ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı:1990/1 (Siyasi
Parti Kapatma)
Karar Sayısı:1991/1
Karar Günü:16.7.1991
R.G.
Tarih-Sayı:28.01.1992-21125
DAVACI
: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
DAVALI
: Türkiye Birleşik Komünist Partisi
DAVANIN
KONUSU : Davalı Parti'nin, Anayasa'nın 6, 10, 14 ve 68. maddeleriyle 2820
sayılı Yasa'nın 78. maddesine aykırı olarak sosyal bir sınıfın diğer sosyal
sınıflar üzerinde egemenliğini kurmayı, Anayasa'nın 2, 3, 14 ve 68.
maddeleriyle 2820 sayılı Yasa'nın 78. ve 81. maddelerine aykırı olarak
Devletin, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı amaçladığı, aynı
Yasa'nın 96. maddesine aykırı olarak kullanılmasına yasal olanak bulunmayan bir
adla kurulduğu ve kapatılan bir siyasi partinin devamı olduğunu beyan ve iddia
ettiği ileri sürülerek, Siyasi Partiler Yasası'nın 101. maddesinin (a) bendi
gereğince kapatılmasına karar verilmesi istenmiştir.
I-
İDDİANAME :
Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın 14.6.1990 günlü, SP.30Hz.1990/34 sayılı iddianamesi aynen şöyledir
:
"Giriş
:
4
Haziran 1990 tarihinde İçişleri Bakanlığına kuruluş bildiri ve belgelerini
vermek suretiyle Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) adıyla bir siyasi
parti kurularak tüzel kişilik kazanmış ve kuruluş bildiri ve belgelerinin birer
örneği 2820 sayılı Kanunun 8 inci maddesi uyarınca Cumhuriyet Başsavcılığımıza
tevdi olunmuştur.
Siyasi
Partiler Kanununun 9 uncu maddesi, kurulan partilerin tüzük ve programlarının
Anayasa ve Kanun hükümlerine uygunluğunun öncelikle ve ivedilikle incelenmesini
öngörmüştür.
İncelemenin
kaynak ve içeriğini, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 68 inci maddesi
oluşturmakta, madde gerekçesinde "siyasi partilerin kuruluşunda, tüzük ve
programlarında uyacakları esasları Anayasa'da belirtmek uygun görülmüştür.
Kuruluşta siyasi partilerin tüzük ve programlarının uyacağı esaslar 68 (77)
maddesinin 4 üncü kısmında gösterilmiştir." denilmekte ve sözkonusu fıkra
"siyasi partilerin tüzük ve programları, devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, millet egemenliğine demokratik ve lâik
Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz." hükmünü taşımaktadır.
Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası bu uygunluğun kuruluşta aranacağını vurgulayarak 69 uncu
maddesinde bu yöndeki incelemenin öncelikle ve ivedilikle Cumhuriyet Başsavcılığınca
yapılmasını, tüzük ve programlarda Anayasa ve Kanun hükümlerine aykırılığın
tespiti halinde gereğini emretmektedir.
2820
sayılı Siyasi Partiler Kanununun 9 uncu maddesinin dayanağı olan bu kurallar
ışığında Türkiye Birleşik Komünist Partisi'nin tüzük ve programının kanunun 4
üncü kısmında yer alan hükümleri açısından yapılan incelemesinde;
Kanunla
İlgili Yasal Düzenlemeler
1-
Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sı hükümleri,
2-
2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu hükümleri,
Anayasa'nın;
2 nci maddesinde:
"Türkiye
Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan
haklarına saygılı Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel
ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir."
3
üncü maddesinde:
"Türkiye
Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe'dir."
5
inci maddesinde:
"Devletin
temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin
bölünmezliğini ..... korumak ..."
6
ncı maddesinde:
"Egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir.
Türk
Milleti egemenliğini Anayasa'nın koyduğu esaslara göre, yetkili organları
eliyle kullanır.
Egemenliğin
kullanılması hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa
bırakılamaz....."
10
uncu maddesinde:
"Herkes
dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayırım gözetmeksizin kanun önünde eşittir.
Hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz..."
11
inci maddesinde:
"Anayasa
hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer
kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya
aykırı olamaz."
12
nci maddesinde:
"Herkes,
kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere
sahiptir."
14
üncü maddesinde:
"Anayasada
yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetinin varlığını tehlikeye
düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin bir kişi veya zümre
tarafından yönetilmesini ve; sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde
egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair
herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak
amacıyla kullanılamaz ....
Anayasanın
hiçbir hükmü Anayasa'da yer alan hak ve hürriyetleri yok etmeye yönelik bir
faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlanamaz."
66
ncı maddesinde:
"Türk
Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür."
68
inci maddesinde:
"...
siyasi partilerin tüzük ve programları, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne, insan haklarına, millet egemenliğine, demokratik ve lâik
Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz.
Sınıf
veya zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlayan siyasi partiler kurulamaz."
4
üncü maddesinde:
"Anayasanın
1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2
nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez
ve değiştirilmesi teklif edilemez."
biçiminde
emredici kurallar kabul edilmiş ve bu ilkeler doğrultusunda 2820 sayılı Siyasi
Partiler Kanununun 78/a, b, c, 81/a, b ve 96/2-3 üncü maddeleride aşağıdaki
şekilde düzenlenmiştir.
Siyasi
Partiler Kanununun:
78
inci maddesinde:
"Siyasi
Partiler;
a)
Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklinin; Anayasanın başlangıç kısmında ve
ikinci maddesinde belirtilen esaslarını Anayasanın üçüncü maddesinde açıklanan
Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline, bayrağına,
milli marşına ve başkentine dair hükümlerini; egemenliğin kayıtsız şartsız Türk
milletine ait olduğu ve bunun ancak Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili
organları eliyle kullanılabileceği esasını; Türk Milletine ait olan egemenliğin
kullanılmasının belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı veya
hiçbir kimse veya organın, kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi
kullanamayacağı hükmünü; seçimler ve halk oylamalarının serbest, eşit gizli,
genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi
altında yapılması esasını değiştirmek; Türk Devletinin ve Cumhuriyetinin
varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk,
renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve
görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak;
Amacını
güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda
tahrik ve teşvik edemezler.
b)
Bölge, ırk, belli kişi, aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat
esasına dayanamaz veya adlarını kullanamazlar.
c)
Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini veya zümre
egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi
amaçlayamazlar ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar ..."
81
inci maddesinde:
"Siyasi
Partiler:
a)
Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerine millî veya dinî kültür veya mezhep veya ırk
veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler.
b)
Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek
veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak
millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu yolda faaliyette
bulunamazlar..."
96
ncı maddesinde:
"Kurulacak
siyasi partiler, kapatılan siyasi partilerin devamı olduklarını beyan edemez ve
böyle bir iddiada bulunamazlar.
Komünist,
anarşist, faşist, teokratik, nasyonal sosyalist, din, dil, ırk, mezhep ve bölge
adlarıyla veya aynı anlama gelen adlarla da siyasi partiler kurulamaz veya
parti adında bu kelimeler kullanılamaz."
TÜRKİYE
BİRLEŞİK KOMÜNİST PARTİSİ TÜZÜK VE PROGRAMI
Parti
tüzüğünün 2 nci maddesinde:
"Türkiye
Birleşik Komünist Partisi, Türkiye işçi sınıfının, aydınlarının, Türk ve kürt
bütün çalışanların partisi, Türkiyeli komünistlerin gönüllü birliğidir.
Türkiye
Birleşik Komünist Partisi işçi sınıfının devrimci partisi, barışın ve
demokratizmin partisi, yurtseverlik ve enternasyonalizmin partisi, aklın,
hümanizmin ve sosyalizmin partisidir.
Türkiye
Birleşik Komünist Partisi yaratıcı, marksist teori temelinde politikasını
çizer, bunu Türkiye veya dünya kültürünün çağdaş düşünce ve bilimin demokratik,
insancıl değerleriyle zenginleştirerek sürekli geliştirmeyi görev bilir.
Partinin düşünce ve çalışma aracı yaratıcı marksizm, diyalektik yöntemdir.
Türkiye
Birleşik Komünist Partisinin amacı demokrasiyi kazanma, geliştirme, ulusal
baskı ve eşitsizliğe son verme ve demokrasinin güçlendirilmesi yoluyla
kapitalizmi aşarak sosyal adaletin ve sosyal barışın sağlanması, sosyalizmin
kurulmasıdır. Türkiye Birleşik Komünist Partisi, barışı ve demokrasiyi sürekli
güçlendirme yoluyla çoğunluğa dayalı devrimci bir süreçle köklü dönüşümleri
gerçekleştirerek barışçıl yoldan sosyalizme geçmeyi öngörür. Sosyalizmde başarı
ve demokrasiyi güçlendirerek değişecektir..."
Parti
programının:
Giriş
Bölümünde;
"Türkiye
Birleşik Komünist Partisi Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Türkiye Komünist
Partisi'nin (TKP)'nin birleşmesiyle oluşan işçi sınıfının, öteki kent ve köy
emekçilerinin, aydınlarının, gençlerin ve kadınların Türk ve Kürt
marksistlerinin sınıf esasına dayalı marksist partisidir. TİP ve TKP'nin
birliği; özgün koşullar nedeniyle doğan politik boşlukların yeni örgütlenmelere
yol açmasıyla oluşan ayrılığa son vermesi, komünist hareketin birliği ve
marksizmin yenilenme süreci açısından tarihsel önemde bir olaydır.
TBKP
hızla değişen dünyamızda tarihsel görevini marksizmin rolünün azaldığı değil,
tersine artması gerektiği temel görüşüne dayandırır ve bu görevin yerine getirilmesini,
çağın yeni düşünceleri ışığında marksist teori ve pratiğin katılımcı
demokrasizm ve hümanizm ruhunda yenilenebilmesine ve sosyal politik, kültürel
ve ekonomik gelişme süreçlerine aktif müdahale politikalarına bağlı görür.
TBKP,
komünist ve marksist hareketin işçi sınıfı mücadelelerinin dünya ölçüsündeki
kazanımlarına, devrimci teori ve pratiğine yaslanır, bu tarihten beslenir,
TBKP, aynı zamanda insanlığın özgürlükçü, aydınlanmacı mirasını kendi mirası ve
zenginliği sayar ve toplumsal gelişme ve genel insanlık çıkarlarıyla
emekçilerin çıkarlarını uyum içinde savunur.
TBKP,
komünist ve marksist hareketin ilk kurucusu Mustafa Suphi'den bu yana bu
hareketin üye ve yöneticilerine, bütün farklı örgütlenmelerine, partilerine,
bir bütün olarak sahip çıkan, bu mirasın eleştirel değerlendirilmesiyle onun
zengin deneyiminden yararlanan bir partidir....
TBKP,
ülkemiz marksistlerinin geniş birliğini amaçlıyor ve sosyalistlerin birlik
partisinin oluşmasına yapıcı katkılarda bulunuyor ve bulunacak. Öteki marksistlerle
birlikte ülkemiz marksist hareketin devamcısı, geniş güçleri birleştiren işçi
ve öteki emekçilerin, aydınların politik rolünün artmasına yardım eden çağdaş
bir marksist parti oluşturmak, TBKP'nin vazgeçilmez amacıdır.
TBKP,
1987 sonbaharında bu temel görevini gecikmeden yerine getirmek amacıyla
"birlik-yasallık-yenilenme" belgesiyle yasal kurulma talebini
açıkladı ve yurt dışından ülkeye dönüş hareketini başlattı. TBKP'nin bu talebi
geçen süre içinde toplum çapında genel onay kazandı....
TBKP,
toplumda kazandığı haklılıkla ve tüm olanaklarıyla demokratikleşme katkısını
yapacak ve tüm olumlu değerlerini marksistlerin birlik partisine taşıyarak
tarihsel misyonunu yerine getirmiş olacaktır...
4
ve 5 inci sahifelerinde "kürt sorununun adil, demokratik barışçı çözümü
için" başlıklı bölümde:
"Ulusal
kurtuluş savaşı birlikte yürütüldüğü halde Kürtlerin ulusal varlığı ve meşru
hakları Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana inkar edilmiştir. Gelişen Kürt ulusal
bilincine, egemen güçler yasaklarla, baskı ve terörle yanıt vermişlerdir.
Irkçı, şoven, militarist politikalar, kürt sorununu keskinleştirmektedir. Bu
aynı zamanda Türkiye'nin demokratikleşmesinin önünde büyük bir engel
oluşturmakta ve uluslararası emperyalist ve militarist odakların, ortadoğudaki
gerginlikleri artırma, halkları birbirine düşman etme, Türkiye'yi askeri
maceralara sürükleme planlarına hizmet etmektedir.
Kürt
sorunu, Kürt halkının varlığının ulusal kimliğinin ve haklarının
tanınmamasından kaynaklanan politik bir sorundur. O nedenle bu sorun baskı ve
terörle, askeri yöntemlerle çözülemez. Şiddet her halkın doğal ve devredilemez
hakkı olan kendi geleceğini tayin hakkını, birlik değil, aykırılık biçiminde
tek yönlü kullanılmasına, yol açar. Sorunun çözümü politiktir. Kürt halkı
üzerindeki ulusal baskı ve eşitsizliğin ortadan kalkması için Kürt ve Türklerin
birliğine ihtiyaç vardır ...
Kürt
sorununun çözümü kürtlerin özgür iradesini temel almalı, Türk ve Kürt
uluslarının ortak çıkarlarına dayanmalı, Türkiye'nin demokratikleşmesine ve
Ortadoğu'da barışa hizmet etmelidir.
Kürt
dili ve kültürü üzerindeki yasaklar kalkmalı, sorun özgürce
tartışılabilmelidir. Anayasa'da kürtlerin varlığı tanınmalıdır ..."
5
ve 6 ncı sahifelerde "demokratik bir kültür ve eğitim politikası
için" başlıklı bölümünde;
"Kültürel
yenilenme, Türk ve Kürt ulusal kültürel değerleri, Anadolu uygarlıklarının
mirası, İslam kültürünün insancıl ögeleri, halkımızın çağdaşlaşma mücadelesinde
yarattığı tüm değerlerin evrensel, çağdaş, kültür ile karşılıklı etkileşimi ile
gerçekleşecektir ..."
8
inci sahifesinde "TBKP'nin temel amacı: sosyalizm" başlıklı
bölümünde: "TBKP'nin temel amacı sosyalizmdir. Sosyalizm, işçi ve öteki
emekçilerin, aydınların, genel olarak toplumun iktidara ve mülkiyete
yabancılaşmasına ve bu yolla insanın insan tarafından sömürülmesine son
verildiği, halkın kendisinin ve ülkesinin geleceği konusunda özgürce karar
verebildiği ve emeğinin karşılığını alabildiği kendini çok yönlü
geliştirebildiği bir düzendir...
Kapitalizm'den
sosyalizme geçiş için, sosyalist devrimin başarılması zorunludur. Bir dizi ara
aşamadan oluşan sosyalist devrim süreciyle, kapitalizmden sosyalizme geçilmesi
ancak işçi sınıfının ve geniş hak yığınlarının özgür isteği, bilinçli, kararlı
ve örgütlü gücüyle gerçekleşebilir. Devrime demokratik ve barışçı yolla yani
geniş demokratik bağlaşıklık ilişkileriyle, çoğunluğun kazanılmasıyla politik
demokrasi zemininde köklü dönüşümler için mücadele yoluyla yaklaşılacaktır. Bu
günden yaratılacak katılımcı, özyönetimsel her oluşum sosyalizme yakınlaşmaya
hizmet edecektir.
İşçi
sınıfının öncülüğünde tüm emekçilerin tüm çalışanların iktidarıyla kurulacak
olan sosyalizm, işçi ve emekçilerin eseri olacaktır.
Sosyalizmde
insan her şeyin merkezinde olacaktır. Sosyalizmin gelişme sürecinin ileri
evrelerinde sınıf farklarının doğal gelişme sonucu kalkacağı komünist toplumda
üretilen toplumsal zenginlikten maddî ve kültürel birikimden "herkesin
ihtiyacına göre payını alabileceği, özgür insanların özgür dünyasını yaratmanın
koşulları oluşmaya başlayacaktır. TBKP'nin nihai amacı insanın insanca
yaşayabileceği özgürlük dünyasıdır."
şeklindeki
görüşlere yer verilmiştir.
DEĞERLENDİRME
:
A-
SOSYAL BİR SINIFIN DİĞER SOSYAL SINIFLAR ÜZERİNDE EGEMENLİĞİNİ SAVUNMAK VE
YERLEŞTİRMEYİ AMAÇLAMAK:
a)
Davalı siyasi partinin "düşünce ve çalışma aracı" olan
"marksizm, diyalektik yöntem"; nihai hedef komünizmi gerçekleştirme
aşamalarında sınıf diktatöryasını kendiliğinden kapsar. Partinin niteliği ve
amacı da budur.
"Sosyalist
devrim" amaçlanmakta ve sosyalist devrim sürecinin bir dizi aşamayı içerdiği
ifade edilmektedir. Devrime yaklaşmaktan sözedilmekte demokratik ve barışçı yol
önerilmektedir.
Bu
aşamalı yollar sonunda "TBKP, emekçi iktidarı" kurulacak
"komünist toplum"a ulaşacaktır. Böylece marksist görüşten hareketle
emekçi sınıfın egemenliğinde komünizm öngörülmüş ve amaçlanmıştır.
İktidara
geldiği vakit kendine özgü bir toplum düzeni sözkonusudur. "Sosyalist
devrim"e yaklaşma aşamasında barışçıl yol öngörülse dahi teorileri gereği,
kendi görüş ve ideolojilerine göre belirledikleri komünist düzeni yerleştirmek
için ideolojilerine aykırı gördükleri demokrasiyi ortadan kaldırmayı
amaçladıkları kuşkusuzdur.
b)
Partinin, düşünce yapısına bütünüyle sahip çıktığı, "komünist ve marksist
hareketin ilk kurucusu Mustafa Suphi'den bu yana bu hareketin" üye ve
yöneticileri bütün farklı örgütlenmeleri ve özellikle partinin oluşumuna vücut
veren Türkiye İşçi Partisi ve Türkiye Komünist Partisi'nin görüş ve düşünceleri
doğrultusunda faaliyette bulunan kişiler, çeşitli zamanlarda yargılanmışlardır.
Yargılama
sonucu TİP ve TKP'nin görüş ve düşüncesi ile bu yöndeki faaliyetleri TCK. nun
141. maddesinde belirtilen "sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar
üzerinde tahakkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmaya
veya memleket içinde müesses iktisadî veya sosyal temel nizamlardan herhangi
birini devirmeye matuf" cemiyet olarak nitelendirilmiş, verilen kararlar
yargısal denetimden geçerek kesinleşmiştir.
Bunlardan
bir kısım TKP mensubu kişiler, Ankara Sıkıyönetim 1 Nolu Askeri Mahkemesinde
yargılanmışlardır. Bu mahkemenin 29.3.1985 günlü 1984/147 esas ve 1985/90
sayılı kararının 65-120. sahifelerinde TKP'nin Mustafa Suphi'yle başlayan
faaliyetleri açıklanmış, partinin amaç ve stratejisi ile buna uygun düşen
faaliyetlerin TCKnun 141. maddesinde yazılı suç sayılan eylemi oluşturduğu
vurgulanmıştır (Ek-1 ).
Bu
hüküm Askeri Yargıtay 5 inci Dairesince incelenip suçları sübuta eren kişiler
yönünden onanmıştır. Askeri Yargıtay 5 inci Dairesinin 28.10.1987 gün ve
1986/175- 1987/4 esas ve 1987/666 sayılı kararının 17 ve 18 inci sahifelerinde
aynen:
"Yapılan
savunmalar nazara alınarak gerekli inceleme yapıldı :
Suç
vasfı ve niteliği yönünden: Sanıklara isnat edilen TCKnun 141 inci maddesinde
yazılı suçun, bir fikir suçu olduğu bu maddenin, örgütlenme özgürlüğüne aykırı
düştüğü şeklindeki sanıklar ve vekilleri tarafından ileri sürülen savunmaları;
Anayasa Mahkemesinin muhtelif kararlarıyla reddedilmesi, Türkiye Cumhuriyeti
Anayasasının kabul ettiği, sosyal, ekonomik, kültürel ilkeler, devletin şeklini
ve niteliğini belirleyen temel hükümler ve ceza hukukunun uygulama alanına
ilişkin kurallar karşısında geçerli görülmemiştir.
Yasa
dışı örgüt olan TKP'nin bir kısım üst düzey yöneticilerinin yurt dışında Sınıf
tahakkümüne -proleterya diktatöryasına dayalı olarak Anayasayla belirlenen
devlet şeklini değiştirmeye ve komünist bir düzen kurmaya yönelik faaliyetlerde
bulundukları, dosyada mevcut TKP'nin tüzük ve programı sanıkların gizli
faaliyet ve amaçlarını yansıtan ifadeleri, yayın ve belgelerin içeriğinden
anlaşılmaktadır. Bu nedenle mahkemenin gerekçeli hükmünde bu konu ile ilgili
değerlendirmeleri Anayasa hukukumuz ve TCKnun kabul ettiği sistem yönünden
isabetli görülmüştür." denilmektedir (Ek-II).
Davalı
siyasi partinin düşünce yapısına bütünüyle sahip çıktığı diğer bir örgütlenmede
Türkiye İşçi Partisidir. Türkiye İşçi Partisi (TİP) yasal olarak 1961 yılında
kurulmuş, programı dışına taşarak halk üzerinde bölücü ve ayrıcı etkisi
olabilecek söz ve tutumları benimsemesi, 1961 tarihli Anayasanın 57 nci ve 648
sayılı Siyasi Partiler Kanununun 89 uncu maddesindeki kurallara aykırı
bulunması nedeniyle, Anayasa Mahkemesinin 20.7.1971 gün 1971 /3 esas ve 1971 /3
sayılı kararıyla kapatılmıştır. 30.4.1975 tarihinde Türkiye İşçi Partisi
yeniden kurulmuş, 12 Eylül 1980 tarihinde Milli Güvenlik Konseyinin 7 numaralı
bildirisiyle yasaklanıncaya kadar faaliyetini sürdürmüş ve 2533 sayılı kanunla
diğer partiler yanında bu parti de kapatılmıştır.
İçlerinde
bazı kurucularının da bulunduğu TİP adına faaliyette bulunan kişiler İstanbul
Sıkıyönetim 2 Nolu Askeri Mahkemesinin 1982/33 esas sayılı dava dosyasıyla
yargılanmışlardır. Bu mahkemenin 26. 1 . 1984 gün ve 1982 /33-14 sayılı
kararının 29- 647 nci sahifelerinde, mevcut tüm deliller sıralanarak 648-698
inci sahifelerinde değerlendirilmiş, sonuçta suçları sübuta eren kişiler
yönünden mahkumiyet kararı verilmiştir. Mahkeme kararının 700-701 inci
sahifelerinde (... 1961 Anayasasında, 648 sayılı Siyasi Partiler Kanunu ve Türk
Ceza Kanununda devlet düzenini korumak amacıyla yer verilmiş bulunan açık
hükümlere rağmen Türkiye İşçi Partisi yöneticilerinin partinin kuruluşunu
müteakiben "kongrelerde almış oldukları kararlar ve bu kararların ışığında
ve marksist-leninist ilkeler doğrultusunda kitleleri tek cephede toplamak
amacıyla parti teşkilatını paravan yaparak yurt sathında yoğun bir propaganda
sürdürdükleri, parti üyelerini bu yönde eğitip bilinçlendirdikleri, partinin
tesbit edilen amacı doğrultusunda süreli ve süresiz yayınlar yaptıkları,
partinin ilkelerini tamamen marksist-leninist, ilkelerden seçtikleri ve tüm
faaliyetlerini bu doğrultuda yürüttükleri dosyada mevcut tüm belgelerden
anlaşılmış" partinin Türk Ceza Kanununun 141 /1 . madde ve fıkrasında
unsurları belirtilen yasa dışı örgüt haline dönüştürülmüş olduğu anlaşılmıştır.
Bu
suretle; marksist-leninist yapısı tesbit edilmiş bulunan partinin yönetiminde
görev alan ve mahkumiyetleri cihetine gidilen sanıkların fiillerinin TCKnun 141
inci maddesi kapsamında değerlendirilmesi cihetine gidilmiştir...)
denilmektedir (Ek- III).
Mahkemenin
bu kararı Askeri Yargıtay 5. Dairesinin 22.5.1985 gün 1985/15-128 sayılı ve
Askeri Yargıtay Daireler Kurulunun 14.11.1985 gün, 1985/145-146 sayılı
kararlarıyla yargısal denetimden geçerek kesinleşmiştir (Ek IV-V).
Böylece
davalı siyasi partinin Anayasanın 6, 10, 14 ve 68 inci maddeleriyle 2820 sayılı
Siyasi Partiler Kanununun 78 inci maddesine aykırı olarak sınıf egemenliğini
amaçlayıp savunduğu anlaşılmaktadır.
B-
KULLANILMASI VE KURULMASI YASAKLANMIŞ ADLA SİYASİ PARTİ KURULMASI :
Davalı
Siyasi Parti kendisine Türkiye Birleşik Komünist Partisi adını vermiştir. Oysa;
sınıf ve zümre egemenliği ile diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayan
siyasi parti kurulmasını yasaklayan Anayasanın 68 inci maddesinin gerekçesinde:
"...
1961 Anayasasında, Anayasanın sağa ve sola ve ne oranda açık olduğu ilk
yıllardan beri tartışma konusu olmuştur. Bu nedenle bu gibi tartışmalara son
vermek için, Türkiye'de bundan böyle sınıf ve zümre esasını, komünizmi faşizmi,
teokrasiyi ve herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi esas
alan siyasi partinin kurulamayacağını kabul etmiştir.
Türkiye'de
demokrasinin bu sistemleri amaçlamadığı ve Türk milletinin bu düşünceleri
savunan sistemlere ihtiyacı olmadığı; Atatürk ilkeleri ışığında bir
demokrasinin bu düşünceleri reddettiği sonucuna varılmıştır. Türk Milletinin bu
düşüncelere dayanan sistemlerden uzak olan bir demokrasi ile daha rahat ve
içinde kendi birlik ve beraberliğini koruyacağını ve bağımsız kalacağı ve
kalkınmasını yapabileceği sonucuna varılmıştır."
Denilmiş
ve buna uygun olarak komünist adı kullanılmak suretiyle kurulan siyasi
partilerin, sınıf egemenliğini amaçladıkları peşinen kabul edilerek, kurulması
yasaklanmak istenmiş ve yasa koyucu da bu ilke doğrultusunda konuyu 2820 sayılı
Kanunun 96/son maddesinde düzenlemiştir.
C-
DEVLETİN ÜLKESİ VE MİLLETİYLE BÖLÜNMEZ BÜTÜNLÜĞÜNÜ BOZMAK :
Davalı
Partinin tüzüğünün 2 nci maddesinde:
"TBKP,
Türkiye işçi sınıfının, aydınlarının, Türk ve kürt bütün çalışanların
partisi..."
Parti
programının giriş bölümünde:
"TBKP...
Türk ve kürt marksistlerin sınıf esasına dayalı marksist partisidir."
Yine
programın 4, 5, 6 ncı sahifelerinde "kürt sorununun adil, demokratik,
barışçı çözümü" bölümünde:
"Ulusal
kurtuluş savaşı birlikte yürütüldüğü halde, kürtlerin ulusal varlığı ve meşru
hakları ... inkar edilmiştir. Gelişen kürt ulusal bilincine egemen güçler
yasaklarla ... yanıt vermiştir.
....
kürt sorunu kürt halkının varlığının, ulusal kimliğinin ve haklarının
tanınmamasından kaynaklanan politik bir sorundur. şiddet her halkın doğal ve
devredilemez hakkı olan kendi geleceğini tayin hakkının... tek yönlü
kullanılmasına yolaçar... Türk ve Kürt halkının birlikte yaşamaları ve devletin
ortak çıkarlar temelinde demokratik yeniden yapılanması için çalışılacaktır.
Kürt sorununun çözümü, kürtlerin özgür iradesini temel almalıdır. Türk ve kürt
uluslarının ortak çıkarlarına dayanmalı..., kürt dili ve kültürü üzerindeki
yasaklar kalkmalı... Anayasada kürtlerin varlığı tanınmalıdır... kültürel
yenilenme Türk ve kürt ulusal kültürel değerleri ile gerçekleşecektir."
şeklinde
görüşler yer almaktadır.
Özetlenen
bu bölümlerde ayrı "dili" ve "kültürü" olan ve özellikle
"kendi geleceğini tayin hakkına sahip" Türkiye Cumhuriyeti ülkesi
toprakları üzerinde yaşayan bir "kürt ulusunun" varlığı açık ve seçik
bir biçimde kabul edilmiştir.
Bir
siyasi partinin Türkiye ülkesi üzerinde Türkçe'den başka dil konuşan azınlık
bulunduğunu ileri sürerek ve o azınlığı erek edinerek onun için kendi
geleceğini tayin hakkı da dahil olmak üzere bir takım haklar ve yetkiler
tanınmasını istemesi ulusal yapıda gitgide kopmalara, bölünmelere yol açması
anlamını taşır.
Yine
Türk ve Kürt Marksistlerin partide omuz omuza çalışacaklarının belirtilmesi,
ulusal yapıdaki bütünlüğü bozucu düzenlemenin parti tarafından desteklendiğini
gösteren ayrı bir olgudur.
Bu
suretle ileriye sürülen görüş ve benimsenen ilkelere göre davalı Türkiye
Birleşik Komünist Partisi :
a)
Anayasa'nın 3 üncü maddesinin 1 inci fıkrasının "Türkiye Devleti ülkesi ve
milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir."
b)
Anayasa'nın 14 üncü maddesinin 1 inci fıkrasının "Anayasada belirtilen hak
ve hürriyetlerden hiçbiri devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü
bozmak, ... veya dil ... ayrımı yaratmak amacıyla kullanılamaz."
c)
Anayasa'nın 68 inci maddesinin 4 üncü fıkrasının "Siyasi partilerin tüzük
ve programları, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, ... aykırı
olamaz."
d)
2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun dördüncü kısmında yer alan 78 inci
maddesinin (a) bendinin "Siyasi Partiler, ... Türk devletinin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne, ... dair hükümleri değiştirmek ... dil, ırk,
... ayrımı yaratmak... amacını güdemezler."
e)
Aynı kanunun 81 inci maddesinin (a) ve (b) bendinin "Türkiye Cumhuriyeti
ülkesi üzerinde milli veya dini kültür veya mezhep veya ırk veya dil
farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler.
Türk
dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya
yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet
bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler, bu yolda faaliyette
bulunamazlar."
Biçimindeki
buyurucu kurallarına da aykırı davranmış bulunmaktadır.
D-
KAPATILAN BİR SİYASİ PARTİNİN DEVAMI OLDUĞUNU BEYAN VE İDDİA ETMEK:
Davalı
siyasi parti programının giriş bölümünde, TBKP'nin Türkiye İşçi Partisi ve
Türkiye Komünist Partisi'nin birleşmesi ile oluştuğu ve Türkiye İşçi
Partisi'nin devamı olduğu anlamını taşıyan ibareler yer almaktadır.
Türkiye
İşçi Partisi, 16 Ekim 1981 tarihinde yürürlüğe giren 2533 sayılı kanunla, her
türlü yardımcı kuruluş ve yan organları ile birlikte, feshedilmiştir.
Yüce
mahkemenizin 28.9.1984 günlü, 1984/1 esas ve 1984/1 sayılı kararında, 2820
sayılı kanunun 96/2 nci maddesinde belirtilen "kapatılan siyasi
parti" kavramı içine, 2820 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden önce ve
sonra kapatılmış, tüm siyasi partilerin gireceğinin belirtilmesi suretiyle konu
vuzuha kavuşmuştur.
