkemesi kararıyla yada
TBMM'nin Başkanlığınca tesis edilecek yönetsel bir işlemle (tesbitle) sona
ermesi, "kuvvetler ayrımına" ve "ulusal iradenin
üstünlüğüne"de aykırıdır.
Siyasi
Partiler Yasası'nın 95 inci maddesinde: fiileriyle siyasi partilerin
kapatılmasına neden olanların on yıl süreyle başka bir siyasi partiye
alınamayacakları ve milletvekili adayı olamayacakları yönünden hükmü ile,
Anayasa'nın 84 üncü maddesi birbiriyle çelişmektedir. Anayasanın 69 uncu
maddesinde yeralan hüküm ile SPY'nın 95 inci maddesinde yeralan hüküm
arasındada çelişki bulunmaktadır. SPY'nın hükümlerinde kendi eylemleriyle
partinin kapatılmasına neden olan, üye, yönetici ve milletvekilleri sayılırken,
Anayasanın ilgi hükümleri böylesi bir ayrım görmemektedir.
Kendi
eylemleri ile partinin kapatılmasına neden olmayan milletvekillerinin
üyeliklerinin kapatılma kararı ile düşürülmesi, AİHS'nin 6 ncı maddesinde yer
alan adil ve makul bir yargılama hak kının ihlali ile birlikte, 7 nci maddenin
de ihlali anlamındadır.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı 15.12.1993 tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanlığı'na bir yazı göndererek, DEP'in 2.12.1993 tarihinde üyesi bulunan
milletvekillerin listesinin gönderilmesini istemiştir.
T.B.M.M.
Başkanlığı cevabı yazısında; Mardin Milletvekili Mehmet Sincar'ın 4.9.1993
tarihinde vefat ettiğini, Şırnak Milletvekili Mahmut Alınak'ın 30.11.1993
tarihinde, Muş Milletvekili Muzaffer Demir'in 1.12.1993 tarihinde DEP'ten
istifa ettiklerini, ayrıca Diyarbakır Milletvekili Mahmut Uyanık'ın 17.12.1993
tarih, Muş Milletvekili M.Emin Sever'in 16.12.1993 tarihli yazılarıyla DEP'le
üyelik bağlarının olmadığını bildirdikleri belirtilmiştir.
Meclis
Başkanlığı'nın yazı ekinde DEP Genel Başkanlığı'nın 13.7.1993 tarih, 993/1160
sayılı yazısı ile yine DEP Genel Başkanlığı'nın 24.12.1993 tarih ve 30.12.1993
ve 14.1.1994 tarih cevabı yazılarının ekte olduğu belirtilmiştir. Bu yazılarda
Muş Milletvekili M. Emin Sever ile Diyarbakır Milletvekili Mahmut Uyanık'ın
durumuna açıklık getirilmiş olup; DEP'in aynı zamanda kurucu üyeleri bulunan
Şırnak Milletvekili Mahmut Alınak ile Muş Milletvekili Muzaffer Demir ile
ilgili TBMM Başkanlığı'nın yazısı, Parti kayıtları ile çelişmekte ve sunulan
istifa dilekçeleri ile istifa alındı belgeleri kayıtlarda geçmemektedir.
Partilerin
gelen ve giden evrak kayıtları ile verilen belgelerin tarih ve sayıya
bağlanması, altında yetkili parti yöneticilerinin imzası ile mühür bulunması
gerektiği izahtan varestedir. Hiçbir şekil şartı taşımayan ve gerçekliği parti
ile yapılan yazışmalar ile doğrulanmayan bazı belgeleri TBMM Başkanlığı'nın kabul
ederek, bazı üye milletvekillerinin, istifa etmiş sayılmasının ve bağımsız üye
olarak gösterilmesini anlamak mümkün değildir. Bu konuda esas olan parti
kayıtlarıdır. İki adet istifa alındı belgesi incelenecek olursa, ayrı
yazılardan çıkan, parti anteti taşımayan üzerinde partinin tarih sayısı
bulunmayan, mühür ve kaşe taşımayan yazılar olduğu görülecektir.
DEP
Genel Merkezinin Anayasa Mahkemesi'ne sunduğu 13.4.1994 tarihli yazılarında da
açıkça anlaşılacağı üzere TBMM Başkanlığı hukuka aykırı bir takım tesbitlerde
bulunmuş, dayanağı belgeler ise şekli ve hukukî olarak hüküm doğurmamaktadır.
Asıl olan ve dikkate alınması gereken husus parti yazılarıdır. Aksi takdirde bu
hususun parti ilgi kayıtları istenmek suretiyle incelenmesi gerekmektedir.
DEP'in
dava açıldığı tarihte, birisi vefat etmiş onyedi milletvekili bulunmasına
rağmen, Anayasa'nın 78. maddesinde "... Türkiye Büyük Millet Meclisi
üyeliklerinde boşalma olması halinde, ara seçime gidilir. Ara seçim, her seçim
döneminde bir defa yapılır ve genel seçimden otuz ay geçmedikçe ara seçime
gidilemez. Ancak; boşalan üyeliklerin sayısı, üye tamsayısının yüzde beşini
bulduğu hallerde, ara seçimlerin üç ay içinde yapılmasına karar
verilir..." hükmü karşısında DEP'in kapatılma olasılığı karşısında siyasî
bir kararla "ara seçim" yapılması önlenmek istenmiştir. Anayasa'nın
84. maddesinin uygulanması ihtimaline binaen durum açıklığa kavuşturulmalıdır.
10-
SPY.nın 78. ve 81. maddeleri zımnen ilga edilmiştir.
Ön
savunmamızda SPY.nın kapatılmaya ilişkin hükümlerinin Anayasa'ya aykırılığını
belirtmiştik. Özellikle davamızda uygulanması istenen bu maddelerin Anayasa'ya
aykırılığının incelenerek iptalini istiyoruz.
Anayasa'nın
geçici 15. maddesi, ömrünü doldurmuş, keemlemyekün bir maddedir. Hukukun temel
ilkeleri ve özellikle sonradan Türkiye'nin imzacısı olduğu sözleşme hükümlerine
ve hukukun temel ilkelerine açıkça aykırılık teşkil etmesi nedeniyle davamızda
uygulanması mümkün değildir.
-TCK'nun
141, 142, 163 ncü maddelerinin kaldırılması bu yöndeki yasakların da kalkması
anlamındadır.
-2932
sayılı dil yasağının kalkması sonucu SPY'nın 81 nci maddesinin uygulanma
kabiliyeti ortadan kalkmış bulunmaktadır.
Askeri
Yargıtay 3. Dairesi DİSK ile ilgili kararında:
"...TCK'nun
141, 142, 163 ncü maddelerinin kaldırılmasına ilişkin tasarının gerekçesinde;
TCK'nun 141, 142, 163 ncü maddeleri ile Dernekler Kanunu'nun 5/7, 8, 62
maddelerinin şiddete başvurmayan düşünceyi ifade ve örgütlenme özgürlüğünü
kısıtladığı, dolasıyla bu hükümlerin çağdaş, demokratik, toplum düzeyine
ulaşmak için engel teşkil ettiği ve bu nedenle kaldırıldıkları kabul edildikten
sonra ... As.CK.nun 148/B maddesi ile 2821 sayılı Yasa'nın 58/1 maddesindeki
hükümlerin, açık bir ilga hükmü olmamasına rağmen yürürlükten kalktıkları
şüphesizdir....." denilmektedir.
Askerî
Yargıtay kararları ile birçok mahkeme kararında bu yönde gelişen içtihatlar
karşısında, Anayasa Mahkemesi'nin de SPY'nın ilgi hükümlerini, demokratik hukuk
devleti olmanın gereği olarak, incelemesi ve iptal etmesi gerektiği
düşüncesindeyiz.
11-
Toplumsal barış ve demokrasi için, DEP bir şanstır. Türkiye'nin Doğu ve
Güneydoğusunda 1978 yılında ilân edilen sıkıyönetim 1987 yılında yerini
Olağanüstü Hal Uygulamasına bıraktı. Olağanüstü Hal Bölge Valiliği, Koruculuk,
Özel Tim, Özel Ordu derken, Olağanüstü Hal Kararnameleriyle sürgünler,
sansürler, her türlü antidemokratik hüküm, olayları, sorunları çözemedi. Bugüne
kadar uygulanan baskı politikaları askerî çözüm reçeteleri, daha çok can
almasına yol açarken, demokratik yolların dışında arayışları, silahlı
eylemliliği güçlendirdi. Yasal, demokratik platformların kapatılması,
depolitizasyon politikaları ile sivil toplum örgütlerinin siyasetten
yasaklanması, giderek suskun toplum yaratma çabaları bugüne kadar hiçbir çözüm
getirmedi sorunları daha da ağırlaştırdı.
DEP'in
Doğu ve Güneydoğu'da güçlü bir örgütlenmeğe sahip olması, Milletvekillerinin bu
bölgelerden seçilmesi, toplumun istek ve arayışlarını demokratik yolla dile
getirme, çözüm arayışlarında tartışma olanakları yaratma, halkın sorunlarına
meşru zeminde çözüm bulma, barışa ve demokrasiye katkı sunma gibi, bir
toplumsal sigorta ve teneffüs yolu olma misyonunu da beraber getirmektedir.
Daha önce HEP'in kapatılmış olması arkasından ÖZDEP'in kapatılması ile şimdi de
DEP'in kapatılması durumunda, yöre halkının, yasal platformlara, meşru mücadele
araçlarına demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan siyasi partilere olan güvenini
ortadan kaldıracağı gibi, yasal zeminlerin kapatılması daha çok illegal
örgütlenmelerin işine yarayacaktır.
Davalı
parti değerlendirilirken, proğramının, tüzüğünün, örgütlerinin Türkiye
çapındaki tüm faaliyetlerinin, amacının kastının bir bütün olarak
değerlendirilmesi gerekir.
DEP
herhangi bir şiddet eylemi nedeniyle yargılanmıyor. İki konuşma ve bir bildiri
eylemi gibi, zayıf gerekçelerle, düşüncelerinden dolayı partinin kapatılması,
sorunların çözümüne, toplumsal barışa, demokrasiye hiçbir katkı sunmayacaktır.
Birtakım varsayımlarla, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünün ihlal
edildiği iddiası inandırıcı değildir. Bir parti Mecliste onu aşkın milletvekili
ile temsil ediliyorsa, bölünme iddiasının somut inandırıcı, kesin delillere
dayanması gerekmektedir.
Birtakım
sorunların, demokrasi içinde tartışılmasını istemek, çözüm aramak gibi meşru ve
masum taleplerden ve siyasi partilerin varlık nedeni olan görüşleri kapatılma
gerekçesi olamaz.
Demokrasi
içinde, Ülkenin birliği ve bütünlüğü içinde, ister Cumhurbaşkanı Sayın
Demirel'in sözettiği "Anayasal vatandaşlık" ister, "Düşünce ve
örgütlenme özgürlüğü" içindeki demokratik çözümlerin tümünün
tartışılmasında büyük yararlar bulunmaktadır.
Akan
kanın durması, silahların susması toplumun ertelenmez acil isteğidir.
İddianamede partinin "barış bildirisi" nedeniyle davanın açılması, bu
yöndeki gayretleri engelleyen sonuçlar doğurmaktadır. İddianamede ülkede bir
"savaşın olduğu" kavramı ele alınarak, partinin kapatılması
istenirken, Genelkurmay Başkanın "düşük ölçekli savaş" Milli Savunma
Bakanın "cepheden geliyorum" kavramları hernedense gözardı
edilmektedir. Bu sözleri ilk kullanan DEP değildir.
DEP,
parti proğramında: "...sorunun şiddete dayalı çözümü ve bastırılması
olanaksızdır. Şiddet politikası ülke kaynaklarının hedef olmasına yol açmakta
ve ekonomik toplumsal gelişmeyi önlemektedir.
Kitlelerin
örgütlenmesi ve katılımcılığını engelleyen yasal ve siyasal engeller
kaldırılacak, onların kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olmalarını sağlayacak
demokratik sivil örgütlenmeler desteklenecektir. Gerçek bir demokrasinin gereği
olarak; düşünce suç olmaktan çıkarılacak basın yayın gerçek anlamda özgür
olacak, hertürlü politik örgütlenmenin engelleri kaldırılacaktır. Bağımsız ve
güvenceli yargı gerçekleştirilecek, hukuk sistemi çağdaş ve ileri bir
demokrasiye uygun biçimde yeniden düzenlenecektir.
Kürt
sorunun adil demokratik ve barışçıl çözümü sağlanacaktır... l982 Anayasası
demokratikleşmenin önündeki en büyük engellerden birini oluşturmaktadır...
Partimiz otoriter ve totaliter yönetimler kurulmasına imkan vermeyen insan hak
ve özgürlüklerine dayalı; çoğulcu ve katılımcı; sosyal hukuk devleti ilkelerine
bağlı, devleti halkın hizmetinde gören demokratik sivil toplum anayasasının
hazırlanması ve kabulü için gerekli hertür çabayı gösterir..."
denilmektedir.
Demokrasi
Partisi mücadele yöntemleri ve hedefleri konusunda görüşleri net olan bir
partidir. Böylesi bir partiyi ülke topraklarını ayıracak, ayrı bir rejimde
devlet kuracak şekilde suçlamanın makul dayanakları gösterilmemiştir. Partinin
amacı ve kastı konusunda bağlayıcı belgeleri birçok açıklama ve eylemi gözardı
edilmiştir.
Türkiye,
tarihten gelen bir gerçeklikle, değişik dinlerin, dillerin, kültürlerin, etnik
yapıların, bulunduğu çok renkli bir mozaik ve güzelliği yansıtmaktadır. İnsan
hakları demokrasi, kardeşlik ve barış ortamı temelinde bazı sorunların çözümünü
istemek partilerin en başta gelen görevidir. Bu görev hukuk sınırları içinde,
yasal zeminde, şiddete başvurulmadan yerine getirilmiştir.
Hukuk,
yukarıda saydığımız tüm olguları birlikte ele almak durumundadır. Yasal
demokratik çalışma engellenmemeli, düşünce suç sayılmamalıdır.
Sonuç:
Açıklanan nedenlerle:
1-
Ön savunmamızda belirttiğimiz gibi, Ankara DGM'deki 1993/114-115'e derdest
dosyalar ile Avrupa İnsan Hakları Komisyonunda derdest olan HEP davasının
"bekletici sorun" olarak kabulünü,
2-
3713 sayılı Yasa'nın 9, SPY'nın 78, 81 ve ilgi maddelerinin, Anayasaya
aykırılığının incelenerek iptaline karar verilmesini,
3-
Erbil ve Bonn konuşması ile ilgili, usule, hukuka ve ahlaka aykırı deliller
karşısında, sağlıklı delil toplama istemimizin kabulünü,
4-
Duruşma isteğimizin bu aşamadan sonra, toplanacak delillerde dikkate alınarak
kabulünü,
5-
Demokrasi Partisi'nin kapatılmasına, ilişkin istemin Reddine; karar verilmesini
saygıyla arz ve talep ederiz."
VI-
DAVANIN EVRELERİ
1.
Dava Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 2.12.1993 gün, SP.52 HZ 1993/55
sayılı iddianamesiyle açılmıştır.
2.
Anayasa Mahkemesi'nin 7.12.1993 günlü toplantısında önsavunma, esas hakkında
görüş ve son savunma ile ilgili işlemlerin yürütülmesi kararı oybirliğiyle
alınmıştır.
3.
17.12.1993 günü Demokrasi Partisi Genel Başkanı Hatip Dicle Ön Savunma için ek
süre isteminde bulunmuştur.
4.
Anayasa Mahkemesi 21.12.1993 günü oybirliği ile aldığı kararla ek süre istemini
yerinde bularak davalı Demokrasi Partisi'ne Ön Savunmasını hazırlayabilmesi
için evvelce verilen otuz günlük ön savunma süresinin bitiminden başlamak üzere
onbeş gün ek süre verilmesine karar vermiştir.
5.
Demokrasi Partisi vekilleri Av. Çetin Özek, Av. Hasip Kaplan ve Murat Bozlak
tarafından Mahkememize verilen 10.1.1994 günlü dilekçe ile davanın 27.3.1994
günü yapılacak mahalli genel seçimler sonrasına bırakılması istenmiştir.
6.
Anayasa Mahkemesi 20.1.1994 günü oybirliği ile verdiği kararla davalı Parti
vekillerinin davanın görülmesinin 27.3.1994 tarihinden daha sonraki bir tarihe
bırakılması yolundaki istemi Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası hükümlerine uygun
bulmayarak istemi red detmiştir.
7.
Demokrasi Partisi'nin kendilerine yapılacak tebligatın Av. Hasip Kaplan'a
yapılması istemini içeren dilekçesi 28.1.1994 günü 88 sayı ile Anayasa
Mahkemesi kaydına geçirilmiştir. Durum Anayasa Mahkemesi'nce 31.1.1994 günlü
159 sayılı yazı ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na bildirilmiştir.
8.
