ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı:1993/2 (Siyasî
Parti-Kapatma)
Karar Sayısı:1993/3
Karar Günü:30.11.1993
R.G.
Tarih-Sayı:09.08.1994-22016
DAVACI
: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
DAVALI
: Sosyalist Türkiye Partisi
DAVANIN
KONUSU : Sosyalist Türkiye Partisi Programı'nın kimi bölümlerinin 2820 sayılı
Siyasî Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) bendiyle 81. maddesinin (a) ve
(b) bendlerine; Anayasa'nında Başlangıç Kısmı'yla 3., 4., 14., 68., 69.
maddelerine aykırılığı ileri sürülerek Siyasî Partiler Yasası'nın 101.
maddesinin (a) bendi uyarınca kapatılmasına karar verilmesi istemidir.
I-
İDDİANAME
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 25.2.1993 günlü, SP.43.HZ.1993/16 sayılı
iddianamesinde aynen şöyle denilmektedir:
I-
Giriş
Anayasa'da
özel olarak düzenlenen demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurları olan ve
önceden izin alınmadan kurulan siyasal partiler, millî iradenin oluşmasındaki
yüklendikleri rol ve görevle ri gereği Devlet ve toplum düzeni içinde çok
önemli yere sahip tüzel kişiliği haiz kendi siyasetlerini yürütmek için
teşkilatlanan kuruluşlardır. Ancak; ulus bütünlüğünü demokratik düzeni ve
Cumhuriyet ilkelerini hedef alacak tarzda mutlak ve sınırsız davranış yetkisine
de sahip değillerdir.
Anayasa,
siyasal partilerin tüzük ve programlarının devletin ülkesi ve milleti ile
bölünmez bütünlüğüne insan haklarına, millet egemenliğine demokratik ve lâik
Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağını öngörmüş, aksine davranışta bulunan
siyasal partilerin ise kapatılacağını ifade etmiştir.
Siyasal
partilerin toplum düzeni içindeki olağanüstü rollerini göz önüne alan Anayasa,
kurulan siyasal partilerin tüzük ve programlarının ve kurucularının hukukî
durumlarının Anayasa ve kanun hükümlerine uygunluğunu, kuruluşlarını takiben ve
öncelikle denetleme ve faaliyetlerini takip etme ve gerektiğinde de kapatma
davası açma görev ve yetkisini Cumhuriyet Başsavcılığımıza vermiştir.
Davalı
siyasî parti, gerekli bildiri ve belgelerin 6 KASIM 1992 tarihinde İçişleri
Bakanlığına verilmesi ile Siyasî Partiler Yasası'nın 8. maddesine göre tüzel
kişilik kazanmıştır. Kuruluş bildiri ve belgelerinin İçişleri Bakanlığınca,
Cumhuriyet
Başsavcılığımıza
gönderilmesini takiben Anayasa'nın 69. ve Siyasî Partiler Yasası'nın 9.
maddeleri uyarınca davalı partinin tüzük ve programıyla, kurucularının hukukî
durumlarının Anayasa ve yasa hükümlerine uygun olup olmadığı öncelikle
incelenmiş ve programında aşağıda belirtilecek olan aykırılıklar bulunduğu
saptanmıştır.
II-
Konu İle İlgili Yasal Düzenlemeler
A)
Anayasa Hükümleri:
1-
"MADDE 2.- Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet
anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı,
başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir
hukuk Devletidir."
2-
"MADDE 3.- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.
Dili Türkçedir.
Bayrağı,
şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Millî
marşı "İstiklal Marşı"dır.
Başkenti
Ankara'dır."
3-
"MADDE 4.- Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet
olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3
üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez."
4-
"MADDE 5.- Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin
bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve
demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu
sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet
ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal
engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli
şartları hazırlamaya çalışmaktır."
5.
"MADDE 11.- Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare
makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
Kanunlar
Anayasaya aykırı olamaz."
6.
"MADDE 14.- Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve
Cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok
etmek, Devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir
sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din
ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere
dayanan bir devlet düzenini kurmak amacıyla kullanılamazlar.
Bu
yasaklara aykırı hareket eden veya başkalarını bu yolda teşvik veya tahrik
edenler hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir.
Anayasanın
hiçbir hükmü, Anayasada yer alan hak ve hürriyetleri yok etmeye yönelik bir
faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlanamaz."
7.
"MADDE 68.- Vatandaşlar, siyasî parti kurma ve usulüne göre partilere
girmeye ve partilerden çıkma hakkına sahiptir. Parti üyesi olabilmek için
yirmibir yaşını ikmal etmek şarttır.
Siyasî
partiler, demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.
Siyasî
partiler, önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa ve kanun hükümleri içinde
faaliyetlerini sürdürürler.
Siyasî
partilerin tüzük ve programları, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne, insan haklarına, millet egemenliğine, demokratik ve lâik
Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz.
Sınıf
veya zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlayan siyasî partiler kurulamaz.
Siyasî
partiler, yurt dışında teşkilatlanıp faaliyette bulunamaz, kadın kolu, gençlik
kolu ve benzeri şekilde ayrıcalık yaratan yan kuruluşlar meydana getiremez,
vakıf kuramazlar.
Hâkimler
ve savcılar, yüksek yargı organları mensupları, yükseköğretim kurumlarındaki
öğretim elemanları, Yükseköğretim Kurulu üyeleri, kamu kurum ve kuruluşlarının
memur statüsündeki görevlileri ile yaptıkları hizmet bakımından işçi niteliği
taşımayan diğer kamu görevlileri, öğrenciler ve Silahlı Kuvvetler mensupları
siyasî partilere giremezler."
8-
"MADDE 69.- Siyasî partiler, tüzük ve programları dışında faaliyette
bulunamazlar; Anayasanın 14 üncü maddesindeki sınırlamalar dışına çıkamazlar;
çıkanlar temelli kapatılır.
Siyasî
partiler, kendi siyasetlerini yürütmek ve güçlendirmek amacıyla dernekler,
sendikalar, vakıflar, kooperatifler ve kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları ve bunların üst kuruluşları ile siyasî ilişki ve işbirliği içinde
bulunamazlar. Bunlardan maddî yardım alamazlar.
Siyasî
partilerin parti içi çalışmaları ve kararları, demokrasi esaslarına aykırı
olamaz.
Siyasî
partilerin malî denetimi Anayasa Mahkemesince yapılır.
Cumhuriyet
Başsavcılığı, kurulan partilerin tüzük ve programlarının ve kurucularının
hükukî durumlarının Anayasa ve kanun hükümlerine uygunluğunu, kuruluşlarını
takiben ve öncelikle denetler; faaliyetleri de takip eder.
Siyasî
partilerin kapatılması, Cumhuriyet Başsavcılığının açacağı dava üzerine,
Anayasa Mahkemesince karara bağlanır.
Temelli
kapatılan siyasî partilerin kurucuları ile her kademedeki yöneticileri; yeni
bir siyasî partinin kurucusu, yöneticisi ve denetçisi olamıyacakları gibi,
kapatılmış bir siyasî partinin mensuplarının üye çoğunluğunu teşkil edeceği
yeni bir siyasî parti de kurulamaz.
Siyasî
partiler, yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan, yabancı ülkelerdeki
dernek ve gruplardan herhangi bir suretle aynî ve nakdî yardım alamazlar,
bunlardan emir alamazlar ve bunların Türkiye'nin bağımsızlığı ve ülke bütünlüğü
aleyhindeki karar ve faaliyetlerine katılamazlar. Bu fıkra hükümlerine aykırı
hareket eden siyasî partiler de temelli kapatılır.
Siyasî
partilerin kuruluş ve faaliyetleri, denetleme ve kapatılmaları yukarıdaki
esaslar dairesinde kanunla düzenlenir."
B)
Siyasî Partiler Yasası Hükümleri
1.
"MADDE 78.- Siyasî partiler:
a)
Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini; Anayasanın başlangıç kısmında ve 2
nci maddesinde belirtilen esaslarını; Anayasanın 3 üncü maddesinde açıklanan
Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline, bayrağına,
millî marşına ve başkentine dair hükümlerini; egemenliğin kayıtız şartsız Türk
Milletine ait olduğu ve bunun ancak, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili
organları eliyle kullanılabileceği esasını; Türk Milletine ait olan egemenliğin
kullanılmasının belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı veya
hiçbir kimse veya organın, kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi
kullanamayacağı hükmünü; seçimler ve halkoylamalarının serbest, eşit, gizli,
genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi
altında yapılması esasını değiştirmek;
Türk
Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve
hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair
herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak;
Amacını
güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda
tahrik ve teşvik edemezler.
b)
Bölge, ırk, belli kişi, aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat
esaslarına dayanamaz veya adlarını kullanamazlar.
c)
Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini veya zümre
egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi
amaçlayamazlar ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar.
d)
Askerlik, güvenlik veya sivil savunma hizmetlerine hazırlayıcı nitelikte eğitim
ve öğretim faaliyetlerinde bulunamazlar.
e)
Genel ahlâk ve adaba aykırı amaçlar güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette
bulunamazlar.
f)
Anayasanın hiçbir hükmünü, Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerini yok etmeye
yönelik bir faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlayamazlar."
2.
"MADDE 81.- Siyasî partiler :
a)
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde millî veya dinî kültür veya mezhep veya ırk
veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler.
b)
Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek
veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak
millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu yolda faaliyette
bulunamazlar.
c)
Tüzük ve programlarının yazımı ve yayınlanmasında, kongrelerinde, açık veya
kapalı salon toplantılarında, mitinglerinde, propaganlarında Türkçe'den başka
dil kullanamazlar; Türkçe'den başka dillerde yazılmış pankartlar, levhalar,
plâkla, ses ve görüntü bantları, broşür ve beyannameler kullanamazlar ve
dağıtamazlar; bu eylem ve işlemlerin başkaları tarafından da yapılmasına
kayıtsız kalamazlar. Ancak, tüzük ve programlarının kanunla yasaklanmış diller
dışındaki yabancı bir dile çevrilmesi mümkündür."
III-
Dava Konusu Parti Programı
Davalı
parti benimsediği siyasetini sürdürebilmek için hazırladığı, bilimsel sosyalizm
ağırlıklı programının dava konusu edilen bölümlerinde;
Birinci
bölümün;
Sosyalizm
programının alt yapısı,
21.
Yüzyıla doğru dünyamız başlığı altında;
İçinde
bulunduğumuz 21. yüzyılın "emperyalizm ve sosyalist devrimler çağı",
"kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı" olarak nitelenegeldiğini,
uluslararası devrim sürecinin üçlü bileşen üzerine oturduğunun sık sık
vurgulandığını bu bileşenlerin,
Sosyalist
ülkelerdeki kuruluş süreçleri;
Kapitalist
ülkelerde süren işçi sınıfı merkezli, sınıf mücadeleleri;
Ulusal
kurtuluş hareketleri ve bağımsızlıkçı devrimler....olduğunu.
Ulusal
Kurtuluş Mücadeleleri başlığı altında;
Ulusal
kurtuluş hareketlerinin dünya devrim sürecinin organik bir parçası olduğunu,
ulusal kurtuluş hareketleri bağlamında bugün dünyamızdaki en önemli
dinamiklerden birini Kürt ulusal hareketinin oluşturduğunu, devrimci çizgideki
ısrarı bu harekete diğer ulusal kurtuluş hareketleri arasında özel bir yer
kazandırdığını, söz konusu ısrarı emperyalist ağırlığa rağmen sürdürebilmesi
halinde yeni dinamikler yaratmasının söz konusu olabileceğini,
Ortadoğu
başlığı altında;
Sosyalist
dünya yokluğunda burjuva yönetimli ulusal kurtuluş hareketlerinin bağımsızlık
kazanma olasılığının son derece zayıf olduğunu, ortadoğudaki emperyalizme karşı
emekçi halklar arasında dayanışmanın yanı sıra, ulusal kurtuluş hareketlerinin
proleter ve sosyalist kanallara yöneltilmesi gerektiğini, bölgedeki kapitalist
ülke proleteryalarının siyasal güç ve özgürlük düzeyi ile ulusal hareketlerin
iç gelişmeleri arasında yakın ilişki bulunduğunu, anti-kapitalist işçi
hareketlerinin Türkiye, Yunanistan, İran v.b. ülkelerde yükselişe geçmelerinin
Filistin ve Kürt direnişleri nezdinde sosyalizmin daha güçlü çekim merkezi
olmasını sağlayacağını, Balkanlar ve Ortadoğu arasında köprü konumunda olan
Türkiye'nin dengesizlik ve istikrarsızlık üreten çeşitli dinamiklerin kesişim
noktasında yer aldığını en soldaki ulusal kavganın, Kürt hareketinin
içerisinden çıktığını,
İkinci
bölümün,
Anti-kapitalist
dönüşümler,
Ulusal
sorun başlığı altında;
1-
Ulusal ve etnik kökenin hiçbir biçimde bir ayrıcalık, ya da dışlama-ezilme
nedeni olamayacağını,
2-
Kürt ulusunun ve bütün etnik toplulukların kendi dil ve kültürel yapılarını
koruyup geliştirebilmeleri olanağının sağlanacağını, dillerin geliştirilmeleri,
zenginleştirilmeleri çalışmalarında hiçbir dile ayrıcalık tanınmıyacağını,
3-
a) Ulusların ayrılma dahil, kendi geleceklerini belirleme hakkının yasalar ve
toplumsal araçlarla güvenceye alınacağını,
b)
Ayrılma hakkının kullanılmasının insanın, insanı sömürmesine zemin oluşturan
sosyo-ekonomik süreçleri gündeme getirmesi durumunda partinin bölgedeki bütün
sosyalist ve devrimci güçlerle birlikte sürecin önüne geçileceğini,
c)
S.T.P. sosyalist kurtuluş sürecinde Türk ve Kürt halklarının gönüllü birliğini
hedefleyip bu amaçla propaganda çalışmaları yapılacağını,
öngörmektedir.
IV-
Kapatma Sebepleri ve Değerlendirme
A-
Kapatma sebepleri;
Davalı
Sosyalist Türkiye Partisi programında "ulusal kurtuluş mücadelelerinin
sosyalizmin yerleşip gelişmesinde etken olduğu ve partinin siyasal anlayışı
doğrultusunda bu mücadelelerin desteklenmesi gerektiği, ulusal kurtuluş
mücadeleleri içinde Kürt ulusal hareketinin önemli yere sahip olduğu ve Türkiye
Cumhuriyetinin ülkesi üzerindeki topraklarda kurtuluş mücadelesi verdiği ifade
edilerek, ülkemizde başta Kürt ulusu olmak üzere ulusların bulunduğu, bunların
dil ve kültürel yapılarını koruyup geliştirmelerinde, ayrılma dahil kendi
geleceklerini belirlemede, her türlü olanağın sağlanarak yasalar ve toplumsal
araçlarla güvenceye alınacağı, ulusal ve etnik kökenin ayrıcalık dışlanma ve
ezilme nedeni olmayacağı, hiçbir dile ayrıcalık tanınmayacağı, Türk ve Kürt
halklarının gönüllü birliğini temin için propaganda çalışmaları
yapılacağı..."
şeklindeki
görüşler yer almaktadır.
B-
Değerlendirme;
Siyasal
partilerin amaçları ve kapatılmalarına ilişkin esaslar Anayasa'nın 68. ve 69.
maddelerinde düzenlenmiştir.
68.
maddesinde;
Siyasî
partilerin tüzük ve programlarının, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne, insan haklarına, millet egemenliğine, demokratik ve lâik
Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı,
Sınıf
veya zümre egemenliğine veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlayan siyasî partiler kurulamayacağı,
69.
maddesinde;
Siyasî
partilerin, tüzük ve programları dışında faaliyette bulunamayacakları,
Anayasanın 14. maddesindeki sınırlamalar dışına çıkamıyacakları, çıkanların
temelli kapatılacağı,
Yabancı
devletlerden, uluslararası kuruluşlardan, yabancı ülkelerdeki dernek ve
gruplardan herhangi bir surette aynî ve nakdî yardım ile emir alamayacakları,
bunların Türkiye'nin bağımsızlığı ve ülke bütünlüğü aleyhindeki karar ve
faaliyetlerine katılamayacakları, bu sınırlamalara aykırı hareket eden siyasî
partilerin temelli kapatılacakları,
Esası
getirilmiş ve
Siyasî
partilerin kuruluşları, faaliyetleri denetlenmeleri, kapatılmaları ile ilgili
hususların ise Anayasada belirtilen ilke ve esaslar dikkate alınarak kanunla
düzenleneceği ifade edilmiştir.
Anayasada
öngörülen bu düşünceden hareketle düzenlenen Siyasî Partiler Yasası'nda,
partilerin amaç ve faaliyetlerinde uyulması kaçınılmaz olan hususlar ile
uyulmamasının sonuçları yasanın dördüncü kısmında siyasî partilerle ilgili
yasaklar ve beşinci kısmında siyasî partilerin kapatılması başlıkları adı
altında belirlenmiştir.
Anayasa
ve Siyasî Partiler Yasası'nın ortaya koyduğu ilke ve esaslar doğrultusunda
davalı parti programı incelendiğinde;
Türkiye
Cumhuriyeti ülkesinin toprakları üzerinde başta Kürt ulusu olmak üzere
ulusların bulunduğu ve Kürt ulusunun bu topraklarda kurtuluş mücadelesi verdiği
ifade edilerek özellikle yaşayan bir "Kürt ulusunun" varlığı açık ve
seçik bir biçimde kabul edildikten
sonra;
"Ulusal
ve etnik köken hiçbir biçimde bir ayrıcalık, ya da dışlanma-ezilme nedeni
olamaz."
"Kürt
ulusunun ve bütün etnik toplulukların kendi dil ve kültürel yapılarını koruyup
geliştirebilme olanağı sağlanır. Dillerin geliştirilmeleri, zenginleştirilmeleri
çalışmalarında hiçbir dile ayrıcalık tanınmaz."
"Ulusların,
ayrılma dahil, kendi geleceklerini belirleme hakkı yasalar ve toplumsal
araçlarla güvenceye alınır."
"STP.
Sosyalist kuruluş sürecinde Türk ve Kürt halklarının gönüllü birliğini hedefler.
Bu amaçla propaganda çalışmaları yapar."
Şeklinde
görüşlerin programda benimsendiği anlaşılmaktadır.
Siyasal
bir partinin Türkiye Cumhuriyeti ülkesinin toprakları üzerinde Türk ve Kürt
halkları adı altında iki ayrı ulusun varlığını açıkça kabul edip, Türkçeden
başka dil konuşan azınlıkların bulunduğunu, bunların kendi dil ve kültürel
yapılarını koruyup geliştirebilme olanağı sağlayacağını ileri sürerek, bu
azınlıklara, ayrılma dahil, kendi geleceklerini belirleme hakkı tanımak
istemesi ulusal yapıda gitgide kopmalara, bölünmelere yol açması anlamını
taşır.
Sosyalist
kuruluş sürecinde Türk ve Kürt halklarının gönüllü birliğinin hedeflenerek, bu
amaçla propaganda çalışmaları yapılacağının belirtilmesi, ulusal yapıdaki
bütünlüğü bozucu düzenlemenin parti tarafından desteklendiğini gösteren ayrı
bir olgudur.
Bu
nedenle ileriye sürülen görüş ve benimsenen ilkelere göre davalı Sosyalist
Türkiye Partisi:
a)
Anayasa'nın 3. maddesinin birinci fıkrasının "Türkiye Devleti ülkesi ve
milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir."
b)
Anayasa'nın 14. maddesinin birinci fıkrasının "Anayasada belirtilen hak ve
hürriyetlerden hiçbiri devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü
bozmak ...veya dil ...ayrımı yaratmak amacıyla kullanılamaz."
c)
Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasının "siyasî partilerin tüzük ve
programları, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne...aykırı
olamaz."
d)
2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun dördüncü kısmında yeralan 78. maddesinin
(a) bendinin "Siyasî Partiler...Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne, ...dair hükümleri değiştirmek...dil ...ayrımı
yaratmak...amacını güdemezler."
e)
Aynı Kanun'un 81. maddesinin (a) ve (b) bendinin "Türkiye Cumhuriyeti
ülkesi üzerinde millî veya dinî kültür veya mezhep veya ırk veya dil
farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler.
f)
Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek
veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak
millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler, bu yolda faaliyette
bulunamazlar."
Biçimindeki
buyurucu kurallarına aykırı davranmış bulunmaktadırlar.
Sonuç:
Yukarıda
gerekçeleri ve yasal dayanakları ile birlikte açıklandığı üzere, davalı
Sosyalist Türkiye Partisi'nin:
Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası'nın başlangıç kısmı, 3., 4., 14., 68. ve 69. maddeleriyle
2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) bendi, 81. maddesinin
(a) ve (b) bentlerine aykırı olarak devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğünü bozmayı amaçladığı sonucuna varıldığından, davalı siyasî partinin
2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın 101/a maddesi gereğince kapatılmasını
arz ve talep ederim."
II-
DAVALI PARTİNİN ÖN SAVUNMASI
Sosyalist
Türkiye Partisi Vekilinin 7.5.1994 günlü ön savunmasında aynen şöyle
denilmektedir :
"-
Usul Açısından Ön-Savunmamız
1-
Dava yasal prosedüre uygun olarak açılmamıştır. 2820 sayılı Siyasî Partiler
Yasası incelendiğinde, yasanın 9. maddesinin işletilerek öncelikle Sosyalist
Türkiye Partisine eksiklik ve aykırılıklar için ihtarda bulunulması gerekirdi.
a-
Sözkonusu yasanın 101. maddesi ile 9. maddesi ele alınmalıdır. 101. maddenin
tek başına olaya uygulanması olasılığı yoktur. Çünkü yasanın 9. maddesi;
"Cumhuriyet
Başsavcılığı kurulan partilerin tüzük ve programlarının ve kurucularının hukuki
durumlarının Anayasa ve kanun hükümlerine uygunluğunu ve belgelerinin tamam
olup olmadığını, kuruluşlarını takiben öncelikle inceler.." demek
suretiyle, dikkat edilirse tüzük ve programlarının Anayasa ve kanun hükümlerine
uygunluğunun da gözönüne alındığı anlaşılmaktadır. 9. Maddenin altını çizdiğimiz
cümlesi, esin kaynağını Anayasanın 69/5. fıkrasından almaktadır;
"Cumhuriyet
Başsavcılığı kurulan partilerin tüzük ve programlarının ve kurucularının hukuki
durumlarını Anayasa ve kanun
hükümlerine
uygunluğunu kuruluşlarını takiben öncelikle inceler"
biçiminde
düzenlenmiş olan anayasa maddesi, 2820 sayılı SP Yasasının
9.
maddesine aynen aktarılmıştır. Tüzük ve programlarının Anayasa ve yasaya
uygunluğunun denetimi ile birlikte kuruluş işlemlerinin ve kurucuların hukuki
durumlarının incelenmesi eş zamanlı bir etkinliktir ve bu haliyle 9. madde her
iki tür incelemenin prosedürünü oluşturmaktadır. Kaldı ki, siyasî yaşama yeni
girmiş ve siyasî örgütlenmesi ve mücadelesini yeni oturtmaya çalışan yasal bir
partinin Anayasanın 14. maddesinde belirtilen yasaklara aykırı amaç güttüğünü
iddia edebilmek için de böylesi bir ihtar gereklidir. Olaya uygulanacak hukuk
mantığı bu olmalıdır. İddianamenin açmazı da burada yatmaktadır. Dernekler
yasası incelendiğinde, benzer prosedürün İçişleri Bakanlığı kanalınca dernekler
için de uygulandığını, tüzük incelenmesi ile kuruluş belgeleri ve kurucularının
niteliklerinin yasal denetiminin aynı anda ve ihtar prosedürlü yürütüldüğünü
görürüz. İddianamede siyasî partiler dernek statüsünden de aşağı bir değere
itilmiştir. Yasadaki sözkonusu çelişkiyi siyasî partiler lehine çözümlememiz
gerekir.
Program
ve tüzüklerdeki Anayasaya aykırılık durumlarını da giderilecek noksanlıklardan
sayıp, Anayasal güvence altına alınarak diğer tüm siyasî teşekküllerden üstün
tutulmuş siyasî partilere de düzeltme hakkı tanınmalıdır.
Kaldı
ki, siyasî partilerin eksiklik ve noksanlıklarının incelenmesiyle aynı süreçte
başlayan Anayasaya uygunluk denetiminin dernekler yasasındaki gibi belli bir
süre ile (90 gün) sınırlanmamasının aleyhte yarattığı durumun giderilmesi için
de prosedürün bu biçimde uygulanmasında yarar bulunmaktadır.
Yasanın
101. maddesinin Teknik Hukuk mantığı ile olaya doğrudan uygulanması yasanın ve
Anayasanın amaçsal yorumuna aykırı bir tutum olacaktır. Hukuk tarihimizde 1961
Anayasası ile birlikte değişik bir düzenleme mevcuttur. Bu düzenleme, siyasî
partileri derneklerden ayıran, özel bir statüye sokan ve bu anlamda da dernek
örgütlenmesinden hukuksal değer olarak daha üstün tutan bir niteliğe sahiptir.
Siyasî partilerin sözünü ettiğimiz hukuksal değerinin bir sonucu olması
gerekir. Bu sonuç ise, doğrudan kapatılma davası açılmasını önleyen bir sonuç
olmalıdır. Yasanın 101. maddesi bu anlamıyla Anayasal Düzenlemenin Temel
prensipleri ile çelişki halindedir. (Bu konuda ileride açımlayacağımız; 1982
Anayasasının Geçici 15. maddesi ve Anayasa aykırılık iddiaları hakkındaki
savunmamızı şimdilik bir kenara bırakırsak) Ortada, hukuksal değerler
düzleminde hiyerarşik bir karmaşa bulunmaktadır. Çözüm, 101. maddenin 9. madde
ile birlikte değerlendirilmesi, siyasî partiye eksiklik veya aykırılığını
gidermesi için ihtarda bulunulması ve duruma göre davanın açılıp açılmamasına
karar verilmesidir. 101. Maddeyi teknik hukukçu perspektifi ile
değerlendirirsek, siyasî parti kapatma prosedürünün derneklerin kapatılması
prosedüründen çok daha kolay, basit ve adalete aykırı olduğunu görürüz. Siyasî
partilere tanınan Anayasal güvencenin içeriğini boşaltan 101. madde dar
yorumlanarak, bu güvencenin ortadan kaldırılması hukuksal bir hata olacaktır.
b-
Davanın duruşmalı olarak görülmesi gerekir. Her ne kadar Anayasanın 149/son
maddesi Anayasa Mahkemesinin Yüce Divan sıfatıyla baktığı davalar dışında kalan
işleri dosya üzerinde inceleyeceği hükmü ve yine SPY m.98/1. ve 2949 sayılı
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Yasa'nın" 23.
maddesi, dosya üzerinden inceleme yapılmasına yönelik iseler de, duruşmalı
yargılama talebimizi engelleyen hüküm içermemektedirler. Adı geçen hükümler; bu
hakkın kullanımını olsa olsa mahkemenin takdirine bırakmıştır şeklinde
yorumlanabilir. Ancak "Duruşmalı" yargılama yapılmasını engelleyen
madde emredici hüküm niteliğinde değildir. Keza bu konuda Anayasa Mahkemesi'nin
gerek gördüğü hallerde sözlü açıklamalarını dinlemek için ilgilileri ve konu
hakkında bilgisi olanları çağırma yetkisi tanınmış olması, sınırlayıcı bir
hüküm değildir. "Duruşmalı" yargılama yapılmasını imkansız kılmaz.
Burada CMUK 387. maddeyi de SPY m.98 deki atıfla ele aldığımızda, ortada örtülü
boşluk mevcuttur ve bu boşluk siyasi partilere tanınan "Anayasal
güvence" temel alınarak talebimiz yönünde doldurulmalıdır.
Siyasî
Partiler Yasası 98. maddesinin CMUK hükümlerinin uygulanacağına dair bendini
"Kanun yolları" kapatılmış bir dava açısından değerlendirdiğimizde,
dosya üzerinden yapılacak ve itiraz yolu dahi kapatılmış bir yargılamanın
duruşmalı yapılmasının kabulü gerekmektedir. Siyasî parti kapatma davalarının
birer ceza kararnamesi değerinden de aşağıya düşürülmemesi zorunludur.
c-
Siyasî Partiler Yasası'nın usul yönünden değerlendirdiğimiz 101. maddesi aynı
zamanda Anayasa'nın 68. maddesine de aykırıdır.
Önceden
izin almadan kurulan (Anayasa m.68/3) ve demokratik siyasî yaşamın vazgeçilmez
unsuru kabul edilen (Anayasa M.68/2) siyasî partilerin, Anayasadaki sınırları
da aşan bir şekilde yasal kıskaca alınması sözkonusudur. Anayasanın 68.
maddesinin davaya konu olan 4. bendinde;
"Siyasî
partilerin tüzük ve programları, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne, insan haklarına, millet egemenliğine, demokratik ve laik
Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz" denmektedir. Dikkat edilirse
sınırlama; altını çizdiğimiz program ve tüzük kapsamının dışına taşmazken, 2820
sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın 101/a bendinde;
"Parti
tüzüğünün veya programının yahut partinin faaliyetlerini düzenleyen ve yetkili
parti organları veya mercilerince yürürlüğe konulmuş olan diğer parti
mevzuatının..." denmek suretiyle anayasal sınırlamayı aşan bir kapsam
genişletme sözkonusudur. Artık mevzuatıyla da parti sorumlu tutulmaktadır.
SPY
101. maddenin başlığı "Dördüncü kısımdaki yasaklara aykırılık halinde
partilerin kapatılması" şeklindedir ve dördüncü kısımda dava konusu olaya
uygulanmak istenen 81/a ve b bendleri, Anayasada bulunmayan ek sınırlamalardır
ve bu durumlarıyla Anayasaya aykırıdırlar.
Anayasa'nın
Geçici 15. maddesinin Siyasî Partiler Yasası hakkında Anayasa'ya aykırılık
iddialarını imkansız hale getirdiği gerekçesi, teknik hukuksal yaklaşımın bir
sonucudur. Burada "Dar yorum" yapmanın toplumsal/siyasal gerçeklik
ile bağdaşmayacağına ilişkin savunmalarımızı ileride; esas hakkındaki
önsavunmamız bölümünde açıklayacağız. Bununla birlikte Mahkemenin Anayasayı da
aşan ve yukarıda belirttiğimiz hükümlerine açıkça aykırı olan bir yasayı temel
olarak, yine aynı anayasanın "GEÇİCİ" bir hükmünü dayanak yaparak,
sözkonusu maddeyi Anayasanın diğer ilkelerinden üstün tutarak hangi
gerekçelerle karar vereceği tarafımızdan merak edilmektedir. Geçici 15. maddeyi
aşmanın yolu Siyasî Partiler Yasası'nın davaya konu olan 78/a ve b. bendlerinin
ve yine 101/a. bendinin değerlendirilmesinde Uluslararası hukukun temel
prensipleri ve ülkemizin taraf olduğu veya onayladığı Uluslararası
sözleşmelerin birer iç hukuk metni ve/veya prensipleri olarak olayda dikkate
alınması ve bu araçların dinamik yorum yöntemi ile Anayasanın sözel yorumundan ziyade
amaçsal yorumuyla birlikte siyasal/toplumsal gerçekler gözönüne alınarak olaya
uygulanması gerekir.
Bunun
dışında bir, zorlama; teknik olarak dahi bir yasal tasarruf niteliği taşımayan
Siyasal Partiler Yasası'nın ilgili maddeleri ile hüküm kurma talihsizliğine
mahkemeyi sevk edecektir. (Yasa tekniği olarak incelememiz ileride daha genişçe
yer almaktadır.)
ç-
Her olasılıkla, Konunun önemi ve toplumsal/siyasal gerçeklikteki sözünü
ettiğimiz değişimlerin somutlanması açısından, parti programının hazırlanması
sürecinde bulunmuş Sosyalist Türkiye Partisi Genel Başkanı Ali Önder Öndeş
olmak üzere Genel Başkan yardımcısı İ.Kemal Okuyan, Merkez Yürütme Kurulu
üyeleri Süleyman Z. Baba, Metin Çulhaoğlu ve isimlerini esas hakkındaki
mütalaaya yanıt larımızda açıklayacağımız konunun diğer ilgililerinin sözlü
açıklamalarına başvurulmasını şimdiden talep ediyoruz.
d-
İddianamedeki bir başka eksikliği de Anayasal maddeleri sıralayıp adeta sevk
maddeleri gibi kullanarak, sonuç kısmında işlenmesi ve savunmanın önü tıkanmaya
çalışılmıştır.
Esasa
İlişkin Ön-Savunmamız :
-
Anayasanın Niteliği ve Geçici 15. Madde
1-
12 Eylül'ün ürünü ve kısa sürede aşınmış bir anayasanın maddeleri ile yargılama
yapılmaktadır. Anayasanın hazırlanması ve yasalaştırma hareketleri Temel Hukuk
ilkelerinin içeriğinin boşaltıldığı bir hukuk sistemi restorasyonu meydana
getirmiştir. Bu restorasyon, anti-demokratik özünü en iyi anayasanın önsözünde
belirginleştirmiştir. Verili pozitif hukukla bu davanın yürütülmesi
sakıncalıdır. Bu nedenle, Toplumsal/siyasal gerçeklikle çelişik olan 12 Eylül
dönemi ürünü başlangıç kısmının dava konusunu olayın değerlendirilmesinde
kullanılamaz. Yasal boşluk başka araçlarla doldurulmak zorundadır.
a-
1982 Anayasası'nda, Temel Hukuk Prensipleri açısından bir karmaşa
sergilenmiştir. Zamana bağlı olmayan muafiyet mantığıyla Geçici 15. madde,
Anayasanın 2. maddesinde Cumhuriyetin niteliği olarak belirtilen ve
değiştirilmesi bile teklif edilemeyen (Anayasa m.4) Sosyal Hukuk Devleti ile
çelişmektedir. Benzer çelişki Anayasanın 11. maddesinde belirtilen Anayasanın
bağlayıcı ve üstünlüğü ilkesiyle ve yine Kanun önünde eşitlik ilkesi ile de
devam ettirilebilir. (Özellikle kişi ve kurumlara sağladığı muafiyet yönünden).
Madde aynı zamanda "Milletlerarası sözleşmelerin iç hukuk değerini"
düzenleyen 90. madde ile de çelişiktir.
Anayasa
metnine dahil olan başlangıç kısmındaki ırkçılık ile 14. ve 68. maddelerdeki
sınırlamalar da Sosyal Hukuk Devleti ilkesi ile (Madde 2) ve 12. maddesi ile
çelişki halindedir. Hukuk terminolojisine ait olmayan bir kavram (Atatürk
milliyetçiliği) Hukuksal bir değer taşımakta ve aksini savunacak düşünce ve
mülahazalar anayasal korumadan yararlanamamaktadır. (Başlangıç kısmı 7. bend)
Keza Türk milli menfaatleri dışında Atatürk ilke ve inkılapları dışında bir
düşünce ve görüş oluşturmak da korumadan yararlanamayacaktır.
Anayasa
Mahkemesi 10.6.1961 tarihli ve 24/55 sayılı kararında; "Anayasa ilkeleri
etki ve değer bakımından eşit olup, hangi nedenle olursa olsun birini ötekine
üstün tutulması mümkün olmadığından, bunların bir arada, birbirine getirdiği
sınırlamalar içerisinde ve hukukun genel kuralları da gözönünde bulundurulmak
suretiyle uygulanmaları zorunludur." demek suretiyle Anayasal ilkeler
arasında bütünlük ve eşitlik ile Genel Hukuk Kurallarının birlikte
değerlendirilmesi gerektiğini açıklığa kavuşturmuş ayrıca 27.3.1986 tarih ve
31/11 sayılı kararıyla;
"Yasakoyucunun
ceza alanında yasama yetkisini kullanırken, Anayasa'nın temel ilkelerine ve
ceza hukukunun ana kurallarına bağlı kalmak koşuluyla, toplumda belli
eylemlerin suç sayılıp sayılmaması, suç sayılırsa hangi tür ve ölçüde ceza
yaptırımıyla karşılanmaları gerektiği, hangi durum ve davranışların,
ağırlaştırıcı yada hafifletici öge olarak kabul edileceği konularında takdir
yetkisi vardır" (9.5.1986 t.R.G.) diyerek Amaçsal Dinamik yorum anlayışını
boşluk doldurmada kullanma eğilimini sergilemiştir.
b-
Anayasa'da yasa boşluklarının nasıl doldurulacağı hakkında bir hüküm
bulunmamaktadır. Bu durumda Medenî Kanunun 1. maddesinde belirtildiği gibi,
hâkimin kendini yasakoyucunun yerine koyarak buna göre doldurulmalı, Temel
Hukuk İlkeleri ve günümüz toplumsal/siyasal gerçekliğiyle çelişik olan sözünü
ettiğimiz hükümler, Yoksayma yöntemi ile dikkate alınmadan hüküm kurulmalıdır.
Anayasa
Mahkemesi 3.7.1986 tarihli ve 3/15 sayılı kararında;
Hukuk
devletinde kanunkoyucu da dahil olmak üzere, devletin bütün organları üstünde
hukukun mutlak bir hakimiyeti olması, kanunkoyucunun yasama faaliyetlerinde
kendisini her zaman Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile bağlı tutmasının
gerektiği, Zira kanunun da üstünde kanunkoyucunun bozamıyacağı temel hukuk
prensipleri ve Anayasanın olduğunu belirtmiştir. (R.G. 10.12.1989)
Siyasî
Partiler Yasasının Niteliği
2-
Anayasanın 11. maddesinde düzenlenen "Anayasanın bağlayıcı ve
üstünlüğü" ilkesi, SPY'nda yukarıda belirttiğimiz maddeler aracılığıyla
önemli ölçüde sınırlandırılmıştır. Anayasanın 68. maddesi, siyasî partiler
hakkında ağır sınırlamalar taşımaktadır. 2820 sayılı SPY da bu sınırlamaları
daha da genişletmiştir.
a-
Davalı Siyasî Parti, 1982 Anayasasını da aşan, 12 Eylül Hukukunun yarattığı ve
bağışıklık kazandırdığı mevzuat ile yargılanmaktadır. Bu önemlidir. Açıkça
Anayasaya aykırılık taşıyan hükümler ile yargılanan davalı partinin
kullanabileceği hukuksal araçlardan biri; uluslar-üstü hukuk kurallarıdır.