Bu
nedenle davalı siyasi partinin, kapatılan bir siyasi partinin devamı olduğunu
beyan ve iddia etmek suretiyle 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 96/2 nci
maddesine aykırı davrandığı açıkca anlaşılmış bulunmaktadır.
SONUÇ
:
Yukarda
gerekçeleri ve yasal dayanakları ile birlikte açıklandığı üzere, davalı Türkiye
Birleşik Komünist Partisi'nin;
TC.
Anayasası'nın 6, 10, 14 ve 68 inci maddeleri ile 2820 sayılı Siyasi Partiler
Kanununun 78 inci maddesine aykırı olarak, sosyal bir sınıfın diğer sosyal
sınıflar üzerinde egemenliğini kurmayı ve TC. Anayasası'nın 2, 3, 14 ve 68 inci
maddeleriyle Siyasi Partiler Kanununun 78 inci ve 81 inci maddelerine aykırı
olarak devletin, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı amaçladığı,
2820
sayılı Siyasi Partiler Kanununun 96 ncı maddesine aykırı olarak, kullanılmasına
yasal olanak bulunmayan adla kurulduğu ve kapatılan bir siyasi partinin devamı
olduğunu beyan ve iddia ettiği,
Sonucuna
varıldığından, davalı siyasi partinin, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun
101 /a maddesi gereğince kapatılmasını,
Yasalar
karşısındaki durumunun biran önce belirlenmesi bakımından davaya öncelikle
bakılmasını,
Arz
ve talep ederim."
II-
DAVALI PARTİNİN İLK SAVUNMASI :
Türkiye
Birleşik Komünist Partisi'nin 13.7.1990 günlü ilk savunması aynen şöyledir :
1) Bayram
süreyi kısaltmıştır.
Hemen
belirtelim ki, Anayasa Mahkemesi'nin 28.6.1990 günlü inceleme toplantısında,
müvekkilimiz partiye (tebliğ tarihinden başlayarak) tanınan ön savunma süresi,
bayram nedeniyle ve fiilen büyük ölçüde kısalmıştır. Başkanlıkça, bu karar
doğrultusunda yollanan yazı, 29.6.1990 Cuma günü akşam üzeri müvekkilimiz
muhataba ulaşmış ve o saatlerde 9 günlük bayram tatili başladığı için, hiç bir
avukatla temas kurulamamıştır. Sözünü ettiğimiz tarihlerde, bütün Türkiye bu
manzarayı yaşamıştır. Durumu takdirlerinize bırakıyoruz.
Demek
oluyor ki, dosya bize tatil bittikten sonra, 9.7.1990 günü getirilmiştir.
Üstelik, Başkanlık yazısında yer alan "başlayarak" sözü, tebligat
gününün hesaba katılması ihtimalini yarattığı için, süre iyiden iyiye
kısalmıştır. Elbet, önemli hukuksal sorunların yer alacağı bir savunma,
pazartesiden-cumaya hazırlanamaz. Bu süre içinde, 21 sahifelik böyle bir
iddianame sağlıklı biçimde tartışılamaz.
Biz,
öncelikle bu gerçeği bilgilerinize sunuyoruz.
Mevcut
koşullarda, ancak sınırlı bir çalışma hazırlayabildiğimizi belirtiyor ve sözlü
açıklama hakkı tanınmasını istiyoruz. Böylece bazı önemli hususları vurgulama
fırsatı bulacağımız gibi, CMUY'nın temel direği sayılan sözlülük ilkesinden
yararlanıp daha sağlıklı görev yapma imkanına kavuşacağız. Üstelik, savunma
süremizin fiilen kısalmasından doğan eksiklerimizi gidermiş olacağız. Durumu
tekrar takdirlerinize sunuyor, Anayasa'nın 148/2 ve 2820 sayılı Yasanın 98/1.
maddeleri uyarınca (1988/2 Esas sayılı Sosyalist Parti davasında yapıldığı
gibi) "sözlü açıklama" isteğimizin kabulünü diliyoruz.
2) SINIF
EGEMENLİĞİ KONUSU
Yukarıdaki
girişten sonra, iddianamede yer alan 4 ayrı kapatma isteğini, birer birer
cevaplamaya çalışacağız. Bunu yaparken, elbet zamanın sınırlarını zorlayacağı.
Ama, her şeye rağmen özet ve kısa bir savunma sunmak durumunda kalacağız.
4
ayrı kapatma isteği, iddianamede ilkin 1. sahifenin "dava" başlıklı
bölümünde sıralanmıştır. Ama, değiştirilmiştir. Asıl suçlama sıralamayı esas
alıp önce "sosyal bir sınıfın egemenliğini savunmak ve yerleştirmeyi
amaçlamak" noktasına değineceğiz.
İddianame,
12. sahifenin ortalarına kadar, Anayasa'nın 2820 sayılı Yasanın çeşitli
maddelerine ve TBKP Tüzük-Programına rastgele atıflar yapıyor. Ardından, davalı
partinin "düşünce ve çalışma aracı olan marksizm, diyalektik yöntem, nihai
hedef komünizmi gerçekleştirmede sınıf diktatörlüğünü kendiliğinden kapsar.
Partinin niteliği ve amacı budur." diyor. Önerilen, demokratik ve barışçıl
yola inanılamayacağını söylüyor. Sonra, Mustafa Suphi'den başlayarak, TİP'li,
TKP'li bir çok insanın mahkum olduğunu işaretle bu mahkumiyet kararlarını (ek
olarak) takdim ediyor ve böylece "davalı partinin Anayasa'nın 6, 10, 14 ve
68. maddeleriyle 2820 sayılı SPY'nın 78. maddesine aykırı olarak sınıf
egemenliğini amaçladığını" tekrar ediyor.
Aslında,
Anayasa Mahkemesi'nin 8.12.1988 gün ve 1988/1 sayılı Sosyalist Parti hakkındaki
kararı, bu iddiayı temelden çürütüyor.
Yani,
bizim Anayasa Mahkemesi kararına atıf yapıp bırakmamız, iddianameyi cevaplamaya
yetiyor. Ama, mevcut karara rağmen, aynı suçlama sürdürüldüğü için bizim de,
Anayasa'nın 14. ve 2820 sayılı Yasanın 78. maddelerine göre, durumu izah
etmemiz gerekiyor.
Önce,
Anayasa'nın 14. maddesine bakıyoruz. "Kişi ve zümre" yönetiminin yasaklandığını
görüyoruz.
Dikkat
ediyoruz, burada 'Sınıf' sözcüğü yok. Demek ki, kişiye ve zümreye dayalı
yönetim yasaklanıyor, ama sınıfa dayalı yönetim yasaklanmıyor. Ve bu bölümde
sınıf sözcüğünün atlanması, söylediklerimizin doğruluğunu gösteriyor. Yani,
sınıf iktidarının yasaklanmadığını gösteriyor.
Nitekim,
bu bölüm tamamlandıktan sonra, sıra egemenliğe ilişkin yasağa geliyor ve hemen
sınıf sözcüğüne yer veriliyor. Kısacası, Anayasa sınıf iktidarına giden yolu
açık bırakıyor, sadece Sınıf diktası ile sınıf egemenliğini yasaklıyor.
Zaten,
bu madde bir yenilik getirmiyor. TCY'nın bilinen 141. maddesini Anayasa
kapsamına alıp bırakıyor. Böylece, bu maddeye ilişkin aykırılık itirazlarını
önlemiş oluyor. Nasıl, 141. madde emekçi sınıflara dayalı bir parti kurulmasını
ve böyle bir partinin demokratik yoldan iktidar olmasını yasaklamıyorsa, aynı
maddenin Anayasa kapsamına alınması sonucu değiştirmiyor. Durum hukuksal olarak
yine aynı kalıyor.
Ve
2820 sayılı Yasanın 78. maddesine bir göz atınca, söylediklerimiz daha iyi
anlaşılıyor.
Bu
madde (ilkin) (a) fıkrası ile egemenliğin "bir kişiye, zümreye veya
sınıfa bırakılamayacağını" söylüyor. Dikkat ediyoruz, burada sınıf
sözcüğü açıkca kullanılıyor. Ama, (b) fıkrasına bakıyoruz, yine 'sınıf' sözcüğü
atlanmış. Aynen şöyle deniliyor:
"Bölge,
ırk, belli kişi, aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat esaslarına
dayanamaz veya adlarını kullanamazlar."
Evet,
'sınıf' sözcüğü burada kullanılmıyor. Demek oluyor ki, sınıf esasına dayalı
parti kurmak serbest. Ve sınıf adı ile parti kurmak serbest.
Bu fıkrayı
bırakıp (c) fıkrasına baktığımız zaman, yine aynı gerçekle karşı karşıya
kalıyoruz. Bu fıkrada egemenlik yasaklanıyor ve 'sınıf' sözcüğü hemen
kullanılıyor.
İşte
yasal durum bu. Anayasa böyle diyor. Siyasal Partiler Yasası böyle diyor. Ve
Anayasa'nın 14. maddesi ile 2820 sayılı Yasanın 78. maddesi açıkca bizi
doğruluyor. Ardından, Anayasa Mahkemesi kararını okuyoruz, O da bizi
doğruluyor. "Bu maddelerin tümünde, sınıf egemenliğinden ve sosyal bir
sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğinden söz edilmektedir. Siyasi
partiler, toplumun belirli ya da çeşitli kesimlerinin çıkarlarını temsil
ettiklerine göre, toplumda çeşitli sınıflar bulunduğu gerçeği yadsınamaz.
Nitekim Anayasanın 14. ve 2820 sayılı Yasanın 78. ve 5. maddelerinde
"Sosyal bir sınıfın, diğer sosyal sınıflar üzerinde" denilerek,
toplumsal sınıflar sosyal bir olgu olarak kabul edilmektedir. Sınıfların
varlığı kabul edildiğinde, siyasi partilerin tabanlarını belirli bir sınıfa
veya sınıflara dayandırmaları doğal olur. Böylece iktidarlar da, siyasal bilim
açısından belirli bir sınıfın ya da Sınıfların iktidarları olabilirler. 1961 ve
1982 Anayasalarında, sınıf gerçeğini ya da bunun iktidara yansımasını önleyici
bir hüküm yoktur. Yasaklanan, bu iktidarın bir Sınıf egemenliğini kurmak yolunda
kullanılması ve bir tek sınıfın öteki sınıflar üzerinde egemenlik
kurmasıdır."
3)
EGEMENLİK BAŞKADIR
İKTİDAR
BAŞKADIR
Bu
apaçık gerçeğe rağmen, iddianame iktidar ile egemenlik kavramlarını birbirine
karıştırıyor. Ve iktidar ile egemenliği birbirine karıştırdığı için, çok yanlış
sonuçlara varıyor. Kısacası, iddianame "iktidar" kavramından
"egemenliği" anlıyor. Bu nedenle de, Anayasa'nın 14. maddesi ile
siyasal partiler yasasının 78. maddesinin ihlal edildiğini söylüyor.
Oysa,
'siyasal iktidar' ile 'egemenlik' kavramları kamu hukukunun çok temel
kavramlarındandır. İnsanlık daha ilk çağlardan beri devlet gücünün kaynağını
araştırmaya çalışmıştır. Ve bu gücün sınırlanması sorunları ortaya çıktıkça,
egemenlik kavramı ile iktidar kavramı birbirinden ayrılmıştır.
Devlet
gücünün nasıl ve nereden doğduğu, bir sınırı olup olmadığı hep araştırılmış,
yazılıp tartışılmıştır.
Örneğin,
ilk çağlarda Çin filozoflarından Kog-Tse ve Meng-Tse devlet gücünün niteliği
üzerinde durmuştur. Örneğin, Budizm iktidarın ne olduğunu, nereden
kaynaklandığını anlayıp açıklamaya çalışmıştır (Ord. Prof. Dr. Recai Galip
OKANDAN, Umumi Amme Hukuku, İstanbul, 1976, Sh. 752).
Sonra
Yunan'da EFLATUN ve ARİSTOTALES, Roma'da POYBIOS ve MT. CICERO devlet gücünü
tartışmıştır. Eflatun'un Devlet'i ve Aristotales'in Politika'sı insanlığın bu
soruna ilişkin arayışlarını kanıtlar.
Orta
çağda AAuggustinus, Thomas Aquino (ve daha niceleri) yine devlet gücünün
niteliği üzerinde durup bu gücün sınırlarını aradılar. Bu sınırı bulmaya
çalıştılar. Biz, konuya ilişkin tartışmaların tamamını aktaracak değiliz. Ama
iktidar, ve egemenlik kavramlarının birbirinden ayrı kavramlar olduğunu
açıklamak zorundayız.
Gerçekten,
devlet gücünün mutlak, bölünmez, parçalanmaz ve sınırlanmaz kabul edildiği
günlerde egemenlik ve iktidar kavramları iç içe yaşayıp durdu. Ama, bu güce
sınır arandığında, iki kavramı birbirinden ayşrma gereği doğdu. Ve bu ihtiyaç
nedeniyledir ki, iktidar kavramı egemenlik kavramından ayrıldı.
Örneğin,
daha 16. yüzyıl ortalarında Jean BODIN (1530-1596) egemenlik kavramını çok
özgün bir biçimde açıklamıştır. Prof. İlhan AKIN bu konuda aynen şöyle diyor:
"Bodin'in
üzerinde titizlikle durduğu konu egemenlik kavramıdır... Bodin'in egemenlik
kavramını işleyişi, siyaset felsefesinin en önemli başarılarından biridir. Salt
krallığın babası sayılan bu yazara göre, egemenlik bölünmez, salt ve
süreklidir. Bu üçüncü nitelik, yani süreklilik üzerinde durur Bodin, bu yüzden
de, belirli bir süre için elde edilen ya da verilen egemenliği egemenlikten
saymaz... İstenildiği zaman geri alınabilen bir iktidar olsa olsa yetkidir,
egemenlik değildir... Egemenlik sürekli olur. Yani, hangi biçimde belirirse
belirsin, toplumu yönetenin vicdanına sıkı sıkıya bağlıdır." (Prof. İlhan
AKIN, Kamu Hukuku, 2. Bası, 1980, İstanbul, Sh: 94).
Demek
ki, daha 16. yüzyılda mutlak krallığa inanan, devlet gücüne hiç sınır tanımayan
BODIN, bu güç sınırlanırsa egemenlik olmaz diyor. Ve iktidarı sınırlamaya bir
güç olduğu için, sadece yetki sayıyor. Egemenlikten ayırıyor.
Bodin'in
bu çalışması kamu hukukuna özgün bir katkıdır. Gerçekten, egemenlik bölünemez,
mutlaktır, süreklidir. Sınırsızdır, aslidir.
İktidar
ise, bölünebilir. Mutlak değildir. Sınırsız değildir. Asli değildir. Sürekli
değildir.
Kısacası,
toplumun eriştiği ekonomik düzey ve üretim ilişkileri devlet gücü konusundaki
görüşleri etkileyip değiştirmiştir. Mutlakıyetçi devlet anlayışı Kent-içi kapalı
üretime dayanıyordu. Ama üretim düzeyi geliştikçe, burjuvazi de gelişip
serpilmeye başladı. Ve ekonomik güce kavuştukça, iktidarı paylaşma ihtiyacı
duydu. Böylece, devlet gücünü sınırlama sorunları ortaya çıktı.
Ve
İngiltere'de John Locke (1632-1704), Fransa'da Montesquieu (16.-1755) bu
ihtiyacı cevaplamaya çalıştı.
Ne
yapmalıydı ki, devlet gücü sınırsız olmaktan çıkarılmalıydı. Örneğin, kuvvetler
ayrılığı buradan doğdu. O kadar ki, Montesquieu yürütme gücünün ve yargılama
gücünün birbirlerine hiç karışmamalarını istiyordu. Her güç kendi alanında
kalmalıydı. Yalnızca kendi görevlerini yapmalıydı (Prof. İlhan AKIN, ag.k. Sh.
152).
Liberal
ekonominin yarattığı bu ihtiyaç devlet gücü konusunda yeni anlayışların
belirmesine yol açtı. Artık, iktidar kavramını egemenlik kavramından ayırmak
gerekiyordu. Özellikle 19. yüzyıl Alman hukukçuları bu tezi savunmaya başladı.
Örneğin, Leon Michoud, R. Carre de Malberg, Lapradelle iktidar ile egemenlik
kavramlarının aynı şey olmadığını ortaya koydular. Yine Alman hukukçu Georg
Jellinek de iktidar kavramından egemenlik unsurlarının aranamayacağını
açıkladı.
VE
ASIL GEORGES BURDEAU iki kavram arasındaki kesin ayrılığı aydınlattı.
Dememiz
o ki, bu ayrım yüzyıllar ötesinden yazıla çizile ve süzüle süzüle günümüze
gelmiştir. Üstelik, bu ayrım sol düşüncenin değil, tam tersi liberal görüşlerin
bir ürünü olarak kendini göstermiştir. Ve giderek bizim hukukumuza da
yerleşmiştir.
Önce,
1961 Anayasası'nın genel gerekçesinde ve sonra öğretide bu ayrıma açıkca yer
verildiğini görüyoruz. Örneğin, söz konusu gerekçe ile TUNAYA ve ÖZEK aynen
şöyle diyor:
"Milli
hakimiyet millet varlığının bir iradesidir. Siyasal iktidara gelince,
Anayasa'da yazılı şartlar içinde hükümet edenlerin belli organlar tarafından
kullanılan yetkileridir...
"Milletin
egemenliğe kayıtsız ve şartsız sahip olmasına karşılık, siyasal iktidar hükümet
edenlerin malı olmadığı gibi, kullanılması da bir takım kayıt ve şartlara
bağlıdır. Tasarının 4, 5, 6, 7. maddelerinde bu modern ayrım açıkca
belirtilmiştir." (Kazım Öztürk, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Türkiye İş
Bankası Yayınları, Ankara, 1966, Ciltl, Sh. 602).
"Hakimiyet
ile siyasal iktidar arasındaki farklar çağdaş devlet fikrinin nitelikleri
olarak kabul edilmiştir. Şöyle ki, hakimiyet millete aittir. Oysa, iktidar hükümet
edenlere ait değildir... zilyedidirler...
"Hakimiyet
sınırsızdır... Hükümet edenlerin iktidarı ise sınırlıdır... "Hakimiyet
aslidir... En yüksek kudrettir... Hükümetler değişir. Hakimiyet bölünemez.
İktidarda ise, bölünürlük, kısmilik vardır. Örneğin, hakimiyet bir gruba, bir
sosyal sınıfa maledilememesine karşı, siyasal iktidar bir grubun, bir sosyal
sınıfın elinde olabilir. Seçimler bu sonuçları verebilir." (Prof. Tarık
Zafer TUNAYA, Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku, 4. Bası, İstanbul, 1980, Sh:
152) .
"Egemenlik
ile siyasal iktidar farklı nitelik taşımaktadır. Egemenlik ulusa ait olduğu
halde siyasal iktidar sahipleri tarafından sınırlanmıştır. Egemenlik kurucu bir
kudret olup siyasal iktidarın üzerindedir. Bu açıdandır ki, egemenlik asli, en
yüksek ve iktisap edilmiş olmayan bir iktidardır.
"Siyasal
iktidar ise, siyasal olaylardan doğmaktadır. Diğer bir deyişle, ulus
egemenliğin sahibi, siyasal iktidar ise iktidarın zilyedidir. Nihayet,
egemenlik bir bütünü, iktidar ise kısmiliği içerir." (Prof. Çetin ÖZEK,
TCY'nın 50. Yılında Devlete Karşı Suçlar, İstanbul, 1976, Sh: 31 ).
4)
BAŞKA KAYNAKLAR VE
ANAYASA
MAHKEMESİ
Egemenlik
konusunu, daha yeni bir-iki kaynağı sıralayarak bitirmek istiyoruz. Ve
özellikle 1982 Anayasası'na göre yapılmış değerlendirmeleri sunmak istiyoruz.
Bakalım, durumu 1982 Anayasası'na göre ele alan, Prof. Dr. SOYSAL ne diyor,
Prof. Dr. ÖZBUDUN ne diyor:
"Bir
toplumsal olgu olarak sınıfların varlığını kabul ettikten sonra, partilerin
tabanlarını böyle bir toplumsal olguya dayandırmalarını da, bu dayandırış ister
itiraf edilsin, ister edilmesin doğal karşılamak gerekir. İktidarlar da siyasal
bilim açısından incelendiklerinde belirli bir toplumsal sınıfın ya da
Sınıfların iktidarı olabilirler. Ne 1961 Anayasası'nda... ne de 1982 Anayasası'nda
sınıf gerçeğini ya da bunun iktidara yansımasını önleyici bir hüküm yok.
Önlenen bu iktidarın bir sınıf egemenliği kurmak yolunda kullanılması... dır.
Bu bakımdan, egemenlik ve iktidar kavramlarını birbirine karıştırmaktan
kaçınmalıdır." (Prof. Mümtaz SOYSAL, 10 Soruda Anayasa'nın Anlamı, Altıncı
Bası, 1986, İstanbul, Sh:184).
"Bilindiği
gibi, Anayasa'nın 68. maddesine göre (f.5), (sınıf ve zümre egemenliğini veya
herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayan siyasi
partiler kurulamaz) Ancak, unutmamak gerekir ki, bu hüküm ne sosyolojik bir
gerçeklik olarak sosyal sınıfların inkar edildiği, ne de belli sınıfların
menfaatlerini temsil eden siyasal partilerin yasaklandığı anlamına gelir.
Egemenlik
ve siyasal iktidar farklı kavramlardır. Sınıf egemenliği ülke içindeki tek
gücün tek bir sınıfın elinde toplanması ve bütün diğer sınıfların egemenliğinin
kullanılmasında dışlanması demektir." (Prof. Ergun ÖZBUDUN, Türk Anayasa
Hukuku, Ankara, 1986, Sh: 76).
Evet,
iki Anayasa kitabı aynen bunları söylüyor. İktidar başkadır, egemenlik
başkadır. Fakültelerimizde, gerçek böyle öğretiliyor. Nitekim, Anayasa
Mahkemesi'nin de aynı düşünceyi benimsediği görülüyor. Sosyalist Parti
kararında, iktidar ve egemenlik kavramlarının farklılığına işaret ediliyor ve
şöyle deniliyor :
"Yasaklanan,
bu iktidarın bir sınıf egemenliğini kurmak yolunda kullanılması ve bir tek
sınıfın öteki sınıflar üzerinde egemenlik kurmasıdır. 'Egemenlik' ve 'iktidar'
kavramları birbirine karıştırılmamalıdır. Anayasa'nın 6. maddesine göre,
'egemenliğin kurulması, hiç bir surette hiç bir kişiye, zümreye veya Sınıfa
bırakılamaz' ama, iktidar, bir süre için siyasal partiler yoluyla ağırlıklarını
duyuran zümre ya da sınıfların eline geçebilir. Bu maddede yasaklanan,
egemenliğin kullanılmasının sürekli ve değişmez bir biçimde bir kişi, zümre
veya sınıfa bırakılmasıdır.
Sınıf
egemenliği, siyasi iktidarın ve siyasi faaliyetin belli bir sınıfın tekeline
geçmesi, toplumdaki diğer sınıfların ve partilerin siyasi hayatın dışına
itilmesi, onlara iktidar olma hak ve imkanının tanınmaması olarak
tanımlanabilir. Anayasa'nın yasakladığı da budur. Diğer sınıflar üzerinde
tahakküm kurmak amaçlamadığı, hukuk devleti ilkesine, çok partili çoğulcu
sisteme ve iktidarların seçimlerle değişebilirliği kuralına aykırı bir tutum
alınmadığı sürece, sınıf iktidarını istemek ya da bu yolda çalışmak yasalara
aykırı düşmez.
Yukarıdaki
açıklamaların ışığında Anayasa'da ve özellikle 2820 sayılı Yasanın siyasi
partilerin hangi esaslara dayanamayacaklarını söyleyen 78. maddesinin (b)
bendinde, 'zümre', 'cemaat' vb. yanında sosyal sınıftan söz edilmemesi
karşısında siyasi partiler yasasında, sosyal sınıf esasına dayalı parti
kurulmasını engelleyen bir kuralın bulunmadığı kabul edilmelidir." (RG.,
16.5. 1989, Sh: 49-50).
5) DEMOKRASİ
KONUSU :
İddianame
sosyalizm ve demokrasi konusunda da çok yanlış bir yaklaşım kuruyor. Suçlamaya
göre,"aşamalı yollar sonunda komünist topluma ulaşılacaktır",
"Barışçıl yol öngörülse dahi, teorileri gereği, kendi görüş ve
ideolojilerine göre benimsedikleri komünist düzeni yerleştirmek için,
ideolojilerine aykırı gördükleri demokrasiyi ortadan kaldırmayı amaçladıkları
kuşkusuzdur."
Biz,
böyle bir hukuk anlayışı karşısında, donup kaldığımızı itiraf ediyoruz. Gözlerimizin
önünde hızla değişen bir dünya var. Duvarlar yıkılıyor. Ama iddianame, Anayasa
Mahkemesi'nin kararıyla tescil edilmiş gerçekleri bile görmüyor, hala eski
türküleri söylüyor. Bu nedenle, ayrıntıya girmeden, partiye ait metinlerle
Anayasa Mahkemesi kararına atıf yapıp bırakmak istiyoruz. Önce, programdan bazı
bölümleri tekrar ediyoruz :
"(...)
Türkiye'de geniş mutabakatlara dayalı çağdaş, katılımcı ve çoğulcu bir
demokrasiyi gerçekleştirmek, (...) TBKP'nin öncelikli hedefleridir. Bu
hedeflere varabilmek, demokrasiyi kazanıp güvence altına alabilmek, devletin
çağdaşlaşmasını, demokratik yeniden yapılanmasını sağlamak, halkın politikada
söz ve karar sahibi olarak toplumsal gelişmenin öznesi olabilmesi için,
öncelikle düşünce, inanç ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin
kaldırılması, tabuların yıkılması gerekir. TBKP, bu ivedi görevi kendisinin
vazgeçilmez misyonu kabul eder." (Program, Giriş, Son paragraf).
"TBKP,
ancak çağdışı baskı, şiddet ve tahakküm ilişkilerine karşı, toplumsal yaşamın
her alanında evrensel demokratik değerleri bizzat yaşama geçiren bir mücadele
anlayışıyla, demokrasinin bir yaşam tarzına, kalıcı bir kültüre dönüşebileceği
görüşündedir. TBKP, muhalefette ya da iktidarda, her zaman halkı bu yönde
esinlendirecektir." (Program, Sh: 2, Par: 8).
"Parlamento
politik sistemin en üst organı olmalıdır." (Program, Sh: 3, Par: 1).
"Demokrasiyi
güçlendirerek sosyalizme geçilecek, sosyalizmi güçlendirerek demokrasi
geliştirilecektir. Sosyalizmde, çoğulculuk, sosyalizmi benimsemeyen partileri de
içerecektir. Sosyalizmin bütün potansiyelinin seferber edilmesi ancak azami
demokrasiyle olanaklıdır. Bu koşullarda toplum, kendi üretim ve paylaşım
tarzını, yaşama ve çalışma koşullarını özgürce belirleyebilecektir. (...)
TBKP'nin nihai amacı, insanın insanca yaşayabileceği özgürlük dünyasıdır."
(Program, Sh: 8, Par: 9-10).
Evet,
parti programı böyle diyor. Geniş mutabakat diyor. Çoğulcu demokrasi diyor. Ve
çoğulculuğun, sosyalizmi benimsemeyen partileri de içereceğini açıkca ilan
ediyor. Ama iddianame, bu metinlerde demokrasiyi ortadan kaldırma amacı
buluyor. Ve hatta bu amaç kuşkusuzdur diyor. Bakalım, böyle bir hukuk
anlayışına Anayasa Mahkememiz ne cevap veriyor :
"Bir
sosyalist partinin sosyalist öğretilerin yol göstericiliğinden ve sosyalist
kültürden yararlanması geçmiş hataların eleştirisi ve kendi potasında
oluşturmaya çalışacağı kişilikle yolunu belirlemeye çalışması yadırganamaz.
Önemli olan, eylem ve davranışlarıyla Anayasa ve Yasalara aykırı düşüp
düşmediğidir."
"Sosyalist
bir partinin, sosyalist teoriyi benimsemesi ve mücadelesinde sosyalist teorinin
yol göstericiliğinden yararlanması doğaldır. Ancak, benimsenen teori,
parlamenter demokratik çoğulcu sistem anlayışından kaynaklanmalıdır. Sosyalist
teorinin yol göstericiliği, programının diğer maddelerindeki amaç, temel
ilkeler ve öngörülen faaliyetlerle anlam kazanır. Davalı parti programının 11.
maddesinde, iktidarın kaynağının mutlaka halkta olmasını demokrasi ilkesi
olarak kabul ettiğine, parlamenter sistem ve seçim esasını öngördüğüne, gizli
oy, açık sayım ilkesini benimsediğine göre programında öngörülen, demokratik
ilkelere bağlılıktır. Bu tür bir sosyalist teorinin yol göstericiliği o
partinin kapatılma nedeni olamaz."
"'Sosyalizmin'
teoride ve uygulamada sürekli değişim içinde olması ve anlamındaki
değişiklikler nedeniyle sosyalist bir partinin Anayasa ve Yasalarla yasaklanıp
yasaklanmadığı konusunu sadece adına bakarak çözüme bağlamaya olanak yoktur.
Her somut olay, başlı başına değerlendirilip karara bağlanmalıdır."
(Anayasa Mahkemesi, Sosyalist Parti Kararı).
Bize
göre, Anayasa Mahkemesi'nin bu yaklaşımı, demokrasi konusundaki haksız
suçlamayı çözüp atıyor. Mustafa Suphi şöyle olmuş, TİP'liler ve TKP'liler böyle
olmuş, Sıkıyönetim Mahkemeleri mahkumiyet hükmü kurmuş, Askeri Yargıtay onaylamış...
Hiç böyle hukuk olur mu' Karşımızda yepyeni bir tüzel kişilik var. Ve mahkum
olmuş kişiler nedeniyle, partinin nasıl sorumlu tutulacağı yolunda özel
kurallar var. 2820 sayılı Yasa bunları açıkca saymış, Eğer koşulları varsa,
suçlama bu koşullara göre yapılır. Yoksa, birilerinin mahkumiyetinden başka bir
tüzel kişi sorumlu tutulmaz.
Nitekim,
Anayasa Mahkememiz, açıkca kabul ediyor. Bir sosyalist partinin, sosyalist
küttürden yararlanabileceğini, onu kendi potasında pişirip oluşturabileceğini
söylüyor.
TBKP'de,
örneğin TİP'den bahsederken, bu kültürden yararlanmayı ve kendi potasında
oluşturmayı kastediyor. Ve iddianamenin bu yaklaşımı da, Anayasa Mahkemesi
kararıyla çürüyor, çözülüyor, çürüyor.
6) KISACA
DİĞER SUÇLAMALAR
Daha
önce belirttiğimiz gibi, iddianame 12. sahifedeki "DEĞERLENDİRME"
başlığıyla önce sınıf egemenliği amaçlamayı ele alıyor. Sonra, 16. sahifede
"Kullanılması ve Kurulması Yasaklanmış Adla Siyasi Parti Kurulması",
17. sahifede "Devletin Ülkesi ve Milletiyle Bölünmez Bütünlüğü" 19. sahifede
"Kapatılan Bir Siyasi Partinin Devamı Olduğunu Beyan ve İddia Etmek"
suçlamalarını sıralıyor.