Anayasa Mahkemesi 1.3.1994 günü yaptığı toplantıda;
a-
Davada gerekli bilgilerin doğrudan ve daha doyurucu düzeyde alınabilmesi için
Anayasa'nın 149. maddesinin dördüncü fıkrası ile 2949 sayılı Yasa'nın 33.
maddesi gereğince sözlü açıklama toplantısının 22.3.1994 günü saat 14.30'da
yapılmasına,
b-
Sözlü açıklamada bulunmak üzere davalı Parti Genel Başkanı ile Parti'yle üyelik
ilişkisi sürüyorsa, söz ve eylemleri kapatma nedenleri arasında gösterilen
önceki Genel Başkan Yaşar Kaya'nın ayrıca genel başkanlıkça görevlendirilecek
iki temsilcinin, çağrılmasına,
Dosyaya
konulup incelenmesi istenilen başka belge ve bilgilerin sözlü açıklama
sırasında sunulabileceklerine,
Oybirliğiyle
karar vermiştir.
9.
Av. Hasip Kaplan 7.3.1994 günü Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na yazdığı yazıda
otuz günlük savunma süresine ek olarak otuz gün daha süre verilerek toplam
altmış günlük süre tanınmasını istemiştir.
10.
Anayasa Mahkemesi 18.3.1994 günü oybirliği ile aldığı kararla istemi yerinde
bulmuş ancak otuz günlük sürenin bitiminden başlamak üzere yirmi gün ek süre
verilmesine karar vermiştir.
11.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı 21.3.1994 günlü ve SP.Muh 1994/109 sayılı
yazısında Anayasa Mahkemesi'nin 1.3.1994 gün ve Esas 1993/3 (Siyasî Parti
Kapatma) sayılı kararının parti avukatları Av. Murat Bozlak ve Av. Hasip
Kaplan'a tebligat çıkarıldığını belirtmiş ve tebliğ mazbatasının aslını ekte
sunmuştur.
12.
22.3.1994 günü Demokrasi Partisi temsilcilerinin sözlü açıklamaları
dinlenmiştir. Sözü açıklamaya Demokrasi Partisi Genel Başkan Vekili Remzi
Kartal ve Av. Hasip Kaplan katılmışlardır.
VII-
İNCELEME
A.
Ön Sorunlar Yönünden
1.
Davanın Siyasî Partiler Yasası'nın 9. maddesine aykırı açılıp açılmadığı Sorunu
Davalı
Parti, Ön Savunması'nda davanın Siyasî Partiler Yasası'nın 9. maddesine aykırı
açıldığını ileri sürmüştür.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı ise Esas Hakkındaki Görüşünde Özetle; Siyasî Partiler
Yasası'nın Dördüncü Kısmı'ndaki yasaklara aykırı davranılması durumunda ihtara
gerek olmadan doğrudan kapatma davası açılabileceğini bildirmiştir.
Siyasî
Partiler Yasası'nın 9. maddesine göre; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı kurulan
partilerin, tüzük, programları ile kurucularının hukuksal durumlarının
Anayasa'ya ve yasa hükümlerine uygunluğunu ve ayrıca, verilmesi gerekli bilgi
ve belgelerin tamam olup olmadığını kuruluşlarından sonra öncelikle ve
ivedilikle incelemek durumundadır. Cumhuriyet Başsavcılığı, aynı maddeye
dayanarak saptadığı noksanlıkların giderilmesini, gerekli göreceği ek bilgi ve
belgelerin gönderilmesini yazı ile isteyebilecektir. Bu isteğe uyulmamasının
yaptırımı da, siyasî partilerin kapatılmasına ilişkin hükümlerin
uygulanmasıdır. Böylece Cumhuriyet Başsavcılığı'nın partileri denetleme
görevinin içeriği ve sınırı belirlenmiş olmaktadır. Siyasî Partiler Yasası'nda
kurulan partilerin tüzük ve programları ile kurucularının hukuksal durumlarıyla
her türlü eylemlerinin doğrudan kapatma nedenleri yönünden Anayasa ve yasa
hükümlerine aykırı olması ya da bunlarda noksanlıklar saptanması durumları
birbirinden ayrılmış ve değişik hukuksal sonuçlara bağlanmıştır. Şöyle ki;
Cumhuriyet Başsavcılığı'nca saptanan noksanlıkların giderilmesi, gerekli
görülen ek bilgi ve belgelerin gönderilmesi, yazı ile istenmedikçe, bu nedene
dayanılarak siyasî partilerin kapatılmasına dair hükümlerin uygulanmamasına,
yani yazılı istemin dava açmanın ön koşulu niteliğini almış olmasına karşı,
kurulan partilerin tüzük ve programları ile kurucularının hukuksal durumlarının
ve her türlü eylemlerinin doğrudan kapatılma nedenleri yönünden Anayasa'ya ve
yasa hükümlerine aykırı olması nedeniyle kapatılmaları için dava açılması, 104.
madde dışında böyle bir önkoşula bağlanmamıştır.
Cumhuriyet
Başsavcılığı Demokrasi Partisi'nin, dava konusu iki konuşma ve bir bildirisinin
Siyasî Partiler Yasası'nın Dördüncü Kısmı'nda yer alan 78. ve 81. maddelerinin
(a) ve (b) bentlerine aykırılığı nedeniyle kapatılmasını istemektedir. Bu
nedenle Siyasî Partiler Yasası'nın 9. maddesinde Cumhuriyet Başsavcılığı'na
noksanlıkların giderilmesi ile ilgili olarak tanınan yetkiyi yukarıda
belirtilen aykırılıkları da kapsayacak bir duruma getirmek ve bu hususu bir
dava koşulu olarak kabul etmek, siyasî partilerin tüzük, program ve
faaliyetlerinin Yasa'nın Dördüncü Kısmındaki "Siyasî Partilerle İlgili
Yasaklar"a aykırı olmaları durumunda, bu koşul yerine getirilmeden,
doğrudan 100 ve 101. maddelerdeki nedenlerle kapatma davası açılmasına olanak
vermemek anlamına gelir. Bu nedenle, Siyasî Partiler Yasası'nın 9. maddesine
göre Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nca uyarı yapılmadan açılmış bulunan
davanın Yasa'nın Dördüncü Kısmı'ndaki yasaklara aykırılıktan ileri gelmesi
nedeniyle davalı Parti'nin itirazı yerinde görülmemiştir. Yılmaz ALİEFENDİOĞLU
bu görüşe katılmamıştır.
2.
Yargılamanın Duruşmalı Yapılıp Yapılmaması Sorunu
Davalı
Parti savunmalarında davanın duruşmalı görülmesini istemiştir. Demokrasi Partisi'ne
göre anayasal ve yasal düzenleme duruşma yapılmasına engel değildir; bu nedenle
duruşma yapılmalıdır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Esas Hakkındaki
Görüşünde bu düşünceye katılmamış ve istemin reddi gerektiğini belirtmiştir.
Anayasa'nın
149. maddesinin son fıkrasında, "Anayasa Mahkemesi Yüce Divan sıfatıyla
baktığı davalar dışında kalan işleri dosya üzerinde inceler"
denilmektedir. 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkında Yasa'nın 33. maddesinde de Anayasa'daki hüküm doğrultusunda siyasî
partilerin kapatılmasına ilişkin davaların Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası
hükümleri uygulanmak yoluyla dosya üzerinden incelenip karara bağlanacağı
belirtilmiştir. Aynı kural, Siyasî Partiler Yasası'nın 98. maddesinin ilk
fıkrasında kapatma davasından söz edilmek suretiyle yinelenmiştir. Buna göre,
siyasî parti kapatma davalarında Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası'nın
uygulanacağı kabul edilmiş, ancak duruşma ilkesi benimsenmemiştir. Ayrıca
siyasî partilerin kapatılması ile ilgili davalarda Mahkememizde duruşma yerine
yazılı yargılama usulünün devamı mahiyetinde olan sözlü açıklama
yapabilmektedirler. Davalı Siyasî Parti de bu yoldan yararlanmış ve kendi
yönünden uygun gördüğü açıklamaları sözlü olarak yapmıştır. Bu nedenle, siyasî
parti kapatma davalarında duruşma yapılması olanağı olmadığından davalı
Parti'nin bu konudaki isteminin reddi gerekir.
3.
Kapatma Davasına Neden Gösterilen Konuşmalar ve Bildiri Hakkında Ankara Devlet
Güvenlik Mahkemesi'nde Dava Açılması ve Halkın Emek Partisi'nin Kapatılmasına
İlişkin Anayasa Mahkemesi Kararına Karşı Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna
Başvurulmasının Bekletici Neden Sayılıp Sayılmaması Sorunu
Davalı
Parti'ye göre, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde bakılmakta olan
(1993/114-115'e) davalar kapatılma isteminin dayanağını oluşturduğundan bu
davaların sonuçlanmasının beklenmesi gerekmektedir. Yine, Halkın Emek
Partisi'nin kapatılmasına ilişkin kararın bireysel başvuru yoluyla Avrupa İnsan
Hakları Komisyonunca incelenmekte olması da bekletici bir sorun sayılmalıdır.
Çünkü
Anayasa'nın
90. maddesine göre, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi iç hukukta bir yasa
hükmündedir.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı davalı Parti'nin bu konudaki isteminin reddi gerektiği
görüşündedir.
Hukukta
bekletici neden, bir davanın sonuçlandırılmasının kimi zaman o mahkemenin
yetkisi dışında kalan bir sorunun çözümlenmesine bağlı olduğu durumlarda ortaya
çıkmaktadır. Bu bakımdan bekletici neden, bir davanın görülmesi sırasında
ortaya çıkan ancak konunun o mahkemenin görev ve yetkisi dışında kalan fakat
davanın esastan çözümüne etkisi olan uyuşmazlıktır. Görülmekte olan bir dava
sırasında, ileri sürülen Anayasa'ya aykırılık savları bekletici neden olarak
kabul edilmiştir.
Konuşmaları
yapan kişi ile bildiriyi yayımlayan parti merkez yönetim kurulu üyeleri
hakkında açılmış kişisel ceza davaları ve Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na
bireysel başvuruda bulunulmuş olması ile siyasî parti kapatma davası arasında,
kapatma davasının sonucunu etkileyebilecek doğrudan bir ilişki bulunmamaktadır.
Gerek Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin gerek Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'nun
verecekleri kararlar olaylarla sınırlı olup bu davayı etkilemez. Görülmekte
olan davanın konusu yönünden ortada bekletici sorun saymayı gerektirecek bir
durum söz konusu değildir.
4.
Siyasî Partiler Yasası'nın 78. ve 81. Maddelerinin Anayasa'ya Aykırılığı
Nedeniyle İptali veya İhmali Sorunu
Davalı
Parti savunmalarında, Anayasa'nın Geçici 15. maddesinin son fıkrasında yer alan
"... bu dönem..." sözcüklerinin birinci fıkrayla bağlantılı ve onu
açıklayıcı nitelikte olduğunu Anayasa'ya aykırılık savının birinci fıkrada
belirtilen "12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak
TBMM Başkanlık Divanı oluşuncaya kadar geçecek süre içinde" ileri
sürülemeceği görüşüyle Geçici 15. maddenin Anayasa'ya aykırılık savını
önlemediğini, ayrıca yürürlükte bulunan Siyasî Partiler Yasası'nın günümüzde
Millî Güvenlik Konseyi döneminde yürürlüğe konulan içeriğe ve bütünlüğe sahip
olmadığını belirterek bu Yasa'nın 78. ve 81. maddelerinin Anayasa'ya
aykırılığını ileri sürmüştür.
Buna
karşılık, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Esas Hakkındaki Görüşünde 2820
sayılı Siyasî Partiler Yasası bu dönem içerisinde çıkarılmış bulunduğundan
Anayasa'nın geçici 15. maddesi kapsamına girdiği için davalı Parti'nin
Anayasa'ya aykırılık savını ciddi görmemekle reddini istemiştir.
Söz
konusu yasal düzenlemeler, Anayasa'nın 68. ve 69. maddelerinde yer alan
hükümlerin gereklerini yerine getirmek amacıyla yapılmıştır. Ancak, bunların
Anayasa'ya uygunluğunu tartışmak Anayasa'nın geçici 15. maddesinin açıklığı
karşısında olanaksızdır. Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik içtihadına göre,
Anayasa'nın geçici 15. maddesinin son fıkrası ile birinci fıkrası arasında,
belirli bir dönemde çıkarılan yasalar hakkında Anayasa'ya aykırılıkların iddia
edilememesi yönünden belli bir zaman ayrımı yapılmamış, üçüncü fıkrada yer alan
"bu dönem" sözcükleri birinci fıkrada açıklanmıştır. Böylece, belirli
bir dönemde çıkarılan yasalar için Anayasa'ya aykırılık savında bulunulamayacağı
öngörülmüştür. Geçici maddeler uygulama süreleriyle değil, geçici olarak
düzenledikleri hukuksal ilişki ve kurumlarla kendisi ve bağlı olduğu temel
metinlerin içerikleri ve verdikleri anlam ile değerlendirilmelidir. Geçici
maddeler değişik hukuksal düzenlemeler arasında bağlantı kurar, kazanılmış
hakların saklı tutulmasını ve uygulamanın geniş bir zaman dilimine yayılmasını
sağlar. Geçici maddelerle temel hükümlerin farkı budur. Hukuksal değer
bakımından ise, geçici maddelerle temel hükümler arasında bir farklılık
bulunmamaktadır. Anayasa'nın açık olarak düzenlediği bir konunun Anayasa
Mahkemesi tarafından uygulanmaması düşünülemez. Bu nedenle, Anayasa'nın geçici
15. maddesine göre, 12 Eylül 1980'den ilk genel seçimler sonucu toplanacak
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Başkanlık divanı oluşturuluncaya (6 Aralık
1983) kadar geçen süre içinde çıkarılmış olan yasaların Anayasa'ya aykırılığı
ileri sürülemeyeceğinden, bu dönem içinde çıkarılmış bulunan 22.4.1983 günlü,
2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun şimdiye kadar bir değişikliğe uğramıyan
78. ve 81. maddelerinin Anayasa'ya aykırılığı savında bulunulamaz. Geçici 15.
madde kapsamı içine giren Yasa'nın kimi kuralları daha sonra yeniden
düzenlenmişse de Yasa'nın tümü değil ancak değişiklik yapılan kurallar hakkında
Anayasa'ya uygunluk denetimi yapılabilir.
Diğer
yönden davalı Parti tarafından, Siyasî Partiler Yasası'nın ilgili hükümlerinin
yerine Anayasa ve Türkiye'nin imzaladığı uluslararası insan hakları
sözleşmelerinin uygulanması istenmiştir.
Bir
yasa kuralının ihmalinin söz konusu olabilmesi için aynı konuyu düzenleyen ve
birbiriyle çelişen yasa ve Anayasa kuralının bulunması gerekir. Bu durumda
çözümün Anayasa kuralları yönünden aranması doğaldır. Anayasa'nın geçici 15.
maddesinin varlığı, Anayasa'nın tümlüğü içinde bir çelişkiyi değil gözetilmesi
zorunlu bir ayrık durumu yansıtmaktadır. Geçici 15. maddenin içeriği, konuyu
açık biçimde ortaya koymuştur. Anayasa Mahkemesi'nin bu kuralı yok sayması
olanaksızdır.
Anayasa
Mahkemesi'nce Bir yasa kuralının ihmali, incelenmekte olan işte uygulanacak
kural hakkında iptal davası açılmamış olsa bile o kuralın Anayasa'ya aykırılık
nedeniyle iptal edilebilecek nitelikte olması koşuluna bağlıdır.
Belirtilen
kuralların, Anayasa'nın geçici 15. Maddesi karşısında, Anayasa'ya uygunluk
denetimi yapılmasının olanaksızlığı nedeniyle ihmal edilmeleri de sözkonusu
olamaz.
Bu
nedenlerle Siyasî Partiler Yasası'nın ilgili kurallarının iptal ya da ihmal
edilmesi istemi yerinde görülmemiştir.
Güven
DİNÇER ve Yılmaz ALİEFENDİOĞLU bu görüşlere katılmamışlardır.
5-
Terörle Mücadele Yasası'nın 9. Maddesinin Anayasa'ya Aykırılığı Sorunu
Davalı
Parti, Savunmalarında 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası'nın 9. maddesinin
Anayasa Mahkemesi'nin siyasal partiler üzerindeki münhasır denetim yetkisini
ortadan kaldırdığı ve bu nedenle de Anayasa'ya aykırı olduğu savında
bulunmuştur. Sözlü açıklama sırasında 9. madde konusunun açıklığa
kavuşturulması davalı Parti vekili Av.Hasip Kaplan'dan istenmiştir. Davalı
vekili ise şunları belirtmiştir:
"9.
madde gereği Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde bir soruşturmanın delilleri dışında
iddianameye dayanak edilen başka bir delil yoktur. Devlet Güvenlik
Mahkemesi'nin hazırlık dosyalarından alınan Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın Siyasî Partiler Yasası'nın 106. maddesi fıkrası uyarınca
aldığı belgeler delil olarak gösteriliyor. Şimdi Anayasa münhasır yargısal denetimi
Yüce Anayasa Mahkemesi'ne verecek, bunun yanında Ankara Devlet Güvenlik
Mahkemesi 9. maddeye dayanarak "terör suçu kapsamındadır" deyip bir
kovuşturma açacak ve o kovuşturma bugün burada delil olarak sunulacak."