18/19 Nisan 1990 tarihindeki Anayasa Mahkemesinin 28. Kuruluş yılı kutlamaları
çerçevesinde düzenlenen sempozyumdaki açılış konuşmasında Anayasa Mahkemesi
Başkanı Sayın N.Darıcıoğlu'nun;
"Çok
önem verdiğimiz ve özenle izlediğimiz bir olgu da, Yirminci yüzyılın özellikle
ikinci yarısında "uluslar-üstü hukuk" ve "uluslar-üstü hukuka
bağlılık" anlayışındaki olumlu gelişmelerin anayasa yargısında yeni bir
gelişmenin başlangıcını oluşturmakta olmasıdır. Anayasaya uygunluk denetiminde,
ulusal Anayasalar artık tek ölçü norm olmaktan çıkmaya Anayasaya uygunluk
anlayışı da "uluslar-üstü hukuka bağlılık" anlayışla bütünleşmeye
başlamıştır. Böylece temel hak ve özgürlüklerin korunmasında, bu değerlere
standart nitelikler kazandırılmasında şimdiden çok önemli adımlar atıldığını,
büyük mesafeler katedildiğini söylemekten kıvanç duymak tayım".
b-
Toplumsal/siyasal yaşamı hukukla kavramanın bir sınırı vardır. Hukuk da kendini
toplumsal/siyasal süreçlerle tanımlamaya çalışmalıdır. 12 Eylül döneminin
tanımlamaları artık aşılmalıdır. Bunun somut alanlarından biri, İçtihad yaratma
yoludur. Yargıdır. Özellikle 1982 Anayasası'nın hazırlandığı dönem ve
hazırlanıp yürürlüğe giriş koşulları ile hukuk-dışı bu dönemde yürürlüğe giren
ve Anayasa'nın Geçici 15. maddesindeki korumadan yararlanan yasaların, hukukun
temel ilkelerine aykırı hükümlerinin Yasamanca değiştirilmemesi süreçlerinde
"Bağımsız Yargının" anlamı ortaya çıkar. Sözkonusu ara dönemde 883
yasama işlemi yapılmıştır ve bunlar sözkonusu anayasal korunmadan yararlanarak,
toplumsal/siyasal örgütlenme ve Temel hak ve özgürlüklere ek sınırlamalar getirmektedirler.
Bu nedenle özellikle Anayasa Mahkemesi, Devletin Bekaasından önce, toplumun
dönüşümü ve gereksinimlerini gözönüne almalıdır.
c-
Burada uygulanacak karar örneği olarak istemiyerek de olsa, Anayasa
Mahkemesi'nin kararlarını değil, Danıştay İçtihadı Birleştirme Kurulu'nun
1989/4 kararını göstermek zorunda kalıyoruz;
"..yasalarda
yeralan kuralların.. toplumsal gelişmeye ve üst hukuk kurallarına uygun olarak
yorumlanıp uygulanması gerekir... Bu nedenlerle ağır toplumsal koşulların
varlığı ve baskısı altında ve olağanüstü bir yönetim döneminde yürürlüğe giren
1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası'nın 2. maddesinin 2766 sayılı yasa ile değişik
son fıkrasında yeralan hükmün anlamının amaçsal bir yorumla ve Türkiye'nin
taraf olduğu insan hakları ile ilgili milletlerarası sözleşmeler ve Anayasa
ilkeleri göz önünde bulunarak belirlenmesi gerekir." (9.2.1990 T. ve 20428
sayılı R.G.)
Artık
kavramları yerli yerine oturtmak gerekir. Geçici madde, adından da anlaşılacağı
gibi geçicilik özelliği taşır ve oluşum sürecinin "olağanüstülüğü" de
10 yıl sonraki bir dönemde günün koşullarına göre değerlendirilmelidir.
d-
Kaldı ki, Siyasî Partiler Yasası üzerinde yürürlüğe girdikten sonra bir çok kez
değişiklik yapılmıştır. Geçici dönem ürünü bir yasa üzerinde bu kadar çok değişiklik
yapılması da onun geçicilik niteliğinin bir başka kanıtını oluşturmaktadır.
Parti
Programının Açıklanması
1-
STP programı kuruluş tarihinden yaklaşık 10 ay öncesinde kamuoyuna
"Sosyalizm program taslağı" başlığı altında matbuat olarak sunulmuş
ve hakkında herhangi bir ceza kovuşturma veya soruşturması yapılmamıştır. Parti
programını hazırlamak ve Parti Girişimciler Kurulunu seçecek olan Parti
Hazırlık Konferansını organize etmek için oluşturulan Program Kurulu tarafından
tamamlanmıştır. "Sosyalizm program taslağı" başlıklı kitapçık olarak
da Dünya yayıncılık Ltd.Şti. tarafından Ocak 1992 tarihinde Aydınlar
Matbaasında baskıya verilip yayımlanmıştır.
Bu
örnekten de anlaşılacağı gibi, TCK ve 3713 sayılı Yasa açısından sakınca
görülmeyen ve bu konuda kovuşturmaya uğramayan bir program, 2820 sayılı Yasa'ya
ve daha da önemlisi Anayasa'nın ilgili maddelerine göre suç oluşturmakta, yasa
ve Anayasa'ya aykırılık taşımaktadır. Bu da gösteriyor ki; Türk Hukuk
sisteminde pozitif hukuk açısından ve bu hukukun uygulanması açısından bir
bütünlük mevcut değildir. Oysa ki, "devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğünü bozmak" fiili suç olarak 3713 sayılı Yasa'da düzenlenmiştir.
Ancak bu konudaki mahkeme içtihatları ve Yargıtay içtihatları, programda suç
unsuru görmeyecek biçimde şekillenmiştir. İlgili Yargıtay ve ilk derece mahkeme
kararlarını son savunmamızda değerlendireceğiz.
2-
İddianame parti programına bütünlüklü bir yaklaşım içerisinde olmadığı gibi,
Anayasanın başlangıç kısmındaki ilkeler mantığı ile bir hukuk felsefe
üretmektedir.
a-
Yeni kurulan bir partinin yalnızca program ve tüzüğünü davaya dayanak yaparak
"Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne dair hükümleri
değiştirmek amacını gütmek, dil ayrımı yaratmak; Türkiye Cumhuriyeti ülkesi
üzerinde millî veya dini kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına
dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek; Türk dilinden veya kültüründen
başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye
Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması
amacını gütmek" (İddianame syf 11, 12) suçlamalarında bulunmak
imkansızdır. Bu suçlamalarda dikkat edilirse özellikli kast aranmaktadır.
Manevi unsurun varlığının tesbiti, yeni kurulmuş, iddianamenin hazırlandığı
dönemde henüz 3 aylık bir siyasî çalışma yapabilmiş bir partinin
etkinliklerinin araştırılması gerekir. İddianame, program ve tüzük açısından
anayasa ve yasalara uygunluk denetimi ile sınırlı kalmaya çalışmışsa da,
özellikli kast arayan Siyasî Partiler Yasası'nın 78/a ve 81/a-b bendleri
açısından yapılacak değerlendirme bu kadar dar bir kanıt olanağı ile
sınırlandırılamaz. Kastın varlığının araştırmaya muhtaç hali vardır.
b-
Anayasanın 3/1. maddesi; "Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir
bütündür. Dili Türkçedir" maddesi 4. ve 14/1. 68/4. fıkraları ile birlikte
iddianamede değerlendirilmiştir. (İddianame syf. 11).
Her
dört madde açısından "Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü
bozmak amacını taşımaktır. İddianame bu konuda programdan alıntı yapmak yerine
"Türkiye Cumhuriyeti ülkesinin toprakları üzerinde başta Kürt ulusu olmak
üzere ulusların bulunduğu ve Kürt ulusunun bu topraklarda kurtuluş mücadelesi
verdiği ifade edilerek" (İddianame syf. 11) Yargıtay Başsavcılığı kendi yorumu
yapmış ve bu yorumu delil gibi göstermiştir.
Yine
Kapatma sebeplerinin sıralandığı İddianamenin 9. sayfasındaki "IV. kapatma
sebepleri ve değerlendirme" bölümünün "A-KAPATMA SEBEPLERİ"nin
1. paragrafı da partinin programından Yargıtay Başsavcılığının çıkardığı yorumu
ihtiva etmektedir.. Üstelik bu bölüm tırnak içine alınarak sanki programın
metni gibi sunulmuştur. İddianamenin 7,8,9. sayfaları da programın giriş
bölümünün alıntılarıdır.. Ancak alıntılar program bütünlüğünden koparılarak
aktarılmıştır.
Bunun
en ilginç örneği iddianamenin 11. sayfasında bulunmaktadır. "Gönüllü
birlik" esasını, partinin programından tek başına, kopuk olarak
değerlendirmiştir. Gönüllü birlik tam da parti programının "Devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü bozmak" amacına karşı savunmanın
kanıtlarındandır. Manevi unsur açısından gönüllü birlik bir birleştirici unsur
olarak değerlendirilmek zorundadır. Bunun dışında Kürt realitesinin açıklanması
ile ilgili bölümler zaten Gönüllü birlik esasının önsel verileridir. Bugün Türk
kamuoyuna mal olmuş ve devletin askerî ve sivil bürokrasisinin dahi
açıklamaları ile meşrulaşmış "kürt realitesi" önsel bir veridir.
Toplumsal/tarihsel bir olgudur. Anayasa Mahkemesi'nin "Atatürk
milliyetçiliği" kavramını tanımlayarak "Devlet ve milletin bölünmez
bütünlüğünü" ne tür bir eylemin yada nasıl bir programatik düzenlemenin
bozabileceğinin sınırlarını çizmeye çalıştığı kararında da, kavramı açıklarken
"Yurttaşlık" bağı ile sosyolojik/siyasî bağı birbirine
karıştırmıştır. Yurttaşlık bir devlete hukukî bağlanmayı ifade eder. Kürt
ulusundan söz etmek, onun dili ve kültüründen sözetmek, ulusal varlığını
toplumsal/siyasal olarak görmek, yurttaşlık kavramı ile dolayısıyla üniter
devlet yapısını bozmak ile ilgili değildir. Ancak Anayasa Mahkemesi'nin kabul
ettiği ve Anayasa ve 2820 sayılı yasadaki "Tek Ulus" kavramını da
kimseye dayatamayız. Kürt ulusu ve diğer etnik toplulukların kendi dil ve
kültürel yapılarını koruyup geliştirmelerine yardımcı olmak sosyolojik bir
gerçeği kabullenmektir. Ulusal ve etnik kökenin ayrıcalık veya dışlanma-ezilme
nedeni olamayacağı, hiçbir kültürel yapının korunma sı veya dilin
zenginleştirmesi çalışmasında ayrıcalık tanınmayacağını belirtmek ve gönüllü
birliği hedeflemek bölücülük değil, sosyalist kuruluş sürecinin bütünleştirici
ve eşitlistemimizde çifte standartlı bir Atatürk milliyetçiliği kavramı vardır.
Irkçılık vardır. Ermeni, Rum, Çerkez halklarını "cemaat" olarak kabul
edip, yüzyıllardır iç içe yaşadığı fakat uluslararası bir ağırlığı olmayan kürt
insanının gerçeğini kabul etmemek vardır.
3-
İddianame, Sosyalist Türkiye Partisi'nin programının ruhunu anlaşılmaz
kılmıştır. Bütünlüğü ile almadan yapılan, anlamadan yargılamaya kalkan bir
niteliktedir. Bu nedenle Sosyalist Türkiye Partisi Merkez Yürütme Kurulu'nun
program ve iddianameyi değerlendirmesini savunmanın eki olarak vermek
zorunluluğunu hissediyoruz.
Sonuç
: Yukarıda açıkladığımız nedenlerle;
1-
Davanın reddedilip Parti hakkında 2820 sayılı Yasa'nın 9. maddesinin
uygulanmasına,
2-
Davanın duruşmalı yapılmasına, reddi halinde sözlü açıklamalarda bulunmak üzere
Merkez Yürütme Kurulu'nun çağrılmasına,
3-
Açıkladığımız savunma sebeplerimizin gözönüne alınarak davanın reddine karar
verilmesini bilvekale arz ederim."
Ön
Savunmaya eklenen Sosyalist Türkiye Partisi Merkez Yürütme Kurulu'nun Genel
Başkan tarafından imzalanan Program ve İddianame üzerine düşünceleri de aynen
şöyledir :
"Program
ve İddianame Üzerine
1-
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nca 25.2.1993 tarih ve S.P.43 HZ.1993/16
sayılı, STP'nin kapatılması talebiyle hazırlanmış iddianame, hazırlanış mantığı
ile bir bütün olarak siyasal ve hukuksal bakımdan bugünü kavramayan, hukukun
temel prensibi "objektiflik ilkesi"nden uzak, siyasî taraf olma
anlayışıyla hazırlanmış bir garabetler manzumesi görünümündedir.
2-
Bütünüyle gariplikler içeren bu iddianameye esas olarak iki temel noktadan
itirazla başlamanın doğru olacağı inancındayız.
Birincisi,
iddianame, STP programını bütünlüklü olarak değerlendirmeyen, programı
orasından burasından çekiştirerek yasalara aykırılık arayan, bu anlamda,
bilimsel sosyalist teoriyi kılavuz edinen bir işçi sınıfı partisine duyulan
tahammülsüzlük ve siyasal öfkenin her satırına sindirildiği bir belgedir. Bu
yanıyla dava, marksizme, Türkiye'deki işçi sınıfı sosyalistlerine, bütünüyle
işçi sınıfına ve sınıfın siyasî misyonuna karşı açılmak istenmektedir.
Kısacası, Türkiye'de işçi sınıfının iktidar mücadelesini yürütme kararlılığında
olan bilimsel sosyalistlerin siyasî alanda örgütlenmelerine ve kendilerini
ifade edip siyasî mücadele vermelerine karşı, Türkiye burjuvazinin geleneksel
tahammülsüzlüğünü, siyasî bir öfkeyi ifade etmektedir. Bu anlamda da iddianame
siyasîdir.
İkincisi,
iddianamede günün moda kavramı "bölücülük" suçlaması ana motif gibi
sunulmuştur. Burada da, değişen toplumsal/siyasal süreçler hiç hesaba
katılmadan, hukuku, toplumsal/siyasal süreçlerin, değişen değer yargılarının
ötesinde, mekanik bir yorumlayışla kullanma mantığı hakimdir.
Oysaki,
tarih boyunca toplumsal/siyasal gelişmelerin yarattığı fiili durumun zaman
zaman yazılı hukukun sınırlarını zorladığı tüm toplumbilimciler ve hukukçular
tarafından kabul edilmektedir. Bu durumda yasa uygulayıcılarının hukukî
yorumları da yaşanılan süreçten bağımsız düşünülemez. Bu tür bir siyasal konuda
yaşanılan toplumsal/siyasal süreçleri hesaba katmayan, mekanik bir hukuk
yorumuyla, yalnız STP'yi değil, bölücülük suçundan başta Cumhurbaşkanı olmak
üzere, Hükümet, T.B.M.M. üyeleri, gazete köşe yazarları ve TV programlarının
büyük bir bölümüne dava açmak gerekir. Özellikle 17 Mart 1993 tarihinden sonra
yukarıda anılan kişi ve kuruluşların "Kürt realitesi"ne ilişkin
söyledikleri sözler bu tür bir riski taşımaktadır. Ancak böylesi bir davanın
muhatabı STP olmuştur. Bunun temel nedeni, iddianamede sunulduğu gibi bölücülük
değil, STP'nin Bilimsel Sosyalizmi kılavuz edinmiş bir işçi sınıfı partisi
olmasıdır. STP programını kendi siyasî konumlanışına göre değerlendiren,
sosyalizme karşı geleneksel burjuva tahammülsüzlüğünü içeren mantık burada da
hâkim kılınmıştır. Bu nedenle hukuksal açıdan bakıldığında da dava siyasî bir
içerik taşımaktadır.
3-
Bu durumda iddianamede;
a-
İşçi sınıfının siyasal iktidarını hedefleyen bilimsel sosyalist örgütlenmelere,
bir bütün olarak işçi sınıfının siyasî misyonuna karşı konumlanışta ve bu
anlamda taraf olunduğu,
b-
STP programının iyi algılanamadığı,
c-
İddianameyi hazırlarken burjuva üst yapı kurumlarında gelenekselleşmiş olan
Marksizme tahammülsüzlüğün aşılamadığı,
d-
İddianamenin hazırlanışında Dünya'da ve Türkiye'de yaşanılan toplumsal/siyasal
süreçlerin ve değişen değer yargılarının hesaba katılmadığı bir gerçektir.
Bu
gerçeklerden yola çıkarak, savunmamızı, STP programının açımlanması,
Marksizm'in temel ilkelerinin ve bu ilkeler ışığında Dünya ve Türkiye'deki
siyasî süreçlerin değerlendirilmesi üzerine inşa etmenin zorunlu olduğunu
düşünüyoruz.
Önce,
STP hangi nesnelliklerin üzerine basarak kendini var etmiştir' STP programı
bütünlüklü değerlendirildiğinde hangi ilkeler doğrultusunda oluşturulmuştur'
Kısaca bunlar üzerinde duracağız.
4-
STP'yi var eden en temel nesnellik, programımızda açıkça belirtilmiştir;
"Bu
nedenle bir sistem olarak emperyalizm-kapitalizm ile sosyalist devrim süreç ve
mücadeleleri birbirinden kopartılamayacak olan ve biri diğerine karşıt iki
evrensel dinamik olarak değerlendirilmelidir. Birinin varlığı diğerini de
işaret eder..." (Program syf.3).
Yine
S.T.P. programında;
"Türkiye,
Dünya emperyalist-kapitalist sistemi içerisinde yer alan kapitalist bir ülkedir
(...) Kısacası ücretli emek sömürüsü Türkiye'deki sömürünün egemen ve
belirleyici biçimidir. Bu anlamda ülkeyi bugünden yarına taşıyacak olan
çelişki, işçi sınıfı ile kapitalistler, emek ile sermaye arasındadır..."
(Program syf.13)
STP
programından alınan bu iki değerlendirme en genel anlamda STP'yi var eden
nesnelliklere işaret etmektedir.
Özet
olarak STP, Dünya'da emperyalist-kapitalist sömürü var olduğu sürece onun
karşıtı olan sosyalist mücadelenin de var olacağını, üretim araçlarının özel
mülkiyeti ve bunun sonucu ücretli emek sömürüsü var olduğu sürece işçi
sınıfının siyasî mücadelesinin var olacağını kabulle yola çıkmış, bir işçi
sınıfı partisidir.
5-
STP programı bu kabulün üzerine bilimsel sosyalizmin ilkeleri doğrultusunda
oluşturulmuştur. Programda;
"2-
(a) S.T.P. bilimsel sosyalist teoriyi kendi çalışmalarının tümüne klavuz
edinmiştir..." (Prog. syf.20) diyerek hangi ilkeler üzerinde oturduğunu
açıkça belirtmiştir.
6-
Bilimsel sosyalist teoriyi klavuz edinen STP programında çerçevesini çizdiği
düzenlemelerle, kaynağı marksizm olan bir sosyalist toplum projesini Türkiye'de
hayata geçirmeyi amaç edinmiş, bu amaçla siyasî iktidarı almayı hedefleyen bir
işçi sınıfı partisidir. Kısacası, STP, Türkiye'de şu veya bu nüanslarla ayrı
örgütlenen ama temelde burjuva ideolojisini ve burjuvazinin iktidarını hâkim
kılmak için mücadele eden burjuva partilerine, burjuvazinin siyasî iktidarına
karşı, siyasî iktidarı almak için siyasal platformda devrimci bir muhalefet ve
mücadeleyi sürdürmek amacıyla kurulmuş bir siyasî partidir.
Nasıl
bir dünya ve Türkiye istiyoruz'
Bu
sorunun yanıtı da bilimsel sosyalist teorinin çizdiği nihaî çerçevede vardır.
Bilimsel sosyalizm nihaî olarak sınıfsız ve sömürüsüz, insanların barış içinde
bir arada yaşadığı bir toplum, bir dünya yaratmaya yönelik projedir. Sosyalist
toplum projesi nihaî olarak, ulusların, halkların birbirini ezmediği, dil, din,
renk, ırk, cins farklılıklarına bakılmaksızın insanların bir arada barış içinde
yaşadığı, insanın insanı sömürmediği reel bir dünya cennetine tekabül
etmektedir. Programımızda bu amaç açıkça belirtilmiştir:
"f-
Sosyalist iktidarın uzun vadeli hedefi, başka sosyalist toplumlarla birlikte,
sınıfsız, sömürüsüz bir insanlığın yaratılmasıdır." (STP Programı, sf. 21)
Burada belirtilen "...sınıfsız, sömürüsüz bir insanlığın
yaratılmasıdır" sözünden her türlü ayrımcılığın reddedildiği bir insanlık
projesi anlaşılmalıdır.
Buradan
çıkarılacak sonuç şudur: Bir toplumda "bölücülükle" suçlanamayacak
tek siyasî ideal ve güç bilimsel sosyalistlerdir. İşçi sınıfını eksen alan
sosyalistlerin, sınıfsız, sömürüsüz ve her türlü ayrımcılığın ortadan kalktığı
bir insanlık yaratmaya çalışırken bölücülükle suçlanmaları son derece
şaşırtıcıdır. Bu nedenle, yukarıdaki çerçevede iddianamede STP'ye yöneltilen
bölücülük suçlamasını reddediyoruz.
Ayrıca
esas itibarıyla, ulusları, ırkları, etnik ve dinsel grupları birbiriyle karşı
karşıya getirip savaştıran sınıflı toplum yapısının yarattığı çelişkidir.
Bölücülük, sınıflı toplumun günümüzdeki yapılanışı ile burjuvazinin, onu ifade
eden emperyalist-kapitalist sömürünün ideolojik ve siyasal olarak yarattığı bir
olgudur. Bu olgu, emperyalist kapitalist sömürünün işleyişini belirleyen kendi
yasalarının ürünüdür. Silah sanayini elinde bulunduran tekeller STP'nin değil
emperyalist kapitalist odakların elindedir. Halklar, etnik ve dinsel gruplar arasında
yapay ayrımları körükleyen ve bölücülük yapan da silah sanayine tatlı kârlar
sağlayan ve bu sayede soluklanabilen emperyalist-kapitalist odaklar ve onların
taşeronlarıdır. Bu olguyu, eski SSCB ve sosyalist ülkelerde bugün yaşanan
örneklerle açıklamak mümkündür. Bu ülkelerde birbirinden farklı, dil, din,
ulus, etnik grubun barış içinde bir arada yaşamasını sağlayan tutkal olan
sosyalist ideolojinin yerini alan kapitalist restorasyon süreçleri ile birlikte
emperyalist-kapitalist odakların dürtüsüyle bir savaş ortamı yaratılmıştır.
Yapay ayrımlarla, halklar, etnik ve dinsel gruplar birbirine düşürülmüştür. 70
yıldır açığa çıkmayan yapay kinler, öfkeler bu ülkeleri kan gölüne çevirmiştir.
Eski SSCB ve sosyalist ülkelerin bir bölümünde bugün yaşanılan bölücülüğün,
ayrımcılığın, dökülen kanların sorumlusu sosyalizm değil emperyalist-kapitalist
sistemin kendisidir.
Sonuç
olarak, sınıfsız, sömürüsüz bir insanlığın yaratılmasını amaçlayan STP'nin
bölücülükle suçlanarak hakkında kapatılma davası açılmasının saçma olduğunun
altını çizerek bir kez daha vurguluyoruz.
STP,
işçi sınıfının iktidar mücadelesini veren bilimsel sosyalizmi ilke edinmiş
Marksist bir işçi partisidir. Sınıf mücadelesini esas alan Marksistlerin
sınıflı bir toplum yapısı içinde kabul edeceği en temel çelişki sınıf
çelişkisidir; emek-sermaye çelişkisidir. Marksistler toplumdaki, diğer bütün
çelişkileri de temel çelişki ekseninde değerlendirir ve yorumlar. Bu, programda
da açıkça ifade edilmiştir:
"Her
türden ulusal baskıya karşı mücadelenin sınıfsal temellere oturması, ulusal ve
sınıfsal dinamiklerin kendi ortaklıklarının yaratılması (...) için mücadele
eder." STP bu ilkesiyle sınıf mücadelesini kesen her türden
milliyetçiliğe, ayrımcılığa karşı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Yeniden,
Yargıtay Başsavcılığınca hazırlanan iddianameye dönersek:
1-
STP programı, kendisini var eden nesnellik ve bu nesnel zemin üzerinde oluşan
kollektif bir iradenin ürünüdür. Nesnelliğe uygunluğunun ve kendisini var eden
kollektif iradenin dışında hiçbir onay beklemeksizin oluşturulmuştur. Yeniden
düzenlenmesi ya da değiştirilmesi de dünyada ve Türkiye'de farklılaşabilecek
muhtemel yeni nesnel koşullara ve kendisini var eden kollektif iradeye
bağlıdır. Başkalarının beğenisine sunulmak üzere siyaset pazarına sunulmuş bir
meta değildir. Bu tür bir netliğin, bize toplumsal yasaların ve doğal hukukun
sağladığı bir hak olduğuna inanıyoruz.
2-
İddianamede:
a)
"Sh. 7'de III. Dava Konusu Parti Programı" bölümünde STP programından
mealen yapılan bir alıntı üzerinde durmamız gerekiyor. Birincisi, iddianameyi
hazırlayan/hazırlayanlar STP programının bu bölümünü çok dikkatsizce okumuşlar
ve ne söylenmek istendiğini doğru algılayamamışlardır. Programda, içinde
bulunduğumuz yüzyılın "emperyalizm ve sosyalist devrimler çağı"
"kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı" olarak nitelendiği doğrudur.
Bu, 21. yüzyıl için de geçerlidir. Ek olarak, uluslararası devrim sürecinin
üçlü bileşeni olarak Sosyalist ülkelerdeki kuruluş süreçleri, Kapitalist
ülkelerde süren işçi sınıfı merkezli sınıf mücadeleleri, Ulusal kurtuluş
hareketleri ve bağımsızlıkçı devrimler olduğu belirtilmektedir.
Ancak,
daha sonraki bölümlerde 1980'lerin ikinci yarısından sonra dünyanın siyasal
coğrafyasında yaşanan köklü değişimlerin ardından önceleri geçerli olan
"uluslararası devrim sürecinin üçlü bileşenleri" ile ilgili tesbitin
yeniden gözden geçirilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Daha sonraki sayfalarda
da, sosyalist ülkelerin dağılma sürecine girmesinden sonra bu üçlü bileşenden
belirleyici olarak sadece "Kapitalist ülkelerde süren işçi sınıfı
merkezli, sınıf mücadeleleri" ayağının bugün varlığını sürdürdüğü
belirtilmiştir. 21. yüzyıla girerken siyasî mücadelemize projeksiyon tutan bu
tesbiti algılamayan aday üyelerimizi (ki hiç olmadı) yeniden eğitime tabi
tutmak gibi bir siyasî titizliğe sahibiz. Ancak, iddianameyi
hazırlayan/hazırlayanların aynı titizlikle programı incelemediklerini
görmekteyiz.
İkinci
olarak, iddianamede 7. sayfaya kadar olan bölümde sözü edilen kanun maddeleri
ile bu alıntının uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bu alıntının oraya bir
aksesuar olarak yerleştirilmediğini düşünürsek, bu alıntı, özel bir amaç
taşımaktadır. Kısacası bu alıntının iddianameye alınması, sosyalizme
tahammülsüzlüğü ifade etmektedir. Amaç, bu tahammülsüzlüğü mahkeme heyetiyle paylaşmaktır.
Bir anlamda heyeti müteyakkız hale getirip etkileme amacına matuftur. Oysaki
böyle bir göstermeye hiç ihtiyaç yoktur. STP, adında sosyalist sözcüğü ile,
programına sindirdiği bilimsel sosyalist ilkeler ile siyasî partiler
platformunda kendini hiç gizlemeden sosyalist bir işçi sınıfı partisi olduğunu
deklare etmektedir. O yüzden bu tür bir gösterme yersizdir.
b)
İddianamede 8. sayfada "ulusal kurtuluş mücadeleleri" başlığı altında
"Ortadoğu başlığı altında" bölümlerinde programımızdan yapılan alıntılarla
STP programının bütünü arasında bağ kurulduğunda bir uyum vardır. STP
programında "...çağımıza damga vuran dinamikler emperyalist-kapitalist
sömürü ve sosyalist devrim mücadeleleridir." (STP Programı, sh. 3)
denilmektedir. İddianamede alıntı yapılan her iki bölümde de dünyanın herhangi
bir coğrafyasında emperyalizme karşı konumlanmış bir ulusal direnişin (ki bu
Kürt ya da Filistin direnişi olabilir) dikkate alınması gerektiği
belirtilmektedir. Ayrıca, bu tür anti-emperyalist ulusal direnişlerin, çevre
ülkelerdeki anti-kapitalist işçi hareketlerinin yükselmesiyle sosyalizme
yakınlaşabilecekleri tesbiti yapılmaktadır. Esas olarak insanlığı sosyalist bir
toplum projesine ulaştırmayı hedeflediğini açıkça belirten bir siyasî partinin
bu tür tesbitleri yapması kadar doğal bir şey düşünemiyoruz.
İddianamenin
10. sayfasında: "Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde başta Kürt ulusu
olmak üzere ulusların bulunduğu ve Kürt ulusunun bu topraklarda kurtuluş
mücadelesi verdiği" ifade edilerek, özellikle yaşayan bir "Kürt
ulusunun varlığı açık ve seçik bir biçimde kabul edildikten sonra; ..."
denilmektedir. Ayrıca, bu değerlendirmenin davalı parti programının
incelenmesinden sonra yapıldığı belirtilmektedir. Var olan realiteyi bir kıyıya
bırakırsak:
1-
"Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde başta Kürt ulusu olmak üzere
ulusların bulunduğu ve Kürt Ulusunun bu topraklarda kurtuluş mücadelesi
verdiği" ifadesi programımızın hiç bir bölümünde yer almamaktadır.
İddianameyi hazırlayan/hazırlayanlar kendi engin yorum yetenekleriyle bu sonuca
varmışlar, ya da son yıllarda siyasî gündeme yerleşen Kürt realitesi onları bu
tür bir yoruma götürmüştür. Ancak, hukukta kesin ve yazılı belgeler, kanıtlar
ortadayken bunları aşan ya da tahrif eden kanaate itibar edilmez.
2-
Aynı paragrafın ikinci bölümünde, STP programında, özellikle yaşayan bir
"Kürt Ulusunun " varlığı açık ve seçik bir biçimde kabul edildiği
belirtilmektedir. Bu tür bir cümleyi bugün bir siyasi partinin kapatılma
gerekçesi olarak Başbakan dahil Türkiye'de yaşayan kimin önüne götürürseniz
götürün, sunduktan sonra bu suçlamayı yapanın hangi gezegende yaşadığı
sorusuyla karşılaşılır. Çünkü:
a)
Hem STP'den hem de iddianameyi hazırlayan/hazırlayanlardan bağımsız Türkiye
Cumhuriyeti sınırları içerisinde ve dışında bir Kürt ulusu vardır.
b)
Kürtlerin, kendilerini ifade ettikleri ve Türkçe'nin bağlı olduğu Ural-Altay
dil grubunun dışındaki bir dil grubuna bağlı olan bağımsız bir dilleri ve
bugüne taşıdıkları, ama yeterince geliştirme fırsatı verilmediği için eksikli
kalan bir kültürleri vardır.
c)
Kürt ulusunun varlığı, Osmanlı İmparatorluğu döneminden bu yana açık-seçik
ifade edilmiştir. I. ve II. meşrutiyet'te Kürdistan milletvekilleri vardır ve
Kürt diye anılır. Bu anılma günümüze kadar gelmiştir.
d)
Son yıllarda başta eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal olmak üzere burjuvazinin
diğer siyasî temsilcileri ve bir kısım akademisyenler "Kürt realitesini
kabul etmeliyiz" derken, yaşayan bir "Kürt ulusunun" varlığını
açık seçik bir biçimde kabul etmişlerdir.
e)
Kuzey Irak'ta kurulan Kürt Federe Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti açık ve seçik
diplomatik ilişkiye girerek yaşayan bir "Kürt ulusunun" varlığını
açık ve seçik kabul etmiştir.
f)
Kürt Federe Devleti adına politik bir misyonla ülkemize gelen Celal Talabani ve
Mesut Barzani ile gerek Cumhurbaşkanı gerekse Başbakan görüşmüş ve bu
görüşmelerde her ikisi de Kürtçe bilmedikleri için muhtemelen tercüman
aracılığı ile anlaşmışlardır. Bu da açık ve seçik bir kabuldür.
8-
31.03.1993 Show TV, akşam haberlerinde SHP'nin amblemindeki altı oka yüklediği
anlamları yeniden düzenlediği belirtiliyor ve bir ok'un Kürt kimliğinin
tanınması anlamına geldiği bildiriliyor. Ayrıca Kürt diline serbesti tanınması,
Kürt Enstitüsü'nün kurulması ilke olarak kabul ediliyor. Bu yaşayan bir Kürt
ulusunun varlığının açık ve seçik kabulu değil de nedir'
9-
Jandarma Genel Komutanı Aydın İlter, Kuzey Irak'a giderek Kürt lideri Barzani
ile muhtemelen tercüman aracılığı ile resmî görüşme yapmıştır.
h)
Özellikle, 17 Mart 1993'ten bu yana Türkiye'de yetkili yetkisiz herkes Kürt
ulusunun varlığından açık ve seçik söz etmektedir.
ı)
Abdullah Öcalan'ın KSP Başkanı Kemal Burkay'la ortak bir zeminde anlaşmasından
sonra İçişleri Bakanı İsmet Sezgin'in memnuniyetini belirterek "Sayın
Burkay" nitelemesi kişisel bir nezaket değil, mevcut burjuva hükümetine
tercih edilebilir görülen bir Kürt örgütlenmesini açık ve seçik kabulden başka
bir şey değildir.
i)
Aynı anlaşma için Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin'in "çok önemli bir
gelişme" demesi açık ve seçik bir kabuldur.
j)
Önümüzdeki günlerde Abdullah Öcalan'la Türkiye Cumhuriyeti yetkililerinin
dolaylı da olsa anlaşmaya oturmaları varsayımı gerçekleşirse bu da Kürt
ulusunun varlığını açık ve seçik kabul anlamındadır.
k)
TV'de ve gazetesinde burjuvazinin temsilcisi M.Ali Birand, yine aynı nitelikli
köşe yazarları Cengiz Çandar, Mehmet Altan v.b.nin Kürt realitesi hakkında
yaptıkları ve yazdıkları da açık ve seçik bir kabuldür.
Örnekleri
çoğaltmak mümkün ama gereksiz.
Yukarıdaki
örneklerdeki yaşayan bir "Kürt ulusunun" varlığını açık ve seçik bir
biçimde kabul edenlerin hepsine kabul diyen devlet, STP Kürt ulusunun varlığını
kabul etti diye neden ayağa kalkıyor' Tek açıklaması olabilir: STP'ye sosyalist
bir işçi sınıfı partisi olarak tahammül edilemediği için...
Eğer,
STP hakkında "yaşayan" bir "Kürt ulusunun varlığını açık ve
seçik bir biçimde kabul ettiği için" kapatılma davası açılırsa, şu veya bu
biçimde benzer kabulle olaya bakan yukarıda adı geçen-geçmeyen Cumhurbaşkanı
dahil tüm kişi ve kuruluşlar hakkında dava açılmasını talep ediyoruz, suç
duyurusunda bulunuyoruz.
3-
İddianamenin 10. ve 11. sayfasında STP Programından alıntılar yapılarak ve bu
alıntılara yorumlar eklenerek STP suçlanıyor. Şöyle ki:
(STP
Programı, Sh. 27 V-Ulusal Sorun)
"1-
Ulusal ve etnik köken hiç bir biçimde bir ayrıcalık ya da dışlanma-ezilme
nedeni olamaz.
2-Kürt
ulusunun ve bütün etnik toplulukları kendi dil ve kültürel yapılarını koruyup
geliştirebilme olanağı sağlanır. Dillerin geliştirilmeleri,
zenginleştirilmeleri çalışmalarında hiç bir dile ayrıcalık tanınmaz...
3-a)
Ulusların, ayrılma dahil, kendi geleceklerini belirleme hakkı yasalar ve
toplumsal araçlarla güvenceye alınır.
c)
STP, sosyalist kuruluş sürecinde Türk ve Kürt halklarının gönüllü birliğini
hedefler. Bu amaçla propaganda çalışmaları yapar.
"Şeklinde
görüşlerin programda benimsendiği anlaşılmaktadır.
Siyasal
bir partinin Türkiye Cumhuriyeti ülkesinin toprakları üzerinde Türk ve Kürt
halkları adı altında iki ayrı ulusun varlığını açıkça kabul edip, Türkçe'den
başka dil konuşan azınlıkların bulunduğunu, bunların kendi dil ve kültürel
yapılarını koruyup geliştirebilme olanağı sağlayacağını ileri sürerek, bu
azınlıklara ayrılma dahil, kendi geleceklerini belirleme hakkı tanımak istemesi
ulusal yapıda gitgide kopmalara, bölünmelere yol açması anlamını taşır.