Biz,
son üç suçlamayla ilgili olarak, sağlıklı çalışma yapabilecek bir zaman
bulamadığımızı tekrar itiraf ediyoruz. Kullanılması ve kurulması yasaklanmış
adla parti kurulmasına yönelik suçlama, davamızın can damarıdır. Anayasa'nın
68. maddesine ait gerekçe ile 2820 sayılı Yasanın 96. maddesinde yer alan
düzenlemeyi ciddi biçimde ele almak istiyoruz. Aynı şekilde, Bölünmez Bütünlük
konusunu ve özellikle 81. maddenin tümünü doğru bir süzgeçten geçirmek
zorundayız. Dil farklılığı bulunduğunu ileri sürmek ve Türk dili veya
kültüründen başka dil ve kültürlerin geliştirilmesinden bahsetmek konuları eski
TİP ve TEP kararlarını ele almayı ve günümüzde yaşanan soruna gözatmayı, diğer
partilere ve dünyadaki gelişmelere bakmayı gerektiriyor. Kapatılan partilerin
devamı olmak konusu da, yine zaman duvarına çarpıyor.
Ayrıca,
bu üç konu ve dolayısıyla 2820 sayılı Yasanın 81 ve 96. maddeleri, demokrasimiz
açısından artık çok önemli bir hukuksal tartışmayı gerektiriyor.
Bir
yandan, Anayasa'nın 13. maddesindeki "Demokratik Toplum Düzeninin
gereklerine aykırı olamaz" kuralı mutlaka ele alınmalıdır. Evet, Yüksek
Mahkeme'nin 3218 sayılı yasayla ilgili (6.10.1986 gün ve 1986/23 sayılı) kararı
var. ama, o karardaki dar kalıpların aşılması gerektiğini düşünüyoruz.
Öte
yandan, Geçici 15. maddenin yürürlükte olup olmadığı konusunu, özgün bir
biçimde tartışmak istiyoruz. Eğer Geçici 15. madde yürürlükte sayılacaksa,
Anayasa karşısında bazı yasal kuralların "ihmal edilmesi" veya
(Anayasa Mahkemesinin 1984/1 sayılı kararında söylediği gibi) "Anayasa
kurallarına olabildiğince uygun yorumlamalarının düşünülmesi" konularını
bu davada bir daha ele almayı çok yararlı görüyoruz. Elbet, ihmal ve
olabildiğince uygun yorum konularının daha önce işlendiğini biliyoruz. Sadece,
yeniden ele almanın yararlarına işaret ediyoruz. Ama, geçici 15. maddeyle
ilgili tartışmamızın özgün bir tartışma olacağını tekrar ediyor ve bunda ısrar
ediyoruz.
Sonuç
olarak, ilk suçlama dışında diğer üç suçlamayı cevaplayacak zaman
bulamadığımızı söylüyoruz. Tamamı haksız 4 suçlama için, kapatma talebinin
reddini istemekle birlikte, sözlü açıklama hakkı tanınmasını bekliyoruz.
Böylece, önemli bazı vurgulamalara fırsat bulacağımızı, CMUY'nın temel direği
olan sözlülük ilkesinden yararlanıp daha sağlıklı görev yapacağımızı ve sürenin
daralmasından doğan eksikliklerimizi tamamlayacağımızı belirtiyor, durumu
takdirlerinize sunuyoruz. Anayasa'nın 148/2 ve 2820 sayılı Yasanın 98/1 ve 2949
sayılı Yasanın 33. maddeleri uyarınca (1988/2 Esas sayılı davada yapıldığı
gibi) "Sözlü açıklama" isteğimizin kabulünü diliyoruz.
Saygılarımızla.
13.7.1990"
III-
CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI'NIN ESAS HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ:
Başsavcılığın
15.10.1990 günlü, SP.30Hz.1990/34 sayılı esas hakkındaki görüşü aynen şöyledir
:
"Davalı
Türkiye Birleşik Komünist Partisi hakkında 14.6.1990 tarihli iddianamemizle
açtığımız dava dolayısıyla Yüksek Mahkemenizce istenilen esas hakkındaki
görüşümüz aşağıdaki şekilde sunulmuştur.
Öncelikle;
Anayasa'nın geçici 15/son maddesi kapsamına ve Siyasi Partiler Kanununun açık
hükümlerine göre, davalı siyasi partinin Anayasa'ya aykırılık iddiası ciddi
görülmediğinden reddi gerektiği düşünülmüştür.
DAVALI
SİYASİ PARTİNİN KAPATILMASINI GEREKTİREN SEBEPLER:
A-
SOSYAL BİR SINIFIN DİĞER SOSYAL SINIFLAR ÜZERİNDE EGEMENLİĞİNİ SAVUNMAK VE
GERÇEKLEŞTİRMEYİ AMAÇLAMAK :
a-
Davalı partinin tüzük ve programında belirtilen görüşlerin temel dayanağını
marksizmin teşkil etmesi nazara alınarak, öncelikle marksizm ve onunla ilişkili
diğer kavramlar hakkında, bazı kamu hukuku yazarlarımızın bu konudaki
eserlerinden de yararlanmak suretiyle, Kısa açıklamalar yapmak yararlı
olacaktır.
I-
SOSYALİST CEREYANLAR
Tarihi
perspektiften bakıldığında, Yunan filozofu Eflatun'dan başlayarak Thomas More
ve Campanella gibi XVI ve XVII. yüzyıl yazarları ideal bir toplum oluşturmak
için görüşler ileri sürmüşler ve hem özel mülkiyeti, hem de doğuş aşamasında
olan kapitalizmi eleştirmişlerdir. (Meydan Larousse Ansiklopedisi, C. XI, S.
471 ).
1789
Fransız İhtilali öncesinde ve sonrasında büyüyüp gelişen ekonomik hayat
ekonomik liberalizmi doğurmuş, Fransız İhtilali de insanlara siyasi liberalizmi
getirmişti. Ancak, ihtilali gerçekleştiren burjuva sınıfının kurduğu kapitalizm
bu sınıfın gelişmesini, zenginleşmesini sağlarken, kendi bünyesindeki
çelişmelerden dolayı bir işçi Sınıfının ortaya çıkmasına engel olamadı. Liberal
demokrasi bu yeni sınıfın kapitalist düzen içindeki problemlerini çözümlemekte
yetersiz kaldı ve bunun sonucunda bir memnuniyetsizlik duygusu hakim oldu. Bu
bakımdan, antiliberal siyasi rejimlerin temelinde yatanın kurulu düzenin
yetersizliği inancı olduğu söylenebilir. (Hüseyin Naili Kubalı, Anayasa Hukuku
Dersleri - Genel Esaslar ve Siyasi Rejimler İÜ.HF. Yayınları, İstanbul 1971 ,
s.483).
Bu
koşulların etkisiyle XIX. yüzyıl ortalarında özellikle, Fransa'da Henri ve
Saint- Simon, Charles Fourier, Louis Blanc ve Pierre-Joseph Proudhon, Gracchus
Babeuf, Almanya'da Karl Marx, Friedrich Engels, Ferdinand Lasalle, İngiltere'de
Robert Owen ve Amerika'da Henry George gibi düşünürler, endüstri alanındaki
gelişmelerin doğurduğu ekonomik ve sosyal problemlere ve ferdiyetçiliğe bir
tepki olmak üzere sosyalizm denilen toplumcu görüşü teşkil eden fikirler ileri
sürmeye başlamışlar ve bu görüş kısa zamanda birçok ülkede yaygınlık
kazanmıştır. (Recai Galip Okandan, Umumi Amme Hukuku, İÜ.HF. Yayınlarından,
İstanbul 1976, ss. 639-641).
Bu
yazarlar içinde özellikle Karl Marx ve onun yakın çalışma arkadaşı Friedrich
Engels'in sistematize ettikleri sosyalist görüşler Marksizm adı altında
insanlık tarihinde önemli sonuçlar meydana getirmiştir.
Marksizme
"bilimsel sosyalizm" de denilmektedir. Çünkü kendisi dışında kalan
ütopyacı sosyalizmin tersine, tarihin mutlak determinist bir felsefesi ve
diyalektik metod üzerine inşa edilmiştir. (Bülent Daver, Çağdaş Siyasal
Doktrinler, Ankara-1969, s. 75).
Marksizm
bir ekonomik doktrin ve siyasi program olmakla beraber, aslında bir dünya
görüşü, yani sosyal bir felsefedir. Bu dünya görüşü kendisinden önceki çeşitli
düşüncelerden faydalanmış, onlardan ilham almış ve bir sentez meydana
getirmiştir. (Ayferi Göze, Liberal Marxist Faşist ve Sosyal Devlet Sistemleri,
İÜ.HF. Yayınlarından, İstanbul 1977, s. 48 ve dv.)
II-
DİYALEKTİK MATERYALİZM
Diyalektik
materyalizm marksist dünya görüşünün felsefi temelidir. Tek gerçeğin, maddenin
ise bu ruhun esiri olduğunu, dolayısıyle evrenin ve maddenin üstün ruh
tarafından yaratıldığını savunan idealizmin karşıtı olan materyalizm
(maddecilik) maddeyi gerçek, bağımsız, asli bir varlık sayar. Evrendeki bütün
olaylar tek gerçek olan maddenin çeşitli ve değişik görünümünden ibarettir. Tek
gerçek duyularla algılanan maddi dünyadır. (A. Göze, ag.e., s. 50-51).
İşte
Karl Marx kökeni antik çağlara uzanan materyalist görüşe Hegel'den aldığı
diyalektik yöntemi uygulayarak ona yeni bir nitelik kazandırmıştır.
Konuya
karşıtlarla yaklaşma, tartışma ve soru sorma anlamına gelen diyalektiğin
felsefe alanında birçok düşünür tarafından çeşitli tarifleri yapılmıştır.
Marx'ın etkilendiği ve idealist felsefe mensubu Georg Wilhelm Friedrich Hegel'e
göre diyalektik, devamlı bir gelişimi ifade eder. Hegel'in diyalektik mantığına
göre, evrende, dünyada ve hayatta herşey değişir ve yeniden oluşur.
Dünya
ve hayat statik bir realite değil, daimi bir süreç, bir hareket ve bir
oluşumdur. Bu sürekli oluşum kesin şekilde biçimlenen tez ve antitezin
çatışmasından ve sonunda bir senteze bağlanmasından ibarettir. (B. Daver,
ag.e., s.76).
Tezin
antitezi de beraberindedir. Sonuçta bir senteze varılır. Ancak, bu sentez
aslında yeni bir tezdir ve onun da bir antitezi mevcuttur. Bu şekilde bir
değişim ve oluşum süreci devam eder, gider. Hegel bu şekilde doğruya
varılacağını düşünür. K. Marx, diyalektiğin daha ziyade çelişki yönü üzerinde
durmuştur. Marx'a göre, düşünceler maddenin insan zihnine yansımasıdır. Madde
olmaksızın tek başına düşünce bir anlam taşımaz. K. Marx ve FEngels,
materyalizm ve diyalektiğin sentezinden diyalektik materyalizm görüşüne
varmışlardır.
Diyalektik
materyalizme göre, madde ölümsüzdür, sonsuzdur ve yaratılmamıştır. Maddenin özü
sürekli bir hareket halindedir. Maddenin bu hareketi gelişmeyi ve ilerlemeyi
sağlayan bir olaydır. Hareket maddeyi belirleyen bir nitelik, ondan ayrılması
imkansız bir özelliktir. Maddedeki bu hareketin kaynağı maddenin içindeki iç
çelişkiler ve çatışmalardır. Bunlar bir senteze doğru giderlerken maddeyi
harekete geçirirler.
Diyalektik
materyalizm, evrenin sürekli bir değişme ve gelişme halinde olduğunu, bu
gelişme ve değişmenin sert ve ani olarak kendini gösterdiğini ve bu değişiklik
ve gelişmelerin maddenin özünde var olan çelişik güçler nedeniyle meydana
geldiğini savunur. (A. Göze, ag.e., s. 50 vd.).
III-
TARİHİ MATERYALİZM
Tarihi
materyalizm, diyalektik materyalizmin toplum hayatına uygulanması, toplum
hayatının incelenmesinde kullanılmasıdır.
Toplumun
ana ilişkileri tabiatladır. Bu ilişkiler üretime dayanır. Üretim ise tabiat
şartları, üretim tekniği ve iş bölümü şeklinde üç unsur ihtiva eder. Bu
unsurların her biri değişir, gelişir, ancak birbirlerinden ayrılamazlar. Marx
bu üç unsura üretim gücü demekte ve her toplumdaki bu güce alt yapı adını
vermektedir. Muayyen bir toplumdaki kültür, ahlak, hukuk, din, sanat, felsefe,
edebiyat, sosyal teoriler, siyasi müesseseler ise üst yapıyı teşkil etmekte ve
alt yapı demek olan üretim ilişkilerine bağlı bulunmakta ve onlara tabi olarak
teşekkül etmektedir.
Üretim
araçları ve toprağın birtakım kişilerin eline geçmesi sonucu bu gibi kimselerin
yaptıkları iş yüksek iş sayılır ve bu gibi işlerde çalışanlar yüksek görevleri
kendi çocuklarına bırakırlar. Böylece toplumdaki en yüksek görev en zengine ait
olur. İşbölümü bu suretle toplumda sınıfların ortaya çıkmasına sebep olur.
Üretim
araçları ise bir azınlığın elindedir. Oysa üretim faaliyetleri çoğunluk
tarafından gerçekleştirilmektedir. Burada bir çelişki söz konusudur. Azınlıkta
bulunanlar, yani üretim araçlarına sahip olanlar baskılarını devam ettirebilmek
için, bu çelişkiyle ilgisi olmayan bir din ve ahlak sistemi geliştirir. Bunların
amacı üretim araçlarının mülkiyeti ile üretim faaliyeti arasındaki çelişkiyi
gizlemek ve kurulu düzeni sürdürmektir.
Marksist
doktrin üst yapı ile alt yapı arasında sıkı bir ilişki bulunduğunu
savunduğundan, felsefenin belli bir düzeni ortaya koyup eleştirmesinin yanında
onu değiştirmesi gereğini de ortaya koyar. (İlhan Akın, Kamu Hukuku, 4. Bası,
İstanbul, Basım Tarihi yok, ss. 227, 229)
IV-
MARKSİZMİN DEVLET VE DEMOKRASİ ANLAYIŞI
Marksizme
göre, devlet yukarıda belirtilen sınıflaşmanın ürünüdür. Bu sınıflar arasındaki
çelişkiye dayanır. O bir sınıfın yani üretim araçlarını elinde bulunduranların
diğer sınıfı yani üretimi gerçekleştirenleri baskı altında tutmasına yarayan
bir vasıtadır. Bu baskıyı sağlayan unsur olan ekonomik güç yanında bir de
zorlama vasıtalarına ihtiyaç vardır ki, bunlar da devletin silahlı kuvvetleri
ve mahkemeleridir.
Marksist
teori, kapitalist burjuva devletinin bünyesinde ihtiva ettiği çelişkiler
nedeniyle er geç yıkılacağını, ancak işçi sınıfının ihtilalci mücadelesinin bu
yıkılışa yardım edeceğini, onu hızlandırıp kolaylaştıracağını savunur.
K.
Marx ve F. Engels'in kaleme aldıkları "Komünist Manifesto"da
zikrettikleri gibi, burjuva toplumunda bir işçi sınıfının meydana gelmesi,
işçilerin proleterleşmesi, sendikalarda örgütlenmeleri, feodal aristokrasi
kalıntıları ve başka milletlerin burjuvazisi ile çatışan ve kapitalin belirli
ellerde toplanması sonucu fakirleşen burjuvaların proleter sınıfa girmeleri,
kapitalist düzenin sarsılması sonucu yönetici sınıfın küçük bir bölümünün de proletaryaya
katılması, bunalımların ve işsizliğin başlaması gibi belirli bir sürecin
tamamlanmasıyla proleterya ihtilali kaçınılmaz hale gelir. (B. Daver, ag.e., s.
80-81).
Üretim
araçları üzerindeki özel mülkiyet hakkının kaldırılmasını, kollektif mülkiyetin
gerçekleştirilmesini, iktisadi, sosyal ve ideolojik ilişkilerin kökten
değiştirilmesi suretiyle kapitalizmden sosyalizme geçilmesini programına alan
komünist partisinin işçi sınıfının öncüsü olarak oynayacağı rol Komünist
Manifesto'da ısrarla vurgulanmıştır. (Meydan-Larousse Ansiklopedisi, C. VII, s.
425).
Burada
ihtilal yani şiddet yöntemi kendisini göstermektedir. Başka bir deyişle, işçi
Sınıfı zora başvurmak suretiyle iş başına geçecek, üretim araçlarına el koyacak
ve üretim araçlarına sahip olan burjuva Sınıfının varlığına son verip Sınıf
farklılığını ortadan kaldıracaktır. Bununla beraber, bu işin gerçekleşmesiyle,
Devletin de kendiliğinden, o andan itibaren yok olması söz konusu değildir.
Bunun için ihtilali takip eden üç aşamadan geçilmesi gereklidir.
Birinci
aşamada, işçi sınıfı burjuva sınıfıyla mücadele edecek, onların direnişini
kıracak, üretim araçlarını onların elinden alacak, rejimi dış düşmanlara karşı
koruyacaktır. Bunun için işçi sınıfı (proletarya) hakim sınıf olarak örgütlenip
eski sınıfı tasfiye edecek, bunu da proletarya diktatörlüğü yoluyla
gerçekleştirecektir.
Bu
dönemde iktidarı ele geçirip hakim sınıf haline gelecek olan proletarya
"bir devlet halinde teşkilatlanarak geçici bir süre despotik bir
egemenlik" sürecektir. (HN. Kubalı, ag.e., s. 508).
Bu
dönemde proleterya demokrasisi egemen olacaktır. İşçi sınıfının partisi olan
komünist partisi vasıtasıyla, çalışanlar kamu işlerinin yönetimine katılacaklardır.
Bu dönemde demokrasi mevcut olacaktır. Çünkü, marksizme göre proletarya
diktatörlüğü demokratiktir. Zira, işçilerin yani çoğunluğun haklarını temsil
eder, sömürüye son vermeyi, çalışanların hayat seviyesini yükseltmeyi amaç
bilir.
Marksizme
göre, bir rejimin demokratik olup olmadığını tesbit etmek için orada temsili
demokrasi, özgür seçimler, birden fazla partinin varlığı, parlamento içi ve
dışı muhalefet vsnin bulunup bulunmadığı önem taşımaz. Bunların hepsi mevcut
olsa dahi, devlet azınlığın çıkarlarını gerçekleştirmeye yarıyorsa, azınlığa
hizmet ediyorsa demokrasinin varlığından söz edilemez. (A. Göze, ag.e., s.81).
Bu
bakımdan marksizme göre demokrasi, sözde demokrasi ve gerçek demokrasi olmak
üzere ikiye ayrılır. Sözde demokrasi denilen burjuva demokrasisinde, temel hak
ve özgürlükler ve genel seçim ilkeleri, insan hakları bildirileri, Anayasa ve
kanunlarla güvence altına alınmış olmasına rağmen bunlar muhtevadan yoksun
kalıplardan ibarettir. Üretim araçları burjuvazinin elinde bulunduğu sürece gerçek
demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Buna karşılık, çoğunluğu teşkil eden
işçi sınıfının işbaşına geçmesi, mülkiyetinin topluma geçmesi suretiyle gerçek
demokrasiye ulaşılabilecektir. (İAkın, ag.e., s. 232).
Fert
hak ve özgürlükleri ile özgür seçimler gibi iki temele dayanan Batı demokrasisi
ile marksizmin demokrasi anlayışları arasındaki fark bu açıklamalardan ortaya
çıkmaktadır.
Aynı
deyimi kullanmakla beraber marksizmin demokrasiye verdiği farklı anlam
konusunda yazar Server Tanilli de şunları söylüyor :
"...
Marksizm'e göre, burjuvazinin iktidarının bir "devrim"le
yıkılmasından sonra, işçi sınıfının kendisi egemen duruma gelir.
Ve
devrimle beraber, "proletarya diktatörlüğü" başlar.
"Komünizm"e erişmek için zorunlu bir aşamadır bu.
Nedir
proletarya diktatörlüğü'
Marx'a
göre, proletaryanın kimseyle paylaşmadığı, bölünmez ve doğrudan doğruya
yığınların silahlı gücüne dayanan bir iktidar.
-
Her şeyden önce söz konusu olan bir diktatörlüktür.
Gerçekten,
marksistler, kurulan rejimin diktatöryal niteliği üstünde ısrarla dururlar.
Onlara göre, aslında bir yenilik de değildir bu. Çünkü devlet, hep bir
diktatörlük olmuştur. Gerçeği örtbas etmek için kullanılan terimler ne olursa
olsun, bu böyledir. Devlet, bir Sınıfın bir başka Sınıf üstündeki baskı aracı olduğundan,
olsa olsa ancak bir diktatörlük olabilir. İşçi Sınıfı da, eline geçirdiği
devlet gücünden, kendi iktidarını güçlendirmek ve düşmanlarını ortadan
kaldırmak için yararlanacaktır. Bu görevi yerine getirmek için de zor
kullanacaktır.
-
Ne var ki, bu diktatörlük, marksizme göre, demokratik bir diktatörlüktür aynı
zamanda.
Diktatörlükle
demokrasi kelimelerini yanyana getirmek "paradoksal" görünebilir
gerçi. Ancak, onlara göre, proletarya diktatörlüğü demokratiktir ve demokratik
niteliği de şuradadır: Devlet iktidarı, tarihte ilk kez çoğunluğun olmakta ve
bu çoğunluğun çıkarlarını burjuvazinin iktidarına dönüş girişimlerine karşı
savunmaktadır." (Server Tanilli, Devlet ve Demokrasi, Anayasa Hukukuna
Giriş, İstanbul, 1981, s. 48).
Devletin
yok olmasına giden sürecin ikinci aşamasında, burjuva sınıfı ortadan kalkmış
olmakla beraber mutlak eşitlik henüz gerçekleşmemiştir. Herkes üretimden
"emeğe göre" veya "yeteneğine göre" pay alabilmektedir.
Sınıflar ortadan kalkmış sömürü bitmiştir. Eşitsizlikler tam olarak ortadan
kalkmadığından devlete olan ihtiyaç devam etmektedir. Buna sosyalist devlet
aşaması adı verilmekte ve komünizmin alt aşaması sayılmaktadır. (A. Göze,
ag.e., s. 68).
Proleter
hareketin amacı iktidarı burjuvaziden almak ve bütün ekonomik kuvvet ve sorumluluğu
sosyalist aşamada devlete geçirmektir. Bu proletaryanın organize, yönetici
kuvvet haline gelmesidir.
Komünist
programa göre, sosyalist devlet aşamasında takip edilecek ana ilkeler (1)
Toprak mülkiyetinin kaldırılması ve topraktan sağlanan gelirin müsadere
edilmesi, (2) Ağır müterakki vergiler konulması, (3) Miras haklarının
kaldırılması, (4) Bankaların devletleştirilmesi, (5) Haberleşme ve ulaşım
araçlarının devletleştirilmesi, (6) Devletin endüstriyel ve tarımsal faaliyete
geçip işletmeler kurması, (7) Endüstri ve tarımın devlet tarafından yürütülmesi
ve şehir ve köy hayatı arasındaki farklılıkların kaldırılması, (8) Parasız
mecburi eğitim, (9) Planlı ekonomidir. (BDaver, ag.e., s. 84).
Sosyalist
devlet aşamasında herkes özgürlüklerden tam olarak yararlanma durumundadır.
Toplum sosyal ekonomik ve siyasal bakımlardan kendi kaderine hakim durumdadır.
Böylece, temeli ve amacı özgürlük olan demokrasi gerçekleşmiş olacaktır. (A.
Göze, ag.e., ss. 82, 83).
Ancak,
komünist parti programını gerçekleştirmek amacıyla gerektiğinde büyük
burjuvaziye karşı her parti ile entelektüellerle ve hatta küçük burjuva
partileriyle de işbirliği yapabilir. Komünistler her yerde kurulu siyasal ve
sosyal düzeni değiştirmeye yönelik girişimleri destekler ve ihtilalci davranışları
benimserler (B. Daver, ag.e., s. 85).
Üçüncü
aşama olan komünizmin üst aşamasında üretim güçleri gelişmiş, üretim bollaşmış
ve herkes "ihtiyacına göre" üretimden pay alır hale gelmiştir. Üretim
araçları tümüyle topluma geçmiştir. Böyle bir toplumda üretimin dağılımı
kendiliğinden, herhangi bir baskıya gerek olmadan gerçekleşecektir. Böyle bir
toplumda sınıflar bulunmadığından, sınıflar arasında çatışma ve mücadele de
olmayacak, böyle olunca da sınıf mücadelelerinin doğurduğu bir örgütlenme olan
Devlet kendiliğinden yok olacaktır.
Bu
dönemde özgürlükler tam olarak gerçekleşeceği için demokrasinin varlığından söz
edilebilir. Çünkü, insanlar birbirleri üzerinde egemenlik kuramayacağı gibi,
üretim bolluğu sebebiyle hiç kimse eşitsizliklere maruz bulunmayacağından,
gerek siyasi gerekse ekonomik özgürlükler gerçekleşmiş olacaktır (A. Göze,
ag.e., ss. 59-84, İ. Akın, ag.e., ss. 231-235, RG. Okandan, ag.e., s. 668, B.
Daver, ag.e., s. 82-85).
Hemen
belirtmek gerekir ki, bu üçüncü dönemin ne zaman gerçekleşeceği
bilinmemektedir.
b)
Anayasamız hürriyeti yok etme hürriyetini ya da demokrasinin ortadan
kaldırılması hürriyetini kabul etmemiştir. Bu husus Anayasanın 4, 5, 6, 10, 11
ve özellikle 12, 13, 14 ve 68 inci maddelerinde açıkça belirtilmiştir.
Anayasa,
Temel Haklar ve Ödevler başlığını taşıyan ikinci kısmında yer alan 12 nci
maddesinin birinci fıkrasında, herkesin kişiliğine bağlı, dokunulmaz,
devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahip olduğunu ilke olarak
kabul etmiştir. Ancak, bu temel hak ve hürriyetleri sınırsız ve mutlak olmayıp,
13 ve 14. maddelerle bazı kayıtlamalara tabi tutulmuştur.
Temel
hak ve hürriyetlerin sınırlanması başlığını taşıyan 13 üncü maddesinin birinci
fıkrası;
"Temel
hak ve hürriyetler, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli
egemenliğin, cumhuriyetin, milli güvenliğin kamu düzeninin genel asayişin, kamu
yararının, genel ahlakın ve genel sağlığın korunması amacı ile ve ayrıca
Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle, Anayasanın sözüne ve
ruhuna uygun olarak kanunla sınırlanabilir." hükmü ile genel nitelikteki
sınırlama sebeplerini göstermiştir.
Bunu
takip eden 14. madde ise, temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılmasını
önleyen esasları içermektedir. Bu maddenin birinci fıkrasında yer alan;
"Anayasada
yer alan hak ve hürriyetlerden hiç biri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğünü bozmak, Türk devletinin ve cumhuriyetin varlığını tehlikeye
düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin bir kişi veya zümre
tarafından yönetilmesini veya sosyal bir Sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde
egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair
herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzenini kurmak
amacıyla kullanılamaz" hüküm ile son fıkrasındaki, "Anayasanın hiçbir
hükmü, Anayasa'da yer alan hak ve hürriyetleri yok etmeye yönelik bir
faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlanamaz" şeklindeki hükümle
bu esaslar düzenlenmiştir.
Kişinin
sahip olduğu haklar ve hürriyetler, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğünü bozmak, Cumhuriyeti ve Türk Devletini yıkmak, temel hak ve
hürriyetleri yok etmek, devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini
veya sosyal bir Sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak
veya dil, ırk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu
kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak amacıyla, yani bu cinsten
bir kötü kasıtla kullanılamayacaktır. Aynı zamanda, genel olarak Anayasanın hiç
bir hükmü ve özellikle de fertlerin sahip olduğu hak ve hürriyetler, bu hak ve
hürriyetleri yok etmeğe yönelik bir harekette bulunmaya imkan verir şekilde
yorumlanamaz (Bkz. Anayasanın İkinci Kısım Birinci Bölüm'ün genel gerekçesi ile
14. maddenin gerekçesi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Komisyon Raporları ve
Madde Gerekçeleri, Derleyen, Basım Yeri ve Tarihi Yazılı Değil, s. 15, 20).
Anayasamızın
68 inci maddesinin dördüncü ve beşinci fıkralarında da, 13 ve 14. maddelerdeki
sınırlamaya paralel olarak, siyasi partilerin tüzük ve programlarının, devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, millet
egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı;
Sınıf
veya zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlayan siyasi parti kurulamayacağı esası kabul edilmiş
bulunmaktadır.
Maddenin,
Danışma Meclisi Anayasa Komisyonu5ıun hazırladığı gerekçesindeki açıklamadan;
bu hükümlerler, Türkiye de bundan böyle sınıf ve zümre esasını, komünizmi, (vurgulama
bize aittir) , faşizmi, teokrasi ve herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi esas alan siyasi partinin kurulamayacağının; öte yandan,
Türkiye'de demokrasinin bu sistemleri amaçlamadığı ve Türk Milletinin bu
düşünceleri savunan sistemlere ihtiyacı olmadığı, Atatürk ilkeleri ışığında bir
demokrasinin bu düşünceleri reddettiği sonucuna varıldığı, Türk milletinin bu
düşüncelere dayanan sistemlerden uzak olan bir demokrasi ile daha rahat ve
huzur içinde kendi birlik ve beraberliğini koruyacağının bağımsız kalacağı ve
kalkınacağının kabul edildiği anlaşılmaktadır.
Davalı
siyasi parti ise, tüzüğün 1. maddesi ile adında komünist kelimesine yer verdiği
gibi kendisini bu şekilde nitelemekte ve 2. maddede de politikasını marksist
teori temelinde çizeceğini belirtmekte, ayrıca bu hususu programının birçok
yerinde tekrarlamaktadır.
c)
Marksizm sadece bir kelime veya deyim olmayıp, siyasi, sosyal ve ekonomik bir
rejimi ifade eder. Yukarıda da değinildiği gibi, kısaca kapitalist toplumdan
komünizme ya da sosyalizme geçiş sürecini ve bu sürecin sonunda proletarya
diktatörlüğünü öngörür. O, batı demokrasilerinde bütün bireylerin eşit olarak
sahibi olduğu kabul edilen egemenliği sadece proletarya denilen işçi sınıfına
tanır ve proletaryanın tahakkümüne dayanır.
Davalı
siyasi partinin programının başında, bu partinin Türkiye Komünist Partisi (TKP)
ve Türkiye İşçi Partisi (TİP)'nin birleşmesinden oluştuğu vurgulanarak komünist
ve marksist hareketin üye ve yöneticilerine, bütün farklı örgütlenmelerine,
partilerine bir bütün olarak sahip çıkıldığı belirtilmektedir.
İddianamede
geniş olarak açıklandığı gibi, Türkiye Komünist Partisi ile Türkiye İşçi
Partisi'nin, sosyal bir Sınıfın diğer sosyal Sınıflar üzerinde egemenliğini,
başka bir ifadeyle Anayasa'nın 68 inci maddesi ile 2820 sayılı Siyasi Partiler
Kanununun 78 inci maddesinde yasaklanan bir amacı savunan ve onu yerleştirmeyi
amaçlamış kuruluşlar olduğu hususu kanun yollarından geçerek kesinlik kazanmış
mahkeme kararlarıyla sabittir. Davalı siyas5 partiye varlık kazandıran, onun
bütünüyle sahip çıktığını ifade ettiği görüş de işte bu amaç ve düşüncedir.
Bu
arada, yeri gelmişken, marksist düşüncede 1975 yılından sonra oluşan bir
gelişmeye de işaret edilmelidir.