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı, Esas Hakkında Görüşünde özetle, iptali istenen kuralın
davada uygulanacak kural olmadığından istemin reddini talep etmiştir.
2949
sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Yasa'nın
18. maddesinin ikinci bendinde "Mahkemelerce kendisine Anayasa'nın 152 nci
maddesine göre intikal ettirilen işleri ve Yüce Divan sıfatıyla çalışırken veya
siyasî partilerin kapatılmasına ilişkin davalarda aynı madde gereğince ön
mesele olarak bakması gereken işleri karara bağlamak" Anayasa Mahkemesi'nin
görev ve yetkileri içinde sayılmıştır. Anayasa Mahkemesi Yüce Divan olarak
görev yaparken ve siyasî parti kapatma davalarında Anayasa'nın 152.
maddesindeki "bir davaya bakmakta olan mahkeme"dir. Bu nedenle,
Anayasa'nın 152. maddesine ve 2949 sayılı Yasa'nın 28. maddesine göre,
Anayasa'ya aykırılık iddiasında bulunulan veya aykırı görülen Yasa kuralının
"o davada uygulanacak kural" olması gerekmektedir.
3713
sayılı Yasa'nın 9. maddesinde: "Bu Kanunun kapsamına giren suçlarla ilgili
davalara Devlet Güvenlik Mahkemelerinde bakılır ve bu suçları işleyenler ile
bunların suçlarına iştirak edenler hakkında bu Kanun ve 2845 sayılı Devlet
Güvenlik Mahkemelerinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun Hükümleri
uygulanır." denilmektedir. Oysa, Demokrasi Partisi hakkındaki dava Siyasî
Partiler Yasası'nın 78., 81. ve 101. maddelerine göre açılmıştır. Bir başka
deyişle, bu davada uygulanacak yasa kuralları Siyasî Partiler Yasası ile
Anayasa Mahkemesi'nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri hakkındaki Yasa'nın
belirli kurallarıdır. 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası'nın iptali istenen 9.
maddesinin bu davada uygulama yeri yoktur.
Açıklanan
nedenlerle, iptali istenen 3713 sayılı Yasa'nın 9. maddesi görülmekte olan
davada uygulanacak kural olmadığından isteğin reddi gerekir.
B.
Esas Yönünden
1.
Genel Açıklama
Genel
ve eşit oy hakkı; çoğulcu, katılımcı kurallar ve kurumlar düzeni olan çağdaş
demokrasilerde yurttaşların devlet yönetimine katılmalarının temel koşuludur.
Bu yolla söz sahibi olup etkinlik kazanma olanağı elde edilirse de kişilerin
ayrı ayrı güçleriyle sonuç almaları güçtür. Bireysel iradeleri birleştirip
yönlendirerek onlara ağırlık kazandıran özgün kuruluşlara gereksinim
duyulmuştur. Bu kuruluşlar, dağınık siyasal tercihleri birleştirip açıklık ve
güç sağlayarak devlet hizmetlerini daha yararlı kılmak, hak ve özgürlükleri
güvenceye bağlayarak toplumsal barışı güçlendirmek, anayasal ilkeler
doğrultusunda kamuoyu oluşturarak ulusal yaşama daha çok aydınlık getirmek
yönünden vazgeçilmez öneme sahip olan siyasal partilerdir.
Anayasa'nın
68. maddesinin ikinci fıkrasında "Siyasî partiler demokratik siyasî
hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır." ilkesine yer verildikten sonra üçüncü
fıkrasında da "Siyasî Partiler önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa
ve kanun hükümleri içinde faaliyetlerini sürdürürler." denilmektedir.
Siyasal
partilere ilişkin Anayasa kuralları gözden geçirilirse Anayasakoyucunun
demokrasinin benimsenmesi yönünden bu konuya özel bir önem ve değer vermiş
olduğu görülür.
Siyasal
partilerin kuruluş ve çalışmalarının özgürlük içinde olması temel ilkedir.
Siyasal partiler, belli siyasî düşünceler çerçevesinde birleşen yurttaşların
özgürce kurdukları ve özgürce katılıp ayrıldıkları kuruluşlardır. Kamuoyunun
oluşumunda önemli etkinliği olan siyasî partiler, yurttaşların istem ve
özlemlerinin gerçekleşmesine çalışan ve siyasal katılımları somutlaştıran
hukuksal yapılardır.
Demokrasinin
simgesi sayılan, olmazsa olmaz koşulu olarak nitelenen, özgürlük ve
hukuksallığın ulusal araçları durumunda bulunan siyasî partilerin, devlet
yönetimindeki etkinlikleri ve ulusal istencin gerçekleşmesindeki rolleri
nedeniyle, Anayasakoyucu, onları öteki tüzelkişilerden farklı tutup,
kurulmalarından başlayarak çalışmalarında uyacakları esasları ve
kapatılmalarında izlenecek yöntem ve kuralları özel olarak belirlemekle
kalmamış, Anayasa'nın 69. maddesinin son fıkrasında, çalışma, denetleme ve
kapatılmalarının Anayasa'da belirlenen ilkeler çerçevesinde çıkarılacak bir
yasayla düzenlenmesini uygun bulmuştur.
Anayasa'nın
anılan buyurucu kuralı uyarınca 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası çıkarılmış;
siyasî partilerin kuruluşlarından başlayarak çalışmaları, denetimleri,
kapatılmaları konularında, belirli bir sistem içerisinde, çok ayrıntılı
kurallar getirmiştir. Getirilen sistemde, Anayasa'da da yer alan yasaklara
uymayan siyasal partilerin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nca izleneceği ve
gerektiğinde kapatılmaları için Anayasa Mahkemesi'nde dava açılacağı
öngörülmüştür.
Siyasal
partilerin, demokratik yaşamın vazgeçilmez öğeleri olmaları, devlet örgütü ve
kamu hizmetleriyle yoğun ilişki içinde bulunmaları, onların her istediklerini
yapabilecekleri anlamına gelmez. Siyasal partilerin baskı ve engellerden uzak
kalmalarını sağlamaya yönelik kurulma ve çalışma özgürlüğü, Anayasa ve bu alanı
düzenleyen yasalarla sınırlıdır. Bu belirleme aynı zamanda demokratik hukuk
devleti olmanın da bir gereğidir. Nitekim Anayasa'nın 2. maddesinde
"Türkiye Cumhuriyeti... demokratik... bir hukuk devletidir."
denilmektedir.
Hukuk
devleti, Anayasa Mahkemesi'nin birçok kararında yinelenip vurgulandığı üzere
insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyan, toplum yaşamında adalete ve
eşitliğe uygun bir hukuk düzeni kurarak bu düzeni sürdürmekle kendisini yükümlü
sayan, tüm davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasa'ya uyan, işlem ve
eylemleri bağımsız yargı denetimine açık olan devlet demektir.
Varlığı
ve etkisi, işlevleriyle ortaya çıkan devlet, belirli topraklar üzerinde
yerleşmiş, bağımsız ve egemen aynı üstün güce bağlı örgütlü insanlar topluluğu
olarak tanımlanır. Bu tanıma göre, ülke ve ulus bütünlüğüyle egemenlik,
yasalara dayanan bir otoriteye bağlı örgütlenme ve eşitlik ilkesi bir devlet
için vazgeçilmez ögeler demektir. Her canlının ve insanların kendilerini koruma
içgüdüsünde olduğu gibi, devletlerin de saldırı ve ondan doğacak tehlikelerden
kendi varlığını koruması, uluslararası hukuk düzeninde kabul edilmiş temel bir
haktır.
Devletler
hukukunda, genellikle, "devletin varlığını güçlendirerek sürdürmek,
bağımsızlığına ve geçerli yapısına yönelik tehlikelere karşı önlemler alıp
uygulamak" yetkisi biçiminde tanımlanan kendini koruma hakkı, insan hak ve
özgürlüklerinden başlayarak demokratik toplum düzenini bozucu, devletin
ögelerini yıkıcı eylemleri karşılayacak her tür çabayı kapsar. Bunların başında,
bireylerin ve devletin varlığını koruma hakkının bulunduğu tartışmasızdır.
Devletin temel dayanaklarını, sürekliliğini ve demokrasiyi yokedici sakıncaları
gidermek için yasal düzenlemelerin gerçekleştirilmesi hukuk devleti için en
doğal davranıştır. Bu bakımdan Siyasî Partiler Yasası'nda yer alan konuyla
ilgili düzenlemeler, devletler hukukunda öngörülen devletin kendini ve halkını
koruma hakkının kapsamı içinde kalmaktadır. Durumun demokrasi ilkeleriyle
çatışan bir yönü yoktur. Dayandığı temelleri korumak amacıyla hukuk içinde
aldığı önlemler nedeniyle bir devletin kusurlu bulunup suçlanması düşünülemez.
Ülkesi ve ulusuyla birlikte kendini korumayan devlet, devlet olamaz.
Anayasada,
kişilerin hak ve ödevleri, siyasî haklar ve ödevler ile siyasî partilerin bağlı
olacakları esaslar ayrı kurallarla düzenlenmiştir.
Demokrasilerde
Anayasa'nın güvence altına aldığı hakların kullanılması ile belirlediği
ödevlerin yerine getirilmesinde ülke düzeyinde etkinliği olan siyasal
partilerin, demokratik devlet yapısı ile ülke ve ulus bütünlüğünün korunması
için konulmuş Anayasa ve yasa kurallarına uymaları yalnız varlıklarının doğal
gereği olmayıp aynı zamanda bir Anayasa buyruğudur.
2.
Anayasa ve Siyasî Partiler Yasası'nın İlgili Kuralları
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nca davalı Siyasî Parti'nin, Anayasa'nın Başlangıç
Kısmı ile 2., 3., 14., 69. maddelerine; 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın
ise 78. ve 81. maddelerinin (a), (b) bentlerine aykırılıkta bulunduğu ileri
sürülerek aynı Yasa'nın 101. maddesinin (b) bendi uyarınca kapatılması
istenilmektedir.
Siyasî
Partilerin kapatılmalarıyla ilgili düzenlemelerin kaynağı, Devletin temel
ögelerini belirleyerek bunları güvenceye bağlayan ve toplumsal uzlaşmanın
temelini oluşturan Anayasa'nın aşağıdaki maddelerinde yer alan kurallardır:
"MADDE
1.- Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir."
"MADDE
2.- Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı
içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk
Devletidir."
"MADDE
3.- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili
Türkçedir.
Bayrağı,
şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Millî
Marşı "İstiklal Marşı"dır.
Başkenti
Ankara'dır."
"MADDE
4.- Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu
hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü
maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez."
Anayasakoyucu,
bu kurallarla ulusal birliğimizin değişmezliğiyle ülke bütünlüğünü ve devletin
tekil yapısını ortaya koymuştur. Burada öncelikli olanlar ülke-ulus
bütünlüğüyle Atatürk millîyetçiliğidir.
Vatana
ve ulusa bağlılığın, sevgi ve kardeşliğin, içte ve dışta barışın simgesi
sayılan, tüm bireyleri eşitlik ve adaletle kavrayıp çağdaş evrensel değerlerle
birleşen bu ilkeler, yaşamın her alanda çağdaşlaşmasının ve
demokratikleşmesinin kaynağı ve dayanağıdır.
Siyasî
partilerin çalışmaları ve programları yönünden Anayasa'ya aykırılık, yalnızca
Anayasa'da sayılan parti yasaklarına ilişkin hükümlerle sınırlıdır.
Anayasa'nın
68. ve 69. maddelerinde yer alan yasaklar şunlardır:
-
Siyasî partilerin tüzük ve programları, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne, insan haklarına, ulus egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet
ilkelerine aykırı olamaz.
-
Sınıf ve zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı
amaçlayan siyasî partiler kurulamaz.
-
Siyasî partiler yurt dışında örgütlenip çalışma yapamazlar, kadın ya da gençlik
kolu ve benzeri biçimde ayrıcalık yaratan yan kuruluşlar kuramazlar.
-
Siyasî partiler tüzük ve programları dışında çalışma yapamazlar.
-
Siyasî partiler, temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasına karşı 14. maddeyle
konmuş olan sınırlamaların dışına çıkamazlar.
-
Siyasî partiler, kendi siyasetlerini yürütmek ve güçlendirmek amacıyla
dernekler, sendikalar, vakıflar, kooperatifler ve kamu kuruluşu niteliğindeki
meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları ile siyasî ilişki ve işbirliği
içinde bulunamazlar ve bunlardan maddî yardım alamazlar.
-
Siyasî partilerin parti içi çalışmaları ve kararları demokrasi esaslarına
aykırı olamaz.
-
Siyasî partiler yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan, yabancı ülkelerdeki
dernek ve gruplardan yardım ve emir alamazlar; bunların Türkiye aleyhindeki
karar ve etkinliklerine katılamazlar.
Bu
yasakların kimileri doğrudan kapatma nedeni değildir.
Siyasî
partilerin doğrudan kapatma nedenlerinden biri Anayasa'nın 69. maddesinin
birinci fıkrasında gösterilmektedir. Bu fıkraya göre; siyasî partiler, tüzük ve
programları dışında faaliyette bulunamazlar; Anayasa'nın 14. maddesindeki
sınırlamalar dışına çıkamazlar; çıkanlar temelli kapatılır. Böylece, siyasî
partilerin tüzük ve programları dışında faaliyette bulunmaları değil;
Anayasa'nın 14. maddesindeki sınırlamalar dışına çıkmaları doğrudan kapatma
nedenidir. Diğer bir doğrudan kapatma nedeni bu maddenin 8. fıkrasında yer
almaktadır. Bu fıkraya göre de; siyasî partiler, yabancı devletlerden,
uluslararası kuruluşlardan, yabancı ülkelerdeki dernek ve gruplardan yardım ve
emir alamazlar; bunların Türkiye aleyhindeki karar ve faaliyetlerine
katılamazlar. Bu hükme aykırı davranan siyasal partiler temelli kapatılır.
Anayasa'nın
68. maddesinin dördüncü ve beşinci fıkralarında -"Siyasî partilerin tüzük
ve programları, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan
haklarına, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı
olamaz.", -"sınıf ve zümre egemenliğini veya herhangi bir
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayan siyasî partiler
kurulamaz." denilmektedir. Bu kurallarda yeralan "olamaz" ve
"kurulamaz" sözcüklerini doğrudan kapatma nedeni olarak anlamak
gerekir.
Yılmaz
ALİEFENDİOĞLU 68. madde ile ilgili bu görüşe katılmamıştır.
Gözönünde
tutulması gereken diğer bir husus da, 68. maddenin beşinci fıkrasında yeralan
kapatma nedeninin 69. maddenin birinci fıkrasının ikinci tümcesinde yer
aldığıdır. Bu tümcenin atıfta bulunduğu 14. madde de açıkça sınıf veya zümre
egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü amaçlayan siyasî partilerin
kurulmasını yasaklamaktadır.
Siyasî
Partiler Yasası'nın 78. maddesinde;
"Siyasî
Partiler:
a)
Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini; Anayasanın Başlangıç Kısmı'nda ve
2. maddesinde belirtilen esaslarını; Anayasanın 3. maddesinde açıklanan Türk
Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline, bayrağına, millî
marşına ve başkentine dair hükümlerini; egemenliğin kayıtsız şartsız Türk
milletine ait olduğu ve bunun ancak Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili
organları eliyle kullanabileceği esasını; Türk milletine ait olan egemenliğin
kullanılmasının belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı veya
hiçbir kimse veya organın, kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi
kullanamayacağı hükmünü, seçimler ve halk oylamalarının serbest, eşit, gizli,
genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi
altında yapılması esasını değiştirmek;
Türk
Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve
hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair
herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak;
Amacını
güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda
tahrik ve teşvik edemezler.
b)
Bölge, ırk, belli kişi aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat
esaslarına dayanamaz veya adlarını kullanamazlar."
81.
maddesinde;
"Siyasî
Partiler:
a)
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerine millî veya dinî kültür veya mezhep veya ırk
veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler.
b)
Türk dilinden ve kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya
yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet
bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu yolda faaliyette
bulanamazlar."
hükümleri
yer almaktadır.