Sosyalist kuruluş sürecinde Türk ve Kürt halklarının gönüllü birliğinin
hedeflenerek, bu amaçla propaganda çalışmalarının yapılacağının belirtilmesi,
ulusal yapıdaki bütünlüğü bozucu düzenlemenin parti tarafından desteklendiğini
gösteren ayrı bir olgudur." (İddianame, Sh. 10 ve 11) denilmekte.
1-
STP programı Sh. 27 V- Ulusal Sorun madde 1'in iddianameye neden konduğu
anlaşılamamıştır. Bu madde buraya STP programının insani amaçlara dönük yüzünü
öne çıkarmak ve programı övmek için konduysa bu zaten programın sahipleri
tarafından yapılmaktadır. Yok, eğer suç dosyasını kabartmak için konduysa,
insanlığı, ulusal ve etnik köken ayrımını gütmeden eşitleyen ve eşitlediği için
yücelten bir cümlede suç aramak ciddi bir tehlikedir. Ayrıca, cümlenin bütünde
ulusal ve etnik kökenin dışlanma ezilme nedeni olamayacağı gibi yine ciddi bir
insani değer savunulmaktadır. Türkiye'de 1960'lı yıllarda zencilerin ABD'nin
bazı eyaletlerinde ayrı ırktan olduğu için beyazlarla aynı okula, otobüse,
lokantaya alınmamalarına kısaca, rengi, ırkı farklı olduğu için dışlanmalarına,
ezilmelerine tepki göstermedik mi' 1960'lardaki bu kamu vicdanı 1993'lerde suç
dosyasına mı sokulmak isteniyor' Yine Türkiye Cumhuriyeti'nin ırksal, ulusal ve
etnik olarak hiç bir bağının olmadığı, sadece aynı dinden olduğu ve tarihte
ortak bir geçmişi olduğu için Saray-Bosna'daki müslümanlara "insani
saiklerle" sahip çıkışını nasıl açılayabiliriz' İnsani değerlerde çifte
standart olmaz. STP bu cümledeki yargıyı tüm insanlığın belleğine, vicdanına
kazımak için yılmadan mücadele edecektir. Bu sosyalizmin insana verdiği değerin
ifadesidir. İnsanlığı ırksal mülahazalarla birbirine düşünmek, ırklara üstünlük
ya da düşüklük atfetmek ve ırksal farklılığı dışlanma-ezilme nedeni saymak
rasyonel sosyalizmin, kısacası faşizmin anlayışıdır. STP de faşist ideolojiye,
insanı aşağılayan ırkçı uygulamalara karşıdır. Ayrıca, fazişme, ırkçılığa karşı
olmak insan olma onurunun gereğidir.
Yine
iddianamenin bu bölümünde Türk ve Kürt halkları adı altında iki ayrı ulusun
varlığını açıkça kabul ettiğimiz gibi bir de Türkçe'den başka dil konuşan
azınlıkların bulunduğunu, bunların kendi dil ve kültürel yapılarını koruyup
geliştirmeleri ve zenginleştirmeleri olanağı sağlanacağını belirttiğimizden söz
ediliyor. Savunmanın daha önceki bölümünde Kürt ulusunun varlığı konusunda
STP'nin açık ve seçik kabulünden söz etmiştik. Bu kabule benzer yaklaşımlardan
örnek vermiştik. Eğer bir ulusun varlığı konusunda kabülünüz varsa doğal olarak
ulusun belirleyici özelliklerinden olan dil ve kültürünü de kabul etmek
zorundasınızdır. Ayrıca, bu olgu size rağmen vardır ve kabulü bir
zorunluluktur. Eğer, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde ya da komşu ülkelerde
yaşayan milyorlarca insan Türkçe'nin dışında ayrı bir dil, Kütçe, konuşuyorsa,
bu STP programında bu hüküm bulunduğu için değildir. Kürtçe, onların anadili
olduğu içindir. Bir ulusun, bir halkın anadilini yasaklamak, gelişmesine,
zenginleşmesine engel olmak bir insanlık suçudur. Bu insanlık ayıbının ortadan
kaldırılması; Kürt halkının dilini ve kültürünü geliştirmesine,
zenginleştirmesine uygun zeminin yaratılması ve olanak sağlanması da esas
olarak işçi sınıfı sosyalistlerinin görevidir.
Yine
programımızda yer alan "Ulusların ayrılma dahil kendi geleceklerini belirleme
hakkı..." ifadesi iddianameye çarpıtılarak "...bu azınlıklara,
ayrılma dahil kendi geleceklerini belirleme hakkı..." diye geçirilmiştir.
STP dünyanın hiç bir bölgesinde Türkiye dahil bir ulusun diğer bir ulusu zorla,
baskıyla, asimile ederek ulusal kimliğini yok etmesine izin vermez. Bilimsel
sosyalizm bireylerin ve toplumların özgür iradesine saygı duyar ve bireylerin
ve toplumların kendi kimliklerini geliştirmelerine uygun ortam hazırlar. Her
ulusun kendi geleceğini özgür iradesiyle belirlemesi kadar doğal bir hakkın
kullanılmasının engellenmesine karşı çıkar.
İddianamede
(Sh. 11): "Sosyalist kuruluş sürecinde Türk ve Kürt halklarının gönüllü
birliğinin hedeflenerek, bu amaçla propaganda çalışmalarının yapılacağının
belirtilmesi, ulusal yapıdaki bütünlüğü bozucu düzenlemenin parti tarafından
desteklendiğini gösteren ayrı bir olgudur" denilmekte. Bu cümledeki iki
yargı arasındaki bağı kurmak mümkün değil. STP hem Türk ve Kürt halklarının
gönüllü birliğini hedefliyor, hem de bunu yaparak ulusal yapıdaki bütünlüğü
bozucu düzenlemeyi destekliyor. İşte anlaşılması güç olan bu. Hem birlik
hedeflemek hem de bütünlüğü bozmak. İnanılacak şey değil ama, bu cümle buraya
bölücülük suçlamasına hedef olan STP'yi savunmak amacıyla gizli bir el
tarafından konmuş sanki. Bu konuda söyleyecek fazla sözümüz yok. Evet STP Türk
ve Kürt halklarının gönüllü birliğini hedefliyor.
Özet
olarak toparlarsak, STP, bilimsel sosyalist teoriyi kendi çalışmalarının
tümünde kılavuz edinen bir işçi sınıfı partisidir.
STP,
bilimsel sosyalizmin ilkeleri doğrultusunda ulusal ve etnik kökene hiç bir
ayrıcalık tanımadığı gibi bunun dışlanma ve ezilme nedeni olmasına fırsat
vermez. Ezen ve ezilen ulus kavramlarının yeryüzünden kalkması için mücadele
eder. STP, Kürt Ulusunun varlığını koruyup geliştirebilmeleri olanağını sağlar.
Dillerin gelişmesi ve zenginleşmesi için hiç bir dile ayrıcalık tanınmasına
fırsat vermez.
STP,
ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkına sahip çıkar. Ayrılma hakkının
insanın insanı sömürmesine yol açacağı durumlarda bu sürenin önüne geçer.
STP,
Türk ve Kürt halklarının gönüllü birliğini hedefler, bu amaçla propaganda
çalışmaları yapar.
Gücünü,
bilimsel sosyalist teoriden alan STP, nihaî olarak sınıfsız, sömürüsüz,
insanların dil, din, ırk, renk, cins ayrımı gözetmeksizin barış içinde bir
arada yaşadığı bir insanlığın yaratılmasını amaçlar.
STP,
ülkemizin ve genel olarak insanlığın geleceğe, sosyalizme taşınması için var
olan bir mücadele aracıdır ve programda çizilen çerçeveden taviz vermeden
mücadelesine devam etme kararlılığındadır.
STP'yi
ve STP programını var eden, dünyamızda ve ülkemizdeki nesnellikler ve ön
kabullerle bir araya gelmiş bir kollektif iradedir. STP'nin ve STP programının
varlığı yine yukarıda belirtilen koşullar ve irade ile sorgulanabilir. Bu
sürece dışarıdan yapılacak bir başka iradi müdahale toplumsal gelişmenin doğal
akışının önüne set çekme niyeti anlamını taşır ki bu da mümkün değildir. Hele
hele insanların siyasal bilincine kazınmış ilkelerin programındaki mücadele
azminin engellenmesi hiç mi hiç mümkün değildir."
III-
YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI'NIN ESAS HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 16.6.1993 günlü ve SP.43 HZ. 1993/16 sayılı Esas
Hakkındaki görüşünde iddianamedeki görüşler yer almakta, ayrıca ayne şöyle
denilmektedir :
"
1) Davanın yasal prosedüre uygun olarak açılmadığı iddiası;
Siyasî
Partiler Yasası'nın 9. maddesi, siyasî partilerin teşkilatlanmalarına ilişkin
ikinci kısmın, kuruluş ile ilgili birinci bölümünde yer aldığı ve
"Cumhuriyet Başsavcılığının partilerin kuruluşunu denetlemesi"
başlığını taşıdığı görülmektedir. Bu madde hükmü uyarınca, Cumhuriyet
Başsavcılığı, kurulan partilerin tüzük ve programlarının ve kurucuların hukukî
durumlarının Anayasa ve Yasa hükümlerine uygunluğunu ve belgelerin tamam olup
olmadığını, kuruluşlarını takiben öncelikle ve ivedilikle inceler. Tesbit
ettiği eksikliklerin giderilmesini, lüzum göreceği ek bilgi ve belgelerin
gönderilmesini yazıyla ister. İstenen ek bilgi ve belgelerin gönderilmemesi ya
da eksikliğin öngörülen sürede giderilmemesi halinde, siyasî partilerin
kapatılmasına ilişkin hükümler uygulanır. Bu hükümle, kurulan partilerin tüzük
ve programlarının ve kurucularının hukukî durumlarının Anayasa ve yasa
hükümlerine aykırı olması hali ile verilmesi gerekli bilgi ve belgelerde
eksiklik tesbit edilmesi veya gerekli görülen ek bilgi ve belgelerin
gönderilmemesi hali bir birinden ayırt edilmiş ve herbiri farklı hukukî
sonuçlara bağlanmıştır. Bu düzenlemeye göre Cumhuriyet Başsavcılığı'nca tesbit
edilen eksikliklerin giderilmesi, lüzumlu görülen ek bilgi ve belgelerin
gönderilmesi yazıyla istenmedikçe bu nedenle siyasî partilerin kapatılması
davası açılmayacak, ancak partilerin tüzük ve programları ile kurucuların
hukukî durumlarının Anayasa ve yasa hükümlerine aykırı olması halinde herhangi
bir ön koşula bağlı olmaksızın doğrudan siyasî partilerin kapatılması davası
açılabilecektir. Yazılı istemde bulunma koşulunun, tüzük ve programlarının
tamamen veya kısmen Siyasî Partiler Yasasının dördüncü kısmındaki yasaklamalara
aykırı olması halinde de gerekliliği kabul edilecek olursa, bu koşul yerine
getirilmeden Siyasî Partiler Yasası'nın 100. ve 101. maddelerindeki nedenlerle
doğrudan kapatma davası açılması olanaksız hale gelir ki, böyle bir sonuç,
Siyasî Partiler Yasası'nın kabul ettiği esaslara uygun düşmez.
Bu
açıklama karşısında, Cumhuriyet Başsavcılığı'mızca davalı parti hakkında
açılmış olan dava, Siyasî Partiler Yasası'nın dördüncü kısmında yer alan 78.
maddenin (a) bendi, 81. maddenin (a) ve (b) bendlerine dayanmakta ve anılan
Yasa'nın 101/a maddesi gereğince kapatılması istenmekte olduğundan, Siyasî
Partiler Yasası'nın 9. maddesindeki prosedüre uygun şekilde uyarı yapılmadan
Cumhuriyet Başsavcılığı'mızca dava açıldığı yolundaki davalı partinin savunması
yerinde değildir.
2)
Yargılamanın duruşmalı olarak yapılması isteği;
Anayasa
Mahkemesi'nin çalışma ve yargılama yöntemi, Anayasa'da ve Anayasa Mahkemesinin
Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkındaki 2949 Sayılı Yasa'da düzenlenmiştir.
Anayasa'nın 149. maddesinin son fıkrasında, Mahkemenin Yüce Divan sıfatıyla
baktığı davalar dışında kalan işleri dosya üzerinde inceleyeceği hükmü kabul
edilmiştir. Aynı kural 2949 Sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama
Usulleri Hakkındaki Yasa'nın 33. maddesinde kapatma davasından açıkça söz
edilmek suretiyle tekrarlanmış, Siyasî Partiler Yasası'nın 98. maddesinin ilk
fıkrasında da bu hükümlere paralel olarak siyasî partilerin kapatılmasına
ilişkin davaların Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası hükümleri uygulanmak suretiyle
dosya üzerinde incelenip karara bağlanacağı esası getirilmiştir. Bu
düzenlemelerde, siyasî parti kapatma davası görülürken Ceza Muhakemeleri Usul
Yasası'nın uygulanacağı hususuna işaret edilmekte ise de, bu husus o yasada yer
alan tüm yargılama yöntemlerinin uygulanması anlamında olmayıp, duruşmalı
yargılama dışında kalan ve davaya uygunluk arzeden diğer yargılama
yöntemlerinin uygulanacağını belirtmek amacına yönelik düzenleme olarak kabulü
gerekir. Öte yandan; Anayasa Mahkemesi'nin hangi hallerde duruşmalı yargılama
yapabileceği, Anayasa'nın 149/son maddesi ile Anayasa Mahkemesi'nin Kuruluş ve
Yargılama Usulleri Hakkında Yasa'nın 35. maddesinde açıkça gösterilmiştir.
Anayasa ve yasalarla ilgilileri dinleme yetkisini kullanmak bakımından Yüce
Mahkemenize tanınmış olan takdir hakkı saklı kalmak üzere, kamu düzenini
ilgilendiren ve yargılama yöntemini belirleyen, Anayasal ve yasal düzenlemeler
karşısında siyasî parti kapatma davalarında duruşmalı yargılama yapılması
mümkün bulunmadığından, davalı partinin bu yöne ilişkin isteminin reddi
gerekir.
3)
Siyasî Partiler Yasası'nın bir kısım maddelerinin, Anayasa'ya aykırı olduğu
iddiası; Anayasa'nın geçici 15. maddesinde; 12.9.1980 tarihinden, ilk genel
seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanı
oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, çıkarılan yasaların, yasa hükmünde
kararnamelerin ve 2324 Sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Yasa uyarınca alınan
karar ve tasarrufların, Anayasa'ya aykırılığının iddia edilemiyeceği
belirtilerek, yetkili organ tarafından kaldırılmadıkça veya değiştirilmedikçe,
bu dönem içinde çıkarılan yasalar, yasa hükmündeki kararnameler ile 2324 Sayılı
Anayasa Düzeni Hakkında Yasa uyarınca alınan karar ve tasarrufların, Anayasa'ya
aykırılığı iddiası önlenmek istenmiştir.
Bir
kısım maddelerinin Anayasa'ya aykırı olduğu ileri sürülen 22.4.1983 gün ve 2820
sayılı Siyasî Partiler Yasası da, 12.9.1980 ile 6.11.1983 tarihinde yapılmış
olan ilk genel seçimden sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanının
oluşmasına kadar geçen süre içinde kabul edilmekle, Anayasa'nın geçici 15/son
maddesi kapsamı içinde kalmakta ve onun korumasından yararlanmaktadır.
Belirtilen nedenlerle, Siyasî Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a), 81.
maddesinin (a) ve (b) bentleri ile 101. maddesinin (a) bendinin, Anayasa'ya
aykırı olduğu şeklindeki görüşe iştirak edilmemiştir.
4)
Anayasa'nın, geçici 15. maddesinin aşılması gerektiği, başlangıç kısmı ile
geçici 15. maddesinin ve bir kısım maddelerinin birbiriyle çeliştiği yolundaki
iddiası;
Yasa
kuralları arasındaki çelişkiden söz edebilmek için, öncelikle aynı konuyu
düzenleyen ve birbiriyle çelişen yasal düzenlemelerin bulunması gerekir. Ön
savunmada birbiriyle çeliştiği ileri sürülen, Anayasa'nın başlangıç kısmı,
geçici 15. maddesi ve belirtilen diğer maddeler, Anayasa'nın bütünlüğü içinde
yer alan, ulusal devlet niteliğinin korunması amacını güden, her biri farklı
düzenlemeleri içeren ve ulusal iradenin onayından geçen, uyulması zorunlu yasa
kuralları olup, bu kuralların birbiriyle çeliştiği ve aşılması gerektiğine
ilişkin düşünce yerinde görülmemiştir.
Kapatma
Sebepleri ve Değerlendirme
A-
Kapatma sebepleri;
Siyasî
partilerin amaçları ve kapatılmalarına ilişkin esaslar Anayasa'nın 68 ve 69.
maddelerinde düzenlenmiştir. 68. maddenin dördüncü fıkrasında; siyasal
partilerin tüzük ve programlarının devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez
bütünlüğüne, insan haklarına, ulus egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet
ilkelerine aykırı olamıyacağı, kuralı getirilmiş, 69. maddenin birinci
fıkrasında ise siyasî partilerin tüzük ve programları dışında faaliyette
bulunamayacakları, Anayasa'nın 14. maddesindeki sınırlamaların dışına
çıkamayacakları, çıkanların ise temelli kapatılacağı kabul edilmiştir.
Siyasî
partilerin uymaları gereken esasların Anayasa'da düzenlenmesi, tüzük ve
programları ile faaliyetlerinin Anayasa ve yasa hükümlerine uygunluğunun özel
biçimde denetlenmesi, demokratik hayatın vazgeçilmez ögeleri sayılmalarının
sonucudur. Ancak; siyasi partilerin baskı ve engellerden uzak kalmasını
sağlamaya yönelik kurulma ve çalışma özgürlüğü, demokratik hukuk devleti
olmanın gereği olarak, bu alanı düzenleyen anayasa ve yasalarla
sınırlandırılmıştır. Bu sınırlandırma devlet niteliğinin korunması, varlığını
devam ettirmesi gereğinin doğal sonucu ve uluslararası hukuk düzeninin tanıdığı
temel bir haktır.
Anayasa'da
öngörülen bu ilke ve esaslardan hareketle düzenlenen Siyasî Partiler
Yasası'nda, partilerin amaç ve faaliyetlerinde uyulması kaçınılmaz olan
hususlar ve uygulamasının sonuçları sırası ile yasanın dördüncü kısmında siyasî
partilerle ilgili yasaklar ve beşinci kısmında siyasî partilerin kapatılması
başlıkları adı altında belirlenmiştir.
Dava
konularıyla sınırlı kalmak üzere, anılan yasanın 78. maddesinde;
"Siyasî
partiler:
a-
Türkiye Devletinin ........Anayasanın başlangıç kısmında ve 2. maddesinde
belirtilen esaslarını; Anayasanın 3. maddesinde açıklanan Türk Devletinin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline........dair
hükümlerini.......değiştirmek;
........dil,
ırk.....ayrımı yaratmak,
Amacını
güdemezler, bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda
tahrik ve teşvik edemezler.
......."
hükmü yeralmıştır.
Maddenin
bu bendi, Anayasanın başlangıç kısmı ile devletin temel niteliklerini
belirleyen ve bunları koruma altına alan hükümleri içermektedir.
Anayasanın,
başlangıç kısmında yer alan "Türk varlığının devleti ve ulusuyla
bölünmezliği" esasından 2. maddede dolaylı olarak söz edilmiş, 3. maddenin
birinci fıkrasında ise "Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir
bütündür. Dili Türkçedir." ifadesi ile bu esas tekrarlanmış, 14. maddenin
birinci fıkrasında, Anayasadaki hak ve özgürlüklerin hiçbirinin devletin ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak amacıyla kullanılamayacakları kabul
edilerek, temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasının önüne geçilmek
istenmiştir.
Devletin
kendisine yönelebilecek tehditlere karşı varlığını koruma endişesinin
siyasal/hukuksal bir ifadesi niteliğindeki, devletin ülkesi ve ulusuyla
bölünmezliği ilkesi, Anayasanın 4. maddesinde bu ilkeyi içeren 2 ve 3.
maddelerin değiştirilemeyeceği, değiştirilmesinin teklif bile edilemeyeceği
kuralı getirilerek, devlet varlığının korunması amaçlanmıştır.
Devletin
ülkesiyle bölünmez bütünlüğü, onun dışa karşı bağımsızlığının ve ülke
bütünlüğünün sağlanması ve korunması demektir. Ulusuyla bölünmezliği ise,
herhangi bir azınlığın meydana gelmesinin önlenmesi, bölgecilik ve ırkçılığın
yasaklanması anlamını taşır. Bu ilkelerden birine aykırı davranılması diğerinin
de ihlali sonucunu doğurur.
Siyasî
Partiler Yasasının 78. maddesi üzerinde durulması gereken diğer bir konu da,
Anayasanın başlangıç kısmında ve 2. maddesinde yer alan Atatürk milliyetçiliği
düşüncesidir. Başlangıç kısmında, Anayasanın, "hiçbir düşünce ve
mülahazanın.....Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları karşısında koruma
göremiyeceği....." fikir, inanç ve kararıyla anlaşılması gerektiği ifade
edilmiştir. 2. maddenin gerekçesinde, Atatürk milliyetçiliği, bütün fertlerin
kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde yaşamaları
şeklinde tanımlanmıştır. Gerçekçi, çağdaş ve modern milliyetçilik anlayışı olan
Atatürk milliyetçiliği, ırk düşüncesine ve kökence başka görünen toplulukların
bütünden ayrı sayılmaları düşüncesine yer vermez. Özünde kültür milliyetçiliği
vardır. Bu nedenle kökenlerine bakılmaksızın bireyleri ortak bir kültüre mensup
oldukları bilinci etrafında toplar, onları "tek ulus" yapısı içinde
kaynaştırıp bütünleştirir.
Türkiye
Cumhuriyeti, milliyetçiliğe büyük önem vermiştir. Atatürk milliyetçiliğine
içtenlikle bağlıdır. Anayasa, başlangıç kısmı ve 2. maddesinde ona yer vermek
suretiyle dayandığı temel görüş ve ilkeler arasına katmıştır.
Devletin
ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğü ilkesi konusundaki düzenlemenin
yaptırımını oluşturmak üzere, Anayasanın 4. maddesiyle bu ilkeyi belirleyen 2.
ve 3. maddelerin değiştirilemeyeceği, değiştirilmesinin teklif edilemiyeceği
hükmü getirilmiş, siyasî partiler yönünden de 68. madde ile, tüzük ve
programlarının devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği ilkesine aykırı
olamayacağı, 69. madde ile de 14. maddede belirtilen sınırlamalara aykırı
davranan partinin kapatılacağı kabul edilmiştir.
Devletin
ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği ilkesinin korunma sına yönelik bir başka
güvence de Siyasî Partiler Yasasının 81. maddesini (a) ve (b) bentlerinde
düzenlenmiştir.
Maddenin
(a) bendinde, siyasî partilere Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde millî veya
dinî kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar
bulunduğunu ileri sürmek yasaklanmıştır.
Ülkemizde,
Lozan Antlaşması ve Türk-Bulgar Dostluk Antlaşmasıyla kabul edilenler dışında
bir azınlık yoktur.
Devletlerde
dil, din, ırk, mezhep bakımlarından farklı toplulukların bulunması hem doğal ve
hem de bir olgudur. Ancak, bu topluluklardan her birine azınlık hakkı
tanınması, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği ilkesine ters düşer. Hele
böylesi topluluklar, tarihimizde olduğu gibi ortak geçmişten gelen tarihsel ve
kültürel bütünlük anlayışı içinde, etnik köken ayırımı yapmaksızın, tek bir
ulusa mensup olma şuur ve iradesiyle ulusal sınırlar içinde "Türk
ulusunu" oluşturup, Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlarsa, bu topluluklara
böyle bir statünün tanınmasına gerekte kalmaz. Bu bakımdan Türk ulusu,
halklardan değil ortak geçmişin oluşturduğu toplumsal uzlaşmanın yarattığı tek
halktan, Türk halkından meydana gelmiştir.
Anayasanın
66. maddesinin birinci fıkrasında, Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı
olan herkesin Türk olduğu belirtilerek, Türk ulusundan sayılmanın tek şartının
"vatandaşlık bağı" olduğu ifade edilmiştir. Böylece vatandaşlık bağı
dışında kalan din, dil, ırk v.s. gibi farklılıklar nazara alınmamış, Türk
ulusunun, bu anlamda vatandaş sayılanların oluşturduğu, bir bütünlüğü ifade
ettiği kabul edilmiştir. Bu bütünlük içinde yer alan her yurttaş, tüm haklardan
sınırsız ve eşit biçimde yararlanabilmektedir. Bu nedenle herhangi bir
azınlıktan ya da çoğunluktan söz etmek mümkün değildir.
81.
maddenin (b) bendinde ise, siyasî partilerin, Türk dilinden ve kültüründen
başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti
ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak, ulus bütünlüğünün bozulması amacını
gütmeleri ve bu yolda faaliyet göstermeleri yasaklanmıştır. Burada öncelikle
belirtilmesi gereken husus, ulusu oluşturan yurttaşlar arasındaki etnik ayrımla
rın, farklı dil ve kültürlerin yasaklanması değil, azınlık ve ayrı bir ulus
oluşturduklarının ifade edilmesi suretiyle ulus bütünlüğünün bozulması amacının
güdülmesidir. Nitekim, yüzyıllardır birlikte yaşayan, ortak geçmişe, tarihe,
geleneklere ve değer yargılarına sahip, çeşitli etnik kökenden gelen
yurttaşların özel yaşantılarında, kimliklerini belirtmeleri, dillerini
konuşmaları, gelenek ve göreneklerini uygulamalarını önleyen hiçbir yasa ve
toplumsal engel bulunmamaktadır.
Şu
halde, bir kısım yurttaşları ırk, dil ve kültür bakımlarından şu veya bu ad
altında ulus bütünlüğünden ayrı sayma, onlarda bu bütünlükten ayrı bir azınlık
oluşturdukları düşünce ve bilincini yaratma, ulusal bütünlüğün bozulması ile
sonuçlanabilecek kopmalara, bölünmelere ya da en azından böyle bir tehlikenin
belirmesine yol açar. Siyasî partiler yönünden böyle bir amacın güdülmek
istenmesi, Anayasanın, başlangıç kısmı ile 2. ve 3. maddelerinde yer alan
"ülke ve ulus bütünlüğü" temel hükmüne aykırı düşer.
B-
Değerlendirme:
Davalı
Sosyalist Türkiye Partisi programında; "Ulusal kurtuluş hareketleri
bağlamında bu gün dünyamızdaki en önemli dinamiklerden birini oluşturan Kürt
ulusal hareketi de bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir. Önderliğinin
devrimci çizgideki ısrarı, bu harekete, diğer ulusal kurtuluş hareketleri
arasında özel bir yer kazandırmaktadır. Söz konusu ısrarın ABD'nin başını
çektiği emperyalist ağırlığa rağmen sürdürebilmesi durumunda, Kürt ulusal
hareketinin, kendi sınırlarını aşan yeni devrimci dinamikler yaratması söz
konusu olabilecektir."
"Bu
koşullarda bölgede emperyalizme karşı emekçi halklar arasında dayanışmanın
örülmesinin yanısıra, ulusal kurtuluş hareketlerinin proleter ve sosyalist
kanallara yöneltilmesi de bir görev olarak öne çıkmaktadır. Bu sonuncusu
kuşkusuz her ulusal hareketin kendi iç sorunu olarak görülmelidir. Ancak,
bölgedeki görece gelişkin kapitalist ülke proletaryalarının sergileyecekleri
siyasal güç ve örgütlülük düzeyi ile ulusal hareketlerin iç gelişmeleri
arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Örneğin, anti-kapitalist işçi
hareketlerinin Türkiye, Yunanistan, İran v.b. ülkelerde yükselişe geçmeleri,
Fİlistin ve Kürt direnişleri nezdinde sosyalizmin daha güçlü bir çekim merkezi
olmasını sağlayacaktır."
"Balkanlar
ve Ortadoğu arasında köprü konumunda olan Türkiye, aynı zamanda, dengesizlik ve
istikrarsızlık üreten çeşitli dinamiklerin kesişim noktasında yer almaktadır.
Kaygan bir zeminde de olsa, bölgenin en soldaki ulusal kavgası Kürt hareketinin
içerisinden çıkmıştır."
"Kürt
ulusunun ve bütün etnik toplulukların kendi dil ve kültürel yapılarını koruyup
geliştirebilme olanağı sağlanır. Dillerin geliştirilmeleri,
zenginleştirilmeleri çalışmalarında hiçbir dile ayrıcalık tanınmaz."
"Ulusların,
ayrılma dahil, kendi geleceklerini belirleme hakkı yasalar ve toplumsal
araçlarla güvenceye alınır."
"STP.
Sosyalist kuruluş sürecinde Türk ve Kürt halklarının gönüllü birliğini
hedefler. Bu amaçla propaganda çalışmaları yapar."
şeklindeki
görüşler yer almaktadır.
Davalı
parti programında yer alan bu alıntılar, programın bütünlüğü içinde
değerlendirildiğinde, ulusal kurtuluş mücadelelerinin sosyalizmin yerleşip
gelişmesinde etken olduğu ve partinin siyasal anlayışı doğrultusunda bu
mücadelelerin desteklenmesi gerektiği, ulusal kurtuluş mücadeleleri için Kürt
ulusal hareketinin önemli yere sahip olduğu ve Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi
üzerindeki topraklarda kurtuluş mücadelesi verdiği belirtilerek, ülkemizde
başta Kürt ulusu olmak üzere ulusların bulunduğu, bunların dil ve kültürel
yapılarını koruyup geliştirmelerinde, ayrılma dahil kendi geleceklerini
belirlemede, her türlü olanağın sağlanarak yasalar ve toplumsal araçlarla
güvenceye alınacağı, Türk ve Kürt halklarının gönüllü birliğini temin için
propaganda çalışmaları yapılacağı, ifade edilmek istenmektedir.
Davalı
parti programında ilk bakışta dikkati çeken husus, ulusal sınırlarımız içinde,
Kürt ulusunun kurtuluş mücadelesi verdiğinin ve Türk ulusu bütünlüğünden ayrı
bir Kürt ulusu ve diğer etnik toplulukların mevcut olduğunun belirtilmesidir.
Kürt ulusu ve bütün etnik toplulukların kendi dil ve kültürel yapılarını
koruyup geliştirme olanağının sağlanmak, Türk ve Kürt halklarının gönüllü
birliğinin hedeflenmek istenmesi, ulusal sınırlarımız içinde bir Kürt ulusunun
mevcut olduğunun kabulü ve onun ulus olarak tanınmak istenmesinden başka
şekilde yorumlanamaz. Bunlarla anlatılmak istenen, Türk ulusu bütünlüğü dışında
Türk ve Kürt ulusu adı altında iki ayrı ulusun, ulusal sınırlarımız içinde
mevcut olduğu ve partinin bu iki ulusun gönüllü birliğini devam ettirmelerinden
yana olduğudur. Parti programında böyle bir görüşün yer alması, Anayasanın,
başlangıç kısmı, 2. ve 3. maddeleri ile Siyasî Partiler Yasasının 78.
maddesinin (a) bendinde belirtilen "ülkü ve ulus bütünlüğü" temel
hükmünü ihlal edici bulunmuştur.
Programda,
Kürt ulusu ve etnik topluluklardan söz edilerek, kendi dil ve kültürel
yapılarının korunacağına, geliştirileceğine, uluslara ayrılma dahil kendi
geleceklerini belirleme hakkı tanınacağına, Türk ve Kürt halklarının gönüllü
birliği hedeflenerek, propaganda çalışmaları yapılacağına işaret edilmektedir.
İşaret edilen bu sözlerle, Türkiye Cumhuriyetinde bir takım ulusal azınlıkların
varlığı dile getirilmekte, onlara ayrılma dahil kendi geleceklerini belirleme,
başka deyişle örgütlenme hakkı tanınacağı ifade edilmektedir. Ülkemizde, Lozan
antlaşması ve Türk-Bulgar Dostluk Antlaşması dışında, ulusal yada dinsel
nitelikte azınlık bulunmadığına göre, programda Kürt ulusu ve bu gibi ulusların
varlığı ileri sürülerek onlara örgütlenme hakkının tanınmasından sözedilmesi,
Türkiye Devleti ülkesinde, Siyasî Partiler Yasasının 81. maddesinin (a)
bendinde yasaklanan "azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek" demektir.
Son
olarak; programdaki, Kürt ulusunun ve bütün etnik toplulukların kendi dil ve
kültürel yapılarını koruyup geliştirilebilme olanağının sağlanacağı, dillerin
geliştirilmeleri, zenginleştirilmeleri çalışmalarında hiç bir dile ayrıcalık
tanınmayacağı, biçimindeki hüküm de ulusal azınlıkların varlığı kabul edildiği
gibi, bunların kendi dil ve kültürlerini geliştirebilmeleri için tüm
olanaklardan yararlanabilecekleri öngörülmektedir. Siyasî Partiler Yasasının
81. maddesinin (b) bendinde yasaklanan, Türk dilinden veya kültüründen başka
dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti
ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak ulus bütünlüğünün bozulması amacını gütmek
demektir. Böylece, Türk dili veya kültürü dışındaki dil veya kültürleri
korumak, geliştirmek yoluyla bir kısım yurttaşlarda ulus bütünlüğünden ayrı
olarak belirli bir azınlığa mensup oldukları ve kendi dil ve kültürlerini
geliştirebilmeleri için azınlık hakların dan yararlanmaları gerektiği
biçimindeki bir düşünce ve inanç yaratılmak istenmektedir. Böyle bir davranış
ise Siyasî Partiler Yasasının 81. maddesinin (b) bendinde belirtilen
yasaklamaya aykırı olur.
Sonuç
ve İstem :
Yukarıda
yasal dayanakları ve gerçekleri ile birlikte açıklandığı üzere, davalı
Sosyalist Türkiye Partisinin;
Türkiye
Cumhuriyeti Anayasasının, 3, 4, ve 68. maddeleriyle 2820 sayılı Siyasî Partiler
Yasasının 78. maddesinin, (a) ve 81. maddesinin, (a) ve (b) bentlerine aykırı
olarak devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı amaçlayan
düşüncelere prog ramında yer verdiği sonucuna varıldığından, davalı siyasî
partinin savunmalarının reddiyle, 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasasının 101/a
maddesi gereğince kapatılmasına karar verilmesini arz ve talep ederim."
IV-
SÖZLÜ AÇIKLAMA
20.7.1993
günü yapılan sözlü açıklamada Sosyalist Türkiye Partisi'nin Avukatı Aydın
AYANOĞLU dinlenmiştir. Anlatımları ve soruların yanıtları aynen şöyledir:
"Bizim
burada duruşma hakkının kullanılmasını istememiz davaya bakış açımızdan
doğmaktadır. Dar yorum yapılmaması, Anayasal güvence altına alınmış siyasî
partilerin bir dernekler prosedüründen daha kolay bir şekilde kapatılmasını
önlemeye yönelikti. Ön savunmada usul açısından ilettiğimiz noktalar. Bunun
dışında, bu davada şöyle bir çelişki var: Bilmiyorum bu nasıl çözülecek. Gerek
2820 sayılı Yasa gerekse Anayasa'da Anayasa Mahkemesi'nde siyasî partilerin kapatılması
duruşmasız olarak, yani bildiğimiz üzere dosya üzerinden yapılan bir
incelemedir ve "Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu uygulanır"
denmektedir. Oysa, bize esas hakkında mütalaa geldikten kısa bir süre sonra
Anayasa Mahkemesi'nin kararı gelmektedir ve Anayasa Mahkemesi'nin kararında da
sözlü açıklamada bulunacak temsilcilerimizin dinleneceği gün 20 Temmuz olarak
belirtilmektedir; 30 Temmuz ise esas hakkında mütalaya cevap süresi olarak
bildirilmektedir ve bize ilgili karardan önce de esas hakkında mütalaa
gelmektedir.
Şimdi,
parti temsilcilerinin dinlenilmesi, olaya ilişkin, davaya ilişkin bilgilerin
toplanması, karanlık kalan noktaların aydınlanmasına, yani delil toplanmasına
ilişkindir. Bildiğimiz gibi, esas hakkında mütalaa da delillerin ikamesinin son
bulduğu bir safhaya tekabül eder her ne kadar mahkemeyi bağlamasa da. Bu
tekabül ettiği safha da artık son karar aşamasına gidilen, delillerin
değerlendirildiği bir safhadır. Bu safhadan girildiğini belirten, bizim için bu
davada belirtilen özellik esas hakkında mütalaanın tarafımıza tebliğidir, fakat
tebliğinden sonra bizim daha önce ilettiğimiz sözlü açıklamalarda bulunma
isteğimiz karar altına alınmıştır, fakat ona verilen süre bizim esas hakkında
mütalaaya vereceğimiz son savunmamızdan öncesine gelmiştir. -
Burada
bizim için savunmamızı engelleyen noktaları sıralamak istiyorum. Bu bizim
davaya bakışımız davada bulduğumuz bir nokta bunun savunmayı engellediği nokta
ise şu: Yargıtayın esas hakkında mütalasında yeni iddialar vardı. Gerçi ön
savunma sırasında gelen, savcılığın bize gelen iddianamesinde pek bir
değişiklik olmamasına rağmen bizim ön savunmaya cevap olarak Lozan ve
Türk-Bulgar Dostluk Antlaşması dışında Türkiye'de ulusal azınlıkların
tanınmadığına ilişkin bir açıklama vardı. Şimdi, bu açıklamaya biz, parti
temsilcilerimiz cevap verebilirlerdi burada. Bunun ötesinde, bu esas
hakkkındaki mütaalada bu nokta bize otomatikman Lozan Konferansının
tutanaklarını inceleme talebimizi ortaya çıkaracak. Çünkü, o tutanaklarda
ilginç ifadeler de var. Mesela; şeyi soracağız: İsmet İnönü tarafından Türk ve
Kürt halkının temsilcisi olarak mı gitti Türk heyeti Lozan'a' Bunun dışında,
Lozan'ın taslaklarında bazı maddeler vardır ulusal azınlıklara ilişkin. Keza,
Türkiye'de ilköğretim anlamında eğitim yapan, kendi dilinde eğitim yapan bir
Gürcü ulusal azınlığı var mıdır, yok mudur' Bunu soracaktık mahkemeye. Tüm
bunları sorabilme şansımız... Mahkemede incelenmesini isteyecektik. Yine
istiyoruz. Lozan Antlaşmasının, Lozan Konferansının tutanaklarının
incelenmesini istiyoruz ve gerek Dışişleri gerek İçişleri Bakanlığından,
Türkiye'deki ulusal azınlıkların durumuyla ilgili bir açıklamanın davaya
katılması gerekmektedir.