Önce
İspanya, İtalya ve Fransa Komünist Partilerinin başını çektiği ve adına Avrupa
komünizmi (=Eurocommunisme, Örokomünizm) veya parlamenter komünizm denilen bu
hareketin daha sonra diğer batı ülkelerindeki komünist partilerce de
benimsendiği görülmektedir. Bu görüşün temel noktaları, her türlü sosyalizmin
kendi yolunu takip edebilme hakkı, tek merkeze (Moskova) bağımlı olmaktan
kurtuluş ve en önemlisi sosyalizmin kurulmasında şiddet ve ihtilal yolunun
reddedilmesidir. Bu görüşe göre, batı demokrasisinin siyasal ve anayasal
kurumları ve kuralları ile sosyalizm bağdaşabilir. (Tarık Zafer Tunaya, Siyasal
Kurumlar ve Anayasa Hukuku, 4. Bası, İstanbul, 1980, ss. 557-558)
Bu
cümleden olmak üzere, nihai hedef olan proletarya egemenliği yerine parti
programlarında "çoğulcu demokrasi"ye dair deyim ve kavramlar kullanılmağa
başlanmıştır. Buradaki çoğulcu demokrasiden amaçlanan şeyin daha ziyade
faşistler dışında bütün siyasi partilerin özgürce eylemlerini garanti etmek
olduğu ifade edilmiş ve bu anlayışın gerçekten bir "demokratlaşma"
mı, yoksa partilerin ülkelerindeki gelişmelere ayak uydurma gayretleri mi
olduğu şüphesi ileri sürülmüştür (A. Murat Demircioğlu, Avrupa Komünizmi,
13.2.1979 tarihli Cumhuriyet Gazetesi).
Yukarıdaki
açıklamalar nazara alındığında, davalı siyasi partinin de proletarya
diktatörlüğünü reddettiği söylenememektedir. Çünkü, öncelikle partinin
oluşumunda etken olan ve bütünüyle sahip çıktığı Türkiye Komünist Partisi ile
kapatılan Türkiye İşçi Partisi'nin görüşleri işçi sınıfının tahakkümü esasına
dayanmaktadır. İddianamede açıklanan mahkumiyet kararları, adları geçen bu
partiler ile davalı siyasi partinin bu görüşünü açıkça ortaya koymaktadır.
Davalı siyasi parti proletarya diktatörlüğünü kabul etmediğini de açıkça
programında belirtmemektedir. Öte yandan, yukarıda değinildiği gibi, Anayasa'nın
68 inci maddesi, gerekçesinde komünist partilerin sınıf egemenliğini
amaçladıkları peşinen kabul edilmiştir.
Parti
programının birçok yerinde barışçıl yol ve yöntemlerden ve çoğunculuktan
bahsedilmesinin, gerek batı demokrasisiyle marksist demokrasi arasındaki
yukarıda açıklanan farklılığın ve gerekse davalı siyasi partinin varlığını
devam ettirebilme endişesi içinde tüzük ve programının Anayasa ve yasalara
aykırı olmasını önleme çabasının sonucu olduğu anlaşılmaktadır.
B-
PARTİ ADINDA KULLANILMASINA YASAL OLANAK BULUNMAYAN KELİMEYE YER VERMEK
SURETİYLE SİYASİ PARTİ KURULMASI :
İddianamede
açıklandığı üzere, Anayasa'nın 68. maddesi açık hükmü ile yukarıda bahsedilen
gerekçesine uygun olarak düzenlenmiş olan 2820 sayılı Kanunun 96/son maddesiyle
komünist adıyla siyasi parti kurulması veya parti adında komünist kelimesinin
kullanılmasının kesin olarak yasaklanmış olmasına rağmen davalı siyasi parti bu
emredici kurala aykırı davranarak Türkiye Birleşik Komünist Partisi adı altında
kurulmuştur.
C-
DEVLETİN ÜLKESİ VE MİLLETİYLE BÖLÜNMEZ BÜTÜNLÜĞÜNÜ BOZMAK :
a-
Anayasanın konuyla ilgili 3, 5, 14, 66 ve 68 inci maddeler ile bu maddeler
hükümlerine uygun olarak düzenlenmiş olan 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun
78/a ve 81/a, b maddelerine iddianamede ayrıntılı biçimde işaret edilmiştir.
Bunların
yanında kısaca bir açıklama yapmakta yarar görüyoruz. Anayasamızın Devletin
bütünlüğüne ilişkin 3 üncü maddesi "Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle
bölünmez bir bütündür... Dili Türkçedir.", 14 üncü maddesi de
"Anayasada belirtilen hak ve hürriyetlerden hiçbiri devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, ... veya dil, ... ayrımı yaratmak
amacıyla kullanılamaz." hükmünü içeriyor. Yine Anayasanın 68 inci
maddesinde bu ilke partiler açısından tekrarlanırken, parti tüzük ve
programlarının ülke yapısıyla ilgili olarak bölgecilik amacı güden veya ayrı
egemenlikler üzerine kurulu karma yapılı bir devlet tipinin yaratılmasını
amaçlayamayacakları ifade ediliyor.
Bu
doğrultuda Siyasi Partiler Kanununun 78 ve 81 inci maddelerinde; partilerin
ülke bütünlüğünü bozma, devlet tekliği ilkesini değiştirme, azınlıklar
yaratarak millet bütünlüğünü yok etme, bölge ve ırk esasına dayanan partiler
kurma yoluna gidemeyecekleri vurgulanıyor.
Milletiyle
bölünmezlik ilkesi ile; Türk ulusu ve Türk devleti arasında bir ayrılık
olmadığı, aynı şeyler oldukları, bunların bir bütünü oluşturdukları dile
getiriliyor.
Hukuk
açısından, Türk Devletinin farklı ulusları biraraya getiren bir devlet olmadığı
ve Türkiye Cumhuriyetinde egemenliğin yalnız Türk Milletinde olduğu; Anayasanın
6 ncı maddesinde "Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti,
egemenliğini Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle
kullanır." denilerek belirtiliyor.
Görüldüğü
üzere, bu maddenin dışa dönük yanı, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bağımsızlığı
yani Türk milletinden başka bir milletin iradesine tabi olmayacağını; içe dönük
yanı da devletin temeli olarak millet gerçeğinden başka bir topluluğun
olmayacağını, iktidarlarının kaynağının millette olduğunu ortaya koyuyor.
Özetle,
ülke ve millet bölünmezliği Devletin tek yapılı olduğunu, çok uluslu olmadığını
ve partiler açısından da millet bütünlüğünü bozucu amaç güdülemeyeceğini,
vatandaşlar arasındaki etnik farklılıklardan hareketle ayrı bir toplum oluşturarak
bunlarda ulusçuluk bilinci yaratılıp, millet bütünlüğünden ayrılmalarına
yönelik amaç güdülemeyeceğini belirliyor.
Nitekim
Anayasamızın 66 ncı maddesi de "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı
olan herkes Türk'tür." diyerek Türk Milletinden sayılabilmek için
vatandaşlıktan başka bir unsura yer vermemek suretiyle hukuksal planda millet
bütünlüğünün özünü gözler önüne sermiş bulunuyor.
Siyasi
Partiler Kanununun 81 inci maddesi "Siyasi partiler Türkiye Cumhuriyeti
ülkesi üzerinde milli veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar
bulunduğunu ileri süremezler, Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve
kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi
üzerinde azınlıklar yaratarak milli bütünlüğün bozulması amacını güdemezler ve
bu yolda faaliyette bulunamazlar." diyerek Anayasa'da yeralan kurallara
uygun biçimde bir hüküm getirmiş oluyor.
b-
1982 tarihli şimdiki Anayasamızın yürürlüğe girmesinden önce Anayasa
Mahkemesi'nce verilmiş iki ayrı karardan alıntılar yapılmasının konuya daha
fazla açıklık getireceği düşünülmüştür.
1-
Yüce Mahkemenizin 20.7.1971 gün ve 3-3 sayılı kararı ile;
"...
TİP 4. büyük kongresi kararının 6. bendinde şöyle denilmektedir:
"Türkiyenin Doğusunda Kürt halkının yaşamakta olduğunu, Kürt halkı
üzerinde, baştan beri hakim sınıfların faşist iktidarlarının, zaman zaman kanlı
zulüm hareketleri niteliğine bürünen baskı, terör ve asimilasyon politikasını
uyguladıklarını,
Kürt
halkının yaşadığı bölgenin, Türkiye'nin öteki bölgelerine oranla, geri kalmış
olmasının temel nedenlerinin birini, kapitalizmin eşitsiz gelişme kanununa ek
olarak, bu bölgede Kürt halkının yaşadığı gerçeğini gözönüne alan hakim sınıf
iktidarlarının, güttükleri ekonomik ve sosyal politikanın bir sonucu olduğunu;
Bu
nedenle, (Doğu sorununu) bir bölgesel kalkınma sorunu olarak ele almanın, hakim
sınıf iktidarlarının şövenmilliyetçi görüşlerinin ve tutumunun bir uzantısından
başka bir şey olmadığını,
Kürt
halkının anayasal vatandaşlık haklarını kullanmak ve diğer tüm demokratik özlem
ve isteklerini gerçekleştirmek yolundaki mücadelesinin, bütün anti demokratik,
faşist, baskıcı, şöven, milliyetçi akımların amansız düşmanı olan Partimiz
tarafından desteklenmesinin olağan ve zorunlu bir devrimci görev olduğunu,
Kürt
halkının gelişen demokratik özlem ve isteklerini ifade ve gerçekleştirme
mücadelesi ile, işçi sınıfının ve onun öncü örgütü Partimiz öncülüğünde
yürütülen sosyalist devrim mücadelesini tek bir devrimci dalga halinde
bütünleştirmek için, Kürt ve Türk sosyalistleri parti içinde omuz omuza
çalışmaları gerektiğini,
Kürt
halkına karşı uygulanan ırkçımilliyetçi şoven-burjuva ideolojisinin partililer,
sosyalistler ve bütün işçi ve diğer emekçi yığınlar arasında yerle bir
edilmesini sağlamanın, partinin ideolojik mücadelesinin ve gelişmesinin temel
ve devamlı bir davası olduğunu,
Partinin,
Kürt sorununa, işçi sınıfının sosyalist devrim mücadelesinin gerekleri
açısından baktığını kabul ve ilan eder."
4.
Büyük Kongre kararının yukarıda açıklanan 6. bölümünde tarihsel birtakım
gerçekler ters olarak yansıtılmakta ve kararın yazılışı Türklerden ayrı bir
varlığa sahip olduğu bildirilen Kürtlerin Türklerden kopması ereğine yönelmiş
bulunmaktadır...
Önce
şu hususun belirtilmesi gerekir ki, bu kararı okuyan veya duyan kimselerin
büyük çoğunluğu hukuk ve toplum-bilim öğrenimi yapmış, birçok toplumsal
öğretiler incelemiş kimseler olmayıp okuma yazması olan ve belki de olmayan ve
fakat çevresinde geçen olaylar üzerinde ortalama bilgisi bulunan kimselerdir.
Bir partinin siyasal eyleme yönelmiş bir kararı, bilimsel bir toplantıya
sunulan bir bildiri ya da bilimsel bir kurulun bilimsel açıdan incelediği bir
konuda verdiği bir karar değildir; parti genel kurulunun partinin izleyeceği
siyasaya ilişkin bir karardır ve bu karar hem partiye bağlı olan, hem de
olmayan yurttaşlar topluluğunun okuyup ya da dinleyip parti siyasasını ve
gelecekteki tutum ve davranışlarını öğrenmesi ereğiyle verilir.
"Vatandaşlık hakları" deyimiyle Anayasa'nın bütün vatandaşlara
tanıdığı hakların tümünün anlatılmak istendiği sonucuna varılacağı gibi,
cümlede kullanılan "diğer tüm demokratik özlem ve isteklerini"
sözlerinin yazılış bakımından "anayasal" sözcüğünün kapsamı dışında
kaldığı ve bu sözlerle hak durumunda bulunmayan birtakım konulara ilişkin özlem
ve isteklerin anlatılmak istendiği sonucu ister istemez çıkarılır.
Bölücülüğün
partinin işçi ve emekçi yığınların sermayeciliğe karşı savaşı ilkesine aykırı
düştüğü, partinin bölücülüğü benimsemesinin kendi varlığını inkar etme anlamına
geleceği savunmaları da yerinde görülmemiştir. İlk önce, kararı okuyan veya
dinleyen orta bilgili bir yurttaşın bu incelikleri düşünmesi olanak dışıdır.
Bundan başka ülkemizde aydın topluluğunun pek büyük bir çoğunluğunun bile
uluslaşma sözünden, hele ırk özelliği de söz konusu edilen durumlarda, belli
ırk özelliği taşıyan topluluğun kendi başına bir ulus niteliğini kazanmasından
başka hiçbir durumu anlaması söz konusu olamaz.
Şu
yön de dikkate değer ki, yüzyıllardan beri sürüp gelen tarihsel ve ruhsal
birlik bir an için yok sayılsa bile, Ulusun Kurtuluş Savaşına katılıp omuz
omuza dövüşerek bu ülkeyi düşmanlardan temizlemiş ve böylece alınyazısı ve
gönül birliğini dosta düşmana açıkça göstermiş bulunan doğulu ve batılı
yurttaşlar arasında Anayasa'nın (başlangıç) kurallarındaki düşüncelere temel
tutulan ruhsal birlik ve bütünlük daha Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında
perçinlenmiş, Türk Ulusunun siyasal ve toplumsal bütünlüğünü bir kez daha
kimsenin anlamazlıktan gelemeyeceği bir biçimde duyurulmuştur. Bu gerçek
gözönünde tutulmadan Doğu bölgesindeki yurttaşların Türkiye'nin öteki
bölgelerindeki yurttaşlarla uluslaşma sürecine girmiş olduklarını ve sürecin
tamamlanıp bütünleşmenin henüz gerçekleşmiş bulunmadığını savunma olarak ileri
sürmek dahi, üzerinde durulması gereken bir davranıştır ve bölücü düşüncenin
belirtisidir.
Bundan
başka kararın öteki bentlerinin yazılışı ve anlamı, bu kararın 6. bendinin
savunma doğrultusunda yorumuna elverişli herhangi bir dayanak sağlamakta da
değildir.
Yukarıda
gösterilen gerekçelere göre davalı TİP, Anayasa'nın 57. maddesinin birinci
fıkrasının ilk cümlesinin "Siyasi partilerin ... faaliyetleri Devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmezliği temel hükmüne uygun olmak zorundadır."
648 sayılı SPK'nun dördüncü kısmında yer alan 89. maddesinin "Siyasi
partiler, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde milli veya dini kültür
farklılıklarına yahut dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri
süremezler. Siyasi partiler, Türk dilinden ve kültüründen gayri dil ve
kültürleri korumak veya geliştirmek veyahut yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti
ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını
güdemezler." kurallarına aykırı davranmış bulunmaktadır. Bu ilkelere
aykırı davranan bir partinin ise, Anayasa'nın 57. maddesinin birinci fıkrasının
son tümcesinin "Bunlara uymayan partiler temelli kapatılır." kuralı
ile 648 sayılı SPKnun 111. maddesinin 2 sayılı bendinin, "Parti Genel
Kongresince veya Merkez Karar Organı veya Merkez Yönetim Organınca ... bu
kanunun dördüncü Kısmında yer alan maddelerin hükümlerine aykırı karar alınması
ya da genelge veya bildiriler yayınlanması durumunda Anayasa Mahkemesi'nce
siyasi partinin kapatılmasına karar verileceğini" bildiren kuralı uyarınca
temelli kapatılması gerektiğinden, davalı parti temsilcilerinin savunmalarının
reddi ile Tİ P'nin temelli kapatılmasına..." karar verilmiştir.
2-
Yine Mahkemenizin 8.5.1980 gün ve 1-1 sayılı kararında,
"...
burada, dava konusu tümce ile Siyasi Partiler Kanunu'nun 89. maddesine aykırı
bir durumun yasal öğeleriyle oluşup oluşmadığının saptanması gerekmektedir.
Söz
konusu 89. madde, Anayasa'nın 57/1. maddesine dayandığından sorunun
incelenmesinde her iki hükmün birlikte ele alınması ve doğal olarak, anılan
Anayasa maddesinin bu konudaki düşüncelerin başlangıç noktası sayılması
gerekmektedir.
Anayasa'nın
57. maddesi siyasi partilerin "tüzüklerinin",
"programlarının" ve "faaliyetlerinin" her birinin ayrı
ayrı, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği ilkesine aykırı bulunmaması
zorunluğunu hüküm altına almıştır. Bu durum karşısında, sözü geçen hükümde
sayılanlardan birinin, örneğin parti programının Anayasa'nın ülke ve ulus
bütünlüğü temel hükmüne aykırılığı, başka bir koşul aramaksızın partinin
kapatılmasına karar vermek için yeterli bir nedendir. Yani tüzük ya da
programın anayasa'nın sözü geçen temel hükmüne aykırılığı durumu, bu metinlerin
kendi içerikleriyle oluşur; parti yetkili organlarının faaliyetleri, olsa olsa
bu aykırılık durumunun varlığından duyulan kuşkuyu ortadan kaldırmada yardımcı
bir kanıt sayılabilir. Bu nedenledir ki, örneğin, programda dile getirilen bir
amaç Anayasa'nın söz konusu temel hükmüne açıkça aykırı düşüyorsa, parti
kurucularının gerçekten bunu amaçlayıp amaçlamadıklarını ve parti yetkili
organlarının faaliyetlerinin bu amacın gerçekleştirilmesine yönelik olup
olmadığını ayrıca araştırmaya gerek yoktur. Yine maddede yalnızca "aykırı
olmak"tan söz edildiğine göre, bu amacın gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğini
saptamak zorunluğu da bulunmamaktadır.
Anayasa'nın
57. maddesiyle tam bir uyum içinde bulunan SPKnun 89. maddesini de dayandığı bu
hüküm doğrultusunda anlamak gerekmektedir.
89.
maddenin ikinci fıkrasına göre, "Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde
azınlık yaratma"amacı güdüldüğü ya tüzük ya da program metinlerinden veya
partinin faaliyetlerinden yahut her ikisinden anlaşılabilir. Bunun kesinlikle
anlaşılması o partinin ulus bütünlüğünün bozulmasını da amaçladığını ortaya
koyar. Bir kesim vatandaşta, kendilerinin azınlık oldukları düşüncesini
yaratmaya çalışmak, Devletin ülkesi ve ulusuyla bütünlüğü temel ilkesine
kesinlikle aykırı düştüğünden, böylece azınlık yaratma amacı güden bir siyasi
partinin ulus bütünlüğüne ters düşmeyebileceği, hele bu yoldan ulus bütünlüğünü
sağlamayı amaçlayabileceği biçimindeki savların, Anayasamızın belirtilen yapısı
içinde kabulüne olanak yoktur.
Bu
bakımdan, 89. maddenin ikinci fıkrasında geçen "... millet bütünlüğünün
bozulması amacını güdemezler." sözcüklerinin, davada ulus bütünlüğünün
bozulması amacının ayrıca kanıtlanması zorunluluğunu belirtmek için değil,
yalnızca azınlık yaratmayı amaçlamanın Anayasa'nın 57. maddesindeki anlamda
"ulus bütünlüğünün bozulması" sonucunu doğuracağını kesin biçimde
göstermek için maddeye konuldukları kuşkusuzdur...
Lozan
Barış Antlaşması gereğince azınlık haklarından yararlanan kimi Türk
vatandaşlarıyla anadili Türkçe olmayan öteki Türk vatandaşları arasında
Anayasa'nın 12. maddesiyle bağdaşmayan bir eşitsizlik bulunduğuna işaret etmek
ve Partice bu eşitsizliğin ortadan kaldırılmasının amaçlandığını vurgulamak
için yapıldığı anlaşılmaktadır. Oysa, SPKnun 89. maddesinin Anayasa'nın 12.
maddesine aykırı bir yönü bulunmamakta ve dolayısıyla (azınlık yaratma) durumu
Anayasa'nın bu hükmüne de aykırı düşmektedir.
Anayasa'nın
57/1. maddesi, bir bakıma, Anayasa'nın 11. maddesinin birinci ve üçüncü
fıkraları hükümlerinin siyasi partilere özgü bir uygulanış biçimini meydana
getirdiğinden, SPKnun 89/2. maddesine aykırı eylemlerin dolaylı olarak
Anayasa'nın 11. maddesiyle de bağdaşmadığında kuşku yoktur.
Bütün
bu nedenlerle, TEP Programı, (H) bölümünün (2) sayılı bendinde yer alan
"Anadili Türkçe olmayan okul çağındaki TC. vatandaşlarına Milli Eğitim
Bakanlığı yönetiminde anadil ve kültür eğitiminin sağlanması (Anayasa Madde
12)" tümcesi yönünden SPKnun 89/2. maddesiyle Anayasa'nın 57/1. maddesi
hükümlerine aykırı bulunmaktadır.
Parti
programının gerekçesinin "V" sayılı bölümünün üçüncü bendindeki
"Emperyalizmin özellikle Kürt halkı ile ilgili olarak oynamaya çalıştığı
(böl ve yönet) oyununu bozacak; nerede belirirse belirsin, gerçek
yurtseverliğin karşıtı olan şoven eğilimleri etkisiz kılacak, bütün çağdışı
uygulamaları (asimilasyon vb.) tasfiye edecektir." tümcesi SPKnun 89/1.
maddesiyle Anayasa'nın 57/1. maddesine aykırı görülmüştür..."
denilmektedir.
c-
Anayasa Mahkemesinin belirtilen bu kararlarının dayanağını teşkil eden 1961
Anayasasının 57 nci maddesi ile mülga 648 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 89
uncu maddeleri, halen yürürlükte bulunan Anayasanın 14 ve 69 uncu maddeleri ile
2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 81 /a, b maddelerine tekabül ettiğinden
ve konuya ilişkin olarak aynı unsurları içerdiğinden işbu kararlarda kabul
edilmiş bulunan esaslar bugün için de emsal teşkil etmektedir.
İddianamede
geniş olarak açıklandığı şekilde, davalı siyasi partinin programının birçok
yerinde "Kürt ulusunun varlığı"ndan, "Kürt dili ve
kültürü"nden bahsedilmekte ve hatta programının dördüncü sahifesinde
"Kürt sorununun adil, demokratik, barışçı çözümü için" başlıklı
bölümünde ise daha da ileri gidilerek "... Kürt halkının varlığının ulusal
kimliğinin ve haklarının tanınması ... her halkın doğal ve devredilmez hakkı
olan kendi gelqceğini tayin hakkı ..." vurgulanmaktadır.
Bu
durumda davalı siyasi partinin programının, Anayasa'nın 3, 14 ve 69 uncu
maddelerine uygun olarak düzenlenmiş olan 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun
78/a ve 81 /ab maddelerine aykırı bulunduğu açık olarak anlaşılmaktadır.
D-
KAPATILAN BİR SİYASİ PARTİNİN DEVAMI OLDUĞUNU BEYAN VE İDDİA ETMEK :
İddianamede
açıklandığı gibi, Türkiye İşçi Partisi (TİP) 2533 sayılı Siyasi Partilerin
Feshine Dair Kanun uyarınca kapatılmıştır. Anılan kanunda partilerin feshinden
sözedilmekte olmasına karşılık 2820 sayılı Kanunun 96/1. maddesi ise 2533
sayılı Kanunla feshedilmiş olan partiler için "kapatılmış" deyimini
kullanmaktadır.
2820
sayılı Kanunun 96/2. maddesi, "Kurulacak siyasi partiler kapatılan siyasi
partilerin devamı olduklarını beyan edemez ve böyle bir iddiada
bulunamazlar." emredici hükmünü ihtiva etmektedir. Yüce mahkemenizin
28.9.1984 gün ve 1-1 sayılı kararında, buradaki "kapatılmış" deyimi
içerisine 2533 sayılı kanunla feshedilmiş olan siyasi partilerin de
girebileceği belirtilmiştir.
Davalı
siyasi partinin programının giriş bölümünde iki ayrı partinin birliğinden
sözedilmekte ve davalı siyasi partinin Türkiye Komünist Partisi (TKP) ve
Türkiye İşçi Partisi (TİP)'nin birleşmesi ile oluştuğu açıkça belirtilmektedir.
Bu husus aynı zamanda kurulan bu partinin, kapatılmış bulunan Türkiye İşçi
Partisi'nin devamı niteliğinde olduğu beyan ve iddiasını da içermektedir.
SONUÇ
:
Yukarıda
açıklandığı şekilde, davalı siyasi partinin tüzük ve programı ilgili bölümlerde
belirtilen Anayasa hükümleri ile bu doğrultuda düzenlenmiş bulunan 2820 sayılı
Siyasi Partiler Kanununun dördüncü kısmında yeralan 78, 81 , 96 ncı maddeleri
hükümlerine aykırılık teşkil etmektedir.
2820
sayılı Kanunun 101 /a. maddesi, parti tüzüğü ve programının bu kanunun dördüncü
kısmında yer alan hükümlerine aykırı olması halinde partinin Anayasa
Mahkemesince kapatılmasını amir bulunduğundan,
Davalı
Türkiye Birleşik Komünist Partisi'nin kapatılmasına karar verilmesini arz ve
talep ederim.
15/10/1990"
IV-
DAVALI PARTİNİN SON SAVUNMASI :
A-
Usul Yönünden :
Geçici
madde kavramı, bizzat adından da anlaşılacağı gibi yeni bir hukukî düzene
geçişi sağlayan, bu geçiş tamamlandıktan sonra artık uygulama değerini yitiren
maddelerdir.
Anayasanın
diğer maddelerine ve özellikle de temel ilkelerine açıkça aykırı olan bir
yasanın, başka bir Anayasa maddesinin üstelik de geçici bir maddenin varlığı
nedeniyle iptal edilmemesi düşünülemez.
Anayasaların
bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesi karşısında, Anayasa'ya aykırı bir yasanın
Anayasa Mahkemesi'nce denetlenememesi gibi bir sonuç kabul edilemez.
Bilindiği
üzere Anayasanın 177. maddesi anayasanın yürürlüğe girmesini düzenlemiştir.
Geçici 15. madde yalnızca bir dönemi düzenleyen (12 Eylül 1980-7.12.1983
tarihleri arasını) geçici bir maddedir. Bu geçici dönemin sonu ise TBMM
Başkanlık Divanının oluştuğu tarih olan 7.12.1983'dür. İşte Anayasa'nın 177.
maddesine göre bu tarihten itibaren Anayasa, bütünü ile yürürlüğe girecektir.
B-
Esas Yönünden :
1-
Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini savunmak ve
yerleştirmeyi amaçlamak isnadı :
Marksizmi
içinde oluştuğu 19. yüzyılın koşullarının değişmeye başlamasıyla birlikte
yeniden gözden geçirip geliştirme yönünde birçok girişim olmuş, özellikle Batı
Avrupa'da bu yönde önemli adımlar atılmıştır. Aynı zamanda marksizmi değişmez
bir görüşler toplamı, adeta dünyevi bir din olarak, bir doğma olarak anlayan
yaklaşımlar söz konusudur.
Esas
hakkında görüş TBKP'nin marksizme yaklaşımını değerlendirme konusu yapmamakta,
her marksist düşünürün ve her komünist partinin mutlaka marksizmin Stalinist
yorumunu benimsemesi gerektiğini varsaymakta, bunu iddia etmekte, kapatılma
istemini bu anlamsız ısrara dayandırmaktadır.
Bir
komünist partisinin mutlaka proleterya diktatörlüğünü benimseyeceği, savunacağı
iddiası günümüz dünyasının gerçekleriyle derinden çelişmektedir.
TBKP,
marksizmi kendine göre yorumlayan bir partidir. Bu yoruma göre, TBKP, programında
belirtildiği gibi, "sömürüye, savaş tehlikesine, silahlanmaya, her türlü
baskı ve eşitsizliğe, ırk ve cins ayrımcılığına, doğanın tahribine, toplumsal
yaşamın her alanında şiddete karşı mücadele" eden bir partidir.
TBKP,
bu tanımlamaya, 19. yüzyıl marksizminden ve 20. yüzyıldaki Leninizmden farklı
olarak, yalnızca sınıf gerçeğini, "endüstri alanındaki gelişmelerin
doğurduğu ekonomik ve sosyal problemleri" değil, son on yıllarda bütün
dünyada ve bu arada ülkemizde öne çıkan ekonomi dışı problemleri, nükleer yok
oluş tehlikesini, bütün insanlığın adeta bir kanser gibi saran çevre
kirlenmesini, erkek egemenliğine dayalı cinsler arasındaki eşitsizliği de
politik mücadelesinde temel almakta ve her türlü şiddet uygulamasının insanlık
yaşamından çıkarılmasını savunmaktadır.
TBKPnin
şiddet karşısındaki tutumu, marksizmin bu alandaki geleneksel yaklaşımının
köklü bir revizyonuna dayanmaktadır. Karl Marx'a göre "şiddet her türlü
yeninin ebesi" olmuştur. Tarih bu saptamayı sayısız örnekle doğrulamıştır.
Büyük Fransız Devrimi'ni, bizzat Cumhuriyetimizin kuruluşunu hatırlamak bile
yeterlidir. Ne var ki, yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki köklü değişiklikler
bu saptamayı da eskitmiştir. Günümüzde şiddet, gelişme için zorunlu olmaktan
çıkmış, tam tersine gelişmeyi tehdit eden bir nitelik kazanmıştır.
Programından
da görüleceği gibi, TBKP bugün olduğu gibi, kendi iktidarında da şiddet, baskı
ve tahakküm uygulamalarına, baskıcı otoriter bir devlete karşı olacak,
sınıfların, grupların ve bireyin politik yaşama özgür katılımından, çoğulcu
demokrasiden yana olacak ve geniş mutabakatları gerçekleştirmeye çalışacaktır.
Programımızda
daha ileri olarak şunlar da söyleniyor: "TBKP, emekçi iktidarının,
sosyalizmi amaçlayan diğer politik ve toplumsal güçlerle birlikte, geniş demokratik
bağışıklık ilişkileri içinde ve geniş toplumsal mutabakatlar zemininde, çoğulcu
demokratik rejim kuralları içinde kurulması için çalışılacaktır" ve
ekleniyor: "Sosyalizmde çoğulculuk sosyalizmi benimsemeyen partileri de
içerecektir."
Bütün
bunlar TBKPnin proleterya diktatörlüğünü reddettiğini, egemenliğini kaynağını
bütün millette gördüğünü, en önemlisi, temel hak ve özgürlükleri, demokrasiyi
ortadan kaldırmaya değil, tam tersine eksiksiz gerçekleştirmeye yöneldiğini
açıkça kanıtlanmaktadır.
O
nedenle, Anayasa'nın "hürriyeti yok etme hürriyetini ya da demokrasiyi
ortadan kaldırma hürriyetini kabul etmemesi"ne dayanılarak TBKPnin
kapatılmasını talep etmek, olanaksızdır. Tam tersine, TBKPnin kapatılmasını
talep etmek, "hürriyeti yok etme ve demokrasiyi ortadan kaldırma"
anlamına gelmektedir.
Esas
hakkında görüş, TBKPnin devletçi, mülkiyet düşmanı bir parti olduğunu
düşünmektedir. Buna karşılık TBKP programında "insanların mülkiyete
yabancılaşmasına son verilmesi"nden, "ekonominin gelişmesinde
piyasanın rolünün vazgeçilmez" olduğundan söz edildiği ise hiç dikkate
alınmamaktadır.
2-
Kullanılması yasaklanmış adla siyasi parti kurulduğu isnadı :
İddianame
Anayasa'nın 68. maddesinin gerekçesini 2820 sayılı Yasa'nın 96. maddesinin son
fıkrasının konuluşuna dayanak olarak gösteriyorsa da gerekçelerden hareket
ederek yorum yapmak dinamik Anayasa anlayışının bir sorunu olarak geçerli bir
yöntem değildir. Anayasada "komünist" adıyla parti kurulamayacağına
ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır. Anayasa'nın 68. maddesi sınıf ve zümre
egemenliğini veya herhangi bir diktatörlüğü amaçlayan siyasi partileri
yasaklamıştır. Anayasa Mahkemesi'nin 1988/2-1 sayılı kararında da belirtildiği
gibi "sosyalist bir partinin Anayasa ve yasalarca yasaklanıp
yasaklanmadığı konusunu sadece adına bakarak çözüme bağlamaya olanak
yoktur..." Bir partinin adının "komünist" olması, dünyadaki son
gelişmeler de gözetilirse, sınıf egemenliği ve diktatörlüğünü savunduğunu
göstermez. Bu yasak İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesiyle de bağdaşmaz. İleride
sözleşmeye aykırılık nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Komisyonunu'na başvurmak
durumunda kalındığında çıkacak kararın davalının lehine olacağı açıktır.