2820
sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın bu kurallarında, devletin tekliği ile ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğünden söz edilmektedir. Bu maddeler, Anayasa'da
yazılı soyut "Bölünmez bütünlük" ve "tekil devlet"
kavramlarını açıklayarak somutlaştırmaktadır. Eş anlatımla, Siyasî Partiler
Yasası, devletin tekliği, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü korumak
amacıyla, ayrılıkçı akımların bir parti durumunda örgütlenmesini yasaklamakta
ve yine siyasî partilerin federal bir sistemi savunamayacaklarını azınlık
yaratamayacaklarını (özendirip kışkırtmayacaklarını), bölgecilik, ırkçılık
yapamayacaklarını ve eşitlik ilkesini korumak zorunda olduklarını
vurgulamaktadır. Böylece anayasal ilkeler Siyasî Partiler Yasası'yla yaşama
geçirilip yaptırımlara bağlanmıştır.
3)
Sav, Savunma ve Kanıtların Değerlendirilmesi
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı kapatma davasının delilleri olarak davalı Parti Genel
Başkanı (eski) Yaşar Kaya'nın 29.5.1993 tarihinde Federal Almanya'nın Bonn;
15.8.1993 tarihinde Irak 'ın Erbil kentlerinde yaptığı konuşmalarla Parti
Merkez Yürütme Kurulu'nun 1993'ün Ağustos ayında yayımladığı "Demokrasi
Partisinin Barış Çağırısıdır" başlıklı bildirisini Anayasa Mahkemesi'ne
sunmuştur. Bu kanıtların davalı Parti'nin bu konudaki itirazlarıyla birlikte ele
alıp değerlendirmek gerekmektedir:
(a)
Yaşar Kaya'nın Federal Almanya'nın Bonn Kentindeki Konuşması:
Davalı
Parti Ön Savunması'nda iddianamenin, parti ile ilgisi olmayan bir sanıkta ele
geçirilen Bonn konuşmasıyla ilgili video kasete dayanılarak hazırlandığını,
bunun dışında başkaca bir araştırmanın yapılmadığını, Ankara DGM'nin 93/114
Esas sayılı dosyasının delillere dayanak olarak gösterildiğini ve Bonn
yürüyüşünün PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan tarafından düzenlenmediğini
belirtmiştir. Esas Hakkında Savunma Yazısında da Bonn Konuşmasının SPY'nın
101/b anlamında değerlendirilemeyeceğini çünkü Genel Başkanın bu sıfatla
çağırılı olduğunun ve gittiğinin kanıtlanamadığını vurgulamıştır. Sözlü
açıklamada da benzer savunmalar yapılmıştır.
Ancak
İddianame incelendiğinde Bonn yürüyüşünün Abdullah Öcalan tarafından
düzenlendiği yolunda bir iddianın olmadığı görülmektedir. Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın Esas Hakkındaki Görüşünde de belirtildiği gibi konuşmanın
yapıldığı toplantının veya yürüyüşün kimin tarafından düzenlendiğinin dava
bakımından önemi yoktur. Herkese açık olan bir toplantıda, gizlilikten söz
edilemeyeceğinden konuşmanın kimin tarafından kasete alınmış olmasının kanıtın
geçerliliği yönünden önemi yoktur. Siyasî Partiler Yasası açısından önemli olan
Yaşar Kaya'nın dava konusu konuşmayı yapıp yapmadığı ve konuşmanın içeriğidir.
Yaşar Kaya Ankara DGM Cumhuriyet Savcılığı ve Yedek Hakimliği'ndeki 7.10.1993
günlü ifadesinde Bonn kentinde yapılan toplantıya Demokrasi Partisi'nin genel
başkanı olarak katıldığını, konuşmanın bütünüyle kendisine ait olduğunu, bu
konuşmada partisinin görüşlerini yansıttığını söylemiş ve Mahkeme'deki
sorgusunda da Yedek Hakimlikteki ifadesinin doğru olduğunu, bu toplantı için
Parti adına davet gelip gelmediğini bilmediğini, kendisinin genel başkan olarak
her yerde partisini temsil edeceğini belirtmiştir.
(b)
Yaşar Kaya'nın Irak'ın Erbil Kentindeki Konuşması:
Davalı
Parti Erbil video kasetinin tesbit ediliş biçimine itiraz etmiş ve çevirinin
konuşmanın aslını karşılamadığını ileri sürmüştür.
Irak
Kürdistan Demokrasi Partisi'nin 11. Olağan Kongresi de açık bir ortamda
yapılmış olduğundan, bir başka deyişle bir gizlilik veya kapalılık söz konusu
olmadığından görüntünün tespit ediliş biçiminin yine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın
Esas Hakkında Görüşünde de belirtildiği gibi, araştırılmasına gerek yoktur.
Ayrıca, Yaşar Kaya bu konuyla ilgili soruşturma aşamalarında bu Kongreye davet
üzere DEP Genel Başkanı sıfatıyla katıldığını ve Parti adına konuşma yaptığını,
konuşmanın, İddianameye konu edilen bölümünün, yaklaşık olarak kendisinin
kongrede yapmış olduğu konuşma olduğunu kabul etmiştir. Genel Kurmay
Başkanlığı'nca gönderilen Erbil konuşmasına ait kasetin 19.1.1994 gününde
Devlet Güvenlik Mahkemesi'nce izlenip Türkçeye çevirilmesi sırasında Yaşar Kaya
da bulunmuş ve konuşmasını kendisi Türkçeye çevirmiştir. Yaşar Kaya'nın
çevirisi ile Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 25.10.1993 günlü çevirisi arasında öze
ilişkin hiçbir fark bulunmamaktadır. Bu nedenle, çevirinin konuşmanın özüne
uygun yapılmadığı yolundaki savunmanın geçerli bir yanı yoktur.
(c)
"Demokrasi Partisi'nin Barış Çağırısıdır" Başlıklı Merkez Yürütme
Kurulu'nun Bildirisi:
Davalı
Parti savunmalarında söz konusu bildirinin dağıtılmadığını, bildirinin partinin
hangi organının tasarrufu olduğunun, bu konuda parti meclisinin bir kararının
bulunup bulunmadığının araştırılmadığını ileri sürmüştür.
Ancak,
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığı'nda alınan sanıkların
ifadelerinde, sözkonusu bildirinin barış kampanyası dolayısıyla Merkez Yürütme
Kurulu'nca hazırlandığı belirtilmiştir. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin
1993/115 Esas sayılı dosyası incelendiğinde bildirilerin Diyarbakır, Malatya ve
İzmir illerinde dağıtıldığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın iddianamesinde belirttiği Siyasî Partiler Yasası'nın 101.
maddesinde öngörülen "bildiri yayınlama" koşulunun gerçekleşmiş
olduğundan kuşku duyulamaz. Merkez Yürütme kurulu'nun bu bildiriyi kendisine
Kurultay'ca veya Parti Meclisi'nce verilen görev gereği yayımlanmış olması
hukuksal durumda bir değişiklik oluşturmamaktadır. kurultayın veya Parti
meclisinin bu nitelikte bir bildiri yayımlaması da Siyasî Partiler Yasası'nın
101. maddesinin (b) bendi gereğince bir kapatma nedenidir.
Siyasî
Partiler Yasası'nın dördüncü kısmındaki yasaklara aykırılık durumunda
partilerin kapatılmasını düzenleyen aynı Yasa'nın 101. maddesinin (b) bendi
parti büyük kongresinde, merkez karar ve yönetim kurulunca veya bu kurulun iki
ayrı kurul olarak oluşturulduğu durumlarda ilgili kurulca veya TBMM grup
yönetim veya grup genel kurullarınca yasanın dördüncü kısmındaki hükümlere
aykırı karar alınması veya genelge ve bidiriler yayımlanması veya karar
alınmamış olsa bile kurullarca aynı hükümlere aykırı faaliyetlerde bulunulması
yahut parti genel başkan veya genel başkan yardımcısı veya genel sekreterinin
sözü edilen bu maddeler hükümlerine aykırı olarak sözlü ya da yazılı beyanda
bulunması biçiminde bir düzenleme getirmektedir. Davada uygulanması gereken hüküm
budur.
Demokrasi
Partisi Merkez Yürütme Kurulu'nun durumu ise şöyle ele alınabilir: Davalı Parti
Siyasî Partiler Yasası'nın 16. maddesinden yararlanarak yönetim ve yürütme
organlarının yanında Tüzüğü'nün 22. maddesinde "parti meclisi"ni ve
25. maddesinde de "merkez yürütme kurulu" nu düzenlemiştir. Bu durum
Siyasî Partiler Yasası'nın 101. maddesinin (b) bendinde merkez karar ve yönetim
kurulunun iki ayrı kuruluş olarak oluşturulduğu durumda bu kurullardan birinin
yazılı veya sözlü beyanlarının kapatmaya neden olabileceği biçimindeki
düzenlemeye girmektedir. Parti'nin Merkez Yürütme Kurulu Parti Meclisi üyeleri
arasından seçilen, Parti Meclisi'nden ayrı ancak ona bağlı olarak faaliyette
bulunan bir yönetim organı olarak düzenlenmiş bulunmaktadır. Bu nedenle Merkez
Yürütme Kurulu'nun bildirisinin Parti'nin tüzel kişiliğini bağlayacağından
kuşku duyulamaz.
Davalı
Parti elde edilen delillerin, özellikle Bonn ve Erbil konuşmalarının yasalara
ve ahlaka aykırı yollardan elde edildiğini ileri sürmüştür. Ancak bu yasalara
ve ahlaka aykırılık iddiasının temeli anlaşılamamıştır. Her iki toplantı da
halka açık ve herhangi bir gizlilik olmadan gerçekleştirilmiştir. Bunun yanında
insan hakları çiğnenerek elde edilmiş hiçbir delile de dayanılmamıştır. Bu
nedenle Parti'nin bu konudaki itirazları yersizdir.
Davalı
Parti, kasetlerin tek başlarına delil olamayacaklarını ileri sürmüştür. Anayasa
Mahkemesi, Yargıtay ve Askeri Yargıtay'ın kökleşmiş içtihatlarına göre ses
bantları ve kuşkusuz video kasetleri yan delillerle doğrulandığı ölçülerde
delil olarak kabul edilmektedir. Ancak, söz konusu kasetler çeşitli tanık
beyanlarıyla pekiştirilmiştir. Kasetler daha önce bir çok kez belirtildiği
gibi, yasa dışı yöntemlere başvurularak doldurulmuş değildir. Ayrıca,
kasetlerin delil niteliği kazanması için devletin yetkili makalarınca çekilmesi
gerektiği yolundaki savunma da yasal dayanaktan yoksundur. Anlatımlarla
doğrulanan içerikleri yeterli kanı verecek biçimde sağlıklıdır.
Yukarıdan
beri açıklandığı üzere dava dosyasında bulunan kanıtlardan ve özellikle DEP
Genel Başkanı Yaşar Kaya'nın hâkim önündeki açık ikrarından dava konusu Bonn ve
Erbil konuşmalarının DEP Genel Başkanı tarafından yapılmış olduğu ve yine
mevcut kanıtlar ve Merkez Yürütme Kurulu Üyelerinin Savcı Önündeki Anlatımlarında
da dava konusu Barış Bildirisinin DEP Merkez Yürütme Kurulu tarafından
düzenlenip yayınlandığı anlaşılmıştır.
Burada
öncelikle dava konusu, Demokrasi Partisi Genel Başkanı Yaşar Kaya'nın yaptığı
konuşmalarla Parti Merkez Yürütme Kurulu'nun "Demokrasi Partisinin Barış
Çağrısıdır" başlıklı bildirisinin Devletin Ülkesi ve Milletiyle Bölünmez
Bütünlüğü'nün bozulması amacına yönelik olup olmadığının saptanması
gerekmektedir.
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'nin Ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve bu ilkenin
vazgeçilmez bir unsuru olan ortak dil, kültür, eğitim ve Atatürk Milliyetçiliği
kavramları hukuksal, siyasal olduğu kadar , tarihsel ve sosyal gerçeklere
dayanmaktadır.
Şöyleki:
"Bütünlük"
ilkesi ilk olarak Misak-ı Millî'nin birinci maddesinde "... islâm
çoğunluğu bulunan yerleşik toprak parçalarının tamamı hakikaten veya hükmen
hiçbir sebeple ayırma kabul etmez küldür." biçiminde yer almıştır.
Delegasyon
Başkanı İsmet İnönü, Lozan Barış Andlaşması görüşmelerinde, bütünlük ilkesini
"Büyük Millet Meclisi Hükümeti; Türk Yurdu'nun birliğine ve bölünmezliğine
en büyük önemi vermekte, hakların ve ödevlerin, çıkarların ve yükümlülüklerin
yurttaşlarca eşit olarak paylaşılması gerektiğine inanmaktadır." biçiminde
açıklamıştır.
Devletin,
ülkesi ve milletiyle bölünmezliği ilkesi Anayasa'nın birçok maddesinde
özellikle vurgulanmış, Türk Milleti'nin bağımsızlığı ve bütünlüğüyle, ülkenin
bölünmezliğini korumak devletin temel amaç ve görevleri arasında
gösterilmiştir. (Madde 5). Ülke ve ulus bütünlüğünü korumak için temel hak ve
özgürlüklerin kısıtlanabileceği de kabul edilmiş, (Madde 13 ve 14) aynı amaçla
basın ve dernek kurma özgürlüklerine özel sınırlamalar getirilmiş (Madde 28,
30, 33), gençlerin bu anlayış doğrultusunda yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı
önlemler alınması devlete özel görev olarak verilmiş (Madde 58), bilimsel
araştırma ve yayında bulunma yetkisinin Devletin varlığı ve bağımsızlığıyla
ulusun ve ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliğine karşı kullanılamayacağı
belirtilmiş (Madde 130), kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına bu
nedenlerle yönetimin müdahalesi uygun bulunmuş (Madde 135), birlik ve bütünlük
konusunda işlenecek suçlar için özel mahkemelerin kurulması öngörülmüş (Madde
143), aynı konu, TBMM üyeleri ve Cumhurbaşkanı yeminlerinin temel öğelerinden
birini oluşturmuş (Madde 81 ve 103), siyasî partilerin uyacakları esasların
başlıcaları arasında yine "bölünmez bütünlük" ilkesi yer almıştır.
(Madde
68 ve 69)
Uluslar,
varlıklarını tarihsel gelişmeler ve gerçeklerle kazanırlar. Ortak kültürün,
sosyal dayanışmanın ve birlikte yaşama duygusunun doğuşu, gelişip güçlenmesi
tarihe dayanır. Tek vücut durumunda ve tam ulus yapısı içinde bütünleşerek
Kurtuluş Savaşı'nı yapmış halkın vatanı, Türk Vatanı; Milleti, Türk Milleti;
Devleti de Türk Devleti'dir. Dünya, 11. yüzyıldan bu yana çağlar boyu Anadolu
için "Türkiye" ve burada yaşayanlar için "Türkler" adını
kullanmıştır. Bu durum, ulus bütünlüğü içinde yeralan farklı etnik grupları
görmeme anlamına gelmez.
Gerek
Anayasa'ya gerek Siyasî Partiler Yasası'na göre ülke ve ulus bütünlüğü,
devletin bölünmezliğinin temel ögeleridir. Faaliyet, ister ülke, ister ulus
bütünlüğüne yönelik olsun, sonuçta, devletin bölünmez bütünlüğünün tehlikeye
girmesi söz konusudur. Ülke bütünlüğünün hedef alınmasının, ulus bütünlüğünü;
ulus bütünlüğünün hedef alınmasının, ülke bütünlüğünü bozacağı kuşkusuzdur.
Anayasa ve Yasa, bu değerleri birlikte ve ödünsüz, mutlak olarak korumayı
amaçlamıştır. Hiçbir devlet bu konuda hoşgörülü davranmak ve ödün vermek
yetkisini kendisinde göremez.
"Millet"
kavramı; insanlığın gelişme süreci sonucunda vardığı en ilerlemiş birlikteliği
oluşturan toplumsal yapıyı anlatır. "Ulus" ve yerine göre
"Halk" sözcükleriyle de anlatılan bu yapı, bir gelişme düzeyini,
bilinçli ve kişilikli bireyler olgusunu gösterir. "Milliyetçilik"
ise, büyük bir toplumsal gerçek ve "millet düşüncesi"nin üzerine
kurulu olan çağın en etkin kültür ve politik anlayışıdır. Milliyetçilik,
Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Türk Devrimi'nin temel ve önde gelen ilkelerinden
biridir. Cumhuriyet döneminde "millet" ve "milliyetçilik"
kavramları, başta, teokrasiden demokrasiye geçişi sağlayan Atatürk olmak üzere
Cumhuriyetin kurucularıyla, onların koyduğu temel ilkeler üzerinde Cumhuriyeti
yöneten kuşaklarca yorumlanmış ve 1924, 1961, 1982 Anayasa'larında yer
almıştır. 1982 Anayasası'nın Başlangıcı'nda "... Atatürk'ün belirlediği
milliyetçilik anlayışı ...", 2. maddesinde "... Atatürk
milliyetçiliği ...", 42. maddesinde "...Atatürk ilkeleri ..." ve
134. maddesinde "Atatürkçü düşünce ..." sözcükleriyle Atatürk
milliyetçiliği güçlü biçimde yer almaktadır. Atatürk Milliyetçiliği, ayrımcı ve
ırkçı bir kavram değil, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkının, kökeni ne
olursa olsun, devlet yönünden tartışmasız eşitliği, içtenlikli birliği ve birlikte
yaşama istencini içeren çağdaş bir olgudur. Ayrımcılığı dışlayıp
"ulus" yapısı içinde kaynaşmayı öngören bu kavram; etnik kökenleriyle
kimliklerin ayrımcılığa varan resmî bir tanıtım belirtisi olarak siyasî parti
programlarında ve eylemlerinde amaç edinilmesini engellemektedir. Dil ve din
birliği yanında önemli başka toplumsal bağlar kurmuş toplulukların devletle
olan hukuksal bağlarını koparacak bir girişim, kışkırtma, toplumsal gerçeklere
Anayasa'ya ve Siyasî Partiler Yasası'na uygun bir tutum değildir. Türk Ulusu
içinde "Kürt" kökenli yurttaşlarla değişik boylardan gelen
"Türkler" ve diğer değişik kökenliler ayrımsız biçimde yer almakta
Devletin temel ögesi olan "tek ulus" olgusu böylece somutlaşmaktadır.