Bunların
dışında, esas hakkında mütalaanın açıklanmasından sonra bizim parti
temsilcilerinin ve davalı vekilinin buraya gelip yapacağı açıklamalar esas
hakkında mütalaaya yönelik olacaktır ve bir savunma biçimine dönecektir önceden
geldiği için. Bu bir çelişki yaratmaktadır. -
Bizimki
şu an sözlü açıklamalara giriştir yaptığımız açıklamalar. Davanın seyrine
ilişkin bizim şu an söylediklerimiz. İsterseniz buyurun siz sorularınızı
yöneltin ben vekil olarak cevaplandırayım.
Durmak
istediğimiz nokta şu: Benim 7 Mayıs tarihli dilekçeme ekli olarak partinin bir
yazısı vardı, ön savunma niteliğinde yazısı, ekli yazısı. O yazıda da
belirtildiği üzere bu parti sosyalist bir partidir; bilimsel sosyalizmi kılavuz
edindiğini ileri süren bir partidir ve sosyalizmin birleştirici olduğunu iddia
eden bir partidir ve dikkat edilirse programında iddianameye alınan nokta da
odur. Gönüllü birliğini savunduğunu iddia eder programın bir maddesinde. O da
belirtilmiştir. Böylesi bir durumda sosyalist bir partinin bölücü, ulusal
azınlık yaratıcı, yani iddianamedeki ilgili maddelere göre söylemek istiyorum,
bir özelliği yoktur. Bugünkü yapılacak açıklamaların esas ekseni bu idi parti
temsilcileri tarafından. Genel eksen bu idi, bunun dışında detaylar. -
Şimdi,
burada Kürt realitesi aslında Türkiye Cumhuriyetinin yetkili, yürütme
özellikli, yürütmeden yetkili kişilerin ortaya attığı bir kavramdır. Öncelikle
basında köşe yazarlarının, Mehmet Ali Birand'la başlayan bir kavram oradan
türetilmiştir. Kürt realitesini tanımak aslında bugün Güneydoğu'daki bazı
problemlerin kaynağına inme gereksiniminden doğmuştur. Kürt realitesi sosyolojik
olarak ayrı bir dili, ayrı bir kültürü olan, kendine özgü bir yaşayış biçimi
olan bir kesimi, Güneydoğu'da yaşayan özellikle bir kesimi anlatır. Bunun
devlet tarafından tanınmasıdır. Bu konuda hatta şöyle diyebiliriz: 3713 sayılı
Kanunun hazırlanışı döneminde tartışıldı bunlar. Kürtçe yayın yapmak, Kürtçe
gazete çıkarmak, radyo yayını yapmak; bunlar tartışıldı. O dönemki
tartışmalarda Kürt realitesini tanımak kavramı daha da güncelleşti ve kamuoyunu
ilgilendirdi uzun bir süre. Buradaki kavram da bu anlamdadır.
Türkiye
Cumhuriyetinde Ermeni asıllı vatandaşlar da tanınıyor; Türkiye Cumhuriyetinde
Rum asıllı vatandaşlar da tanınıyor. Bu vatandaşlarımız kendi dillerinde eğitim
yapıyorlar, yayınları çıkıyor İstanbul'da özellikle. Kendi ibadetlerini
yapabiliyorlar ve kendi ulusal azınlık olarak bütün haklarına sahipler. Aynı
şeyi, onlardan daha kalabalık olan, onlardan daha, onlar kadar kendi
kültürlerini yaratabilmiş, ortak yaşayışını kurabilmiş başka bir kesimin de
bunları kullanabilme hakkı olmalıdır. Burada ulusal azınlık yaratma, yani
Siyasal Partiler Yasasındaki yasaklardan bir, iki, ben bu kavram, bu
adlandırmayı yanlış buluyorum. Ulusal azınlığı bir parti yaratamaz. Ulusal
azınlık varsa vardır, sosyolojik gerçektir. -
Şimdi,
bu ayrılığı yanlış anlamamak gerekiyor. Bu ayrılık eğer talep edilirse bugün
Türkiye'de kendi kültürünü yaşamak isteyen herkese bu hak tanınmalıdır; özü
budur. Eğer bir Gürcüsü, Çerkezi, Lazı bunu isterse bu hakkı kullanabilmelidir.
Yani, kendi dilini, kendi kültürünü yaşatabilmektir; her şeyini
yaşatabilmektir; kendi kaderini de kendisi kararlaştırabilmelidir. Bu da bir
gerçektir. Siyasî bir taraf olmak istiyorsa olabilmelidir. Çünkü, Anayasa
kişisel hakları güvence altına alan bir yazılı belge olarak en çok hukuk
tarihinde öneme sahiptir ve bu anlamda, burada eğer kişisel hakların yanında
siyasî haklarını kullanabilmesini de istiyoruz. Dilerlerse, isterlerse kendi
kaderlerini de tayin edebilmelidirler.-
Şimdi
her parti programı o partinin kendi kurmak istediği, kendi ütopyasını açıklayan
bir belgedir, ana belgesidir. Burada da Sosyalist Türkiye Partisi'nin programı,
otomatikman Kürt realitesi üzerine, burada savunmada söylediklerimizi, yani
demin açıklamaya çalıştığım partinin bu konuda ulusal meseledeki görüşlerini,
eğer kendi ütopyasında kuracağı bir Anayasal hukuksal sistemde bunları
güvenceye almak ihtiyacı, nasıl bugün içinde bulunduğumuz çağdaş hukuk
devletinde kişisel haklar güvence altına alınıyorsa, bir çerçeve belirleniyorsa
bunlara, bunların içeriği doldurulmaya çalışılıyorsa, aynı şekilde bunun
hukuksal bir kimliğinin de sağlanmasıdır. Yani olaki, Sosyalist Türkiye
Partisi'nin kendi iktidar döneminde diyelim, kendi hükümet döneminde diyelim,
yapacağı şeyleri açıklayan, işlemleri açıklayan programında, Sosyalist Türkiye
Partisi eğer Kürt realitesi veya Türkiye Cumhuriyeti içinde bu tür kendi dili,
ortak yaşayışı ve kültürü olan insanların kendi kaderlerini dahi belirleyebilme
haklarını kabul ediyorsa, bunun çerçevesini de çizmek zorundadır hukuksal
olarak. Bunu aynı zamanda, bugün var olan, iktidarda olan partiler, eğer kendi
programlarına bir noktayı almışlarsa, onlar da kendi çerçevelerini
çizeceklerdir. Yasakların da çerçevesi çiziliyor. -
Sosyalist
Türkiye Partisi'nin, uluslar kendi kaderlerini belirleme hakkına sahip çıkar,
ifadesi; demin söylemeye çalıştığım olaydır. Yani, bu Türkiye için değildir, bu
aslında genel, evrensel bir kural haline gelmiştir. Ne için gelmiştir,
sosyalizm için gelmiştir, sosyalist partiler için gelmiştir. Sosyalist partiler
bütünleştirici partilerdir, sosyalist partilerde kimi dönem fedaratif yapılar
önerilebilir, ama sosyalist partilerin ütopyaları üniter bir devlettir sonuçta.
Sosyalist
partiler ancak ulusların mozayiğine önem verir. Bazı değerlerin yaşatılmasına
önem verir. Bunlara sahip çıkıp bunları öne atıp, bunları bir ulusu parçalamak
için değil, insanın kendini yaratmadaki zenginliğini öne çıkarmak için yapar.
Burada bunun, Türkiye veya başka bir ülke için söylenmesinin bir anlamı yok,
bunu evrensel...
Sosyolojik
gerçek olarak Türkiye'de Kürtler varsa ve bu insanlar dillerini konuşuyorlarsa,
bizden başka değişik lehçeleri olan bir dilleri varsa ki çok ilginç bir dava
örneği sunacaktım ben, eğer parti temsilcileri de gelseydi; DDKO'nun 1971'deki
Diyarbakır'daki süren bir davasında, Kürt dili diye bir dil olmadığı iddia
ediliyor mahkemede, iddianamede ve o dönem sanıklar oturup Türk Dil Kurumunun
sözlüğünde Türkçe olmayan kelimeleri tarıyorlar; sanırım şu an yanılıyor
olabilirim; üç bine yakın Türkçe kelime buluyorlar, diğerleri yabancı kelime.
Yani, demek istediğim bu; bu bir zenginliktir Türkçe için aynı zamanda. -
Türkiye
içerisinde, Türk ulusundan başka Kürt ulusu vardır, diyor mu Partiniz' sorusuna
karşılık
Şimdi
bu, otomatikman, bu deniliyor. sonuçta deniliyor. -
Anayasa
Mahkemesi bağlı olduğu mevzuatla, bu mevzuatın içinde karar vermeye çalışıyor.
Fakat Anayasa Mahkemesi aynı zamanda içtihadında, kendi içtihadında ve Danıştay
da kendi içtihadında gerektiğinde evrensel hukuk ilkelerinin uygulanması gerekir
ve yapılan, bağlı olduğu mevzuatla verilen kararlar büyük zararlara yol açıyor.
Ön savunmamızın hukuksal özü de buydu.
V-
DAVALI SİYASİ PARTİ'NİN ESAS HAKKINDAKİ SAVUNMASI
Sosyalist
Türkiye Partisi Vekili'nin 29.7.1993 günlü son savunmasında aynen şöyle
denilmektedir:
"Son
Savunmamız :
-
Usul Açısından Son-Savunmamız:
1-
Davaya ilişkin ön-savunmamızdaki usuli itirazlarımızı tekrarlamakla birlikte,
usule dair yeni bazı itirazlarımızı sunmak istiyoruz.
Bu
bağlamda, davada uygulanan yargılama prosedüründe hata yapılmıştır. Bu hata
savunma hakkını engeller mahiyettedir.
Anayasa
Mahkemesinde 2949 sayılı yasa gereği C.M.U.Kanununun ilgili maddeleri
tamamlayıcı kurallar bütünü olarak uygulanmak zorundadır. Başka bir deyişle,
duruşmasız da görülse, parti kapatma ile ilgili davalarda Anayasa Mahkemesi
C.M.U.Kanununun ilgili maddeleri ile bağlıdır.
Ceza
yargılama prosedüründe ise Esas hakkında mütalaa ve sonrasında davalı/sanıktan
son savunmasının istendiği safha, yargılamanın delil toplama safhasının bitip,
delillerin değerlendirilme ve son karar safhasıdır. 20.7.1993 tarihli sözlü
açıklamalarımızı sunma toplantısında da belirttiğimiz gibi davalı parti adına
ön-savunma dilekçemizde de talep ettiğimiz sözlü açıklamalarda bulunma
talebimizin yüce mahkemece değerlendirilmesinden önce tarafımıza Yargıtay
Başsavcılığının esas hakkında mütalaası ile tebliğ edilmiştir. Mütalaa ile
birlikte son-savunma için süremizi belirten Anayasa Mahkemesi kararı da ekli
yollanmıştır. Sürenin uzatılması için yaptığımız yazılı başvuruya yanıt olarak
tarafımıza tebliğ edilen 6.7.1993 ara kararında: sözlü açıklamada bulunmak için
Parti Temsilcilerine 20.7.1993 tarihinde sözlü açıklamada bulunma fırsatı
tanınmıştır. (5.madde) Yine aynı ara kararının 2. maddesi gereğince de
tarafımıza 30.7.1993 tarihine kadar son-savunma süresi verilmiştir. Yüce
Mahkeme delillerin değerlendirildiği Yargıtay Başsavcılığı'nın davayı bitirme
ve son karara doğru ilerleyen işlemine karşın davalı parti, delil olabilecek
sözlü açıklamalarda bulunmak üzere 20.7.1993 tarihinde (Esas hakkında mütaalaya
normal yanıt süresinin dolduğu tarihten sonra fakat ek süreden ise 10 gün önce)
huzura çağrılmaktadır. Bir an için Yüce mahkemenin eski kararlarında da olduğu
gibi "Davayı duruşmalı biçime yaklaştırma" eğiliminde olduğunu varsaysak
bile en temel hak, savunma hakkı, savunmanın; çoktan son karara yönelik
işlemini yapmış, delilleri tartışma safhasını bitirip kapatılmamızı tekrar
talep etmiş, davayı kendi cephesinde bitirmiş iddia makamının mütaalasından
sonraya bırakılması yolu ile kısıtlanmıştır. Bu durumda esas hakkında mütalaada
ileri sürülen hususları sözlü açıklama sahfasında tartışmak zorunluluğunda
kaldık. Ancak mahkemenin tutumu, bizi sadece bilgi vermekle sınırlı tutmak
şeklinde tezahür etmiştir. Esas hakkında mütaalanın sözlü açıklama safhasındaki
veriler de dikkate alınarak yeniden hazırlanması ve davalı partiye tekrar ek
savunma hakkı verilmesi gerekir. 2949 sayılı Yasada belirtilen duruşmasız
yargılama ilkesi, ceza yargılama prosedürünün uygulanmaması keyfiyetini doğurmaz.
2-
Davayı etkileyecek nitelikte olmamakla birlikte, Türkiyenin "Ulus adına
karar veren" yüksek mahkemelerinden biri olan Anayasa Mahkemesinde, çok
basit bir merasimin uygulanmaması dikkatimizi çekmiştir. Davalı parti adına
dava dosyasına vekalet ibraz etmemize rağmen tarafımıza Esas hakkında mütalaa
dahil hiçbir Anayasa Mahkemesi ara kararı tebliğ edilmemiştir. Bu gidişle
davanın sonucunu Davalı partiye yapılacak tebligattan öğrenme talihsizliğimiz
belirmektedir. Tebligat Kanununun hükümlerine uyularak hukuki bir prosedürün
tamamlanmasını, yargılamanın düzeyi açısından talep ederiz.
3-
Davanın önemli aşamalarından biri olan sözlü açıklamalarda bulunmak için parti
temsilcileri, Sayın Anayasa Mahkemesi Başkanının üzülerek gazetelerden
öğrendiğimiz açıklamalarının aksine 5 kişi değil, 3 kişi olarak mahkeme
huzuruna çıkmışlardır. Tutanağa da bu şekilde geçmiştir. Taraf vekili olarak
şahsımızı da temsilci olarak kabul ettiğini sanmıyoruz. Şahsımızın davada
bulunduğu konum vekalete dayalı temsildir ve yargılama hukukunda kendisine has
bir konumu vardır. (Davanın talihsizlik kabul ettiğimiz bu yönüne ilişkin
gazete haberlerini Ek 1 dizide sunuyoruz. Sayın Mahkeme Başkanının 22.7.1993
tarihli Sabah Gazetesinde yayımlanan, davalı partinin temsilcilerinin salonu
terketmedikleri, onları kendilerinin kovduğu yollu açıklamaları ve birgün sonra
bu haberi yalanlayan beyanlarına ilişkin olarak 21.22.23. Temmuz 1993 tarihli
Aydınlık, Sabah, Hürriyet, Özgür Gündem gazetelerini delil olarak açıklıyoruz.
(Ek 1 dizide sunulmuştur.) Böylesi olayların Türk Hukuk Tarihi açısından kara
bir leke olacağını düşünüyoruz.
Kaldı
ki, yine aynı gazetelerde belirtildiği gibi, parti adına açıklamada bulunmak
için çağrılan temsilci adedi 2 değil, üçtür. İlgili arakararının 1. maddesinde Türkçe
gramer bilgimiz bizi yanıltmıyorsa, "Parti'nin Genel Başkanı ile birlikte
iki tem silcisinin Anayasanın 149/4 ve 2949 sayılı Yasanın 33. maddesi
gereğince sözlü açıklamalarının dinlenmesine" denmekle Genel Başkan ile
birlikte iki temsilci daha kastedilmektedir. Aksi bir ifade Türkçe Dilbilgisi
kurallarına göre şöyle olabilirdi: "Başta Genel Başkan olmak üzere iki
temsilci" veya "Genel Başkan dahil iki temsilci"...Bilgisayar
dizgi hatasından dolayı ön-savunmamıza ek olarak verdiğimiz Genel Başkan imzalı
belgenin 3. maddesinde sözü geçen "iddianemede" sözcüğünde bir
"e" harfinin eksikliğinden çok daha vahim bir hatadır.
Yine
aynı gazetelerde iddia edildiği gibi Parti temsilcileri toplantıya kravatları
olmadan veya kravatları yana kaymış ve gömleklerinin kolları sıvalı olarak
çıkmadılar. Kravatlı ve kısa kollu gömleklerle iki temsilci, ceketli ve
kravatlı olarak da üçüncü temsilci olmak üzere huzura geldiler. Devlet
Memurlarının giyim mevzuatında "Yazlık kıyafet" şekline uyan bir
kıyafet tarzıdır. Kaldı ki giyim hususu, mahkemenin avukat, savcı ve mahkeme
heyeti üyelerini kapsayan bir hususdur. Davalı veya sanıklar buna dahil
edilemez.
Bir
hususu daha belirtmeden edemeyeceğim. Yüce Mahkemenin huzuruna bizzat
tarafların ceketli gelmesi isteniyorsa, bizim de taraf olarak heyetin ve iddia
makamının cüppeli duruşmaya çıkmasını isteme hakkımız vardır.
Verilecek
nihai kararda tüm bu hususların ele alınmasını ve karar metninde işlenip, görüş
geliştirilerek yanıtlanmısını ve bu şekliyle Türk Hukuk Tarihinde maddeselleşmesini
istiyoruz.
4-
Sayın Anayasa Mahkemesi Başkanı: gerek bant kayıtlarının çözümünde anlaşılacağı
gibi sözlü açıklama toplantısında "Ceketiniz nerde" diye bağırarak
geliştirdiği tavır gerekse hukuka aykırı olarak ceket giyilmeden oturumu açmama
davranışları ve gerekse davadan sonra yukarıda tarihlerini verdiğimiz
gazetelerdeki beyanatları çerçevesinde; parti temsilcilerini Ulusa
saygısızlıkla suçlamaları, "kovdum" türünde demeçleri, en iyi
olasılıkla kovmadığı, Anka muhabirinin bunu çarpıttığı, salona almadığını
belirttiği beyanatındaki "almama" gerekçesindeki temelsizlik ile
davada tarafsız karar veremeyeceğini, taraf olduğunu belli etmiştir. Ceza
Muhakemeleri Usulü hakkında Kanunun 23. maddesinin 2949 sayılı Yasanın 47.
maddesi hükmü ile birlikte değerlendirilerek "Hakimin reddini" talep
ediyoruz. 47. maddeyi dar yorumlayarak uygulamak adli bir hata olacaktır. Çünkü
dava artık davalı tarafa "Yalancı", "saygısız" türünden
iddialara dönmüştür. Bu mesele çözümlenmelidir. C.M.U.Kanunu 23/3. fıkrası gereği
karara iştirak edecek heyet üyelerinin tarafımıza yazılı olarak ve Tebligat
Kanununun ilgili hükmü gereği "Vekile tebliğ" hususu da gözönüne
alınarak bildirilmesini, C.M.U.Kanununun yine 24/2. fıkrasına binaen sonradan
ortaya çıkan bu gelişmeyi son-savunmamıza ekli (EK-4) dilekçe ile talep
ediyoruz.
Esasa
İlişkin Son-Savunmamız:
1-
Öncelikle Kürt sorunu üzerine bir giriş yapmak gereksinimi duyuyoruz.
Türkiye'de içtihatlar yolu ile Kürt, Kürt sorunu ve Kürt realitesinden sözetmek
artık suç sayılmıyor. Sevindirici olan bu gelişmeye, Davalı partinin
yargılandığı 1982 Anayasasının başlangıç bölümünün sözünü ettiği "Atatürk
Milliyetçiliği" perspektifinin doğrultusunda geldik. Oysa aşağıda
açıklayacağımız gibi, Kürt realitesi, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında rahatça
ve özellikle tartışılan bir konuydu ve bu tartışmanın öncülerinden biri Mustafa
Kemal, diğeri ise İsmet İnönü idi. Meclis Tutanaklarından Lozan Konferans
tutanaklarına kadar her belgede Kürtlerin varlığı resmî görüş olarak kabul
edilmiştir.
2-
Söylediklerimizin boşlukta kalmaması için örnekler vermek istiyoruz.
a-
Ancak öncelikle şunu belirtmek isteriz ki, bugün Yüce Mahkemenin önünde
Kürtlerin sosyolojik varlığını kanıtlama çabası içine girmeyeceğiz. Bu dava
basit sosyolojik verileri sıralamaktan öte bir anlam taşımalıdır. İddianamenin
bu konudaki bölümlerini biraz sosyoloji bilgisi ile herkes yanıtlayabilir.
b-
Biz, Türkiye Cumhuriyetinin Kuruluş ve Başlangıç yıllarında bu sosyolojik
gerçekliğin bizzat Cumhuriyetin kurucuları tarafından kabul edildiğini, hatta
"özerklik" konusunun bizzat Mustafa Kemal tarafından İzmir İktisat
Kongresine geçmeden önce, yurt gezisi sırasında, İzmit Kasrında 16.1.1923
tarihinde altı gazeteci ile yaptığı görüşmede belirtilmiştir. (Ek 2. Dizi)
Türkçeleştirilmiş metinden aktarıyoruz:
"İZMİT
KASRI:
16/17
KANUNİSANİ
1339
9.5
SONRA
Tutanak
Sayfa 15
................
Gazi
Paşa-Kürt meselesi, bizim yani Türklerin menfaatine uygun olarak da katiyyen
mevzuubahis olamaz. Çünkü malumualiniz, bizim hudud-u milliyemiz dahilinde
mevcut Kürt anasır o surette tevattun etmiştir ki, pek mahdut yerlerde hali
kesafettir. Fakat kefasetlerini kaybede ede ve Türk anasırın içine gire gire
öyle bir hudut hasıl olmuştur ki Kürtlük namına bir hudut çizmek istersek
Türklüğü ve Türkiye'yi mahvetmek lazımdır. Faraza, Erzurum'a kadar giden,
Erzincan'a Sivas'a kadar giden, Harput'a kadar giden bir hudut aramak lazımdır.
Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt asairini de nazar-ı dikkatten hariç tutmamak
lazım gelir. Binaenaleyh başlıbaşına bir Kürtlük tasavvur etmektense bizim
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince zaten bir nevi mahalli muhtariyetler teşekkül
edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini
muhtar olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye'nin halkı mevzubahis
olurken, onları da beraber ifade lazımdır... Şimdi Türkiye Büyük Millet
Meclisi, hem Kürtlerin ve hem de Türklerin sahib-i selahiyet vekillerinden
mürekkeptir ve bu iki unsur bütün menfaatlerini ve mukadderatlarını tevhid
etmiştir. Yani onlar bilirler ki bu müşterek bir şeydir (Ak 1 Syf. 9.10.11
İkibine Doğru Dergisi 1987 Yıl:1 Sayı 35).
Kürtler
ile Türklerin kardeşliği üzerine ve birlikte yaşamaları gerektiğine ilişkin
bölümlerin de altını çizmiş bulunuyoruz.
Fakat
davamız açısından önemli olan, bir çakışma vardır. Mustafa Kemal Kürt
realitesini tanıyan cumhuriyetin kurucusu olarak, Kürtlerin ayrı devlet kurmalarını
istememektedir. Ancak Yerel Özerklik tanınması dahilinde sorunu çözmek
istemektedir. Sosyalist Türkiye Partisi aradan 70 yıl geçtikten sonra
programında, Lozan Konferansında Türk Heyeti adına İsmet İnönü'nün devamlı
tekrar ettiği Self-Determination/Kendi kaderini tayin hakkını. Aynen
aktarıyoruz:
"-5-
SAYILI TUTANAK
25
Kasım 1922
İSMET
İNÖNÜ
.......İsmet
Paşa, kimsenin itiraz edemeyeceği bir bildiride bulunmak zorunda olduğunu başka
bir deyimle Türklerin İstanbul'da çoğunlukta bulundukları ve yalnız şimdiki
ülkelerinin herhangi bir yerinde değil, başkentlerinde de plebisitten
korkmadıklarını açıklamak istediğini söyledi. İSMET PAŞA, dünyanın her
yanındaki halklar da kendi kaderlerini kendileri saptayabilselerdi, dünya
barışına daha iyi hizmet edilmiş olacağı kesin kanısında bulunduğunu da
sözlerine ekledi." (Ek 3 Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler Takım
1 Cilt 1 Kitap 1 Seha L.Meray. A.Ü.Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları Syf
95.)
Marksist
perspektifi dahilinde belirterek, fakat yine de Türk ve Kürtlerin Gönüllü
birlikteliğini savunması arasındaki anlam farkını iddia makamı göstermek
zorundadır. Davalı partinin farkı, self-determination hakkı ile birlikte durumu
değerlendirmesidir. Yargılamada Anayasal ilke olarak Anayasanın başlangıç kısmında
belirtilen Atatürk Milliyetçiliği ilkesi uygulanacaksa, öncelikle bu ilkenin
yaratıcısının açıklamaları dikkate alınmak zorundadır.
Türk
Tarih Kurumu bu belgeyi gizlemeye çalışmış, fakat belge ortaya çıkartılmıştır.
(Türk Bürokrasinin kraldan fazla kralcı bürokratik gerçekliğinin en iyi ifadesi
olsa gerektir. Adı geçen dergiden aktarmaya devam ediyoruz:
"Eksiksiz" denen metindeki eksik İzmit toplantısının tutanakları,
"tam metin" iddiasıyla ilk kez 6 yıl sonra gün ışığına çıkacaktı.
İzmit Kasrı görüşmesine katılan gazeteci milletvekili Mahmut Bey (Soydan) 1929
yılının kasım ve aralık aylarıyla, 1930 yılının ocak ayı boyunca 70 gün süren
bir dizi halinde tutanakları Milliyet gazetesinde yayımlanmıştı. Bir zamanlar
İsmet Paşa'nın kabinesinde bakanlık yapan İsmail Arar ise 1969 yılında
Atatürk'ün İzmit konuşmasını kitap haline getirdi. Toplantıyla ilgili son yayın
ise 1982 yılı tarihini taşıyordu ve Arı İnan'a aitti. "Gazi Mustafa Kemal
Atatürk'ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları" başlığını taşıyan kitabın
üzerinde "Türk Tarih Kurumu"nun adı okunuyordu.
Afet
İnan'ın kızı Arı İnan, derlediği belgelere yazdığı sunuşta "Gazi Mustafa
Kemal'in geziye çıkarken beraberinde götürdüğü üç zabıt katibince
yazılmış" tutanakları "noksansız" yayınladığını söylüyordu.
Metinlerin asılları Anıt Kabir Arşivi'ndeydi. Türk Tarih Kurumu Arşivi'nde ise
tutanakların fotokopileri vardı. 2000'e Doğru toplumdan ve araştırmacılardan
gizlenen belgelere ulaştığı zaman, Arı İnan'ın "noksansız" dediği
metnin eksik olduğunu saptıyordu. Atatürk'ün açıklamalarından "Kürt
Meselesi" başlıklı bölüm yanında, Batı Trakya Türkleri ile ilgili olanlar
da çıkartılmıştı.
Atatürk'ün
Bölücülüğü
(Kitabın
yayınlanabileceğine-Abc.) karar veren Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu
üyelerinden bugün yalnız üçü yaşıyordu:
Sedat
Alp, Tahsin Özgüç ve Tahsin Yazıcı, Yücel'e göre karar yerindeydi. Atatürk'ün
önderliğinde kurulan Türk Tarih Kurumu'nun bugünkü başkanı, Atatürk'ün
görüşlerinin "Bölücülüğe yarayacağı" kanısındaydı. "T.T.K.
Türkiye aleyhine çalışanlara belge vermek durumunda değil"di." (Ek 1
Syf 12,14)
3-
Şimdi Mustafa Kemalin Kürt sorunu hakkında yıllar yılı Türk Kamuoyundan
gizlenen (ki Milli Güvenlik Kurulu arşivlerinde ve Türk Tarih Kurumu
arşivlerinde saklı bulunan, Cumhuriyetin kuruluş yıllarına ilişkin tüm
belgelerin incelenmesini 2949 sayılı Yasanın 43/1,3 ve 4. fıkraları dairesinde
talep ediyoruz. 43/2. fıkranın uygulama alanı yoktur. Çünkü sözkonusu
belgelerin Kürt realitesi ve Devletin kuruluş yıllarındaki bu konu üzerine
politikaları ile sınırlamış bulunmaktayız. Ayrıca bu konuda gizlilik gerekçesi
olamaz. Böyle bir şey olsaydı, Mustafa Kemal'in görüşlerine ait açıkladığımız
belge hakkında Devlet sırlarının açıklanmasından dolayı soruşturma açılırdı.)
görüşlerine ek olarak, İsmet İnönü'nün Türk Temsilcisi sıfatı ile Lozan
Konferansındaki Kürt meselesini sergileyişini de aktarmak istiyoruz.
Her
ne kadar sözlü açıklamalarımız sırasında Değerli Anayasa Mahkemesi Başkan
Yardımcısının: İ.İnönü'nün Türk ve Kürt'lerin temsilcisi olarak Lozan'da bulunmalarının
belirtildiği oturumun hangisi olduğu sorusunu tarafımıza yönelttikleri sırada,
Musul görüşmelerinde olabileceği olasılığını da gündeme getirmesi bizim
açımızdan anlamsal bir fark yaratmamaktadır.
Türkiye
Cumhuriyeti Machevellist/pragmatik bir yol izlemiş olamaz. Böyle bir yol
izlenmişse, yargılamanın zaten anlamı kalmamıştır. Bir oturumda Türk Heyetinin
Kürtlerin varlığını tanıması, Plebisit istemesi, başka bir oturumda bunu
reddetmesi veya sözünü etmemesi olsa olsa dava açısından iddianın çürüklüğünün
göstergesi olabilir. Bu konuda aktarmalara geçmeden önce Kürt sorunu hakkında
Türk bürokrasisinin yıllardır "Dağ Türkleri", "Turan
kökenlilik" türünden çarpıtmalarının nereden kaynaklandığını göstermek
için kısa bir bölüm aktarmak istiyoruz:
".......Kürt
halkının İran kökenli olduğu öne sürülmüştür: Oysa, bu iddiayı Kürtlerin Turan
kökenli olduğunu kabul eden, Enyclopaedia Britannica yalanlamaktadır. (Ek 1.
Aynı eser syf 346).
Türk
Temsilci Heyeti adına Musul Sorununda İ.İnönü'nün sunduğu bildiriler ve
konuşmaları dava açısından çok önemlidir. Musul'un Türkiye sınırları içinde
kalması için Kürtlerin varlığını kabul eden bir Devlet. Hatta yine
aktaracağımız kısımlarda Anadolu'daki Kürtlerin varlığını da belirten Devletin
şimdiki temsilcileri ve iddia makamı bunu yok sayamaz. Bölümleri aynen
aktarıyoruz. Yoruma ihtiyaç hissetmiyoruz:
"21
SAYILI TUTANAK
23
Ocak 1923
İSMET
İNÖNÜ
...1-
Etnografik nedenler,-Musul vilayetinde yerleşik nüfus 503 000 kişiye
varmaktadır. Vilayet içinde, bundan başka, Kürt, Türk ve Arap göçebe aşiretler
de vardır: Bunlar aşağı yukarı 170 000 kişi kadardır.
.......
Vilayetin yerleşik nüfusunu meydana getiren 503 000 kişi resmî son Türk
istatistiklerine göre, aşağıdaki unsurlardan oluşmaktadır:
KÜRT
TÜRK ARAP YEZİDİ MÜS OLM TOPLAM SÜLEYMANİYE
62
830 32 960 7210 ----- ----- 130000
SANCAĞI
KERKÜK
97
000 79 000 8000 ----- ----- 184000
SANCAĞI
MUSUL
104
000 35 000 28 000 18 000 31 000 216000
SANCAĞI
MUSUL
VİL
263
000 146 960 43 210 18 000 13 000 503000
TOPL
NÜF
.....1-
Süleymaniye ve Kerkük Sancaklarında Arap unsuru çok azdır:
2-
Musul Merkez Sancağında 137 000 Türk ve Kürte karşılık yalnız 28 000 Arap
vardır.
3-
Son olarak bütün Musul Vilayetinde 410 790 Türkle Kürde karşılık 31 000
Müslüman olmayan vardır. Demek ki Vilayet nüfusunun beşte dördünden çoğunu
Türklerle Kürtler ve beşte birinden azını da Araplar ve Müslüman olmayanlar
getirmektedir. (Sf:344)
......
Türkiye yüzyıllardır, Musul Vilayetinin gerçek sahibi olmuştur; askere alma
zorunlulukları yüzünden Vilayetteki nüfus hareketini çok doğru olarak bilmek
zorundaydı; son olarak, Türk istatistikleri, Dünya savaşından önce, esaslı bir
inceleme sonucunda ve nüfusun çeşitli unsurları arasındaki oranı gösteren
rakamları değiştirmedikçe hiçbir siyasal çıkarı olmadığı bir sırada
düzenlenmiştir. (sf:344)
......Bu
koşullar altında, yalnız Türk istatistiklerinin gerçeğe uygun olduğunu kabul
etmek gerekir.
Kaldı
ki, İngiliz Temsilci Heyetinin verdiği rakamlara göre de, Musul Vilayetinin
nüfusu (1921 yılında) şu unsurlardan oluşmaktadır:
ARAP
KÜRT TÜRK HIRISTİYAN YAHUDİ TOPLAM
MUSUL
170 663 179 820 14 895 57 425 9665 432468
ERBİL
5100 77 000 15 000 4100 4800 106000
KERKÜK
10 000 45 000 35 000 600 1400 92000
SÜLEYMANİYE
----- 152 000 1000 100 1000 155000
TOPLAM
185 763 452 720 65 895 62 225 16 865 785468
Görülüyor
ki Araplarla Müslüman-olmayanların Vilayet nüfusunun içinde azınlıkta,
Kürtlerle Türklerin de çoğunlukta olduğunu, İngiliz Hükümetinin kendisi de
kabul etmektedir. (Sf: 345)
......
Fethiyeden Kerkük'e uzanan dar bir toprak şeridi dışında, Dicle'nin sol
kıyısındaki bölgede tüm olarak Kürtler ve Türkler oturmaktadırlar. Musul
şehrinde Türkçe, Kürtçe ve Arapça olmak üzere üç dil birden konuşulmaktadır;
fakat, bu şehirde oturanlardan Arapça konuşanlar ve Arap sayılanlar, aslında
Türktürler; bunlar, uzun süre Araplarla ilişki kurmuş olmaları yüzünden, her
iki dili de öğrenmiş bulunmaktadırlar.
Bu
memleketi tanıyanlar bilirler ki, Musul'da oturanlar, hiç bir vakit, ne Arap,
ne de Irak halkının bir parçası sayılmışlardır. (Sf: 345)
......
Yezidiler, Kürttürler; doğal olarak da gelenek ve görenekleri Kürtlerinki
gibidir; aralarında yalnız mezhep ayrılığı vardır; bu yüzden, onları
birbirinden ayrı tutmak doğru olmaz. Nasıl, aynı ulusun bireylerini, kimisi
Katolik kimisi de Protestan olduğu için, ayrı soydan saymak doğru olmazsa,
Yezidilerle Kürtleri de birbirinden ayrı tutmak haksızlık demek olur. (Sf: 345)
......
TBMM Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de Hükümetidir; çünkü Kürtlerin
gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisine girmiştir ve Türklerin
temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin Hükümetine ve Yönetimine katılmaktadır.
......
Bitlis'de 1914'de patlak veren olay, bir kaç yabancı konsolosun kışkırtmaları
sonucudur; hiçbir önemi yoktur ve yalnız o yerle sınırlı kalmıştır
..........İngiliz Temsilci Heyetince öne sürülen Dersim olayı da aynı
niteliktedir. (Sf: 348)
Tüm
bu alıntılar da göstermektedir ki, Türkiye Cumhuriyeti bir dönem tercihini Kürt
realitesini tanıyarak yapmış, fakat bu tercih zaman içinde değişmiş ve eski
tercihin belgeleri ortadan kalkmıştır. Sosyolojik gerçeklik yine Egemen siyasî
tercihlere yenilmiştir.
Bu
konuda ilk yılların izlenen politikalarını anlatması bakımından Ek.2. deki
derginin 14. sayfasını aktarmak istiyoruz: "...Atatürk, Anadolu'ya çıktığı
günden bir ay geçmeden, 18 Haziran 1919 günü Amasya'dan Edirne'deki 1. Kolordu
Komutanı Cafer Tayyar Bey'e çektiği şifrede, "Kürtler de Türklerle
birleşti" müjdesini veriyordu. Erzurum Müdafaai Hukuk Cemiyeti, bu
şifreden önce 30 Mayıs günü yayınladığı bildiride, Doğu illeri için, "Bu
illerimiz kan, din ve tarih kardeşi olan Kürt ve Türkün namus ve
yurtseverliğine emanettir" diyordu. Bu şubenin 17 Haziran günlü raporunda
ise "Kürtle Türkten meydana gelen birleşmiş bir millet"in hakları
savunuluyordu. Mustafa Kemal'in önderliğinde yapılan Erzurum Kongresi, 1923
yılında da daha somut ifade edilecek çözümü genel çizgileriyle belirlemişti.