Anayasa'nın 13. maddesinin açık hüküm karşısında bu yasaklama hem öngörüldüğü
amaç dışında kullanılmaktadır, hem de demokratik toplum düzeninin gereklerine
aykırıdır. Dolayısıyla da Anayasa'nın 13. maddesine aykırıdır. Anayasa'ya
aykırı yasa hükmünün bu gibi durumlarda ihmal edilmesi bir hukuki çözüm olarak
düşünülmesi gereken yol olmakla birlikte biz esasen geçici 15. madde
kapsamındaki yasaların da iptal edilebileceği görüşündeyiz. Anayasa'nın temel
ilkelerine aykırı bir yasanın geçici bir maddenin varlığı nedeniyle iptal
edilmemesi düşünülemez. Böyle bir düzeltme hukuk devleti ilkesine ve Anayasa
Mahkemesi'nin varlık nedenine ters düşmektedir. Anayasa bütünüyle
değerlendirilmelidir. Geçici 15. madde, 177. maddeyle birlikte
değerlendirilirse, yasağın TBMM Başkanlık Divanının oluştuğu tarih olan
7.12.1983'le son bulduğu anlaşılır.
3-
Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak isnadı :
Gerek
1982 Anayasası gerekse 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası, siyasi partilerin
ülke ve millet bütünlüğüne aykırı amaçları olamayacağını ve bu yönde faaliyette
bulunamayacaklarını belirtmişlerdir. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti ülkesinin
topraklarının bir bölümü üzerinde başka bir devlet kurulmasını amaçlayan
partiler kapatılacaktır.
Suçlamaya
esas olarak alınan bölümler, program bütünlüğü için de değerlendirildiğinde,
ülke toprakları üzerinde başka bir devletin kurulmasının istenmesinin söz
konusu olmadığı görülür. Aksine ülke toprakları üzerinde, Türk ve kürtlerin
birlikte yaşamaları amaçlanmaktadır. Esasen, esas hakkındaki görüşte dolaylı
olarak belirtildiği gibi, suçlama ülke bütünlüğüne aykırı amaç güdülmesi değil,
bizzat kürtlerin varlığının kabul edilmesidir.
Anayasa'nın
66. maddesinde kullanılan Türk kelimesinin etnik kökeni ifade etmediği; aksine
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olunmasını ifade eden, kısaltılarak
"Türk" diye nitelendirilen tamamen hukuki bir kavram olarak
kullanıldığı açıktır.
Esasen
artık sosyal, siyasal ve toplumsal gelişmeler çoktan kürtlerin varlığının
tartışılması olgusunu geride bırakmıştır. Bugün, artık tartışılan
"Kürtlerin varlığı ya da yokluğu" değil, ana dillerinde eğitim yapıp
yapmayacakları, kültürel olanakların tanınıp tanınamayacağı ve benzeri gibi
konulardır.
Kürt
sorunuyla diğer partiler de ilgilenmişlerdir. Kürtlerin varlığı ve sorunun
çözümü konusunda öneri getiren kişi ve kuruluşlardan yalnızca TBKP hakkında
kapatma davası açılmasının kabul edilemeyeceği, bunun hukuk devleti ilkesi ile
adalet ve hakkaniyet kavramları ile bağdaştırılamayacağı açıktır.
TBKP,
hukuki bir kavram olan Türkiye milletinin bir parçasını oluşturan Kürt halkının
ayrılığını değil, eşit haklılık ve gönüllülük temelinde birliğini
savunmaktadır. Bir başka anlatımla, milli bütünlüğüne aykırı değil, milli
bütünlüğü sağlayıcı çözüm önermektedir. Siyasal iktidarın bu sorun konusundaki
politikasını eleştirmekte, bu politikanın millet bütünlüğünü bozacağı
belirtilmektedir. Türkiye Birleşik Komünist Partisi programında bu konuda;
uygar dünyanın kabul ettiği en temel ilkelerden birisi olan halkların kendi
kaderini tayin hakkının, bugüne kadar uygulanan yanlış politikalar sonucu
birlik değil, ayrılık şeklinde kullanılması sonucunu doğuracağı tesbit
edildikten sonra, birliğin, yani milli birliğin sağlanması için sorunun adil,
demokratik ve barışçı bir yoldan çözülmesi gerektiği belirtilmektedir.
Ayrılığın
değil birlikte yaşamanın amaç edinildiği, iddianamedeki görüşün aksine TBKP'nin
Türk ve Kürt marksistlerin partisi olduğunun programda belirtilmesinden de
açıkça belli olmaktadır.
Milli
birliğin sağlanması, milletin bölünmez bütünlüğünün korunması açısından önem
taşıyan konu, ülkede birbirinden farklı, kendilerine özgü dilleri, örf ve
adetleri, kültürleri olan bir takım halkın bulunup bulunmaması değil, bu
değişik özellikler taşıyan halk gruplarının, birleştirici "üst" ve
"hukuksal" kavram olan "Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık
bağıyla bağlılık duygusu" taşıyıp taşımadıklarıdır. Ayrı etnik grupların
varlığı toplumsal bir olgudur ve toplumsal olgulara işaret edilmesi, millî
bütünlüğe ve birliğe aykırı sayılmaz. Millî birliğin gerçek anlamda kurulup
korunması, Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde yaşayan herkesin
özgürlüklerini tam anlamıyla kullanabilmesine bağlıdır. Dil, örf ve adet
yasaklanarak millî birlik kurulmaz, korunmaz.
Anayasa'nın
3. maddesi, "resmî dil"in "Türkçe" olduğunu belirtmektedir.
Bazı etnik grupların ve azınlıkların kendi dillerini konuşmak istemelerinin,
Türkçenin resmî dil olmaktan çıkarılması istemini ifade etmeyeceği açıktır.
2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın TBKP'ne uygulanması istenen hükmü (sözü
itibariyle) siyasi partilere "azınlık yaratma yasağı" koymaktadır.
Siyasi partilerin tamamen toplumsal, sosyolojik bir olgu olan azınlıklar yaratabileceğini
düşünmekteki mantığı kavrayabilmek mümkün değildir. Esas olan ülke-millet
bütünlüğünün korunmasıdır. 2820 sayılı Yasa da bu amaçla sınırlı olmak
zorundadır.
4-
Kapatılan siyasi partilerin devamı olduğunun davalı partice iddia ve beyan
olunduğu isnadı :
Programda
TBKP'nin TİP ve TKP'nin birleşmesinden oluşan bir parti olması ile kastedilen
nedir' Bu çok açıktır. Bu tümce ile TBKP'yi oluşturan insan unsurunun,
kadroların TİP ve TKP'deki insan unsuru, daha önce TİP ve TKP'de çalışan
kadrolar olduğu anlatılmaktadır. Yoksa bu tümceden, TBKP'nin kapatılan bir
siyasi partinin (TİP) devamı olduğu anlamı çıkarılmaz. TBKP programıyla,
dünyaya bakış açısıyla, yeni marksizm yorumuyla, sorunların çözümüne ilişkin
çağdaş demokratik ve barışçı görüşleriyle ülkemiz politik yaşamındaki yerini
almış ve toplumsal meşruiyeti tartışılmaz hale gelmiş yeni bir partidir.
TBKP'nin,
Siyasi Partiler Yasası'nın 96/2. maddesine aykırılığı söz konusu değildir.
Kaldı ki, Siyasi Partiler Yasası'nın bu hükmü de Anayasa'nın 2, 13/2, 68 ve 69.
maddeleriyle, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 9, 10, 11 ve 17. maddelerine
açıkca aykırıdır.
V-
DAVANIN EVRELERİ :
Dava,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 14.6. 1990 günlü, SP. 30. Hz: 1990/34
sayılı iddianamesiyle açılmıştır.
Anayasa
Mahkemesi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nca düzenlenen iddianamenin onaylı
bir örneğinin, almalarından başlayarak onbeş gün içinde gerekli görürlerse
dosyayı da inceleyip hazırlayacakları ön savunmayı yazılı olarak bildirmeleri
gerektiğinin davalı Parti Genel Başkanlığına tebliğine, tebligatın 7201 sayılı
Yasa'nın 2. maddesi uyarınca memur eliyle yapılmasına, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı'nca davalı Partiye 2820 sayılı Yasa'nın 9. maddesi gereğince
uyarıda bulunulmamış olmasının eksiklik sayılmamasına 28.6.1990 gününde
oybirFiğiyle karar vermiştir.
Davalı
Parti, bu karar uyarınca süresi içinde verdiğil3.7.1990 günlü ön savunmada,
sözlü açıklamada bulunmak üzere çağırılmaları isteminde bulunmuştur.
Anayasa
Mahkemesi, sözlü açıklama isteminin kabûlü ile davalı Parti Genel Başkanı Ahmet
Nihat Sargın'a Partinin Merkez Yürütme Kurulu'nca seçilecek iki ilgili ile
birlikte sözlü açıklamada bulunmak üzere 2.10.1990 günü gelmeleri için çağrı
yazısı çıkarılmasına, sözlü açıklama çözümlerinin ve dosyadaki tüm belge
örneklerinin esas hakkındaki düşüncesini bildirmek üzere Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığına gönderilmesine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın esas
hakkındaki görüşü geldikten sonra bunun onanlı bir örneğinin alınma tarihinden
başlayarak onbeş gün içerisinde son savunmasını yazılı olarak bildirmesi için
davalı partiye yollanmasına, 7201 sayılı Yasanın 2. maddesi uyarınca tebligatın
memur eliyle yapılmasına, 11.9.1990 gününde oybirliğiyle karar vermiştir.
Bu
karar uyarınca, Türkiye Birleşik Komünist Partisi Genel Başkanı Ahmet Nihat
Sargın ve Parti Merkez Yürütme Kurulu'nun 18.9.1990 günlü, 13 sayılı kararı ile
görevlendirilen Avukat Turgut Kazan, 2 Ekim 1990 gününde Anayasa Mahkemesi
huzurunda sözlü açıklama yapmışlar, toplantıda, Parti Genel Sekreteri Nabi
Yağcı da hazır bulunmuştur.
Sözlü
açıklama sırasında davalı Parti temsilcilerince Anayasa'ya aykırılık savında
bulunulması üzerine Anayasa Mahkemesi, öne sürülen Anayasa'ya aykırılık
savlarını da içerecek biçimde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan esas
hakkında görüş istenmesine 2.10.1990 gününde oybirliğiyle karar vermiştir.
Anayasa
Mahkemesi'nin 11.9.1990 ve 2.10.1990 günlü kararları uyarınca, öne sürülen
Anayasa'ya aykırılık savlarını da içeren esas hakkındaki düşüncenin
bildirilmesi için belgeler, Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilmiştir.
Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın hazırladığı 15.10.1990 günlü görüş bildirme yazısının bir
örneğinin onbeş gün içerisinde yazılı savunmasını bildirmesi için 16.10.1990
gününde kendisine tebliği üzerine davalı Parti, bu sürenin yetersiz olduğundan
bahisle, 15 günlük ek süre istemiş bu istem yerinde görülerek Anayasa
Mahkemesi'nin 25.10.1990 günlü kararıyla ek süre verilmiştir. Davalı Parti,
süresi içinde, 15.11.1990 gününde savunmasını sunmuştur.
VI.
İNCELEME :
A.
USÛL YÖNÜNDEN :
Davalı
partinin savunmaları ile Genel Başkanı ve vekili tarafından yapılan sözlü
açıklamalarda Siyasi Partiler Yasası'nın kimi maddelerinin Anayasa'ya
aykırılığı ileri sürülerek iptali, savları kabul edilmezse belirtilen
kuralların Anayasa Mahkemesi'nce ihmali yoluna gidilmesi istenmiştir. Bu konu,
davada ön sorun olarak ele alınmıştır.
1-
Anayasa'ya Aykırılık Sorunu :
Davalı
Parti adına, 22.4.1983 günlü, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun kapatma
davasına dayanak yapılan maddelerinin Anayasa'ya aykırılığı konusunda,
Anayasa'nın geçici 15. maddesi yorumlanarak sözedilen nedenler özetle
şunlardır:
Geçici
15. madde kapsamındaki yasaların Anayasa'ya aykırı olması durumunda bunların
iptali istenebilir. Geçici madde kavramı, yeni bir hukuk düzenine geçişi
sağlayan ve bu geçiş tamamlandıktan sonra uygulanma değerini yitiren
maddelerdir.
Geçici
15. madde, Anayasa'nın öbür maddeleriyle birlikte değerlendirilmelidir.
Anayasa'nın temel ilkelerine açıkça aykırı olan bir yasanın bu geçici madde
yüzünden iptal edilmemesi düşünülemez. Geçici 15. maddenin denetime engel kabul
edilen üçüncü fıkrası, birinci fıkrayla birlikte ele alınmalıdır. Üçüncü
fıkrada yer alan " bu dönem ..." sözcükleri birinci fıkraya bağlıdır
ve onu açıklayıcı niteliktedir. Anayasa'ya aykırılık savı 12 Eylül 1980
tarihinden, ilk genel seçimlerden sonra toplanacak TBMM.'nin Başkanlık Divanı
oluşuncaya kadar geçen dönemde ileri sürülemez. Geçici 15. maddenin üçüncü
fıkrası, TBMM Başkanlık Divanı'nın oluşması ile işlerliğini yitirmiştir ve Anayasa'ya
uygunluk denetimini önleyici hükmü kalmamıştır.
Buna
karşılık Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının esas hakkında görüş bildirme
yazısında, "Öncelikle, Anayasa'nın geçici 15. maddesi karşısında ve Siyasi
Partiler Kanunu'nun açık hükümlerine göre davalı Siyasi Partinin Anayasa'ya
aykırılık iddiası ciddî görülmediğinden reddi gerektiği düşünülmüştür"
denilmektedir.
1982
Anayasası'nın geçici 15. maddesindekine benzeyen bir hükmün yer aldığı 1961
Anayasası'nın geçici 4. maddesinde; 27 Mayıs 1960 tarihinden Kurucu Meclisin
toplandığı 6 Ocak 1961 tarihine kadar çıkarılan yasalar hakkında Anayasa'ya
aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi'ne iptal davası açılamayacağı ve itiraz
yoluyla dahi mahkemelerde öne sürülemeyeceği öngörülmüştü.
1982
Anayasası'nın geçici 15. maddesinin son fıkrası, 1961 Anayasası'ndaki geçici 4.
maddede yer alan açık anlatımdan uzaklaşmış ve "Bu dönem içinde çıkarılan
kanunlar, kanun hükmünde kararnameler ile 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında
Kanun uyarınca alınan karar ve tasarrufların Anayasaya aykırılığı iddia
edilemez" biçiminde bir metni benimsemiştir.
Anayasa'nın
kimi maddelerinde Anayasa Mahkemesi'nce yapılacak denetimi kısıtlayan ve
engelleyen benzer hükümler mevcuttur. 90. maddenin son fıkrası, usulüne göre
yürürlüğe konulmuş milletlerarası anlaşmalar hakkında Anayasa'ya aykırılık savı
ile Anayasa Mahkemesi'ne başvurulamayacağını; 148. madde, olağanüstü durumlarda
çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin biçim ve öz bakımından Anayasa'ya
aykırılığı savıyla Anayasa Mahkemesi'nde dava açılamayacağını; 152. madde, ret
kararlarının yayımlanmasından sonra 10 yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasaya
aykırılığı savıyla yeniden başvuruda bulunamayacağını; 105. madde,
Cumhurbaşkanının re'sen imzaladığı kararlar ve emirler aleyhine Anayasa
Mahkemesi dahil yargı mercilerine başvurulamayacağını öngörmüştür. 125. ve 159.
maddelerde de bu tür sınırlamalar vardır. Buna karşılık, Anayasa'nın geçici 15.
maddesi, "... Anayasaya aykırılığı iddia edilemez", devrim
yasalarının korunması ile ilgili 174. maddesi ise "... Anayasaya aykırı
olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz:" biçimindeki anlatımları
yeğlemiştir.
Anayasa'nın
geçici 15. maddesinin son fıkrası ile birinci fıkrası arasında, belirli bir
dönemde çıkarılan yasalar hakkında Anayasa'ya aykırılıklarının iddia
edilememesi yönünden bir bağ vardır. Son fıkra, Anayasa'ya aykırılığı ileri
sürememe yönünden bir zaman sınırlaması yapmamış, üçüncü fıkrada yer alan
"bu dönem" sözcükleri birinci fıkrada açıklanmıştır. Böylece, belirli
bir dönemde çıkarılan yasalar için Anayasa'ya aykırılık savında
bulunulamayacağı öngörülmüştür. Nitekim, 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Yasa'nın "Anayasaya aykırılığı
iddia edilemeyecek diğer metinler" başlıklı 25. maddesi, Anayasa'nın
geçici 15. maddesinin son fıkrasındaki "Bu dönem" deyişini aynı
biçimde yorumlamış, geçici maddenin birinci fıkrasındaki belirli bir dönemi
açıklayan sözcükler ile son fıkrayı birleştirip düzenlemeye açıklık
kazandırmıştır.
Davalının
savunmasında ayrıca, geçici 15. maddenin, geçici bir madde olması nedeniyle
artık hükmünü doldurduğu ve geçerliğini yitirdiği, Anayasa'nın diğer kuralları
ile uyum içinde bulunmadığı ileri sürülmüştür.
Geçici
maddelerin geçerliği, uygulama süreleriyle değil, geçici olarak düzenledikleri
hukuksal ilişki ve kurumlarla kendisi ve bağlı olduğu temel metinlerin
içerikleri ve verdikleri anlam ile değerlendirilir. Geçici maddeler, değişik
hukuksal düzenlemeler arasında bağlantı kurar, kazanılmış hakların saklı
tutulmasını, uygulamanın daha geniş bir zaman dilimine yayılarak yapılmasını
sağlarlar. Bu yönden de geçici maddeler ile temel hükümler arasında
farklılıklar bulunması doğaldır. Geçici maddelerin taşıdıkları hukuksal değer,
diğer maddelerden farklı değildir. Hattâ temel düzenlemeden ayrık hükümler
getirmesi yönünden uygulama önceliğine ve etkinliğine sahiptirler. Anayasa'nın
açık olarak düzenlediği bir konunun haklı hukuksal nedenler de olsa Anayasa
yargısı tarafından uygulanmaması düşünülemez. Sonuç olarak, Anayasa'nın geçici
15. maddesinde, 12 Eylül 1980'den ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nin Başkanlık Divanı'nı oluşturuncaya kadar geçen süre
içinde çıkarılacak yasaların Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülemeyeceğinden bu
ara dönemde çıkarılan 22.4.1983 günlü, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun
Anayasa'ya aykırılığı savında bulunulamaz.
"Anayasa'ya
aykırılık iddiasının incelenmesi gerektiği" oyuyla Güven DİNÇER bu görüşe
katılmamıştır.
2.
Siyasi Partiler Yasası'nın İlgili Kurallarının İhmali Sorunu :
Davalı
Partinin savunmasında, Anayasa'ya aykırı yasa kurallarının iptali, eğer iptal
olanağı yoksa Anayasa'ya aykırı yasa hükmünün uygulanmayarak ihmali gerektiği
ileri sürülmüştür. Ayrıca, davalı Parti vekili, sözlü açıklamasında Anayasa'nın
68. maddesiyle 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın 96. maddesinin üçüncü
fıkrasının çatıştığını; bu yüzden sözü edilen fıkranın ihmal edilerek üstün
hukuk kuralının uygulanmasını istedikten sonra,
"Anayasa'ya
aykırı yasaların ihmal edilerek, Anayasa Mahkemesi'nce doğrudan doğruya Anayasa
hükümlerinin uygulanması olarak tanımlanabilecek "İhmal", Anayasa'da
ve Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Yasa'da yer
almamış olmasına karşın, Anayasa Mahkemesi kararlarında ele alınmış ve işlenmiş
bir kurumdur.
Anayasa
Mahkemesi'nin 3.7.1964 günlü, Esas 1964/22, Karar 1964/54 sayılı kararında
"... Anayasa Mahkemesi'nin iptal davaları, itiraz başvurmaları, Yüce Divan
işleri ve parti kapatma davaları dışında Anayasa'ya aykırı bir kanun hükmünü
iptaline karar vermesi mümkün değildir.
Böyle
bir durumda Anayasa Mahkemesi'ne düşen görev nedir' Anayasa Mahkemesi'nin
yapısının niteliği ve Anayasa'nın 8 inci maddesinde anlatımını bulan üstünlüğü
ve bağlayıcılığı ilkesi karşısında Anayasa'ya aykırı kanunu bir yana bırakarak
doğrudan doğruya Anayasa hükmünü uygulaması gerekir. Nitekim 44 sayılı kanun
tasarı halinde iken, Millet Meclisi Anayasa Komisyonu'nca hazırlanan raporda da
bu görüşe açıkça yer verilmiştir." denilmektedir.
Anayasa
Mahkemesi, 28.9.1984 günlü, Esas 1984/1 sayılı siyasi parti kapatma kararında
ise, geçici 15. madde kapsamına giren yasalar yönünden "ihmal"
konusunu incelemiş ve şu sonuca varmıştır :
"...
Geçici 15. maddenin, Anayasa'ya aykırı hükümlerin sığınabileceği bir yer olarak
değil, 12 Eylül harekâtının zedelenmesine imkân verilmemesi için ve tıpkı 1961
Anayasası'nın Geçici 4. maddesindeki gibi bir düzenlemeden ibaret olduğu kabul
edilmelidir. Bahis konusu geçici maddenin kapsamında olan ve böylece anayasal
korunma altında bulunan yasa hükümlerinin, sırf bu nedenle Anayasa'ya aykırı
oldukları ileri sürülemeyeceği gibi, bunların Anayasa Mahkemesi'nce ihmal
edilebilmesinden de söz edilemez. Bu durumdaki hükümlerin ancak, Anayasa'nın
temel ilkelerine ve bu ilkelere egemen olan hukukun ana kurallarına
olabildiğince uygun düşecek biçimde yorumlanmaları düşünülebilir."
Bu
kararda da açıkca belirtildiği gibi Anayasa'nın geçici 15. maddesi, olağanüstü
koşullar altında ve siyasal bir geçiş döneminde çıkarılan yasaların Anayasa
Mahkemesi'nce denetlenmesini ve Anayasa'ya aykırı olduklarının ileri
sürülmesini önleyici, açık bir Anayasa hükmüdür.
Öte
yandan, yasaların yorumlanmasında ve uygulanmasında bir yasa kuralının
ihmalinin söz konusu olabilmesi için aynı konuyu düzenleyen ve birbirleri ile
çelişen bir yasa ve Anayasa kuralının bulunması gerekir. Bu durumda, çözümün
Anayasa kuralları yönünde aranması doğaldır.
Anayasa'nın
geçici 15. maddesinin uygulanmasında Anayasa hükümleri arasında da bir çelişme
yoktur. Sözü edilen geçici madde, Anayasa'nın temel maddelerine bilinçli olarak
getirilmiş bir ayrıklıktır.
Anayasakoyucunun
belli bir dönemde çıkarılan yasaların Anayasa Mahkemesi'nin denetimi dışında
kalması yolunda yaptığı siyasal tercihin ifadesi olan geçici 15. madde, konuyu
açık bir biçimde ortaya koymuştur. Anayasa Mahkemesi'nin herhangi bir nedenle
de olsa bu kuralı yok sayması olanaksızdır. Bu yüzden Siyasi Partiler
Yasası'nın kimi kurallarının ihmal edilerek konunun incelenmesi ve karar
verilmesi yolundaki istem kabul edilmemiştir.
B.
ESAS YÖNÜNDEN
Türkiye
Birleşik Komünist Partisi'nin kapatılması istemiyle Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı'nca Anayasa Mahkemesi'ne 14.6.1990 günü açılan davanın
iddianamesinde, kapatılrıa isterru dört nedene dayandırılmıştır.
1.
Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini savunmak ve
yerleştirmeyi amaçlamak,
2.
Kullanılması ve kurulması yasaklanmış adla siyasi parti kurmak,
3.
Devletin Ülkesi ve Milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak,
4.
Kapatılan siyasi partilerin devamı olduğunu beyan ve iddia etmek,
Bu
iddialar sırasıyla ele alınmıştır :
1.
"Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini
savunmak ve yerleştirmeyi amaçlamak :
a.
Bu konuda
Başsavcılık iddianamesinde özetle şöyle denilmektedir:
Davalı
siyasi partinin düşünce ve çalışma aracı olan "marksizm" ve
"diyalektik yöntem", komünizmi nihai olarak gerçekleştirme
aşamalarında "sınıf diktatoryası"nı kendiliğinden kapsar. Partinin
niteliği ve ereği de budur.
Davalı
siyasi parti tarafından sosyalist devrim amaçlanmakta ve sosyalist devrim
sürecinin bir dizi aşamayı içerdiği ifade edilmektedir. "Devrim"e
yaklaşmaktan söz edilmekte ve barışçı yol önerilmektedir.
Bu
aşamalı yollar sonunda "TBKP emekçi iktidarı" kurulacak ve
"komünist toplum"a ulaşılacaktır. Böylece marksist görüşten hareketle
emekçi Sınıfın egemenliğinde komünizm öngörülmüş ve amaçlanmıştır.
"Sosyalist
devrim"e yaklaşma aşamasında barışçıl yol öngörülse bile teorileri gereği,
kendi görüş ve ideolojilerine göre belirledikleri komünist düzeni yerleştirmek
için ideolojilerine aykırı gördükleri demokrasiyi ortadan kaldırmayı
amaçladıkları kuşkusuzdur.
Parti'nin,
düşünce yapısına bütünüyle sahip çıktığı, komünist ve marksist hareketin ilk
kurucusu Mustafa Suphi'den bu yana, bu hareketin üye ve yöneticileri ve
özellikle partinin oluşumuna vücut veren Türkiye İşçi Partisi ve Türkiye
Komünist Partisi'nin görüş ve düşünceleri doğrultusunda faaliyette bulunan
kişiler, farklı örgütler içinde çeşitli zamanlarda yargılanmışlar ve Türk Ceza
Kanunu'nun 141. maddesinden mahkûm olmuşlardır.
Böylece
davalı siyasi partinin Anayasa'nın 6. , 10. , 14. ve 68. maddeleriyle 2820
sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 78. maddesine aykırı olarak Sınıf
egemenliğini amaçlayıp savunduğu anlaşılmaktadır.
b.
Davalı siyasi partinin, konuya ilişkin olarak ön savunmasında, sözlü
açıklamasında ve son savunmasında özetle şu görüşlere yer verilmektedir:
Anayasa'nın
14. maddesinde "Kişi ve zümre" yönetimi yasaklanmakta, Sınıf iktidarı
yasaklanmamakta, yalnızca sınıf diktası ile sınıf egemenliği yasaklanmaktadır.
2820 sayılı Yasa'nın aynı doğrultudaki 78. maddesi, egemenliğin bir
"Sınıfa" bırakılamayacağını belirtmiş, buna karşılık, sınıf esasına
dayalı parti kurulması konusunda bir yasak öngörmemiştir. Mutlak, bölünmez,
sürekli, sınırsız, aslî nitelikteki egemenlik kavramı ile bölünebilir olan ve
mutlak, aslî, sürekli ve sınırsız olmayan iktidar kavramı karıştırılmamalıdır.
İddianame,
Partirun adında "Komünist" sözcüğü bulunduğuna göre sınıf tahakkümü
ile suçlanması gerektiği önyargısından hareket etmiştir. Ancak, böyle bir durum
yoktur. O kadar ki, iddianame yalnızca partinin sınıf esasına dayalı ve
Marksist olmasının belirtilmesini suçlamanın nedeni saymıştır.
Marksizmi,
içinde oluştuğu 19. yüzyılın koşullarının değişmeye başlamasıyla birlikte
yeniden gözden geçirip geliştirme yönünde birçok girişim olmuştur. Özellikle
Batı Avrupa'da bu yönde önemli adımlar atılmış, aynı zamanda marksizmi değişmez
bir görüşler toplamı, âdeta dünyevî bir din olarak, bir doğma olarak anlayan
yaklaşımların değişmesi söz konusu olmuştur.
Objektif
bir yaklaşım, her marksist düşünür ve partiyi, kendi marksizm yorumunu esas
alarak değerlendirmek olmalıdır. Esas hakkında görüş, TBKP'nin marksizme
yaklaşımını değerlendirme konusu yapmamakta, her Marksist düşünürün ve her
komünist partinin mutlaka Marksizmin Stalinist yorumunu benimsemesi gerektiğini
varsaymakta, bunu iddia etmekte, kapatılma istemini bu anlamsız ısrara
dayandırmaktadır.
Bir
komünist partisinin mutlaka proleterya diktatörlüğünü benimseyeceği, savunacağı
iddiası günümüz dünyasının gerçekleriyle derinden çelişmektedir.
TBKP,
marksizmi kendine göre yorumlayan bir partidir.
TBKP,
bu tanımlamayla, 19. yüzyıl Marksizminden ve 20. yüzyıldaki Leninizmden farklı
olarak, yalnızca sınıf gerçeğini, "endüstri alanındaki gelişmelerin
doğurduğu ekonomik ve sosyal problemleri" değil, son on yıllarda bütün
dünyada ve bu arada ülkemizde öne çıkan ekonomi dışı problemleri, nükleer
silahları ve onların varlığının neden olabileceği bir nükleer yok oluş
tehlikesini, bütün insanlığı adeta bir kanser gibi saran çevre kirlenmesini,
erkek egemenliğine dayalı cinsler arasındaki eşitsizliği politik mücadelesinde
temel almakta ve her türlü şiddet uygulamasının insanlık yaşamından çıkarılmasını
savunmaktadır.
TBKP'nin
şiddet karşısındaki tutumu, Marksizmin bu alandaki geleneksel yaşamının köklü
bir revizyonuna dayanmaktadır.
Programından
da görüleceği gibi, TBKP bugün olduğu gibi, kendi iktidarında da, şiddet, baskı
ve tahakküm uygulamalarına, baskıcı otoriter bir devlete karşı olacak,
sınıfların, grupların ve bireyin politik yaşama özgür katılımından, çoğulcu
demokrasiden yana olacak ve geniş mutabakatları gerçekleştirmeye çalışacaktır.
"Sosyalizmde çoğulculuk, sosyalizmi benimsemeyen partileri de
içerecektir."
Bütün
bunlar TBKP'nin proleterya diktatörlüğünü reddettiğini, egemenliğin kaynağını
bütün millette gördüğünü, en önemlisi, temel hak ve özgürlükleri, demokrasiyi
ortadan kaldırmaya değil, tam tersine eksiksiz gerçekleştirmeye yöneldiğini
açıkça kanıtlamaktadır.
O
nedenle, Anayasa'nın "hürriyeti yok etme hürriyetini ya da demokrasiyi
ortadan kaldırma hürriyetini kabul etmemesi"ne dayanılarak TBKP'nin
kapatılması isteminde bulunmak olanaksızdır. Tam tersine, TBKP'nin
kapatılmasını istemek, "hürriyeti yok etme ve demokrasiyi ortadan
kaldırma" anlamına gelmektedir.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı, esas hakkındaki görüşünde TBKP'nin devletçi, mülkiyet
düşmanı bir parti olduğunu düşünmektedir. Buna karşılık TBKP programında
"insanların mülkiyete yabancılaşmasına son verilmesi"nden,
"ekonominin gelişmesinde piyasanın rolünün vazgeçilmez" olduğundan
söz edildiği ise hiç dikkate alınmamaktadır.