Ulus,
tarihsel ve sosyolojik yönden belirli aşamaları geçmiş ve belirli nitelikleri
kazanmış bir topluluktur. Türk Ulusu, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasıyla
sınırları çizilmiş "vatan" kavramına dayanır. Ulus; vatan üzerinde
yaşayan, geçmişten geleceğe doğru bir zaman akışı içinde ortak yaşam istek ve amacına
bağlanan kültür ve ülkü birliğine dayanır. "Ulus" kavramı, dar
çerçeveli topluluk ve dinden başka toplumsal bir bağı olmayan ve başka öge
aramayan ümmet kavramından çok farklıdır. Ulus, tarihsel ve sosyal gelişmenin
yarattığı birlikte yaşama olgusudur. Irk gibi antropolojik ve filolojik
niteliklere dayanan dar bir kavram da değildir. Ulus, ortak bir tarih bilinci
yaratmamış göçebe, yerel dil ve soy gruplarından oluşan sosyolojik bir yapı
olan kavim de değildir. "Misak-ı Milli" sınırları içinde Türkiye
Cumhuriyeti'nin üzerinde kurulduğu, Avrupa, Asya, Afrika kıtaları arasında
köprü durumunda olan, çeşitli göç ve sığınmalara kucak açan vatanda, bin yılı
aşan uzun bir tarihsel gelişme sonunda yaşayan ve Kafkaslara, Balkanlara,
Afrika ve Orta Doğu'ya uzanan Osmanlı İmparatorluğu'ndan arta kalan çeşitli
etnik kökenlerden gelen insanlar ortak geçmişe, tarihe, ahlâka, değer
yargılarına, dine, hukuka ve eşit haklara sahip olarak karşılıklı şekilde
birbirlerinin kültürlerini ve eski Anadolu uygarlıklardan kalan değerleri de
özümseyerek birlikte ortak kültür ve kimliğe sahip bir vatan ve ulus
oluşturmuşlardır. Gönül birliğine dayanan bu oluşumun davalı Parti
savunmalarında geçen kimliği yok etme kavramlarıyla bir ilgisi yoktur. Yapısı
bu biçim olan Türk Ulusu içinde Türk, Kürt gibi ırkçılığa dayalı ulus
ayrımcılığına gitmek gerçekle bağdaşmaz.
Bu
nedenle Atatürk, yeni devletin kuruluş evresinde açıkça "Türkiye
Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir." demiş ve
anayasalarımızda Ulus ve ülke bütünlüğü esas alınmıştır. Bu bölünmez bütünlük
ilkesinden uzaklaşıp ulusu etnik kökene dayalı "Türk ve Kürt"
ayrımlarıyla nitelemek ve ırka dayalı savlarla bölücülüğe gitmek ve
nüfuslandırmak olanaksızdır. Cumhuriyeti kuranlar sadece Türk ve Kürt kökeninden
gelenler olmadığı gibi; koruyanlar terör örgütleri karşısına çıkanlar ve bu
yolda şehit olanlar da sadece Türk ve Kürt kökeninden gelenler olmayıp her
kökenden gelen ve Cumhuriyeti kuran Türk Ulusudur.
Anayasa'nın
66. maddesinde "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes
Türktür" ilkesine yer verilmiştir. Bu ilke, evrensel bağlamda vatanı ve
ulusuyla bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti'nde bireysel insan hakları yönünden
eşitliği sağlamak için getirilmiş, ulusu kuran herhangi bir etnik gruba
ayrıcalık tanınmasını önleyen birleştirici ve bütünleştirici bir temel
oluşturmuştur. Burada Türklük, ırka dayalı bir anlam taşımamaktadır. Devleti
kuran Ulusun adına uygun biçimde her kökenden gelen vatandaşların vatandaşlığı
ve ulusal kimliği anlamına gelmektedir. Bir kimsenin "Ben Türküm"
deyişi, "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, Türk Ulusu'nun bir
bireyiyim" anlamını taşır. Irka dayalı bir "Türklük" savı ve
etnik kökenleri değiştirme ya da kaldırma anlamı yoktur. Vatandaşlık ve ulusal
kimliğin getirdiği haklar yanında elbet sorumluluklar da vardır. Vatandaşlık ve
ulusal kimlik, vatandaşların etnik kökenlerini yadsıma anlamına gelmez. Etnik
kökenlerin gözetilmesi de yurttaşlık niteliğini ve ulusal kimliği zedelememeli
ve etnik kökene dayalı ayrı ulus olma savlarına, dayanak yapılmamalıdır.
Toplumun
tüm kesimlerinde gerçekleştirilen bu kutsal ve tarihsel mirasın korunmasını
amaçlayan anayasal ilkelerle yasal önlemler, toplumun huzur ve refahı, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'nin güvenliği ve varlığı ile ilgilidir. Türk Milleti içinde
yer alan her kökenden vatandaş, hiçbir ayrım gözetilmeksizin istek ve
başarılarına göre her görev ve işte çalışmış; Türkiye'nin her yerinde, köyünde,
kentinde yaşama, yerleşme, okuma, evlenme, gelişme ve yükselme ile ortak dil ve
kültürden yararlanma ve katkıda bulunma olanağına kavuşmuştur. Böylece herkese
ülkede her düzeyde tüm demokratik, siyasal ve temel haklar tam eşitlikle
tanınmıştır. Bu tarihsel oluşum nedeniyle "ülke ve milletin bölünmez
bütünlüğü," T.C. Anayasa'larında vazgeçilmez ve ödün verilmez temel kural
olarak yer almıştır. Tarihsel bir gelişme süreci içinde gerçekleşen, ayrılması
olanaksız bir kaynaşma, bütünleşme ve eşitliğe dayalı, ırkçılığı reddeden Türk
Ulusu gerçeğine karşı, ayırıcılığa, bölücüğe ve sonuçta yok olmaya yol açacak
davranışları düşünce ve insan hakları kapsamında görmek olanaksızdır.
Anayasa
Mahkemesi'nin siyasal partilere ilişkin 20.7.1971 günlü, Esas 1971/3, Karar
1971/3 sayılı kararında değinildiği gibi; 1921 Anayasası'ndan 1961 Anayasası'na
değin sürekli olarak üzerinde durulmuş bir ilke olan "Türk Devleti'nin
ulusu ve ülkesi ile bölünmezliği" ilkesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde
saptanan biçimi ile Misak-ı Millî'nin gösterdiği sınırlar içinde birbiriyle
kaynaşmış olarak yaşayanların gerçekten ve hukukça ayrılık kabul etmez bir
bütün oldukları kesinlikle belirlenmiş ve bu bütünlük içinde ayrıcalıklı bir
Kürt halkından hiçbir zaman söz edilmemiş olduğu gibi, Lozan Barış Andlaşması
görüşme ve kararlarında da, Misak-ı Millî'nin çizdiği sınırlar içindeki
azınlıklar sayılırken "Kürt" ayrımına yer verilmemiştir.
Bu
durum yalnızca bir olayın değil, doğrudan doğruya bir gerçeğin de anlatımıdır.
Bu gerçeği de en çağdaş anlamıyla Atatürk'ün ulus anlayışında bulmaktayız.
Atatürk'ün kendi el yazısı ile düzenlediği notlarında: "Bugünkü Türk
Milleti, siyasî ve içtimaî camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik
fikri ve hattâ Lâzlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş
yurttaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü
olan bu yanlış göstermeler hiçbir millet ferdi üzerinde üzüntü ve kınamadan
başka bir tesir hâsıl etmemiştir. Çünkü bu millet efradı da umum Türk Camiası
gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlâka ve hukuka sahip bulunuyorlar"
demiş ve Ulus'u "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti
denir" biçiminde tanımlamıştır.
Türkiye
Cumhuriyeti, "Atatürk Milliyetçiliği"ne içtenlikle bağlıdır.
Eşitlikçi ve birleştirici içeriğiyle çağdaş anlayışı yansıtan Atatürk
Milliyetçiliği toplumsal dayanışmanın temeli ve güvencesidir. Atatürk
Milliyetçiliği, yaşamsal ve bilimsel gerçek olarak benimsenmiştir. Bu tarihsel
ilke aynı zamanda ulusal varlığın korunmasına ve yücelmesine hizmet edecek
yaşam anlayışı ve biçimidir. İnsancıl, uygar ve barışcıdır. Kardeşliği,
sevgiyi, dayanışmayı ve çağdaş evrensel değerleri kucaklar.
Dil
ve eğitim konusuna gelince; bin yıldan beri birlikte yaşayan, vatanın her
yerinde içiçe kaynaşan çeşitli soy ve kökenden gelen bireyler arasında Türkçe
en yaygın dildir. Sadece resmî işlerde değil, ailede, günlük yaşamda ve
eğitimde kısacası toplumsal ilişkilerin her alanında kullanılan ortak bir dil
olmuştur. Türkçeyi bilmeyen ve kullanmayan çok az kişi vardır.
Ayrıca
kapalı ve açık özel ortamlarda, ev ve işyerinde, basın ve sanat alanında yerel
dillerin kullanılması da yasak değildir. Tersine savlar gerçek dışıdır. Ulus
bütünlüğü içinde yer alan kimi etnik grupların kendi aralarında kullandıkları
yerel dillerin resmî dil yerine ortak iletişim ve çağdaş eğitim aracı olarak
tanınması olanaklı değildir.
Anayasa'nın
26. maddesinin üçüncü fıkrasında "Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında
kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz" denilmektedir.
Türkiye'de özellikle yasaklanan bir dil kalmadığı gibi özel yaşamda birçok dil
kullanılmaktadır. Anayasa'nın 42. maddesinin son fıkrasında, Türkçe'den başka
hiçbir dilin eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri
olarak okutulup öğretilemeyeceği, uluslararası andlaşmalar saklı tutularak
kurala bağlanmıştır. Bu anayasal gerek, öğretim ve eğitim birliği ile
ilköğretimin zorunlu olmasının ve bu yolla ulusal bütünlük ve dayanışmanın
taşıdığı öneme bağlanmalıdır.
Dil
konusuyla ilgili bir başka düzenleme de Anayasa'nın 14. maddesinin ilk
fıkrasındaki "Anayasa'da yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, ...
dil... ayrımı yaratmak ... amacıyla kullanılamazlar." ilkesidir.
Devletin
bölünmez bütünlüğü ile dili konusundaki kurallar, yaptırımsız değildir.
Herşeyden önce Anayasa'nın 4. maddesine göre, bu konularda genel ilkeyi koyan
Anayasa'nın 3. maddesi "Değiştirilemez ve değiştirilmesi, teklif
edilemez". Öte yandan, Anayasa'nın 69. maddesi, bu sınırlamalara uymayan
bir devlet düzeni kurma yasağını içeren 14. maddeye aykırı davranan siyasî
partilerin temelli kapatılacağını öngörmektedir.
2820
sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın ilgili kuralları, bu anayasal çerçevede
değerlendirilmelidir. Yasa'nın 78. maddesinin (a) bendi, Anayasa'nın 4. maddesi
doğrultusunda bir kural koymuş siyasî partilerin, diğer yasaklar yanında
devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüyle diline ilişkin yukarda
değinilen Anayasa'nın 3. maddesini değiştirmek amacını da güdemeyeceklerini
belirlemiştir.
Irk
ve dil farklılıklarına göre azınlık statüsü tanımak, ülke ve millet bütünlüğü
kavramıyla bağdaşmaz. Diğer kökenli yurttaşlar gibi Kürt kökenli yurttaşların
da kimliklerini belirtmeleri yasaklanmamış; ancak azınlık ve ayrı ulus
olmadıkları, Türk Ulusu dışında düşünülmeyecekleri, devlet bütünlüğü içinde yer
aldıkları ortaya konmuştur. Azınlığın sosyolojik ve hukuksal tanımlarına uygun
bir nitelik, Kürt kökenli yurttaşlarda bulunmadığı gibi, onları öbür
yurttaşlardan ayıran herhangi bir yasal kural da yoktur. Türkiye'nin her
yerinde her yurttaş hangi kurala bağlı ise onlar da aynı kurala bağlıdır.
Azınlıkların bağlı olduğu kuralların kaynağını andlaşmalar oluşturmakta, Kürt
kökenli yurttaşlarla öbür yurttaşlar arasında hiçbir ayrım yapılmamakta
bireysel hak ve özgürlüklerden sınırsız biçimde yararlanmaktadırlar. Esirgenen,
yoksun kılınan, dar tutulan bir hak yoktur. İşçi, işveren, hekim, avukat,
memur, subay, yargıç, milletvekili, bakan, Cumhurbaşkanı gibi her göreve
gelebilmektedirler. Kimi yerel ve etnik köken özellikleri dışında, dil birliği,
din birliği, tarihsel birlik vardır. Evlilikler nedeniyle kan bağlılığı
oluşmuştur. Aynı yörede birlikte yıllardır yaşamaktadırlar. Sınırsız hakları,
sınırlı haklara, ulusun kendisi olmayı azınlık olmaya dönüştürmenin
anlamsızlığı açıktır. Amacın, bölünmeyi gerçekleştirmek olduğu anlaşılmaktadır.
Kaldıki, hangi demokratik hakkın verilmediği açıklanmamakta, üstü kapalı
ifadelerle esasta ayrı bir ulus olmanın gerektirdiği ulusal haklara
değinilmektedir. Bu durum, sorunun demokratik ve siyasal haklarla ilgili olmadığını
göstermektedir.
Anayasa'daki
ulus bütünlüğü, ilkesinden uzaklaşıp, Türk ve Kürt Ulusları ayrımına gidilemez.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde, tek bir devlet ve tek bir ulus vardır, birden
çok ulus yoktur. Türk Ulusu içinde değişik kökenli bireyler olsa da hepsi Türk
Ulusu bütünlüğü içindedir. Tarihsel bir gerçek olan "Türk Ulusu"
olgusu yerine ırkçılığa dayanan ayrılıklar ve Türk vatandaşlığı niteliğini
değiştiren savlar geçersizdir. Anayasa, bölgeler için özerklik ve özyönetim adı
altında ayrılık getiren yöntemlere-biçimlere kapalıdır.
Kimi
siyasal nedenlerle dış etkenlerden kaynaklanan, kimi varsayım, yorum ve
bahanelere dayanan, insan hakları ve özgürlük savlarıyla yoğunlaştırılan
sakıncalı amaçlara geçerlik tanınamaz. Devlet "TEK"dir, ülke "
TÜM"dür, ulus "BİR"dir. Ulusal birlik; devleti kuran, ulusu
oluşturan toplulukların ya da bireylerin, etnik kökeni ne olursa olsun,
yurttaşlık kurumu içinde ayrımsız birliktelikleriyle gerçekleşir. Anayasa'da ve
yasalarda yurttaşlar arasında ayrımı öngören hiçbir kural bulunmadığı gibi,
kimsenin soy kökeninin yadsınması ya da kabul edilebilecek yeni bir savı da
yoktur. Ulusal ve tekil devlet etnik ayrılıklarla tartışılamaz. Herkesin,
herzaman karşılaşabileceği ve giderek hukuk devletinde giderilip karşılığı istenebilecek
aykırılık, çelişki, haksızlık ve yanlışlıklar, insan hakları alanında sömürü
nedeni yapılarak, gerçekler saptırılıp çarpıtılarak, üstü kapalı biçimde, ayrı
ulus yoluyla ayrı devlet amaçlanamaz. Tartışılamaz kavramlar ve değerlerle,
ödün verilmesi olanaksız ilke ve niteliklerin kaynağı Türkiye Cumhuriyeti'dir.
Çağımızda da farklı etnik grupların birlikte uluslaşması ve devletleşmesi
uluslararası düzeyde hukuksallığını korumaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti
için farklı düşünmenin haklı bir nedeni yoktur. Ulus birliğini bölmek; belli
toprak parçasını bir ırktan gelenlere maletmek, etnik arındırma yapmak anlamına
gelir ki, bunun çağdaş, insancıl değerlerle bağdaştırılması olanaksızdır.