Doğu bölgesinde yaşayan unsurlar, "birbirlerine karşı saygı ve fedakarlık
duygularıyla dolu ve ırki duruma ve toplumsal ve coğrafi şartlarına saygılı
özkardeşti"ler. Sivas Kongresi nizamname ve beyannamesi de bu programı
aynen benimsiyordu. Mustafa Kemal, Doğu bölgesindeki görüşme ve yazışmalarda,
Türk ve Kürtün "birbirinden ayrılmaz iki öz kardeş" olduklarını
sürekli tekrarlayacaktı. 15 Eylül 1919 günlü telgrafı yalnızca bir örnekti.
"İç ve dış düşmanlara karşı demirden bir kale" bu kardeşlik temelinde
yükseliyordu.
20-22
Ekim 1919 günleri Amasya'da Bahriye Nazırı Salih Paşa ile Müdafai Hukuk Temsil
Heyeti üyelerinden Mustafa Kemal Paşa, Rauf ve Bekir Sami beyler arasında
imzalanan protokol, bir bakıma yeni Türkiye'nin ilk anayasasıydı. Orada, vatan
"Türk ve Kürtlerin oturduğu topraklar" olarak tanımlanıyordu.
Kürtlerin serbestçe gelişmelerini sağlamak için" her türlü hakları
gerçekleştirilecekti. Mustafa Kemal, Ankara'ya geldiğinin hemen ertesi günü 28
Aralık'ta yaptığı konuşmada, "...devlet için millî yeni bir sınır kabul
ettik." diyordu. Vatanın sınırları, "Türk ve Kürt unsurlarının
oturduğu" alanı içeriyordu. TBMM açılır açılmaz, hemen yaptığı önemli
konuşmada, gene "kardeş milletlerin millî sınırı" diyordu Misakı
Millî toprakları için. Bu sınır içinde "Türk olduğu gibi Kürt de vardı....
Bu unsurlar birbirlerinin haklarına daima saygılıydılar" 1 Mayıs günü gene
Meclis kürsüsünden bunları söylemişti M.Kemal.
Aynı
formüller 3 Temmuz 1920, 16 Ekim 1921, 1 Mart 1922 günü Mecliste yapılan
konuşmalarda tekrar ediliyordu.
Lozan
görüşmelerinde ise İsmet Paşa "TBMM hükümetinin Türklerin olduğu kadar
Kürtlerin de hükümeti olduğunu" belirtmişti. İsmet Paşa, 1969 yılında Ulus
gazetesine anılarını anlatırken, Lozan'da "millî davalarımızı biz Türkler
ve Kürtler diye savunduk" diyecekti. Mecliste yapılan konuşmalarda,
Hükümet Başkanı Rauf Bey ve Kurtuluş Savaşının önde gelen isimleri, tıpkı
Mustafa Kemal gibi, ısrarlı olarak "Türkiye Halkı" kavramını
kullanıyor ve "Türkiyeli" olmayı vurguluyordu." (Ek 2. Aynı
dergi syf. 14, 15)
4- Savunmada
boşluk bırakmak istemediğimiz için Kürtlerin varlığı, ayrı bir dil ve
kültürleri olduğu ve Turan kökeninden olmadıklarına ilişkin de birkaç kısa
açıklamada bulunma gereği duyuyoruz. Bu konuda özel bir araştırma yapacak kadar
sosyoloji bilgimiz yoktur.
Kürt
kelimesi tarihte ilk kez Yunanlı tarihçi ve komutanı Ksenefon tarafından
"Onbinlerin Dönüşü" adlı eserinde yazılı olarak kullanılmıştır.
Ksenefon bu eserinde MÖ 400-401 yılında şimdiki Kürdistan'da karşılaştığı
Karduki (Carduchi) kavminden bilgi veriyor ve bunların şimdiki Botan'a kadar
uzandığını yazıyor. (Ek 5. Kürtler ve Kürtlerin Tarihi, syf. 15)
"Lagaş
kralı MÖ 2400 yıllarında Karda kabilesinden söz eder ve MÖ 2200 yıllarında Ur
padişahı Kmil Sin (Kemil Sin), Kurde toprağını prens Verdenner'e bırakmıştır.
1370'te Hitit Padişahı Subilkubme, Gurde adında bir topluluğun adını anar. Daha
sonraları Asur Kitabelerinde Karadaka Yaylasından ve kurtie, kurti
topluluğundan söz edilir. (Aynı eser sayfa 15)
Tarihteki
Kürt krallıklarını Gutiler, Lulular, Kasitler, Mitanniler, Haldi-Urartu'lar,
Medler, Subariler, Nayriler, Kardular olarak kısaca belirtmek yeter sanırım.
5-
Türkiyenin politikaları çok kısa süre sonra değişmeye başladı. Tunceli Kanunu
bunun çelişkilerini de ortaya koymaktadır. (Tunceli'nin idaresi hakkında kanun)
1935
yılında kanun yürürlüğe giriyor fakat Tunceli ilinin kuruluşuna ilişkin yasa 4
Ocak 1936'da çıkarılıyor. Ve Dersim isyanı 1937 yılında oluyor. Yüce Mahkemeye
soruyorum: Tahrik Parlamentodan mı geliyor'
Yasanın
bazı maddelerini sıralamak istiyoruz.
Görülecektir
ki, söz konusu yasa, Türkiyenin son on yılına sığan yasal düzenlemelerin
benzeri içeriğe sahiptir.
-
Dersim ilinin Tunceli vilayetine dönüştürülerek ordu ile irtibatı baki kalmak
ve rütbesinin selahiyetini haiz bulunmak üzere korkomutan rütbesinde bir zatı
vali ve kumandan olarak atayan. (madde 1)
Bu
vilayetin nahiye ve kazaların sınır ve ve merkezlerini dahi değiştirebilecek
(madde 2). Kaymakam ve nahiye müdürlerinin dahi rütbe yetkileri ve ordu
irtibatları baki kalmak şartıyla ordu muvazzaf subaylarından teşkil
edilebileceği, (madde 3) Ve günümüzün anlamlı ve güzel bir kaç örnek daha
verirsek, Cumhuriyet savcılarını hazırlık tahkikatında hakimlerin sahip
oldukları yetkileri Tuncelide kullanılır (madde 9), maznunları ve şahitleri
ayrı ayrı ve toplu olarak birbirleriyle yüzleştirebilir (madde 10). Yine
savcılar ilk tahkikata icrası kanunen mecburi olan suçlarda dahi bu yetkiyi
istimal edebilirler. Dava açılması izne tabi olan işlerde izin verme selahiyeti
vali ve kumandanındır. (madde 12). Hakimin reddi kararları katidir. (13) Ağır
cezayı müstelzim suçların tahkikatı mevkufen yapılır ve bu mevkufların
duruşmadan evvel tahliyelerine dair olan kararlar ancak valinin muvafakatı ile
icra olunur. İlbaylık içindeki ara muhakemelerinden verilen hükümler temyize
tabi olmayıp katidir.
Vali
ve kumandan emniyet ve asayiş gereği vilayet halkından olan fertleri ve
aileleri vilayet içinde bir yerden diğer yerlere nakletmeye ve bunların il
içinde oturmalarını men'etmeye yetkilidir. (madde 31) Ve çok güzel bir örnek de
32 ve 33. maddelerdir. Yani vali ve kumandanın bir şahıs hakkındaki takibatın
tehirine ve cezaların teciline selahiyattar olması (32) idam hükümlerinin vali
ve kumandan tarafından tecile lüzum görülmediği takdirde infazı ki Teşkilatı
Esasiye Kanununun 26. maddesine aykırı olması önemli değil günümüz
Türkiye'sinde. Askeri yönetimlerin kefaleti altındaki anayasaya aykırı aynı
dönemde hazırlanan yasa maddeleri yine aynı anayasanın geçici 15. maddesinin
himayesinden yararlanıp yaşam olanağı bulabiliyor.
Tunceli
yasasının bir de 3713 sayılı Yasa'nın atası olma özelliği vardır. 34. madde
Elazığ, Malatya, Sivas, Erzincan gibi çevre illere gelince, burada TCK'nun 2.
kitabının 1. babı, 2. babının ve 7 babının 1 ve 455. madde hariç kalmak üzere
9. babının ..... diyerek sıraladığı suçları işleyenlerin Tuncelide ve bu yasa
da belirtilen prosedürde yargılanacakları belirtilmiştir. Ve bu kanun geçmişe
yürürlüdür. (35) Ve bu Kanunun 1935 yılı ile 1 Ocak 1940 arası yürürlükte
kalacaktır (madde 37). Belki hukuk Devletine yakışır tek yan bu sınırlamadır.
Kanunun
esbabı mucibesine gelince 07.11.1935 tarihli CHP Genel Başkan Vekili ve
Başbakan İnönü'nün, TBMM başkanlığına gönderdiği uyarı anlamlıdır.
"En
iyi usul kanunu, tatbik edildiği muhitin hususiyet ve ihtiyaçlarına en uyanı
olduğu şüphesizdir. İçtimai hayatları diğer vatan parçasındaki vatandaşlara
göre tam bir seviyede olan vatandaşlarla meskun ve çevresi ilişik haritada
gösterilen vatan topraklarında gerek idarî ve gerek adlî bakımdan çok güzel
semereler veren cumhuriyet kanunlarımızın tecrübeler neticesinde arzu edilen
faydaları temin etmediği görülmüştür... bu zavallı halkı Hükümet daha yakından
vesayeti altına almaya..." diye devam eder. Ve şayet yeni mandacılık,
Osmanlının son dönemlerinde bizzat sayın İnönü'nün karşı çıktığı fakat Kürtler
için uygun gördüğü bir yönetim tarzıdır. Hem de özel idari yapı, asker, vali ve
komutan ile özel yargılama usulü olan bir vesayet kanununa dayalı bir yönetim
tarzı.
Gerek
kendisine ait bilgileri değerli araştırmacı İsmail Beşikçi'nin aynı adlı
kitabından aldığımız (ki değerli araştırmacı bu kitabı dahil, tüm kitaplarından
dolayı değişik kovuşturmalara maruz kalarak ağır cezalar almıştır) ve kısaca
Tunceli Kanunu olarak belirttiğimiz yasa gerekse 1982 Anayasası ve onun
bireysel hak ve özgürlükleri yok eden hükümleri Türkiyenin kendi icadı
değildir. Keza 3713 sayılı Yasa'da, Pişmanlık yasaları da Türk Yasakoyucunun
mucizevi birer buluşu değildir. İngiltere 74 Akti, İsrail ve İtalyadaki
örneklerine bakıldığında ceza mevzuatına ayrı bir yasa olarak eklenen veya
bizzat Ceza Kanunu içinde düzenleme yoluyla oluşturulan yasalara ve bu yasa ve
hükümlerinin ruhuna, benzetilmişlerdir. Böylesi bir siyasî-hukukî refleksin
Hukukun Evrensel İlkelerini dikkate alması ve sosyolojik bir gerçeği inkar
etmesi mümkündür.
Azınlıklardan
da intikam, yol vergisi türü yöntemlerle dönemin Hükümeti tarafından
alınmıştır.
6-
Esasa ilişkin söyleyeceklerimizi yine sözlü açıklamalar sırasında Parti
temsilcilerinin üzerinde durmak ve mahkemeyi bilgilendirmek istedikleri
hususlara hasredilmiş Genel Başkan imzalı bir ek dilekçe ile tamamlamak
istiyoruz.
Sonuç
: Yukarıda açıkladığımız nedenlerle;
1-
Davanın reddedilip Parti hakkında 2820 sayılı Yasanın 9. maddesinin
uygulanmasına,
2-
Davanın duruşmalı yapılmasına, reddi halinde kullandırtırılmayan sözlü
açıklamalarda bulunmak üzere tekrar 3 temsilcinin çağrılmasına,
3-
Tebligat Kanunu hükümlerine uyularak yazışmalardan birer örneğin vekil
sıfatıyla tarafımıza da tebliğe çıkarılmasına,
4-
Delillerini son-savunmamıza ekli olarak sunduğumuz dilekçesini de yine bu
savunmamızın eki olarak verdiğimiz Hakimin reddi talebimizin dikkate
alınmasına, yeni teşkil edecek kurulun tarafımıza bildirilmesine,
5-
Kürt sorununa ilişkin Cumhuriyetin ilk yıllarına ilişkin Milli Güvenlik Kurulu
arşivlerindeki belgelerin delil olarak dayanmamızdan dolayı ilgili kurumdan
istenmesine,
6-
Açıkladığımız savunma sebeplerimizin gözönüne alınarak davanın reddine karar
verilmesine"
Ek
olarak verilen dilekçede Sosyalist Türkiye Partisi Genel Başkanı'nın görüşü de
aynen şöyledir :
"İddia
makamınca hazırlanan her iki iddianamenin bütününe bakıldığında partinin
kapatılmasına ilişkin davada esas itibariyla Sosyalist Türkiye Partisi'nin bir
bütün olarak, siyasî varlığının ve onun kişiliğinde sosyalizmin sorgulandığı
çok açık bir şekilde görülmektedir. Bu nedenle savunmanın ilk bölümünde STP'yi
var eden nesnelliktir, siyasî hattımız ve mücadelemizi belirleyen ana ilkeler
üzerinde duracağız.
Bir
siyasî parti programını ancak onu oluşturan kollektif irade ve tarih
yargılayabilir.
STP,
6 Kasım 1992'de kuruldu. STP bir yanıyla ülke nesnelliğinin diğer yanıyla da ön
kabullere dayalı gönüllü birliğin oluşturduğu kollektif bir iradenin ürünüdür.
STP'yi bugüne taşıyan da ülkenin verili nesnelliği ve gittikçe yaygınlaşan
kollektif iradedir. Toplumsal ve siyasal süreçlerin doğal akışı içerisinde
STP'yi ve STP programını yargılayacak olan da bu kollektif irade ve onun temsil
ettiği işçi sınıfı emekçiler ve sömürüye karşı olan tüm katmanlardır. Kısacası,
STP'nin ve STP programının burada yargılanması doğal bir toplumsal seyre
müdahale etmekten başka bir şey değildir. "Demokrasi ve insan
hakları" kavramlarını ağızlarına sakız edenler bu davayla bir kez daha
inandırıcılıklarını yitirmişlerdir. Burada, bu davada toplumsal ve siyasal
süreçlerin doğal akışının karşısına burjuva siyasal iktidarlarının yönetememe
krizinin derinleştiği dönemlere tekabül eden yasaların zoru çıkarılmaktadır.
Hukuk ve yasalar toplumsal-siyasal süreçlerin doğal akışına cepheden müdahale
eden değil bu akışı düzenleyen araçlardır. Ama, maalesef bu ülkemizde böyle
işlememektedir.
STP
hangi siyasal toplumsal zemine ayaklarını basıyor'
STP
bilimsel sosyalizmin evrensel değerlerini, birikimini ve deneylerini ülke
toprağında yeniden üretip siyasal pratiğe taşıma hedefini önüne koymuştur.
Sonuç olarak, bu siyasal pratiğin üretileceği coğrafya ülkemizdir. Üzerine
basarak yol aldığı siyasal zemin de dünyadaki toplumsal ve siyasal süreçlerden
muaf olmayan, bu ülkenin toplumsal dinamiklerinin ve çelişkilerinin oluşturduğu
bir siyasal zemindir. STP, bilimsel sosyalist teorinin kılavuzluğunda bu tür
bir zemine basmaktadır. Program da bilimsel sosyalist teorinin kılavuzluğunda
dünya ve Türkiye'deki dinamikler ve çelişkiler esas alınarak hazırlanmıştır.
STP
programında ikinci bölüm, partinin niteliği kimliği başlığında:
"1)
a)
Sosyalist Türkiye Partisi (STP), sosyalist dönüşümlere öncülük edecek sınıf
olan işçi sınıfının siyasal mücadele aracıdır.
b)
STP diğer toplumsal sınıf ve katmanlara işçi sınıfının tarihsel perspektif ve
çıkarları ekseninde yaklaşır" denilmektedir.
Bu
belirlemeler bilimsel sosyalizmin insanlık tarihine ilişkin en özet tanımı olan
"insanlığın tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir." ilkesi esas
alınarak yapılmıştır. Yaşlı dünyamızda, insanlığın ortaya çıkışından bu yana
tüm toplumsal gelişmeler sınıf mücadelesi ekseninde olmuştur. Bu bugün de
böyledir. Ayrıca günümüzde sınıflararası çelişkiler her geçen gün derinleşerek
gelişmektedir. Tüm toplumsal olgularda onu belirleyen bir sınıfsal öz vardır.
Tarihselliğin
ve nesnelliğin üzerinde ilerleyen siyasal süreçlerde bu sınıfsal öz daha hakim
ve açıktır. Bugün, ülkemizde ve dünyanın büyük bir bölümünde üretim araçlarının
özel mülkiyeti varsa, üretim araçlarına sahip olanlar, üretimi bizzat
gerçekleştiren işçi ve emekçilerin emeklerinin sonucuna el koyuyorlarsa, emek
ile sermaye arasında, bir başka deyişle işçi sınıfı ile burjuvazi arasında
uzlaşmaz bir çelişki var demektir. STP programında bu çelişki temel çelişki
olarak belirlenmiştir. Bu yüzden STP programında işçi sınıfının partisi olduğu
vurgulanmıştır. Ülkemizdeki diğer siyasal partiler de sınıf temellerinden muaf
değillerdir. Programlarındaki söylem ne olursa olsun kullandıkları
ideolojik-politik argümanlarla, pratikleriyle sınıf aidiyetleri kesindir.
Bugün
medya ve diğer araçlarla kitlelerin bilincine özelleştirmenin ideolojik
saldırısını şırınga edenlerin sınıf aidiyeti yok mu' TEK elektrik dağıtımını
holdinglere, Aktaş elektrik ve Uzanlar'a satanlar, çimento üretimi yapan kârlı
KİT'leri Fransız şirketlere ya da yerli holdinglere satanlar, bu
politikalarıyla burjuvaziye tatlı kâr imkanları yaratanlar, binlerce işçinin
işten atılmasına göz yumanlar sınıf ekseninden muaf mı' Bu partiler
programlarında "biz burjuva partisiyiz" demeseler de açıkça emeğe
karşı burjuvazinin çıkarlarını temsil etmekte, korumaktadırlar.
STP
de, kendisini, burjuvazinin sömürü düzenine karşı işçi sınıfının siyasî
mücadele aracı olarak, işçi sınıfının partisi olarak tanımlıyor. Yine, STP
programı (s.13) genel tanım bölümünde; "Kısacası, ücretli emek sömürüsü
Türkiye'de sömürünün egemen ve belirleyici biçimidir. Bu anlamda ülkeyi
bugünden yarına taşıyacak olan çelişki işçi sınıfı ile kapitalistler, emek ile
sermaye arasındadır" denilmektedir. Kapitalist toplum bir çelişkiler
yumağıdır. STP düğüm noktasının emek-sermaye çelişkisi olduğunu, diğer
toplumsal çelişkilerin tümünün bu eksende çözümlenebileceği tespitini yapıyor.
Doğal
yapının korunması, çevre kirliliği, ırk ayırımı, etnik kavgalar, cins
ayrımcılığı vb. sorunların tümünün temelinde burjuva ideolojisi ve
siyasal-toplumsal-etik-ekonomik yapılanma vardır. Bu çelişkilerin tümünün
kaynağı bizzat kapitalizmdir ve bu çelişkiler, nihaî olarak kapitalizmin
ortadan kalkmasıyla çözüm yoluna girebilirler. Bu nedenle STP programının
ruhuna esas olarak emek-sermaye çelişkisi hakimdir. Toplumdaki diğer çelişki ve
dinamikleri bu eksene taşıma anlayışı hakimdir. Ulusal sorundan, cinsiyet
ayrımcılığına, doğanın korunmasına kadar diğer çelişkilere bu perspektifle
yaklaşıyoruz. Bu tamamiyle klasik ve rafine bir Marksist yaklaşımdır.
Buraya
kadar yapılan tespitler, STP'nin bilimsel sosyalist teoriyi siyasî pratiğine
esas alan bir işçi sınıfı partisi olduğunu yeterince anlatmaktadır. Bilimsel
sosyalizmin kaynağı Marksizmdir. Programımızda açıklanan bu tür bir sosyalist
toplum projesinin en tepesinde insanın insanı sömürmesini reddeden, kendisine
bu doğrultuda toplumsal bir misyon seçen, bu misyonu yerine getirirken her
türlü maddi ve manevi hazzı yaşayabilen insan unsuru vardır. Marks'ın ekonomik,
siyasal hatta teknik sayılabilecek çözümlemelerinde bile insan unsuru, insana,
insan yaşamına verilen değer hep en tepededir. Marksizmin insanı esas alan bu
bakış açısıyla insanlığın geleceğini kurgularken ırkların, renklerin, dillerin,
cinslerin birbirlerine üstünlüğünün olmadığı sınıfsız sömürüsüz bir insanlığa
ulaşılacaktır. STP bu ütopyaya sıkı sıkı bağlıdır.
STP'nin
"suçu" işçi sınıfı partisi olmaktır. Partimizin kapatılmasının
iddianamede gösterilen zahiri gerekçesi günün moda deyişiyle
"bölücülük". Oysa bölücülükle suçlanmayacak tek ama tek siyasî
düşünce, teori bilimsel sosyalist teoridir. Çünkü işçi sınıfının kurtuluş
mücadelesi toplumdaki diğer tüm çelişkileri kesen, o çelişkileri sınıf
mücadelesi eksenine aktaran bir dinamiğe sahiptir. Irk, renk, cins, milliyet
ayrımlarını körükleyen ve insanlığı bu yapay ayrımlarla birbirine düşüren esas
olarak emparyalist kapitalist sömürü düzenidir. Yeni adıyla "Yeni Dünya
Düzeni"dir.
Marksizmin
ulusların oluşumuna bakışında ana perspektif şudur: Ulusal yapı ve kimlik
tarihsel gelişim süreçlerinin belirli bir evresine denk düşer. Sınıf
mücadelelerinin belirlediği insanlık tarihi, birbirlerinden kopuk yalıtılmış
topluluklardan tek bir insanlık tarihinin oluşumuna ve tüm toplumsal
farklılıkların yokolacağı bir dünyaya doğru ilerlemektedir. Bu süreçte
ulusların ortaya çıkması ve dünyamızın ulusal sınırlara bölünmesi mutlak ve
nihaî bir durum değildir. Uluslaşma sürecinin burjuvazinin yükselişine paralel
seyretmesi bir diğer olgudur. Aynı sürecin bir yönü de her bir uluslaşmanın,
bir toplum yasası olarak başka ve daha güçsüz etnik toplulukların asimilasyonu
pahasına gerçekleştiği gerçeğidir.
Kapitalizmin
uluslararası bir sistem olarak kendisiyle birlikte doğan ulusal birimleri aşma
eğilimi taşımaktadır. Ancak burjuvazinin toplumsal ve siyasî egemenliği
yalnızca proletaryanın sömürülmesini değil, toplumda bir dizi başka ayrımcılığı
da sürekli yeniden üretmeyi gerektirmektedir. Bugün ulusların birbirlerini
boğazlamasından, birbirlerine karşı önyargılar geliştirmelerinden, birbirlerine
düşman olmalarından çıkar sağlamakta olan sınıf burjuvaziden başkası değildir.
Marksistler
uluslar ve etnik topluluklar arasındaki farklılıkların silinmesini bir tarihsel
süreç olarak görür. Sosyalizm tüm insanlık değerlerinin giderek ortaklaşa
sahiplenildiği, ayrımcı politikaların hiçbir maddi zemininin kalmayacağı bir
düzen olacaktır. Ayrımcılığa kendi sömürücü sınıf egemenliğini sürdürmek için
ihtiyaç duyan burjuvazinin ortadan kaldırılması insanlığa bu olanağı
sunacaktır. Bu yönde mücadelenin ana ekseni sosyalist devrim ve sosyalizmin
iktidarının gerçekleştirilmesinden başka birşey değildir. Dolayısıyla
Marksistler ulusal baskılara, zorla asimilasyona "milliyetçi"
oldukları, millî duyguları körüklemeyi tercih ettikleri, ya da ulusları
birbirlerinden ayırmak istedikleri için değil ulusların kendi kaderlerini tayin
etmelerinin engellenmesinin geri planında sınıf çelişkilerinin üzerinin
örtülmesi ihtiyacı yattığı için, zorla asimilasyon ulusları birbirlerine düşman
etmeye yarayacağı için, insanlığın sınıfsız - sömürüsüz bir bütün
oluşturmasının yolunun ancak "gönüllü birlik"ten geçeceği için
karşıdırlar.
Partimize
yönelik bölücülük suçlamasını ilk önce bilimsel sosyalistlerin bu temel
perspektifinden yola çıkarak reddediyoruz. Marksist bir parti insanlığın
ayrıcalıksız bir bütün oluşturması gibi bir idealin taşıyıcısı, savunucusudur.
Marksist ilkelere dayalı bir işçi sınıfı partisi olarak Marksizmin ulusal
soruna bakışını esas alan bir ilkeselliğe sahibiz. Bu nedenle soruna Marksizmin
ilkeleri doğrultusunda yaklaşımımızdan bihaber olan iddianameyi ve iddianamede
bize atfedilen "bölücülük" suçlamasını reddediyoruz. İddia makamı
"bölücülük" suçlamasını daha güncel, daha moda ve daha etkileyici
bulduğu için seçmiştir. Örneğin, bu dava sınıf mücadelesinin kabardığı,
yükseldiği bir konjonktürde açılsaydı, muhtemelen "sınıf esasına
dayalı" olduğumuz için suçlanacaktık. Marksistlerin ulusal soruna
yaklaşımı, net olarak, sosyalizm mücadelesi ve sınıf mücadelesi temellidir, tüm
uluslardan proleterlerin sınıf kardeşliğine dayalıdır. O yüzden bu esasları
hesaba katmadan bize atfedilen kaba bölücülük suçlamasını, ayrıca rahatsız
edici buluyoruz.
İddia
makamına partimiz hakkında yeni bir suç duyurusunda bulunuyoruz: Bizim
programımızın her satırına sınıf mücadelesi sinmiştir.Programımızın ruhunda
sınıf ilişkileri ve çelişkileri hakimdir. Bunların dikkate alınarak davanın
genişletilmesini, iddianamenin yeniden hazırlanmasını ve bir işçi sınıfı
partisine yakışır gerekçeden, "sınıf esasına dayalı" olmaktan dava
açılmasını talep ediyoruz. Böylece bir hukukî hatanın da, aleyhte delilleri
keyfi değerlendirmenin de önüne geçilmiş olur.
Öte
yandan iddia makamı STP'nin bilimsel sosyalist bir parti olduğunu, sınıf
mücadelesini esas aldığını programdan alıntılar yaparak açıklamaktadır. Evet,
biz sınıf partisiyiz. İşçi sınıfının partisiyiz; bunu inkar etmiyoruz ve bu
nitelemeden de onur duyuyoruz. Esas olarak da burjuvazinin bütün kurumlarıyla
üzerimize gelmesinin nedeninin bu olduğunu iddia ediyoruz. Eğer sınıf temelli
bir parti olmak suçsa, KİT'leri burjuvaziye peşkeş çekenleri, vergi
kaçıranları, hayali ihracatçıları kollayan siyasî iktidar da, onu oluşturan
partiler de, sözde muhalefet eden partiler de sınıf temellidir. Ama aslında
Türkiye'de genel olarak sınıf partisi değil, işçi sınıfı partisi olmak suçtur.
Hukuk
da sınıfsaldır.
Bütün
anayasalar, yasalar bir sınıfın iktidarını temsil eden irade tarafından
oluşturulur. Hukuk toplumdaki sınıflardan bağımsız, ya da sınıflarüstü
değildir. 1982 Anayasasında da diğer yasalarda da incelikli bir şekilde bu
anlayış vardır. Özellikle toplumu, sessiz, hareketsiz kılarak, zapt-u rapt
altına almak bu anayasanın temel özelliğidir.
Bu
Anayasa, 1982 yılı koşullarında, alternatifsiz, tartışmasız ve silahların
gölgesinde halk oylamasına sunulmuş ve kabulü sağlanmış bir Anayasadır.
Bu
Anayasa, Türkiye burjuvazisinin kronikleşen yönetememe krizinin derinleştiği
bir dönemde hazırlanmış bir kriz anayasasıdır.
Bu
anayasa ve Siyasî Partiler Kanunu, içinde bulunduğumuz toplumsal ve siyasal
süreçlerin çok gerisinde kalmıştır. Kişinin temel hak ve özgürlüklerinden genel
tanımlarda sözeden bu anayasa ve SPK hemen ardından bu hak ve özgürlüklerin
kullanımını yasaklayan, kısıtlayan tedbir hükümleri getiren yasakçı bir anayasa
ve SPK'dır. Bu anayasa, evrensel hukuk kurallarına taban tabana zıt ve
yirmibirinci yüzyıla taşınan dünyamıza yakışmayan bir anayasadır.
Bu
saptama partimizin özel görüşü de değildir. Örneğin 16 Temmuz 1993 tarihli
Cumhuriyet gazetesinde Anayasa Mahkemesi yetkililerine ait olduğu belirtilen
bir değerlendirme yer almaktadır:
"...
Yetkililerin (Anayasa Mahkemesi yetkilileri), Anayasa değişmedikçe mahkemenin
yapacağı bir şey yok. Mahkemeyi eleştirenler, Anayasa ve Siyasî Partiler
Yasası'ndaki bazı maddeleri eleştirsinler ..." Bu cümleler Partimizi
"yargılayan" mahkemenin de bu anayasadan ve SPK'dan şikayetini
yansıtmaktadır. Bu davaya dayanak olan anayasa ve SPK'nın değiştirilmesi
gerektiği uzun bir süredir ülkenin siyasal gündeminde, Cumhurbaşkanından,
başbakanlara, TBMM Başkanlarına kadar herkesin dilindedir. Siyasetçiler, bilim
adamları, hukukçular, sendikalar, Demokratik kitle örgütleri, kısacası bu
ülkenin sorunları karşısında sorumluluk duyan herkes anayasa ve SPK'dan
yakınmaktadır.
Bu
anayasa ve SPK'nın değiştirilmesi gerektiği doğrultusunda ortak bir iradenin
oluştuğu ortamda, yani bu yasaların toplumun vicdanında, kadük duruma geldiği
koşullarda bu davanın görülmesi tek kelimeyle abestir. Hukuka ve kanunlara,
uygulamada mekanik bakmamak gerektir. Hukuk uygulayacasının karar verme
durumunda, yasalar kadar, toplumun ortak iradesini, değişen değer yargılarını,
gelişen toplumsal-siyasal süreçleri ve kamu vicdanını da hesaba katması
gerekir.
1.
ve 2. iddianameyi bölüm bölüm incelediğimizde: bu konu ile ilgili yasal
düzenlemeler bölümünde Anayasanın 2. maddesinden bolca sözedilmektedir.
Anayasanın 2. maddesindeki evrensel boyutu olan dört kavram üzerinde düşünmek
gerekir.
Birincisi;
insan haklarına saygı: yerinde infazların, işten atılmaların, insanlara dışkı
yedirmelerin, topluca göçe zorlanmaların yaşandığı bir ülkede yaşıyoruz. Bu
uygulamaların sorumluları kendi anayasalarına göre bile anayasa suçu
işliyorlar.
Bir
siyasî parti hakkında programı esas alınarak kapatma davası açılması evrensel
hukuk kurallarının reddidir. Burjuva iktidarlarca beslenen dinci-faşist
gericiliğin "şeriat isteriz" naralarıyla 37 ilerici aydını katlettiği
bir ülkede anayasanın lâiklik ilkesinden söz edilemez. İş veremediği
yurttaşların yaşama hakkını gasp eden, eğitim, sağlık gibi hizmetleri de
özelleştirip işçi ve emekçileri yoksulluğa ve eğitimsizliğe mahkum eden bu
düzende anayasanın sosyal devlet ilkesi ihlal edilmektedir.
Anayasanın
2. maddesinde söz edilen, insan hakları, demokrasi, lâiklik ve sosyal devlet
kavramlarının her geçen gün daha geçersiz hale getirildiği bu düzenin sorumlusu
ne STP'dir, ne sosyalistlerdir, ne tahammül edilmeyen sosyalizmdir. Sorumlu
kapitalizmin bizzat kendisidir. Yine iddianamelerde anayasanın 5. maddesinden
söz ediliyor. Devletin amacı, görevi bölümünde "... insanın maddî ve
manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya
çalışmaktadır." denilmektedir. Oysa ana dilleri farklı olan milyonlarca
insanın ana dillerini ve kültürlerini zenginleştirip zenginleştirmelerinin
yasak olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Anayasanın bu tanımı da kağıt üzerinde
kalmaktadır.
İddia
makamı yargıladığı programı anlamamıştır. İddianame, STP programında
uluslararası devrim sürecinin üç bileşeninin sık sık vurgulandığını iddia
etmektedir. Programımızda bu kavram sadece iki yerde geçiyor. Ayrıca, programda
bu üçlü bileşenin 21. yüzyıla girerken iki ayağının (sosyalist ülkeler-ulusal
kurtuluş mücadeleleri) yeniden gözden geçirilmesi gerektiği tesbiti yapılıyor.
Yoksa programda, iddianamede belirtildiği gibi bu üçlü bileşeni bugüne aynen
taşımamaktadır. Bu cümle iddianameye kolaycılık yapılarak programın birinci
paragrafının sonundan aynen aktarılmıştır. İddia makamının partimizin
programını anlayabilme yeteneği kesinlikle yoktur.
İddianamede
programda alıntılanan bir bölümde "... Anti kapitalist işçi hareketlerinin
Türkiye, Yunanistan, İran vb. ülkelerde yükselişe geçmelerinin Filistin ve Kürt
direnişleri nezdinde sosyalizmin daha güçlü bir çekim merkezi olmasını
sağlayacağını..." belirttiğimiz söyleniyor. Bu konunun davayla ilgisini
anlamak mümkün değildir. On yıllardır Ortadoğu'da Filistin ve Kürt dinamikleri
mevcuttur.
On
yıllardır devam eden Molla Mustafa Barzani'lerden Yaser Arafat'lardan bugüne
taşınan bir Filistin ve bir Kürt dinamiği elbette mevcuttur.
O
halde STP programında bu tarihsellikten kaynaklanan bir tespitin bulunması
neden yargılanır' Ayrıca sosyalist bir partinin tüm toplumsal dinamikleri sınıf
eksenli bir mücadeleye çekmek için çekim merkezi olma tesbiti kadar doğal bir
yaklaşım olamaz.
2.
iddianamenin 14. sayfasında Savcılık makamı "Atatürk milliyetçiliği, ırk
düşüncesine ve kökence başka görünen toplulukların bütünden ayrı sayılmaları
düşüncesine yer vermez... Özünde kültür milliyetçiliği vardır." diyor. Bu
tür bir yaklaşımın siyaset biliminde, sosyolojide karşılığı zorla
asimilasyon'dur. Zora dayalı asimilasyon, bir ulusun, bir halkın, bir etnik
grubun dilini, kültürünü kısacası kimliğini yok saymak ve asimile eden
topluluğun kimliği içerisinde eritme politikasıdır. Zorla Asimilasyon, bugün
dünyamızda toplum vicdanını rahatsız eden ve kabulü müm kün olmayan bir
uygulamadır. Marksist bir parti olarak STP, ulusların, halkların kimliklerini
yok etmeye yönelik, fiili ve fiziki zora dayalı asimile etme uygulamalarına
şiddetle karşıdır. STP bu görüşünde kararlı ve ısrarlıdır. Bu inancını,
kararlılığını programına alması da bu tür bir ilkeselliktir.
İddianamenin
14. sayfasında Lozan Antlaşması ve Türk-Bulgar Dostluk Antlaşması'na atıf
yapılarak Kürt kimliğinin kabul edilmemesine dayanak aranıyor. Lozan 24 Temmuz
1923, Türk-Bulgar Dostluk Antlaşması 18 Ekim 1925 tarihlidir. Yaklaşık
günümüzden 70 yıl önce bu metinlerin, bugünkü bir sosyolojik olguyu
açıklayabilmesini beklemek saçmalıktır. Siyasî antlaşma metinlerinin toplumsal
realitelerin tartışılmasında nihaî başvuru kaynağı sayılması hukuk adına utanç
vericidir. İddia makamı ve bu iddianameyi ciddiye alan Anayasa Mahkemesi
bilimsel ve hukuk formasyonu açısından yetersizliğini kanıtlamıştır.
Kürt
halkının bir dizi tarihsel neden ve ideolojik-fiziki zor nedeniyle ulusal
kimliğinin bilincine geç kavuşmuş olması yok sayılma gerekçesi olamaz. Yine
Kürt halkının Kurtuluş Savaşı'na Türklerle birlikte katılması ve ardından
yapılan antlaşmalarda Türkiye Cumhuriyeti delegasyonu tarafından temsil
edilmesi bu halkın yok sayılması için gerekçe olamaz. Bu anlayış bilime,
hukuka, toplum vicdanına ve hakkaniyet duygumuza uygun değildir.
İddianamenin
14. sayfasında, Anayasanın 66. maddesi özetlenmekte ve "... bu bütünlük
içinde yer alan her yurttaş, tüm haklardan sınırsız ve eşit biçimde
yararlanabilir..." denilmektedir. Bunun ülkemizde iki açıdan kabulu mümkün
değildir.
Birincisi,
kapitalist düzendeki toplumsal sınıflar açısından: toplumumuzda tarihsel olarak
var olan sınıf farklılaşmaları son yıllarda çok ciddi boyutlara ulaşmıştır.
Burjuvazi ile işçi-emekçi kitleler arasında her alanda mesafe daha da çok
açılmış ve sınıf çelişkisi derinleşmiştir. Bugün burjuvazi yaşadığı, eğlendiği,
gezdiği... mekanlar da dahil olmak üzere düğünleri, milletvekili kızlarının
milyarlar harcayarak yapılan nişanları, Andromeda'larda, Klassis otellerdeki
eğlenceleri bu çelişkinin derinleştiğini gösteren güncel basit örneklerdir.