C-
Konuyla İlgili Temel Kavramlar :
Gerek
iddianame ve esas hakkındaki görüşte, gerek savunmada "Sosyal
sınıflar", "sınıf mücadelesi", "proleterya
diktatörlüğü", "sosyalizm" ve "eurokomünizm" gibi
kavramlar ile bu konudaki çeşitli görüş ve düşüncelere ve açıklamalara yer
verilmektedir.
Savda
ve savunmalarda yer alan Marksist öğreti ve politika uygulamalarının temel
kavramlarının genel kabul gören açıklamalarla belirlenmesi, iddia ve
savunmaların değerlendirilmesi yönünden gereklidir.
c1)
Sosyal sınıflar : Sosyal sınıf kavramı klâsik marksist öğretinin temel dayanak
noktasını oluşturmuş ve sosyalist düşünceler, toplumun geleceği konusundaki
varsayımlarını, kapitalist dönemdeki sınıflar ile bu sınıfların çatışması
üzerine kurmuşlardır.
Marksist
öğretide iki temel sosyal sınıf vardır :
-
Çalışan sınıf : (Proleterya) geçimini sermayeden elde edilen kârdan değil,
tamamıyla ve yalnızca kendi emeğiyle sağlayanlar,
-
Burjuvazi.
Ancak,
gerçekte sınıf ayrımı sanıldığı gibi açık ve kesin olmayıp ölçüt ve kapsam
yönünden tartışmalıdır.
2)
Sınıf mücadelesi : Klasik Marksist öğreti, toplumsal yaşantının çelişkilerle
dolu olduğunu, toplumlar arasında ve bunların kendi içinde savaşlar
yapıldığını, devrim ve karşı devrim, barış ve savaş, ilerleme ve gerileme
dönemlerinin birbirini izlediklerini ve bütün bunların sınıf mücadelesini
gösterdiğini, burjuvazinin üstünlüğü ele geçirdiği her yerde feodal ilişkiler
yerine insanla insan arasında çıkar ilişkisini egemen kılarak bu ilişkinin
üretim araçlarının mülkiyetine dayandığını kabul etmektedir.
Marksist
görüşe göre, diyalektik yönden sınıf mücadelesinin üç temel öğesi, ekonomik öğelerin
oluşturduğu ve belli bir üretim biçimi altında kendini gösteren "alt
yapı", inanç ve ideolojilerden oluşan "üst yapı" ve birbirine
düşman karşıt "sosyal sınıflar"dır. Üst yapı, alt yapının zorunlu
yansımasıdır. Çünkü, alt yapının arkasında onun sürekliliğini sağlamak ya da
onu topluma egemen kılmak isteğinde bilinçli bir sınıf vardır. Sosyal sınıfın
üst yapıyı yerine göre yürürlükteki alt yapıyı sürdürmek ya da yeni bir alt
yapıyı getirmek amacıyla kullanacağı, yürürlükteki üretim biçimi içinde gelişen
yeni üretim güçlerinin bu güçlere uygun yeni bir üretim biçimi ve bu yeni
üretim biçimine bağlı yeni bir üst yapıyı da birlikte getireceği
benimsenmiştir. Böylece, yürürlükteki üretim biçimiyle getirilmek istenen
üretim biçimi arasındaki çelişkinin bu üretim biçimlerinin yansımaları olarak
üst yapıda ve ideolojik plânda kendisini göstereceği, toplumun biri var olan
üretim biçimini korumaya, öbürü yeni bir üretim biçimini getirmeye çalışan iki
karşıt sınıfa ayrılacağı ve bu iki sınıf arasındaki düşmanlığın gittikçe
artarak bir sınıf mücadelesinin ve devrimin kaçınılmaz duruma geleceği kabul
edilmiştir.
c3)
Proleterya diktatörlüğü: Marksist anlayışta, kapitalist düzende üretim
araçlarını elinde bulunduran burjuvazi egemen sınıf olarak nitelendirilip,
bunların proleterya üzerinde egemenlik kurmasının yıkılması amaçlanır. Bu
görüşten kalkılırsa yapılacak bir devrimle, bu kez proleteryanın, diğer sosyal
sınıflar üzerinde egemenliğini kurmak olgusu, Marksistlerin kendi
felsefeleriyle çelişkiye düşmeleri biçiminde yorumlanabilir. Bu çelişki,
sosyalistlerce de açıkça yadsınmamakta, devrimin başarısı için ilk yıllarda
işçi egemenliğinin kaçınılmazlığından, sınıf egemenliğinin ortadan
kaldırılmasının sosyalizmin ileri bir aşamasında gerçekleşebileceğinden söz
edilmektedir.
Marksist
öğretiye göre, geçiş dönemindeki proleterya egemenliği, proleterya diktatörlüğü
biçiminde kendini gösterecektir. Proleterya politik üstünlüğünden burjuvazinin
elindeki sermayeyi yavaş yavaş söküp almak ve tüm üretim araçlarını devletin,
yani egemen Sınıf olarak örgütlenmiş proleteryanın ellerinde toplamak ve hızla
üretim güçlerini çoğaltmak için yararlanacaktır. Marx'a göre Sınıf savaşımı
zorunlu olarak proleterya diktatörlüğüne götürür. Bu diktatörlük tüm sınıfların
ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma doğru, bir geçiş dönemi
oluşturur.
Proleterya
diktatörlüğü konusu, özellikle Lenin tarafından işlenmiş ve görüşleri 1917
devriminden sonra Sovyetler Birliği'nde uygulanma olanağı bulmuştur. Lenin'e
göre proleterya diktatörlüğü, işçi devriminin asıl özü, proleterlerin sınıf
savaşlarının temel sorunu niteliğindedir.
Sınıf
diktatörlüğünün çeşitli tanımları yapılmıştır :
"Diktatörlük
doğrudan doğruya zora dayanan ve hiçbir yasaya bağlı olmayan bir
iktidardır."
"Proleteryanın
devrimci diktatörlüğü, burjuvaziye uygulanan zorla kazanılıp sürdürülen, hiçbir
yasaya bağlı olmayan bir iktidardır."
"Diktatörlük,
diktatörlüğü diğer sınıflar üzerinde uygulayan sınıf için demokrasinin zorunlu
olarak ortadan kalkması anlamına gelmez; ancak, kendisine diktatörlük uygulanan
sınıflar için demokrasi ortadan kalkmış ya da geniş ölçüde sınırlandırılmış
demektir."
Proleterya
diktatörlüğü bir geçiş dönemi olarak tasarlanmıştır. Nitekim, Stalin döneminde
çıkarılan 1936 Sovyet Anayasası'yla sınıf savaşımının ve buna bağlı olarak işçi
sınıfı diktatörlüğünün son bulduğu, devletin bütün halkın devleti olduğu ilan
edilmiştir. Ne var ki, bu tarihten sonra da Sovyetler Birliği, bizzat Stalin
tarafından kanlı biçimde yürütülen dikta yönetimine sahne olmuş rejim,
proleteryanın değil, proleterya üzerinde bürokrasinin diktatörlüğünü sağlamaya
yaramıştır. Böylece sınıfsız topluma geçişte devletin de ortadan kalkacağı
yolundaki teori pratikte devletin daha da güçlenmesi sonucunu doğurmuştur.
Yapılan eski Sınıfları yıkıp yeni sınıflar kurmaktan ibaret kalmıştır.
c4)
Sosyalizm : "Sosyalizm sözcüğünün tek anlamı yoktur. Sosyalist akımlar,
bir yelpazenin dilimleri gibi değişik derecelerde sola açılmış düşünceyi
anlatır. Bu bakımdan genel olarak "Üretim ve mübadele araçlarının
kollektifleştirilmesi yoluyla sosyal sınıfları ortadan kaldırarak insan
toplumlarının teşkilatlanmasında köklü reform yapma amacını güden doktrin"
olarak tanımlanabilir.
Marksizm
zamanla değişik yorumlara konu olmuştur. Demokratik sosyalistler,
sosyalistlerin meşru yollardan iktidara gelmesini savunurlar. Bunlara göre
sosyalist mücadele, parlementer sistem içinde ve meşrû zeminde yürütülecektir.
Bertrand
Russel'e göre, "sosyalizm, toprak ve sermayenin demokratik bir yönetim
çerçevesinde ortak mülkiyetidir". Özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra
sosyalistler, görüşlerini teknik ve pratik çözümler üzerinde yoğunlaştırmışlar
ve toplumsal refahın artmasıyla etkisini yitiren mülkiyet ve servet konuları
yerine, paylaşım ve yönetim sorunlarına eğilmişlerdir. Demokratik sosyalistler,
seçimi ve çoğulcu demokrasiyi benimsemişlerdir.
c5)
Eurokomünizm: Sınıf savaşımı ve sınıf diktatörlüğü gibi kavramların
inandırıcılığını yitirmeleri, 1970'li yıllarda Avrupa komünist partilerini,
başta bu kavramlar olmak üzere, Marksizm'e yeni bir yorum getirme arayışı içine
çekmiştir. İlk kez 7975 yılı sonlarında "eurokomünizm" sözcüğü ile
anlatılan bu kavramın özelliği, uygulamak istediği stratejiden
kaynaklanmaktadır. Bu strateji, gelişmiş kapitalizmden sosyalizme geçişin
demokrasi yoluyla yapılmasını amaçlar.
Eurokomünizm
akımının doğuşuna İtalyan Komünist Partisi önderlik etmiştir. Bu partinin 1973
yılında Hıristiyan Demokrat Parti'yle uzlaşma girişimi bu hareketin başlangıcı
olmuştur.
İtalyan
Komünist Partisi'nin yeni bir sosyalist model arama yolundaki gayretleri
Fransız ve İspanyol Komünist Partilerince de desteklenmiştir. Kasım 1975'te
İtalyan ve Fransız Komünist Partisi Genel Sekreterleri Eurokomünizmin temel
ilkelerini içeren bir bildiri yayımlamışlardır. Bu bildiri özetle şöyledir:
-
Sosyalizm, demokrasi ve özgürlüğün en üst aşaması, demokrasinin en ileri
sonuçlarına erişmesi evresidir,
-
Sosyalizm yolunda ilerleme ve sosyalist bir toplum kurulması, ekonomik, sosyal
ve politik yaşamın sürekli demokratikleşmesi içinde gerçekleşmelidir,
- Toplumun,
sosyalist bir topluma dönüşmesi, başlıca üretim ve değişim araçları üzerinde
kamu denetimi, bunların kademeli olarak sosyalleştirilmelerini ve ulusal
düzeyde demokratik bir plânın ortaya konmasını gerektirir,
-
Çok partili siyasal rejim ve siyasi partilere demokratik yollardan iktidar ve
muhalefet yollarının açık olması ilkesi kabul edilmiştir,
-
Sendikaların özerkliği ve bağımsızca eylemlerini sürdürmeleri sağlanacaktır;
-
Halkların büyük savaşımları sonucu elde ettiği, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi
tüm özgürlüklerin, geliştirilmesi güvence altına alınacaktır;
-Sosyalist
dönüşüm, ancak işçi sınıfının ve onun çevresindeki halk çoğunluğunun
oluşturduğu kitlelerin gerçekleştireceği, geniş çaptaki güçlü hareketin ve
savaşımın eseri olabilir. Böyle bir dönüşüm, halk egemenliğinin gerçek olarak
temsil edildiği demokratik kuruluşların varlığına ve yetkilerinin
genişletilmesine ve genel oy hakkının özgürce kullanılmasına bağlıdır. Genel
seçim sonuçlarını her zaman saygıyla karşılayan ve karşılayacak olan bu iki
parti, ancak belirtilen koşullar içinde emekçi sınıfın devlet yönetimine
girebileceği kanısındadır.
Bu
ortak bildiri, Şubat 1976'da toplanan Fransız Komünist Partisi XXII.
Kongresi'nce onanmıştır. Öte yandan, daha 1975 Temmuzunda, İtalyan ve İspanyol
Komünist Partileri, aynı ilkeler çevresinde birleşip, bu ilkeleri yansıtan
ortak bir bildiri yayımlamışlardı.
Eurokomünizmin
sınıf savaşımı, proleterya diktatörlüğü gibi kavramlar karşısındaki anlayışına
gelince:
Yayımlanan
ortak bildirilerde sosyalizmin demokrasinin en üst aşaması olduğunu, çok
partili rejimin gerekliliğini, genel oy hakkını ve genel seçim sonuçlarını her
zaman saygıyla karşıladıklarını, sosyalizme giden tek yolun demokrasi olduğunu
vurgulayan bu partiler için, hiç olmazsa ilerlemiş kapitalist ülkelerde,
proleteryanın iktidara gelmesinde Sınıf savaşımı, artık geçerli bir yol
olmaktan çıkmış gözükmektedir. Komünist partilerin, iktidara, işçi Sınıfının
yapacağı bir devrimle değil, bu sınıfın oylarıyla geleceği ilkesi
benimsenmiştir.
Aynı
biçimde, özgürlükten yana olduklarını belirten eurokomünist partiler proleterya
diktatörlüğünü de kabul etmezler. Nitekim, Şubat 1976'da toplanan XXII. Fransız
Komünist Partisi Kongresi'nde, proleterya diktatörlüğü kavramının terk
edilmesine oybirliğiyle karar verilmiştir. İspanyol Komünist Partisi Genel
Sekreteri, 1976 yılı Komünist Partiler Berlin Konferansı'nda bu konuda şöyle
demektedir: "Kırk yıl faşist diktatörlüğe tabi olan bizler özgürlüğün
değerini ve enerjik olarak savunulması gerektiğini çok iyi anladık; hiç bir
anlayış hiç bir sosyal rejim, hele sosyalizm bunların yitirilmesi düşüncesini
bize kabul ettiremez".
İtalyan
ve İspanyol Komünist Partisi liderlerinin Temmuz 1975'de yaptıkları toplantı
sonunda yayımladıkları ortak bildiride, bu partilerin demokrasiye ve
özgürlüklere bağlılıkları şu sözlerle anlatılmaktadır: "Batı ülkelerinde
sosyalizm, ancak tam olarak gelişmiş ve gerçekleştirilmiş demokrasi içinde
kendisini kabul ettirebilir. Kişisel ve toplumsal özgürlüklerin değerinin ve
demokratikliğinin, karşıt görüşleri özgürce savunan çok partili rejimin,
sendika özerkliğinin, din özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün, sanat ve bilim
özgürlüğünün teyit ve tasdiki sosyalizmin temelidir."
Görülüyor
ki, bu yeni akımda, Marksizmin klâsik kalıplarına yer yoktur. İşçi sınıfı
iktidarının, sınıf mücadelesi yerine, demokrasi içinde özgürce yapılacak
seçimlerle kurulması ilkesi benimsenmiştir. Aynı biçimde sosyalizm, özgürlükler
rejimi olarak algılanmakta, dogmatik proleterya diktatörlüğü kavramına karşı
çıkılmaktadır.
Bu
konuda Fransız Komünist Partisi Genel Sekreteri Georges Marchais şu
açıklamaları yapmıştır.
"Sosyalizm,
özgürlükle anlamdaştır".
"İç
savaşı reddediyoruz... Her aşamada, çoğunluk seçimler yoluyla kendini dile
getirecektir".
"...
Her aşamada halkımızın genel oy ile özgürce dile getirdiği tercihlerini
saygıyla karşılayacağız".
Diktatörlük
"Hitler'in, Mussolini'nin, Salazar ve Franko'nun faşist rejimlerini yani
demokrasinin inkârını otomatik olarak akla getirir. Bizim istediğimiz bu
değil".
Bu
partilerin ortak bildirilerinde de, demokrasi ve özgürlükler savunulmakla
yetinilmemiş, ayrıca komünist partilerin eski tutumları eleştirilmiştir.
Devrimci komünist partiler, demokrasiyi burjuva egemenliğiyle eş anlamlı
saymakla, burjuva demokrasisini proleter demokrasinin karşıtı olarak görmekle,
burjuvazinin demokratik olabileceği kanısını yaratmışlardır. Ancak, uygulamada
bununla da kalınmamış, proleterya demokrasisi olarak gösterilen rejimlerde,
geniş halk kitlelerine, en temel özgürlükler bile tanınmayıp, sonunda demokrasi
fikri, tümüyle terkedilmiş ve demokrasinin ancak kapitalist rejimlerle
bağdaşabileceği öne sürülmüştür. Klâsik komünist partiler, demokratik
kuruluşlar ve demokrasi mekanizmasını iktidara gelebilmek için bir araç olarak
kullanmak istemişler, iktidara geldiklerinde, demokrasiyi yok edip yerine
proleter demokrasisini kurmayı tasarlamışlardır.
d.
İlgili Anayasa ve Yasa Kuralları :
Anayasa'nın
6. maddesinde egemenliğin kullanılmasının hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye
ya da sınıfa bırakılamayacağı, 10. maddesinde hiç bir sınıfa imtiyaz
tanınamayacağı, 14. maddesinde, Anayasa'da yer alan hak ve özgürlüklerden hiç
birinin sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak
amacıyla kullanılamayacağı öngörülmektedir.
Anayasa'nın
siyasi partilerle ilgili 68. maddesinin beşinci fıkrasında da "Sınıf veya
zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
yerleştirmeyi amaçlayan siyasi partiler kurulamaz" açıklığı bulunmaktadır.
Yukarda
anılan anayasal kurallara göre hazırlanan 2820 sayılı Siyasi Partiler
Yasası'nın 5. maddesinde, siyasi parti kurma hakkının sosyal bir Sınıfın diğer
sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak ya da herhangi bir diktatörlük
türüne dayanan devlet düzeni kurmak amacıyla kullanılamayacağı, 78. maddesinin
(c) bendinde, siyasi partilerin, sosyal bir sınıfın diğer sosyal Sınıflar
üzerinde egemenliğini veya zümre egemenliğini veya herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamayacağı ve bu amaca yönelik
faaliyette bulunamayacağı öngörülmüştür.
e-
Davalı Siyasi Partinin Tüzük ve Programının Açıklanan Kurallarına Göre
Değerlendirilmesi :
Konuyla
ilişkin olarak bu kurallar birlikte ele alındığında siyasi partilere iki temel
yasağın getirildiği anlaşılmaktadır :
e1-
Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğinin savunulması ve
yerleştirilmesinin amaçlanması,
e2
- Herhangi bir tür diktatörlüğün savunulması ve yerleştirilmesinin amaçlanması,
Davalı
siyasi partinin yapısı, amacı ve uygulamayı benimsediği yöntem Parti Tüzüğü ile
Programında belirtilmiştir.
Türkiye
Birleşik Komünist Partisi Tüzüğü'nde Parti'nin niteliğini belirleyen
"Karakter ve amaç" başlıklı 2. maddede aynen şöyle denilmektedir :
"Türkiye
Birleşik Komünist Partisi, Türkiye işçi sınıfının, aydınların, Türk ve Kürt
bütün çalışanların partisi, Türkiyeli komünistlerin gönüllü birliğidir. Türkiye
Birleşik Komünist Partisi, işçi sınıfının devrimci partisi, barışın ve
demokratizmin partisi, yurtseverlik ve enternasyonalizmin partisi, aklın
hümanizmin ve sosyalizmin partisidir.
Türkiye
Birleşik Komünist Partisi, yaratıcı marksist teori temelinde politikasını
çizer. Bunu Türkiye ve dünya kültürünün, çağdaş düşünce ve bilimin demokratik,
insancıl değerleriyle zenginleştirerek sürekli geliştirmeyi görev bilir.
Parti'nin düşünce ve çalışma aracı yaratıcı marksizm, diyalektik yöntemdir.
Türkiye
Birleşik Komünist Partisi'nin amacı, demokrasiyi kazanma, geliştirme, ulusal
baskı ve eşitsizliğe son verme ve demokrasinin güçlendirilmesi yoluyla
kapitalizmi aşarak sosyal adaletin ve sosyal barışın sağlanması, sosyalizmin
kurulmasıdır.
Türkiye
Birleşik Komünist Partisi, barışı ve demokrasiyi sürekli güçlendirme yoluyla
çoğunluğa dayalı devrimci bir süreçle köklü dönüşümleri gerçekleştirerek barışçıl
yoldan sosyalizme geçmeyi öngörür. Sosyalizm de barışı ve demokrasiyi
güçlendirerek geliştirecektir.
Türkiye
Komünist Partisi, sosyalizmi, bir bütün olarak insanlığın özgürce ve doğal
çevre ile uyum içinde geliştiği, bunun önkoşulu olarak kişinin barış içinde,
insancıl ve özgür gelişme koşullarının sağlandığı, toplum yaşamının her
alanında halkın kendi kendini yönettiği, üreticilerin üretim araçlarına
yabancılaşmasının son bulduğu herkesin sosyal güvenlik içinde olduğu, insanlar
arası ilişkilerin dayanışmaya, herkes için daha nitelikli yaşam koşulları
temeline dayandığı bir düzen olarak görür.
Türkiye
Birleşik Komünist Partisi, ırk, dil, din, mezhep, kadın-erkek ayrımı
gözetmeksizin hangi sınıf ve katmandan gelmiş olursa olsun, Parti'nin tüzük ve
programını benimsemiş bütün yurttaşlara saflarını açık tutar."
Davalı
Partinin Programı'nda nasıl bir sosyalizm amaçlandığı da, ayrıntılı bir biçimde
anlatılmaktadır :
"TBKP'nin
temel amacı sosyalizmdir. Sosyalizm, işçi ve öteki emekçilerin, aydınların,
genel olarak toplumun iktidara ve mülkiyete yabancılaşmasına ve bu yolla
insanın insan tarafından sömürülmesine son verildiği, halkın kendisinin ve
ülkenin geleceği konusunda özgürce karar verebildiği ve emeğinin karşılığını
alabildiği, kendini çok yönlü geliştirebildiği bir düzendir."
(Program-TBKP'nin temel amacı Sosyalizm).
"Kapitalizmden
sosyalizme geçiş için, sosyalist devrimin başarılması zorunludur. Bir dizi ara
aşamadan oluşan sosyalist devrim süreci ile kapitalizmden sosyalizme geçilmesi,
ancak işci sınıfının ve geniş halk yığınlarının özgür isteği, bilinçli, kararlı
ve örgütlü gücüyle gerçekleşebilir. Devrime demokratik ve barışçı yolla, yani
geniş demokratik bağlaşıklık ilişkileriyle, çoğunluğun kazanılmasıyla, politik
demokrasi zemininde köklü dönüşümler için mücadele yoluyla yaklaşılacaktır.
Bugünden yaratılacak katılımcı, özyönetimsel her oluşum sosyalizme yakınlaşmaya
hizmet edecektir.
İşçi
sınıfının öncülüğünde tüm emekçilerin, tüm çalışanların iktidarıyla kurulacak
olan sosyalizm, işçi ve emekçilerin eseri olacaktır.
TBKP,
emekçi iktidarının, sosyalizmi amaçlayan diğer politik ve toplumsal güçlerle
birlikte, geniş demokratik bağlaşıklık ilişkileri içinde ve geniş toplumsal
mutabakatlar zemininde, çoğulcu demokratik rejim kuralları içinde kurulması
için çalışacaktır.
Demokrasiyi
güçlendirerek sosyalizme geçilecek, sosyalizmi güçlendirerek demokrasi
geliştirilecektir. Sosyalizmde çoğulculuk, sosyalizmi benimsemeyen partileri de
içerecektir. Sosyalizmin bütün potansiyelinin seferber edilmesi ancak azami demokrasiyle
olanaklıdır. Bu koşullarda, toplum, kendi üretim ve paylaşım tarzını, yaşama ve
çalışma koşullarını özgürce belirleyebilecektir."
Program'da
dünyadaki son gelişmeler ve gelecekten beklentiler açıklanmakta, sosyalist
ülkelerde uygulanan baskıcı rejimler, açık biçimde kınanmaktadır :
"Dünya
sosyalizmi, nesnel etkenler ve öznel yanlışların yol açtığı derin bir bunalım
yaşamakta, demokratik ve insancıl bir sosyalizm yönünde kendini yenilemeye
çalışmaktadır.
Genel
olarak bütün insanlığın ve tek tek her halkın karşı karşıya bulunduğu
sorunların, ancak farklı sistemler, devletler, Sınıflar, sosyal gruplar,
cinsler ve bireyler arasındaki ilişkilerin demokratikleştiği, eşit haklılık ve
geniş katılım sağlandığı ve şiddetin dışlandığı koşullarda çözülebilmesi
giderek belirginleşmektedir.
Dar
grup ya da sınıf çıkarları için, insanı ve doğayı tahakküm altında tutma, baskı
ve dayatmayla toplumsal gelişmeyi denetim altına alma politikalarına karşı,
bütün dünyada özgürlük ve katılım, sosyal adalet, doğayı koruma ve onunla uyum
içinde yaşama mücadelesi yükseliyor.
Bugün
eski soğuk savaş dönemine göre tanımlanmış devlet ve zümre çıkarları için, her
türlü demokratik gelişmeyi, sınıfların, grupların ve bireyin politik yaşama
özgür katılımını engelleyen geleneksel baskıcı otoriter devlet anlayışı ve
politikaları, toplumsal gelişmenin önündeki en önemli engeli oluşturuyor.
Karşı
karşıya bulunduğu ağır ekonomik, politik, sosyal, kültürel ve ekolojik
sorunları çözebilmesi için Türkiye'nin her şeyden önce, geniş mutabakatlara
dayalı çağdaş, katılımcı ve çoğulcu bir demokrasiye ihtiyacı var. Türkiye dünya
gelişmesine de ancak bu yolla katılabilir.
TBKP,
ancak çağdışı baskı, şiddet ve tahakküm ilişkilerine karşı, toplumsal yaşamın
her alanında evrensel demokratik değerleri bizzat yaşama geçiren bir mücadele
anlayışıyla, demokrasinin bir yaşam tarzına, kalıcı bir kültüre dönüşebileceği
görüşündedir. TBKP, muhalefette ya da iktidarda, her zaman halkı bu yönde
esinlendirecektir."
Program'da
özgürlüklere de geniş yer verilerek, "Toplumsal yaşamın bütün alanlarında
ve ülkenin bütün bölgelerinde demokratikleşme için yurttaşlar kendilerini özgür
hissetmeli, insan hakları, temel özgürlükler tam olarak yürürlükte olmalıdır.
Bunun için :
Kişi
ve konut dokunulmazlığı, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, bilgilenme özgürlüğü,
vicdan ve din özgürlüğü; kadınların eşit haklılığı, sosyal haklar eksiksiz
sağlanmalıdır." denilmekte ve temel özgürlükler konusunda ayrı ayrı
dilekler belirtilmektedir.
Program'da
ayrıca klâsik marksist ekonomi anlayışından da vazgeçildiği, anlaşılmakta,
örneğin; "ekonominin gelişmesinde piyasanın rolünün vazgeçilmez olduğu,
"Türkiye için piyasanın rolünü, planlamanın rolüyle birleştirebilecek bir
ekonomik politikaya ihtiyaç bulunduğu" ve "mülkiyetin
yaygınlaşması" gereği savunulmaktadır.
Parti
Tüzüğü'nün ve Programı'nın, Anayasa'nın ve 2820 sayılı Siyasi Partiler
Yasası'nın 78. maddesinin yasakladığı Sınıf ve zümre egemenliğini ya da
herhangi bir diktatörlüğü savunur nitelikte olmadığı açıktır.
Anayasa
Mahkemesi, siyasi partilere ilişkin 8.12.1988 günlü, Esas:1988/1 ve Karar
1988/2 sayılı kararında, sınıf ve zümre egemenliği ile sosyal sınıflara dayalı
parti kurulması konusundaki görüşlerini aşağıdaki biçimde açıklamıştır :
"Siyasi
partiler, toplumun belirli ya da çeşitli kesimlerinin çıkarlarını temsil
ettiklerine göre, toplumda çeşitli Sınıflar bulunduğu gerçeği yadsınamaz.
Nitekim Anayasa'nın 14. ve 2820 sayılı Yasa'nın 78. ve 5. maddelerinde
"Sosyal bir sınıfın, diğer sosyal sınıflar üzerinde" denilerek,
toplumsal sınıflar sosyal bir olgu olarak kabul edilmektedir. Sınıfların
varlığı kabul edildiğinde, siyasi partilerin tabanlarını belirli bir sınıfa
veya sınıflara dayandırmaları doğal olur. Böylece iktidarlar da, siyasal bilim
açısından belirli bir sınıfın ya da sınıfların iktidarları olabilirler. 1961 ve
1982 Anayasalarında, sınıf gerçeğini ya da bunun iktidara yansımasını önleyici
bir hüküm yoktur. Yasaklanan, bu iktidarın bir sınıf egemenliğini kurmak
yolunda kullanılması ve bir tek sınıfın öteki sınıflar üzerinde egemenlik
kurmasıdır. "Egemenlik" ve "İktidar" kavramları
birbirlerine karıştırılmamalıdır. Anayasa'nın 6. maddesine göre,
"Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya
sınıfa bırakılamaz" ama, iktidar, bir süre için siyasal partiler yoluyla
ağırlıklarını duyuran zümre ya da sınıfların eline geçebilir. Bu maddede
yasaklanan, egemenliğin kullanılmasının sürekli ve değişmez bir biçimde bir
kişi, zümre veya sınıfa bırakılmasıdır.
Sınıf
egemenliği, siyasi iktidarın ve siyasi faaliyetin belli bir sınıfın tekeline
geçmesi, toplumdaki diğer sınıfların ve partilerin siyasi hayatın dışına
itilmesi, onlara iktidar olma hak ve imkanının tanınmaması olarak
tanımlanabilir. Anayasa'nın yasakladığı da budur. Diğer sınıflar üzerinde
tahakküm kurmak amaçlamadığı, hukuk devleti ilkesine, çok partili çoğulcu
sisteme ve iktidarların seçimlerle değişebilirliği kuralına aykırı bir tutum
alınmadığı sürece, sınıf iktidarını istemek ya da bu yolda çalşşmak yasalara
aykırı düşmez.
Yukarıdaki
açıklamaların ışığında Anayasa'da ve özellikle 2820 sayılı Yasa'nın siyasi partilerin
hangi esaslara dayanamayacaklarını öngören 78. maddesinin (b) bendinde,
"zümre", "cemaat" vb. yanında sosyal sınıftan söz
edilmemesi karşısında, Siyasi Partiler Yasası'nda, sosyal sınıf esasına dayalı
parti kurulmasını engelleyen bir kuralın bulunmadığı kabul edilmelidir."
Anayasa
Mahkemesi'nin kararında açıklanan görüşler ve yapılan yorumlar değinilen konuda
davalı parti ve programı için de geçerlidir.
Diğer
yandan, önce Batı Avrupa komünist partilerinde başlayan eurokomünizm akımı ve
daha sonra doğu Avrupa ülkeleri ile Sovyetler Birliği'nde başlayan
demokratikleşme hareketlerinin dünya komünist hareketi ve komünist partileri
üzerinde önemli etkileri olmuştur. Son yılların bu önemli ideolojik ve siyasal
değişikliklerin etkisi davalı partinin programında ve savunmalarında açıkça
görülmektedir.
Davalı
Parti, savunmasında, "TBKP kurucuları ve yöneticileri geçmişte farklı
partilerde yer almış, marksizm konusunda farklı görüşler savunmuş kişiler
olmakla, birlikte, TBKP'nin kurulması, programının belirlenmesi aşamasında yeni
bir yorumda birleşmiş kişilerdir.", "TBKP'nin şiddet karşısındaki
tutumu marksizmin bu alandaki geleneksel yaklaşımının köklü bir revizyonuna
dayanmaktadır." denilerek bir tür ideolojik özeleştiri yapılmaktadır.