Vatandaşlık, bölge özelliklerini ve etnik farklılığı aşan, bütünleştirici
çağdaş bir olgudur. Bu konuda bir kimsenin diğerinden farklı olmasına; din,
kültür ve etnik kökeni ilişkin ayrıcalıklara yer yoktur. İnsan haklarının
sadece bir kişiye, sınıfa ve zümreye değil ayrımsız olarak bütün vatandaşlara
eşit olarak uygulanması esastır. Siyasal açıdan önemli olan soy değil, ulusal
topluluktan olmaktır. Eğer bir soy, vatandaşlık bağlamındaki insan hakları
dışında özel haklara sahip olmak isterse bu, onun ulus bütünlüğü içinde yalnız
bir köken değil, aynı zamanda ayrı ulusal bir topluluk olması anlamına gelir.
Bu ise, ulus bütünlüğü ilkesiyle bağdaşmaz.
Devlet,
ülke, ulus konuları, her devlette farklılık gösteren, tarihsel süreçle
ulaşılan, yeniden değiştirilip biçimlendirilmesi olanaksız olgulardır. Ulusal
ve uluslararası hukuk düzeninde insanlığın mutluluğu için bu temel olguları
korumak üzere getirilen düzenlemelere siyasî partilerin uyma zorunluluğu
tartışılamaz.
Üzerinde
durulması gereken diğer bir husus da "bölünmez bütünlük" ilkesinin,
egemenlik kavramı ile yakın ilişkisidir. Türkiye Cumhuriyeti tekil devlet
esaslarına göre kurulmuş, bütünlüğe dayanan bir devlettir.
"Egemenlik" başlıklı Anayasa'nın 6. maddesinde:
"Egemenlik
kayıtsız şartsız Milletindir.
Türk
Milleti, egemenliğini, Anayasa'nın koyduğu esaslara göre, yetkili organları
eliyle kullanır.
Egemenliğin
kullanılması hiçbir surette, hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa
bırakılamaz..." hükümlerine yer verilmiştir. Bu kurala göre, egemenlik
ulus bilincinde birleşenlere aittir. Ulus, Yasama Organı'nı özgür iradesiyle belirleyecektir.
Hangi köken ya da soydan gelirse gelsin herkes ulus kapsamındadır. Böylece,
ülke, ulus ve egemenlik, bir bütünlük ve uyum içinde gözetilmesi gereken
kavramlar olarak ortaya çıkmaktadır.
Bölünmez
bütünlük ilkesi, devletin bağımsızlığını, ülke ve ulus bütünlüğünün korunmasını
da kapsar. Kuruluşundan beri tekil devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nin, bu
tarihsel niteliği Anayasa'lara yansımış olup, korunması konusunda güçlü
yaptırımlar getirilmiştir. Özen ve duyarlıkla sürdürülen yapı, ulusun varlık
nedeni olup başka çok uluslu ülkelerin koşulları ile bir tutulamaz. Bu temel
ilkeden ödün verilemez. Gerçekte olmayan bir insan hakkı sorunu ileri
sürülerek, devleti parçalamaya yönelik girişime, azınlık bulunduğu bahanesi
dayanak yapılamaz. Tekil devlet esasına göre düzenlenen Anayasa'da federatif
devlet sistemi benimsenmemiştir. Bu nedenle siyasî partiler, Türkiye'de federal
sistem kurulmasına programlarında yer veremezler ve bu yapıyı savunamazlar.
Devlet yapısında "bölünmez bütünlük" ilkesi; egemenliğin, ulus ve
ülke bütünlüğünden oluşan tek bir devlet yapısıyla bütünleşmesini gerektirir.
Ulusal devlet ilkesi, çok uluslu devlet anlayışına olanak vermediği gibi böyle
düzende federatif yapıya da olanak yoktur. Federatif sistemde federe devletler
tarafından kullanılan egemenlikler söz konusudur. Tekil devlet sisteminde ise,
birden çok egemenlik yoktur. "Devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez
bütünlüğü" kuralı, azınlık yaratılmamasını, bölgecilik ve ırkçılık
yapılmamasını ve eşitlik ilkesinin korunmasını içermektedir.
"Egemenlik" ve "devlet" kavramlarının, "ulus"
kavramıyla bütünleşmesi, devletin herhangi bir etnik kökenden gelenlerle ya da
herhangi bir toplumsal sınıfla özdeşleştirilmesine engeldir. Bunun nedeni;
ulusun çeşitli toplumsal sınıflardan oluşmasına karşın sınıflarüstü bir kavram
olmasıdır. Bunun için, egemenliğin kullanılmasını tek bir toplumsal sınıfa
bırakan ya da bir toplumsal sınıfı egemenliğin kullanılmasından alıkoyan veya
egemenliği bölen düzenlemeler bölünmez bütünlük ve tekil devlet ilkesine ters
düşer. Anayasa'daki "Türk Milleti" tanımı içinde dinsel inanç ve
etnik kökeni ne olursa olsun her yurttaş tam eşitlikle yer almakta, bu tanım
köken özelliklerinin açıklanıp kullanılmasını asla yasaklamamaktadır. Tersine
savlar, yapay halk ulus nitelemeleri, bölücülük ve ayrımcılık özendirmeleri
olmaktan öteye geçemez. Demokrasi, demokrasiyi yıkarak savunulamayacağı gibi
demokrasi, demokrasiye karşı ve onu yoketmek için de kullanılamaz. Demokratik
haklar, despotizme araç yapılamaz.
Son
yıllar içinde kimi çok uluslu devletlerin yapısal değişime uğramasından
esinlenilerek, kimilerince Türkiye'de aynı değişikliğin olması gerektiğinin
ortaya konulması, Anayasa'da değiştirilmesi yasaklanan maddeler arasında
bulunan devlet, ulus ve ülke kavramlarının tartışmaya açılarak bu konularda
olabilirlik umutlarının yaratılması gerçeklerle çatışan tarihsel, siyasal ve
hukuksal yanılgılar olmuştur. Diğer ülkelerde son yıllarda izlenen ve yeniden
bağımsızlığı kazandıran yapısal değişiklik, Türkiye'de Osmanlı İmparatorluğu'nun
dağılması ile daha önce yapılarak gönüllü birlik içinde uluslaşma sağlanmış ve
tamamlanmıştır. Cumhuriyet tarihi bunun kanıtıdır.
2820
sayılı Yasa'nın 78. maddesinin (a) bendi, siyasî partilerin Anayasa'nın 3.
maddesinde açıklanan devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve dili
ile ilgili temel hükmü değiştirmek amacını güdemeyeceklerini (b) bendi ise
siyasî partilerin bölge ve ırk esasına dayandırılamıyacaklarını belirtmektedir.
81. maddenin (a) ve (b) bentlerinde de;
Siyasî
Partiler:
(a)
"Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde millî veya dinî kültür veya mezhep
veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri
süremezler."
(b)
"Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak
geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar
yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu yolda
faaliyette bulunamazlar." denilmektedir.
Yasa
maddesinin gerekçesinde, "Ülkemizde Lozan Andlaşması ile kabul edilen
azınlıklar dışında bir azınlık yoktur. Herhangi bir ülkede resmî dilin dışında
bazı dillerin bilinmesi veya yer yer konuşulması azınlık yaratmaz. Hele siyasî,
sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda olduğu gibi her bir alanda bütün haklara
sahip ve borçlarla eşit bir şekilde yükümlü olan tek bir milletin evlatları
arasında azınlıktan söz etmek mümkün değildir...
Bir
memlekette resmî dilin her vatandaş tarafından bilinmesi, hangi alanda olursa
olsun eşitlik ilkesinin hakkıyla uygulanabilmesi ve adlî ya da idarî işlerin
çabukluk ve selametle yürütülmesi bakımından yararlı hatta zorunludur. Bu
itibarla resmî dili, genç, ihtiyar, kadın, erkek her vatandaşın bilmesini
sağlamak Devletin görevidir" düşüncesi yer almaktadır.
Maddenin
(a) bendinde, siyasî partilerin millî ya da dinî kültür, mezhep, ırk ya da dil
ayrılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyecekleri
öngörülmektedir. Lozan Andlaşması ile kabul edilen azınlıklar kuşkusuz, bu
bendin kapsamı dışındadır. Nitekim, bu husus gerekçede de belirtilmiştir.
Özellikle
belli büyüklükteki ülkelerin hemen tümünde, din, ırk, dil ve mezhepleri farklı
toplulukların bulunması doğaldır. Bu farklılık, kimi ülkelerde büyük boyutlara
ulaşabilir. Bunların her birine azınlık statüsü tanımak ülke ve millet
bütünlüğü kavramıyla bağdaşmaz. Öte yandan, başlangıçta kabul edilebilir
istekler gibi görünen ayrımcılığa yönelik kültürel kimliğin tanınması istemleri
zamanla bütünden kopma eğilimine girer. Bu nedenle yasakoyucu konuya özel bir
özen göstermiştir.
Türkiye'de
azınlıklar konusu Lozan Barış Andlaşmasıyla düzenlenmiştir. Bu düzenlemenin
belirgin iki özelliği vardır: İlk olarak, ancak müslüman olmayanlar azınlık
olarak kabul edilmiştir. İkinci olarak da böyle bir düzenleme ile müslüman
olmayanlara da müslümanların yararlandıkları medenî ve siyasî haklardan
yararlanma olanağı sağlanmış, yasalar önünde din ayrımı yapılmaksızın herkesin
eşit olduğu hususu belirlenmiştir.
Bu
nedenle 2820 sayılı Yasa'nın 81. maddesinin (a) bendi ile ülkemizde azınlık
yaratmama yolundaki duyarlılığın siyasî partilerce de paylaşılması
amaçlanmaktadır. (b) bendinde ise, siyasî partilerin, Türk Ulusunca oluşturulan
ortak dil ve kültürü dışlar biçimde başka dil ve kültürleri korumak,
geliştirmek ya da yaymak yoluyla ülkede azınlıklar yaratarak millet
bütünlüğünün bozulması amacını güdemeyecekleri belirtilmiştir.
Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin vatandaşları arasında etnik ya da diğer herhangi bir
nedenle siyasal ve hukuksal ayrılık söz konusu değildir.
Türk
Ulusu'nu oluşturan, binlerce yıl birarada yaşamış, kaynaşmış, ortak kültüre,
ahlâka ve dine sahip insanların tarihleri birdir. Vatan üzerinde yaşamış bütün
geçmiş kuşaklar, ülkenin ve ulusun bütünlüğünü ve onurunu sürdüreceği kuşkusuz
olan, gelecek kuşaklarla birlikte düşünülmelidir. Her ulusun olduğu gibi
tarihsel gerçeklere dayanan Türk Ulusu'nun ortak kimliği ve kültürü de
savunmasız bırakılamaz. Herşeyden önce Türk Devleti'nin bağımsızlığına,
kimliğine ve özbenliğine, ulusal bütünlüğüne düşman olan tüm karşıtlıklarla
uğraşmak görev olduğu kadar uluslararası hukuksal belgelerin benimsediği temel
bir haktır.
Anayasamıza
göre, ulus ve ülke bütünlüğü devletin en temel özelliği ve ilkesidir. Türkiye
Cumhuriyeti içinde birden fazla ulus olamaz. Yapısı yukarda belirlenen Türk
ulusu içinde değişik kökenli bireyler olabilir; ancak bunların hepsi Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşıdır. Türk vatandaşlığı niteliğini değiştiren savlar
Anayasa'ya uygun değildir.
Siyasî
partilerin, çalışmalarında devletin ülkesi ve ulusu ile bölünmezliği temel kuralına
uymaları, ülkenin ya da ulusun bir bölümünün bugünkü bütünlüğünü bozarak
ayrılması sonucunu doğrudan doğruya veya dolayısıyla doğurabilecek her türlü
eylemden ve propagandadan kaçınıp çalışmalarını bu bütünlüğü daha da
pekiştirecek biçimde yürütmeleri demektir. Bunun sonucu da ülke ve ulus
bütünlüğünü zedeleyebilecek olan her türlü yazı, söz ve davranışın siyasal
partiler için yasak olmasıdır.
Anayasa
ve Siyasî Partiler Yasası'na göre, ırk ayrımcılığı ve bu yolla ülkeyi parçalama
bir siyasal partinin dayanağı, amacı ve ereği olamaz. Devletin bütünlüğünü
koruması en doğal hakkı ve ödevidir.
Bu
açıklamalara göre bir değerlendirme yapıldığında:
Genel
Başkan Yaşar KAYA'nın 29.5.1993 günü Federal Almanya'nın Bonn şehrindeki
konuşmasında özetle:
"...Size
böyle hitap etmek zorundayım. Çünkü Türkiye'de sizin adınızı anmak, sizin
ülkenizin adını anmak siyasî partiler için kapatılma sebebidir. Elbette 70
yıllık inkâr, soykırım, sürgün, darağacı, kan, irin, gözyaşı, barut bizim
ülkemizde birbirine karışmış, analarımız ak süt yerine bizi gözyaşı ile
emzirmişlerdir... Evet bizim tarihimiz kahramanca direnen çağdaş Kawa'ların
tarihidir... Bugün burada özgür bir ülke ve ulusal birlik için
yürüyoruz....Kürt halkı artık düşürülmüş bir halk değil, serhıldan da başını dik
tutan bir halktır... Bugün gelinen noktada Kürtlerin inkârı mümkün değildir.
Silahlı mücadele Kürt sorununu Kürt halkının önüne, Kürt ve Türk halkının önüne
dünya kamuoyunun önüne koydu... Bunu söylerken Kürt devriminin arka bahçesinde
bulunan kültürel rönesansı da selamlıyorum." demiştir.
Erbil
Şehrinde yaptığı konuşmada ise özetle:
"Biz
azat olmuş Kürdistan'dan KDP'nin kongresine gelmişiz. Bu bizim için rüyadır.
Ben dört parça Kürdistan adına....Kürdistan halkının sorunu yüzelli senedir
ihanet sorunu ve başkaldırma sorunudur...Kürdistan'ın bağımsızlığı ve Kurtuluşu
için kim ne yapmışsa biz hepsine saygı duyuyoruz. Hepsi Kürdistan devleti
için... Ey Kürdistan Demokrasi Partisi'nin silahlı askerleri sizin partinizin
sorunu adımız.... Eyaletin (Ülkenin) şehitleri şöyle diyorlar: Biz sizden
ümitliyiz... Hepsi (bütün bunlar) niçin ' Kürt Kardeş olmadı. Dost olmadı. Onun
için düşmanın elinin altından kurtulamaz. Kürt kardeş olmazsa Kürdistan olmaz.
Düşmanın
elinde kobra helikopterleri var. Bizim gönlümüzde sadece kardeşlik var, birlik
var. Düşman öldürdüğü zaman bu KDP... bu YDK...bu PKK demiyor. Bunlar Kürttür
diyor. Kuzey Küdistanda büyük savaş vardır... Kürtlük Devleti için birlik olmak
ve kurtulmak bizim şiarımızdır. Hür olmak ve serbest olmak pahalıdır. Bizim
halkımız erkektir. (yiğittir) Halkımız davası için, kurtuluş için kızını
gelinini, oğlunu bize veriyor. Dağlarda günde 40-50 tanesi şehit
düşüyor...Kürtler yemin etmişler. Yeminimiz ölümdür." demiştir.
Demokrasi
Partisi Merkez Kurulunun yayınladığı (Demokrasi Partisi'nin Barış Çağrısıdır)
başlıklı bildirisinde ise özetle:
"....Bugün
ülkemizde adı ilan edilmemiş adı konulmamış bir savaş yaşanmaktadır...Bilelim
ki bu savaş ne kadar sürerse sürsün, ne kadar insan ölürse ölsün Kürt sorunu
çözülmeyecektir...Katliamla, sürgünle, inkârla Kürt sorunu çözülebilseydi bu
güne kadar çoktan çözülmüş olurdu.
Sorun,
"ekonomik, geri kalmışlık veya terör sorunu" değildir. Sorun
siyasîdir ve adı Kürt sorunudur...demokratik hak ve özgürlüklerimizden daha
fazla ödün vermeden barış sağlanmalı, siyasî çözüm yolları bulunmalıdır...Barış
içinde eşit ve özgür koşullarda yaşamak hepimizin hakkı ....Devlet, Kürtlerin
her düzeyde seçilmiş meşru temsilcileriyle görüşmeler yolunu
açmalıdır...Anadilde eğitim sağlanmalı...PKK ve devlet ateşkes ilân etmeli
kararlarına uymalıdırlar. Ateşkes tarafsız güçlerce denetlenmelidir...Kürt
kimliği bütün sonuçları ile birlikte tanınmalı" denilmiştir.
Konuşmalarla
bildiride değişik anlatımlarla Türkiye'de ezilen ayrı bir Kürt halkının (Ulus
anlamında) varlığı belirtilerek bunların özgürlük savaşı verdiği vurgulanmakta,
ülkeyi parçalama, ayrı devlet kurmak dahil Kürt kimliğinin bütün sonuçları ile
birlikte tanınması istenmektedir. Eşitlik ve kardeşlikten söz edilmekte ise de
bunlar, birey ve vatandaşlık düzeyinde değil, ayrı ulus olma nedeniyle
uluslararası düzeyde ulus olarak eşitlik tanınması anlamında bir örtü olarak
kullanılmaktadır.