Bunun
yanısıra işçi-emekçi kesimlerin sağlık, eğitim, seyahat, maddî ve manevî
varlığını geliştirme vb. alanlarda burjuvazi ile eşit olduğu söylenebilir mi'
Parası olmadığı için hastaneye kabul edilmeyip hastene kapılarında ölen, parası
olmadığı için eğitimi yarım bırakmak zorunda kalan insanların ülkesinde
yaşıyoruz. Bu ve benzeri eşitsizlikleri çelişkileri her gün görüyoruz,
yaşıyoruz. Bizi kağıt üzerinde yazılanlar değil, yaşanılan gerçeklik
ilgilendiriyor. O yüzden kapitalist düzende "eşitlik" sözünün bir
kandırmaca olduğunu söylüyoruz.
İkincisi
de, yine sınıf temeline dayalı olmak üzere Kürt halkının yaşadığı
eşitsizliktir. Burjuvalaşmış, işbirlikçi Kürtler dışında Kürt işçi ve
emekçilerinin eşitliğinden söz edilebilir mi' Bu eşitsizlik farklı niyetlerle
de olsa bugün herkes tarafından telaffuz ediliyor. En azından bölgesel olarak,
hizmet götürmedeki eksiklikler olarak telaffuz ediliyor.
Yine
son yıllarda artan bir çelişki yaşanıyor. Kürt köylerinin göçe zorlandığı, köy
halkına topluca dışkı yetirildiği, okuma, beslenme, sağlık vb. alanlarda bir
terkedilmişliğin yaşandığı bir ülkede yaşıyoruz. Bu eşitsizliklerin ve Kürt
kimliğinin fiziki zor ile, sopayla örtbas edilmeye çalışıldığı bir ülkede
yaşıyoruz. Yine Kürt dilinin ve kültürünün gelişmesinin önüne hem yasalarla hem
de fiziki zorla geçildiği bir ülkede yaşıyoruz.
STP,
gerek programında gerekse politikalarında bilimsel sosyalist teorinin
kılavuzluğunda, yaşanılan bu gerçeklikleri tespit edip bunları dönüştürmeyi
hedeflemektedir. Esas olarak sınıf gerçeğini başa koyduğu programında sınıf
ilişkilerine ve ulusal soruna ilişkin tespitler, bu programı oluşturan tek tek
bireylerin ve kollektif iradenin öznel niyetinden bağımsız nesnel bir vakıadır.
İddianamedeki
"...Ulusal kurtuluş mücadelelerinin sosyalizmin yerleşip gelişmesinde
etken olduğu ve ..." türünden bir ifade programın hiçbir yerinde yoktur.
Bu tür bir yoruma imkan verecek herhangi bir ifade de bulunmadığı gibi, tam
tersine ulusal kurtuluş mücadeleleri bölümünde "...ABD'nin başını çektiği
emperyalist güçler, günümüzdeki ulusal dinamikler üzerindeki en ağırlıklı
dışsal belirleyen durumuna gelmişlerdir. Bu anlamda "bağımsızlıkçı"
ulusal hareketlerin her biri bu dışsal belirleyenin egemenliği altına girme
tehdidiyle karşıkarşıyadır..." (s.6) denilmektedir.
Yine
Ortadoğu bölümünde (s.12) "... Ancak bölgedeki görece gelişkin kapitalist
ülke proleteryalarının sergileyecekleri siyasal güç ve örgütlülük ile ulusal
hareketlerin iç gelişmeleri arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır..."
denilmekte ve bu ilişki bulunmaktadır..." denilmekte ve bu ilişki
paragrafın sonunda ulusal hareketler nezdinde sosyalizmin daha güçlü bir çekim
merkezi olması biçiminde tarif edilmektedir. Sonuç olarak programımızın bir
yaklaşımının daha iddia makamınca algılanamadığı görülmektedir.
İddianamedeki
"... Kürt ulusal hareketinin önemli yere sahip olduğu ve Türkiye
Cumhuriyeti'nin ülkesi üzerindeki topraklarda kurtuluş mücadelesi verdiği
belirtilerek..." ifadesi STP programının hiçbir bölümünde yoktur.
İddianameye girmesi muhtemelen aşırı zorlanmış bir fikir yürütme etkisiyle
olmuştur. Oysaki, programın ilgili bölümlerinde Kürt ulusal hareketi T.C. ile
sınırlı olmayan bir coğrafi bölge içerisinde değerlendirilmektedir. Özel olarak
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bir Kürt ulusal hareketinden hiçbir şekilde
söz edilmemektedir. Tabii ki bu coğrafyanın içinde T.C. de vardır. "Kürt
ulusal kimliğinin", "Kürt realitesinin" herkesçe (Devletin en
üst düzey yöneticileri de dahil) söylem düzeyinde de olsa konuşulduğu ve bir
halkın kimliğinin tanınması doğrultusunda taleplerinin kitlesel bir şekilde
telaffuz edildiği bir konjonktürde bu tür bir tespit tamamiyle objektiftir.
Elimizde olmayan bir şeyi var edecek bir sihirli değnek bulunmadığına göre bu
böyle kabul edilmelidir.
STP
Kürt realitesini elbette kabul eder.
Her
iki iddianamenin ana ekseni STP'nin "yaşayan bir Kürt ulusunun varlığını
açık ve seçik kabul olarak etmesi"dir.
Ön
savunmada verdiğimiz örnekleri tekrarlamayacağız. Ancak, bu tür bir nedenle
bugün muhtemelen heyet üyeleri de dahil olmak üzere ülkemizde milyonlarca kişi
ve kuruluş hakkında dava açılabilir. Örneğin, Başbakan Tansu Çiller ile ANAP
genel başkanı Mesut Yılmaz, Kürtçe'nin okullarda seçmeli ders olarak okutulup
okutulmamasını konuşuyorlar. Örneğin, Erdal İnönü İngiltere'de Kürt Enstitüsü'nün
ve TV.'sinin kurulması gerektiğini ancak bunun Anayasa sorunu olduğunu ifade
ediyor. Birinci savunmamızdaki örnekler de düşünüldüğünde bugün "yaşayan
bir Kürt ulusunun varlığını açık ve seçik" kabul etmeyen kişi ya da
kuruluş bulmak zordur. Ama ne hikmetse bunu işçi sınıfının bilimsel sosyalizme
inanan partisi STP söyleyince Devlet ayağa kalkmakta, partiyi kapatma davası
açılmaktadır.
Parti
kapatılamaz
Anayasa
Mahkemesi'nin STP'yi kapatma yönünde bir karar alması şu anlamlara gelecektir:
Partimize
posta aracılığıyla bir mektupta Sivas'taki dinci-faşist gericiliğin
gerçekleştirdiği katliama ilişkin bildirimizin arkasına bu anlayışı temsil eden
biri tarafından bir tehdit yazılmıştı. Özet olarak küfürlerin dışında
"sizin partinizi başınıza yıkacağız, yerle bir edeceğiz"
denilmekteydi. Mahkemenizin vereceği karar kapatma doğrultusunda olduğunda,
uslup ve tarz farklılığına rağmen -20 Temmuz'da sözlü savunma hakkımızın gasp
edilmesi olayında Anayasa Mahkemesi Başkanının tavrı, uslup ve tarz farklılığının
da olmadığını göstermiştir- sonuçları itibarıyla tehdit mektubundaki talebe
denk düşülecektir. İddianamede partimizin "ulusların özgür iradelerine
dayalı birliklerinin" savunduğu da yazılmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin
STP'yi kapatma kararı vermesi heyet üyelerinin "Biz özgür iradeye değil,
zora dayalı birliği savunuyoruz." biçiminde bir deklarasyonları anlamına
gelecektir. İddianamede partimizin "ulusların kendi kaderlerini tayin
hakkını" savunduğu da yazılmıştır. Kapatma kararının evrensel bir insanlık
değerini heyet üyelerinizin reddettiği anlamına gelecektir.
Son
olarak mahkeme üyelerinin vermeleri muhtemel kapatma kararı burjuvazinin
sosyalizme ve işçi sınıfının mücadelesine karşı gösterdiği sınır ve kural
tanınamaz, tahammülsüzlüğün paylaşılması anlamına gelecek, heyet üyeleri
burjuvazinin bizlere karşı beslediği sınıf kininin taşıyıcıları olarak tarihe
geçeceklerdir.
Ancak
kapatma kararının sonuçları toplumsal gelişim ve nesnel sınıf mücadelesi
yasaları karşısında son derece sınırlı olacaktır. Türkiye işçi sınıfı ve
sosyalistlerinin mücadelesi bu tür biçimsel engelleri aşacak güç ve kararlılığa
sahiptir. "Parti" kapatılamayacaktır."
VI-
DAVANIN EVRELERİ
1-
Dava Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 25.2.1993 gün SP.43.HZ.1993/16 sayılı
iddianamesiyle açılmıştır.
2-
Anayasa Mahkemesi'nce, 4.3.1993 günlü toplantıda önsavunma, esas hakkında görüş
ve son savunma ile ilgili işlemlerin yürütülmesi kararı oybirliğiyle
alınmıştır.
3-
Sosyalist Türkiye Partisi Av. Aydın Ayanoğlu'nun Anayasa Mahkemesi
Başkanlığı'na 5.7.1993 gününde verdiği tarihsiz dilekçesinin sonuç bölümünde;
"Yukarıda
açıkladığımız nedenlerle, ön-savunmada belirttiğimiz davanın duruşmalı
görülmesine, bu talebimizin reddi halinde Dava hakkında Partiyi temsil eden yönetici
ve yönetim organları ile avukatının sözlü açıklamalarının dinlenmesi talibimiz
hükme bağlanıncaya dek, esas hakkında mütalaadan sonra tarafımızdan istenen
son-savunmanın süresinin uzatılmasına karar verilmesini saygılarımla talep
ederim." denilmiştir.
4-
Anayasa Mahkemesi'nin, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nca kapatılması istenen
Sosyalist Türkiye Partisi'ne yönelik suçlamalar hakkında ayrıntılı bilgi
alınmak üzere adıgeçen Parti'nin Genel Başkanı'yla birlikte iki temsilcisinin
Anayasa'nın 149/4. ve 2949 sayılı Yasa'nın 33. maddeleri gereğince sözlü
açıklamalarının dinlenmesine,
Adı
geçen Parti'ye, son savunmalarını yazılı biçimde Anayasa Mahkemesi'ne
göndermeleri için 30.7.1993 günü çalışma saati sonuna değin ek süre
verilmesine,
Sözlü
açıklamanın 20.7.1993 günü saat 14.30'da Anayasa Mahkemesi özel salonunda
yapılmasına,
Oybirliğiyle
karar verilmiştir.
5-Anayasa
Mahkemesi, 20.7.1993 gününde Yekta Güngör ÖZDEN, Güven DİNÇER, Yılmaz
ALİEFENDİOĞLU, Servet TÜZÜN, Mustafa GÖNÜL, İhsan PEKEL, Selçuk TÜZÜN, Ahmet N.
SEZER, Haşim KILIÇ, Mustafa BUMİN ve Sacit ADALI'nın katılımıyla yaptığı
toplantıda; Sosyalist Türkiye Partisi temsilcisi Av. Aydın Ayanoğlu'nun sözlü
açıklamalarını dinlemiştir.
VII-
İNCELEME
A-
Ön Sorunlar Yönünden
1.
Hâkimin reddi talebi ve tebliğat sorunu
Davalı
Parti vekili Av. Aydın Ayanoğlu'nun verdiği son savunma dilekçesinin; usul
açısından son savunmamız başlıklı bölümün 4. maddesinde aynen; "Sayın
Anayasa Mahkemesi Başkanı; gerek bant kayıtlarının çözümünde anlaşılacağı gibi
sözlü açıklama toplantısında "Ceketiniz nerde" diye bağırarak
geliştirdiği tavır, gerekse hukuka aykırı olarak ceket giyilmeden oturumu
açmama davranışları ve gerekse davadan sonra yukarıda tarihlerini verdiğimiz
gazetelerdeki beyanatları çerçevesinde; parti temsilcilerini Ulusa
saygısızlıkla suçlamaları, "kovdum" türünde demeçleri, en iyi
olasılıkla kovmadığı, Anka muhabirinin bunu çarpıttığı, salona almadığını
belirttiği beyanatındaki "almama" gerekçesindeki temelsizlik ile
davada tarafsız karar veremeyeceğini, taraf olduğunu belli etmiştir. Ceza
Muhakemeleri Usulü Hakkında Kanunun 23. maddesinin 2949 sayılı Yasa'nın 47.
maddesi hükmü ile birlikte değerlendirilerek "Hâkimin reddini" talep
ediyoruz. 47. maddeyi dar yorumlayarak uygulamak adlî bir hata olacaktır. Çünkü
dava artık davalı tarafa "yalancı", "saygısız", türünden
iddialara dönmüştür. Bu mesele çözümlenmelidir. C.M.U. Kanunu 23/3. fıkrası
gereği karara iştirak edecek heyet üyelerinin tarafımıza yazılı olarak ve
Tebligat Kanununun ilgili hükmü gereği "Vekile tebliğ" hususu da
gözönüne alınarak bildirilmesini, C.M.U. Kanununun yine 24/2. fıkrasına binaen
sonradan ortaya çıkan bu gelişmeyi son-savunmamıza ekli (Ek-4) dilekçe ile
talep ediyoruz." denilmekte ve son savunmanın sonuç kısmında da,
"Delillerini
son-savunmamıza ekli olarak sunduğumuz dilekçesini de yine bu savunmamızın eki
olarak verdiğimiz Hâkimin reddi talebimizin dikkate alınmasına, yeni teşkil
edecek kurulun tarafımıza bildirilmesine." denilerek bu hususun karara
bağlanması istenmektedir.
Ayrıca
son savunmada "davalı Parti adına dava dosyasına vekalet ibraz etmemize
rağmen tarafımıza esas hakkında mütalaa dahil hiç bir Anayasa Mahkemesi ara
kararı tebliğ edilmemiştir" denilmiştir.
Davanın
esasına geçilmeden önce; Davalı Parti Vekili Av. Aydın Ayanoğlu'nun Anayasa
Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör ÖZDEN ile ilgili istemi 2949 sayılı Anayasa
Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanun'un 47. maddesinin
ikinci fıkrası uyarınca Yekta Güngör ÖZDEN katılmaksızın görüşüldü.
Söz
konusu dilekçede ileri sürüldüğü gibi Başkanın tarafsız lığını gölgeleyecek bir
durum olmamıştır. Sözlü açıklamaya gelen parti temsilcilerinin durum ve tutumu
karşısında oturumu yönetme ve düzeni sağlama kapsamında Başkanın uyarısı,
gerekli ve yerindedir.
Bu
nedenle, Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör ÖZDEN'in tarafsız hareket
edemiyeceğine ilişkin savları haklı bulunmadığından redd-i hâkim isteminin 2949
sayılı Yasa'nın 47. maddesi uyarınca reddine 30.11.1993 günü oybirliğiyle karar
verildi.
Anayasa
Mahkemesi İçtüzüğü'nün 10/1 maddesi gereğince mahkeme kurulu kıdem esasına göre
oluşmaktadır. Bu esasa göre kurula katılacak üyelerin her gün hatta her an
değişmesi mümkündür. Kurula katılabilecek 15 kişinin adı soyadı önceden
bellidir. Bu nedenle heyete katılacak üye isimlerinin bildirilmesine ilişkin
istem karşılanmamıştır. Öbür yandan, Sosyalist Türkiye Partisi Vekili'nin
tebliğlere muttali olduğu verdiği son savunmasındaki beyan ve imzasından açıkça
anlaşıldığından 7201 sayılı Yasa'nın 11. maddesine dayanılarak yapılan tebliğat
yeterli görülmüştür. Avukat da temsilcilerden biridir.
2.
Davanın Siyasî Partiler Yasası'nın 9. Maddesine Aykırı Olarak Açılıp Açılmadığı
Sorunu
Davalı
Parti vekilinin verdiği ön savunmada özetle;
"Dava
yasal prosedüre uygun olarak açılmamıştır. 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası
incelendiğinde, Yasanın 9. maddesinin işletilerek öncelikle Sosyalist Türkiye
Partisine eksiklik ve aykırılıklar için ihtarda bulunulması gerekir.
Sözkonusu
Yasanın 101. maddesi ile 9. maddesi birlikte ele alınmalıdır. 101. maddenin tek
başına olaya uygulanması olasılığı yoktur.
Anayasanın
69/5 fıkrası 2820 sayılı SP Yasasının 9. maddesine aynen aktarılmıştır. Tüzük
ve programların Anayasa ve yasaya uygunluğunun denetimi ile birlikte kuruluş
işlemlerinin ve kurucuların hukukî durumlarının incelenmesi eş zamanlı bir
etkinliktir ve bu haliyle 9. madde her iki tür incelemenin prosedürünü
oluşturmaktadır. Kaldı ki, siyasî yaşama yeni girmiş bir partinin Anayasanın
14. maddesinde belirtilen yasaklara aykırı amaç güttüğünü iddia edebilmek için
böylesi bir ihtar gereklidir. Dernekler yasası incelendiğinde, İçişleri
Bakanlığı kanalınca dernekler için tüzük incelenmesi ile kuruluş belgeleri ve
kurucularının niteliklerinin yasal denetiminin aynı anda ve ihtar prosedürlü
yürütüldüğünü görürüz. İddianamede siyasî partiler dernek statüsünden de aşağı
bir değere itilmiştir. Siyasî Partilere de düzeltme hakkı tanınmalıdır.
Siyasî
Partiler Yasası'nın 101. maddesi dar yorumlanarak bu güvencenin ortadan
kaldırılması hukuksal bir hata olacaktır." denilmektedir.
Davalı
parti vekili, son savunmasında da "davanın reddedilip Parti hakkında 2820
sayılı Yasanın 9. maddesinin uygulanmasına" karar verilmesini istemiştir.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı esas hakkındaki görüşünde özetle Siyasî Partiler tüzük
ve programlarıyla kurucularının hukukî durumlarının Anayasa ve yasa hükümlerine
aykırı olması halinde herhangi bir ön koşula bağlı olmaksızın doğrudan siyasî
partilerin kapatılması davası açılabileceğini belirtmiştir.
Siyasî
Partiler Yasası'nın 9. maddesine göre; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı kurulan
partilerin, tüzük programları ile kurucularının hukuksal durumlarının
Anayasa'ya ve yasa hükümlerine uygunluğuna ve ayrıca, verilmesi gerekli bilgi
ve belgelerin tamam olup olmadığını kuruluşlarından sonra öncelikle ve
ivedilikle incelemek durumundadır. Cumhuriyet Başsavcılığı, aynı maddeye
dayanarak saptadığı noksanlıkların giderilmesini, gerekli göreceği ek bilgi ve
belgelerin gönderilmesini yazı ile isteyebilecektir. Bu isteğe uyulmamasının
yaptırımı da, siyasî partilerin kapatılmasına ilişkin hükümlerin
uygulanmasıdır. Böylece Cumhuriyet Başsavcılığı'nın partileri denetleme
görevinin içeriği ve sınırı belirlenmiş olmaktadır. Anılan maddede, kurulan
partilerin tüzük ve programları ile kurucularının hukuksal durumlarının
doğrudan kapatma nedenleri yönünden Anayasa ve yasa hükümlerine aykırı olması
ya da bunlarda noksanlıklar saptanması durumları birbirinden ayrılmış ve
değişik hukuksal sonuçlara bağlanmıştır. Şöyle ki; Cumhuriyet Başsavcılığı'nca
saptanan noksanlıkların giderilmesi, gerekli görülen ek bilgi ve belgelerin
gönderilmesi, yazı ile istenmedikçe, bu nedene dayanılarak siyasî partilerin
kapatılmasına dair hükümlerin uygulanmamasına, yani yazılı istemin dava açmanın
ön koşulu niteliğini almış olmasına karşı, kurulan partilerin tüzük ve
programları ile kurucularının hukuksal durumlarının doğrudan kapatılma
nedenleri yönünden Anayasa'ya ve yasa hükümlerine aykırı olması nedeniyle
kapatılmaları için dava açılması, 104. madde dışında böyle bir önkoşula
bağlanmıştır.
Cumhuriyet
Başsavcılığı Sosyalist Türkiye Partisi'nin, programının SPY'nın Dördüncü
Kısmı'nda yer alan 78. maddesinin (a) bendi ile 81. maddesinin (a) ve (b)
bentlerine aykırılığı nedeniyle kapatılmasını istemektedir. Bu nedenle Siyasî Partiler
Yasası'nın 9. maddesinde Cumhuriyet Başsavcılığı'na noksanlıkların giderilmesi
ile ilgili olarak tanınan yetkiyi yukarıda belirtilen aykırılıkları da
kapsayacak bir duruma getirmek ve bu hususu bir dava koşulu olarak kabul etmek,
siyasî partilerin tüzük, program ve faaliyetlerinin Yasa'nın Dördüncü
Kısmındaki "Siyasî Partilerle ilgili Yasaklar"a aykırı durumlarda, bu
koşul yerine getirilmeden, doğrudan 100 ve 101. maddelerdeki nedenlerle kapatma
davası açılmasına olanak vermemek anlamına gelir. Bu nedenle, Siyasî Partiler
Yasası'nın 9. maddesine göre Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nca uyarı
yapılmadan açılmış bulunan davanın Yasa'nın Dördüncü Kısmı'nda yasaklanan
nedenlerden ileri gelmesi nedeniyle davalı Parti'nin talebi yerinde
görülmemiştir.
3.
Yargılamanın Duruşmalı Olarak Yapılması veya Yeniden Sözlü Açıklama Yapılması
Sorunu
Davalı
Vekili'nin son savunmasının sonuç kısmında davanın duruşmalı yapılması, reddi
halinde daha önce sözlü açıklamada bulunmayan üç temsilcinin dinlenmek üzere
tekrar çağrılması talep edilmiştir.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın konu ile ilgili açıklamasında da; "...bu
düzenlemelerde, siyasî parti kapatma davası görülürken Ceza Muhakemeleri Usul
Yasasının uygulanacağı hususuna işaret edilmekte ise de, bu husus o yasada yer
alan tüm yargılama yöntemlerinin uygulanması anlamında olmayıp, duruşmalı
yargılama dışında kalan ve davaya uygunluk arzeden diğer yargılama
yöntemlerinin uygulanacağını belirtmek amacına yönelik düzenleme olarak kabulü
gerekir.
Öte
yandan; Anayasa Mahkemesi'nin hangi hallerde duruşmalı yargılama yapılabileceği
Anayasa'nın 149. maddesinin son fıkrası ile 2949 sayılı Yasa'nın 35. maddesinde
açıkça gösterilmiştir. Anayasa ve yasalarla, ilgilileri dinleme yetkisini
kullanmak bakımından Yüce Mahkemenize tanınmış olan takdir hakkı saklı kalmak
üzere, kamu düzenini ilgilendiren ve yargılama yöntemini belirleyen, Anayasal
ve yasal düzenlemeler karşısında siyasî parti kapatma davalarında duruşmalı
yargılama yapılması mümkün bulunmadığından, davalı partinin bu yöne ilişkin
isteminin reddi gerekir." denilmektedir.
Anayasa'nın
149. maddesinin son fıkrasında, Yüce Divan sıfatıyla baktığı davalar dışında
kalan işleri Anayasa Mahkemesi'nin dosya üzerinden inceleyeceği hükmü yer
aldığından CMUK'un duruşma ile ilgili kuralları siyasî partilerin kapatılması
davalarında uygulanamaz.
Bu
nedenle Davalı Parti'nin yargının duruşmalı yapılması talebi reddedilmiştir.
Sözlü
açıklamanın yeniden yapılması istemine gelince :
2949
sayılı Yasa'nın 33. maddesinde "Anayasa Mahkemesi gerekli gördüğü hallerde
sözlü açıklamalarını dinlemek için ilgilileri ve konu hakkında bilgisi olanları
çağırır." hükmü yer almıştır.
Bu
hüküm uyarınca gerçekleştirilen sözlü açıklama toplantısında Sosyalist Türkiye
Partisi temsilcisinden gerekli bilgiler alınmıştır. Sosyalist Türkiye
Partisi'nin Ön ve esasla ilgili savunmasında istenilen ilave süreler verilerek
savunma haklarının en kapsamlı biçimde kullanılması sağlanmıştır. İkinci bir
sözlü açıklamaya, hiçbir haklı neden bulunmadığı için gerek görülmemiştir.
4-
Anayasa'ya Aykırılık ve Anayasa'nın Geçici 15. maddesinin Aşılması Sorunu
Davalı
Parti Vekili ön savunmasında Davada uygulanacak Siyasî Partiler Yasası'nın 78.
(a), 81. (a), (b) ve 101. (a) bendlerinin Anayasa'ya aykırılığı üzerinde
durulmuş ve Anayasa'nın Geçici 15. maddesinin yorumla aşılması talep
edilmiştir.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı, esas hakkındaki görüşünde bu değerlendirme ve taleple
ilgili görüşlere katılmamıştır.
Anayasa'nın
68. ve 69. maddelerinde yer alan kapatma nedenleri sayılıdır. Siyasî partilerin
kapatılabilmeleri, örgütlenme ve siyasî faaliyette bulunma özgürlüklerine
getirilen önemli bir sınırlamadır. Kapatma nedenlerinin Anayasa'da gösterilmiş
olması, sınırlanması yasalarla genişletilmesini önlemek ve bir anayasal güvence
sağlamak amacına dayanır. Bu nedenle, Siyasî Partiler Yasası'nda partilerin
yasaklanma koşullarına yenilerini getirerek genişletmek Anayasa'yla bağdaşmaz.
Kural, partilerin özgürce kurulmaları ve faaliyette bulunmalarıdır. İstisna ise
bunların kapatılmalarıdır. Anayasa'da da öngörüldüğü gibi siyasî partiler
demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez öğeleridir. Anayasa partilerin kapatılma
nedenlerini kendisi düzenlemiş bu konuyu yasakoyucunun takdirine bırakmamıştır.
Davalı
Parti programının, Siyasî Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) bendinde 81.
maddenin (a) ve (b) bendlerinde öngörülen devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğü ilkesine aykırı bulunması nedeniyle aynı Yasa'nın 101.
maddesinin (a) bendi uyarınca kapatılması istenmektedir.
Söz
konusu yasal düzenlemeler Anayasa'nın 68. ve 69. maddelerinde yer alan
hükümlerin gereklerini yerine getirmek amacıyla yapılmıştır. Ancak, bunların
Anayasa'ya uygunluğunu tartışmak Anayasa'nın geçici 15. maddesinin açıklığı
karşısında olanaksızdır. Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik içtihadına göre,
Anayasa'nın geçici 15. maddesinin son fıkrası ile birinci fıkrası arasında,
belirli bir dönemde çıkarılan yasalar hakkında Anayasa'ya aykırılıkların iddia
edilememesi yönünden bir zaman ayrımı yapılmamış, üçüncü fıkrada yer alan
"bu dönem" sözcükleri birinci fıkrada açıklanmıştır. Böylece, belirli
bir dönemde çıkarılan yasalar için Anayasa'ya aykırılık savında
bulunulamayacağı öngörülmüştür. Geçici maddeler uygulama süreleriyle değil,
geçici olarak düzenledikleri hukuksal ilişki ve kurumlarla kendisi ve bağlı
olduğu temel metinlerin içerikleri ve verdikleri anlam ile
değerlendirilmelidir. Geçici maddeler değişik hukuksal düzenlemeler arasında
bağlantı kurar, kazanılmış hakların saklı tutulmasını ve uygulamanın geniş bir
zaman dilimine yayılmasını sağlar. Geçici maddelerle temel hükümlerin farkı
budur. Hukuksal değer bakımından ise, geçici maddelerle temel hükümler arasında
bir farklılık bulunmamaktadır. Anayasa'nın açık olarak düzenlediği bir konunun
Anayasa Mahkemesi tarafından uygulanmaması düşünülemez. Bu nedenle, Anayasa'nın
geçici 15. maddesine göre, 12 Eylül 1980'den ilk genel seçimler sonucu
toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Başkanlık divanı oluşturuluncaya (6
Aralık 1983) kadar geçen süre içinde çıkarılmış olan yasaların Anayasa'ya aykırılığı
ileri sürülemeyeceğinden, bu dönem içinde çıkarılmış yasalar arasında bulunan
22.4.1983 günlü, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nu Anayasa'ya aykırılığı
savında bulunulamaz.
Diğer
taraftan bir yasa kuralının ihmalinin söz konusu olabilmesi için aynı konuyu
düzenleyen ve birbiriyle çelişen bir yasa ve Anayasa kuralının bulunması
gerekir. Bu durumda çözümün Anayasa kuralları yönünden aranması doğaldır.
Anayasa'nın geçici 15. maddesinin varlığı, Anayasa'nın tümlüğü içinde bir
çelişkiyi değil bir ayrık durumu yansıtmaktadır. Geçici 15. maddenin içeriği,
konuyu açık biçimde ortaya koymuştur. Anayasa Mahkemesi'nin bu kuralı yok
sayması olanaksızdır.
Bir
yasa kuralının ihmali, incelenmekte olan işte uygulanacak kural hakkında iptal
davası açılmış olsa bile o kuralın Anayasa'ya aykırılık nedeniyle iptal
edilebilecek nitelikte olması koşuluna bağlıdır.
Sözkonusu
kuralların, Anayasa'nın geçici 15. maddesi karşısında, Anayasa'ya uygunluk
denetimi yapılmasının olanaksızlığı nedeniyle ihmal edilmeleri de sözkonusu
olamaz.
Bu
nedenlerle Siyasî Partiler Yasası'nın ilgili kurallarının iptal ya da ihmal
edilmesi istemi yerinde görülmemiştir.
Güven
DİNÇER bu görüşlere katılmamıştır.
B.
ESAS YÖNÜNDEN
1.
Genel Açıklama
Genel
ve eşit oy hakkı; çoğulcu, katılımcı kurallar ve kurumlar düzeni olan çağdaş
demokrasilerde yurttaşların devlet yönetimine katılmalarının temel koşuludur.
Bu yolla söz sahibi olup etkinlik kazanma olanağı elde edilirse de kişilerin
ayrı ayrı güçleriyle sonuç almaları güçtür. Bireysel iradeleri birleştirip
yönlendirerek onlara ağırlık kazandıran özgün kuruluşlara gereksinim
duyulmuştur. Bu kuruluşlar, dağınık siyasal tercihleri birleştirip açıklık ve
güç sağlayarak devlet hizmetlerini daha yararlı kılmak, hak ve özgürlükleri
güvenceye bağlayarak toplumsal barışı güçlendirmek, anayasal ilkeler
doğrultusunda kamuoyu oluşturarak ulusal yaşama daha çok aydınlık getirmek
yönünden vazgeçilmez öneme sahip olan siyasal partilerdir.
Anayasa'nın
68. maddesinin ikinci fıkrasında "Siyasî partiler demokratik siyasî
hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır." ilkesine yer verildikten sonra üçüncü
fıkrasında da "Siyasî Partiler önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa
ve kanun hükümleri içinde faaliyetlerini sürdürürler." denilmektedir.
Siyasal
partilere ilişkin Anayasa kuralları gözden geçirilirse Anayasakoyucunun
demokrasinin benimsenmesi yönünden bu konuya özel bir önem ve değer vermiş
olduğu görülür.
Siyasal
partilerin kuruluş ve çalışmalarının özgürlük içinde olması temel ilkedir.
Siyasal partiler, belli siyasî düşünceler çerçevesinde birleşen yurttaşların
özgürce kurdukları ve özgürce katılıp ayrıldıkları kuruluşlardır. Kamuoyunun
oluşumunda önemli etkinliği olan siyasî partiler, yurttaşların istem ve
özlemlerinin gerçekleşmesine çalışan ve siyasal katılımları somutlaştıran
hukuksal yapılardır.
Demokrasinin
simgesi sayılan, olmazsa olmaz koşulu olarak nitelenen özgürlük ve
hukuksallığın ulusal araçları durumunda bulunan siyasî partilerin, devlet
yönetimindeki etkinlikleri ve ulusal istencin gerçekleşmesindeki rolleri nedeniyle,
Anayasakoyucu, onları öteki tüzelkişilerden farklı tutup , kurulmalarından
başlayarak çalışmalarında uyacakları esasları ve kapatılmalarında izlenecek
yöntem ve kuralları özel olarak belirlemekle kalmamış, Anayasa'nın 69.
maddesinin son fıkrasında, çalışma, denetleme ve kapatılmalarının Anayasa'da
belirlenen ilkeler çerçevesinde çıkarılacak bir yasayla düzenlenmesini uygun
bulmuştur.
Anayasa'nın
anılan buyurucu kuralı uyarınca 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası çıkarılmış;
siyasî partilerin kuruluşlarından başlayarak çalışmaları, denetimleri,
kapatılmaları konularında, belirli bir sistem içerisinde, çok ayrıntılı
kurallar getirmiştir. Getirilen sistemde, Anayasa'da da yer alan yasaklara
uymayan siyasal partilerin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nca izleneceği ve
gerektiğinde kapatılmaları için Anayasa Mahkemesi'nde dava açılacağı
öngörülmüştür.
Siyasal
partilerin, demokratik yaşamın vazgeçilmez öğeleri olmaları, devlet örgütü ve
kamu hizmetleriyle yoğun ilişki içinde bulunmaları, onların her istediklerini
yapabilecekleri anlamına gelmez. Siyasal partilerin baskı ve engellerden uzak
kalmalarını sağlamaya yönelik kurulma ve çalışma özgürlüğü, Anayasa ve bu alanı
düzenleyen yasalarla sınırlıdır. Bu belirleme aynı zamanda demokratik hukuk
devleti olmanın da bir gereğidir. Nitekim Anayasa'nın 2. maddesinde
"Türkiye Cumhuriyeti... demokratik... bir hukuk devletidir."
denilmektedir.
Hukuk
devleti, Anayasa Mahkemesi'nin birçok kararında yinelenip vurgulandığı üzere
insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyan, toplum yaşamında adalete ve
eşitliğe uygun bir hukuk düzeni kurarak bu düzeni sürdürmekle kendisini yükümlü
sayan, tüm davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasa'ya uyan, işlem ve
eylemleri bağımsız yargı denetimine açık olan devlet demektir.
Varlığı
ve etkisi, işlevleriyle ortaya çıkan devlet, belirli topraklar üzerinde
yerleşmiş, bağımsız ve egemen aynı üstün güce bağlı örgütlü insanlar topluluğu
olarak tanımlanır. Bu tanıma göre, ülke ve ulus bütünlüğüyle egemenlik,
yasalara dayanan bir otoriteye bağlı örgütlenme ve eşitlik ilkesi bir devlet
için vazgeçilmez ögeler demektir. Her canlının ve insanların kendilerini koruma
içgüdüsünde olduğu gibi, devletlerin de saldırı ve ondan doğacak tehlikelerden
kendi varlığını koruması, uluslararası hukuk düzeninde kabul edilmiş temel bir
haktır.
Devletler
hukukunda, genellikle, "devletin varlığını güçlendirerek sürdürmek,
bağımsızlığına ve geçerli yapısına yönelik tehlikelere karşı önlemler alıp
uygulamak" yetkisi biçiminde tanımlanan kendini koruma hakkı, insan hak ve
özgürlüklerinden başlayarak demokratik toplum düzenini bozucu, devletin
ögelerini yıkıcı eylemleri karşılayacak her tür çabayı kapsar. Bunların
başında, bireylerin ve devletin varlığını koruma hakkının bulunduğu
tartışmasızdır. Devletin temel dayanaklarını, sürekliliğini ve demokrasiyi
yokedici sakıncaları gidermek için yasal düzenlemelerin gerçekleştirilmesi
hukuk devleti için en doğal davranıştır. Bu bakımdan Siyasî Partiler Yasası'nda
yer alan konuyla ilgili düzenlemeler, devletler hukukunda öngörülen devletin
kendini ve halkını koruma hakkının kapsamı içinde kalmaktadır. Durumun
demokrasi ilkeleriyle çatışan bir yönü yoktur. Dayandığı temelleri korumak
amacıyla hukuk içinde aldığı önlemler nedeniyle bir devletin kusurlu bulunup
suçlanması düşünülemez. Ülkesi ve ulusuyla birlikte kendini korumayan devlet,
devlet olamaz.
Anayasada,
kişilerin hak ve ödevleri, siyasî haklar ve ödevler ile siyasî partilerin bağlı
olacakları esaslar ayrı kurallarla düzenlenmiştir.
Demokrasilerde
Anayasa'nın güvence altına aldığı hakların kullanılması ile belirlediği
ödevlerin yerine getirilmesinde ülke düzeyinde etkinliği olan siyasal
partilerin, demokratik devlet yapısı ile ülke ve ulus bütünlüğünün korunması
için konulmuş Anayasa ve yasa kurallarına uymaları yalnız varlıklarının doğal
gereği olmayıp aynı zamanda bir Anayasa buyruğudur.
2.
Anayasa ve Siyasî Partiler Yasası'nın İlgili Kuralları
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nca davalı Siyasî Parti'nin, programının kimi
bölümlerinin, Anayasa'nın Başlangıç Kısmı ile 3., 14., 68., 69. maddelerine;
2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın ise 78. maddesinin (a) bendi, 81.
maddesinin (a), (b) bentlerine aykırılıkta bulunduğu ileri sürülerek aynı
Yasa'nın 101. maddesinin (a) bendi uyarınca kapatılması istenilmektedir.
Siyasî
Partilerin kapatılmalarıyla ilgili düzenlemelerin kaynağı, Devletin temel
ögelerini belirleyerek bunları güvenceye bağlayan ve toplumsal uzlaşmanın
temelini oluşturan Anayasa'nın aşağıdaki maddelerinde yer alan kurallardır:
"MADDE
1.- Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir."