Parti
tüzüğü ve programı ile bu konudaki sözlü ve yazılı savunmaları bir bütün olarak
çağdaş gelişmelerin ışığında değerlendirildiğinde, davalı Partinin çoğulcu,
katılımcı, çok partili ve halk oyuna dayanan demokratik siyasal kurumları
benimsediğini ortaya koymaktadır.
Bu
nedenlerle davalı siyasi Parti program ve tüzüğünde sosyal bir sınıfın diğer
sosyal sınıflar üzerinde egemenliği ve herhangi bir diktatörlüğü savunulmadığı
ve amaçlanmadığı anlaşıldığından bu konuda yasaklar koyan Anayasa'nın 6., 10.,
14. ve 68. maddelerine, 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın 5. maddesiyle
78. maddesinin (c) bendine aykırılık yoktur.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın yerinde görülmeyen bu konudaki isteminin REDDİ
gerekir.
2. Kullanılması
Yasaklanmış Adla Siyasi Parti Kurulduğu Suçlaması:
İddianamede,
Anayasa'nın 68. maddesinin gerekçesindeki, Anayasa ... Türkiye'de bundan böyle
sınıf ve zümre esasını, komünizmi, faşizmi, teokrasiyi ve herhangi bir tür
diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi esas alan siyasi partilerin
kurulamayacağına ilişkin görüşünden hareketle "... komünist adı
kullanılmak suretiyle kurulacak siyasi partilerin, sınıf egemenliğini
amaçladıklarını var sayarak, partilerin bu adla kurulmasını yasaklamış ve
yasakoyucu da bu yasaklama doğrultusunda konuyu 2820 sayılı Kanun'un 96/son
maddesinde düzenlendiği" belirtilmiştir. Aynı sav, esas hakkındaki görüşte
yinelenmiştir.
Davalı
Parti'nin Tüzüğü'ndeki "Ad" başlıklı 1. madde şöyledir:
"Parti'nin adı Türkiye Birleşik Komünist Partisi'dir. Kısaltılmış adı
TBKP'dir. Merkezi Ankara'dadır."
2820
sayılı Yasa'nın 96. maddesinin son fıkrası da şöyledir:
"Komünist,
anarşist, faşist, teokratik, nasyonal sosyalist, din, dil, ırk, mezhep ve bölge
adlarıyla veya aynı anlama gelen adlarla da siyasi partiler kurulamaz veya
parti adında bu kelimeler kullanılamaz."
Anayasa
tasarısının 77. maddesinde de, "Sınıf ve zümre esasını komünizmi, faşizmi,
teokrasiyi ve herhangi bir diktatörlüğü Türkiye'de savunmaya ve yerleştirmeyi
esas alan siyasi partiler kurulamaz" denilmekteydi Tasarının 13.
maddesinden, "komünizmi, faşizmi, teokrasiyi" sözcüklerinin
çıkartılmasına koşut olarak yapılan değişiklikle bu sözcükler 77. maddeden de
çıkartılmıştır. İddianamede dayanak olarak gösterilen gerekçe, maddenin
değişiklikten önceki durumuna ilişkindir. Anayasa'da "komünist"
adıyla parti kurulmasını açıkça yasaklayan bir kural bulunmamasına karşın
geçici 15. madde kapsamına giren 2820 sayılı Yasa'nın 96. maddesinin son
fıkrası bu adla parti kurulmasına engeldir. Fıkra, yalnızca doğrudan komünist
adıyla parti kurulmasını değil, aynı anlama gelen adlarla parti kurulmasını ya
da parti adında bu sözcüklerin geçmesini de yasaklamıştır. Davalı Parti'nin
adında "Komünist" sözcüğü bulunduğuna göre 96. maddenin son fıkrasına
aykırılık açıktır. 2820 sayılı Yasa "komünist" adının kullanılmasını
sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini veya herhangi
bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlamak konusundan bağımsız
olarak düzenlenmiştir. Çünkü, bu sonuncu yasaklar aynı Yasa'nın 5. ve 78.
maddeleriyle kurala bağlanmıştır. Başka bir anlatımla, Sınıf egemenliği ya da
diktatörlük amaçlanmasa da bir parti 96. maddenin sonuncu fıkrası gereği
"komünist" adını alamaz ya da bu sözcüğü adında kullanamaz.
Anayasa'nın
69. maddesinin öngördüğü Siyasi Partiler Yasası'nın açık kuralına aykırı ad
taşıdığı belirgin olan ve bu Yasa'nın 96. maddesinin açıklığına karşın adında
"komünist" sözcüğüne yer veren "Türkiye Birleşik Komünist
Partisi'nin aynı Yasa'nın 101. maddesinin (a) bendi gereğince kapatılmasına
karar verilmesi gerekir.
3.
Devletin Ülkesi ve Milletiyle Bölünmez Bütünlüğünü Bozmak:
a.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın iddianamesinde, davalı Partinin Tüzük ve
Programı'ndan alıntılar yapıldıktan sonra, özetle:
Tüzük
ve programda ayrı "dili" ve "kültürü" olan ve özellikle
"kendi geleceğini tayin hakkına sahip" Türkiye Cumhuriyeti ülkesi
toprakları üzerinde yaşayan bir "kürt ulusunun" varlığı açık ve seçik
bir biçimde kabul edilmiştir.
Bir
siyasi partinin Türkiye ülkesi üzerinde Türkçe'den başka dil konuşan azınlık
bulunduğunu ileri sürerek ve o azınlığı erek edinerek onun için kendi
geleceğini tayin hakkı da dahil olmak üzere kimi haklar ve yetkiler tanınmasını
istemesi ulusal yapıda gitgide kopmalara, bölünmelere yol açması anlamını
taşıdığından bu eylem, Anayasa'nın 2., 3. ve 14. maddelerinin birinci
fıkralarıyla, 68. maddesinin Siyasi Partiler Yasası'nın 78. maddesinin (a), 81
. maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırıdır.
b.
Ön savunmada, bu suçlamaya ilişkin olarak herhangi bir açıklama yer almamakta
buna karşılık sözlü açıklamada özetle şu konulara değinilmektedir:
Hakkımızdaki
temel sav, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaktır.
Anayasa'mızın öngördüğü "millet" kavramı içinde yer alan "Türk
vatandaşı" sözcükleri, Anayasa'mıza vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesi
kapsamaktadır. Bu, etnolojik kökeni anlatan "Türk" kavramından başka
bir şeydir. Anayasa'mızın 10. maddesinde "dil, ırk ..." denildiğine
göre Türk Milleti içinde ırk farkı olabilir. Kürt halkı da Türk vatandaşıdır.
Türk Milletine dahildir ama kürttür. TBKP göre sorunun çözümünde her türlü
şiddet kullanımının reddi konusunda öncelikle mutabakat sağlanmalıdır. Şiddetin
ayrıca, ayrılıkçılığı da körükleyeceğinin bilincindedir. şiddet kullandıkça
ayrılıklar körüklenir, derinleşir, arada köprü kurulamaz duruma gelir.
İstediğimiz bu değildir. Sorun politiktir, politik olarak çözümlenmelidir. Bu,
ancak bir süreç içinde olanaklıdır. Bizim görüşümüz, çeşitlilik içinde
birliktir.
2820
sayılı Yasa'nın 81. maddesinin (a) bendi, siyasi partilerin, ırk ya da dil
farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyeceklerini, (b) bendi,
Türk dilinden ya da Türk kültüründen başka dil ve kültürleri korumak,
geliştirmek, yaymak yoluyla azınlık yaratarak millet bütünlüğünün bozulması
amacını güdemeyeceklerini öngörmektedir. Uygulanması hiç bir koşula bağlı
olmayan (a) bendi ile bütünlüğü bozmak koşulu arayan (b) bendi arasındaki
dengesizliğin, Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası çerçevesinde
giderilmesi gerekir.
Parti
Program ve Tüzüğü'nün 81. maddenin (b) bendine aykırılığı söylenemez. Böyle bir
sav, iddianamede yer almamaktadır. Tüzükte, Program'da ülke bütünlüğünü bozmak
amacından da söz edilmemiştir.
Anayasa'nın
koyduğu kural, birliği ve bütünlüğü korumaktır. O halde, birlik ve bütünlüğün
nasıl korunacağını araştırmak, bu konuda değişik öneriler sunmak ve bütünlüğü
sağlayabilmek konusunda farklı düşünceleri tartışmak herkesin hakkıdır. İktidar
başka, muhalefet başka yollar önerebilir, önermesi gerekir; demokrasi budur.
c.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın esas hakkındaki görüş yazısında bu konuda
özetle şu hususlara yer verilmektedir :
Anayasa'da,
ülke millet bölünmezliğiyle, Devletin tek yapılı olduğunu, çok uluslu
olmadığını ve partiler açısından da millet bütünlüğünü bozucu ve vatandaşlar
arasındaki etnik farklılıklardan hareketle ayrı bir toplum oluşturarak bunlarda
ulusçuluk bilinci yaratılıp, millet bütünlüğünden ayrılmalarına yönelik amaç
güdülemeyeceği belirtilmiştir.
Nitekim
Anayasamızın 66. maddesinde "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı
olan herkes Türk'tür." denilip Türk Milleti'nden sayılabilmek için
vatandaşlıktan başka bir öğeye yer verilmeyerek hukuksal plânda millet
bütünlüğünün özünü gözler önüne sermiş bulunmaktadır.
2820
sayılı Yasa'nın 81. maddesiyle Anayasa'da yer alan kurallara uygun biçimde bir
hüküm getirilmiştir.
Anayasa
Mahkemesi'nin siyasi partilere ilişkin 20.7.1971 günlü, Esas 1971/3, Karar
1971/3 ve 8.5.1980 günlü, Esas 1979/1, Karar 1980/1 sayılı kararlarından
alıntılar yapan esas hakkındaki görüşte ayrıca, "... davalı siyasi
partinin programının birçok yerinde "Kürt ulusunun varlığı"ndan,
"Kürt dili ve kültürü"nden söz edilmekte ve hattâ Programı'nın
dördüncü sayfasında "Kürt sorununun âdil, demokratik, barışçı çözümü
için" başlıklı bölümünde ise daha da ileri gidilerek "... Kürt
halkının varlığının ulusal kimliğinin ve haklarının tanınması ... her halkın
doğal ve devredilmez hakkı olan kendi geleceğini tayin hakkı..."
vurgulanmaktadır. Bu durumda davalı siyasi partinin programının, Anayasa'nın
3., 14. ve 69. maddelerine uygun olarak düzenlenmiş olan 2820 sayılı Siyasi
Partiler Yasası'nın 78/a ve 81/ab maddelerine aykırı bulunduğu açık olarak
anlaşılmaktadır" denilmektedir.
d.
Davalı Parti'nin son savunmasında ise, aynı suçlamaya ilişkin olarak başlıca şu
görüşler yer almaktadır :
Gerek
1982 Anayasası, gerek 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasasş, siyasi partilerin
ülke ve millet bütünlüğüne aykırı amaçları olamayacağını ve bu yönde faaliyette
bulunamayacaklarını belirtmişlerdir. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti ülkesinin
topraklarının bir bölümü üzerinde başka bir devlet kurulmasını amaçlayan
partiler kapatılacaktır.
Suçlamaya
esas olarak alınan bölümler, program bütünlüğü içinde değerlendirildiğinde,
ülke toprakları üzerinde başka bir devletin kurulmasının istenmesinin söz
konusu olmadığı görülür, Aksine, ülke toprakları üzerinde, Türk ve Kürtlerin
birlikte yaşamaları amaçlanmaktadır. Esas hakkındaki görüşte dolaylı olarak
belirtildiği gibi, suçlama ülke bütünlüğüne aykırı amaç güdülmesi olşııayıp,
bizzat kürtlerin varlığının kabul edilmesidir.
Anayasa'nın
66. maddesinde kullanılan "Türk" sözcüğünün etnik kökeni anlatmadığı;
aksine "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı" olunmasını öngören,
kısaltılarak "Türk" diye nitelendirilen, tamamen hukuksal bir kavram
olarak kullanıldığı açıktır.
Esasen
artık sosyal, siyasal ve toplumsal gelişmeler çoktan Kürtlerin varlığının
tartışılması olgusunu geride bırakmıştır. Bu gün, artık tartışılan
"Kürtlerin varlığı ya da yokluğu" değil, ana dillerinde eğitim yapıp
yapamayacakları, kültürel olanakların tanınıp tanınamayacağı ve benzeri konulardır.
Kürt
sorunuyla diğer partiler de ilgilenmişlerdir. Kürtlerin varlığı ve sorunun
çözümü konusunda öneri getiren kişi ve kuruluşlardan yalnızca TBKP hakkında
kapatma davası açılmasının kabul edilemeyeceği, bunun hukuk devleti ilkesi ile
adalet ve hakkaniyet kavramları ile bağdaştırılamayacağı açıktır.
TBKP,
hukuksal bir kavram olan "Türk milletinin" bir parçasını oluşturan
"Kürt halkı"nın ayrılığını değil, eşit haklılık ve gönüllülük
temelinde birliğini savunmaktadır. Bir başka anlatımla, millî bütünlüğüne
aykırı değil, millî bütünlüğü sağlayıcı çözüm önermektedir. Siyasal iktidarın
bu sorun konusundaki politikasını eleştirmekte, bu politikanın millet
bütünlüğünü bozacağı belirtilmektedir. TBKP programında bu konuda; uygar
dünyanın kabul ettiği en temel ilkelerden birisi olan halkların kendi kaderini
tayin hakkının, bugüne kadar uygulanan yanlış politikalar sonucu birlik değil,
ayrılık şeklinde kullanılması sonucunu doğuracağı tesbit edildikten sonra,
birliğin, yani millî birliğin sağlanması için sorunun âdil, demokratik ve
barışçı bir yoldan çözülmesi gerektiği belirtilmektedir.
Ayrılığın
değil birlikte yaşamanın amaç edinildiği, iddianamedeki görüşün aksine TBKP'nin
"Türk ve Kürt marksistlerin partisi olduğunun" programda
belirtilmesinden de açıkça belli olmaktadır.
Anayasa'nın
66. maddesinde belirtilen "Hukuksal Türklük bağı" toplumsal olguların
ve etnik, azınlık gruplarının varlığının inkâr edilmesi sonucunu doğuramaz.
"Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı bulunmak" hukuksal
durumunu inkâr etmeden ve bu hukuksal bağımlılığın koparılmasını öngörmeden,
etnik farklılık iddiasında bulunulabilir.
Anayasa'nın
3. maddesi, Resmî dilin "Türkçe" olduğunu belirtmektedir. Kimi etnik
grupların ve azınlıkların kendi dillerini konuşmak istemelerinin, Türkçe'nin
resmî dil olmaktan çıkarılması istemini anlatmadığı açıktır. 2820 sayılı Siyasi
Partiler Yasası'nın TBKP'ne uygulanması istenen hükmü (sözü itibariyle) siyasi
partilere "azınlık yaratma yasağı" koymaktadır. Siyasi partilerin
tamamen toplumsal, sosyolojik bir olgu olan azınlıklar yaratabileceğini
düşünmekteki mantığı kavrayabilmek olanaksızdır. Esas olan, ülke-millet
bütünlüğünün korunmasıdır. 2820 sayılı Yasa da bu amaçla sınırlı olmak
zorundadır.
e.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nca davalı partinin Tüzük ve Programında yer
alan görüşlerin, Anayasa hükümlerine uygun olarak düzenlenmiş bulunan 2820
sayılı Yasa'nın 78. maddesinin (a) ve 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine
aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
2820
sayılı Yasa'nın 78. maddesinin (a) bendinin ilgili bölümü şöyledir:
"Siyasi Partiler :
a-
Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini; Anayasanın başlangıç kısmında ve 2
nci maddesinde belirtilen esaslarını; Anayasanın 3 üncü maddesinde açıklanan
Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline ... dair
hükümlerini.... değiştirmek;
Amacını
güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda
tahrik ve teşvik edemezler."
Anayasa'yla
bağlantılı olan bu kuralın yollama yaptığı Anayasa'nın Başlangıç kısmında,
"Hiçbir düşünce ve mülahazanın Türk Millî menfaatlerinin, Türk varlığının
Devleti ve Ülkesiyle bölünmezliği" esası karşısında korunamayacağı, 3.
maddesinde Türkiye devletinin, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün ve
dilinin Türkçe olduğu belirtilmiştir.
Devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmezliği ilkesi, değişik yönleriyle Anayasa'nın bir
çok maddesinde düzenlenmiş olup, Devletin temel amaç ve görevleri arasında
sayılmış (madde: 5), bu ilkeyi korumak için temel hak ve özgürlüklerin
kısıtlanabileceği (madde: 13, 14) kabul edilmiş, aynı amaçla basın ve dernek
kurma özgürlüklerine özel sınırlamalar getirilmiş (madde: 28, 30, 33),
gençlerin bu bütünlüğü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı
gelişmelerini sağlayıcı önlemler alınması Devlete görev olarak verilmiş (madde:
58), bu alanda bilimsel araştırma özgürlüğüne sınırlama konulmuş (madde: 130),
radyo ve televizyon yayınlarının ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü
koruyacak biçimde yapılması öngörülmüş (madde: 133), kamu kurumu niteliğindeki
meslek kuruluşlarına bu nedenlerle yönetimin müdahalesi kabul edilmiş (madde:
135), bu alanda işlenecek suçlar için özel mahkemeler öngörülmüş (madde: 143),
aynı konu TBMM üyeleri ve Cumhurbaşkanı yeminlerinin temel öğelerinden birisini
oluşturmuş (madde: 81, 103), siyasi partilerin uyacakları esasların başlıcaları
arasında yine "bölünmez bütünlük" ilkesi yer almıştır.
Anayasa,
"Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü" kavramıyla
ilişkili gördüğü dil konusunda da kurallar koymuştur.
Anayasa'nın
3. maddesine göre:
"Türkiye
Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir."
Aynı
biçimde, Anayasa'nın 26. maddesinin üçüncü fıkrasında "Düşüncelerin
açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil
kullanılamaz." denilmekte, 42. maddesinin son fıkrasında ise Türkçe'den
başka hiçbir dil eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri
olarak okutulup öğretilemeyeceği, uluslararası andlaşma hükümlerinin saklı
olduğu kurala bağlanmıştır.
Dil
konusunda bir başka düzenleme de Anayasa'nın 14. maddesinin ilk fıkrasıdır.
"Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiç biri ... dil, ırk, din ve
mezhep ayrımı yaratmak ... amacıyla kullanılamazlar."
Dil
ve bütünlük konusundaki kurallar, yaptırımsız değildir. Her şeyden önce bu
konularda genel ilkeyi koyan 3. madde, Anayasa'nın 4. maddesine göre
"Değiştirilemez ve değiştirilmesi, teklif edilemez" bir kuraldır.
Öte
yandan, Anayasa'nın 69. maddesi, bu kavramlar hakkında düzenleme yapan 14.
maddedeki yasaklara aykırı davranan siyasi partilerin temelli kapatılacağını
öngörmektedir.
2820
sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın ilgili kuralları bu anayasal çerçevede
değerlendirilmelidir. Yasa'nın 78. maddesinin (a) bendi, Anayasa'nın 4. maddesi
doğrultusunda daha kapsamlı bir kural koymuş, siyasi partilerin, diğer yasaklar
yanında, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne ve diline ilişkin
Anayasa'nın 3. maddesini değiştirmek amacını da güdemeyeceklerini belirtmiştir.
Gerek Anayasa, gerek Siyasi Partiler Yasası, ülke ve millet bütünlüğünü,
Devletin bölünmezliğinin temel öğeleri olarak almışlardır. Eylem, ister ülke
bütünlüğüne, ister, millet bütünlüğüne yönelik olsun sonuçta, Devletin bölünmez
bütünlüğünün tehlikeye girmesi söz konusudur. Ülke bütünlüğünün hedef alınmasının,
millet bütünlüğünü; millet bütünlüğünün hedef alınmasının, ülke bütünlüğünü
zedeleyeceği kuşkusuzdur. Anayasa ve Yasa, bu değerleri birlikte ve ödünsüz
mutlak olarak korumayı amaçlamıştır.
2820
sayılı Yasa'nın 78. maddesinin (a) bendi, siyasi partilerin-devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğü yanında, dilinin Türkçe olduğuna ilişkin kuralı
da değiştirmek amacını güdemeyecekleri açıklığını taşımaktadır. Dil konusunda,
1961 Anayasası'nın 3. maddesinde "Resmî dili Türkçe'dir" tümcesi yer
alırken, bu hüküm Millî Güvenlik Konseyi Anayasa Komisyonu'nca, "Değişik
yorumlara sebebiyet verilmemesi için", "Dili Türkçe'dir"
biçimine dönüştürülmüştür. Yapılan değişikliğin Türkçenin yalnızca bir resmî
dilden ibaret olduğu yolundaki yorumları haksız çıkarmayı amaçladığı
anlaşılmaktadır.
Davalı
Parti'nin, aykırı davrandığı öne sürülen, 2820 sayılı Yasa'nın 81. maddesinin
(a) ve (b) bentlerine de kısaca değinilmesi yerinde olacaktır.
Yasa'nın
sözü edilen bu maddesinin;
(a)
bendinde "Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde millî veya dinî kültür veya
mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri
süremezler."
(b)
bendinde de "Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri
korumak geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde
azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu
yolda faaliyette bulunamazlar." denilmektedir.
Maddenin
gerekçesinde :
"Ülkemizde
Lozan Andlaşması ile kabul edilen azınlıklar dışında bir azınlık yoktur. Herhangi
bir ülkede resmî dilin dışında bazı dillerin bilinmesi veya yer yer konuşulması
azınlık yaratmaz. Hele siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda olduğu
gibi her bir alanda bütün haklara sahip ve borçlarla eşit bir şekilde yükümlü
olan tek bir milletin evlâtları arasında azınlıktan söz etmek mümkün değildir.
....................................
Bir
memlekette resmî dilin her vatandaş tarafından bilinmesi, hangi alanlarda
olursa olsun eşitlik ilkesinin hakkıyla uygulanabilmesi ve adlî ya da idarî
işlerin çabukluk ve selâmetle yürütülmesi bakımından yararlı, hatta zorunludur.
Bu itibarla resmî dili, genç ihtiyar, kadın, erkek her vatandaşın bilmesini
sağlamak Devletin görevidir" düşüncesi yer almaktadır.
Maddenin
(a) bendinde, siyasi partilerin millî ya da dini kültür, mezhep, ırk ya da dil
ayrılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyecekleri
öngörülmektedir. Lozan Andlaşması ile kabul edilen azınlıklar kuşkusuz, bu
bendin kapsamı dışındadır. Nitekim, bu husus gerekçede de belirtilmiştir.
Özellikle
belli büyüklükteki ülkelerin hemen tümünde, din, ırk, dil ve mezhepleri farklı
toplulukların bulunması doğaldır. Bu farklılık, kimi ülkelerde büyük boyutlara
ulaşabilir. Bunların her birine azınlık statüsü tanımak ülke ve millet
bütünlüğü kavramıyla bağdaşmaz. Öte yandan, başlangıçta kabul edilebilir
istekler gibi görünen kültürel kimliğin tanınması istemleri zamanla bütünden
kopma eğilimine girer. Bu nedenle yasakoyucu konuya özel bir özen göstermiştir.
Türkiye'de
azınlıklar konusu Lozan Barış Andlaşmasıyla düzenlenmiştir. Bu düzenlemenin
belirgin iki özelliği vardır. Birincisi, ancak Müslüman olmayanlar azınlık
olarak kabul edilmiştir. İkincisi, böyle bir düzenlemenin amacı, Müslüman
olmayanlara da müslümanların yararlandıkları medenî ve siyasi haklardan
yararlanma olanağı sağlanıp, yasalar önünde din ayrımı yapılmaksızın herkesin
eşit olduğu belirtilmiştir. Andlaşma'dan bir kaç örnek vermek gerekirse :
"Gayri
müslim ekalliyetler, bütün Türk tebaasına tatbik edilen ... serbestii seyrü
sefer ve hicretten tamamiyle istifade edeceklerdir" (Madde 38, Fıkra: 2),
"Gayri
müslim ekalliyetlere mensup Türk tebaası ... masrafları kendilerine ait olmak
üzere her türlü müessesatı hayriye, diniye veya içtimaiyeyi, her türlü mektep
ve sair müessesatı talim ve terbiyeyi tesis, idare ve murakabe etmek ve
buralarda kendi lisanlarını serbestçe istimal ve âyini dinîlerini serbestçe
icra etmek hususlarında müsavî bir hakka malik bulunacaklardır" (Madde
40).
Müslüman
topluluk arasındaki değişik gruplara, azınlık statüsü tanınmasının söz konusu
olmadığı, Lozan Barış Konferansı tutanaklarında birkaç kez belirtilmiştir:
"Alt
komisyon, önce, bütün etnik azınlıkların, başka bir deyimle, Müslüman olmayan
azınlıklar gibi Müslüman azınlıkların da örneğin; Kürtlerin, Çerkeslerin ve Arapların
tasarıdaki koruma tedbirlerinden yararlanmalarında direnmişti. Türk Temsilci
Heyeti, bu azınlıkların korunmaya ihtiyaçları olmadığını ve Türk yönetimi
altında bulunmaktan tamamiyle memnun olduklarını söylemiştir.. Ne olursa olsun,
Alt komisyon, bu inandırıcı sözler üzerine, koruma tedbirlerini yalnız,
Müslüman olmayan azınlıklara sınırlamayı kabul etmiştir".
Barış
görüşmeleri sırasında Komisyon'da söz alan İsmet Paşa :
"Türkiye'de
hiç bir Müslüman azınlık yoktur; çünkü kuramsal yönden olduğu kadar uygulamada
da Müslüman nüfusun çeşitli unsurları arasında hiç bir ayrım
gözetilmemektedir" demiştir.
Aynı
Konferans'ın 20 Kasım 1922 günlü oturumunda, Rıza Nur Bey tarafından okunan
bildiride şu görüşler yer almıştır :
"Müttefiklerin
tasarısı Müslüman azınlıklardan söz etmektedir; oysa Türkiye'de bu gibi
azınlıklar söz konusu olamaz; çünkü, tarihsel gelenekler, moral düşünceler,
görenekler, yapılagelişler, Türkiye'de yaşayan Müslüman arasında en tam bir
birlik yaratmaktadır."
Türk
Delegasyonu'nun bu görüşleri Konferans'ça benimsenmiş ve "Müttefik
Temsilci Heyetlerince Sunulan Azınlıkların Korunmasına İlişkin" 15 Aralık
1922 günlü Tasarının 4., 6., 7. ve 8. maddelerinde geçen "din ya da
dil", "soy, din ya da dil" azınlıkları sözcükleri yerini
"gayri müslim ekalliyetler" sözcüklerine bırakmıştır. Böylece
Türkiye'de değişik bir dil kullanmanın ya da soy unsurunun bir grubun azınlık
sayılmasında ölçü olarak kabul edilemeyeceği Lozan Barış Andlaşması ile kabul
edilmiştir. Aynı Konferans'ta, Kürt azınlığın yaratılması yönünde, özellikle,
Lord Curzon tarafından gösterilen çabalar Türk Delegasyonu'nun, "Kürtler,
kaderlerinin Türklerin kaderiyle ortak olduğu görüşündedirler; azınlık
haklarından yararlanmak istememektedirler" yolundaki açıklamalar
karşısında kabul görmemiştir.
Dava
konusu sorunun çözümlenebilmesi için Anayasa'nın Başlangıcı'nda ve bir çok
maddelerinde yer alan "millet" ve "milliyetçilik"
kavramları üzerinde durmak gerekir.
"Millet"
kavramı, insanlığın gelişme süreci sonucunda vardığı en ilerlemiş birlikteliği
oluşturan toplumsal yapıyı anlatır. "Ulus" sözcüğüyle de anlatılan bu
yapı bir gelişme düzeyini, bilinçli ve kişilikli bireyler olgusunu gösterir.
"Milliyetçilik"
ise, büyük bir toplumsal gerçek ve "millet düşüncesi" üzerine kurulu
olan çağın en etkin kültür ve politik anlayışıdır. Milliyetçilik, Türkiye
Cumhuriyeti'nin ve Türk Devrimi'nin temel ve önde gelen ilkelerinden biridir.
Cumhuriyet döneminde "millet" ve "milliyetçilik"
kavramları, başta yüce Atatürk olmak üzere Cumhuriyetin kurucuları ve onların
koyduğu temel ilkeler üzerinde Cumhuriyeti yöneten kuşaklarca yorumlanmış ve
1924, 1961, 1982 Anayasalarında yer almışlardır. 1982 Anayasası'nın
Başlangıç'ında "... Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı
...", 2. maddesinde "... Atatürk milliyetçiliği ...", 42.
maddesinde "... Atatürk ilkeleri ..." ve 134. maddesinde
"Atatürkçü düşünce ..." sözcükleri kapsamında Atatürk milliyetçiliği
güçlü biçimde yer almaktadır. Bu, ırkçı bir kavram değil, Türkiye
Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkını, kökeni ne olursa olsun Devlet yönünden
tartışmasız eşitliği, içtenlikli birliği ve birlikte yaşama istencini içeren
çağdaş bir olgudur. Ayrımcılığı dışlayıp "ulus" yapısı içinde
kaynaşmayı öngören bu kavram, etnik kökenlerin, kimliklerin bir tanıtım belirtisi
olarak söylenmesini de engellememektedir. Dil ve din birliği yanında önemli
toplumsal bağlar kurmuş toplulukların devletle olan hukuksal bağlarını
koparacak bir girişimi kışkırtma, Anayasa'nın ve Siyasi Partiler Yasası'nın hoş
göreceği bir tutum değildir. Türk Ulusu içinde "Kürt" kökenli
yurttaşlarla değişik boylardan gelen "Türkler" ve değişik kökenliler
ayrımsız biçimde yer almakta, devletin temel öğesi olan "tek ulus"
olgusu böylece somutlaşmaktadır.
Millet
tarihsel ve sosyolojik yönden belirli aşamaları geçmiş ve belirli nitelikleri
kazanmış bir topluluktur. Millet, sınırları kanlı mücadele ile çizilmiş
"vatan" kavramına dayanır. Millet, vatan üzerinde yaşayan geçmişten
geleceğe doğru bir zaman akışı içinde ortak yaşam istek ve amacına dayanan
kültür ve ülkü birliğine dayanır.
"Millet"
kavramı, dar çerçeveli ırk, kavim ve ümmet kavramlarından çok farklıdır.
Millet, tarihsel ve sosyal gelişmenin yarattığı birlikte yaşama olgusudur. Irk
gibi antropolojik ve filolojik niteliklere dayanan dar bir kavram değildir.
Millet, ortak bir tarih bilinci yaratmamış göçebe, yerli dil ve soy
gruplarından oluşan ilkel sosyolojik bir yapı olan kavim de değildir. Ümmet
ise, dinden başka toplumsal bir bağ olmayan ve başka öğe aramayan
topluluklardır.
Etnik
ve dinsel esasa dayanan topluluklar, "millet" kavramının dayandığı
geniş öğelere göre basit, ilkel ve tek yönlü yapılardır. Bu esaslar içinde
"Türk Milleti" ve "Atatürk milliyetçiliği" kavramlarını ele
aldığımızda aşağıdaki tarihsel ve toplumsal gerçeklerle karşılaşırız.
"Misakı
Millî" sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti'nin üzerinde kurulduğu
topraklar bin yılı aşan uzun bir tarihsel gelişme sonunda üzerinde yaşayan
müşterek geçmişe, tarihe, ahlâka, hukuka ve eşit haklara sahip değişik kökenden
gelen insanlarla birlikte bir vatan ve ulus oluşturmuştur.