Gerçekte
yukarda ilgili bölümlerinde açıklandığı üzere Türkiye Cumhuriyeti Devleti tek
uluslu bir devlettir. Bütün vatandaşlar hangi soy veya kökenden gelirse gelsin
ekonomik, hukuksal ve siyasal bütün hak ve özgürlüklerde eşittirler. Türkiye'de
ırka dayalı ayrıcalıklı bir Türk Ulusu yoktur ki etnik kökene dayalı Kürt Ulusu
veya diğer uluslar olabilsin.
Tek
Ulus olmanın temeli olan "Atatürk Milliyetçiliği" ideolojik bir
saplantı değildir. Toplumsal sosyolojik gerçeklere dayanan hukuksal ve siyasal
bir olgudur. Vatan sevgisine dayanır. Savunmada ileri sürülen görüşlerin aksine
ayrı etnik kökenden gelmiş olmak vatandaşlar arasında Türkiye Cumhuriyeti
Devleti'nin ülke ve ulus bütünlüğü içinde bir ayrımcılık nedeni değildir.
Konuşmalarda
da terörist örgütünün cinayetleri, Kürdistan olarak gösterilen Doğu ve
Güneydoğu Anadolu'da yaşayan Kürt kökenli vatandaşların Kurtuluş Mücadelesi
olarak gösterilmektedir.
Dikkati
çeken diğer önemli bir konu da Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin vatandaşlarından
Kürt kökenli olanların, tüm Kürt Kurtuluş hareketi ve Kürt Devleti'ni kurma
oluşumu içinde gösterilmesidir. Savunmalarda Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinin
Türkiye'deki Kürtleri kapsamadığı biçiminde sapmalara gidilmekte ise de
konuşmalar ve bildirinin açıklığı gerçeği ortaya koymaktadır.
Davalı
Parti, savunmasında ülkemizdeki fiilî durumun mevzuatı aştığını ileri sürmüş ve
yasa yerine hukukun uygulanması gerektiğini belirtmiştir. Bundan neyin
amaçlandığı çok açık değilse de, davalı Parti burada ülkede iki hukukun
olduğunu bunlardan ilkinin yasalarda yer aldığını, ancak bunun toplumda
geçerliliğini ve uygulama yeteneğini yitirdiğini, buna karşılık eylemli biçimde
uygulanan ve toplumda genel kabul gören bir başka hukukun varlığı savını ileri
sürmek istemektedir. Bununla bağlantılı olarak davalı Parti pozitif hukukun
herkese değil ancak bazı partilere uygulandığını belirtmekte ve bunu çifte
standart olarak algılamaktadır. Yine davalı Parti evrensel hukuka aykırı
olduğunu belirttiği 12 Eylül Anayasası olarak nitelediği Anayasa hükümlerine
dayanılarak parti kapatılmasını kabul etmediğini belirtmekte ve kapatma
davasının evrensel hukuk ilkelerine göre görülmesini istemektedir.
Anayasa
Mahkemesi Anayasa'da ve Anayasa'ya uygun yasa kurallarında açıklık varken,
bunları bir yana itip hukuk dışı uygulamalara yol açacak biçimde yorumlara
girerek yasalara aykırı davranışlara geçerlik kazandıramaz. Siyasî Partiler
Yasası ile Anayasa'nın bu konudaki hükümleri değişmemiştir. Bir yasa yeni bir
yasa ile kaldırılmadıkça uygulanmasının süreceği hukukun değişmez
kurallarındandır. Anayasa ve Siyasî Partiler Yasası değişmedikçe Anayasa
Mahkemesi bunları uygulayacaktır.
Davalı
Parti, yaptığı savunmalarda, "Kürt sorununun İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Helsinki Sonuç Belgesi
hükümlerine uygun, barışçı ve demokratik yöntemlerle çözülmesinden yana
olduğunu belirtmekte ve davanın Türkiye'nin imzaladığı uluslararası sözleşme
hükümleri ile evrensel hukuk ilkelerine göre çözülmesini" istemektedir. Bu
nedenle bu konular üzerinde durmak gerekir.
Devlet,
ülke ve ulus bütünlüğünü bozmaya yönelik eylemlere uluslararası hukuk
belgeleri, anlaşma ve sözleşmeleri, bu arada Helsinki Sonuç Belgesi ve Paris
Şartı olur vermemektedir.
Anayasa
Mahkemesi birçok kararında, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi'ne ve Avrupa Sosyal Haklar Temel Yasası'na yollamada bulunmuştur.
İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme kapsamındaki hak ve
özgürlükler, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda da güvence altına alınmıştır.
Hakları kullanmanın, özgürlüklerden yararlanmanın sınırsız olmadığını
vurgulayan İnsan Hakları Evrensel Demeci'nin 29. ve 30. maddeleri, içerik
olarak demokratik düzeni yıkıcı söz ve eylemlere karşı sınırlamalar
getirilmesinin ve önlemler alınmasının dayanağıdır.
Bildirgenin
29. maddesinin (2) bendinde "Herkes, haklarının ve hürriyetlerinin kullanılmasında,
sadece başkalarının haklarının ve hürriyetlerinin gereğince tanınması ve
bunlara saygı, gösterilmesi amacıyla ve ancak demokratik bir cemiyette ahlâkın,
kamu düzeninin ve genel refahın haklı icaplarını yerine getirmek maksadıyla
kanunla belirlenmiş sınırlamalara tabi tutulabilir." denilmektedir. Yine
bu maddenin (3) bendinde "Bu hak ve hürriyetler hiçbir veçhile Birleşmiş
Milletlerin amaç ve prensiplerine aykırı olarak kullanılamaz." ifadesi yer
almaktadır. Bu konuda 30. madde çok daha açıktır. Bu maddeye göre, "İşbu
Beyannamenin hiçbir hükmü, herhangi bir Devlete, zümreye ya da ferde, bu
Beyannamede ilan olunan hak ve hürriyetleri yoketmeye yönelik bir faaliyette
bulunma hakkını verir şekilde yorumlanamaz."
4
Kasım 1950 tarihinde Roma'da imza edilmiş, 3 Eylül 1953 tarihinde yürürlüğe
girmiş ve 18 Mayıs 1954 tarihinde de Türkiye tarafından onaylanmış bulunan
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine baktığımızda herşeyden önce hak ve
özgürlüklerin sınırlanması ile ilgili 11. maddenin ikinci fıkrasını
görmekteyiz. Bu fıkra aynen şöyledir:
"Bu
hakların kullanılması, demokratik bir toplulukta, zaruri tedbirler mahiyetinde
olarak millî güvenliğin, amme emniyetinin, nizamı muhafazanın, suçun
önlenmesinin, sağlığın ve ahlâkın veya başkalarının hak ve hürriyetlerinin
korunması için ve ancak kanunla tahdide tabi tutulur.
Bu
madde, bu hakların kullanılmasında idare, silahlı kuvvetler veya zabıta
mensuplarının muhik tahditler koymasına mani değildir."
Üzerinde
durulması gereken bir başka madde de sözleşmenin 17. maddesidir. Bu madde aynen
şöyledir:
"Bu
sözleşme hükümlerinden hiçbiri bir devlete, topluluğa veya ferde, işbu
sözleşmede tanınan hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya mezkur sözleşmede
derpiş edildiğinden daha geniş ölçüde tahditlere tabi tutulmasını istihdaf eden
bir faaliyete girişmeye veya harekette bulunmaya matuf herhangi bir hak
sağladığı şeklinde tefsir olunamaz."
Yapılan
konuşmaların ve bildirinin sözleşmenin yukarıdaki hükmüyle çeliştiği ortadadır.
Hiçbir hak ve özgürlük, demokrasiyi yıkmak amacıyla kullanılamaz.
Konuşmaların
ve bildirinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 11. maddesinin ikinci
fıkrasıyla ve 17. Maddesinde yer alan kuralla bağdaşmadığı görülmektedir.
Özellikle,
araçları farklı olmakla birlikte DEP amacının teröristlerin amacı ile benzerlik
gösterdiği PKK'yı destekler yönde olduğu dikkat çekicidir. Türkiye Cumhuriyeti
toprakları üzerinde yaşayan ayrı dili ve kültürü olan ve özellikle de vatanını
kurtarma ve devlet kurma yolunda Kurtuluş Savaşı veren bir "Kürt
Ulusu"nun varlığı ileri sürülmektedir.
Bu
durumda, üzerinde durulması gereken önemli bir konu da, "kendi kaderini
tayin etme" hakkıdır. Öncelikle belirtmek gerekir ki, Türkiye'de tek bir
ulus vardır. O da Türk Ulusu'dur. Türk ve Kürt kökeninden gelen vatandaşlar,
diğer etnik kökenden gelen vatandaşlarla birlikte "Ulus" bütünlüğünü
oluşturmuştur. Ayrı bir ulus, ayrı bir halk ya da bir azınlık varmış gibi
bölünmeyi amaçlayan çabalar, terörle de desteklenip gündemde tutulmaktadır.
"Kendi kaderini tâyin hakkı" yeni bir kavram değildir. Uluslararası
hukuk düzenindeki bu olguyu Türk Ulusu, her tür ayrılığı dışlayıp eşitliği
sağlayarak Lozan Barış Andlaşması'yla gündeminden çıkarmıştır, günümüzde de
koşulları yoktur. Ülke ve Ulus bütünlüğünü koruma hakkı, Lozan Barış
Andlaşması'nda olduğu gibi bugün de uluslararası hukuk düzeninde geçerlidir.
Nitekim,
Helsinki Nihaî Senedi'nin ilkeleri arasında;
-Devletin
egemen eşitliği ve egemenliğin üzerindeki haklara saygı,
-Sınırların
dokunulmazlığı,
-Devletlerin
toprak bütünlüğüne saygı,
-İçişlerine
karışmama,
ilkeleri
de yer almıştır.
Paris
Şartı'nda da :
"Tüm
ilkeler, herbiri diğerleri dikkate alınmak suretiyle yorumlanarak, kayıtsız
şartsız ve aynı derecede uygulanır. Bu ilkeler ilişkilerimizin temelini
oluşturur."
.........
"Taraf
devletlerin bağımsızlığını, egemen eşitliğini ya da toprak bütünlüğünü ihlâl
eden faaliyetlere karşı demokratik grupları savunmak hususunda işbirliği
yapmaya kararlıyız. Dışarıdan yapılan baskı, zora başvurma ve yıkıcılık gibi
yasadışı faaliyetler burada söz konusu olan özelliklerdir."
.........
Her
türlü terörist eylemleri, yöntemleri ve uygulamaları açıkça suç olarak kınıyor
ve bunların ikili olduğu kadar çok taraflı işbirliği ile ortadan kaldırılması
için çalışmaya kararlı olduğumuzu ifade ediyoruz."
.........
"Taraf
devletler, halkın iradesiyle özgürce kurulmuş olan demokratik düzeni, kendi
yasaları uyarınca ve yüklendikleri uluslararası insan hakları görevleri ve
uluslararası taahhütleri uyarınca, bu düzeni ya da başka bir taraf devletin
düzenini yıkmayı amaçlayan terörizm ya da şiddete başvuran ya da terörizmden
veya şiddetten vazgeçmeyi reddeden kişilerin, grupların ve teşkilatların
faaliyetlerine karşı savunmak ve korumak sorumluluğunu taşıdıklarını kabul
ederler." kuralları da yer almaktadır.
Görüldüğü
gibi, yukardaki düzenlemelerde kendi kaderini tayin hakkının, demokratik
ülkelerde devlet, ülke ve ulus bütünlüğünü bozucu biçimde kullanılmasına olanak
verilmemektedir.
Türkiye
Cumhuriyeti'nin de taraf olduğu "Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı",
ırkçılığı, etnik düşmanlığı ve terörizmi kınamış, ülke bütünlüğünü ve
demokratik düzeni yıkmayı amaçlayan hareketlere girişen kişi, grup ve örgütlere
karşı koruma ve kollama sorumluluğunu uluslararası bir çağrı olarak kabûl
etmiştir. Devleti yıkmaya yönelik faaliyetlerin demokratik haklar kapsamında ve
bir özgürlük olarak değerlendirilmesi olanaksızdır. Demokrasi, hak ve
özgürlüklerin güvenceye bağlandığı, demokratik işlerliğin her alanda yaşandığı,
çoğulcu, katılımcı bir kurallar ve kurumlar düzenidir. Nitekim Birleşmiş
Milletler'e üye devletlerin katılmalarıyla 14-25 Haziran 1993 günlerinde,
VİYANA'da gerçekleştirilen Dünya İnsan Hakları Konferansı sonunda yayımlanan
Deklerasyon'da:
Kendi
kaderini tâyin hakkının; "Eşit Haklar" ilkesine uygun olarak ırk, din
ve renk ayrımı gözetmeksizin ülkesine ait bütün insanları temsil eden bir
hükûmete sahip egemen ve bağımsız bir devletin, ülke bütünlüğünü ve siyasî
birliğini kısmî veya bütüncül biçimde parçalayacak herhangi bir eylemin
desteklenmesi ve bu eyleme yetki verilmesi anlamında yorumlanamayacağı yer
almıştır.
Demokrasilerde
ırk ayrımcılığı, bir siyasal partinin dayanağı, amacı ve ereği olamaz. Irk
ayrımcılığının aracı durumuna düşen partinin varlığını sürdürmesi yasalar
karşısında olanaksızdır. Devletin ülkesi ve ulusuyla birlikte bütünlüğünü
koruması en doğal hakkı ve ödevi olup, kamu düzenini ve insan haklarını koruma
yönünden de savsaklanmayacak görevidir.
Zorunlu
durum ve nedenlerle Siyasî partileri kapatma diğer çağdaş demokratik ülkelerde
de vardır. Anayasa'nın temel ilkesi; hak ve özgürlüklerle, çoğulculuğun
korunması için Anayasal hakları yok edecek bir siyasî rejim kurulmasının
önlenmesidir. Demokratik toplum düzeninde, siyasî parti faaliyetlerinin güvence
altına alınması, Anayasa'ya uygun kurulan ve faaliyet gösteren siyasî
partilerin Anayasa'ya dayalı hukuk devletinin sağladığı tüm hak ve
ayrıcalıklarından faydalanmaları anlamına gelir. Siyasî partiler Anayasa'da
değiştirilmesi yasaklanan uluslararası üstün hukuk kurallarına da uygun olan
devletin tekliği, ülkenin bütünlüğü ile ulusun birliğini değiştirmeyi amaçlayan
çalışmalarda bulunamazlar. Bunların siyasal tercih veya düşünce özgürlüğü
kapsamına alınması olanağı yoktur.
O
halde, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez tümlüğünü bozmaya yönelik
eylemlere, bunlara olanak vermeyen Helsinki Nihaî Senedi ile Paris Şartı'nın
dayanak gösterilmesi ve bu belgelerin hukuksal niteliklerinin gözardı edilmesi
doğru değildir.
Bu
konuda özet olarak şu temel ilkeler belirlenebilir:
a.
Ulusal ve üniter devletin etnik farklılıklara göre tartışılması uluslararası
hukuksal belgelerce de yasaklanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 11.
maddesi bu konuda son derece açıktır. Ayrıca bu sözleşmenin 17. maddesi özellikle
bu konuyla ilgilidir. Son olarak, Birleşmiş Milletlere üye devletlerin
katılımlarıyla Haziran 1993 de Viyana'da gerçekleştirilen Dünya İnsan Hakları
Konferansı sonunda yayımlanan deklerasyonda da bu konuda sınırlama
getirilmiştir.
b.
Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi de Federal Cumhuriyetin varlığını
tehlikeye atan veya temel demokratik düzeni yoketmeye yönelik faaliyetlerde
bulunan siyasal partileri kapatma yetkisine sahiptir. Ve Almanya Anayasa
Mahkemesi hem Komünist Partiyi hem de Faşist Partiyi bu gerekçelerle
kapatmıştır.
c.
Avrupa hukuk düzenlemelerinde de, bir ulus bütünlüğü içinde yer alan etnik
grupların ırkçılığa dayalı ayrımcılığı kabul edilmemektedir. Anayasa'da güvence
altına alınmış temel hak ve özgürlüklerin korunması ancak anayasal hakları yok
edecek siyasal faaliyetlerin (örgütlenmelerin) önlenmesi ile mümkündür. Bu aynı
zamanda çoğulculuğun da korunması anlamına gelir.
ç.
Fransız Anayasa Konseyi, Korsika'ya özel statü tanıyan Yasa'nın iptali ile
ilgili kararında, Fransız vatandaşlarından oluşan "Fransız Halkı"nın
korunması için özen göstererek "Fransız Halkı"nın mütemmim cüzî
(tamamlayıcısı olan) "Korsika Halkı" kavramını reddetmiş ve
söylenmesi gerekenin "Kanunen bölünmesi mümkün olmayan Fransız Halkı"
olduğunu vurgulamıştır.
d.