"MADDE
2.- Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı
içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk
Devletidir."
"MADDE
3.- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili
Türkçedir.
Bayrağı,
şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Millî
Marşı "İstiklal Marşı"dır.
Başkenti
Ankara'dır."
"MADDE
4.- Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki
hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi
hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez."
Anayasakoyucu,
bu kurallarla ulusal birliğimizin değişmezliğiyle ülke bütünlüğünü ve devletin
tekil yapısını ortaya koymuştur. Burada öncelikli olanlar ülke-ulus
bütünlüğüyle Atatürk millîyetçiliğidir.
Vatana
ve ulusa bağlılığın, sevgi ve kardeşliğin, içte ve dışta barışın simgesi
sayılan, tüm bireyleri eşitlik ve adaletle kavrayıp çağdaş evrensel değerlerle
birleşen bu ilkeler, yaşamın her alanda çağdaşlaşmasının ve
demokratikleşmesinin kaynağı ve dayanağıdır.
Siyasî
partilerin çalışmaları ve programları yönünden Anayasa'ya aykırılık, yalnızca
Anayasa'da sayılan parti yasaklarına ilişkin hükümlerle sınırlıdır.
Anayasa'nın
68. ve 69. maddelerinde yer alan yasaklar şunlardır:
-
Siyasî partilerin tüzük ve programları, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne, insan haklarına, ulus egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet
ilkelerine aykırı olamaz.
-
Sınıf ve zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı
amaçlayan siyasî partiler kurulamaz.
-
Siyasî partiler yurt dışında örgütlenip çalışma yapamazlar, kadın ya da gençlik
kolu ve benzeri biçimde ayrıcalık yaratan yan kuruluşlar kuramazlar.
- Siyasî
partiler tüzük ve programları dışında çalışma yapamazlar.
-
Siyasî partiler, temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasına karşı 14.
maddeyle konmuş olan sınırlamaların dışına çıkamazlar.
-
Siyasî partiler, kendi siyasetlerini yürütmek ve güçlendirmek amacıyla
dernekler, sendikalar, vakıflar, kooperatifler ve kamu kuruluşu niteliğindeki
meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları ile siyasî ilişki ve işbirliği
içinde bulunamazlar ve bunlardan maddî yardım alamazlar.
-
Siyasî partilerin parti içi çalışmaları ve kararları demokrasi esaslarına
aykırı olamaz.
-
Siyasî partiler yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan, yabancı
ülkelerdeki dernek ve gruplardan yardım ve emir alamazlar; bunların Türkiye
aleyhindeki karar ve etkinliklerine katılamazlar.
Bu
yasakların kimileri doğrudan bir kapatma nedeni değildir.
Siyasî
partilerin doğrudan kapatma nedenlerinden biri Anayasa'nın 69. maddesinin
birinci fıkrasında gösterilmektedir. Bu fıkraya göre; siyasî partiler, tüzük ve
programları dışında faaliyette bulunamazlar; Anayasa'nın 14. maddesindeki
sınırlamalar dışına çıkamazlar; çıkanlar temelli kapatılır. Böylece, siyasî
partilerin tüzük ve programları dışında faaliyette bulunmaları değil;
Anayasa'nın 14. maddesindeki sınırlamalar dışına çıkmaları doğrudan kapatma
nedenidir. Diğer bir doğrudan kapatma nedeni bu maddenin 8. fıkrasında yer
almaktadır. Bu fıkraya göre de; siyasî partiler, yabancı devletlerden,
uluslararası kuruluşlardan, yabancı ülkelerdeki dernek ve gruplardan yardım ve
emir alamazlar; bunların Türkiye aleyhindeki karar ve faaliyetlerine
katılamazlar. Bu hükme aykırı davranan siyasal partiler temelli kapatılır.
Anayasa'nın
68. maddesinin dördüncü ve beşinci fıkralarında -"Siyasî partilerin tüzük
ve programları, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan
haklarına, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı
olamaz.", -"sınıf ve zümre egemenliğini veya herhangi bir
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayan siyasî partiler kurulamaz."
denilmektedir. Bu kurallarda yeralan "olamaz" ve
"kurulamaz" sözcüklerini doğrudan kapatma nedeni olarak anlamak
gerekir.
Gözönünde
tutulması gereken diğer bir husus da, 68. maddenin beşinci fıkrasında yeralan
kapatma nedeninin 69. maddenin birinci fıkrasının ikinci tümcesinde yer
aldığıdır. Bu tümcenin atıfta bulunduğu 14. madde de açıkça sınıf veya zümre
egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü amaçlayan siyasî partilerin
kurulmasını yasaklamaktadır.
Siyasî
Partiler Yasası'nın 78. maddesinde;
"Siyasî
Partiler:
a)
Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini; Anayasanın Başlangıç Kısmı'nda ve
2. maddesinde belirtilen esaslarını; Anayasanın 3. maddesinde açıklanan Türk
Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline, bayrağına, millî
marşına ve başkentine dair hükümlerini; egemenliğin kayıtsız şartsız Türk
milletine ait olduğu ve bunun ancak Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili
organları eliyle kullanabileceği esasını; Türk milletine ait olan egemenliğin
kullanılmasının belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı veya
hiçbir kimse veya organın, kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi
kullanamayacağı hükmünü, seçimler ve halk oylamalarının serbest, eşit, gizli,
genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi
altında yapılması esasını değiştirmek;
Türk
Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve
hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair
herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak;
Amacını
güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda
tahrik ve teşvik edemezler."
81.
maddesinde;
"Siyasî
Partiler:
a)
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerine millî veya dinî kültür veya mezhep veya ırk
veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler.
b)
Türk dilinden ve kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya
yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet
bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu yolda faaliyette
bulanamazlar."
hükümleri
yer almaktadır.
2820
sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın bu kurallarında, devletin tekliği ile ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğünden söz edilmektedir. Bu maddeler, Anayasa'da
yazılı soyut "Bölünmez bütünlük" ve "tekil devlet"
kavramlarını açıklayarak somutlaştırmaktadır Eş anlatımla, Siyasî Partiler
Yasası, devletin tekliği, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü korumak
amacıyla, ayrılıkçı akımların bir parti durumunda örgütlenmesini yasaklamakta
ve yine siyasî partilerin federal bir sistemi savunamayacaklarını azınlık
yaratamayacaklarını (özendirip kışkırtmayacaklarını), bölgecilik, ırkçılık
yapamayacaklarını ve eşitlik ilkesini korumak zorunda olduklarını
vurgulamaktadır. Böylece anayasal ilkeler Siyasî Partiler Yasası'yla yaşama
geçirilip yaptırımlara bağlanmıştır.
3.
Sav, Savunma ve Kanıtların Değerlendirilmesi
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın, Parti Programında yer alan kimi düzenleme ve
savunmalarla ilgili kararın baştarafına aynen alınan görüşlerindeki
değerlendirmeler açıktır.
Sosyalist
Türkiye Partisi'nin sözlü açıklama ve savunmalarında geçen ve karara aynen
alınan istem ve anlatımların dışında başka bir kanıt yoktur. Sözlü açıklamaya
ilişkin durum, gerçeğe aykırı biçimde ileri sürülmüş, Başkan hakkında red
istemi, Başkanın yerine çağrılan yedek üyenin katıldığı toplantıda görüşülerek
oybirliğiyle reddedildikten sonra inceleme sürdürülmüştür.
Davalı
Parti Programı'nın "Devletin Ülkesi ve Milletiyle Bölünmez Bütünlüğü"nün
bozulması" amacını taşıyıp taşımadığı :
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'nin Ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü bu ilkenin
vazgeçilmez bir unsuru olan ortak dil, kültür, eğitim ve Atatürk Milliyetçiliği
kavramları hukuksal, siyasal olduğu kadar, tarihsel ve sosyal gerçeklere
dayanmaktadır.
Şöyle
ki:
"Bütünlük"
ilkesi ilk olarak Misak-ı Millî'nin birinci maddesinde "... islâm
çoğunluğu bulunan yerleşik toprak parçalarının tamamı hakikaten veya hükmen
hiçbir sebeple ayırma kabul etmez küldür." biçiminde yer almıştır.
Delegasyon
Başkanı İsmet İnönü, Lozan Barış Andlaşması görüşmelerinde, bütünlük ilkesini
"Büyük Millet Meclisi Hükümeti; Türk Yurdu'nun birliğine ve bölünmezliğine
en büyük önemi vermekte, hakların ve ödevlerin, çıkarların ve yükümlülüklerin
yurttaşlarca eşit olarak paylaşılması gerektiğine inanmaktadır." biçiminde
açıklamıştır.
Devletin,
ülkesi ve milletiyle bölünmezliği ilkesi Anayasa'nın birçok maddesinde
özellikle vurgulanmış, Türk Milleti'nin bağımsızlığı ve bütünlüğüyle, ülkenin
bölünmezliğini korumak devletin temel amaç ve görevleri arasında
gösterilmiştir. (Madde 5). Ülke ve ulus bütünlüğünü korumak için temel hak ve
özgürlüklerin kısıtlanabileceği de kabul edilmiş, (Madde 13 ve 14) aynı amaçla
basın ve dernek kurma özgürlüklerine özel sınırlamalar getirilmiş (Madde 28,
30, 33), gençlerin bu anlayış doğrultusunda yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı
önlemler alınması devlete özel görev olarak verilmiş (Madde 58), bilimsel
araştırma ve yayında bulunma yetkisinin Devletin varlığı ve bağımsızlığıyla
ulusun ve ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliğine karşı kullanılamayacağı
belirtilmiş (Madde 130), kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına bu
nedenlerle yönetimin müdahalesi uygun bulunmuş (Madde 135), birlik ve bütünlük
konusunda işlenecek suçlar için özel mahkemelerin kurulması öngörülmüş (Madde
143), aynı konu, TBMM üyeleri ve Cumhurbaşkanı yeminlerinin temel öğelerinden
birini oluşturmuş (Madde 81 ve 103), siyasî partilerin uyacakları esasların
başlıcaları arasında yine "bölünmez bütünlük" ilkesi yer almıştır.
(Madde 68 ve 69)
Uluslar,
varlıklarını tarihsel gelişmeler ve gerçeklerle kazanırlar. Ortak kültürün,
sosyal dayanışmanın ve birlikte yaşama duygusunun doğuşu, gelişip güçlenmesi
tarihe dayanır. Tek vücut durumunda ve tam ulus yapısı içinde bütünleşerek
Kurtuluş Savaşı'nı yapmış halkın vatanı, Türk Vatanı; Milleti, Türk Milleti;
Devleti de Türk Devleti'dir. Dünya, 11. yüzyıldan bu yana çağlar boyu Anadolu
için "Türkiye" ve burada yaşayanlar için "Türkler" adını kullanmıştır.
Bu durum, ulus bütünlüğü içinde yeralan farklı etnik grupları görmeme anlamına
gelmez.
Gerek
Anayasa'ya gerek Siyasî Partiler Yasası'na göre ülke ve ulus bütünlüğü,
devletin bölünmezliğinin temel ögeleridir. Faaliyet, ister ülke, ister ulus
bütünlüğüne yönelik olsun, sonuçta, devletin bölünmez bütünlüğünün tehlikeye
girmesi söz konusudur. Ülke bütünlüğünün hedef alınmasının, ulus bütünlüğünü;
ulus bütünlüğünün hedef alınmasının, ülke bütünlüğünü bozacağı kuşkusuzdur.
Anayasa ve Yasa, bu değerleri birlikte ve ödünsüz, mutlak olarak korumayı
amaçlamıştır. Hiçbir devlet bu konuda hoşgörülü davranmak ve ödün vermek
yetkisini kendinde göremez.
"Millet"
kavramı; insanlığın gelişme süreci sonucunda vardığı en ilerlemiş birlikteliği
oluşturan toplumsal yapıyı anlatır. "Ulus" ve yerine göre
"Halk" sözcükleriyle de anlatılan bu yapı, bir gelişme düzeyini,
bilinçli ve kişilikli bireyler olgusunu gösterir. "Milliyetçilik"
ise, büyük bir toplumsal gerçek ve "millet düşüncesi"nin üzerine
kurulu olan çağın en etkin kültür ve politik anlayışıdır. Milliyetçilik,
Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Türk Devrimi'nin temel ve önde gelen ilkelerinden
biridir. Cumhuriyet döneminde "millet" ve "milliyetçilik"
kavramları, başta, teokrasiden demokrasiye geçişi sağlayan Atatürk olmak üzere
Cumhuriyetin kurucularıyla, onların koyduğu temel ilkeler üzerinde Cumhuriyeti
yöneten kuşaklarca yorumlanmış ve 1924, 1961, 1982 Anayasa'larında yer
almıştır. 1982 Anayasası'nın Başlangıcı'nda "... Atatürk'ün belirlediği
milliyetçilik anlayışı ...", 2. maddesinde "... Atatürk
milliyetçiliği ...", 42. maddesinde "...Atatürk ilkeleri ..." ve
134. maddesinde "Atatürkçü düşünce ..." sözcükleriyle Atatürk
milliyetçiliği güçlü biçimde yer almaktadır. Atatürk Milliyetçiliği, ayrımcı ve
ırkçı bir kavram değil, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkının, kökeni ne
olursa olsun, devlet yönünden tartışmasız eşitliği, içtenlikli birliği ve
birlikte yaşama istencini içeren çağdaş bir olgudur. Ayrımcılığı dışlayıp
"ulus" yapısı içinde kaynaşmayı öngören bu kavram; etnik kökenleriyle
kimliklerin ayrımcılığa varan resmî bir tanıtım belirtisi olarak Siyasî Parti
programlarında ve eylemlerinde amaç edinilmesini engellemektedir. Dil ve din
birliği yanında önemli başka toplumsal bağlar kurmuş toplulukların devletle
olan hukuksal bağlarını koparacak bir girişim, kışkırtma, toplumsal gerçeklere
Anayasa'ya ve Siyasî Partiler Yasası'na uygun bir tutum değildir. Türk Ulusu
içinde "Kürt" kökenli yurttaşlarla değişik boylardan gelen
"Türkler" ve diğer değişik kökenliler ayrımsız biçimde yer almakta
Devletin temel ögesi olan "tek ulus" olgusu böylece somutlaşmaktadır.
Ulus,
tarihsel ve sosyolojik yönden belirli aşamaları geçmiş ve belirli nitelikleri
kazanmış bir topluluktur. Türk Ulusu, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasıyla
sınırları çizilmiş "vatan" kavramına dayanır. Ulus; vatan üzerinde
yaşayan, geçmişten geleceğe doğru bir zaman akışı içinde ortak yaşam istek ve
amacına bağlanan kültür ve ülkü birliğine dayanır. "Ulus" kavramı,
dar çerçeveli topluluk ve dinden başka toplumsal bir bağı olmayan ve başka öge
aramayan ümmet kavramından çok farklıdır. Ulus, tarihsel ve sosyal gelişmenin
yarattığı birlikte yaşama olgusudur. Irk gibi antropolojik ve filolojik
niteliklere dayanan dar bir kavram da değildir. Ulus, ortak bir tarih bilinci
yaratmamış göçebe, yerel dil ve soy gruplarından oluşan sosyolojik bir yapı
olan kavim de değildir. "Misak-ı Milli" sınırları içinde Türkiye
Cumhuriyeti'nin üzerinde kurulduğu, Avrupa, Asya, Afrika kıtaları arasında
köprü durumunda olan, çeşitli göç ve sığınmalara kucak açan vatanda, bin yılı
aşan uzun bir tarihsel gelişme sonunda yaşayan ve Kafkaslara, Balkanlara,
Afrika ve Orta Doğu'ya uzanan Osmanlı İmparatorluğu'ndan arta kalan çeşitli
etnik kökenlerden gelen insanlar ortak geçmişe, tarihe, ahlâka, değer
yargılarına, dine, hukuka ve eşit haklara sahip olarak karşılıklı şekilde
birbirlerinin kültürlerini ve eski Anadolu uygarlıklardan kalan değerleri de
özümseyerek birlikte ortak kültür ve kimliğe sahip bir vatan ve ulus
oluşturmuşlardır. Gönül birliğine dayanan bu oluşumun davalı Parti
savunmalarında geçen asimile etme kimliği yok etme kavramlarıyla bir ilgisi
yoktur. Yapısı bu biçimde olan Türk Ulusu içinde Türk, Kürt gibi ırkçılığa
dayalı ulus ayrımcılığına gitmek gerçekle bağdaşmaz.
Bu
nedenle Atatürk, yeni devletin kuruluş günlerinde açıkca "Türkiye
Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir" demiş ve
anayasalarımızda Ulus ve ülke bütünlüğü esas alınmıştır. Bu bölünmez bütünlük
ilkesinden uzaklaşıp ulusu etnik kökene dayalı "Türk ve Kürt" ayrımlarıyla
nitelemek ve ırka dayalı savlarla bölücülüğe gitmek ve nüfuslandırmak
olanaksızdır. Cumhuriyeti kuranlar sadece Türk ve Kürt kökeninden gelenler
olmadığı gibi, koruyanlar, terör örgütleri karşısına çıkanlar ve bu yolda şehit
olanlar da sadece Türk ve Kürt kökeninden gelenler olmayıp her kökenden gelen
ve Cumhuriyeti kuran Türk Ulusu'dur.
Anayasa'nın
66. maddesinde "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes
Türktür" ilkesine yer verilmiştir. Bu ilke, evrensel bağlamda vatanı ve
ulusuyla bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti'nde bireysel insan hakları yönünden
eşitliği sağlamak için getirilmiş, ulusu kuran herhangi bir etnik gruba
ayrıcalık tanınmasını önleyen birleştirici ve bütünleştirici bir temel
oluşturmuştur. Burada Türklük, ırka dayalı bir anlam taşımamaktadır. Devleti
kuran Ulusun adına uygun biçimde her kökenden gelen vatandaşların vatandaşlığı
ve ulusal kimliği anlamına gelmektedir. Bir kimsenin "Ben Türküm"
deyişi, "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, Türk Ulusu'nun bir
bireyiyim" anlamını taşır. Irka dayalı bir "Türklük" savı ve
etnik kökenleri değiştirme ya da kaldırma anlamı yoktur. Vatandaşlık ve ulusal
kimliğin getirdiği haklar yanında elbet sorumluluklar da vardır. Vatandaşlık ve
ulusal kimlik, vatandaşların etnik kökenlerini yadsıma anlamına gelmez. Etnik
kökenlerin gözetilmesi de yurttaşlık niteliğini ve ulusal kimliği zedelememeli
ve etnik kökene dayalı ayrı ulus olma savlarına, dayanak yapılmamalıdır.
Toplumun
tüm kesimlerinde gerçekleştirilen bu kutsal ve tarihsel mirasın korunmasını
amaçlayan anayasal ilkelerle yasal önlemler, toplumun huzur ve refahı, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'nin güvenliği ve varlığı ile ilgilidir. Türk Milleti içinde
yer alan her kökenden vatandaş, hiçbir ayrım gözetilmeksizin istek ve
başarılarına göre her görev ve işte çalışmış; Türkiye'nin her yerinde, köyünde,
kentinde yaşama, yerleşme, okuma, evlenme, gelişme ve yükselme ile ortak dil ve
kültürden yararlanma ve katkıda bulunma olanağına kavuşmuştur. Böylece herkese
ülkede her düzeyde tüm demokratik, siyasal ve temel haklar tam eşitlikle
tanınmıştır. Bu tarihsel oluşum nedeniyle "ülke ve milletin bölünmez
bütünlüğü," T.C. Anayasa'larında vazgeçilmez ve ödün verilmez temel kural
olarak yer almıştır. Tarihsel bir gelişme süreci içinde gerçekleşen, ayrılması
olanaksız bir kaynaşma ve bütünleşme, eşitliğe dayanarak ırkçılığı reddeden
Türk Ulusu gerçeğine karşı, ayırıcılığa, bölücülüğe ve sonuçta yok olmaya yol
açacak davranışları insan hakları kapsamında görmek olanaksızdır.
Anayasa
Mahkemesi'nin siyasal partilere ilişkin 20.7.1971 günlü, Esas 1971/3, Karar
1971/3 sayılı kararında değinildiği gibi; 1921 Anayasası'ndan 1961 Anayasası'na
değin sürekli olarak üzerinde durulmuş bir ilke olan "Türk Devleti'nin
ulusu ve ülkesi ile bölünmezliği" ilkesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde
saptanan biçimi ile Misak-ı Millî'nin gösterdiği sınırlar içinde birbiriyle
kaynaşmış olarak yaşayanların gerçekten ve hukukça ayrılık kabul etmez bir
bütün oldukları kesinlikle belirlenmiş ve bu bütünlük içinde ayrıcalıklı bir
Kürt halkından hiçbir zaman söz edilmemiş olduğu gibi, Lozan Barış Andlaşması
görüşme ve kararlarında da, Misak-ı Millî'nin çizdiği sınırlar içindeki
azınlıklar sayılırken "Kürt" ayrımına yer verilmemiştir.
Bu
durum yalnızca bir olayın değil, doğrudan doğruya bir gerçeğin de anlatımıdır.
Bu gerçeği de en çağdaş anlamıyla Atatürk'ün ulus anlayışında bulmaktayız.
Atatürk'ün kendi el yazısı ile düzenlediği notlarında: "Bugünkü Türk
Milleti, siyasî ve içtimaî camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik
fikri ve hattâ Lâzlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş
yurttaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirle ri mahsulü
olan bu yanlış göstermeler hiçbir millet ferdi üzerinde üzüntü ve kınamadan
başka bir tesir hâsıl etmemiştir. Çünkü bu millet efradı da umum Türk Camiası
gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlâka ve hukuka sahip bulunuyorlar"
diyerek Ulus'u oluşturan vatandaşların ortak değerlerini birleştirici ögelerini
açıklamış, haklar ve özgürlükler yönünden ayırımsız uygulamayı vurgulamıştır.
Türkiye
Cumhuriyeti, Atatürk Milliyetçiliğine içtenlikle bağlıdır. Eşitlikçi ve
birleştirici içeriğiyle çağdaş anlayışı yansıtan Atatürk Milliyetçiliği
toplumsal dayanışmanın temeli ve güvencesidir. Atatürk Milliyetçiliği, yaşamsal
ve bilimsel gerçek olarak benimsenmiştir. Bu tarihsel ilke aynı zamanda ulusal
varlığın korunmasına ve yücelmesine hizmet edecek yaşam anlayışı ve biçimidir.
İnsancıl, uygar ve barışcıdır. Kardeşliği, sevgiyi, dayanışmayı ve çağdaş
evrensel değerleri kucaklar.
Dil
ve eğitim konusuna gelince; bin yıldan beri birlikte yaşayan, vatanın her
yerinde içiçe kaynaşan çeşitli soy ve kökenden gelen bireyler arasında Türkçe
en yaygın dildir. Sadece resmî işlerde değil, ailede, günlük yaşamda ve
eğitimde kısacası toplumsal ilişkilerin her alanında kullanılan ortak bir dil
olmuştur. Türkçeyi bilmeyen ve kullanmayan çok az kişi vardır.
Ayrıca
kapalı ve açık özel ortamlarda, ev ve işyerinde, basın ve sanat alanında yerel
dillerin kullanılması da yasak değildir. Tersine savlar gerçek dışıdır. Ulus
bütünlüğü içinde yer alan kimi etnik grupların kendi aralarında kullandıkları
yerel dillerin resmî dil yerine ortak iletişim ve çağdaş eğitim aracı olarak
tanınması olanaklı değildir.
Anayasa'nın
26. maddesinin üçüncü fıkrasında "Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında
kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz" denilmektedir.
Türkiye'de özellikle yasaklanan bir dil kalmadığı gibi özel yaşamda birçok dil
kullanılmaktadır. Anayasa'nın 42. maddesinin son fıkrasında, Türkçe'den başka
hiçbir dilin eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri
olarak okutulup öğretilemeyeceği, uluslararası andlaşmalar saklı tutularak
kurala bağlanmıştır. Bu anayasal gerek, öğretim ve eğitim birliği ile
ilköğretimin zorunlu olmasının ve bu yolla ulusal bütünlük ve dayanışmanın
taşıdığı öneme bağlanmalıdır.
Dil
konusuyla ilgili bir başka düzenleme de Anayasa'nın 14. maddesinin ilk
fıkrasındaki "Anayasa'da yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, ...
dil... ayrımı yaratmak ... amacıyla kullanılamazlar." ilkesidir.
Devletin
bölünmez bütünlüğü ile dili konusundaki kurallar, yaptırımsız değildir. Herşeyden
önce Anayasa'nın 4. maddesine göre, bu konularda genel ilkeyi koyan Anayasa'nın
3. maddesi "Değiştirilemez ve değiştirilmesi, teklif edilemez". Öte
yandan, Anayasa'nın 69. maddesi, bu sınırlamalara uymayan bir devlet düzeni
kurma yasağını içeren 14. maddeye aykırı davranan siyasî partilerin temelli
kapatılacağını öngörmektedir.
2820
sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın ilgili kuralları, bu anayasal çerçevede
değerlendirilmelidir. Yasa'nın 78. maddesinin (a) bendi, Anayasa'nın 4. maddesi
doğrultusunda bir kural koymuş siyasî partilerin, diğer yasaklar yanında
devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüyle diline ilişkin yukarda
değinilen Anayasa'nın 3. maddesini değiştirmek amacını da güdemeyeceklerini
belirlemiştir.
Irk
ve dil farklılıklarına göre azınlık statüsü tanımak, ülke ve ulus bütünlüğü
kavramıyla bağdaşmaz. Diğer kökenli yurttaşlar gibi Kürt kökenli yurttaşların
da kimliklerini belirtmeleri yasaklanmamış; ancak azınlık ve ayrı ulus
olmadıkları, Türk Ulusu dışında düşünülmeyecekleri, devlet bütünlüğü içinde yer
aldık ları ortaya konmuştur. Azınlığın sosyolojik ve hukuksal tanımlarına
uygun bir nitelik, Kürt kökenli yurttaşlarda bulunmadığı gibi, onları öbür
yurttaşlardan ayıran herhangi bir yasal kural da yoktur. Türkiye'nin her
yerinde her yurttaş hangi kurala bağlı ise onlar da aynı kurala bağlıdır.
Azınlıkların bağlı olduğu kuralların kaynağını andlaşmalar oluşturmakta, Kürk
kökenli yurttaşlarla öbür yurttaşlar arasında hiçbir ayrım yapılmamakta
bireysel hak ve özgürlüklerden sınırsız biçimde yararlanmaktadırlar. Esirgenen,
yoksun kılınan, dar tutulan bir hak yoktur. İşçi, işveren, hekim, avukat,
memur, subay, yargıç, milletvekili, bakan, Cumhurbaşkanı gibi her göreve
gelebilmektedirler. Kimi yerel ve etnik köken özellikleri dışında, dil birliği,
din birliği, tarihsel birlik vardır. Evlilikler nedeniyle kan bağlılığı
oluşmuştur. Aynı yörede birlikte yıllardır yaşamaktadırlar. Sınırsız hakları,
sınırlı haklara, ulusun kendisi olmayı azınlık olmaya dönüştürmenin
anlamsızlığı açıktır. Amacın, bölünmeyi gerçekleştirmek olduğu anlaşılmaktadır.
Kaldıki, hangi demokratik hakkın verilmediği açıklanmamakta, üstü kapalı
ifadelerle esasta ayrı bir ulus olmanın gerektirdiği ulusal haklara
değinilmektedir. Bu durum, sorunun demokratik ve siyasal haklarla ilgili
olmadığını göstermektedir.
Anayasa'daki
ulus bütünlüğü, ilkesinden uzaklaşıp, Türk ve Kürt Ulusları ayrımına gidilemez.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde, tek bir devlet ve tek bir ulus vardır, birden
çok ulus yoktur. Türk Ulusu içinde değişik kökenli bireyler olsa da hepsi Türk
Ulusu bütünlüğü içindedir. Tarihsel bir gerçek olan "Türk Ulusu"
olgusu yerine ırkçılığa dayanan ayrılıklar ve Türk vatandaşlığı niteliğini
değiştiren savlar geçersizdir. Anayasa, bölgeler için özerklik ve özyönetim adı
altında ayrılık getiren yöntemlere-biçimlere kapalıdır.
Kimi
siyasal nedenlerle dış etkenlerden kaynaklanan, kimi varsayım, yorum ve
bahanelere dayanan, insan hakları ve özgürlük savlarıyla yoğunlaştırılan
sakıncalı amaçlara geçerlik tanınamaz. Devlet "TEK"dir, ülke "
TÜM"dür, ulus "BİR"dir. Ulusal birlik; devleti kuran, ulusu
oluşturan toplulukların ya da bireylerin, etnik kökeni ne olursa olsun,
yurttaşlık kurumu içinde ayrımsız birliktelikleriyle gerçekleşir. Anayasa'da ve
yasalarda yurttaşlar arasında ayrımı öngören hiçbir kural bulunmadığı gibi,
kimsenin soy kökeninin yadsınması ya da kabul edilebilecek yeni bir savı da
yoktur. Ulusal ve tekil devlet etnik ayrılıklarla tartışılamaz. Herkesin,
herzaman karşılaşabileceği ve giderek hukuk devletinde giderilip karşılığı
istenebilecek aykırılık, çelişki, haksızlık ve yanlışlıklar, insan hakları
alanında sömürü nedeni yapılarak, gerçekler saptırılıp çarpıtılarak, üstü
kapalı biçimde, ayrı ulus yoluyla ayrı devlet amaçlanamaz. Tartışılamaz
kavramlar ve değerlerle, ödün verilmesi olanaksız ilke ve niteliklerin kaynağı
Türkiye Cumhuriyeti'dir. Çağımızda da farklı etnik grupların birlikte
uluslaşması ve devletleşmesi uluslararası düzeyde hukuksallığını korumaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti için farklı düşünmenin haklı bir nedeni yoktur.
Ulus birliğini bölmek; belli toprak parçasını bir ırktan gelenlere maletmek,
etnik arındırma yapmak anlamına gelir ki, bunun çağdaş, insancıl değerlerle
bağdaştırılması olanaksızdır. Vatandaşlık, bölge özelliklerini ve etnik
farklılığı aşan, bütünleştirici çağdaş üst bir olgudur. Bu konuda bir kimsenin
diğerinden farklı olmasına; din, kültür ve etnik kökene ilişkin ayrıcalıklara
yer yoktur. İnsan haklarının sadece bir kişiye, sınıfa ve zümreye değil
ayrımsız olarak bütün vatandaşlara eşit olarak uygulanması esastır. Siyasal
açıdan önemli olan, soy değil, ulusal topluluktan olmaktır. Eğer bir soy,
vatandaşlık bağlamındaki insan hakları dışında özel haklara sahip olmak isterse
bu, onun ulus bütünlüğü içinde yalnız bir köken değil, aynı zamanda ayrı ulusal
bir topluluk olması anlamına gelir. Bu ise, ulus bütünlüğü ilkesiyle bağdaşmaz.
Devlet,
ülke, ulus konuları, her devlette farklılık gösteren, tarihsel süreçle
ulaşılan, yeniden değiştirilip biçimlendirilmesi olanaksız olgulardır. Ulusal ve
uluslararası hukuk düzeninde insanlığın mutluluğu için bu temel olguları
korumak üzere getirilen düzenlemelere siyasî partilerin uyma zorunluluğu
tartışılamaz.
Üzerinde
durulması gereken diğer bir konu da "bölünmez bütünlük" ilkesinin,
egemenlik kavramı ile yakın ilişkisidir. Türkiye Cumhuriyeti tekil devlet
esaslarına göre kurulmuş, bütünlüğe dayanan bir devlettir.
"Egemenlik" başlıklı Anayasa'nın 6. maddesinde:
"Egemenlik
kayıtsız şartsız Milletindir.
Türk
Milleti, egemenliğini, Anayasa'nın koyduğu esaslara göre, yetkili organları
eliyle kullanır.
Egemenliğin
kullanılması hiçbir surette, hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa
bırakılamaz..." hükümlerine yer verilmiştir. Bu kurala göre, egemenlik
ulus bilincinde birleşenlere aittir. Ulus, Yasama Organı'nı özgür iradesiyle
belirleyecektir. Hangi köken ya da soydan gelirse gelsin herkes ulus
kapsamındadır. Böylece, ülke, ulus ve egemenlik, bir bütünlük ve uyum içinde
gözetilmesi gereken kavramlar olarak ortaya çıkmaktadır.
Bölünmez
bütünlük ilkesi, devletin bağımsızlığını, ülke ve ulus bütünlüğünün korunmasını
da kapsar. Kuruluşundan beri tekil devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nin, bu
tarihsel niteliği Anayasa'lara yansımış olup, korunması konusunda güçlü
yaptırımlar getirilmiştir. Özen ve duyarlıkla sürdürülen yapı, ulusun varlık
nedeni olup başka çok uluslu ülkelerin koşulları ile bir tutulamaz. Bu temel
ilkeden ödün verilemez. Gerçekte olmayan bir insan hakkı sorunu ileri
sürülerek, devleti parçalamaya yönelik girişime, azınlık bulunduğu bahanesi
dayanak yapılamaz. Tekil devlet esasına göre düzenlenen Anayasa'da federatif
devlet sistemi benimsenmemiştir. Bu nedenle siyasî partiler, Türkiye'de federal
sistem kurulmasına programlarında yer veremezler ve bu yapıyı savunamazlar.
Devlet yapısında "bölünmez bütünlük" ilkesi; egemenliğin, ulus ve
ülke bütünlüğünden oluşan tek bir devlet yapısıyla bütünleşmesini gerektirir.
Ulusal devlet ilkesi, çok uluslu devlet anlayışına olanak vermediği gibi böyle
düzende federatif yapıya da olanak yoktur. Federatif sistemde federe devletler
tarafından kullanılan egemenlikler söz konusudur. Tekil devlet sisteminde ise,
birden çok egemenlik yoktur. "Devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez
bütünlüğü" kuralı, azınlık yaratılmamasını, bölgecilik ve ırkçılık
yapılmamasını ve eşitlik ilkesinin korunmasını içermektedir.
"Egemenlik" ve "devlet" kavramlarının, "ulus"
kavramıyla bütünleşmesi, devletin herhangi bir etnik kökenden gelenlerle ya da
herhangi bir toplumsal sınıfla özdeşleştirilmesine engeldir. Bunun nedeni;
ulusun çeşitli toplumsal sınıflardan oluşmasına karşın sınıflarüstü bir kavram
olmasıdır. Bunun için, egemenliğin kullanılmasını tek bir toplumsal sınıfa
bırakan ya da bir toplumsal sınıfı egemenliğin kullanılmasından alıkoyan veya
egemenliği bölen düzenlemeler bölünmez bütünlük ve tekil devlet ilkesine ters
düşer. Anayasa'daki "Türk Milleti" tanımı içinde dinsel inanç ve
etnik kökeni ne olursa olsun her yurttaş tam eşitlikle yer almakta, bu tanım
köken özelliklerinin açıklanıp kullanılmasını asla yasaklamamaktadır. Tersine
savlar, yapay halk-ulus nitelemeleri, bölücülük ve ayrımcılık özendirmeleri
olmaktan öteye geçemez. Demokrasi, demokrasiyi yıkarak savunulamayacağı gibi
demokrasi, demokrasiye karşı ve onu yoketmek içinde kullanılamaz. Demokratik
haklar, despotizme araç yapılamaz.
Son
yıllar içinde kimi çok uluslu devletlerin yapısal değişime uğramasından
esinlenilerek, kimilerince Türkiye'de aynı değişikliğin olması gerektiğinin
ortaya konulması, Anayasa'da değiştirilmesi yasaklanan maddeler arasında
bulunan devlet, ulus ve ülke kavramlarının tartışmaya açılarak bu konularda
olabilirlik umutlarının yaratılması gerçeklerle çatışan tarihsel, siyasal ve
hukuksal yanılgılar olmuştur. Diğer ülkelerde son yıllarda izlenen ve yeniden
bağımsızlığı kazandıran yapısal değişiklik, Türkiye'de Osmanlı
İmparatorluğu'nun dağılması ile daha önce yapılarak gönüllü birlik içinde
uluslaşma sağlanmış ve tamamlanmıştır. Cumhuriyet tarihi bunun kanıtıdır.
2820
sayılı Yasa'nın 78. maddesinin (a) bendi, siyasî partilerin Anayasa'nın 3.
maddesinde açıklanan devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve dili
ile ilgili temel hükmü değiştirmek amacını güdemeyeceklerini belirtmektedir.
81. maddenin (a) ve (b) bentlerinde de;
Siyasî
Partiler:
(a)
"Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde millî veya dinî kültür veya mezhep
veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri
süremezler."
(b)
"Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak
geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar
yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu yolda
faaliyette bulunamazlar." denilmektedir.
Yasa
maddesinin gerekçesinde, "Ülkemizde Lozan Andlaşması ile kabul edilen
azınlıklar dışında bir azınlık yoktur. Herhangi bir ülkede resmî dilin dışında
bazı dillerin bilinmesi veya yer yer konuşulması azınlık yaratmaz. Hele siyasî,
sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda olduğu gibi her bir alanda bütün haklara
sahip ve borçlarla eşit bir şekilde yükümlü olan tek bir milletin evlatları
arasında azınlıktan söz etmek mümkün değildir...
Bir
memlekette resmî dilin her vatandaş tarafından bilinmesi, hangi alanda olursa
olsun eşitlik ilkesinin hakkıyla uygulanabilmesi ve adlî ya da idarî işlerin
çabukluk ve selametle yürütülmesi bakımından yararlı hatta zorunludur. Bu itibarla
resmî dili, genç, ihtiyar, kadın, erkek ve vatandaşın bilmesini sağlamak
Devletin görevidir" düşüncesi yer almaktadır.