Onuncu
yüzyılda yoğunlaşan Türk göçü ile öncelikle Anadolu'daki insanlar, birlikte,
çeşitli devletlerin siyasal çatısı altında yaşamışlar ve Osmanlı
İmparatorluğu'nun kuruluşundan sonra ise Kafkaslar, Balkanlar ve Arap
Ülkelerine uzanan büyük bir birlik yaratmışlardır. Daha sonra, diğer
imparatorluklar gibi Osmanlı İmparatorluğu da parçalanarak Trakya ve Anadolu'ya
çekilmiştir. Siyasal hükümranlık, Balkan, Kafkas ve Arap halkıyla uzun yıllar
birlikte yaşama, Anadolu insanını yeni yeni kültür ve insanlarla birleştirip
kaynaştırmıştır. Bugün, Türkiye Cumhuriyeti içinde yaşayan insanların bir
kesimi değişik kaynaklardan gelse bile kültürleriyle tek bir yapı
oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyeti'nde dil ve kültürün bugünkü düzeye
gelmesinde ülkenin her karşı toprağında, her kökenden ve soydan gelen
vatandaşlarımızın payı vardır. Bu nedenle de Türkiye'de etnik ayrılığa dayanan
çoğunluk ve azınlık düşüncesiyle görüşler geliştirmenin tarihsel ve bilimsel
temelleri yoktur. Ülkenin her yeri her yurttaşındır.
Kurtuluş
Savaşı'ndan önce, Anadolu'nun yer yer işgal edildiği bütün güç ve olanaklarına
el konulduğu bilinmektedir. Bu çok kötü koşullar içinde Anadolu'nun bir kısım
topraklarının parçalanması için yoğun çabaların sürdürüldüğü sıralarda, 19
Mayıs 1919'da Samsun'a çıkan Atatürk'ün 18.6.1919 günü, 1. Kolordu Komutanı
Cafer Tayyar Paşa'ya çektiği telgrafta;
"Bütün
Anadolu halkının millî bağımsızlığı kurtarmak için baştan aşağı tek bir vücut
gibi birleşmiş" olduğu belirtilmektedir.
Atalarımız,
tarihin geçmiş günlerinde olduğu gibi, o karanlık günlerinde de bölücü
propaganda ve desteklere kapılmadan, kendi özgür istençleriyle ve ortak
istekleriyle çağların yarattığı ortak kültürde birleşmeyi ve Türk Ulusu'nu
oluşturmayı sağlamıştır. Bu olgu, bugün de Ulusça bağlı olduğumuz bir tür
ulusal ant ve toplumsal bir uzlaşmadır. Yasama, yürütme ve yargı organlarıyla
yönetim görevlerinde, yerleşimde, çalışma yaşamında, temel hak ve özgürlüklerde
eşitliği kabûl eden bu tarihsel dayanışma, kaynaşma ve oluşum, Kurtuluş
Savaşı'nda zafere ulaşmayı, ülkesi ve ulusuyla bölünmez bir bütün olan Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'ni kurmayı başarmıştır.
Türk
devletinin vatandaşları arasında etnik ya da diğer herhangi bir nedenle siyasal
veya hukuksal ayrılık söz konusu değildir. Atalarımız bireysel düzeyde toplumun
bütün kesimlerinde gerçekleştirdiği bu kutsal, tarihsel mirasın korunmasına
yönelik önlemler, toplumun huzur ve refahı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin
güvenliği ve varlığı ile ilgilidir. Nitekim, Türk Milleti içinde yer alan her
kökenden vatandaş, hiçbir ayrım gözetilmeksizin istek ve başarılarına göre her
görev ve işte çalışmış, Türkiye'nin her yerinde, köyünde, şehrinde yaşama,
yerleşme, okuma, evlenme, gelişme ve yükselme ile Türk dil ve kültüründen
faydalanma ve katkıda bulunma olanağına kavuşmuştur. Bu tarihsel oluşum;
"Ülke ve Milletin bölünmez bütünlüğü", tüm anayasalarımızda
vazgeçilmez ve ödün verilmez temel kural olarak yer almıştır. Tarihin çok uzun
bir gelişme süreci içinde gerçekleştiği bu kaynaşma ve bütünleşmeye dayanan Türk
Ulusu gerçeği ve olgusuna karşı, ayrıcalığa, bölücülüğe ve sonuçta yok olmaya
yol açacak davranışları insan hakları kapsamında görmek olanaksızdır.
Türkiye'de;
Türk Ulusu'nun dengeli, tutarlı tutumu, hoşgörüsü, insan sevgisi ve
değerbilirliği, millî bütünlüğü adaletli biçimde sağlamıştır. Millî
bütünlüğümüzün temeli, ortak kültüre, lâiklik ilkesi ile akla, mantıklı
düşünceye, sağduyuya, adalete dayanan "Atatürk Milliyetçiliği"dir.
Anayasamız,
Türk Devleti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk sayan birleştirici
ve bütünleştirici bir milliyetçilik anlayışına sahiptir. Devletin, ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğü, bu çağdaş milliyetçilik anlayışının belirgin
niteliklerinden birini oluşturmaktadır.
Anayasa
Mahkemesi'nin yine siyasal partilere ilişkin 20.7.1971 günlü, Esas 1971/3,
Karar 1971/3 sayılı kararında bu konuda şöyle denilmiştir.
"1921
Anayasası'ndan 1961 Anayasası'na değin sürekli olarak üzerinde durulmuş bir
ilke olan (Türk Devleti'nin ulusu ve ülkesi ile bölünmezliği ) ilkesi, Erzurum
ve Sivas Kongreleri'nde saptanan biçimi ile Misakı Millî kurallarında
dayanağını bulmaktadır. Misakı Milli'nin gösterdiği sınırlar içinde birbiriyle
kaynaşmış olarak yaşayanların gerçekten ve hukuka aykırılık kabul etmez bir
bütün oldukları kesinlikle belirlenmiş ve bu bütünlük içinde kürt halkının
hiçbir zaman söz edilmemiş olduğu gibi, Lozan Barış Andlaşması görüşme ve
kararlarında da, Misakı Millî'nin çizdiği sınırlar içindeki azınlıklar
sayılırken kürt ayırımına yer verilmemiştir.
Bu
durum yalnızca bir olayın değil, doğrudan doğruya bir gerçeğin de anlatımı
olmaktadır. Bu gerçeği de en aydınlık anlamıyla doğrudan doğruya Atatürk'ün
ulus anlayışında bulmaktayız. Atatürk'ün kendi el yazısı ile düzenlediği
notlarında: "Bugünkü Türk Milleti, siyasi ve içtimaî camiası içinde
kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik farkı ve hatta Lâzlık fikri veya Boşnaklık
fikri propaganda edilmek istenmiş yurttaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat
mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış göstermeler hiçbir millet
ferdi üzerinde üzüntü ve kınamadan başka bir tesir hâsıl etmemiştir. Çünkü bu
millet efradı da umum Türk Camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlâka ve
hukuka sahip bulunuyorlar" demiş ve "Ulus"u "Türkiye
Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir."
Anayasa
Mahkemesi'nin 27.11.1980 günlü, 1980/59 sayılı kararında da "...
Anayasa'da ırkçılık, Turancılık ya da din veya mezhep doğrultusunda
bütünleşmeyi amaçlayan inanışları reddeden, Türk Devletine vatandaşlık bağı ile
bağlı olan herkesi Türk sayan birleştirici ve bütünleştirici bir milliyetçilik
anlayışının" benimsendiği vurgulanmıştır.
2820
sayılı Yasa'nın 81. maddesinin (a) bendi, Anayasa ilkeleri çerçevesinde
Devletin kuruluşu aşamasıyla uluslararası alanda gösterilen azınlık yaratmama
yolundaki duyarlığın siyasi partilerce de paylaşılmasını sağlamayı
amaçlamıştır.
2820
sayılı Yasa'nın 78. maddesinin (a) bendi siyasi partilerin Anayasa'nın 3.
maddesiyle konulan, Devletin bütünlüğüne ve diline ilişkin ilkeyi değiştirme
amacını güdemiyeceklerini öngörmektedir. 81. maddenin (a) bendi, siyasi
partilerin, dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunun ileri
süremeyecekleri kuralını koymuştur. Aynı maddenin (b) bendi ise, siyasi
partilerin Türk dili ve kültüründen başka dil ve kültürlerini korumak, geliştirmek
ya da yaymak yoluyla ülkede azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması
amacını güdemeyeceklerini belirtmiştir.
Siyasi
Partiler Yasası'nın 81. maddesinin (a) ve (b) bentleri, kimi küçük
değişikliklerle önceki 648 sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın 89. maddesinden
alınmıştır. Anayasa Mahkemesi, 648 sayılı Yasa'nın yürürlükte olduğu dönemde
iki kez bu maddeyi uygulayıp kapatma kararı vermiştir. Bunlardan 20.7.1971
günlü, Esas : 1971/3, Karar : 1971/3 sayılı kararında konuyla ilgili şu bölümler
dikkat çekmektedir.
"...
Türkiye'nin her bölgesinde gelişmiş ve gelişmemiş yerlere rastlandığına göre
geri kalmışlığın doğuya özgü ve oradaki birtakım yurttaşların Türkçe'den başka
bir dil konuşmalarıyla bağlantılı bir siyasanın sonucu olarak halka sunulması
bu yurttaşların bütünden soğutulması ve ayrılması gereğine yönelmiş bir
tutumdan başka nitelik göstermez".
Türkiye
Emekçi Partisi'nin kapatılmasına ilişkin 8.5.1980 günlü, Esas:1979/1, Karar
:1980/1 sayılı karardan da ilgili bölümlerin alınması yararlı olacaktır. Adı
geçen Parti'nin programında yer alan "Anadili Türkçe olmayan okul
çağındaki TC. vatandaşlarına Millî Eğitim Bakanlığı yönetiminde anadil ve
kültür eğitiminin sağlanması" tümcesine ilişkin olarak kararda şu görüşler
yer almaktadır:
"...
Bir kesim vatandaşta kendilerinin azınlık oldukları düşüncesini yaratmaya
çalışmak ... devletin ülkesi ve ulusuyla bütünlüğü temel ilkesine kesinlikle
aykırı düştüğünden, böylece azınlık yaratma amacı güden bir siyasal partinin
ulus bütünlüğüne ters düşmeyebileceği hele bu yoldan ulus bütünlüğünü sağlamayı
amaçlayabileceği biçimindeki savların, Anayasamızın belirtilen yapısı içinde
kabulüne olanak yoktur.
Bu
bakımdan, 89. maddenin ikinci fıkrasında geçen "... millet bütünlüğünün
bozulması amacını güdemezler." sözcüklerinin, davada ulus bütünlüğünün
bozulması amacının ayrıca kanıtlanması zorunluluğunu belirtmek için değil,
yalnızca azınlık yaratmayı amaçlamanın Anayasa'nın 57. maddesindeki anlamda
"ulus bütünlüğünün bozulması" sonucunu doğuracağını kesin biçimde göstermek
için maddeye konuldukları kuşkusuzdur."
Bu
belirtmeler kapsamında Türkiye Birleşik Komünist Partisi'nin Tüzük ve
Programının ilgili kurallarının incelenmesine gelince :
Tüzüğün
2. maddesinde, Parti'nin, "Türk ve Kürt bütün çalışanların" partisi olduğu,
Program'ın giriş bölümünde, Parti'nin "Türk ve Kürt Marksistlerin"
partisi olduğu belirtilmektedir. "Kürt sorununu âdil, demokratik, barışçı
bir çözüme kavuşturmak" davalı partinin hedefleri arasında sayılmakta ve
"Kürt sorununun Âdil, Demokratik, Barışçı Çözümü için" başlıklı
bölümde de şu görüşler yer almaktadır :
"Ulusal
kurtuluş savaşı birlikte yürütüldüğü halde, Kürtlerin ulusal varlığı ve meşru
hakları Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana inkâr edilmiştir. Gelişen Kürt ulusal
bilincine, egemen güçler yasaklarla, baskı ve terörle yanıt vermiştir. Irkçı,
şoven, militarist politikalar, Kürt sorununu keskinleştirmektedir. Bu, aynı
zamanda, Türkiye'nin demokratikleşmesinin önünde büyük bir engel oluşturmakta
ve uluslararasş emperyalist ve militarist odakların, Ortadoğu'da gerginlikleri
artırma, halkları birbirine düşman etme, Türkiye'yi askerî maceralara sürükleme
planlarına hizmet etmektedir."
"Kürt
sorunu, Kürt halkının varlığının, ulusal kimliğinin ve haklarının tam
tanınmamasından kaynaklanan politik bir sorundur. O nedenle bu sorun, baskı ve
terörle, askerî yöntemlerle çözülemez. Şiddet, her halkın doğal ve devredilemez
hakkı olan kendi geleceğini tayin hakkının, birlik değil, ayrılık biçiminde tek
yönlü kullanılmasına yol açar. Sorunun çözümü politiktir. Kürt halkı üzerindeki
ulusal baskı ve eşitsizliğin ortadan kalkması için, Türk ve Kürtlerin birliğine
ihtiyaç vardır."
"Kürt
sorununu çözümü Kürtlerin özgür iradesini temel almalı, Türk ve Kürt
uluslarının ortak çıkarlarına dayanmalı, Türkiye'nin demokratikleşmesine ve
Ortadoğu'da barışa hizmet etmelidir."
"Kürt
sorunu ancak bir süreç içinde çözülebilir. Bugün öncelikle Kürtler üzerindeki
politik ve askerî baskıya son verilmeli, Kürt yurttaşların can güvenliği
sağlanmalı, olağanüstü hal durumuna son verilmeli, korucu sistemi dağıtılmalı,
Kürt dili ve kültürü üzerindeki yasaklar kalkmalı. Sorun özgürce
tartışılabilmelidir. Anayasada Kürtlerin varlığı tanınmalıdır."
Programın
"Demokratik Bir Kültür ve Eğitim Politikası İçin"başlıklı bölümünde
ise, "Kültürel yenilenme, Türk ve Kürt ulusal değerleri, Anadolu
uygarlıklarının mirası, İslam Kültürünün insancıl öğeleri, halkımızın
çağdaşlaşma mücadelesinde yarattığı tüm değerlerin evrensel çağdaş kültür ile
karşılıklı etkilemişi ile gerçekleşecektir." denilmektedir.
Her
şeyden önce belirtmek gerekir ki, davalı Parti'ye yüklenen suç Tüzük ve
Programının, Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü paragrafında ifadesini bulan
"Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne" aykırı
olmasından ibaret değildir. Yasakoyucu, bu bütünlüğü korumak amacıyla,
bütünlüğü zedelemesi olasılığı bulunan her girişime set çekmek istemiştir. 2820
sayılı Yasa'nın 78. maddesinin (a) bendi, siyasi partilerin, Anayasa'nın 3.
maddesinde anlatılan, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne ve
diline ilişkin kuralı da değiştirmek amacı güdemeyeceklerini öngörmektedir.
Türkiye Birleşik Komünist Partisi'nin programında yeralan, "Anayasada
Kürtlerin varlığı tanınmalıdır", "... Türk ve Kürt halkının Türkiye
Cumhuriyeti devleti sınırları içinde gönüllülük ve eşit haklılık temelinde
birlikte yaşamaları ve devletin ortak çıkarlar temelinde yeniden yapılanması
için çalışılacaktır", "Kürt sorununun çözümü Kürtlerin özgür
iradesini temel almalı, Türk ve Kürt uluslarının ortak çıkarlarına dayanmalı
....." "Şiddet, her halkın doğal ve devredilmez hakkı olan kendi
geleceğini tayin hakkının, birlik değil ayrılık biçiminde tek yönlü
kullanılmasına yol açar" biçimindeki anlatımlarla, bu kurala aykırı
davranılmakta, Kürt halkının kendi geleceğini belirleme yolunda özgür
istenciyle Anayasa'daki millet bütünlüğü ilkesinden uzaklaşılıp, Türk ve Kürt
ulusları ayrımına gidilmek istendiği anlaşılmaktadır. TC. Devleti'nde birden
fazla ulus olamaz. Türk Ulusu içinde değişik kökenli bireyler olsa da hepsi
Türk yurttaşıdır. Tarihsel bir gerçek olan "Türk Milleti" olgusu
yerine ırkçılığa dayanan ayrılıklar ve Türk vatandaşlığı niteliğini değiştiren
savlar dinlenemez.
81.
maddenin (a) bendi siyasi partilerin ülke üzerinde ırk ya da dil ayrılığına
dayanan azınlıklar bulunduğunun ileri sürülemeyeceğini öngörmektedir. Programda
yer alan, "Kürtlerin ulusal varlığı ve meşrû hakları, Cumhuriyet'in
kuruluşundan bu yana inkâr edilmiştir", "Gelişen Kürt ulusal
bilincine, egemen güçler yasaklarla, baskı ve terörle yanıt vermiştir.",
"Kürt sorunu, Kürt halkının varlığının, ulusal kimliğinin ve haklarının
tanınmasından kaynaklanan politik bir sorundur", "Kürt halkı
üzerindeki ulusal baskı ve eşitsizliğin ortadan kalması için, Türk ve Kürtlerin
birliğine ihtiyaç vardır." gibi tümcelerle, anılan kurala aykırı
davranılmıştır.
Yine
programda yer alan "Kültürel yenilenme, Türk ve Kürt ulusal kültürel
değerleri, Anadolu uygarlıklarının mirası, İslâm Kültürünün insancıl öğeleri,
halkımızın çağdaşlaşma mücadelesinde yarattığı tüm değerlerin evrensel çağdaş
kültür ile karşılıklı etkileşimi ile gerçekleşecektir" biçimindeki
anlatımlarla 2820 sayılı Yasa'nın 81. maddesinin (b) bendine aykırı davranılmakta,
Türk dili ve kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek, yaymak
yoluyla azınlık yaratılarak millet bütünlüğünün bozulması amaçlanmaktadır.
Bölgelerin ulusal kimliği olamaz. Anayasa, özerklik ve özyönetim
yöntemlerine-biçimlerine kapalıdır.
Kimi
siyasal nedenlerle dış etkenlerden kaynaklanan, kimi varsayım, yorum ve
bahanelere dayanan, insan hakları ve özgürlük savlarıyla yoğunlaştırılan
sakıncalı amaçlara geçerlik tanınamaz. Devlet "TEK"dir, ülke
"TÜM"dür, ulus "BİR"dir. Ulusal birlik, devleti kuran,
ulusu oluşturan toplulukların ya da bireylerin etnik kökeni ne olursa olsun,
yurttaşlık kurumu içinde ayrımsız birliktelikleriyle gerçekleşir. Anayasa'da ve
yasalarda yurttaşlar arasında ayrımı öngören hiçbir kural bulunmadığı gibi, kimsenin
soy kökeninin yadsınması ya da kabul edilebilecek yeni bir savı da yoktur.
Lozan Barış Antlaşmasıyla 18 Ekim 1925 günlü "Türkiye ve Bulgaristan
Arasındaki Dostluk Antlaşması"nda sayılanlar dışında Türkiye'de
"azınlık" ya da "ulusal azınlık" bulunmamaktadır. Diğer
kökenli yurttaşlar gibi Kürt kökenli yurttaşların da kimliklerini belirtmeleri
yasaklanmamış, azınlık ve ayrı ulus olmadıkları, Türk Ulusu dışında
düşünülmeyecekleri devlet bütünlüğü içinde anlatılmıştır. 21 Kasım 1990 günlü
Paris Şartı'nın bağlayıcılığı ve bu Şart'ta Kürt kökenli yurttaşların azınlık
sayılmasını gerektiren bir kural yoktur. Ulusal ve tekil devlet etnik
ayrılıklarla tartışılmaz. Herkesin, her zaman karşılaşabileceği ve giderilerek
hukuk devletinde karşılığı istenebilecek aykırılık, çelişki, haksızlık ve
yanlışlıklar insan hakları alanında sömürü nedeni yapılarak, gerçekler
saptırılıp çarpıtılarak, üstü kapalı biçimde, ayrı ulus yoluyla ayrı devlet
amaçlanamaz. Tartışılamaz kavramlar ve değerlerle, ödün verilmesi olanaksız ilke
ve niteliklerin kaynağı Türkiye Cumhuriyeti'dir. Türkiye Cumhuriyeti'nin de
taraf olduğu yeni bir Avrupa için Paris Yasası, ırkçılığı, etnik düşmanlığı ve
terörizmi kınamış ve "Güvenlik" ve "Ek-1" bölümlerinde de
açık olarak ülke bütünlüğü ve demokratik düzeni yıkmayı amaçlayan hareketlere
girişen kişi, grup ve örgütlere karşı koruma ve kollama sorumluluğunu
milletlerarası bir çağrı olarak kabul etmiştir. Yasa, kürt kimliği, kürt adı
yoluyla kürtçülükle bölücülük yapılmasına olur vermemektedir.
Ülkenin
her köşesinde değişik kökenli yurttaşlar aynı koşullar içinde yaşamaktadır.
Parti'nin tutumuyla gösterdiği doğrultu ve getirdiği ölçü, ulusu bölmektedir.
Yukarıdaki
açıklamalar göre; Anayasa'nın 3. ve 14. maddelerinin ilk fıkraları, 68.
maddenin dördüncü fıkrası ile Siyasi Partiler Kanunu'nun 78. maddesinin (a)
bendi, 81. maddesinin (a) ve (b) bentlerine aykırılık nedeniyle davalı siyasi
parti, Siyasi Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin (a) bendi gereğince
kapatılmalıdır.
4- Kapatılan
Siyasi Partilerin Devamı Olduğunu İddia ve Beyan Etmek Suçlaması :
a.
İddianamede bu konuya ilişkin olarak, "Davalı siyasi parti programının
giriş bölümünde, TBKP'nin Türkiye İşçi Partisi ve Türkiye Komünist Partisi'nin
birleşmesi ile oluştuğu ve Türkiye İşçi Partisi'nin devamı olduğu anlamını
taşıyan ibareler yer almaktadır" denilmektedir.
b.
Sözlü açıklama sırasında bu konuda özetle şu görüşler savunulmuştur: Mustafa
Suphi'den bu yana komünist ve marksist hareketler ve örgütlenmeler farklıdır.
Konu bütün olarak sahip çıkmaktır. Bundan bir partinin devamı olma iddiasını
çıkarmak mümkün değildir. Türkiye, dünlerden bugüne geliyor; doğal olarak bir
miras üzerine oturmaktadır. Yasaklanan bu değildir. Yasaklanan bir partinin
devamı olduğunu söylemektir. TBKP, birlik, yasallık, yenilenme esası üzerine
kurulan çağdaş bir marksist parti oluşturmak amacındadır.
Öte
yandan, Anayasa'daki siyasi partilerle ilgili sınırlamaları aşan bir sınırlama
Yasa yoluyla getirilmiştir. Türkiye İşçi Partisi, Millî Güvenlik Konseyince
çıkarılan bir yasayla feshedilmiştir. Kullanılan deyim "fesih"tir,
"kapatılma" değildir. Bu bakımdan Siyasi Partiler Yasası'nın 96.
maddesinin ikinci fıkrasında yer alan, kapatılan siyasi parti kapsamı içinde
düşünülmemesi gerekir. 2533 sayılı Yasa 12 Eylül 1980 günü faaliyetleri
durdurulan partileri topluca feshetmiştir. Partilerin varlığına son veren bu
yasayı çıkarmakla Milli Güvenlik Konseyi, kendi üzerine almamasına karşın yargı
erkini kullanmıştır. Bunun da bir takım sonuçları olması gerekir. İddianamede
"birleşme" denildiğine göre artık yeni bir şey doğmuştur. Birleşme,
bir partinin devamı olmadığını göstermek içindir.
Kullanılan
ifadeler kapatılan bir partimin devamı olduğunu belirtmek için değil tarihsel
süreç içinde hareketin dünya ölçüsündeki kazanımlarını kucaklamak içindir.
c.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın esas hakkındaki görüş yazısında özetle
şöyle denmektedir :
Türkiye
İşçi Partisi 2533 sayılı Yasa uyarınca kapatılmıştır. Anılan kanunda partilerin
feshinden sözedilmekte olmasına karşılık 2820 sayılı Yasa'nın 96/7. maddesi ise
2533 sayılı Yasa'yla feshedilmiş olan partiler için "kapatılmış"
deyimini kullanmaktadır.
Anayasa
Mahkemesi'nin 28.9.1984 günlü, 1-1 sayılı kararına göre, buradaki
"kapatılmış" deyimi kapsamına 2533 sayılı Yasa'yla feshedilmiş olan
siyasi partiler de girmektedir.
Davalı
siyasi partinin programının giriş bölümünde iki ayrı partinin birliğinden
sözedilmekte ve davalı siyasi partinin Türkiye Komünist Partisi (TKP) ve
Türkiye İşçi Partisi (TİP)'nin birleşmesi ile oluştuğu açıkça belirtilmektedir.
d.
Son savunmada aynı konuya ilişkin olarak özetle şu görüşler ileri
sürülmektedir:
Programda
TBKP'nin, TİP ve TKP'nin birleşmesinden oluşan bir parti olması ile kastedilen
nedir' Bu çok açıktır. Bu tümce ile TBKP'yi oluşturan insan unsurunun,
kadroların TİP ve TKP'deki insan unsuru, daha önce TİP ve TKP'de çalışan
kadrolar olduğu anlatılmaktadır. Yoksa bu tümceden, TBKP'nin kapatılan bir
siyasi partinin devamı olduğu anlamı, çıkarılamaz. TBKP programıyla, dünyaya
bakış açısıyla, yeni marksizm yorumuyla, sorunların çözümüne ilişkin çağdaş
demokratik ve barışçı görüşleriyle ülkemiz politik yaşamındaki yerini almış ve
toplumsal meşruiyeti tartışılmaz hale gelmiş yeni bir partidir.
TBKP'nin
Siyasi Partiler Yasası'nın 96/2. maddesine aykırılığı söz konusu değildir.
Kaldıki, Siyasi Partiler Yasası'nın bu hükmü de Anayasa'nın 2., 13/2., 68. ve
69. maddeleriyle, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 9., 10., 11. ve 17.
maddelerine açıkça aykırıdır.
e.
Davalı Parti'nin, programında, Türkiye İşçi Partisi'nin devamı olduğunu beyan
ettiği ileri sürülerek Siyasi Partiler Yasası'nın 96. maddesinin ikinci fıkrası
uyarınca kapatılması istenmektedir.
2820
sayılı Yasa'nın uygulanması söz konusu 96. maddenin ikinci fıkrası,
"Kurulacak siyasi partiler, kapatılan siyasi partilerin devamı olduklarını
beyan edemez ve böyle bir iddiada bulunamazlar" hükmünü içermektedir.
Savunmada,
Türkiye İşçi Partisi 2533 sayılı Yasa'yla feshedildiğine göre "kapatılan
siyasi partiler kavramı içinde düşünülmemesi gerekir" denilmektedir.
Siyasi Partiler Yasası'ndaki "kapatılan siyasi parti" kavramı, yasaya
aykırı davranışları yargı organı tarafından saptanan ve yargı organınca
kapatılan siyasi partilerle 2533 sayılı Yasa ile feshedilmiş siyasi, partileri
kapsar.
Öbür
yandan, siyasi partiler toplumun siyasal yaşamında yalnız hukuksal değil, aynı
zamanda sosyolojik bir gerçeğin yapısıdır. İmparatorluk döneminin 1908 yılından
sonraki çalkantılı yaşamında siyasal gruplaşmaların ve toplulukların cumhuriyet
dönemindeki siyasal yapılaşmaya etkileri açıktır. Cumhuriyet dönemindeki yasal
veya yasal olmayan örgütlerin arkasında bulunan siyasal görüşler ve gruplar,
etkinliklerini ve varlıklarını bugüne kadar değişik adlarla sürdürmüşlerdir.
Cumhuriyet dönemine ilişkin bu siyasal gelişimin akışı, Cumhuriyet Halk Partisi,
Serbest Fırka ve Terakkiperver Fırka ile başlamış ve çeşitli siyasal
kesintilere karşın bugüne kadar gelmiştir. Marksist hareketlerin çeşitli
biçimde temsil edildiği yasal veya yasal olmayan bir çok siyasi parti de, bağlı
bulunduğu felsefî düşüncenin benzeri veya değişik yorumlarına bağlı bir gelişme
süreci göstermişlerdir.
Ülkemizdeki
bir kısım marksist hareketlerin daha önce çoğulcu, çok partili ve seçime
dayanan demokratik devlet düşüncesine sahip olmamaları, hattâ Stalinist
yorumları benimseyerek Sovyetler Birliği'nde bir dönemdeki katı diktatörlüğü ve
insanlık dışı uygulamaları eleştirmemeleri ve Sovyetler Birliği'nin komşu
ülkelere askerî müdahalelerini desteklemeleri; bunların düşünce ve eylem
boyutunda birbirleri ile ilişkilerini ve tarihin akışında doğal halefiyetle
ilgili sosyal ve tarihsel gerçeği değiştiremez. Davalı siyasi partinin daha
önce düşünce, siyasal eylem ve hukuksal örgütlenme bağlamında varlık gösteren
çeşitli siyasal hareketlerin kültürel mirasına talip olması yada böyle bir savda
bulunması son derece doğal ve demokratiktir.
Bundan,
davalı partinin kapatılan bir partinin devamı olduğunu beyan ettiği anlamını
çıkarma olanağı yoktur. Yalnızca iki partinin birleşmesi ile yetinilmeyip
marksist hareketin farklı örgütlenmelerine, siyasal kültürüne ve partilerine ve
bunların kültürel mirasına sahip çıkılması, kapatılan bir siyasi partinin
devamı olmak değil marksist örgütlenmenin birikim ve deneyiminden yararlanıp
yeni bir parti oluşturmaktır.
Bu
nedenlerle davalı partinin programında yazılanlar, 2820 sayılı Yasa'nın 96.
maddesinin ikinci fıkrasına aykırılık oluşturmamaktadır.
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın yerinde görülmeyen bu konudaki isteminin REDDİ
gerekir.
VII-
SONUÇ :
Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 14.6.1990 günlü, SP. 30. Hz.1990/34 sayılı
İddianamesi'nde; Türkiye Birleşik Komünist Partisi'nin Anayasa'nın 6., 10., 14.
ve 68. maddeleriyle 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın 78. maddesine aykırı
olarak sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini kurmayı,
Anayasa'nın 2., 3., 14. 68. maddeleriyle 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın
78. ve 81. maddelerine aykırı olarak Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğünü bozmayı amaçladığı, aynı Yasa'nın 96. maddesine aykırı olarak
kullanılmasına yasal olanak bulurımayan bir adla kurulduğu ve kapatılan bir
siyasi partinin devamı olduğunu beyan ve iddia ettiği ileri sürülerek, Siyasi
Partiler Yasası'nın 101. maddesinin (a) bendi gereğince kapatılmasına karar
verilmesi istenmekle gereği görüşülüp düşünüldü:
1-
Türkiye Birleşik Komünist Partisi'nin adıyla birlikte Tüzük ve Programının
Anayasa ile 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'na aykırı olduğuna ve 2820
sayılı Yasa'nın 101. maddesinin (a) bendi uyarınca davalş Parti'nin
kapatılmasına,
2-
Davalı Parti'nin bütün mallarının 2820 sayılı Yasa'nın 107. maddesi uyarınca
Hazine'ye geçmesine,
3-
Gereğinin, Bakanlar Kurulu'nca yerine getirilmesi için karar örneğinin, 2820
sayılı Yasa'nın 107. maddesine göre Başbakanlığa ve ayrıca Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı'na gönderilmesine,
16.7.1991
gününde oybirliğiyle karar verildi.
Başkan
Yekta Güngör
ÖZDEN
|
Başkanvekili
Güven DİNÇER
|
Üye
Servet TÜZÜN
|
Üye
Mustafa ŞAHİN
|
Üye
İhsan PEKEL
|
Üye
Selçuk TÜZÜN
|
Üye
Ahmet N. SEZER
|
Üye
Erol CANSEL
|
Üye
Erol CANSEL
|
Üye
Haşim KILIÇ
|
Üye
Yalçın ACARGÜN
|
|
|
|
|