Siyasî Partilerin faaliyetleri, demokratik düzende güvence altına
alınmışlardır. Çağımız partiler demokrasi çağıdır. Ancak bu demokrasilerin
kendilerini korumaları anlamına da gelir. Siyasal partilerin hukuk devletinin
sağladığı güvencelerden yararlanabilmesi, ancak Anayasa'ya uygun davranmaları
ile mümkündür.
e.
Halkların eşit ve kendi kaderlerini tayin etme haklarıyla kültürel hakların
kullanılmasında, demokratik sistemle idare edilen vatandaşlarına bireysel
düzeyde temel ve siyasal hakları eşit düzeyde sağlamış ülkeler için; Devlet,
ülke, ulus ve siyasal birlik esas alınmakta, bunları bozan her türlü eylemlere
hukuksal dayanak verilmemekte ve yasaklanmaktadır.
f.
Demokratik toplumlarda temel hak ve özgürlükler için esas ölçüt bireydir. Bunun
etnik gruplar için ulusal hakka dönüştürülmesi, bu şekilde Devlet, ülke ve
ulusu parçalama hak ve özgürlüğünden söz edilmesinin bir dayanağı olamaz.
g.
Uluslararası birlikteliğin gelişmesine yönelik çalışmaların geliştiği bir
süreçte ulusal birlikteliklerin parçalanması düşünülemez ve her iki olgunun
birbirinin karşıtı olduğu söylenemez.
Demokrasi
Partisi her ne kadar görünüşte sık sık "kardeşlik" ve
"birlik" sözcüklerini kullanmaktaysa da bunu gerçek amacını gizlemek
için yaptığı, asıl amacın Ulusu ve Ülkeyi parçalamak olduğu kardeşlik ve
eşitliğin uluslararası düzeyde arandığı açıktır. Dava nedeni konuşmalar ve
bildiri vatandaşlar arasında kin, husumet ve ayrılık duyguları yaratmakta ve
körüklemektedir. Türk Ulusu'nun bütünlüğünü ırka dayalı bir görüşle Türk ve
Kürt olarak ikiye ayırmayı öngörmektedir. Bu tür yönelişin ülke ve ulus
bütünlüğünü yıkmayı amaçladığı kuşkuya yer bırakmayacak biçimde açıktır.
Demokratik
siyasal yaşamın vazgeçilmez ögesi olan siyasal partiler demokrasiye ters düşen,
demokrasiyle bağdaşmayan, demokrasiyi güçsüz ve etkisiz düşürecek, toplumsal
barışı yıkacak düzenleme ve eylemlerde bulunamazlar. Hiçbir ayrılık bulunmayan
ulusun içinde azınlık oluşturarak bir kesimi çoğunluktan çıkarıp azınlık
durumuna getirip ilerde yeni girişimlere dayanak yapılmak üzere ulusu ve ülkeyi
bölmek, bu amaçla tartışmalı etnik köken ayrımını kışkırtarak silâhlı
ayaklanmaya çağırmak, ulusun bireylerini, bölge halklarını biribirine düşman
edip kırdırmayı uygun bulmak, bir öneri ve çözüm değil, devleti yıkmaya yönelik
bir planın uygulanması ve çözümsüzlüktür. Sorunlar yaratılarak çözüm
üretilemez. Kimi etnik grupları ulus yapısı içinden, çoğunluktan azınlığa
indirmek toplumsal barışı yıkar. Bu yolla azınlıklar körüklenecek, terörün
şiddeti arttırılacaktır. Uluslararası kurallar, silahla, şiddetle hak arama
yollarına kesinlikle kapalıdır. Demokrasi Partisi Kürt kökenli yurttaşları
asılsız ve dayanaksız sav ve suçlamalarla kargaşa ve iç savaş çıkarmaya
kışkırtmış, ayaklanma için demokratik hoşgörünün sınırlarını zorlamıştır.
Demokrasi, demokratik hak ve özgürlüklerden yararlanarak yıkalamaz. Hakkı ve
özgürlüğü kötüye kullanmaya engel olmak devletin görevidir. Hele bir siyasal
parti, şiddet ve terörü kışkırtarak gizli bir amacı gerçekleştirmek istiyorsa,
buna olanak verilemez. Partilerin de yapamayacakları şeyler vardır ve bunların
başında devletin varlığı, ülkenin tümlüğü ve ulusun birliği gelir. Kendisini
saldırılara karşı koruyan devleti içerden yıkmak isteyen teröre destek veren
görüşe hiçbir hukuk düzeni meşruiyet tanıyamaz. Belirtilen konuşmalarla teröre
destek verip ondan destek alan bir siyasî partinin Anayasa ve yasaya göre
varlığını sürdürmesi düşünülemez.
Ulus
ve ülke bütünlüğüne karşın, Türk ve Kürt Ulusları biçiminde bir ayırımın yapılması
ve Kürt halkının ayrı bir devlet kurma yolunda özgürlük savaşı içinde PKK
terörist örgütüyle birlikte gösterilmesi, Parti'nin, Kürt kökenine başka bir
deyişle ırksal tabana dayatılarak, ülkede yaşayan ve Kürt olarak ayırdıkları
bir kısım yurttaşların Türkiye Cumhuriyetinden kopmasının amaçlanması Siyasî
Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) bendinde söz konusu olan "Türk
Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü"ne ve (b) bendinde
öngörülen siyasî partilerin ırk esasına dayanmaması ilkelerine aykırıdır.
Bu
konuda özenle üzerinde durulması gereken husus, daha önce belirtildiği gibi bu
yöndeki yasal düzenlemelerin amacı ülkedeki etnik farklılıkların ve bunların
dil ve kültürlerinin yasaklanması değildir. Çeşitli etnik kökenlerden gelen
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları kendi dil ve kültürlerine sahiptirler. Ancak
bin yıldır birlikte yaşamış, dini, gelenek ve görenekleri aynı, birbirinden
ayrılması ve koparılması olanaksız ortak kültürleri ve yaşamları olan bir
topluluğu ırk temeline dayanan düşüncelerle ayrıma bağlı tutmak ve hepsini
kapsayan ortak ulusal kültürü ve kimliği yadsımak Siyasî Partiler Yasası'nın
78. ve 81. maddelerinin (a) bentlerine aykırıdır. Yasaklanan, kültürel
farklılıkların ve zenginliğin belirtilmesi olmayıp, bunların Türkiye
Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak, ulus bütünlüğünün bozulması
ve buna bağlı olarak ayrımlara dayanan yeni bir devlet düzeninin kurulması
amacıyla kullanılmasıdır.
Konuşmalar
ve bildiride Kürt kökenli yurttaşların, bölücülüğe yönelik olarak; kendi dil ve
kültürlerini geliştirmeleri, anadillerinde eğitimlerinin sağlanması
öngörülmektedir. Bunlar konuşmaların ve bildirinin bütünlüğü içinde ele
alındığında Siyasî Partiler Yasası'nın 81. maddesinin (b) bendinde yasaklanan,
Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek
veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak
ulus bütünlüğünün bozulması amacını gütme anlamını taşımaktadır. Bir başka
deyişle Türk dili veya kültürü dışındaki dil ve kültürleri korumak, geliştirmek
veya yaymak yoluyla bir bölüm vatandaşın farklı bir ulustan oldukları bir
azınlığa mensup bulundukları ileri sürülerek azınlık ya da ayrı bir ulus
olmanın gerektirdiği haklardan yararlanmaları biçiminde bir düşünce içermektedir.
Türkiye'de hiçbir vatandaş arasında bir fark ve farklı bir uygulama yoktur.
Demokrasi
Partisi savunmalarında, olaylar saptırılarak, barış isteminin, düşünce
açıklamanın, demokrasi istemenin, halk sözcüğünü söylemenin bölücülük olarak
değerlendirildiğini, üniter devletin insan haklarına engel gösterilemeyeceğini
ileri sürmüştür. Bunların gerçekle ilgisi yoktur. Suçlamalarda ülke ve ulus
bütünlüğünü bozan kışkırtıcı ve körükleyici somut kanıtlar değerlendirilmiştir.
Kanıtlarda yer alan amacı belirgin beyan ve açıklamaların düşünce özgürlüğü ve
diğer söyledikleri deyimlerle bir ilgisi yoktur.
Söz
konusu anlatımlar, Türkiye'de hukuksal ve siyasal yönden ırka dayalı bir Türk
Ulusu kavramı ya da etnik kökene göre çoğunluk, azınlık kavramları olmamasına
ve farklı etnik köken ve soydan gelen bütün vatandaşları eşit haklarla sahip
olmasına karşın Türk Ulusu'nu ırk esasına dayalı olarak "Türk ve Kürt
ulusları" biçiminde ikiye bölmeye yönelmiş, ezilen bir halk olarak
nitelediği Kürt kökenli vatandaşları, ayrı bir ulus olarak devletini kurma
yolunda özgürlük savaşı içinde ve PKK terörist faaliyetleri paralelinde
göstermiştir.
Yukarıda
gerekçeleriyle açıklandığı üzere davalı Demokrasi Partisi'nin Genel Başkanı
Yaşar Kaya'nın Bonn ve Erbil'de yapmış olduğu konuşmalar ile Parti Merkez
Yürütme Kurulu'nun yayınladığı bildiri Siyasî Partiler Yasası'nın 78. ve 81.
maddelerinin (a) ve (b) bentlerine aykırıdır.
2820
sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın Dördüncü Kısmında yer alan söz konusu yasal
düzenlemelerdeki yasaklara aykırı davranılmasının yaptırımı aynı Yasa'nın 101.
maddesinin (b) bendiyle belirlenmiştir.
Buna
göre davalı Demokrasi Partisi'nin kapatılmasına karar verilmesi gerekmektedir.
Yılmaz
ALİEFENDİOĞLU, Merkez Yürütme Kurulu Bildirisi'nin kapatma nedeni olmasına katılmamıştır.
4.
Kapatma Kararının Sonuçları
Anayasa'nın
84. maddesinin son fıkrasında;
"Anayasa
Mahkemesinin kararında partinin kapatılmasına eylem ve sözleri ile sebebiyet
verdiği belirtilen milletvekilinin üyeliği ile temelli olarak kapatılan siyasî
partinin, kapatılmasına ilişkin davanın açıldığı tarihte, parti üyesi olan
diğer milletvekillerinin üyeliği, kapatma kararının Türkiye Büyük Millet
Meclisi Başkanlığına tebliğ edildiği tarihte sona erer." denilmektedir.
Anayasa'nın
84. maddesinin birinci fıkrasındaki "üyeliğin düşmesi" ile üçüncü
fıkrasındaki "üyeliğin sona ermesi" birbirinden ayrı durumlardır.
Birinci fıkradaki durumlarda düşme kararını TBMM verir. Anayasa Mahkemesi böyle
bir karar veremez. Ancak üçüncü fıkraya göre bir siyasal parti kapatılınca,
eylem ve sözleriyle buna neden olan milletvekilinin üyeliği ile temelli olarak
kapatılan siyasî partinin kapatılmasına ilişkin davanın açıldığı tarihte, parti
üyesi olan diğer milletvekillerinin üyeliği, kapatma kararının Türkiye Büyük
Millet Meclisi Başkanlığı'na tebliğ edilmesiyle kendiliğinden sona erer.
Anayasa Mahkemesi'nin açıklayıcı belirlemesi kararın hukuksal sonucudur.
Bir
partinin Anayasa'ya aykırılıktan kapatılmasıyla milletvekillerinin
milletvekilliğinin Anayasa gereğince sona ermesi Federal Almanya Anayasa
Mahkemesi kararlarında da görülmektedir.
Türkiye
Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'nın, 24 Ocak 1994 ve O GNS/006-33884 sayılı
cevabi yazısına göre; Şırnak Milletvekili Mahmut Alınak ile Muş Milletvekili
Muzaffer Demir'in kapatma davasının açıldığı tarihten önce Parti'den istifa
ettikleri, Diyarbakır Milletvekili Mahmut Uyanık ile Muş Milletvekili M.Emin
Sever'in ise Demokrasi Partisi'ne üye olmadıkları, bu dört milletvekilinin
TBMM'nde bağımsız üye olarak kayıtlı bulundukları anlaşılmıştır.
Bu
duruma göre, Anayasa'nın 84. maddesinin son fıkrası gereğince Demokrasi
Partisi'nin kapatılmasına ilişkin davanın açıldığı 2.12.1993 gününde parti
üyesi olan milletvekilleri Ahmet TÜRK, Ali YİĞİT, Sırrı SAKIK, Leyla ZANA,
Hatip DİCLE, Sedat YURTDAŞ, Selim SADAK, Orhan DOĞAN, Zübeyir AYDAR, Naif
GÜNEŞ, Mahmut KILINÇ, Remzi KARTAL ve Nizamettin TOĞUÇ'un Milletvekilliklerinin
kapatma kararının Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na tebliğ edildiği
tarihte sona erer.
Yılmaz
ALİEFENDİOĞLU "Fıkranın bu bölümünün uygulamaya ilişkin bulunduğu ve
Anayasa Mahkemesi'nin milletvekillerinin üyeliklerinin sona ermesiyle ilgili
bir karar vermesine yer olmadığı", Haşim KILIÇ ise "Diğer dört
milletvekili de dava açıldığı tarihte Demokrasi Partisi üyesi olduğundan
bunların da milletvekilliklerinin sona ermesi gerektiği" görüşleriyle
yukarıdaki görüşe katılmamışlardır.
VIII-
SONUÇ
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 2.12.1993 günlü, SP.52.Hz. 1993/55 sayılı
iddianamesi'yle, Demokrasi Partisi'nin 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın
101. maddesi gereğince kapatılması istenilmekle, gereği görüşülüp düşünüldü:
1.
Demokrasi Partisi'nin, Genel Başkanı Yaşar Kaya'nın 29.5.1993 tarihinde Federal
Almanya'nın Bonn, 15.8.1993 tarihinde Irak'ın Erbil kentlerinde yapmış olduğu
konuşmalarının ve Parti Merkez Yürütme Kurulu'nun "Demokrasi Partisi'nin
barış çağrısıdır" başlıklı bildirisinin, Anayasa'ya ve 2820 sayılı Siyasî
Partiler Yasası'nın 78. 81. maddelerinin (a) ve (b) bentlerine aykırılığı
nedeniyle anılan Yasa'nın 101. maddesinin (b) fıkrası gereğince KAPATILMASINA,
Yılmaz ALİEFENDİOĞLU'nun, "Merkez Yürütme Kurulu Bildirisinin kapatma
nedeni olmadığı" yolundaki karşıoyuyla ve esasta OYBİRLİĞİYLE,
2.
Anayasa'nın 84. maddesinin son fıkrası gereğince Demokrasi Partisi'nin
kapatılmasına ilişkin davanın açıldığı 2.12.1993 gününde Parti üyesi olan
milletvekilleri Ahmet TÜRK, Ali YİĞİT, Sırrı SAKIK, Leyla ZANA, Hatip DİCLE,
Sedat YURTDAŞ, Selim SADAK, Orhan DOĞAN, Zübeyir AYDAR, Naif GÜNEŞ, Mahmut
KILINÇ, Remzi KARTAL ve Nizamettin TOĞUÇ'un milletvekilliklerinin kapatma
kararının Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na tebliğ edildiği tarihte
sona ermesine; Haşim KILIÇ'ın "Mahmut ALINAK, Muzaffer DEMİR, Mahmut
UYANIK ve Mehmet Emin SEVER'in de kapatma davasının açıldığı tarihte Parti
üyesi milletvekilleri olduklarından bunlarında millet vekilliklerinin sona
ermesi gerektiği"; Yılmaz ALİEFENDİOĞLU'nun ise "fıkranın bu
bölümünün uygulamaya ilişkin bulunduğu ve bu konuda bir karar verilmesine yer
olmadığı" yolundaki karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
3.
Davalı Parti'nin tüm mallarının 2820 sayılı Yasa'nın 107. maddesi uyarınca
Hazine'ye geçmesine OYBİRLİĞİYLE,
4.
Gereğinin yerine getirilmesi için karar örneğinin, milletvekilleri yönünden
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na, yasal işlemler yönünden 2820 sayılı
Yasa'nın 107. maddesine göre Başbakanlığa ve ayrıca Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı'na gönderilmesine, OYBİRLİĞİYLE,
16.6.1994
gününde karar verildi.
Başkanvekili
Güven DİNÇER
|
Üye
Yılmaz
ALİEFENDİOĞLU
|
Üye
İhsan PEKEL
|
Üye
Selçuk TÜZÜN
|
Üye
Ahmet N. SEZER
|
Üye
Haşim KILIÇ
|
Üye
Yalçın ACARGÜN
|
Üye
Mustafa BUMİN
|
Üye
Sacit ADALI
|
Üye
Ali HÜNER
|
Üye
Lütfi F.
TUNCEL
|
|
|
|
|