Maddenin
(a) bendinde, siyasî partilerin millî ya da dinî kültür, mezhep, ırk ya da dil
ayrılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyecekleri
öngörülmektedir. Lozan Andlaşması ile kabul edilen azınlıklar kuşkusuz, bu
bendin kapsamı dışındadır. Nitekim, bu husus gerekçede de belirtilmiştir.
Özellikle
belli büyüklükteki ülkelerin hemen tümünde, din, ırk, dil ve mezhepleri farklı
toplulukların bulunması doğaldır. Bu farklılık, kimi ülkelerde büyük boyutlara
ulaşabilir. Bunların her birine azınlık statüsü tanımak ülke ve millet
bütünlüğü kavramıyla bağdaşmaz. Öte yandan, başlangıçta kabul edilebilir
istekler gibi görünen ayrımcılığa yönelik kültürel kimliğin tanınması istemleri
zamanla bütünden kopma eğilimine girer. Bu nedenle yasakoyucu konu ya özel bir
özen göstermiştir.
Türkiye'de
azınlıklar konusu Lozan Barış Andlaşmasıyla düzenlenmiştir. Bu düzenlemenin
belirgin iki özelliği vardır: İlk olarak, ancak müslüman olmayanlar azınlık
olarak kabul edilmiştir. İkinci olarak da böyle bir düzenleme ile müslüman
olmayanlara da müslümanların yararlandıkları medenî ve siyasî haklardan
yararlanma olanağı sağlanmış, yasalar önünde din ayrımı yapılmaksızın herkesin
eşit olduğu hususu belirlenmiştir.
Bu
nedenle 2820 sayılı Yasa'nın 81. maddesinin (a) bendi ile ülkemizde azınlık
yaratmama yolundaki duyarlılığın siyasî partilerce de paylaşılması
amaçlanmaktadır. (b) bendinde ise, siyasî partilerin, Türk Ulusunca oluşturulan
ortak dil ve kültürü dışlar biçimde başka dil ve kültürleri korumak,
geliştirmek ya da yaymak yoluyla ülkede azınlıklar yaratarak millet
bütünlüğünün bozulması amacını güdemeyecekleri belirtilmiştir.
Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin vatandaşları arasında etnik ya da diğer herhangi bir
nedenle siyasal ve hukuksal ayrılık söz konusu değildir.
Türk
Ulusu'nu oluşturan, binlerce yıl birarada yaşamış, kaynaşmış, ortak kültüre,
ahlâka ve dine sahip insanların tarihleri birdir. Vatan üzerinde yaşamış bütün
geçmiş kuşaklar, ülkenin ve ulusun bütünlüğünü ve onurunu sürdüreceği kuşkusuz
olan, gelecek kuşaklarla birlikte düşünülmelidir. Her ulusun olduğu gibi
tarihsel gerçeklere dayanan Türk Ulusu'nun ortak kimliği ve kültürü de savunmasız
bırakılamaz. Herşeyden önce Türk Devleti'nin bağımsızlığına, kimliğine ve
özbenliğine, ulusal bütünlüğüne düşman olan tüm karşıtlıklarla uğraşmak görev
olduğu kadar uluslararası hukuksal belgelerin benimsediği temel bir haktır.
Anayasa'ya
göre, ulus ve ülke bütünlüğü devletin en temel özelliği ve ilkesidir. Türkiye
Cumhuriyeti içinde birden fazla ulus olamaz. Yapısı yukarda belirlenen Türk
ulusu içinde değişik kökenli bireyler olabilir; ancak bunların hepsi Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşıdır. Türk vatandaşlığı niteliğini değiştiren savlar
Anayasa'ya uygun değildir.
Siyasî
partilerin, çalışmalarında devletin ülkesi ve ulusu ile bölünmezliği temel
kuralına uymaları, ülkenin ya da ulusun bir bölümünün bugünkü bütünlüğünü
bozarak ayrılması sonucunu doğrudan doğruya veya dolayısıyla doğurabilecek her
türlü eylemden ve propagandadan kaçınıp çalışmalarını bu bütünlüğü daha da
pekiştirecek biçimde yürütmeleri demektir. Bunun sonucu da ülke ve ulus
bütünlüğünü zedeleyebilecek olan her türlü yazı, söz ve davranışın siyasal
partiler için yasak olmasıdır.
Anayasa
ve Siyasî Partiler Yasası'na göre, ırk ayrımcılığı ve bu yolla ülkeyi parçalama
bir siyasal partinin dayanağı, amacı ve ereği olamaz. Devletin bütünlüğünü
koruması en doğal hakkı ve ödevidir.
Bu
açıklamalara göre bir değerlendirme yapıldığında Sosyalist Türkiye Partisi,
programıyla, savunma ve sözlü açıklamalarında geçen görüşlerle, uluslararası
belgelere ve ulusal gerçeklere karşın Türkiye Cumhuriyeti Devleti içinde Türk
Ulusu bütünlüğünden ayrı bir Kürt Ulusunun varlığı ortaya konulmakta ve kendi
geleceklerini belirleme hakkı üzerinde durulmaktadır.
Dikkati
çeken diğer önemli bir husus da Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin
vatandaşlarından Kürt kökenli olanların Genel Kürt Kurtuluş hareketi içinde
gösterilmesidir. Bu bağlamda Türkiye'deki Kürt kökenli vatandaşlar, Dünyadaki
Kürtlerin kurtuluş mücadelesi içinde gösterilerek önemli gördükleri bu dinamiğe
marksist görüşe dayalı Sosyalist Türkiye Partisi'nin güçlü çekim merkezi olması
ve oluşturulacak gücün parti olarak marksizme dayalı sosyalizm için
kullanılması hedeflenmektedir. Savunmalarda programda yer alan Kürt Ulusal
Kurtuluş hareketinin Türkiye'deki Kürtleri kapsamadığı biçiminde sapmalara
gidilmekte ise de programda bu ifadelerin yer alış biçimiyle savunmalardaki
açıklık gerçeği ortaya koymaktadır.
Parti
Genel Başkanının açıklamasında: parti programının ilgili bölümlerinde
"Kürt ulusal hareketi, Türkiye Cumhuriyeti ile sınırlı olmayan bir coğrafi
bölge içersinde değerlendirilmektedir. Özel olarak T.C. sınırları içinde bir
kürt ulusal hareketinden hiçbir şekilde söz edilmemektedir. Tabiki bu
coğrafyanın içinde T.C. de vardır." denilerek çelişkili bir anlatım ile
zorlama veya saptırmanın varlığı hemen göze çarpmaktadır.
Savunmada
görülen çelişkilerden biri de "Atatürk
Milliyetçiliği"
ile ilgilidir.
Bir
yerde "Öncelikle Kürt sorunu üzerine bir giriş yapmak gereksinimini
duyuyoruz. Türkiye'de içtihatlar yolu ile Kürt sorunu ve Kürt realitesinden söz
etmek artık suç sayılmıyor. Sevindirici olan bu gelişmeye, Davalı Parti'nin
yagılandığı 1982 Anayasası'nın başlangıç bölümünün sözünü ettiği "Atatürk
Milliyetçiliği perspektifinin doğrultusunda geldik." denirken bir yerde de
Anayasa Mahkemesi'nin "Atatürk Milliyetçiliği" kavramını tanımlıyarak
"Devlet ve Milletin bölünmez bütünlüğü"ne ne tür eylemin ya da nasıl
bir progmatik düzenlemenin bozabileceğinin sınırlarını çizmeye çalıştığı
kararında da, kavramı açıklarken "yurttaşlık" bağı ile
sosyolojik/siyasî bağı birbirine karıştırmıştır. Yurttaşlık bir devlete hukukî
bağlanmayı ifade eder. Kürt Ulusundan söz etmek onun dili kültüründen sözetmek,
ulusal varlığını toplumsal/siyasal olarak görmek, yurttaşlık kavramı ile
dolayısıyla üniter devlet yapısını bozmak ile ilgili değildir."
denilmiştir.
"Atatürk
Milliyetçiliği" yukarda ilgili bölümde açıklandığı gibi ideolojik bir
saplantı değildir. Toplumsal sosyolojik gerçeklere dayanan hukuksal ve siyasal
bir olgudur. Vatan sevgisine dayanır. Vatan ve vatandaşlarının çağdaşlaşması ve
dünya barışı ile sınırlıdır. Savunma da ileri sürülen görüşlerin aksine ayrı
ulus veya etnik kökenden gelmiş olmak vatandaşlar arasında Türkiye Cumhuriyeti
Devleti'nin ülke ve ulus bütünlüğü içinde bir ayrımcılık nedeni olarak
görülemez.
Savunmalarda
"Tek Ulus" kavramının kimseye dayatılamıyacağı belirtilerek çok
uluslu sosyalist ülkelerin değişimden önceki yapıları örneklenmektedir. Tek
Uluslu devlet yapısıyla çok uluslu devlet yapısı içinde vatandaşlık haklarıyla
sosyolojik gelişmenin farklı olması doğaldır. Yetmiş sene önce kurulan çok
uluslu devletlerin bu gün ulus yapılarına göre ayrı ayrı devletleşmesi; bin yıl
bir arada yaşamış, sosyolojik bütünleşmenin neticesi olarak gönül birlikteliği
içinde Tek Ulus olarak devlet kurmuş, vatandaşlarına eşit siyasal, hukuksal ve
ekonomik hakları tanımış tek uluslu devletlerinde değişik kökenden gelen
toplulukların varlığı nedeniyle ayrı uluslar ve devletler haline gelmesini
gerektirmez.
Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlarının hakları ile aynı kökenden gelişe bağlı olarak diğer
ülke vatandaşları hakları arasında bağlantı kurulmasının da hukuksal dayanağı
yoktur. Türk kökeninden gelen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ile Türk kökeninden
gelen diğer devletler vatandaşlarının hak ve mücadelesi aynı değerlendirmeye
bağlanamıyacağı gibi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Kürt veya diğer
kökenli vatandaşların, başka devletlerdeki Kürt veya diğer kökenli o ülkeler
vatandaşlarının hak ve mücadeleleri aynı değerlendirmeye bağlanamaz.
Dünyada
"bir Kürt ulusu vardır" demekle Türkiye'de "Türk Ulusu bütünlüğü
dışında ayrı bir Kürt Ulusu vardır" demek ayrı anlamlar taşır.
Türkiye'deki
Ulusal yapılaşmaya nazaran daha yeni olan Amerika'da; Alman, Fransız, İtalyan,
İspanyol soyundan ve diğer etnik kökenlerden gelen Amerikan vatandaşlarının
ırka dayalı olarak ayrı ayrı uluslaşması ve bunlara ayrı devlet kurma hakkı
tanınması aynı biçimde demokratik, tek uluslu diğer devletlerde bu yolun
açılması olanağı yoktur.
Görüldüğü
gibi dünyada "Tek Uluslu" demokratik devlet sadece Türkiye
Cumhuriyeti değildir.
Böylece,
savunmada geçen "Tek Ulus kavramını kimseye dayatamayız" sözünün
karşılığı, "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Ulus bütünlüğünü bozmayı hiç
bir kimse, demokratik devlet ve kuruluşlar dayatamaz." olmaktadır.
Çünkü
bu uluslaşma bin yıllık birlikteliğe sosyolojik, tarihsel ve siyasal
gelişmelere dayanmaktadır.
Onun
içindir ki; ısrarla yapılan özendirme, yanıltma kandırma, korkutma ve
kışkırtmalarla desteklenen teröre karşın, Kürt kökeninden gelen
vatandaşlarımızı Türk Ulusu bütünlüğünden ayırma çabaları başarılı olamamıştır.
Kürt
kökeninden gelen vatandaşlarımızı Türk Ulusu bütünlüğünden ayırmanın
olanaksızlığı gibi Türk kökeninden ya da diğer kökenlerden gelen
vatandaşlarımızı da Türk Ulusu bütünlüğünden ayırmak veya karşılıklı mücadele
ortamına çekmek olanaklı değildir.
Savunmada
görülen çelişkilerden bir diğeri de Lozan Konferansı ile ilgilidir. Savunmanın
bir yerinde Lozan Andlaşmasıyla ilgili olarak "Yaklaşık günümüzden 70 yıl
önce yapılmış bu metinlerin bugünkü bir sosyolojik olguyu açıklamasını beklemek
saçmalıktır. Siyasî anlaşma metinlerinin toplumsal realitelerin tartışılmasında
nihaî başvuru kaynağı sayılması hukuk adına utanç vericidir. İddia makamı ve bu
iddianameyi ciddiye alan Anayasa Mahkemesi bilimsel ve hukuk açısından
yetersizliğini kanıtlamıştır." denilirken diğer bir yerinde "Kürt
Ulusu" varlığının Atatürk ve İsmet İnönü tarafından tanındığı, Lozan
Konferansı tutanaklarına geçtiği belirtilerek Lozan Konferansı tutanaklarının
incelenmesi istenilmekte ve son yıllarda "Kürt realitesini kabul
etmeliyiz" derken bir Kürt Ulusu'nun varlığının açık seçik biçimde kabul
edildiği belirtilmektedir.
Atatürk
ve İsmet İnönü tarafından ülke ve ulus bütünlüğünün bölünmezliği konusunda
söylenen sözler, bu konuda Lozan Konferansı tutanaklarında yer alan metinler
yukarda ilgili bölümlerde gösterilmiştir. Söylenen ve bugün içinde gerçek olan
Kürtlerin Türk Ulusu bütünlüğü içinde yer aldığı, ayrı ulus olma ve ayrı devlet
kurma isteklerinin olmadığıdır. Öbür yandan savunmalardaki iddiaların aksine
Türkiye'de bugün, etnik grupların, ülke ve ulus bütünlüğünün bozulmasını hedef
alınmaması, asıl amacın saptırılmaması kaydıyle, dil ve kültürlerini
geliştirmesi engellenmemektedir.
Yine
savunmada "Ermeni, Rum, Çerkez halklarını cemaat olarak kabul edip
yüzyıllardır iç içe yaşadığı fakat uluslararası bir ağırlığı olmayan Kürt
insanın gerçeğini kabul etmemek vardır." denilmekte ise de Çerkez veya
diğer kökenden gelen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına Kürt kökenli
vatandaşlardan farklı bir statü ve hak tanınmamıştır.
Bütün
bunlar sözcük oyunları, anlatım değişiklikleri ve çeşitli bahanelerle
gerçekleri saptırarak Türkiye Devleti'nin ülkesi ve ulusuyla bölünmez
bütünlüğünü bozucu niteliktedir. Bunlarla anlatılmak istenen, "Türk
Ulusu" bütünlüğü dışında "Türk ve Kürt" ulusları adıyla iki ayrı
ulusun varlığı ortaya konularak partinin, bu iki ulusun eşit biçimde işlem
görmesi ve ayrı birer ulus olmaktan kaynaklanan uluslararası hakların
tanınmasıyla birlikteliklerini gönüllü olarak devam ettirmelerinden yana
olduğudur. Proğramda geçen gönüllü birlikteliğin anlamı budur.
Ön
savunmada, "Siyasî Partiler Yasasının değerlendirilmesinde, Uluslararası
hukukun temel prensipleri ve ülkemizin taraf olduğu veya onaylandığı
Uluslararası sözleşmelerin birer iç hukuk metni ve/veya prensipleri olarak olayda
dikkate alınması ve bu araçların dinamik yorum yöntemiyle Anayasa'nın özel
yorumundan ziyade amaçsal yorumuyla birlikte siyasal/toplumsal gerçekler
gözönüne alınarak uygulanması gerekir." denilmiştir.
Anayasa
Mahkemesi; Anayasa'da ve Anayasa'ya uygun yasa kurallarında açıklık varken,
bunları bir yana itip hukuk dışı uygulamalara yol açacak biçimde yorumlara
girerek yasalara aykırı davranışlara geçerlik kazandıramaz. Siyasî Partiler
Yasası ile Anayasa'nın bu konudaki hükümleri değişmemiştir. Bir yasa yeni bir
yasa ile kaldırılmadıkça ya da iptal edilmedikçe uygulanmasının süreceği
hukukun değişmez kurallarındandır. Anayasa ve Siyasî Partiler Yasası
değişmedikçe Anayasa Mahkemesi bunları uygulayacaktır.
Öbür
yandan, Devlet, Ülke ve ulus bütünlüğünü bozmaya yönelik eylemlere;
uluslararası hukuk belgeleri, anlaşma ve sözleşmeleri, bu arada Helsinki Sonuç
Belgesi ve Paris Şartı olur vermemektedir.
Anayasa
Mahkemesi birçok kararında, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi'ne ve Avrupa Sosyal Haklar Temel Yasası'na yollamada
bulunmuştur. İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme
kapsamındaki hak ve özgürlükler, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda da güvence
altına alınmıştır. Hakları kullanmanın, özgürlüklerden yararlanmanın sınırsız
olmadığını vurgulayan İnsan Hakları Evrensel Demeci'nin 29. ve 30. maddeleri,
içerik olarak demokratik düzeni yıkıcı söz ve eylemlere karşı sınırlamalar
getirilmesinin ve önlemler alınmasının dayanağıdır.
Sosyalist
Türkiye Partisi'nin, kapatma nedeni sayılan dava konusu Parti programındaki
kimi düzenlemelerin söz konusu uluslararası belgelere de aykırı olduğu
kuşkusuzdur. İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme'nin
örgütlenme hak ve özgürlüğüyle ilgili 11. maddesinin ikinci fıkrası aynen
şöyledir:
"Bu
hakların kullanılması, demokratik bir toplulukta, zarurî tedbirler mahiyetinde
olarak millî güvenliğin, âmme emniyetinin, nizamı muhafazanın, suçun
önlenmesinin, sağlığın ve ahlâkın veya başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması
için ve ancak kanunla tahdide tâbi tutulur.
Bu
madde, bu hakların kullanılmasında idare, silâhlı kuvvetler veya zabıta
mensuplarının muhik tahditler koymasına mani değildir."
Yukarda
ilgili bölümlerde açıklandığı üzere Sosyalist Türkiye Partisi Programının ülke
ve ulus bütünlüğünü bozucu kimi düzenlemeleri İnsan Haklarını ve Ana
Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme'nin 11. maddesinin ikinci fıkrasıyla 17.
maddesinde yer alan kurallarla da bağdaşmamaktadır.
Sözleşmenin
17. maddesi aynen şöyledir:
"Bu
sözleşme hükümlerinden hiçbiri bir devlete, topluluğa veya ferde, işbu
Sözleşmede tanınan hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya mezkûr sözleşmede
derpiş edildiğinden daha geniş ölçüde tahditlere tâbi tutulmasını istihdaf eden
bir faaliyete girişmeye veya harekette bulunmaya mâtuf herhangi bir hak
sağlandığı şeklinde tefsir olunamaz."
Özellikle,
araçları farklı olmakla birlikte Sosyalist Türkiye Partisi'nin amacının
teröristlerin amacı ile benzerlik gösterdiği de dikkat çekicidir. Türkiye
Cumhuriyeti toprakları üzerinde yaşayan ayrı dili ve kültürü olan ve özellikle
de "kendi kaderini tâyin hakkına sahip, kurtuluş mücadelesi veren bir Kürt
Ulusu"nun varlığı ileri sürülmektedir.
Bu
durumda, üzerinde durulması gereken önemli bir konu da, "kendi kaderini
tayin etme" hakkıdır. Öncelikle belirtmek gerekir ki, Türkiye'de tek bir
ulus vardır. O da Türk Ulusu'dur. Türk ve Kürt kökeninden gelen vatandaşlar,
diğer etnik kökenden gelen vatandaşlarla birlikte "Ulus" bütünlüğünü
oluşturmuştur. Ayrı bir ulus, ayrı bir halk ya da bir azınlık varmış gibi
bölünmeyi amaçlayan çabalar, terörle de desteklenip gündemde tutulmaktadır.
"Kendi kaderini tâyin hakkı" yeni bir kavram değildir. Uluslararası
hukuk düzenindeki bu olguyu Türk Ulusu, her tür ayrılığı dışlayıp eşitliği
sağlayarak Lozan Barış Andlaşması'yla gündeminden çıkarmıştır, günümüzde de
koşulları yoktur. Ülke ve Ulus bütünlüğünü koruma hakkı, Lozan Barış
Andlaşması'nda olduğu gibi bugün de uluslararası hukuk düzeninde geçerlidir.
Nitekim,
Helsinki Nihaî Senedi'nin ilkeleri arasında;
-Devletin
egemen eşitliği ve egemenliğin üzerindeki haklara saygı,
-Sınırların
dokunulmazlığı,
-Devletlerin
toprak bütünlüğüne saygı,
-İçişlerine
karışmama,
ilkeleri
de yer almıştır.
Paris
Şartı'nda da :
"Tüm
ilkeler, herbiri diğerleri dikkate alınmak suretiyle yorumlanarak, kayıtsız
şartsız ve aynı derecede uygulanır. Bu ilkeler ilişkilerimizin temelini
oluşturur."
.........
"Taraf
devletlerin bağımsızlığını, egemen eşitliğini ya da toprak bütünlüğünü ihlâl
eden faaliyetlere karşı demokratik grupları savunmak hususunda işbirliği
yapmaya kararlıyız. Dışarıdan yapılan baskı, zora başvurma ve yıkıcılık gibi
yasadışı faaliyetler burada söz konusu olan özelliklerdir."
.........
Her
türlü terörist eylemleri, yöntemleri ve uygulamaları açıkça suç olarak kınıyor
ve bunların ikili olduğu kadar çok taraflı işbirliği ile ortadan kaldırılması
için çalışmaya kararlı olduğumuzu ifade ediyoruz."
.........
"Taraf
devletler, halkın iradesiyle özgürce kurulmuş olan demokratik düzeni, kendi
yasaları uyarınca ve yüklendikleri uluslararası insan hakları görevleri ve
uluslararası taahhütleri uyarınca, bu düzeni ya da başka bir taraf devletin
düzenini yıkmayı amaçlayan terörizm ya da şiddete başvuran ya da terörizmden
veya şiddetten vazgeçmeyi reddeden kişilerin, grupların ve teşkilatların
faaliyetlerine karşı savunmak ve korumak sorumluluğunu taşıdıklarını kabul
ederler." kuralları da yer almaktadır.
Görüldüğü
gibi, yukardaki düzenlemelerde kendi kaderini tayin hakkının, demokratik
ülkelerde devlet, ülke ve ulus bütünlüğünü bozucu biçimde kullanılmasına olanak
verilmemektedir.
Türkiye
Cumhuriyeti'nin de taraf olduğu "Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı",
ırkçılığı, etnik düşmanlığı ve terörizmi kınamış, ülke bütünlüğünü ve
demokratik düzeni yıkmayı amaçlayan hareketlere girişen kişi, grup ve örgütlere
karşı koruma ve kollama sorumluluğunu uluslararası bir çağrı olarak kabûl
etmiştir. Devleti yıkmaya yönelik faaliyetlerin demokratik haklar kapsamında ve
bir özgürlük olarak değerlendirilmesi olanaksızdır. Demokrasi, hak ve
özgürlüklerin güvenceye bağlandığı, demokratik işlerliğin her alanda yaşandığı,
çoğulcu, katılımcı bir kurallar ve kurumlar düzenidir. Nitekim Birleşmiş
Milletler'e üye devletlerin katılmalarıyla 14-25 Haziran 1993 günlerinde,
VİYANA'da gerçekleştirilen Dünya İnsan Hakları Konferansı sonunda yayımlanan
Deklerasyon'da:
Kendi
geleceğini belirleme hakkının; "Eşit Haklar" ilkesine uygun olarak
ırk, din ve renk ayrımı gözetmeksizin ülkesine ait bütün insanları temsil eden
bir hükûmete sahip egemen ve bağımsız bir devletin, ülke bütünlüğünü ve siyasî
birliğini kısmî veya bütüncül biçimde parçalayacak herhangi bir eylemin
desteklenmesi ve bu eyleme yetki verilmesi anlamında yorumlanamayacağı yer
almıştır.
Demokrasilerde
ırk ayrımcılığı, bir siyasal partinin dayanağı, amacı ve ereği olamaz. Irk
ayrımcılığının aracı durumuna düşen partinin varlığını sürdürmesi yasalar
karşısında olanaksızdır. Devletin ülkesi ve ulusuyla birlikte bütünlüğünü koruması
en doğal hakkı olup, kamu düzenini ve insan haklarını koruma yönünden de
savsaklanmayacak görevidir.
Zorunlu
durum ve nedenlerle siyasî partileri kapatma diğer çağdaş demokratik ülkelerde
de vardır. Anayasa'nın temel ilkesi; hak ve özgürlüklerle, çoğulculuğun
korunması için Anayasal hakları yok edecek bir siyasî rejim kurulmasının
önlenmesidir. Demokratik toplum düzeninde, siyasî parti faaliyetlerinin güvence
altına alınması, Anayasa'ya uygun kurulan ve faaliyet gösteren siyasî
partilerin Anayasa'ya dayalı hukuk devletinin sağladığı tüm hak ve
ayrıcalıklarından faydalanmaları anlamına gelir. Siyasî partiler Anayasa'da
değiştirilmesi yasaklanan uluslararası üstün hukuk kurallarına da uygun olan
devletin tekliği, ülkenin bütünlüğü ile ulusun birliğini değiştirmeyi amaçlayan
çalışmalarda bulunamazlar. Bunların siyasal tercih kapsamına alınması olanağı
yoktur.
Bu
konuda özet olarak şu temel ilkeler belirlenebilir:
a.
Ulusal ve üniter devletin etnik farklılıklara göre tartışılması uluslararası
hukuksal belgelerce de yasaklanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 11.
maddesi bu konuda son derece açıktır. Ayrıca bu sözleşmenin 17. maddesi
özellikle bu konuyla ilgilidir. Son olarak, Birleşmiş Milletlere üye
devletlerin katılımlarıyla Haziran 1993 de Viyana'da gerçekleştirilen Dünya
İnsan Hakları Konferansı sonunda yayımlanan deklerasyonda da bu konuda
sınırlama getirilmiştir.
b.
Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi de Federal Cumhuriyetin varlığını
tehlikeye atan veya temel demokratik düzeni yoketmeye yönelik faaliyetlerde
bulunan siyasal partileri kapatma yetkisine sahiptir. Ve Almanya Anayasa
Mahkemesi hem Komünist Partiyi hem de Faşist Partiyi bu gerekçelerle
kapatmıştır.
c.
Avrupa hukuk düzenlemelerinde de, bir ulus bütünlüğü içinde yer alan etnik
grupların milliyetçiliğe dayalı ayrımcılığı kabul edilmemektedir. Anayasa'da
güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerin korunması ancak anayasal
hakları yok edecek siyasal faaliyetlerin (örgütlenmelerin) önlenmesi ile
mümkündür. Bu aynı zamanda çoğulculuğun da korunması anlamına gelir.
ç.
Fransız Anayasa Konseyi, Korsika'ya özel statü tanıyan Yasa'nın iptali ile
ilgili kararında, Fransız vatandaşlarından oluşan "Fransız Halkı"nın
korunması için özen göstererek "Fransız Halkı"nın mütemmim cüzî
(tamamlayıcısı olan) "Korsika Halkı" kavramını reddetmiş ve
söylenmesi gerekenin "Kanunen bölünmesi mümkün olmayan Fransız Halkı"
olduğunu vurgulamıştır.
d.
Siyasî Partilerin faaliyetleri, demokratik düzende güvence altına
alınmışlardır. Çağımız partiler ve demokrasi çağıdır. Ancak bu demokrasilerin
kendilerini korumaları anlamına da gelir. Siyasal partilerin hukuk devletinin
sağladığı güvencelerden yararlanabilmesi, ancak Anayasa'ya uygun davranmaları
ile mümkündür.
e.
Halkların eşit ve kendi kaderlerini tayin etme haklarıyla kültürel hakların
kullanılmasında, demokratik sistemle idare edilen vatandaşlarına bireysel
düzeyde temel ve siyasal hakları eşit düzeyde sağlamış ülkeler için; Devlet,
ülke, ulus ve siyasal birlik esas alınmakta, bunları bozan her türlü eylemlere
hukuksal dayanak verilmemekte ve yasaklanmaktadır.
f.
Demokratik toplumlarda temel hak ve özgürlükler için esas ölçüt bireydir. Bunun
etnik gruplar için ulusal hakka dönüştürülmesi, bu şekilde Devlet, ülke ve
ulusu parçalama hak ve özgürlüğünden söz edilmesinin bir dayanağı olamaz.
g.
Uluslararası birlikteliğin gelişmesine yönelik çalışmaların geliştiği bir
süreçte ulusal birlikteliklerin parçalanması düşünülemez ve her iki olgunun
birbirinin karşıtı olduğu söylenemez.
Parti
programında ve savunmalarda ayrı uluslar olarak ortaya konan Türk ve Kürt
Uluslarının gönüllü birliğinin hedeflendiğinden söz edilmekte ise de, gerçekte
davalı Parti'nin programı vatandaşlar arasında kin, husumet ve ayrılık
duyguları yaratmakta ve körüklemektedir. Zira Parti programı Türk Ulusunun
bütünlüğünü ırka dayalı bir görüşle Türk ve Kürt olarak ikiye ayırmayı Kürt
kökenli vatandaşlarımızı bir ulusal kurtuluş mücadelesi içine çekmeyi
öngörmektedir. Bu tür program hükümlerinin ülke ve millet bütünlüğünü yıkmayı
kuşkuya yer bırakmayacak biçimde amaçladığı açıktır.
Demokratik
siyasal yaşamın vazgeçilmez ögesi olan siyasal partiler demokrasiye ters düşen,
demokrasiyle bağdaşmayan, demokrasiyi güçsüz ve etkisiz düşürecek, toplumsal
barışı yıkacak program düzenleyemez ve eylemlerde bulunamazlar. Hiçbir ayrılık
bulunmayan ulusun içinde azınlık oluşturarak ülkeyi bölmek, bu amaçla etnik
köken ayrımını kışkırtarak ulusun bireylerini, bölge halklarını biribirine
düşman edip Kürt ulusal kurtuluş hareketiyle bağlantı kurulması bir öneri ve
çözüm değil, devleti yıkmaya yönelik bir planın uygulanması ve çözümsüzlüktür.
Sorunlar yaratılarak çözüm üretilemez. Kimi etnik grupları ulus yapısı içinden,
çoğunluktan azınlığa indirmek toplumsal barışı yıkar. Bu yolla ulus bütünlüğü
içinde yer alan etnik gruplar körüklenecek, terörün şiddeti artırılacaktır.
Uluslararası norm, silahla, şiddetle hak arama yollarına kesinlikle kapalıdır.
Sosyalist Türkiye Partisi, Kürt kökenli yurttaşları asılsız ve dayanaksız
savlarla Ulusal kurtuluş mücadelesine çekmeye ve bölünmeye yönelmiştir. Demokrasi,
demokra tik hak ve özgürlüklerden yararlanarak yıkılamaz. Hakkı ve özgürlüğü
kötüye kullanmaya engel olmak devletin görevidir. Hele bir siyasal parti,
şiddet ve terörü kışkırtarak gizli bir amacı gerçekleştirmek istiyorsa, buna
olanak verilemez. Partilerin de yapamayacakları şeyler vardır ve bunların
başında devletin varlığıyla ülkenin ve ulusun birliğini bozmak gelir. Kendisini
saldırılara karşı koruyan devleti içerden yıkmak isteyen çabalara hiç bir hukuk
düzeni meşruiyet tanıyamaz. Parti savunmasında buna karşın "Anayasa
Mahkemesi Devletin bekasından önce, toplumun dönüşümü ve gereksinimlerini
gözönüne almalıdır." demektedir. Bu dönüşüm ve gereksinim de kendi
düşüncelerine dayanmaktadır.
Davalı
Partinin programında Türk ve Kürt ulusları biçiminde bir ayırımın yapılması ve
Kürt halkının kendi kaderini belirleme hakkını özgür iradesiyle kullanması; bir
başka deyişle, ülkede yaşayan ve Kürt olarak ayırdıkları bir kısım yurttaşların
Türkiye Cumhuriyetinden kopmasının amaçlanması Siyasî Partiler Yasası'nın 78.
maddesinin (a) bendinde söz konusu olan "devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğü" ilkesine açıkça aykırıdır.
Bu
konuda özenle üzerinde durulması gereken husus daha önce belirtildiği gibi bu
yöndeki yasal düzenlemelerin amacı ülkedeki etnik farklılıkların ve bunların
dil ve kültürlerinin yasaklanması değildir. Çeşitli etnik kökenlerden gelen
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, kendi dil ve kültürlerine sahiptirler. Ancak
bin yıldır birlikte yaşamış, dini, gelenek ve görenekleri aynı, birbirinden
ayrılması ve koparılması olanaksız ortak kültürleri ve yaşamları olan bir
topluluğu ırk temeline dayanan düşüncelerle ayrıma bağlı tutmak ve hepsini
kapsayan ortak ulusal kültürü, dili ve kimliği yadsımak Siyasî Partiler
Yasası'nın 78. ve 81. maddelerin (a) bendlerine aykırıdır. Yasaklanan, kültürel
farklılıkların ve zenginliğin belirtilmesi olmayıp, bunların Türkiye
Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak, ulus bütünlüğünün bozulması
ve buna bağlı olarak ayrımlara dayanan yeni bir devlet düzeninin kurulması
amacıyla kullanılmasıdır.
Programdaki
düzenleme farklı ulus ve ulusal azınlıkların varlıklarının kabul edildiklerini
göstermektedir. Bunlar programdaki diğer düzenlemelerle birlikte ele
alındığında Siyasî Partiler Yasası'nın 81. maddesinin (b) bendinde yasaklanan,
Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek
veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak
ulus bütünlüğünün bozulması amacını gütme anlamını taşımaktadır. Bir başka
deyişle program, Türk Ulusu'nun ortak dili, kültürü dışındaki dil ve kültürleri
bölücülüğe yönelik olarak korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla bir bölüm
vatandaşın farklı bir ulustan oldukları, bir azınlığa mensup bulundukları ileri
sürülerek azınlık ya da ayrı bir ulus olmanın gerektirdiği haklardan
yararlanmaları biçiminde bir düşünce içermektedir. Türkiye'de hiçbir vatandaş
arasında bir fark ve farklı bir uygulama yoktur.
Esasa
ilişkin son savunmada hukukun sınıfsal olduğu görüşüyle kapatma olasılığına karşı
Mahkeme ve üyelere gözdağı niteliğindeki sözler üzerinde durulması gereksiz
bölümlerdir.
Sonuç
olarak, Sosyalist Türkiye Partisi, Programındaki anlatımlarla, Türkiye'de
hukuksal ve siyasal yönden ırka dayalı bir Türk Ulusu kavramı ya da etnik
kökene göre çoğunluk ve azınlık kavramları olmamasına karşın, farklı etnik ve
soy kökenlerinden gelen bütün vatandaşların eşit haklarla yer aldığı Türk
Ulusunu ırk esasına dayalı olarak "Türk ve Kürt Ulusları" biçiminde
ikiye bölmüş, ulusal kurtuluş hareketi içinde gösterilen T.C. Devletinin
vatandaşı Kürtlere ayrı bir ulus olarak kendi kaderlerini tayin etme hakkını
verme amacına yönelik durumuyla Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğünü bozucu bir konuma düşmüştür. Bu bağlamda yine programında yer alan "Kürt
Ulusu'nun ve bütün etnik ve toplulukların kendi dil ve kültürel yapılarını
koruyup gelişmeleri olanağını sağlar. Dillerin geliştirilmesi,
zenginleştirmeleri çalışmalarında hiç bir dile ayrıcalık tanınamaz"
biçimdeki düzenleme de Türk Ulusu'nun ortak kültür ve dilini dışlar nitelikte
ve bölücülüğe yöneliktir. Bunlar yalnızca düşünce değil, yasaklanan sakıncalı
eylemlere kışkırtma, katkı, destek ve bu niteliğiyle de bir tür eylemdir.
Bütün
bunlarla Siyasî Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a) bendi ve aynı Yasa'nın
81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırı davranılmıştır.
Yukarda
belirtilen nedenlerle, Sosyalist Türkiye Partisi'nin Siyasî Partiler Yasası'nın
Dördüncü Kısmı'nda yer alan hükümlere aykırı davrandığı saptandığından aynı
Yasa'nın 101. maddesinin (9) bendi gereğince kapatılması gerekir.
VIII-
SONUÇ
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 25.2.1993 günlü, SP.43.Hz.1993/16 sayılı
İddianamesi'nde Sosyalist Türkiye Partisi'nin Anayasa'nın Başlangıç Kısmı'na
3., 4., 14., 68. ve 69. maddeleriyle 2820 sayılı Siyasî Partiler Yasası'nın 78.
maddesinin (9) bendi ve 81. maddesinin (a) ile (b) bentlerine aykırı olarak,
Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı amaçladığı ileri
sürülerek Siyasî Partiler Yasası'nın 101. maddesinin (a) bendi gereğince
kapatılmasına karar verilmesi istenmekle gereği görüşülüp düşünüldü:
1.
Sosyalist Türkiye Partisi proğramının, Anayasa ile Siyasî Partiler Yasası'na
aykırı olduğuna ve 2820 sayılı Yasa'nın 101. maddesinin (a) bendi uyarınca
davalı Parti'nin KAPATILMASINA,
2.
Davalı Parti'nin tüm mallarının 2820 sayılı Yasa'nın 107. maddesi uyarınca
Hazine'ye geçmesine,
3.
Gereğinin yerine getirilmesi için karar örneğinin 2820 sayılı Yasa'nın 107.
maddesine göre Başbakanlığa ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilmesine,
30.11.1993
gününde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.
Başkan
Yekta Güngör
ÖZDEN
|
Başkanvekili
Güven DİNÇER
|
Üye
İhsan PEKEL
|
Üye
Selçuk TÜZÜN
|
Üye
Ahmet N. SEZER
|
Üye
Haşim KILIÇ
|
Üye
Yalçın ACARGÜN
|
Üye
Mustafa BUMİN
|
Üye
Sacit ADALI
|
Üye
Ali HÜNER
|
Üye
Lütfi F.
TUNCEL
|
|
|
|
|